İÇİNDEKİLER. 1
ÖNSÖZ. 11
TEVHİT İLMİNİN UYGULAMALARI 13
Okumak Düşünmektir. 14
Akılcı Din ve Bilim.. 19
Tasavvuf İlimdir. 24
İnsan ilimdir!. 26
Muhkem Ayetler. 28
Fatiha’nın Gizemi 30
İslâm Âlemi!. 36
Tanrı’yı İnsan Yaratmış!. 40
Arif ile Âlim.. 44
İnsan İtaat Eder. 48
İnsan İnşa Edilir. 52
Cennetten Düşüş. 54
Namaz Herkesin Hakkıdır. 57
Doruk Noktası 59
Kabarcık. 63
Yıldırımla Yüceliş. 65
Başkası Yok. 67
Uzay Zaman Gerçeği 69
İnsan Kendini Gerçekleştirmeli 73
Kendini Uygulama Sanatı 77
Yokluk Varlıktadır. 85
Sırattan Yıldırım Gibi Geçiş. 88
İnsan Üç Boyutludur. 93
Zaman Zandır, Esas Olan An’dır. 97
İnsan Atom Yığını Değildir. 102
Sonrasını Biliriz. 107
Kendine Yardım Ediş. 111
Gece ve Gündüz Yoktu. 115
Rahmanî Işınım.. 119
Evren Düzenli Hiçliktir. 122
Bilimsel Vuslat. 127
Kader, Hikmet. 132
İnanmaktan Bilinmeye, 137
Gerçeğin Aslı Bilinmelidir. 141
İnsan Çamurdan, Ya İnsanlık?. 149
Nura Kavuşma. 153
Elinde Değil, Fıtratındadır, 157
Namaz Kılınır. 161
Sohbetin Muhabbete Dönüşmesi 165
Bilgi, Bilim, İlim, 170
Kıyametin Büyüğü, 177
Evren ve İçindekiler İtaat Eder. 181
Tanıdıkça Âşık Olmak. 185
Bilginin Evrenselliği 189
İlim-Amel Köprüsü. 193
Habil ile Kabil 197
Çağrı, Son Çağrı 200
Hakikat Güneşinin Doğuşu. 204
Seyirde Sabır. 208
Vücudun Hakikati 212
Mekke’nin Fethi 217
Güneşle Giz'lenen. 221
Kütle, Çekim Gücüdür. 225
Rahmanî Rahim.. 229
Korkudan Aşka. 233
Hayatın Kuvvetleri 237
Nazarla Oluşum.. 241
Sağır ve Dilsiz. 245
Ayın İkiye Yarılışı 249
Temessül ve Tecessüd. 253
İnsanın Cevheri 257
Kalbin Tavafı 261
Yaşayan Kalptir. 265
Nefsin Nikâhı 269
Hakk’ın Hakikati, 273
İnsan, Bir ‘Kutsal Fikir’dir. 277
Yâkîn Olma. 281
Kalp ve Gönül 285
İlâhî İlham.. 289
Görmeden İnanma. 293
Bilimsel Körlük. 297
Resulsüz Olmaz. 301
İnsan Kitaptır. 305
Dönüş Yolculuğu. 310
Oruçla Yükselme. 314
İndirmeden Yücelmek. 318
İnsan Zannetme!. 322
Hakikatin Gölgesi 323
Akıl Seması 327
Haviye, Cehennemin Dibi!. 331
İlmi Hıfz Eden Kuvvetler. 336
Tefekkür ve Tevafuk. 343
İnsan İlmin Kaynağıdır. 347
Namaz Vakitleri 351
Haviyedeki Asar Ateşi 354
İlim ve İnsan Kanıttır. 357
Tesadüfen Var Olmaz. 360
Zuhurunun Şiddetinden Görünmez. 363
Erdem Yaradılıştandır, 365
Kanaat Et Nefsini Öldür!. 370
Bedende İletişim, Etkileşim.. 372
İslam’da Dört Eş!. 376
Yaratıcı ve Yaratılış. 378
Oluşumla Gelişim, 381
Kalp Çocuğunun Canlanışı 382
Işıktan Geliş. 384
Tefekkür Ediniz. 385
Yücelişin Seyri 389
İnsan Zalimdir. 390
İnsan Utanır!. 393
Ezoterizm Nedir?. 397
Yaratılışta Cinsiyet. 401
Aynasal Âlem.. 404
İnsan Heveslidir. 406
İnsanlıkta Sebat. 410
Akıl Seması 414
Nefes Üflenmesi 420
Tevhit Yasası 424
Kemale Tekâmül 428
İlahi İrade Kanunu. 435
Habbeden Dâbbeye Kendimizi Tanımalıyız. 439
Mevt, Maddeden Soyunmadır!. 443
Taklidî ve Tahkiki İman. 447
Aklın Yolculuğu. 451
Muhteşemin İhtişamı 456
İnsan İsrafı 460
Hareket Evrenseldir. 465
Birlik ve Beraberlik. 469
Beslenme Süreci 473
Resulün Mührü. 477
Nefes Kuvvettir. 481
Eşyanın Hakikati 485
Güzellik Hak’tandır. 489
Aşk Şarabı 493
Akılla İnşa. 497
Kuran Kanıtlanır. 501
Levhalarda Yazılıdır (1). 505
Sesten Konuşmaya. 508
Dayanışmayla Oluşum.. 512
Varoluş Renklidir. 516
Işıktan
Huzura, 520
Kavuşmaya Azmetmek. 524
Aşk Ateşi 528
Tevhit ve Takva. 532
Huzur Namazı 536
Yarenler. 540
Hakka Arif Olunur. 542
Bir ve Tek Yol 544
Hakikate Doğru. 545
Varlığı Yaşayan İnsan. 549
Hakk’ın Hakikati (Ş). 553
Savunma Hakkı 554
Suyun Azizliği 558
Vaat Edilmiş Topraklarda Deprem.. 562
Memo’cum, (Ş). 567
Dört Anasır. 568
Rüyaların Hakikati 572
Ben Ve Biz Hitapları 576
Varlığın Haysiyeti 584
Haysiyetli Olunmalıdır. 588
Gen Levhanı Oku!. 592
Hisler Genlerde Kazılıdır. 593
Kuvvet ve Kudret!. 598
Hislerin Kullanımı 599
Gölgeden Hakk’a. 603
Akıbet Gerçekleşir. 608
Gönle Düşüş. 613
Halka Nefes ve Ruh Verilmesi 614
İlahi Hikmet. 619
Meşakkat Çekmeyin. 623
Zekâtla Vuslat. 627
Sefaya Yüceliş. 632
Kul, Hakkın Abidesidir. 636
Cürümden Tevhide. 641
Emanetin Sahibi 645
Aşk Ateşi 650
Âşık Olunur, Bilinmez!. 655
Canım Cananım.. 659
Aşkla Vuslat. 666
Âşık Bilir Aşkı 671
Saygı Duyulmalı 676
Kader Levhasında Yazılıdır (2). 681
Kudretin Vekiliyiz!. 686
Fikirler İndirilir. 690
Sağlık ve Sıhhat. 695
Kelam Hakkındır. 699
Mutluluk Fıtrattandır. 704
Hidayet Fıtrattandır. 708
Adalet Temeldir. 713
İnsan, Olmalıdır!. 718
Malum, Olur!. 723
Evliya Olgunluğu, 728
Rahim’si Büküm.. 732
Salih Amel 736
İrfan Sahibi Kâmil 741
İlim Kaynağı Hayal 746
Hayal İle Halvet. 751
İyilik, Doğruluk, Güzellik, 754
Cihatla Vuslat!. 759
Kıyasla Bilmek. 765
İnsan, Evrenin Merkezindedir!. 770
Yaradılışta Yasal Düzen. 774
Daim Anda Bir Şende!. 780
Adalet İndirilmiştir!. 785
Yaratılışın Amacı Vardır!. 789
Helakten Kaçmayınız!. 794
Varoluşun Hassas Dengesi, 799
Nefsi Tatmin İbadettir. 804
Nefsanî İbadet (Ş). 809
Sevgi, Varoluşun Temelidir!. 810
Allah, Yaşayandır!. 815
Özgürlük Hakkınızdır, 819
Ham, Pişerse Yanar!. 824
Ahde Vefa, Vuslattır!. 828
Akıl, Ruhun Kalbe Kapısıdır, 832
Hayatımız İmtihandır!. 837
Hak Vardır Batıl Yoktur!. 842
Rızık Allah’tandır, Allah’a Götürür, 847
Kalbinizi Yumuşatınız!. 852
Vuslat, Mutlak Olgunluktur. 857
İnsan Yaratıcıdır!. 864
Günah Ve Kötülük. 871
İnsanın Arınması 876
SON SÖZ. 881
Babam,
ilkokula giderken dahi, “Oku oğlum, okursan milyonum var” derdi. Parası olduğu için değil, içindeki okuma özlemini
bende yaşamak
için söylerdi. Yalvarır, dua edercesine yapardı bunu. Okumayı, köy koşullarından rahat bir yaşama tırmanışın tek yolu
olarak da gösterirdi. Bir
vizyonu vardı. Peki
dedim, inandım, kabul ettim, söz verdim babama, okumaya.
Okudukça okumanın bir amacı daha oluştu. Kendimi bilmeye yöneldim. Zaman içinde, peki nereye, ne
zamana, ne oluncaya
kadar, gibi sorular da hep benimle olmaya başladı. Artık yeter, okumak istemiyorum anlamında değil, “Verdiğim sözü tutabildim mi?” kaygısı ile cevap
arıyorum. Çünkü bir süre
sonra, okullar ve dereceler bitse de
okumanın devam ettiğini gördüm. Bugün okumanın neresindeyim acaba? Okumak meğer
çok geniş kapsamlıymış.
Haddim olup
olmadığını düşünmeden, Yüce Allah’ın “Oku!” Emrini, “Şükürler olsun” deyip, bana da ulaşan bir
mesaj olarak alırım.
Daha da öteye, bir elçi ile gönderilen mesajın aslında elçiye değil iletilen kişiye ait olduğunu, aslında kime ulaştı ise
onun olduğunu da düşünürüm.
Bu mesajın sahibi, muhatabı okumalıdır. Bir de ümmî olabilsem bari!
Zamanla,
ilmin aslında sonsuz olduğunu ve her bilim dalında elde edilen bilgilerin,
evren gibi, tek bütün ile ilgili ve Hakk’a ait olduğunu, her gidişin bu sonuca gittiğini sezdim.
Fiil,
isim ve sıfatlar Hakk’ın, yani fail, mevsuf ve mevcut bir ve tek varlık ise,
emaneti teslim etmeli. İradî mevt, bireyin iradesi ile kendini
teslim etmesi olabilir. Hakk’ın vücudu ile mevcut, ilmi ile âlim olan, bunu
idrak ettiğinde, aradan çıkabilir de. Âlem’i ve ‘Âdem’i okumak iradî mevte
kadar sürebilir. Bundan sonrasında “Ben iradî mevtten sonra okuyamam” demenin
ümmilik olduğunu öğrendim.
Bilmek
için okumaya çalıştım. Bana, herkes, “O bilir” desin diye okudum. İnsanları,
çevreyi, okumaya çalıştım. Bilgeler arasında, “Bildiğim tek şey hiçbir şey
bilmediğimdir” diyen de var, “Çok bilen çok yanılır” diyen de. Bildiğim kadar
bilmemem mi gerek? Kendimi bilmenin neresindeyim? “Düşünüyorum, öyleyse,
maalesef, hâlâ varım mı!” denmeli?
Zamanla,
kendimi bir süreç içinde buldum. Anladım
ki aslında herkes aynı süreç içinde. Hem de elbirliği, işbirliği içindeler. Bu
süreç “İnsanın, yaradılış amacına uygun olarak, bilip idrak ederek Allah’a
yücelme” sürecidir. Verilen akıl, fikir gibi kutsal emanet ve nimetleri
‘bilmek’ amacına uygun olarak kullanmak gerek. Hayatta en büyük israfın,
verilen nimetleri amaca uygun verimli kullanmamak, dolayısıyla da insanın
kendini ziyan etmesi, israf etmesidir.
Verilen,
kalp, nefis, beden ve aklı, ruha, ilme yani Kuran’a uygun olarak uygulayıp
iradî mevte ermek birinci aşama olabilir. Hakk’ın bağışladığı vücutla dirilişin
idraki içinde kendimizi bulma, bilme ümit ve dileğiyle.
Necdet
Altınay, 3 Ekim 2024
Önce
farkında olmadan yapılır, sonra, düşünüldüğünde anlaşılır. Genellikle zan
edilir, öyle sanılır, öyle yapılır. Düşününce, sanıldığı gibi olmadığı
anlaşılır. İlk düşünen insanlar da düşüncelerinin bugün geldiği noktaya
geleceğini düşünmemişlerdi. Düşünen insanların, düşünürlerin bir kısmına
‘bilim’ bir kısmına ‘din’ adamı denileceğini bilmiyorlardı. Bir düşüncenin
yakındaki bir kişiye aktarılması için konuşmak, uzaktaki bir kişiye aktarılması
için yazmak gerekti. Uzmanlaşma ayrışma halini aldı. Bir kısmı kutsala, bir
kısmı kutsal olmayana sahip çıktı. Bilimciler evrime, dinciler evrimsel
yaradılışa veya devrime inandı. Esas gerçek ortada kaldı. Bu nedenle, ayrışmaya
anlam kazandırmak ve bütünleştirmek üzere felsefe devreye girdi.
Hollanda’nın
Haarlem Üniversitesi profesörlerinden filozof Elmer Hoopman’a “Felsefeyi nasıl
tanımlarız?” diye sormuştum. Hoş sohbet Elmer “Bilim insanlarına göre ‘din’
içerikli, din adamlarına göre ‘bilim’ içerikli düşüncelerdir” demişti. Duyduğum
en farklı ama en anlamlı tanımdı. Demek istediğim şeye en yatkın anlam ve tanım
vermişti Elmer. Uluslararası ortam düşünüldüğünde, gündemde ‘islamafobi’
varken, filozofların birleştirici rol oynaması gerektiğine Elmer da katıldı.
Sohbet çok verimliydi ama tasavvuftan bahsedecek kadar uzun olamadı.
Hatta
Romalı bir filozofun tüm tarafları birleştirmeye çalıştığını anlattı. İnsanlar
fıtratlarına uygun şekilde farklılaştıkça birinin yaptığını diğeri yapmaz
oluyor ve ayrışma doğuyor. Ayrıştıkça ayrıldığını anlayamaz oluyor.
Okuyanlar,
okumayanlar, yazanlar, yazmayanlar, düşünürler, düşünmezler gibi ayrışmalar
gittikçe derinleşmekte ve örgütlenmektedir. Oysa herkes özde aynıdır, yaşar,
yaşamını sürdürür. Her düşünce doğa veya evren, var olan ile ilgilidir. Biz
inanmayız, evreni bilir, bildiğimizi söyleriz dense de farklı bir şey
söylenemez. Anadolu halkı “Gökten iğne düşse gayriye düşmez” der. Aslında hem
gayriye düşmez hem de gayriden gelmez, ‘kutsal vardır gayrisi yoktur’
denmektedir. Kutsal olan, insanın ayağını yıkamaz, insanın ayağını yıkadığı
için kutsallığı anlaşılır. “Her şey O’ndan gelir, O’na gider” diyen halk da
aynı şeyi söyler.
Allah
insanı kendine kulluk etsin diye yaratmıştır, etmeyen de yoktur. Abdi olmayan,
abidesi olmayan, bir ve tek olduğunun delili olmayan yoktur, bilene. Hal ve
gidişinden ne istediğini bilip ona göre yerinde, zamanında ve dozunda bebeğini
besleyip büyüten anne çocuğunu kalpten okuyordur. Okuduğunu anlar,
anlamlandırır, gereğini yapar. Anne bebeğini, baba oğlunu okur, eğitir,
öğretir. Okumak ve düşünmek disiplin ister, belirli kurallara uymak, itaat
gerekir.
Günlük
hayatta, bir anlamda, İslam’a tabiyizdir, farkında değiliz. Kuralsız bir şey
yapmamak, nefsi terbiye etmek, oruç tutmaktır. Ruha, ilme tabi
olmak, itaat etmek namaz kılmaktır. Bir şeyi yerinde, zamanında,
dozunda yapmak hacca gitmektir. Kişiliği oluşturan bilgilerden
isteyene veya ihtiyacı olana vermek zekâttır. Yapılan iyi, güzel
ve doğru şeyleri dil ile ikrar edip anlatmak kelimeyi şahadettir.
Herkes içinden geleni yapar, fıtratına uyar, din de budur, düzen de, Kur’an da
onu der. Yapıyoruz bari bilerek, idrak içinde yapsak.
Her
insan kendini bilmeli. Sınırlarını, sevdiklerini, yeteneklerini, içinden
gelenleri, yapabileceklerini bilen, hal ve gidişini bunlara göre ayarlar.
Bunlar ise kendini okumaktır.
Herkes
ne bilir ise odur, ne kadar bilir ise o kadardır, örneğin marangoz ve ustadır,
nerede ise orada olmalıdır. Her şey fıtratın gereğidir. Önemli olan bunu bilmek
veya bilmemektir. Özünü bilen Musevi ve İsevi’nin dini de İslam’dır, kendisi de
Müslüman’dır. Mason da fıtratı gereği mason olduğunun idraki içinde ise
Müslüman’dır. Ateist de fıtratı gereğince öyle düşündüğünün idraki içinde ise
Müslüman’dır.
Bilgilerin,
gerçeğe ait bilgilerin, kaynağının Resul olduğunun, Muhammed’in Allah’ın hem kulu
hem de Resulü olduğunun, idraki içinde ise kişinin kelimeyi şahadeti tam ve
mükemmeldir. Bu idrak içinde, yukarıda arz edilen, İslam’ın beş şartı yerine
getiriliyorsa o kişinin namazı miraçtır. Söylenen doğru ama anlaşılan şey
yanlıştır. İnsan namaz kılar, kıldığını bilmeyen, idrak edemeyen henüz beşerî,
sosyal hayvandır!
Yukarıdaki
“Gerçeğe ait bilgilerin kaynağının Resul olduğu” ifadesini açıklayabiliriz.
Resul, bugünkü bilimsel ve teknolojik bilgi ve bulgularla kanıtlanan gerçeği
ortaya koymuş ve açıklamaya çalışmıştır. Hakkın hakikatini getiren resuldür.
Getirilen
hakikat Hakka ait ise getiren resuldür. Kanıtlanmışa iman etmek kolaydır. Bugün
yerlerin ve göklerin kütleye dönüşen enerji ve ışıktan oluştuğu apaçıktır ve
kanıtlanmıştır. Işığın, parlaklık ve aydınlık ile ilişkisini herkes
anlayabilir. Bu amaçla elektromanyetik radyasyon veya fotondan söz etmek
gereksizdir, bu gerçeği herkes bilir.
Nurun
sözlük anlamı, parlaklık, ışık, aydınlık olduğu da apaçıktır. Nur suresinin bir
ayeti açık ve seçik olarak şöyle der: “Allah, yerlerin ve göklerin nurudur”
(73.9; 24.35). Bu ifade sonrası en uygun söz “Yorum yok” olmalı. Anadolu halkı
“Allah vardır, gayrisi yoktur” derken bu gerçeği haykırır.
Akıl
insana verilen en büyük nimettir. Konuşma yeteneği ile birlikte, insanın
geleceğini belirler. Bilginin işlenmesinden ve anlaşılmasından, ruhun nurundan
ve ilmin idrakinden söz edilebilir. Kısaca, bilgi ilme, ilim idrake, idrak
nura, nur da ruha götürür. Kalpten başlayan bu yolculuk akıl ile yapılır. Aklın
üstünde, okuyarak, yol alınır. Kitabımızın “Oku” demesi, “Zaten istemeden bile
okursunuz, okur ve okuyor olduğunuzun idrakine varın, benlik ve bencillik
yapıp, ikilik yaratmayın, şirk koşmayın” anlamına gelebilir. Bu kapsamda hemen
herkes kendi çapında filozoftur. Bilgileri, bilimleri ve inançları birleştirir,
değerlendirir, analiz ettiklerini sentez eder. Yüz sene önce olmayan ve yüz
sene sonra olmayacağını bilen ateist bile “Ben var Allah yok” der ve şirk
koşmaz. İlme saygılıdır, ilmin düzenine uyum gösterir, biat edip itaat eder,
namaz kılar. İnanıp iman edilen hususların ardındaki gerçekler öğrenilerek,
bilinerek iman güçlendirilirse yolun sonu, inşallah, mümin için miraçtır.
Analiz
edilenler sentez edilerek, bilinenlerin felsefesi yapılarak, var olanın birliğine
ve tekliğine ulaşılmalıdır. Sonunda eşyanın hakikatine erişilmelidir. Din de
bilim de bir ve aynı noktadan başlar ve aynı noktaya götürür.
Umarım
akılla, düşünerek, bilgili, bilinçli olarak, evreni doğru okur, Hakkın
hakikatine ereriz. Müminin kalbi, resulün izinde, bilgiye dayalı haşyetle,
ancak miraçta huzura erer.
İnsan, aklı
olduğu için insandır. Aklı olmayan veya aklını kullanmayan kişiye insanlık
yakıştırmak zor olur. Özellikle yeni buluşlar sonucunda daha akıllı kişilere
daha iyi insan gözü ile bakılır. Bu nedenle de ‘Bilim insanları’ el üstünde
tutulur. Din ile bilim arasında ayrım yapanlar aklın yalnız bilim alanına ait
olduğu yanılgısını yaşar. Oysa bu ikili ancak uzmanlaşma nedeniyle ayrılabilir.
Din ile bilimin ayrımı matematik ve fizik ilimlerinin ayrı tutulmasından farklı
değildir. Hakikatin kanıtlanması için dünden bugüne geçen zaman her ikisi, din
ve bilim, için de aynıdır. Yerçekimsel dalgaların tespiti, bugün, evrenin ilk
oluşumundaki dalgaların belirlenebileceğini düşündürür. Bu durum ise bilim
insanlarının “Tanrı’nın yaratırken ne düşündüğünü bileceğiz” yorumuna yol açar.
Evren bir bütündür. Din de bilim de akıl ile evrene anlam verir.
Bilim
alanında akıl, genellikle, ‘tez, anti tez, sentez’ kavramlarıyla ilerler. Bilim
insanları, her bulguyu, ‘aksi ispat edilinceye kadar’ kabul etme eğilimindedir.
Her buluş,
şüphe, her yanılgı, hoşgörüyle karşılanır. Din alanındaki yorumların yanlışlığı
söz konusu olunca ise toptancılık yapılır. Bir dincinin, dini satan birinin,
yorumu tüm dine mal edilir. Oysa bilimsel yöntemlerin icadından önceki hakiki
ayet yorumları bile halen, aynen, yürürlüktedir. Uzun zaman önce, felsefeciler
arasında, ‘dinî hakikat, manevî alanda ispat edildi, artık bilimsel alanda
kanıtlanacaktır’ yorumları yapılmıştır. Son dönemde yayınlanan bilimsel
buluşlar bu yorumu, kullandıkları kelime ve deyimlerle, doğrular niteliktedir.
Bir diğer
yanılgı da aklın yalnız bilim alanında kullanılmasında düşüncenin ‘hür’ olacağı
kanısıdır. Tarihi ve küresel anlamda bakıldığında, düşüncelerin çokluğu, aklın
dinsel alanda da hür olduğunu gösterir. Tarihte yapılan birçok yanlış yorum
ortadan kalkmış ve düzeltilmiş, doğru olanları ise geliştirilmiştir. Dünyanın
her köşesinde, dinsel duygu, düşünce ve uygulamalar da akıl ve mantığa uygun
geliştirilmiştir. Akla ve mantığa uymayan yorum, düşünce ve fikirlere hiçbir
alanda itibar edilmez. Semavî dinler dahi, bir öncekinin zamanla halk
tarafından yanlış yorumlanması nedeniyle, yeni açıklamaların gönderildiği
kanısını uyandırır. Kur’an bu konuda ‘akla uygun olmayanı kabul etmeyin’
uyarısında bulunur.
Bilenle
bilmeyen bir olmaz. Âlimin nefis makamında mutlu ve tatmin olduğu, cahilin de
kâfir olduğu bildirilir. “İlim kalpte kök salar, yerleşir, sahibine asla
muhalefet etmez, farklılık ve ikilik yaratmaz. Kalpte kök salan ilim,
damarlarda dolaşarak, nefiste yerleşir, hatta et ve kan ile karışarak tüm
organlarda eseri zahir olur, görünür.”
“İlim hiçbir
organ için gereksiz olamaz, hiçbir organ ilimden ayrı oluşamaz, ondan ayrılmış
olamaz. Nefis tarafından karşı konulan, gereksizliği düşünülen, gaflete
düşülmesi mümkün olan, akılda kalmayıp çıkıp giden ve resmi yalnız hayal
edilebilen ilim, gerçek ilim değildir. Uygulaması olmayan ilim gerçek ilim
değildir. Böyle bir ilim kalıcı olmayan, çabuk kaybolan, tasavvur edilebilen,
hayali bir ilimdir. Böyle ilim kalbi güçlendirmez, açlığını gidermez, doyurmaz.
Âlim, ilmin ‘şey’ ile aynı olduğunu, ayrı ve gayri olmadığını bilendir. Her şey
ilminin aynısıdır.” (39.9) Bilim de ‘her obje ilminin
aynıdır’ der kanıtlar.
“Cahil,
ilmin azalardan, organlardan, objelerden ayrı ve gayrı olduğunu zanneder, bu
nedenle, inkâr eden, kâfirdir. Bu ayetten, kuruntu, vehim ve hayal kusurları
olmayan akıl sahipleri ders alır. Çünkü zahirin
kendisinden müteessir olduğu ilim ile tahakkuk etmişlerdir. Vehim ile karışık
olan akıllar, tezekkür ve bu ilim ile tahakkuk edemez ve bu ilmi hıfz
edemezler, anlayamazlar. Belki bu ilim, o akıllarda tereddüt yaratarak gider,
durmaz.” (39.9) Aynı
kapsamda Dr. Stephen Hawking de “Her obje kendi özelliklerinin deposudur,
bilgisinin, ilminin taşıyıcısıdır, kütlesi kara deliğe düşse dahi bu bilgi asla
kaybolmaz” der. (1) Küp şeker de şeker deposudur.
Büyük
patlamadan sonra açığa çıkan enerjide ilmin yüklü olduğu, her oluşan kütlenin
veya parçacığın bu ilimden aldığı bilgi ve özelliklerle oluştuğu kabul edilir.
Bu bilgi kaybolmayacağı için, ‘hiçbir şey ölmez, her şey yaşar’ denir. İkiz
foton, elektron ve atomlar üzerinde yapılan çok çeşitli deneyler sonucunda,
‘her şeyin, evrenin oluşumunda, önceden belirlendiği’ bilimsel olarak
kanıtlanmıştır. (2)
“Maddenin
oluşumunda yer alan, matematiksel formüller ve fiziksel yasalar şeklinde
özetlenen, ‘düzen’ ilk oluşum anında enerjinin içinde vardır.” (3) Bu nedenle
herhangi bir cismin veya resmin kendine özgü ilminden ayrı olamayacağı bir
gerçektir.
Aklın işi,
bilgi elde etmek, anlayıp değerlendirerek işlemektir. Yukarıdaki ayetin yorumu
ile üç bilimsel araştırma sonuçları aynıdır, ‘şey’ ile ‘o şeyin ilminin’ ayrı
olamayacağıdır. İlimsiz ‘şey’, şeysiz ‘ilim’ olamaz. İlim şeye, enerji kütleye
dönüşebilir. Kendisinin varlığını ve maddeye sahip olduğunu düşünen bir kişi,
ilmin de sahibi olduğunu iddia edemez.
Külli ilmi
idrak edince, ayrı ve gayrı bir akıl ve insana yer kalmayacağı apaçık bir
hakikat olabilir. İnsan ve aklının aradan çıkacak ve Yaradan’ın kalacağını
idrak ettiği için akıl, önce, seyri sülûku akılcı bir yol olarak görmeyebilir.
Söz konusu doğru yola ilişkin dersleri vereni hor görebilir. Sahteleri yüzünden
olgun insanların tümüne karşı çıkma yanılgısına düşebilir. Sahte doktorlar
yüzünden tıp ilminden vazgeçilmez. Parıldayan akıl aşka tabi olmayı da bilir.
İlmen ve aynen yaklaşan akıl, muhteşemin ihtişamına kapılıp âşık olur. Ölümün
kaçınılmaz olduğu ortamda iradî ölümü seçmek de akılcı olabilir. Doğal ölümle
yok olmak yerine kalıcı tarafa geçmek de akıllıca olur.
Aklın ilk
öğrendiği bilgi, itaat etmek, uymak, uyum göstermek olmalı. Öğretenin ilmine
itaat en başta gelir. Öğrenmeye, öğrenim kurallarına, tekniğine, teknolojisine
itaat şarttır. Yaşam koşullarına önce itaat edip, tabi olup, sonra bilimsel
yöntemle değiştirmeye, geliştirmeye çalışılır.
Gidilmemiş
yerlere gitmek, erişilmemiş gerçeklere ermek için önce ya bir yol bulunur ya da
bir yol açılır. Sonra tekerleği yeniden keşfetmemek için kural konur. Evrenin
düzenli işleyişinde bilimsel yasalar değişmez bunlara tabi olunur. Bu yasaları
öğretenlere boyun eğilir ve biat edilir. En akıllı insanlar, gerektiğinde, biat
edip boyun eğmeyi ve kime biat edileceğini bilenlerdir. İnsanlar, insanlığa
tabi olmalı, doğal ve beşerî kurallara itaat etmelidir. Mevlana hazretleri
aklıyla biat etmiş, aşka ermiş, erince de aklı da kendisi de yanmıştır.
İnanmak ve
iman etmenin akla uygun olmadığını söylemek önce akla sonra dine hakarettir.
Çünkü akıl kendi sınırlarını bilir. Âşık olanın aklının duracağını yaşayarak
öğrenmiştir. Sanatçı aklı da sezgi ve ilhamın katkısını kanıtlayabilir. “Oku ve
düşün, her şeyin ardındaki ilmi idrak et” mesajlarıyla donatılmış ‘din’ olgusu
bilgi ve bilimden veya bilmsel bulgulardan ayrı ve gayrı tutulamaz. Din de
bilim de aklın çalışmasının ürünleridir. Önce hitaba muhatap olur sonra aldığı
mesajların kanıtlanması için gayret gösterir. Yaradılışın ardındaki bilimsel ve
teknolojik veya fiziksel ve matematiksel formüllere ulaşarak, insanın dahi
bilgisinden başka bir şey olmadığını kanıtlar.
Din de bilim
de aklın ürünüdür.
(1) The Economist, Stephen Hawking's answer, Aug 26th 2015, BY D.J.P.
(2) The Economist,
Quantum theory, Oct 24th 2015.
(3)
D. Bohm,
“Wholeness and the Implicate Order”, 1980, Routledge & K. Paul
Tasavvuf,
ledün ilmine dayalı felsefî bir düşünce sistemidir. Düşünce enerji harcar,
düşünce sistemi, enerjiyi üretme, yöneltme ve yönetme sistemidir. Felsefî oluşu,
tasavvufun, din ve bilimi birleştirici oluşundandır. Enerji, belirli bir amaca
yöneltilip yönetilir. Enerji, amacın saptanmasından ulaşılmasına kadar ilgili her
manaya ve maddeye hükmeder. Girdilerin tümünü en uygun bir biçimde kullanarak amaca
ulaşacak şekilde bütünleştirir. Tasavvuf böylece bir tevhit ilmidir. Var
olanları kesret, çokluk olarak ele alıp bir ve tek “Var Olan” haline, vahdete
dönüştürüp idrak etmek tek amaçtır. Yaşanacak bir bilgi bütünü, ilimdir.
İnsanın
çocukluktan gençliğe evirilmesi döneminde eğitim ve öğretim görmesi, yaşam
koşulları göz önüne alındığında, kaçınılmazdır. Önce çevre koşullarına uyum
gösterilmesi ve hayatta kalınması öğrenilir. Öğrenim süresince okuyup adam
olması öğütlenir. Aynı dönem içinde bir taraftan da iyi bir insan olması için
eğitilir. İnsan bir taraftan öğrenirken diğer taraftan eğitim alır. Sanki
öğrenim insanın olmasına, eğitim ise iyi olmasına yarar. Akıllı ve bilgili
olması insanın iyi ve yararlı olmasına, iyi bir insan olmasına yetmez.
Tasavvufun gerekliliği burada devreye girer, öğrenim, ilmi bilmeye tasavvuf ise
ilme dayalı bir sentezle kendini bilmeye yarar. İlmin kullanılmasında, ilimden
yararlanılmasında felsefe gereklidir. İlim elde edilerek âlim, tasavvuf ile
arif olunabilir. Arif güncel, geçerli, bilimsel bulgularla Hakkın hakikatine
ulaşır. Toplumsal düzeyde tasavvufa gereksinim zor zamanlarda artar.
En büyük
âlimler, en büyük ilim insanları evrenin Büyük Patlama ile oluştuğunu ileri
sürer. Bu kuramın yerini alan yeni bir kuram henüz genel kabul görmemektedir.
Ayrıca Patlamadan önce ne vardı sorusunun cevabı hala “Hiç” olmaktadır. Halen
de bir hiç olduğu kanıtlanmıştır. Evren bir patlamanın sonucunda yoktan var
olmuştur. Atom altı parçacıklarla ilgili kuantum mekaniğinin temelinde halen
Heisenberg Belirsizlik Prensibi bulunur. Bu ilkeye göre kısaca belirli bir
küçüklükteki ortam ve zamanda enerji veya kütle yokluktan ortaya çıkabilir ve
tekrar yok olabilir.
Enerji
kütleye dönüşebileceği için de yokluktan kütle de var olabilir, yok olabilir. Enerji
ve kütlenin var olması ve yok olmasında geçerli olan belirsizliktir, belirli bir
bilimsel kural yoktur. Madde için yokluğu ısıtma veya soğutma veya geçmesi
gereken bir zaman bulunmaz. Büyük patlama için gereken ve hemen sonra oluşan
sonsuz sıcaklık nereden gelir, nereye gider ve soğuma nasıl gerçekleşir henüz
bilinmez ama bilimseldir.
Kur’an-ı
Kerim’de ilmin bugün bile belirsiz denilen bu alanına değinilmektedir. Kitapta
“Bir emirle, halen bile oluşum halindeki evrenin, ‘Hadis olur, fani olur’
şeklinde olması istenmedi” denilir. (21.16,17). Kısaca, maddenin “Var olur, yok
olur” halinde bir oluşuma tabi olmadığı, belirli bir düzen üzere olduğu
bildirilmektedir. Var olan evrenin eğlence olsun diye oluşmadığı, bir amaç için
var olduğu, bildirilmektedir. Allah evreni ‘Bilinmeyi sevdiği’ için halk
etmiştir. İlmin değinmediği “Evvele” yer verilir ve bunu inkâr bilimsel olamaz.
Din de bilim de aynı evren ile ilgilenir ve aynı sonuca varır. Hakkın
hakikatine ulaşım için dinsel ve bilimsel gerçekler bilinmelidir.
Din, insanın ilim olduğunu söyler,
bilim de bunu kanıtlar. Hiçbir şey ilimden ayrı, gayri ve ayrılmış tutulamaz.
Cahil, yalnız isim ve cisim ile ilgilenir, ardındaki ilimden habersizdir. Yapı
taşımız araştırılmalı. Hem dalga hem de parçacık olanın ardındaki ilme
ulaşılmalıdır.
“Temelde,
var olmanın özü ‘bilgi’, ‘ilim’ ile ilgilidir. Evrendeki her obje, her
parçacık, her ışık paketi enerjisi bir bilgi ve kuvvet taşıyıcısı olarak
hareket eder. Her ‘şey’ kendi fiziksel özelliklerinin deposudur, ardındaki
bilgisi, özellikleri ve ilmi ne ise odur. Kara delikler, eksenleri etrafında,
enerji ışınımına, ‘Hawking radyasyonuna’ sahiptir. Böylece, kara delikler
yavaşça hiçliğe buharlaşır. ‘Şey’in kendine özgü bilgisi, transfer edilebilir
ama asla kaybolmaz. Olay ufkunu geçen parçacıklar, bilgilerini drape, kaplama
gibi çıkarıp, varsa kütleleri de enerjiye dönüşerek, olay ufku ötesinde
bırakırlar.”(1)
“Bilen ile bilmeyen bir olamaz. Ayet,
âlimin nefis makamında mutlu ve tatmin olduğunu, cahilin inkârcı, kâfir
olduğunu bildirir. İlim kalpte kök salar, yerleşir, sahibine asla muhalefet
etmez, farklılık ve ikilik yaratmaz. Kalpte kök salan ilim, damarlarda
dolaşarak, nefiste yerleşir, hatta et ve kan ile karışarak tüm organlarda eseri
zahir olur, görünür. İlim hiçbir organ için gereksiz olamaz, hiçbir organ
ilimden ayrı oluşamaz, ondan ayrılmış olamaz. Karşı konulan, gereksizliği
düşünülen, gaflete düşülmesi mümkün olan, akılda kalmayıp çıkıp giden ve resmi
yalnız hayal edilebilen ilim, gerçek ilim değildir.”
“Uygulaması
olmayan ilim gerçek ilim değildir. Böyle bir ilim kalıcı olmayan, çabuk
kaybolan, tasavvur edilebilen hayali bir ilimdir. Böyle ilim kalbi
güçlendirmez, açlığını gidermez, doyurmaz. Âlim, ilmin ‘şey’ ile aynı olduğunu,
ayrı ve gayri olmadığını bilendir. Her şey ilminin aynısıdır. Cahil, ilmin
azalardan, organlardan, objelerden ayrı ve gayrı olduğunu zanneder, bu nedenle
inkâr eder, kâfirdir. Bu ayetten kuruntu, vehim ve hayal kusurları olmayan akıl
sahipleri ders alır. Çünkü onlar, zahirin kendisinden
müteessir olduğu gerçek ilim ile tahakkuk etmişlerdir. Vehim ile karışık olan
akıllar, tezekkür ve bu ilim ile tahakkuk edemez ve bu ilmi hıfz edemezler,
anlayamazlar. İlim, şüphe edildiği için akılda kalmaz.” (39.9)
İnsan ilimdir. Kendini bilmek, ilim
oluşun idrakine varmaktır. Kimse ve hiçbir şey ilminden farklı bir resim veya
madde değildir. Herkes ilmin somut bir
halidir. Varlığının ilim oluşunun idrakine varan, eşyanın hakikatinin de ilim
olduğunu idrak eder ve ilmin bilinmek için olduğunu anlar. “Yaşam ile ölümün halk edilmesinin amacı
maluma tabi olan ilmin insanlarda uygulanarak ortaya çıkışıdır. Malumun zuhuru
ile zahir olan Allah’ın ilmidir.” (67.2)
Bu idrak ile her yönde Hakk’ın yüzü görünür,
perdeler, vehim ve ham hayal ortadan kalkar.
Her iş ve eylem ilmin bir uygulamasıdır. Nefsin oluşumu, canlanması,
hayat bulması ve yaşaması ilimle olur. Maddeyi ilminden ayrı düşünmek yanıltır.
Din bu gerçeği söyler, bilim de kanıtlar. Her şeyin bir bilgi paketi olduğu ve
bu özelliklerin asla kaybolmadığı üzerinde aşağıda daha ayrıntılı durulacaktır.
Yaşamın maddesel bir şey olmadığı açıklanacaktır. Kısaca, insan da, her ‘şey’
de, ilimdir.
(1) The Economist, Stephen Hawking's
answer. Aug 26th 2015, by D.J.P.
Allah sana kitabı inzal eden zattır. O kitabın bir kısmında yalnız bir
manaya gelen ayetler vardır. O ayetlerin başka manaları olması ihtimali yoktur.
Şüphe götürmeyen bu ayetler muhkem ayetlerdir. Muhkem ayetler kitabın aslıdır.
Kitabın bir kısmında da, iki ve daha fazla manası olma ihtimali olan ve hak mı
batıl mı diye şüphe duyulan, müteşabih ayetler vardır. Bunun sebebi de Allah’ın
halkın fenasından sonra baki kalan mutlak veçhesidir. Allah’ın baki olan
yüzünün kesret olma ihtimali yoktur. Eşyanın
göründüğü yerin, aynaların oluşu nedeniyle, birçok kere ve çokluk olarak
görünen izafi yönleri de vardır. Her mazhar olan, zahir olan, görünenin
istidadına bağlı olarak, vahdet yüzünün o mazhardan zahir olan yüzüdür.
Vahdet yüzünün göründüğü eşya veya kişinin istidadına ve fıtratına göre
görünüşünde hak ile batıl karışmış gibi görünür. Görünen bir olsa da görüntü
karışık gibi algılanır. Algılama yanlış veya eksik olabilir. Görüntüden
görünene ulaşmak herkes için kolay olmaz. Görüntünün karmaşıklığında kalıp
Hakk’a ulaşamayan batılda kalmış olur. Bu nedenle, bu yüzden, görüşlerde Hak
ile batıl karışmış görünür. Herkesin kendi fıtratına, istidadına uygun olan
yüze bağlı kalışı, onunla dünyada var oluşu, fıtratına uygun görüntü ile
görünmesi, görenleri şaşırtabilir. Görenler arasında henüz vahdet görüşünü
bilemeyenler var ise onlar yalnız görüntüde kalabilir, Hakkı göremeyebilir. Bu
durumda kişiler yaradılıştan gelen bilgi ve becerilerini artırmalıdır. Tevhit
ilmi sahibi âlim ve arif olmak üzere olgunlaşma sürecinde ilerlemelidir.
Algıdan bilgiye ve bilime ulaşarak bir ve tek ilmin uygulanmakta olduğu idrak
edilebilir. Kesretin vahdet olduğu anlaşılabilir.
Müteşabih
ayetlerin amacı öğrenenleri muhkem ayetlerin hükümlerine uygun hedefe ulaştırmaktır.
Her suret ve şekilde baki yüzü arif olan muhakkikler, hakikati araştıran, iç
yüzünü inceleyen, hakikate erenler, görüntüyle şaşırmazlar. Her görüntüden
görünenin bir ve tek olduğunu bilirler, müteşabih ayetlerin muhkem ayetlerle
aynı manada buluştuğunu idrak edebilirler. Görünen, görenin görüntüsüdür. Aksi
halde kendi din, mezhep ve görüşüne göre yorumlayıp batılda kalır tevhide ve
Hakk’a ulaşamaz. Müteşabih ayetlerin tevilini yalnız Allah bilir, arifler de
Allah’ın ilmi ile bilirler. (3.7)
Bir
insanın olgunlaşma süreci ile dinler tarihi paraleldir. Önce bedensel gelişme
önem kazanır. Manevi veya ruhsal gelişim biraz sonraya kalır. Hz. İbrahim ile
gelen tevhit anlayışının açıklanması üç kitabî din ile üç aşamada tamamlanır.
Dinlerin veya bireysel olgunlaşmanın özüne inebilen kişiler üç aşamayı da
hayata geçirebilir. Fatiha, başlangıç, suresinin Kur’an’ın özü olması
anlamlıdır. Kitap önce İslam’a, sonra
mü’minliğe, sonunda mi’raca çağrıdır. Dua Müslüman olmak için değil Müslüman
olunduğu için okunur.
Hitabın
muhatabı olan “Düşünen akıl sahibi olgun insan” Hz. İbrahim’in tevhit babası
olduğunu bilir. Bugün bile kulağa gelen hikâye ve efsanelerin gizemi tam olarak
çözülmüş denemez. Büyük bir ateşin içine atılan insanın yanmaması, karıncanın
su taşıması kadar gizemini korur. Hele oğlunu kurban etmesi olayı ayrı bir
efsanedir. Bir rivayete göre ardından gelen üç semavi din, gökten indirilen üç kitap ve görevli elçiler
tarafından uzun yıllar boyunca halka açıklanmaya çalışılan aynı, bir ve tek
mesaj ile ilgilidir denebilir.
Hz.
Musa ile gelen mesaj somut mucizelere dayanır. Allah ile konuşması ve O’nu
görmek istemesi iyi bilinir. Dünyevî yaşamı düzenleyen emirler bugün de
geçerlidir. Bireysel gelişimin ilk döneminde herkes Allah’ı görmek ister. Hz.
Musa’dan sonra, Allah’ın görünür olduğu, zahiren, dıştan, varlığı ve birliği,
vahdetin kesrette ortaya çıktığı, “Gayri”nin olmadığı, “Lâ ilâhe illallah”
diyerek çekilen tespihten anlaşılır.
Hz.
İsa’dan sonra, olgun insan, Allah’a bâtınen, içten, kalben ve ruhen
ulaşılabileceğini anlar. Esas olanın kesrette görünenin değil vahdetin, ruhanî
krallığın gökte olduğunu da idrak eder. Allah’a kavuşmanın göğe çekilmekle
olabileceği düşünülse de dönüş için beklemek gerekebilir. Mi’raç hadisesi yarım
kalmış denebilir. Oysa namaz mü’minin miracıdır.
Beden ve
ruh sağlığından emin olan kişi, kalbinin ruhun nuru ile dolmasına, böylece
kalbinin gayriden arınmasına çalışacaktır. Allah’ın bir “abd”i, kulu, kısaca “Abdullah”, ilim ve
nefsinden emin ise uygulamaya geçmek ister. Bu durum Hz. Resulün babasının
Abdullah, annesinin Âmine hatun olmasını hatırlatır. Âmin diyen, tatminkâr nefsinden
emin olan, Hakk’ın batınen ve zahiren müşahede edilebileceğini idrak eden
birisinin, yapabileceği tek şey bu duadır. Bu sure ile olgunluğu, idraki doruğa
ulaşır, yürürlükteki, Kur’an’ı okuyabilir.
Fatiha
suresini okumak, “Hz. İbrahim’in tevhidini öğrenmiş, kesret ve vahdeti bilen,
Müslüman birisi olarak tefekkür edip, idrak öncesi ‘doğru olarak bildiklerimin
tümü yanlışmış, gaflet ve dalalet içinde bulunduğumun idrakine vardım’ deyip
tam teslimiyetle Mü’min olmaktır” denebilir. Bu sure Mü’minin mi’racı için
indirilen Kur’an’ın girişidir. Besmele çekmeden Kitap okunmaz, bu dua da
hakkıyla besmele çekebilmek içindir. Besmelenin “Ba”sının altındaki nokta “Ben”
noktasıdır, dua sondan başa doğru, ben diye başlar “O” diye biter. ‘Ben varım’
diyen anlar ki yanılmış, ‘seninle varım’ derken idrak eder, en sonunda, ‘yalnız
sen’ varsın der. Kendini bilen kişinin ikilik ve bencilliğinin “Nokta”laştığından
emin olduğu haldir.
Surenin
anlamlı giriş yeri de “Allah’ın kulluğundan emin olma” halidir. Böyle bir hal
içine giren kişi halini kulu olduğu Allah’a arz etmek isteyecektir.
ABDULLAH - ÂMİN;
Babası
Abdullah, annesi Âmine olan Resulullah, Allah’ın ‘âmin’ diyen bir kuludur.
Fatiha suresi okunduktan sonra bu idrak ile Allah’ın kulu olan herkes ‘âmin’
der. Sureyi Müslüman olduktan sonra, yüzünden okumak amacıyla, duanın anlamını
öğrenmeye, surenin öbür ucundan başlamak yararlı olabilir. Anlamının idrakine
varmış olarak, hep aynı idrak içinde kalmak üzere, bir kere en sonunda, besmele
çekmek de güzeldir.
VELEDDALİN,
Kulun
olarak istediğim, sadece Nasaranın, Hıristiyanların nurani, ruhani inançlarla
perdeli olanların yolu değil. Gizli şeylerle kalanların, “bizim krallığımız
yerde değil göklerdedir” diyenlerin, manastırlara çekilip, örtünüp, ruhban
sınıfına evlenmeyi bile yasaklayanların yolu değil. Nimeti rahimiye, özel
nimetlerle yetinen, böylece, nimeti rahmaniyeden mahcup, genel, zahiri, dünyevî
nimetlerden mahrum; Hakk’ın zahirriyetinden, görünür oluşundan habersiz, her
şeyde cemal-i mahbubun şuhudundan, sevgilinin güzel yüzünü görmekten mahrum
olanların yolu değil.
GAYRİLMAĞDUBİ ALEYHİM,
Yahudiler
gibi zahirde kalanların, nimet-i rahmaniye, rahmanî, genel nimetler ve bedenî
nimetlerle yetinip duygusal, kalbî, manevî, ruhanî ve akılcı zevklerden mahrum
olmadan.
7. SIRATALLEZİNE EN’AMTE ALEYHİM,
Hem
özel hem de genel nimetler verilen, evvel, ahir, batın ve zahiren Hakkı şuhud
edip, baki yüzünü müşahede edip, fani gölgesel varlıklarından yok olan nebi,
sadık ve şahit olanların, evliyanın, kâmil insanların doğru yolunda,
6. İHDİNASSIRATELMÜSTEKİM,
Hidayet
üzere sabit ve vahdet yolunda, marifet, muhabbet ve Hakk’ın zatının hidayeti
olan yolda olmamı sağla. En doğru yol benden sana gidendir. Yalnız doğru yolda
olmama değil sana ulaşmama da yardımcı ol, idrakimi artır.
5. İYYAKE NA’BÜDÜ VE İYYAKE
NESTEİN,
Kavlen
ve fiilen, söz ve eylemlerimle sana hitap eder, ibadeti sana tahsis eder,
yardımı senden talep eder, seninle sana ibadet ederim. Bu huzur hallerimde
bütün hareket ediş ve duruşlarımda seninle sana ibadet ederek daim namazda
olurum. Her vecih üzere ve her vecihten, cepheden, yüzden cemalini müşahede
eylediğimden daim muhabbet lisanı ile sende seninle olurum.
4. MALİKİ YEVMİDDİN,
Kuvvet
ve kudretin yalnız sana ait olduğunu, kullarına kelâmında sıfat ile tecelli
edenin sen olduğunu, hamdın mutlak ve mahiyetinin senin zatına mahsus olduğunu
bilirim. Kul fani nimetlerden tecrit olduğunda baki nimetlerin verileceğini,
kul efalinden sıyrıldığında Hakk’ın efalinin tecelli edeceğini, sıfatından mahv
olduğunda karşılığında Hakk’ın sıfatlarıyla sıfatlanacağını idrak eder.
Böylece,
kulluğu fena bulur ve Hakk’ın vücudu bağışlanarak, zatiyle baki kılınır, seni
seninle yaşar. Senden gelinir, seninle sana ibadet edilir, zikredilir,
şükredilir, seninle sana gidilir.
2-3. ELHAMDÜ LİLLAHİ RABBİLALEMİN, ERRAHMANİRRAHİM,
Bilfiil
hal diliyle hamt etmek, eşyada amaçların gerçekleştirilmesi, kemallerinin
zuhuru, ortaya çıkışıdır. Bütün mevcudat kemallerini, olgunluğunu kuvveden
fiile çıkararak, potansiyelini kinetiğe çevirerek tespih ve hamt eder. Eşyanın tespihi ve tenzihi O’nun
vahdaniyetine, birliğine delaletidir, delil oluşturmasıdır. Hamt ve sena, övme
ve şükrün bildirilmesi, errahman, sıhhat ve rızık gibi zahiri ve genel
nimetlerin, errahim, ilim ve marifet gibi Bâtınî nimetlerin karşılığı olarak,
âlemin rabbi olan ulu zata aittir. İnsanın kendini bilip olgunlaştırması,
amacını gerçekleştirmesidir. Böylece O’nu övmüş ve zikretmiş, varlığına ve
birliğine delil oluşturmuş olur. Hamt ve sena, rahman ve rahim, âlemin rabbi
olan sana aittir.
1. BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM,
Böylece, herkese genel
ve kişiye özel rahmeti kapsayan, varoluşun amacının tümünün kendisinde ortaya
çıktığının idrakinde olan, zatın tecellisini idrak edip vahdette fani olan,
kâmil insan suretiyle başlar ve okurum.
Bu
surenin tüm kitabın özü olduğu söylenebilir. Aklı olan insanın aklını en iyi
bir şekilde kullanmasını da isteyen kutsal mesajların insanı bilmeye yönelttiği
apaçıktır.
Surenin
kendisi de ‘Besmelede’ özetlenmiş gibidir. Surenin anlamının idrakiyle besmele
çekmek yaratılışın amacına uygun bir davranış olur. Besmelenin altındaki
noktanın da ‘Ben’ olarak tanımlanması insanın kendini bilmesiyle özdeşleşmiş de
olabilir.
Evren,
‘kendini merak eden yaratık’ olarak tanımlanır. Bu açıdan ‘insanın kendini
bilmeye çalışması’ yaratılışın bir amaç için olabileceğini düşündürür. Surenin
ve besmelenin bir idrak ile okunup çekilmesi bu amacın gerçekleşmiş hali
olabilir.
Özellikle “Hakikati”
arayanlar arasında konuşulan, görüşülen ve şaşılan bazı konular vardır. “Nasıl
olur?” diye cevap aramaya çalışılır bu konulara. Bunların önemli olarak görülenlerinden biri “İslâm âlemi neden
geri kalmış ve diğer âlemler, Musevî ve İsevîler, neden ileri gitmiş, hatta
daha da ileri götürürsek, ‘ilahî adalet bu işin neresinde’?” diye ortaya
konabilir. Soruyu soranların, cevap olarak bir şeyler ileri sürenlerin değil,
halkın ekserisinin bildiği birkaç gerçeği dizersek cevap kendiliğinden ortaya
çıkabilir.
“Din
İslâmiyet, İslâmiyet teslimiyettir” hemen herkes bilir. Hz. İbrahim tevhit
öncüsüdür, İslâmiyet onun dinidir, üç semavî dinin de özü birdir. Kitaplı
olarak bilinen bu dinler birbirini bütünler ve aynı, bir ve tek mesajın birer
parçasıdırlar. Mesaj en sonunda son peygamber tarafından, eksik tuğla yerine konarak,
tamamlanmıştır. Önce zahirî, sonra Bâtıni âlem, en sonunda her ikisi de
kutsanmıştır ve bu mesaj evrenseldir tüm kâinatı kapsar. Kendilerini doğanın
bir parçası olarak gören Kızılderililer, nirvanaya ulaşan Budistler, teslim
olmuş bilgelerdir. “Yer ve Gök Tanrı” diyen Şaman bilge, halk zahir Hak batın,
halk olarak zahir olan Hak’tır diyen ariftir.
İlahî adalet
vardır ve gerçektir. İlahî kanunlar vardır, her yerde ve her zaman, geçerlidir.
“Say kanunu, yani çalışma, hak etme yasası” vardır ve herkese eşit bir şekilde
uygulanır.(2.71) Yer çekimi yasası kadar geçerlidir. “Çalışmayana, çocuklar
için de ağlamayana, mama yoktur” denir. “Allah her yerde, her zaman hazır ve
nazırdır.” Her yerde ve her zaman var olan da, hazır ve nazır olan da, başkası,
gayrisi, yoktur.
Kilise,
mabet ve tapınaklarda dua etmekle bir şey elde edilemeyeceğini öğrenenler
nihayet aklını kullanmaya başlamış, ilim sahibi olmuş, birbirlerinin hak ve
yetkilerine, insan haklarına saygı duymuş ve güzel ahlak sahibi olmayı
başarmışlardır. İslâm âlemi diye birkaç Ortadoğu ülkesini örnek göstermek doğru
değildir. İslâm “Benlik” gütmeyen her dinin ortak özelliğidir. “Müslüman” ve “Müslim”
kelimelerinin lügat manası “İslâm olan” demektir, “İslâm” ise teslim olandır.
Bu kendisi
küçük, anlamı derin ve hikmet içeren gerçeklerle bir çözüme ulaşmaya çalışalım.
Bizi şaşırtan âleme bir bakalım, ilk emir olan “Oku” ve “İlim gaip, kaybındır
ara, nerede bulursan al”, “Eşyanın hakikatine er” emirlerine uyulmakta mıdır?
Uyuluyorsa nerede uyuluyor? Eşyanın hakikatini idrak edecek kadar doğa
incelenmekte ve araştırma yapılmakta mı? Nerede yapılmakta? “Düşünün,
düşünmeyenin başına pislik yağar” ayetine uygun bir şekilde okunan evrenin hakkında
düşünülmekte mi? “Tezekkür edin, tefekkür edin, işi ehline verin, işin ehline
danışın, aranızda tartışın, aklınızı kullanın” ayetlerine uyulmakta mı?
Kim çalıştı,
çabaladı, uğraştı, didindi hak etti de hakkını alamadı? “Kalkın, dünyaya
yayılın ve rızkınızı arayın, emirlere uyun ve dua edin” anlamındaki ayetleri
herkes bilir. “Çalışmayanı, aklını kullanmayanı, tembellik edeni, temiz
olmayanı Allah sevmez” bilinir, nerede uyulduğu ise dünyada gezerek bile
görülebilir. (2.114) Museviler ve İseviler emirlere uymuş ise teslim olarak,
bir İslam olarak haklarını almıştır. Sözde kalıp, emirlere uymayan, ilmi
araştırıp bulamayan, biz Müslüman kişileriz, ülkeyiz demekle yoksulluğu hak
eder.
Aslında her
şeyin sebebi herkes tarafından bilinir de özellikle kendini “Halktan” ayrı ve
kopuk tutanlarca sorulur neden? Cevabın içinde biraz da kendi suçunu inkâr
etmek, ortak olmamak, bir kısmını olsun üstlenmemek gizlidir. Böylece, yalnız
ve sadece halkı suçlamak, kendisi halktan kopuk olduğu için de onun dışında ve
üstünde olarak suçtan arınmış olmak ister. Denmek istenen “Ben okudum, akıllı
oldum ama halk kendini dine verdi, okumadı, cahil kaldı, geri kaldı” fikridir.
Halkı küçük gören, daha çok küçülür, onun arkasına sığınır.
Yanlış
düşünceler, saç örgüsü şeklinde, iç içe geçmiş durumdadır. Her şey, ilmin somut
halidir. Eşya veya madde hakikat güneşinin gurup etmesiyle oluşmuştur. Halk,
“Müspet” sapından tutulan “Müspet ilim” çekici ile “İnanç” örsünde
dövülmemelidir. Pozitif ilmin karşısında ayrıca negatif ilim yoktur. Maddî ve
manevî ilim yoktur. İlim birdir, maddeleşmiş hali eşyadır. Hakka giden yolun
ilk mertebelerinde, ilim, ruhu temsil eder. İnsan, aklını kullanırsa, ilim için
kullanır. Akıl ilme gidip gelerek bilgi elde eder. Aklını kullanmayan için veya
akılsız olan için, din de yoktur iman da. Dinlerin ortak amacı “Güzel ahlâk”
sahibi olmaktır. Aklını ilim için kullananlar, çalışkan ve dürüst olanlar her
şeyi hak eder, ilahi adalete göre de hakkını alır. Dünyasını da ahretini de
kazanır. Halkın topluca kalkınması da aklını kullanan, halkını hor görmeyen,
halkından kopmayan, halkının elinden tutan bireyler sayesinde olur. Demokrasi
de bu demektir ve bunu gerektirir.
“Halk, ayan-ı
el Hak’tır. Halka hizmet Hakk’a hizmettir.”
Halkın, kendini bilen her bireyi, halkı da bilir Hakkı da.
İlim,
kendini bilmektir, kendini ilmin somut hali olarak bilmektir. “Bir ben varım
bir de benim sahip olduğum ilim var” şeklinde değil de “Ben ilmin ta
kendisiyim” şeklinde bilmektir. Ezoterizmin tamamı bu mesajı kapsar. Kütlenin oluşumunu
sağlayan “Bozon” da ilimdir. Eşya, ilme sahip değil kendisidir.
Göbeklitepe
veya Mısır rahipleri de doğruyu söyledi ama zamanında anlaşılabilecek kadarını
söyledi. İnsan, ilmin tamamını idrak ederek kemale erer. Âdem ile insanlığa
atılan ilk adım, son elçi ile doruğa çıktı, miraç gerçekleşti. Dünyanın her
köşesindeki bilgelerce, tarih boyunca, söylenenlerin hepsi gerçeğe ilişkindir,
tamamlanması miraç olayı ile gerçekleşir. Şuurlu olarak iman edilir ve mümin
olup namaz kılınırsa, şuur kalmaz miraç olur. İnsan-ı kâmil böylece oluşur,
arif, âlim ve bilge kişi böylece hayat bulur, ölümsüz ruh ile diriliş gerçek
olur. Bilimsel bulguların da bunu kanıtladığı açıklanacaktır.
Doğal “Evrimsel”
süreçten sonra, ilim ile “Devrimsel” öğrenme ve yücelme süreci başlar. İslam
evrimi inkâr etmez. Doğal evrimsel sürecin sonunda insan adayı oluşur, Âdem ise
devrimsel bir süreç içinde ele alınır ve sonucunda insan-ı kâmil yaratılır.
İnsanın dipten doruğa yücelişi sayesinde kemale eren kişi insanı kâmil olur.
İnsan iyi kullandığı “Akluhikmeti, aklı ve sezgisi” sayesinde idrake erer.
Mesaj tüm evrene kazınmış haldedir. Her şey ve eşya, ağaç duruşu, kuş uçuşu ile
bir ayettir yani delildir okuyana. Eşyanın ilmin somut hali olduğu bilinir.
İnsan da ilme sahip değil ilmin bir hali olduğunu idrak edince kemale erer.
İslam olan, teslim olan sürekli bir çalışma içindedir, geri ve kimsenin
gerisinde kalamaz. Hak, halk olarak görünür bilene, böylece, kendini bilene,
Rabbini bilene!
İnsan ve
insanlığın, doğanın içinden, derinliklerinden, bilinmezlikten ortaya çıkışı hem
sebep hem de sonuçtur. Bilinmezlikten, bilmeye ve bilinmeye geçiş, yokluktan
varlığa, tanınmamaktan tanınmaya tırmanış hikâyesidir. Önce bir şey oldu ki
isimlendi, ad takıldı, isim verildi. Fiil olmadan anlatılamaz, anlatmak için
isim verilemez. Ötekine anlatım gerekmese düşüncede kalabilir. Düşünme ve
anlama yeteneğine sahip bir kişi daha olmalı ki anlatım olabilsin.
Bir genç,
sevdiği ile görkemli bir sarayda dans etmesi durumunda, her şeyin kendisi için
olduğunu zanneder. Her şey kendince, kendisi içindir ama aslında her şey Kral
içindir, onun eğlenmesi içindir. O demeden, istemeden hiçbir şey yapılamaz.
Önce
“Kutsallık” kavramı geliştirilmiş. Sonra düşünce, paylaşılmak için, adlandırılmış.
Zamanla kavram da isim de yerine oturmuş. Çok sonra biz de bugün nasıl olmuş da
bugüne gelinmiş derken her şeyi bütün çıplaklığı ile ortaya koyarız. “Kutsallığı ve Tanrıyı insan yaratmıştır!”
der, söyleyene değil söyletene bakarız. Bunlar insan ve insanlığın gelişim
sürecinde birer aşamadır. İçten gelen söylenmiş, işte tam bir insanlık hali!
Önce hiçbir
şey yoktu. Aniden Büyük Patlama oldu. Bilimsel açıdan enerji açığa çıktı.
Elektromanyetik enerji 14 milyar yıldır var ve her şey bundan oluşur.(1) Doğa
kanunları geçerlidir, var olanlar bu kanunlara göre oluşur ve yok olur. Bu
nedenle bazı bilim adamları “Allah yoktur” der.
Haklıdırlar,
‘Aracı’ din adamlarının dedikleri gibi “Hayali” bir Allah yoktur. Kitaba göre
yalnız ve sadece O vardır, ‘Başkası’ yoktur!
Çocuk önce “Bunlar ne?” deyip
ellerini fark eder. Aynada gördüğünün kendisi olduğunu, en sonunda da kendini,
idrak etmesi zaman alır. Biz de düşünelim, “Ben” bilinmek isteseydi(m), ne
yapardı(m)? Tam da aynı şekilde, bu sırayla, bu önceliklerle, ortam, doğa hazır
olurdu önce. Doğadan doğan ve bilme yeteneği olan birisi olurdu. Yeteneğini kullanmasını
öğrenirdi. Bireysel idrak düzeyi yeterince geliştikten sonra, kendi kendine
bulup bilemeyeceği bilgiler verilirdi. Doğa ve kanunları ayrıntılı bilindikten
sonra, işin özüne inilebilir. İnsan, bilmek için yaratılmış, henüz ne bilen ne
de bilinen bilinir!
Gök
gürültüsünü ilk duyduğumuzda da “Önce şimşek çaktı sonra gök gürledi ve yağmur
yağdı” deriz. Oysa bilimsel olarak bugün bilinir ki gürültü bu olayın duyulan
sesidir, sonucudur. Büyük Patlama, olan ilk olay değil bir fiilin sonucudur.
Duyulan her ses yapılan bir işin doğal sonucudur. Patlamadan başlamak, bilmeye
çalışan için bir aşamadır.
İnsanın
Tanrı’yı yaratması, gelişim sürecinde bir aşamanın sonucu olabilir. Aklını ilk
keşfedenin “Ben” demesi, kendini güçlü ve büyük görmesi hal ve zamanında
yapamayacağı, yaratamayacağı yoktur, Allah’ı yaratması da böylece mümkün
olabilir. ‘Hiçbir şey göründüğü gibi değildir’ deriz. Ne de güzel laf ettik
diye üstüne de otururuz. Sıra yaratmaya bile gelse atma tutmaya bayılırız.
Avcılık ilk mesleğimiz ne de olsa.
Verilmiş bir
nimet olduğunu idrak etmeden önce, aklı da biz yaratmışızdır, geriye ne kalır
ki zaten. Kendisi gibi koskoca bir memeliyi yarattıktan sonra küçük bir akıl
takmak iş olmasa gerek. Bu aklı sürdürmesek iyi olacak sanırım. Kral olmalı ki sevdiği
olsun. Ol! Emri ile olan bir iş, iş olurken duyulan bir patlama, ses olmalı.
“Ey
sevdiğim, sevdiğim için kendime özgü yarattığım, bu gidiş iyi gidiş değil, dön,
rücû et, geri gel, biraz kendini bul ve bil gerisi kolay” (14.5) nidasını
duyabiliriz. Duymak isteyen duyar, Tanrıyı yaratan bunu mu yapamayacak. “İnsan,
Tanrıyı kendini bildikten önce mi sonra mı yarattı?” diye sorulabilir.
Zaten her
şey bir küçük düşünceden çıkar. Sonra kuvveden fiile çıkış izler. Hayaller
gerçek olur. Belki de ilim ruhundan idrak nuru, sonra da tasavvurlar,
düşünceler, manadan maddeye geçişler başlayabilir. Her yapay yapı gibi insan da
insanca, insanlıktan yaratılan yapay bir şeydir. İnsan, insan yapısıdır, ancak,
ilk insan, Âdem yaratıldıktan ve ilk öğrendikleri öğretildikten sonra inşa
edilebilir. İnşaat için ilk temel taşını koymak, mabet inşası için ilk fiilin
önemini kavramak, açılımı idrak için gerekli ve yeterli olabilir. Bir şey için
“Bir” diyebildikten sonra diğerlerini saymak kolaydır. İlk fiilin sahibi olan, fiillerin
de sahibidir. Hangi sıfatlar altında hangi işlerin yürütüldüğü teferruat
olabilir.
Bilgeler
“Nereden gelip nereye gittiğini bilmeyen hayvan imiş” der. Son bilimsel
makaleler ile ortaya konan gerçekler ışığında, evrenin aslında bir hiç olduğu
ispat edilmiş.
Evren,
yoktan var olmuş, halen de bir ‘Hiç’ ama ‘Düzenli Bir Hiç’ imiş (2) çünkü fizik ve matematik yasaları
gerçekmiş. Yokluktan çıkabilen bir sanal parçacığın şişip genişlemesiyle
oluşmuş. “Yaratılan yok ki Yaratan olsun” deniyor. Her iki halde de bilerek
bilinene ulaşılıyor.
(1) Stephen Hawking, “A Briefer History
of Time”.
(2)
Express, HISTORIC DISCOVERY: Physicists 'PROVE' God DIDN'T
create the Universe, By PAUL BALDWIN.
İlk bakışta, akıllı birisine, âlim
veya arifi tanımlamaya gerek duyulmaz. Ben de ne âlim ne de arifimdir, sadece
aklım var, düşünüyorum. Ancak ayrıntılı bir düşünme ve değerlendirme sonucunda
oldukça farklı sonuçlara ulaşılabilir. Çok şey bilen birisi âlimdir, bilgin bir
kişiye de âlim denir. Halk arasında arifin yeri ise bir başkadır. Arife tarif
gerekmez denir.
Âlim ile arifin ortak bir kelime
etrafında ayrışması izlenebilir. Birisinin fizik bilgisi, diğerinin fizik
ötesi, metafizik dâhil bilgi felsefesi üstündür. İnanç ilmin tümünü kapsarken
bilim, pozitif deyip ilmi kısmen ele alır. Tarihsel gelişim sürecinde akıllı
insanlar çevrelerini gözlemiş. Temel ihtiyaçlarını garanti altına alanlar
çevreleriyle ilgilenmiş. Yeryüzü ve gökyüzü ile ilgili tez ve antitezler
birbirini izlemiş. İçgüdü ve dış güdülerin tümü ortaya konmuş.
Bilim insanı doğayı ve maddeyi
analiz etmiş sonuçlara ulaşmış. Arifler de zaman içinde gelişen bir şekilde
bilinenler ile felsefe yapmış, bilimsel felsefe ve bilimin felsefesini yapmış.
Önem ve öncelik zaman içinde değişse de bir noktada felsefe yapanlar inanç ile
ilgili düşünceleri belirli bir sonuca bağlamışlar. Kısaca, “Allah vardır,
birdir, tektir ve var olandır!” denmiş. İnanç bir ve tek sonuca bağlanmış ama
bilim sonuçlarını aramayı sürdürmektedir.
Bilim tez ve antitez sarkacı ile yol
kat etmeye devam etmekte. Daha önce doğru bilinenlerin yanlış olduğunu ispat
ederek yerine doğrularını koymakta. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler böylece
hızlanarak sürmekte. Aslında bilimsel gelişim sistemi ile inanç sistemi
arasında bir fark olmasa gerek. Sonuçta her iki sistem de bu evren ile
ilgilidir.
Farklı görünseler de aynı öz ve esas
üzerine kurulu olmaları, kısaca, aynı gerçeğe farklı bakışın yansımaları
oldukları akla ve mantığa daha yatkındır. “Varlık” ile “Var olan” farklı
olamaz. Bilim yalnız varlık ile ilgilenir inanç ise varlık ve varlık ötesi ile
birlikte, varlık ve yokluğu da kapsayan Allah ile ilgilenir. Varlık, var olanın
ihtişamını ortaya koymaktadır.
Bana söylenen hala kulağımda
çınlamakta: “Allah’a erişim mana âleminde ispat edildi, artık madde âleminden
erişime gidiliyor.” Halk arasında basit görülen tekerlemeler vardır. Okumuş
denen yarı cahillerce küçük görülür ama hayat boyunca gözlemlenebilirler. Bu
deyişlerden bazıları şöyledir: dünya etme bulma dünyasıdır, ne ekersen onu
biçersin, ilahî adalet er geç yerini bulur, kimsenin hakkı kimsede kalmaz, hak
yerini eninde sonunda bulur, herkes Allah’ın kuludur, Allah’ta kuldur, kimseyi,
hiçbir canlıyı hor görmeye gelmez.
Mana ilmi Hz. İbrahim’in tevhidiyle
başlayıp Hz. Muhammet ile son bulmuş durumda. Bu ilme vakıf olan ve vuslata
ermiş bulunanlar, ermiş ve aziz olmuşlar, veli olmuşlar, miraca çıkmışlar.
İnanç sistemine göre hiçbir şey yok iken Allah vardı, önce Muhammed’in ruhu
yaratıldı sonra Âdem onun nuru, anlayışı, idraki ile yaratıldı. Evren, böylece,
yoktan var edildi. Önce var olan hala var olandır, sonradan yok olan da hiç
olmadı zaten, sadece var olduğu zan edildi.
Mana âleminden, ruh ve nurdan,
kaynaklanan madde ve böylece inşa edilen madde âlemi bilim insanlarına ters
geldi, yanlış geldi, bildiklerine ve gözlemlerine uymadı. Laboratuarda yeniden
inşa edemediklerine inanamadılar, inanamazlar. Kütle çekim ve ışık hızı gibi
fizik ilmi ve matematiksel formüllerle açıklanamayanlara inanmak bilimsel
bildiklerine uymadı. En son bilimsel bulgular everenin sanal (1) olduğunu ispat ediyor.
Bilenlerce bilinenlere, bilgi ve
toplamına bilim, bilimsel olarak ispatlanamayanlara inanç denip reddedilir.
Sanki inanç akılsızlara, kutsal mesajlar aklı olmayanadır. İnananlarca da
genellikle bir ve tek hakikatin kendilerince bilindiği, kısasa kısas şeklinde,
bilimcilere nazire iddia edilir. Sahaya inen taraflarca “Evrim teorisi” topuyla
kıyasıya oynanır. Oyuncularda oyun ile o kadar meşgul olma, karşı tarafa laf
yetiştirme, gol atmaya o kadar adanmışlık, vardır ki uydukları “Oyunun
kuralları” nereden gelir bakılmaz. Saha tüm evren, zaman da sonsuz olunca
doyumsuzca, doyasıya, at gibi, top koşturulur.
İnsanın kendisi insanca okunsa
yeterli olabilir. Sinir sistemimizden de
bir mesaj iletilir cevabı da geri beslenir. Beynimizin de sol ile sağ tarafı
her açıdan farklıdır. Sağ ve sol, kol ve bacaklarımız da işlevleri açısından
farklı görülebilir. Kısaca, hiçbir farklı bakış ve görüş benim birlik, teklik
ve bütünlüğümü bozmaz. Evrene kıyasla ne kadar küçük görülürsem görüleyim ben
hala kendim kadar büyük ve önemliyimdir. Kendim ile ilgili ruh ve beden, madde
ve mana, akıl ve inanç kelimelerini ayrı ayrı ve birlikte, beraberce
kullanırım. Bilim adamları yok dese de ben de varım, evren de. “Sanal parçacık
şişti, evren halen de bir hiçtir” bilimsel inançtır.
Kendimizi okumayı sürdürelim.
Bedenim ve ruhum ile ilgili bilgileri âlim tarafım toplar ve değerlendirir.
Allah ile kulu arasında girilebilecek kadar yer olmasa da, kendilerini bu araya
sokuşturabilen din adamlarımız daha çok ruh ve mana tarafımızı irdeler. Arif
ise tümü idrak ederek aradan çıkabilen ermiş kişidir. Yakın zamana kadar
kuantum fiziği, kuantum mekaniği diğer bir deyişle kuantum âlemi bilinmiyordu.
Gözlem altında başka, gözlenmediği durumlarda başka davranışlara sahip olan
kuantumlar, kuarklar ezber bozdu denebilir.
Daha önce de doğa yasaları her türlü
özellikleriyle birlikte biliniyor ancak nedenleri bilinmiyordu. Örneğin, en
ağır suyun ısı derecesi biliniyor ama nedeni bilinmiyor, hatta fizik
kurallarına pek uymadığı da söyleniyor. Kuantum âlemi madde âlemi ile mana
âlemi arasında bir “ara yüz” denebilir. Temel “Yapı taşımız”, foton gibi, hem
parçacık hem de dalga imiş.
Bir diğer gerçek de inanç âleminde
söylenenlerin anlamlarının bilimsel bulgulara göre değişebilmeleri. Ayetlerin,
bilimsel ve teknolojik gelişmelere ayak uyduracak şekilde yeni anlamlar
kazanması her iki âlemin âlimlerini de şaşırtmaktadır. Bir taraf “Bu, ayetlerin
evrensel, ezelî ve ebedî olduğunu gösterir” demesine karşın diğer taraf “Bu
anlamın bilimsel keşiflerden önce verilmesi gerektiğini” iddia eder. Ayetlerin
inanç sistemindeki makam ve mertebelere göre anlamlandırılması, “Bir doğru
vardır” diyen bilim adamlarınca yadırganır.
Arifler, ezelî ve ebedî gerçekleri,
Hak ve hakikati dile getiren Nebi ve Resullerin varisleridir. Her anda bir
şe’nde ve sürekli bir yenilik içinde bir açılım şeklinde oluşmaya devam eden
oluşumu, canlı yayın biçiminde, anlatmaya çalışan arifler, kendilerinden bir
şey eklemezler. Söyledikleri her şey Allah’ın olan, Allah’tan olan, Allah’ta
olan bir şeyi aktarmaktır. Binlerce arif arasında hiçbir fark yoktur, aynı
bilgi ve idrak ile donatılmışlardır. Hepsi “Resulünü yalnız Allah bilir,
Allah’ı da gayrisi bilemez” ayetine inanır. Nice âlim ve din adamımız ariflerin
ne deyip ne demek istediğini anlamaya ve anlatmaya çalışır. İkisinin de arif
olma olasılığı eşittir! Sanki bilen âlim, hoca; bilemeyen arif! Bilen,
Bilinendir, Görünen, Görenin görüntüsüdür!
(1)
Express,
HISTORIC DISCOVERY: Physicists 'PROVE' God DIDN'T
create the Universe, By PAUL BALDWIN.
“Var olan her şeyin, eşyanın,
ardında akıl ile bilinecek bir ilmin olduğunu bildiren Kur’an’ın indirilişi ve
bu ilmin nasıl uygulandığının Furkan olarak bildirilişi nedeniyle; ilim ve
amel, ilim ve uygulamanın, ayrıntılarını idrak ederek mutlak salât, mutlak
namazı yerine getir; ilim ile uygulama arasını birleştir. Her ilim için bir
salât vardır.” (29.45) Her şey bir ilmin uygulamasıdır. Uygulamak, o ilme tabi
olmak, teslim olmaktır. Namaz teslimiyet,
zikir, tabi olmak, itaat ve ulvi münasebettir. Namazlar da bedensel ve
ruhsaldır. Maddeye ve doğaya ilişkin ilimler, doğa koşullarına uyum göstermek
için bilinir. Hayatta kalmak, neslin devamı ve güzel ahlak için koşullara uyum
gösterme, öğrenme, bilme ve uygulama şarttır. İnsanın, idrakince, bilgisi
ilmine tabidir, itaat eder.
Konunun daha kolay anlaşılabilmesi
için oluşan ilk koşullara gidilmesi yararlı olur. Yokluktan, hiçlikten var
olan, meydana çıkan, en küçük parçacığın da ayırıcı özellikleri vardır. Her şey
özelliklerinin toplamı, bilgisinin küpüdür. Kütlesi bile olmayan bir parçacığın
artı veya eksi yüklü elektrikle yüklü oluşu ve bu yükün miktarı ilk oluşum
anında belirlenir. Parçanın özellikleri arasında, potansiyel gücü, nasıl kütle
oluşturacağı ve hangi parçalar ile birleşeceği de vardır. Önceden belirlenmiş
bulunan özellik, bilgi veya ilim, parçacığın davranışını belirler. Örneğin,
yanıcı olan hidrojenin ve yakıcı olan oksijenin birleşerek söndürücü özelliğe
ait su oluşturması atomların içlerinde önceden belirlenmiş bir davranış
biçimidir. Parçacık, ilminin aynıdır, ilmine tabidir ve ona itaat eder.
Karma, birleşik maddenin özelliği,
maddelerin kendi özelliklerinin fena bulması, feda edilmesiyle oluşur. Her yeni
bilgi, kendini oluşturan bilgilere dayanır ama farklıdır, kendi ilmine tabi
olur, itaat eder. Su, yanıcı ve yakıcı oksijen ve hidrojen atomlarından oluşur
ama söndürücüdür.
İnsan ve insanlığın gelişiminde,
doğanın en çetin koşullarına uyum gösterildiği apaçıktır. Uyum gösterme
yeteneği sayesinde evrim yasaları işler. Tek hücreden çok hücreye gelişen,
maddesel veya donanımsal olmayan hayatın, en basit DNA’ya yüklenmiş bulunan,
yazılım olduğu kanıtlanmıştır. Donanımın yazılıma tabi olması hayatı, canlılığı
ortaya çıkarmıştır. DNA, toprak, hava, su ve ateşe hükmeder, yani atomların
kendilerine yüklenen canlılık ilmine, içlerindeki özellik ve bilgilerle, itaat
etmesiyle canlı hücre oluşmuştur. İlkel, ilk el, denebilecek bilgilerin
birikimi tek hücrenin içinde canlılığı geliştirerek çeşitlendirmiştir.
Yazılımın ilk halinde dahi bir gelişim potansiyelinin olduğu da açıktır. Bilgi
birikimleri, hücrenin içinde, çok çeşitli işlevleri yürütebilecek organımsı
parça veya bölümlerin oluşmasına yol açmış. Hücre içindeki parçalar arasında gelişen
eşgüdüm ve işbirliği, tek hücrenin bölünmesinden öteye, iki veya daha çok
hücrenin eşgüdüm ve işbirliğiyle sonuçlanmıştır. Böylece tek hücreden çok
hücreli hayat doğabilir. Bütün bunlar maddenin bilgisinin ilmine itaati,
bedenin namazıdır. Hücre bilgi küpüdür, biyoloji ilmine tabidir.
Hayvanların hareket etme özgürlüğü
nefsaniyet gütmelerine yol açar. Karın doyurma gibi ihtiyaçların karşılanması,
bitkilerin gövdelerinin, bedensel olarak doğa koşullarına tabi oluşundan
faklıdır.
Hayvan hareketinde nefsine tabi
olma, itaat etme onun ihtiyaçlarını giderme söz konusudur. Hayvanlar
nefislerine itaat ettikleri için yer içer, yatar kalkar, savaşır, çiftleşir.
İnsanların insanlığa uygun şekilde davranması kalpleri sayesindedir. Kalpsiz
denilen insanlar kötü ahlak sahibi olanlardır. Kalplerinde huzur duymaları için
insanların ruhani bilgilere tabi olması öngörülür. Ruhuna itaat eden kalp huzur
duyar.
Kısaca denebilir ki insan
bilgilerden oluşur, bilimseldir, ilimdir. Bilgiler ilme tabi olduğu kadar ilim
de bilgilerin toplamına, maluma tabidir ve etkileşim içindedir. Bu nedenle, her
insan kendine özgü bir ilimdir. Bilim insanlarınca kanıtlanan ‘tüm elektron ve
moleküllerin etkileşim içinde olduğu’ gerçeği bu kapsamda düşünülebilir. Beden
içindeki organlar etkileşim içinde, eşgüdüm ve işbirliğiyle işler, çalışır.
İnsanın ilmini uygulayışı ve ilmine tabi olup itaat etmesi kendi bünyesinde en
az beş düzeyde olur. Doğaya uyumu, bedensel düzeyde, doğal ilimlerin
uygulanması olarak ele alabiliriz. Bedenin doğaya uyumu ‘Bedenin
Namazı’dır, ilme tabi oluş, itaat ediştir.
İnsanın bedeni vardır ama yalnız
beden değildir, nefsanî duyguları vardır ama hayvan değildir, kalbinin huzurlu
olmasını ister, ruhunun, ilminin gereğini idrak eder. Her düzeyin idraki o
düzeyin namazıdır denebilir. Nefsin Rıza, Yatsı namazını, Kalbin
Huzur, Sabah namazı izler. Nefsini, kalbinin sesini dinlemeye ikna eden
sır bilgileri almayı hak eder. Böylece Sırra Erme, Akşam
namazı kılınır. Benlik ve bencillik yok edilip, hakikat güneşinin batıdan
doğuşu sağlanarak, yüceliş yolunda, Ruhun Şuhut, uyanıklık, İkindi namazı
eda edilebilir.
Hakkın ruhuyla dirilerek, ledün,
hakikat ilminin idraki zevkiyle Şükür, Öğle, Gizlinin Keşfi Hafa
namazı kılınır. Hakikat güneşinin istivasında kul ve namaz yoktur, Cuma hariç!
Özet olarak bünyemizdeki kuark,
elektron, nötron, proton, atom, hidrojen, oksijen ve su moleküllerinden hatta
DNA, hücre ve organlarımızdan söz edilmez. Bunların hepsi kendilerini bizim
varlığımıza, ilmimize feda etmiş, fani olmuş, fena bulmuş, kendilerini
bilgileriyle teslim etmiş durumdadır. Her biri bir ‘şey’ iken, özellikleriyle,
şeker küpü gibi, bilgi küpü iken, artık yalnız biz varız onlar yok.
Bilgileriyle, bizim insanlık ilmimize itaat ederek, tabi olarak, bize biat
etmişlerdir. Hepsi de bizim birlik ve bütünlüğümüze delildir, şahittir, kendilerince
bize teslim olmuşlar, bize çalışır, bizi anarlar. Bedenimizde bir biz varız bir
de onlar var gibi ikilik oluşturacak şekilde yokturlar. Bu bağımlı ve
bağlantılı halleri, beden dilinde bir anlamda, onların namazları, miraçlarıdır.
Her şey bir ilmin uygulaması ise, her şeyin bilgisi ilmine tabi ise biz
bağımsız ve bağlantısız, hür, olmamızı neye borçluyuz? Cehalete mi?
Bedenimizin tek parçalığını idrakten
sonra, hayvandan farkımızı görünce, nefsimizi keşfederiz. Fecri yaşamak kalbe
âlem içinde bir âlem olduğunu gösterir. İş ve eylemden öteye bunların kaynağı
olan sıfatların gözlenmesi başlar. Gün boyunca göz ile görmenin, kalpten
basiretli görüşten farklı olduğu idrak edilir. Bu ilmin sırrı, akşam olunca
keşfedilir, fecir olur, güneş batıdan doğar. İkindi vakti ruhun uyanıklığı
yaşanır. Gizli hakikatin keşfine aşk ile ledün, hakikat ilminin zevkiyle Öğle
namazında ulaşılarak hakikatin idrakine varılır. Hakikat güneşinin istivasında
vahdette, Cuma namazında, fena olunur.
“Günlük hayatta,
çevresinde muhteşemin ihtişamını görerek, kalp huzuru içinde oluşuyla ve huşu
duymasıyla, namaz kılan kişi Hak ile meşgul olduğundan faydasız şeylerden
kaçar, yüz çevirir ve benlik sıfatından vazgeçerek, zekât vererek, huzur ve
hazlarının fazlasından kaçınır. Lezzet, şehvet ve hazlarını, bunların hukukuna
riayet ederek, azı karar çoğu zarar ilkesine uyarak, koruyan yakin sahibi
müminler kurtuluşa götüren mevte ermişlerdir. Hukukun dışına çıkanlar, fazlaya
kaçanlar, nefsin isteklerini yerine getirdiklerini düşünenler, nefislerine
düşmanlık ederler.” (23.1-7)
“Allah’ın onların fıtratlarına sır olarak bırakmış olduğu emaneti, yine
fıtratlarında olan ahitlerini ihya edecek şekilde Hakk’a riayet eden ve
ruhlarında müşahede namazını kılan yakin sahibi müminler kurtuluş mevtine dâhil
olur. Ahdi misak olarak bilinen, insanın yaradılışından gelen, içinde var olan
ahde uyma gereğince, her şeyde hakka ve hukuka uymak suretiyle, ruhen Hakkı
gözeten ve gözlemleyen müşahede namazı kılıyor demektir. Böylece, bu yakin
sahipleri kurtuluş mevtine girerler. Hakkı müşahede namazını kılan kişiler
olurlar. Bu sıfatlarla mevsuf olanlar, ruh cennetine varis olurlar. Varis olmak
henüz cennete girmek değildir.” (23.8-11)
“İnsanın fıtratına işitme, anlama,
idrak etme ve davete icabet etme kazınmıştır. Benlik ve bencillik yapması
fıtratları gereğidir. Bu durumda muhatap alınır ve doğru yola davet edilir.
Kesretin vahdet olduğunu anlayarak, bütün içinde, tümde fani olarak, fıtratınız
gereğince yola girin. Fıtratı yok saymak doğru değil. Yaradılışınız gereğince
davete uyun, sülûkta ilerleyin, var olan davet edilen, edilince, yokluk iddia
etmez, varlık ile kabul edip tehir etmeyin, karşılığını alırsınız.”
“Tümde
fani olmak, yokluğun idraki değildir. Sonra kendisine ruhumuzun üflenmesi ve
suretimizle tasviri sebebiyle insanı, yaradılıştan gelen “Başka bir hale girme”
haliyle halk edilmiş olarak inşa eyleriz. İnsanın fıtratından gelen ahdi misaka
uyma hali bir halden diğer hale geçiş yeteneğidir. Bu yetenekle insan, evrimsel
gelişim alanı olan doğadan kurtulma ve önce yükselerek, sonra da yer çekiminden
kurtulup, yücelerek hal değişimiyle inşa edilir.”(8.24)
“(Sümme
enşe'nâhü halkan âhere) İnsan gerçekte, böylece, halk edilmeyen bir halktır.
Yani halk edilen diğer tüm doğadan farklı olarak inşa edilerek, yaratılan
yaratıktır. Bundan sonra sizler tabiat açısından ölüsünüzdür. Doğaya bağlı ve
bağımlı değilsinizdir. Kısaca, kurtuluşa götüren mevte ermişsinizdir. Benlik ve
bencilliğinizden vazgeçme zekâtını vererek yeniden doğuşa adaysınızdır. Sonra
siz kıyameti sugra (küçük) gününde, ikinci defa meydana gelme gününde, hakikat
ile diriltilirsiniz. Fena halinde ölü iseniz kıyameti Kübra (büyük) gününde
beka ile diriltilirsiniz.”(23.14-16)
Evren halk edilmiş, insan inşa edilmiş, yaratılmıştır. Halk edilme ve yaratılma
kavramları insana verilen önemi vurgular. Evren ve doğanın insan için var
edildiği ortaya çıkar. Tesadüfün olmadığı, her şeyin bir amaç için var edildiği
açıktır. Hiçbir şeyin ‘hadis olsun fani olsun’ diye veya ‘var olsun yok olsun
gibi bir eğlence için’ halk edilmediği ayrıca ayetlerde yer alır.
Yüce
Kur’an’da insanın, kendini bilmesi için halk edildiği bildirilir. Halk edilmiş
haliyle muhatap alınan insanın yaratılmış hale dönüşümü için çaba göstermesi
beklenmektedir.
Umarım,
halk edilmiş halde kalmaz, inşa edilmiş bir insan oluruz; ‘Ol’ ile var olup,
olgunlaşıp, ‘Ben’ oluruz!
Evren ile insan ikizmiş. Her
kişi bir başka âlemmiş. Makro kozmozda var olan mikro kozmozda da varmış. “Küçülttüm
Âdem, büyülttüm âlem ettim” deyişinin kutsal olup olmadığına inanılması ya da
inanılmaması konuya ilişkin düşüncenin temelini oluşturur. Cennet inanç temelli
bir kavramdır. Kovulma olayını inançsız birine anlatmak abes olabilir. İnanç
ile inançsızlık âlemleri “Varlık” ve “Yokluk” âlemleri olup aralarında
sızdırmazlık testini geçen sınır vardır. Bu sınırdan düşüncenin bile geçtiği
görülmezmiş. Hikâyeler ben ve bencilliğin olmadığı âlemde anlatılır.
Hikâye çok küçük ve basit, Âdem yaratılmış, eşi ile birlikte cennette yaşarken,
“Yasak ağacın meyvesini yemeyin” denmiş, ama sürünerek gelen soğukkanlı yılan
Havva’yı, o da Âdem’i kandırmış elmayı yedirmiş. Bu nedenle cennetten, hubut
ediniz emri üzerine, düşmüşler. Hubut olmasaydı hidayet de olmazdı denir.
Cennetten düşülmeseydi yücelmeye de gerek kalmazdı.
Anlatılanın sembolik olduğu ve anlatılmak istenenin izana bırakıldığı bilinir.
İlim erildir, madde dişi ve doğurgan, Âdem ruhu ve Havva bedeni temsil eder.
Kendi ışık ve ısısı olmayan madde normalde ağırdır, yerdedir, sürünür,
soğuktur, ilim ise kalbe sıcaklık verir. Elmanın yenmesi, doğadan elde edilen
bilginin sahiplenilmesidir. Elma sahibinindir, yetiştiren veya parasını
ödeyenindir. Elma tüm nimetleri sembolize edebilir. Nimetler doğadan elde
edilir. Ancak ağaca veya doğaya bile müteşekkir olmak insanlık gereği olabilir.
Ağacı sular, doğayı korursunuz. Doğanın gereği, elma vermeyip de ne yapacaktı,
teşekküre gerek yok diye de düşünen olabilir. Ayağına kesafet, gülle
bağlayan ona tabi olur, onun yanında, onunla kalabilir. Madde bağımlısı ona
esir olur.
Sahip olma konusunda incelikle ve derinlikli düşünmek, hatta tefekkür etmek
gerekebilir. Bilgi bilenin, cüzdan bulanın olamaz. Bilgi de doğadan elde
edilir, araştırma yapılır, çaba gerektirir ama esas olan, bilginin tabi olduğu
ilmin sahibinin de gözden kaçırılmamasıdır. Matematik bilgileri sizin olabilir
ama matematik ilminin sahibi olamazsınız. İlmi izleyerek, çağrıya uyarak, esas
sahibine ulaşmak böylece cennete dönüş mümkün olabilir. Yaradılışın amacının bu
olduğu kabul edilebilir. Elmayı yiyip düşen, elmanın hakikatini arayıp, bulup,
bilip, idrak ederek yücelmeyi de başarabilir.
Âdem ve Havva, ruhu ve bedeni olan, her kişi, nimetlerin kendine verilmiş
olduğunu idrak ederse, kendi aklı dâhil tüm yeteneklerinin verilmiş olduğunu
düşünürse, cennettedir. Nimetleri doğadan alıp da kaçmayan, verilenlerin ardını
gören, bulmanın yeterli olmadığını idrak eder. Her şeyine kendisinin sahip
olduğunu iddia eden doğada kalır ve doğa ile baş başadır. Doğadan elde ettiği
bilgi de onundur, elma da. Her kişinin nasibi vardır ve biri diğerinden
farklıdır.
İyi, doğru ve güzeli bilemeyen
bulduğu ile yetinir. Ben ve bencilliğini yaşar, mutlu olduğunu sanır. Arkasını
dayayacak bir felsefesi bile yoktur. Kendisi her şeye değer ve bedeldir. Toplum
ve halk, insanlar ve insanlık sevgisi vardır. Varlık âlemi içindeki her şey
vardır ancak varlığın kaynağı yoktur. İnanmamanın bedeli, bedel olduklarıyla
olmak ve kalmaktır.
Varlığın yokluktan halk edildiğini ve evrimsel gelişimin sonunda kâmil insanın
yaratıldığını idrak edenler için her şeyin değeri ve kıymeti, verilen nimetler
olarak, sınır ötesi âlemden çok farklıdır. Halkın aynel Hak olduğunu idrak,
mutluluk kaynağıdır. Bu mutluluğu yaşayamayan bencilleri, âlemlerinden “Düşmüş”,
“Kovulmuş” olarak görmek doğaldır.
Doğa içinde kalanların kovulmuşluğu
doğaldır. Âlemlerinin, bencilliğinin sınırını bilseler de teslim olmadan asla
geçemezler. Ruh ve beden âlemleri, tatlı ve tuzlu su denizleri, birbirine
karışamaz, birinden ötekine, belki, yokluktan geçilebilir. “Ben” diye başlayan
cümlelerden teslim olarak vazgeçen, kendini Allah’ta fena oluş olarak
bulabilir. Bir şeyleri bilenler, O’nun ilmi ile bilebilir. Yoksa “Bilinmek”
nasıl amaç olabilirdi.
“Ruh semasından bir ilim suyu iner. Nüfus arzında bu ilim suyu hikmet pınarları
şeklinde kaynaklanır. Aynı su arzda çeşitli amel ve ahlaka güç kaynağı
oluşturur. Su, aslından çok farklı olan kök, sap ve ekin tohumlarına dönüşür.
Sonuçta, isim ve sıfatları farklı olan şeyler ortaya çıkar. Bütün bu
tecellilerde benlik kabuğundan soyunmuş hakikat sahipleri için büyük bir
nasihat ve ibretler vardır.” (39.21) Doğadaki değişim, gelişim ve evrimden
ibret alan öğrenir. Öğrendikçe, öğrenme yeteneği, melekeleri artar,
melekler yardımcı olur. Tüm doğa ve nimetlerin ardındaki hakikati idrak edip
teslim olur.
“Fenadan
sonra beka halinde ruhun nuru ile sadrının genişletildiğini idrak eder. Hak ve
hakikatle kalbini temizleyen ile kalbini bu gerçeklere mühürlü tutan asla eşit
olamaz. İlahî nur ile kalbi genişleyen, idrak yeteneği artan, Hak ile halkı da
anlar. Vahdette kesreti ve kesrette vahdeti idrak edip yaşayabilir. İslam, bu
müşahede ile Allah’ta fani olmak ve zatını Allah’a teslim etmektir. Müslüman,
zikir olunduğu gibi Allah’ı zikreder. Zikredeni Allah da zikreder. Ayetleri
bazen halk okur bazen Hak!” (39 Zümer, 22, 23)
Kutsal mesaj aklı olana değil, aklı baliğ olana, kemale ermiş akladır. İnsan
olgunlaştıkça hep nefse uymanın kalbi kirlediğini düşünür. Her lekenin bir
çıkarıcısı vardır. Kimi su ile kimisi sabun ile çıkar. Dünya kederi ve lekesi
de namaz ile çıkabilir, tabii istenirse.
Herkes kendisi için sevmelidir. Sevmesi kendi menfaatinedir de denebilir.
Herkes kendini kendisi oluşturur. En sevdiği şeylerle, gözüyle gördüğü en güzel
görüntülerle, işittiği en güzel müzik, en iyi tat ve kokular ile oluşturur. Beş
duyusuyla algıladığı dünyevî zevk, lezzet ve hazlar ile nefis kuyusunu
doldurur. Bu nedenle insan en çok kendisini sever, benlik ve bencilliği
bundandır. Allah’ı da bu nedenle kendisi için, kendisi nedeniyle, seni sana
böylece verdiği için, kalpten ve içten gelen duygularla sevmelidir. Tek tek her
şey için teşekkür etmesi şükran duygusu doğurur.
Verilen akıl, fikir, sağlık, sıhhat ve nimetler için şükür içinde olmayı, iyi
ve güzel ahlak sahibi olmayı, maddî ve bedensel kazançlar yerine manevi
değerler elde etmeyi tercih etmek iyi insan olma yoluna girişi gösterir.
Kişi, belirli bir gelişimden sonra,
nefsi yerine ruhunu tercih eder. Mana olmadan maddeyle kirlenildiği, her şeyin
daha fazlasını sürekli istemekle insanın bataklığa düşeceğini hisseder.
Sonuçta, kendini beğenip sevmesi, kendisine kendisini veren Allah’ı sevmesine
yol açar. Yapılan önceki yanlışlar için af dilenmesi ve edinilen kirlerden
kurtulmaya çalışılması kişiyi arayışa sürükler. Dünya kederi ve lekesini
çıkarmanın tek yolu namazdır. Namaz, tespih ve tenzih, Allah’a bir şey ödemenin
tek yoludur. Farz oluşu buradan gelir.
Görme, işitme, dokunma, tat ve koku alma duyuları nedeniyle beş vakit namaz
farz olmuştur. Bu duyular, maddeye yöneltmiş, kalbi işgal etmiş, ilimden ve
ruhtan uzak tutmuş, nur ve huzurdan perdeli kılmışsa namaz, aynı yoldan geri
gitmek tek yol, farz olur. Kalbin nefse açılan kapısının, sadrın kapanması,
ruha açılan fuad kapısının açılması, nura yönelmenin odaklanması, idrakin
tevhit, birlik ve beraberliğinin sağlanması ve Rabbine yaklaşma namazlarının
kılınması farz olur. Bu namazlar, Rab yönüne açılan beş kapıyı, nefse açılan
beş duyu kapılarının tam karşılarında yer alacak şekilde, oluşturur. Beş vakit
namaz kapıları ile kalbe nur girer ve bu nur zulmeti siler. Her namaz, bir
duyuya kefaret oluşturur. (11.114)
Misal âlemi bu dünyada namazın beş vakti bu dünyanın güneşine bağlanabilir.
Sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı olmak üzere beş vakitte namaz kılınması
uygun görülmüş olabilir. Ancak Âdemin namazı kendine hakikat güneşinin doğuşu
ile vakit kazanabilir. Kişinin uyanışı sabah namazına, fecre işaret
sayılabilir. Üzerinde kendisinin de bulunduğu bilinciyle dünyayı geriye atıp,
kıyamet koparcasına kıyama duruş ile mümin olanın namazı miracı bile
sayılabilir.
En kısa, en kestirme yol bilinen
yoldur. İnsan reşit olduğunda, kendini bulduğu ve bildiğinde, belirli bir
durumda bulur. Üzerine, tercihleriyle, ilaveler yaparak oluşumunu
olgunlaştırır. Beş duyusu nefsine açılan beş çeşme gibi akıp nefsini doldurur
ve doyurur. Elde ettiklerini iade etmenin tek yolu, farz olarak aynı yoldan
geri giderek, aldıklarından arınmaktır. Kendi eden kendi bulan sonunda soyunur,
arınır.
İlim suyu ile abdest alıp hakikat
güneşinin doğması, bu güneşin nurunun bizi aydınlatması ve doldurması ümidiyle.
Aklımız var diye övünürüz,
yücelmemiz onun sayesindedir ama başımıza gelen her kötülük de aklımız
yüzündendir. Aklımızla yükselir, sonra yüceliriz, aklımızı yanlış kullanınca
düşer ve gömülürüz. İmanın kaynağı inkâr ise “Aklın kaynağı da akılsızlıktır”
veya “Varlığın kaynağı yokluktur” denebilir. Sanki akıl bir çeşit enerji, ilaç
da olur silah da. Yönlendirmek gereken bir şeydir akıl. Maddeye doğru sürülür,
maddede koşturulursa yükselir, onu bilir onu söyler, manaya doğru
yönlendirilirse yücelir, O’nu bilir O’nu söyler. Her zaman, her yerde, hep
söylenen fil hikâyesi yani, her kişinin hakikati kendine göre, çünkü orasını, o
kadar görebilir.
Hakikat bir ve tektir, sınırı da yoktur. Her şeyin sahibi ‘Ben’! Serbest
bırakılınca dipten doruğa gider gelir, anında küresel evreni adeta yeniden
örer, dolaşır. İçinizden “sen onlara uyma, onlarla uğraşma” deseniz de aynı
mekânı paylaştıkça karşılaşılması kaçınılmazdır. “Madde içinden çıkılabilir bir
şeydir” derseniz, “Maddenin içinde maddeden çıkılabileceğine dair bir kanıt
yok” derler. Eminim benden çok bilirler ipek böceğinin kozayı içinden çıkmak
için yaptığını. “Ben materyalistim” demekten, “Allah’ın varlığını inkâr
etmekten”, buradan öteye yolun olmadığını düşünmekten gurur duyarlar. Evrenin
içinden yalnız insan çıkabilir, araçsız ve aracısız!
Eminim anlaşılmıştır sohbetin konusu “Bilimcilerdir”. Engin bilgileri vardır,
kendilerince asla dar düşünceli değillerdir. Bilgi alır, çıkarır doğadan, bilgi
satarlar. Maddeye ilişkin her türlü aletleri vardır, ölçer, biçer, tartar ve
değerlendirirler, işleri güçleri maddedir. Bu madde ne içindir? Diye sormazlar,
sorsalar da “Doğanın, neslin devamı gibi, güzel bir amacı vardır mutlaka”
diyebilirler. “Doğa ne için, neden vardır?” denemez.
Maddenin özelliklerini iyi bilirler
de neden, niçin, amacı nedir? Demezler. En büyük kanıtları, kendilerini haklı
çıkarmanın en büyük delilleri “Dincilerdir”. Din alıp satanlara sataşırlar.
Dincilerin dedikleri doğru değilse kendi dedikleri doğrudur. Dincilerin “Var”
dediğine “Yok” demek haklılıklarının kanıtıdır. Ancak en akıllı olanları
“Dincilerin dediği şekilde olmayabilir, Allah var mı yok mu bilmem, ama o
adamın dediği gibi bir Allah yoktur” diyebilir.
Bilimciler daima ellerine bir “şey” alır ve onunla ilgili bir sonuca varır. Her
zaman, ama büyük ama elektron, proton veya takyon gibi küçük bir şeyin üzerine
tüm evreni inşa ederler. Büyük patlamadan önceki şeyin elektrondan da küçük bir
şey olduğunu, boyutunun sıfır ve kütlesinin sonsuz olduğunu söylerler. “Nasıl
inanırsın böyle bir şeye” deyince de “İnanmıyor biliyoruz” derler. Kendi
dillerinde söylersek “Nothing”, “Hiçbir şey” tabiri geçer, bir anlamada “No
thing” yani bir şey bile değil anlamındadır. Demek istedikleri “Yokluk”
olabilir. “Yoktan var eden!” kavramına yaklaşırlar da gelemezler, gelseler
yanarlar, yoklukla oynamazlar çünkü “Yoktan bir şey olamaz” derler!
Ellerindeki madde, en küçük boyuttan en büyüğüne kadar, gereken her özelliğe
sahiptir, bir de zaman her şeye kadirdir. Taş toprak, hava, su ve ateş önce
kendiliğinden, tesadüfen veya kazaen, canlanmış, böylece, canlılar oluşmuş sonra
da zincir tamamlanmıştır. Çok doğru “Evrim” vardır, gerçektir ve “Haktır”,
aksine bir şey diyen de yoktur. Cansızlık temeli üzerinde canlılar ağacı
yükselir. Esas iş bundan sonradır, devrimsel bir şekilde, insanın yokluktan
yaratılıp yücelmesidir. Son aşamaya geçiş ve bu aşamada yüceliş için
bilimciler önemli bir şeyi kabul eder, o da primatlarda dahi “Bitle beni,
bitleyeyim seni” şeklinde tezahür eden “Adalet” duygusudur. Hak ve adaletin varlığı kabul
edilmiş olur. Duyguların kaynağı olan alt beyin insanlık kavramının
geliştirildiği üst beyin tarafından kontrol altına alınmalıdır. Alt beyin
doğaldır ama üst beyinde doğal olmayan bir insanlık kavramı vardır, insandadır,
insan tarafından geliştirilip yüceltilebilir.
İnsanlık kavramı birçok alt kavramlardan oluşur ve hepsi de yalnız insanlara
özgüdür. Hayvan severler hayvanları sevdikleri için insanlığı hayvanlığa
indirgeyebilir. Esas konumuz olan bilimcilere gelirsek durum gayet akılcıdır.
Bireysel açıdan bilginin doruğuna çıkanlardan anlayışlı olanlar Sokrat gibi
“Tek bildiğim hiçbir şey bilmediğimdir” deyip alçak gönüllülük edebilir. Bu
doruk noktası küresel olan biliş ve anlayış balonunun tepe noktasıdır.
Anlayışlı bilimci “Tüm bildiklerim parçası olduğum evrenin, çevrenin
bilgileridir, onundur, ona aittir” diyebilir. Anadolu’da bu idrake en iyi örnek
“Ete kemiğe bürünüş, Yunus diye görünüş” deyişidir. Doruk noktasında benlik ve
bencillik olmazsa daha güzel olur insan, ahlakı da güzel olur, anlayışı da
idraki de. Bu nokta çok önemlidir. “İlim bir noktadır cahiller onu uzatır”
dendiğinde kastedilen bu noktadır. Noktadan bahsedince bu nokta kastedilir.
Her insan kendi âleminin, dünyasının, balonunun tepe, doruk noktasındadır.
Herkes aklını pazara çıkarmış günün sonunda, kimse başkasının aklını
beğenmediği için, kendi aklını almış dönmüş. Bencillik ve ego bu noktadadır.
Dünya evrenin içinde yok denecek kadar küçüktür ama ego eşiti olmayacak kadar
büyüktür. “Hele bu noktaya ben demek saçmalıktır bu nokta da çevrenin bir
parçasıdır” diyebilmek yücelik, ululuk, ilahi bilgelik gerektirir. “Ben neyim
ki, bir diğer damla, ben ne biliyorum ki” demek sizi bilge yapar, filozof
yapar. “Olmak ya da olmamak” bilgeliği de bu noktadadır. Seksen sene secde edip
bu noktanın idrakine varamayan olabilir.
Noktalaşıp noktalaşıp doğrulup ben
denebilir. “Var olan vardır, sonradan yok olan da hiç olmamıştır”, “Tanrı
yaratan değil var olandır”, “Bir ve Tektir, başkası da yoktur” tevhidine
ulaşmak kolay olduğu kadar zordur.
Her şeyin bir ölçü birimi vardır
metre, litre, gram gibi. Bir yüzeyin düz ve yatay olup olmadığını ölçmek için
de bir alet vardır, su terazisi denir. Bir şişeyi biraz boşluk kalacak kadar su
ile doldurur kapatırsanız alet olmuştur. Dolabın veya buzdolabının düz durup
durmadığı anlaşılabilir. Hava kabarcığı der, insan denmek isteneni anlar,
kısaca diyen boş veya boşluk, anlayan bilinçtir. Aradaki fark kendini bilen ve
bilmeyen insan kadar büyüktür. Bir şeyin yerinde ve uygun durumda olduğu alet
ile anlaşılır.
Aynı şekilde, sanki evrenin yerli yerinde olup olmadığını veya nasıl durduğunu
sürekli anlamaya çalışırız. Bu amaçla aklımızı kullanırız. Kabarcık gibi daima
her şeyin dışında ve üstünde tutarız kendi aklımızı ve kendimizi. “En büyük
ben, başka büyük yok” der gibiyizdir. Biz hep en üst noktada, tepe veya doruk
noktasında, durur asla aşağıya inmeyiz. Şarj olmuş, yüklenmiş durumda, şimşek
ve yıldırıma hazırızdır.
Kendini bilmeye çalışan tarihî büyüklerimiz ben noktasına işaret etmişlerdir. Bu
deyişlerden en iyi bilinen biri de “bir ben var benden içeri” deyimidir. Ben
dediğimiz kabarcık, evrenden bir kabuk, bir zar veya çizilmiş, bilinen bir
sınır ile ayrılmış değildir. “Evren benden öteye, benden ötesi” de denebilir,
“benden içeri” de denebilir. Düşününce buluruz ki aslında evreni tamamlayan ve
tam anlayabilen biziz. Ben kısmı iyi bilinirse ancak ötesi veya içeri olan
kısım iyi bilinebilir.
Evrenin söz konusu bu “ben” kısmı büyük tutulmaya ve incelemeye değer bir
şeydir. Benlerden, fertlerden oluşan aile, toplum ve milletler de bu incelemeye
tabi tutulabilir. Yalnız şişenin boşluğunu düşününce anlamak zor olsa da
atmosfer gibi hava katmanlarını düşünürsek durum gayet açıktır. Millet kadar,
hatta tüm insanlar kadar da boşluk olabilir şişede. Âlimler ölçer, biçer,
bilir, sanki alet kullanan aletlerdir, arifler de idrak eder. “Büyülttüm âlem
ettim, küçülttüm Âdem ettim” kutsal deyiminin idraki de bu kapsamdadır.
Kabarcığın içi de dışı da evren de aynı atomlardan oluşur.
Kutsal deyimin idraki ancak ben noktasının idrakinden sonra gelebilir. Kendini
bilen Rabbini bilir! Kendini henüz bilemeyen de rabbini bilemez gibi. Küçük
boşlukları birleştirerek büyük bir boşluk elde edilir. İnsanlar bir araya
gelerek de insanlığı oluşturur. İnsanlık ise insanların dışında ve üstündedir.
Bulunduğumuz noktaya göre tanımlarız evrenin gerisini. Şişenin dediği ve demek
istediği kadar önemlidir bizim evrenle ilgimiz. Kabarcık insan, yapı taşımız
atom kadar boş, insanlık bilinçle doludur.
Felsefe de yapılabilir kabarcık ve içindekilerle ilgili. Balıkları küçük görüp
“denizin içindedirler ama denizde olduklarını bilmezler” deriz. Kitabımız da
bizim için benzer ifadeler kullanır. “Madde denizindedirler, doğadaki bir bitki
gibi rahimde ters tutunan bir su damlasından oluşurlar ama insanlar bunu
anlayamazlar” der. Tatlı su ile tuzlu su denizlerinin veya ruh ile maddenin
birbirine karışmadığını Kitaptan öğreniriz. İnsanlık balonunun da evrene
karışmadığı apaçıktır. Var olan vardır, bir ve tektir, gayrisi de yoktur, “ben”
diyen, içindekinden farklı veya içinde olduğu varlığın dışında bir varlık,
olduğunu iddia ediyorsa kabarcık var mı bir daha düşünsün lütfen.
Tabiat ateşi yoldur, doğru yolu
gösterir, yücelmenin yolunu oluşturur. Şeytan da büyük meleklerdendir, yalnız
doğru yolun tersini gösterir. Pusula da bir yönü gösterir, diğer yönler
düşünerek bulunur. Doğa da doğru yolu gösterir bilene. Hakikat ehli bulvar
üzerinden geçer, önce yükselir sonra da yücelir Hakk’a ve hakikate.
Hayat, yok iken, yoktan var olmuş, oluşmuştur. Tarihi bakış açısından kolayca
görülür hayat ve mevt, ölüm. Hepimiz bir zamanlar yoktuk. Dünyaya geldik desek
de getirildik. Yaşam, doğa kurallarına karşı koymak, yer çekimine meydan
okuyarak ayağa kalkmaktır. Yoktan var olurken bile şarj ve deşarj oluş,
yükleniş ve yükün boşalımı esastır. Doğuştan devralınan, boşalma sonucunda
aktarılan, yük zaman içinde artar. Yüklenme her zaman bir sürtünme ve sürtüşme
ile oluşur, aktarılır ve gelişir. Tarağın başa sürtülmesi gibi emekleyen
çocuğun ayağa kalkmasıyla çevrenin yüklemesi ve çevreden yüklenme artar. Kısa
süre sonra şarj oluş için başkalarının yardımına ihtiyaç kalmaz. Delikanlı
artık reşit olmuş, kendi aklıyla çevreden yüklenmeyi üstlenmiştir. Toplama ve
avcılık dönemlerinde yakın çevresindeki hazır gıdalar ile beslenir. Çalışma
döneminde ise kazancı ile geçim süreci başlar. Bu süreçte yalnızlık uzun zaman
almayabilir.
“Geçici aşk” dönemi ile yeni yükler
yüklenmek de göze alınır. Geçici aşk süreci geçici şarj ve deşarjlar ile sürüp
gider. Olgunlaşma sürecinde geçici yüklenim ve boşalım deneyimleri yeterli
olmayabilir. İnsan geçim sıkıntısı veya yaşam kavgası gayretlerinden yılıp geri
çekilmeyi düşünebilir. “Böyle gelmiş böyle gider, babamdan da böyle gördüm,
çevre de bu kadar” demek yetmeyebilir.
Doğanın ve çevrenin neden, ne için
gibi sorularına ve amaçlarına takılıp cevap arayabilir. Felsefe yapılarak
çeşitli görüşler tartışılabilir. Evrenden, çevrenden ve kendi âleminden geri
çekilmeye başladıysan arınmaya çalışıyorsun demektir. Tabiat ateşini hisseden
yanmaya da başlar. Hayat boyu süren çabanın aslında senin olmayan güç, kuvvet,
kudret ve bir enerji ile mümkün olduğunu anlayabilirsin. Evrimin hüküm sürdüğü
düzlemden önce hakikat ilmi ile yükselip sonra da hakikate doğru yücelmeye
çalışabilirsin.
Bu kapsamda “Tek bildiğim hiçbir şey bilmediğimdir”, “Olmak ya da olmamak, işte
bütün mesele” gibi görüşler iyi bilinir. Öğrenmek, bilmek, daha çok bilmek emek
ve zaman ister. Bilgi de insana yüktür, bilmek yüklenmektir. Bilimsel
bilgilerle ilmin kaynağına yönelip Hak ve hakikate yücelmek ilim yükünden de
arınmayı gerektirir. Deryanın ortasında şarj olmuş bir damla veya evren
balonunun üstünde aşırı yüklenmiş bir nokta, iradesi olmaksızın, şimşek ve/veya
yıldırıma davetiye çıkarır. Âlimin hakikati idrak ederek arif olması bir an
meselesidir. “Dem bu dem” denmesinin nedeni bu olabilir. “Hakikat anlatılamaz
ancak anlaşılır” deyimi buna işaret edebilir.
16 Nahl, 76 (Ve hüve âlâ sıratın müstakim) O muvahhit, tevhit eden,
fenadan, yokluktan sonra, «beka ehlinden» biri olarak, Hakkın has kulları,
«ehli hakikat» için, «nar-ı tabiat» üzerine çekilmiş «Allah'ın sıratı
müstakimi» üzerindedir. Hakikat ehli, parlak yıldırım gibi o sırat üzerinden
geçer.
Bilim insanlarına göre yıldırım ile atmosferde bulunan azot toprağa geçer ve
böylece yıldırımın düşüp, çıktığı yerde toprağın verimliliği artar. Tabiat
böylece bir kaybeder ama bin kazanır. Doğa bir dengeyi böylece de sağlar. Darısı
başımıza!
Bazı uç noktalardaki görüşler
arasında ilgi kurmak, aralarındaki ilişkiyi anlamak zordur. Her şey ve onun
özelliği, O’nun varlığı ve birliğine ayet, delildir. Doğayı böyle okumak
gerekir. Çok yükseklerde uzun süre uçmakta olan kuşların yeryüzü ile
ilişkilerini anlamak güç olabilir ancak bilinir ki mutlaka vardır ve doğadan
beslenmek zorundadırlar. Fikirler de uçucu ve uç noktalarda olabilir ama
bilinir ki hepsi bir akıl ile ilişki içindedir. Her fikir bir akıldan çıkar ve
beslenir. Uyuşmazların bile kaynağı Bir’dir.
Semavî ve kitaplı dinler olarak bilinen Musevîlik, İsevîlik ve Müslümanlık aynı
dinin, İslam’ın ulusal, uluslararası ve evrensel boyutlarıdır. Her nebi kendi
topluluğunun koşullarına uygun donatılmıştır. Fıtratlarında olan yeteneklerle,
toplum, peygamberlerinin ne dediğini iyi bilir ve anlar. Ancak bazıları inanır
bazıları da inkâr eder. İnkâr edenler, kendilerine göre, neyi inkâr ettiklerini
iyi bilir, iyi anlar. İman ile inkâr denilen ile denmek istenenin, o konuda
cahil ile âlimin, farklılığından olabilir. Her şey zıddı ile bilinir, inkâr da
imanın kaynağıdır, aynı aklın farklı kullanımıdır.
Hakk’ın nurundan uzaklaşma nedeniyle yaradılıştan, fıtrattan gelen anlayış ve
idrake uygun olarak iman ortaya çıkamayabilir.
Karanlıkta uzun süre kalanın artık
yön bulma veya tünelin ucundaki ışığı görme yeteneği kaybolabilir. Hak yolunu
gösterenlere de inanmaları mümkün olmayabilir. Her söz bir akıl ve bir
düşünceden kaynaklanır. Kutsal mesajlar da aklı olan ve aklını çok iyi
kullananlar içindir.
Kuantum mekaniği ile bir taraftan klasik mekaniğin yetersizliği giderilirken
diğer taraftan bazı görüşlerin doğruluğu da kanıtlandı denebilir. Parçacıkların
yeri olasılıksal dalga fonksiyonu ile tanımlanır ve ayrıca olasılıksal durum
bilinçli olup olmama durumuna bağlıdır. Parçacıklar, sonsuz sayıda parametreyle
tanımlanamayan alanlarla bir aradadır. Alanlar ise sonsuz bileşene ve sonsuz
özgürlük derecesine sahiptir. Denge durumunda sistem enerjisi sistem bileşenlerine
eş biçimde, sistemin bütün özgürlük derecelerine eş olarak, dağılır. Kısaca,
yeni fizik bilimine göre Evren ve herhangi bir parçacığın konumu, tam olarak
tanımlanamaz ve modellenemez. Bugün ışık hızını aşan, kütlesiz, sanal parçacıklara
erişilmiştir. Bu, “Yoktan var oluş” ayetinin kanıtı gibidir. Temelinde
kütlesiz, takyon gibi ışıktan hızlı hareket eden parçacıklar olan, enerji dolu,
bir dünyada yaşanmaktadır.
Her “Şey”in, ilmin, ruhun, maddeleşmiş hali ve insanın ilim olduğunu anlamak zordur.
Sanal veya hayalî parçacıklardan, sonsuz parametreyle tanımlanamayan alanlarda,
oluşan hayat evrime tabidir. Hakikati idrak ise evrimin ötesinde, devrimsel bir
yücelmeyi gerektirir. Yücelmenin ötesi heplik ve hiçlik ortamı, artık bilen yok
yalnız bilinen var. İnkâr eden bilim insanı haklı, onun var olduğu ortamda “Başkası”
yok, ancak kendisi mi başkası, yok dediği mi? “O’nun varlığının kanıtının
bulunamaması” yokluğunun kanıtı asla olamaz. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir.
Süre giden bir süreç, teslim olmak yok, çaba esas, her bilinen bilinmeyenleri
daha da çoğaltır.
“Akıl, Hakk’ın insana ihsan ettiği
nimettir” diyen teslim olur. Aklı alıp kaçmaca yok. Süreç sürer, ölmeden önce
ölenlerce kalanlara, varsa, selam olsun denir. Teslim olan, “Başka yok”
idrakine varan arif, olmayan âlim! (16.79-87)
Kuantum âleminin temelinde olan Heisenberg Belirsizlik-Tanımlanamazlık Prensibine
göre “Eğer ne olup bittiğine bakacak olursak madde veya enerji, boş bir uzay
bölgesinde, küçük bir zaman aralığında, hiçbir şey yok iken, yokluktan ortaya
çıkabilir ve yine hemen yok olabilir. Kütle de bir çeşit enerjidir. Bu demektir
ki kütle, varlık da, yoktan var olabilir ve var iken yok olabilir.” (Heisenberg uncertainty principle: If we consider
what happens in a region of empty space in a very tiny interval of time, there
will be a large uncertainty in the energy content of that region. In other
words, energy can appear out of nothing. Now, mass is a form of energy. This
means that mass too can appear out of nothing.) Bugün bilim dünyasının
ulaştığı son nokta, henüz!
Kâşani
te’vili: «Eğer biz hadis olur ve fâni olur mevcudat ittihaz etmek murâd, arzu
etse idik», kudret cihetinden bize mümkün olurdu. Lâkin hikmet ve hakikate
münafi, zıt olduğu için öyle mevcudat ittihaz etmedik. “Eğer biz ‘var olur yok
olur’ mevcudat olsun isteseydik kudret yönünden bize mümkün olurdu. Lâkin öyle
mevcudat, varlık olsun istemedik, çünkü hikmet ve hakikate uygun olmaz, aykırı
olurdu”. İnsanlar bir düzen içindedir ancak düzeni bilmez, kaos derler! (21.17)
Yaşar Nuri Öztürk meali: (21.16) Biz, gökleri de yeri de bunlar arasındakileri
de eğlenip eğlendirelim diye yaratmadık. “Eğer
bir eğlence edinmek isteseydik onu kendi katımızdan edinirdik. Ama böyle
yapanlar değildik/yapsaydık öyle yapardık.”
Her bir ‘şey’in, o şeyi diğerinden ayıran, bir özelliği vardır. İnsan insanlığı
ile insandır. İnsan insanlığını kaybederse, kendisi de kaybolur, ona insan
denmez. Her özellik Hakk’ın vahdaniyetine, birliğine delildir. Gökler ve yerler
adalet ile ayakta durur. Adalet kesret âleminde vahdetin gölgesidir. Eşyanın
düzeninde yumuşak huyluluk, birbirleriyle uyumluluk gibi vahdaniyete, birliğe,
beraberliğe götüren özellik mevcut olmasa düzen mevcut olamaz. Birlikten gelen
ve birliğe götüren özellik yok olursa düzen ve düzenlilik hemen bozulur. İnsan
veya insanların insanlık özelliğini kaybetmesi durumunda birlik ve beraberlik
içinde yaşamaları mümkün değildir, insanlık düzeni bozulur. (21.22)
“Ezelden ebede uzayıp
giden, içinde bulunan ve onunla beraber, onun içinde olan olayların kaynağı ve
sebebi sayılan zamanın üzerine yemin ederim ki zamanın kendi başına hiçbir
etkinliği yoktur! Zamanın kendine özgü herhangi bir kudret ve kuvveti yoktur.”
Genel Görelilik Kuramı kanıtlamıştır ki zaman bağımsız bir değişken değildir.
Uzay-zaman birleşik alan oluşturur ve kütle bu alanı büker. Bu bükülüş
nedeniyle ışık da bükülür. Doğrusal hareketler içinde olan gezegenler eğik
yörüngeler içinde görünür. ‘Bizi ancak
zaman helak, yok eder’ diyenlere peygamberimiz “Zaman ancak Allah’tır,
Allah’tandır, Allah’tadır, Allah zaman mazharında zuhur eder, zaman içinde
zahir olur, görünür” demiştir. Dehr ile Hak’tan mahcup olmayınız, zamanı bilip,
kabul edip de Hak’tan perdeli olmayın, O’nu reddetmeyiniz. Zaman sizin Allah’ı
bilmenize engel olmasın! Allah sıfat ve ef’al ile zaman mazharında zuhur
eylemiştir, zaman içinde görünür olmuştur! Hakka ulaşmak kolay ancak onda daim
kalmak çok zordur, bunu yalnız ilim ve amelde mükemmel olanlar başarabilir. Allah’a
ilmel yakîn ile iman eden ve zaman içinde görünenin yalnız Allah olduğuna iman
edenler Allah’tan gayri müessir olmadığını bilir. (103.1-3)
Nefsanî hayattan sonra ebedi kalp hayatıyla ihya eder. Sonra O’nda fena ile
öldürür; sonra hakkın vücudu ile O’unla olmanız için fenadan sonra beka ve
ihsan edilmiş vücut ile sizi kendine cem eder; lakin insanların çoğu bunu
bilmez. (45.26) Göklerde ve yerde kudret ve kuvveti
ile tasarruf edici ancak O'dur. Göklerin ve yerin küllisi, O'nun batını ve
zahiridir. O'ndan başka bir şey yoktur ki, size yardım ve sahiplik edebilsin.
(2.107)
Entropi yasası,
evrenin, Büyük Patlamadan itibaren geçen zaman içinde, bir çeşit bozulmaya
gittiğini söyler. Bu nedenle en mükemmel düzenin zamanın başlangıcında olduğu
düşünülmelidir. Zaman, sonradan oluşan göreceli bir şeydir. “Kaostan
düzene” deyimi iyi bilinir. İlk bakışta kaos karmakarışık gibi gelse de aslında
“anlaşılması zor, ilâhî denebilecek kadar, karmaşık düzen” anlamındadır. Uzay
zamanın en başında tam bir kaos varken, zaman içinde, gittikçe farklılaşan bir
başka düzene geçiş söz konusudur denebilir. Entropi kavramına göre bir bozulma
beklenirken sadece bir başka düzene geçiş olduğu bilimsel gözlem olmaktadır.
Eğer uzay zaman kavramına göre evrenin, mevcut katsayılar içinde, nefes
alışıyla sonsuza dek süreceği öngörülüyorsa “Her anda bir şe’nde” kavramı akla
gelebilir. Bozulma yerine zaman içinde “Düzenden düzene” geçiş daha akılcı
görünmekte.
“Uzay zaman”
kavramı içinde zamanın akışı hız faktörüne bağlanır. Işık hızında hareket eden
bir parçacık için zaman akmaz, geçmez, sabittir, durur. Büyük hızlarda yolculuk
yapabilecek insanların diğerlerine oranla pek yaşlanmayacağı bilimsel bir
gerçektir. Dünya üzerindeki yaşamdan daha hızlı bir yaşam koşullarına uyum
göstermemiz durumunda farklı bir düzeni yaşıyor olabiliriz.
“Boş bir uzay
bölgesinde, küçük bir zaman aralığında, bir enerji veya kütlenin yoktan var
olup sonra da var iken yok olması” bile ‘bir varmış bir yokmuş’ şeklinde değil
de ayetlerde belirtildiği gibi bir “Düzen” içinde olabilir. Evrenin 13,7 milyar
yıldır var olması bu düzene bir kanıt sayılabilir. Böylece, inanç ile bilim bir
ve tek ‘ilim’ bütününün birbirinden bağımsız iki parçasıdır. Kurcalanmadık
yeri, akla yatkın olmayan köşesi olmayan din alanında ‘dogma’ olamaz. İlmin
negatifi yoktur ki pozitifi olsun. İnancın kaynağı ilimdir. Ayetler çok aklı
olup da aklını derin düşünerek kullanan insan içindir. Evren ve yaşam
bilenlerle ‘bilinmek’ içindir. Canlılar ilimle yeniden doğar, dirilir,
ruhlanır. Bu amaçla insan adaylarını yeniden doğarak diriltmek için, akil
adamlar, dernekler kurmuştur. Din bilginlerin ilminden, biliminden doğmuştur.
Büyüklerin çocukları öcü ile korkuttukları gibi, dinin halkı korkutmak için
kullanılmış olması dinin korkudan kaynaklandığını göstermez. İlimsiz iman kör
ve körü körünedir, boş ve boşu boşuna olabilir!
“İnsan
Suresi” (76) insanı ve amacını anlatır. İnsanın
hayatında, henüz insanlar arasında yer almadığı devirler, dönemler vardır.
İnsanın nefsine uyduğu, maddi çıkarlarının peşinde koştuğu, henüz manevi ve
ruhani değerlere önem vermediği bir çağı olur. Gayb âleminde olan veya şahadet
âleminde bulunanlar henüz yetişme ve gelişme döneminde olanları insan olarak
görmedikleri için aralarında yer vermeyebilirler. Her insan verilenlerle insan
olmalıdır!
“Biz o
insanı deliller ile hak yoluna hidayet ettik, yönelttik. İnsani duygular ile
donatıp uygun koşullarda en uygun davranışlarda bulunması için gereken bilgi,
beceri ve nimetleri verdik. İnsanlardan bir kısmı nimetler sayesinde nimetleri
verene kavuşmak isteyip şükretti ve yönelttiğimiz yönde ilerledi. Diğerleri
sadece nimetleri aldı ve onları gördü ama nimetleri vereni aramadı, kavuşmak
istemedi. Biz hepsini görsel ve akılcı delillerle doğru yola yönelttik. Kimseyi
kayırmadık, kimseye ayrımcılık yapmadık, hepsine eşit mesafede kalıp eşit davrandık.
Biz nimetlerle perdelenen mahcuplara, nimetleri görünce vereni düşünmeyenlere,
düşünüp unutanlara hak ettiklerini verdik. Fıtratlarındaki gerçek amaçlarından
uzaklaştıracak “Mahrumiyet ateşlerini” ve sevdiklerine daha da bağlanmalarını
sağlayan ‘cisimlere eğilim ve muhabbet zincirlerini’, muratlarını talep etmekte
‘hareketlerini kısıtlayıcı bukağılarını’ ve ‘doğal haklarını men edici
ateşleri’ hazırlayıp verdik.”
Yalnız daha çok nimet
isteyen, fıtratının amacından uzaklaşır, mahrum kalır, “Mahrumiyet ateşine” düşer. Nimetler arasından sevdiklerine daha da
bağlanmaları “Cisimlere eğilim ve muhabbet zincirini” oluşturur.
Nimetlere bağlanışla
zincirler güçlenir, kırmak güçleşir. Bu istekler, hakikate erme muratlarını
talep etmekte, “Hareketlerini kısıtlayıcı bukağılara” dönüşür. Boyun bukağıları
geriye bakmayı, nimetleri verene dönmeyi güçleştirir, amaçtan uzaklaştırır.
Yalnız nimetlere dalmak
ve nimetlerde kalmak, Hak ve hakikate ulaşmaya çalışmamak, “Fıtratlarında yer
alan hakikate erme doğal haklarını men edici ateşlere” dönüşür. Ateş, ardında
kalan hakikate ulaşmaya engel olur. “Biz isteyene istediklerini hak ettikleri
kadar verdik” deniyor. Yalnız nimet isteyene yalnız nimet verdik ama bu
nimetler zamanla onlara “Ateş”, “Bukağı” ve “Zincir” olmakta. Çünkü nimet
isteme onların karakterleri olur ve kaderlerini oluşturur. “Zaman içinde artık
nimetin nereden geldiğini bile hiç düşünmez olurlar” deniyor. Hakikat
güneşinden uzaklıkta donar, ateş içinde yanar, bağlı ve bağımlıdır. Bu durum
üşütenin hastalanıp ateşlenmesine veya soğuk ter dökmesine benzer. Kişi
anormalliğinin veya hastalığının farkında olamaz. Sevdiği şeylerin peşini
bırakamaz.
“Her
şeyin O’ndan gelip O’na gittiğini anlayıp, her fiilin failinin Hak olduğunu
idrak edip, efal hicabından kurtulanlar doğru yoldadır. Bu kişilere ebrar
denir. Özü sözü doğru, hamiyetli, sadık ve iyi niyetli, Allah’ı seven
kişilerdir. Mevsuf olanın Hak olduğunu henüz idrak edemeseler de ayn’i zata
yönelmeleri nedeniyle arada, ancak doğru yoldadırlar. Sıfat kâsesinden şarap
içenlerin muhabbetinin lezzeti kâfur ile karışıktır. Zat muhabbeti, yakın
serinliği, nuriyet beyazlığı ve şevk hararetiyle yanmış kalbe ferahlık veren ve
kalbi güçlendiren kâfurun kaynağıdır. Kâfur kalbi serinletir, ferahlık verir ve
aklama, temizleme ve arıtma özelliği vardır.”
İnsan
odur ki her şey kendisine yeniden keşfedercesine aşikâr olur. Kendine verilen
sıfatlar, melek, melekeler ve yeteneklerle bireysel insanlığını keşfeder.
Kendisi benlik ve bencilliğinden arınır, teslim olup sığınır. Kendisinin, genel
insanlığın bir uygulaması olduğunu idrak eder. Örneğin, koruma kollama
sıfatının kendisine fıtratında verilmiş olduğunu idrak eder. Nefsin tatmininde
bilginin önemini anlar. Bilgi sayesinde akıl ve kalbin keşfine ulaşır. Sezgi ve
basiret ile de ilmin kaynağı ve sahibine ulaşır. Uykusuzluk nedeniyle,
uyanıklığı sayesinde, gaflet uykusundan uyanıp, güvenle çevreye sığınıp uyur.
İç ve dış âleminin bir ve tek olduğunu anlar. Her şeyin ilim olduğunu, ilmin
bir değişik uygulaması olduğunu bilir. Eşya hakikat güneşinin gurup ettiği
yerdir. Bu güneşin karanlığı yararak doğması durumunda benlik ve bencillik
gölgeleri yok olur. Latif, kesif olarak görünür halden, tekrar letafete döner.
Diğer bir anlatımla, henüz Tanrı bilinmeseydi kendisi bilir ve sığınırdı, sonra
idrak ederdi ki kendisi rahmanî rahimden doğmuş veya oluşmuştur.
“Kâfur, muhabbetleri
sıfata olmayıp aynı zata mahsus olan vahdeti zatiye ehlinden Allah’ın sevdiği
kullarının sade ve saf olarak içtikleri kaynaktır. Sevilen kullar kahr, lütuf,
arkadaş, sertlik kabalık, bela, şiddet, bolluk, darlık arasını fark etmezler.
Onların muhabbetleri zıtlar ve benzerlerin lezzetlerinde, nimetleri anış ve
övüşlerinde, rahmet zahmette uzayıp gider. Amma ebrar, rahimi, rahmet
edeni, mün'imi, nimet vereni, yedirip içireni, lâtifi sevdikleri için kahhar,
müntekım, mübelli, tebliğ eden, isimlerinin tecellisi zamanında muhabbet ve
lezzetleri, hali üzere baki kalmaz. Yedirip içereni sevenler sevdiklerinin
kahhar, kahredici olabileceğini yadırgayabilirler. Kahrı lütuf görebilmek,
kahra boyun eğebilmek ve rıza göstermek, yokluk ve yoksulluk ile övünebilmek
zor olabilir. Belki bu tecelliyi kerih, fena, çirkin, bile görürler.”
“Benliklerden
bencilliklerin kahrı, kalkışı zordur. Anneye anneliği verilmiştir. Anne
çocuğuna, kendisine sonra bakması gibi, bir menfaat için bakmaz. Koruma kollama
sıfatının kaynağı zatıdır, annelik kişiliğidir. Bu kişiliğini sever ve onu, bu
kişiliğini, muhabbetle karşılar.”
İnsan ne olabilecekse
olmalıdır. Potansiyelini ortaya çıkarmalı, kendini gerçekleştirmelidir. Yeterince
olgunlaşanlar, su terazisindeki kabarcık misali, eşyanın doruğunda yer alıp,
yıldırımın düşmesi, aslında çıkması, gibi yücelmeyi bekler. Beklerken
gösterdikleri azim “Evet”, “Beli” demeleri ve “Söz verme” niteliğindedir.
Ayetlere verdikleri kulak delinir. Delikten içeri, gökten yere ilmin
kristalleşerek salınıp yere düşen hali olan, kar suyu kaçar. Giren bilgiler
gönülde mayalanır. Kalp ruhun nuruyla, ilmin idrakiyle dolarsa, gayrisi kalmaz,
arınmış olur. Arınmış kalbe yansıyan her zerre berrak, duru, iyi ve güzel
görünür, görünen ise cemalidir. Cemalini gören resulünde Allah’ı görür.
O’nu
sevenler, kendilerinde yeterince sebep, donanım ve kudret bulursa,
yaradılışlarında gizli olan hakikat, bilgi, ilim ve erdemler sayesinde,
temizlenme ve arınmayla fiili ihraç etmeye ilişkin verdikleri sözü yerine
getirmiş olurlar. İnsan olarak insanlıktan yaratılmış, akılla donatılmış
oldukları için, önce âlim, sonra kâmil insan, arif olurlar. Böylece kendini
gerçekleştirmiş, verdikleri sözü yerine getirmiş olurlar.
(Not, Y.N. Öztürk, (76.7): “Onlar verdikleri sözü tam bir
biçimde yerine getirirler”.
Kendini bilme gayreti iç
ve dış ortamları anlamayı gerektirir. Dış âlemdeki her şeyin iç âlemde de bir karşılığı
vardır. İçyapı da hiyerarşiktir. En tepede mana, yazılım, ilim veya ruh, en
altta madde, donanım veya beden denebilir. Eşyanın ardındaki ilme ulaşmak
kolaydır. Kalp ve nefsin maceraları uzay
serüvenini aratmaz. Kendimizi bilmemiz için içimizde oluşan, gelişen fırtına,
coşku, tepkilere, gazap ve şehvet duygularına tüm sonuçlarıyla anlam
verebilmemiz gerek. İç ve dış âlemi bilme, hakikate erme ve ilmin kaynağını
idrak etme amaçlarına ulaşılmalıdır. Nelere sahip olunduğu bulunurken, bunların
nereden geldiği merak edilir. Kaynağına indikçe sahiplik kaybolur. Kayıp kazanç
muhasebesi sonumuzu belirleyebilir. Kendini bilenin yaşaması, uygulaması
sanattır.
Dik dururuz,
duramayıncaya kadar. Güvenlik nedeniyle, uyanık kalmaya çalışırız,
uykusuzluktan ölünceye kadar. Yakın çevremizi oluştururuz, koruyup kollayarak,
sonra korunup kollanmak ihtiyacında olur ve sığınırız. Sığınıncaya kadar, çevremize
sığınak oluruz. Bu özelliklerimizi bilinçli olarak keşfetmeden önce bu
özelliklere sahibizdir. Nereden geldiğini bilmeden önce, bu özellik, bu sıfat
bizde vardır. Örneğin, koruyucu ve kollayıcı sıfatı, bizde vardır ve bu sıfatın
bizde var olduğunu bilince “Yaradılışımızdan gelen bir özelliktir bu”
diyebiliriz. Benliğimiz oluşmadan önce var olan özelliğe sahip çıkmak bencillik
olur. Böyle bir bilinç ise kendimizi bilmek veya kendimizi keşfetmek anlamına
gelebilir. Hiç bilinmeseydi önce biz bilirdik. Çok sonra öğreniriz veya hiç
konduramayız “Rahman ve rahim” deyimi bu demekmiş. Böyle var olduğumuz için bu
kadar bilir, bilinir, bilinçliyizdir. Kendini bilen insandır, bilmeyen,
bilemeyen henüz bilmekte, olgunlaşmakta, ‘insan maymunluktan hala gelmektedir’
denebilir!
Dış görünüşümüz
bir beden ve bir kişidir. Analiz etmeye başlayınca, baş, beden, kol ve bacaklar
gibi binlerce ayrı isim altında organ sayılabilir. İç âlemimizde de kalp,
vicdan, utanma, arlanma, gazap, şehvet, korku, cesaret, merhamet gibi birbirini
bütünleyen veya yerine göre birbirinin karşıtı çok sayıda duygu ve algıyı
sayabiliriz. Özetlersek, insan ruhanî sezgiler, kalbî duygular, nefsanî algılar
altında toplanabilir. Çocuk, genç, olgun insan deyince de belirli bir düzeyde
insanca düşünce ve davranış kalitesi beklenir. Bu kaliteye akıl ile
ulaşılabilir. Akıl bilgiye, bilgi kalbe, kalp ruha erer. Sonrasında “Ben mi
bilmek istedim, bilinen mi bilinmek istedi?” sorusunun cevabı düşünülmelidir.
Damla deryayı mı bildi, yoksa derya mı damladan bilindi? Damla içinde deryayı
mı buldu? Derya, damladan mı bilindi?
İnsan suresi insanı ve amacını anlatır. Hitap, aklı olan, aklını kullanan,
bilen, bildiğini uygulayan, olgunlaşmaya çalışan insanadır. Mesaj bireysel
olarak insana, bireyedir. Olgun insanın yücelişini gerçekleştirmesi beklenir.
Ayetler akılsızca ele alındığında yücelme merdiveninin basamakları elde kalır,
çıkılamaz. Taşocağından alınan ham taşlarla sevgi mabedi inşa edilemez. Ebu
cehil deyince, akılsızca, tarihteki adamın teki akla geliyorsa bireysel cehalet
kuyusu doldurulamaz. Nefsin emrinde olan akıl ile elde edilen ilahi bilgiler,
kalpte yer etmesi ve yeşermesi yerine, doğrudan nefse iletilirse, bedensel
bahçenin sulanmasında kullanılırsa, yalnız gururu güçlendirir. Nefis “Ne de
güzel bilgilere sahibim ben” diye gururlanır. Oysa bilginin sahibi nefis
olamaz. Kalbe bilgilerin akıl aracılığı ile ilimden, ruhtan geldiği düşünülebilir.
Tüm iş ve eylemlerimizin insan kişiliğimizde veya insanlıkta gizli kişilikten
kaynaklandığı idrak edilebilir. Fiillerimiz, koruyucu ve kollayıcı gibi,
sıfatlarımızı ortaya çıkarır, ancak fiil ve sıfatlarımız kişiliğimizden
kaynaklanır.
Bilip uyguladıkça filler sıfata,
sıfatlar ortaya çıktıkça da bizi kişiliğimize ulaştırır. Öğrenme sürecinde iken
fiil, sıfat, kişilik ve fıtrat sırasıyla bilinir. Kişi, kendinden öteye,
herkesi ve her şeyi değiştirmeye kalkar.
Bilgi bulanın değildir. Bilginin bilinmesi gereken bir kaynağı vardır. Bu
kaynak var olan, tüm varlık âlemidir ve bilginin bilinçsizce kullanımı insanın
kendine zarar verebilir. “Emme basma tulumbasının
kaçan suyunu tamamlayalım” denilerek verilen bilgileri özümlemeden kullanmaya
çalışmak da gururu besleyebilir. Tulumbanın özündeki kapakçık açılmadan, dökme
su tulumbanın özüne ulaşmadan, yararlı olamaz. Dökülen su ile bahçe sulanmaya
çalışılırsa yetersiz kalır. Birisinden alınan bilgi özümlenmezse ne akılda
kalır ne de yararlı olur. “Bu bilgiler güzel bilgiler, ben bu bilgileri yeri
gelir başkalarına satarım ve puan kazanırım” denirse olmaz. Yeri gelince tam
olarak hatırlanmaz, eksik ve yanlış hatırlanması veya yanlış kullanımı kişiye
zarar verebilir. Dökme su ile değirmen dönmez. Ayetler bilgiye, bilgi ilme,
ilim kaynağa götürmelidir. Bilgileri özüne indiremeyen, kendi özüne inemeyen,
bilgileri özümleyemez, sindiremez, güç ve kudrete çeviremez. Derinden kendi
tatlı suyunu çıkaramaz. Su çıkaramayan tulumba ses çıkarır. Ezbere konuşmak
başkalarının borazanı olmaktır.
Nefsanî
beslenme için kullanılan akıl ile ancak niceliksel doyuma ulaşılır. Bu gidişin
sonu yoktur. Gururun alçak gönle, aç gözlülüğün kanaate dönüşmesi aklın elde
ettiği bilgilerin kalpte sıfatlanmasına bağlıdır. Ruhani bilgiler kalpte
mayalanmalı ve kalp deryası maya tutmalıdır. Derya bilgisi, mayalanmadan,
muhabbetsiz kullanılırsa, nefis gölünde maya ziyan olur.
Kalp kapakçığının
zamanında açılıp kapanmasıyla, muhabbetle kalp beslenir. Güçlü kalp nefsanî
duyguların da hem niteliksel hem de niceliksel doyumunu sağlar. Ruhtan akıl
yolu ile alınan bilgiler hemen nefsin kullanımına sunulmamalı, derin düşünme ve
tefekküre götürmeli. Bilgi ile daha çok ve daha güzel bilgiler elde edilmeli.
Tulumba dipten tatlı su çıkarmalı. İnsan, küpünün suyunu kullanıma sunmak
yerine kendi küpünün dibini delip deryaya oturtmalı. Küpün suyu, eldeki bilgi;
suyun, bilginin kaynağına varmak için kullanılmalı. Böylece, insan düşünmez,
düşünce ona gelir, düşünce dipten kaynar!
Kutsal mesajlar,
üzerinde tefekkür edilirse yararlı olur. Mesajın gelişi ve kişiye erişi
efaldir, fiildir, “Güzel” bulunarak sıfat kazanırsa, üzerinde tefekkür edilirse,
zata erdirir. “Biz o insanı deliller ile hak yoluna hidayet ettik, yönelttik.
İnsani duygular ile donatıp uygun koşullarda en uygun davranışlarda bulunması
için gereken bilgi, beceri ve nimetleri verdik. İnsanlardan bir kısmı, nimetler
sayesinde, nimetleri verene kavuşmak isteyip, şükretti ve yönelttiğimiz yönde
ilerledi. Diğerleri sadece nimetleri gördü, aldı ama nimetleri vereni aramadı,
kavuşmak istemedi. Biz hepsini görsel ve akılcı delillerle doğru yola
yönelttik. Kimseyi kayırmadık, kimseye ayrımcılık yapmadık, hepsine eşit
mesafede kalıp eşit davrandık. Her şeyin O’ndan gelip O’na gittiğini anlayıp,
her fiilin failinin Hak olduğunu idrak edip, efal hicabından kurtulanlar doğru
yoldadır. Bu kişilere ‘ebrar’ denir. Fiillerinin aslında kendilerine fıtratlarında
verilen sıfatların ortaya çıkışı olduğunu idrak ederler. Özü sözü doğru,
hamiyetli, sadık ve iyi niyetli, Allah’ı seven kişilerdir. Mevsuf olanın Hak
olduğunu henüz idrak edemeseler de ayn-i zata yönelmeleri nedeniyle arada,
ancak doğru yoldadırlar. Sıfat kâsesinden şarap içenlerin muhabbetinin lezzeti
kâfur ile karışıktır.”
“Zat muhabbeti, yakın
serinliği, nuriyet beyazlığı ve şevk hararetiyle yanmış kalbe ferahlık veren ve
kalbi güçlendiren kâfurun kaynağıdır. Kâfur kalbi serinletir, ferahlık verir ve
aklama, temizleme ve arıtma özelliği vardır.” (*)
Muhabbeti
nedeniyle sever ve sevilir. Sevilen kul olarak kahır ve lütuf, bolluk ve
darlık, rahmet ve zahmet onun için fark etmez. Çocuğu için varlığını ortaya
koymaktan kaçınmaz. Anne, annelik sıfatının, annelik kişiliğinden
kaynaklandığını idrak ettiği için, çocuğuna duyduğu muhabbet sayesinde kâfur
içmiş gibidir. Kâfur gibi, annelik, annenin kalbini arındırır, benlik ve
bencillik bırakmaz. Anne, anneliği öğrenerek, yalnız ilmen bilseydi, ebrar olsaydı,
annelik kişiliği içinde kendini feda etme tecellisini kerih görebilirdi.
Annelik sanatını sergiler.
O’nu seven mali
menfaatlerden sıyrılır ve nefislerini özellikle kıskançlık rezaletinden
arındırır. Çünkü mal sevgisi perdelerin en kalınıdır. Bu nedenle esirgemez
verirler, miskin, yetim ve esirler gibi başkalarını kendi nefislerine tercih
etme sıfatıyla sıfatlanırlar. Yani, nefislerini cehaletten arındırıp
temizleyerek, ruhani hüküm ve şeriat yemeğini, Allah muhabbetiyle birlikte,
beden toprağında yaşamaya mahkûm yoksul miskine, nefse yedirir.
“Hakiki babası olan
kutsal ruhun terbiyesinden kesilmiş durumda olan yetimi doyurur. Doğanın esiri
ve nefsanî sıfatların kabrinde hapis olan esire verir. Kısaca kalplerine,
veledi kalplerine yedirir, doyurur ve verir. Yeni doğan kalplerini beslerler.
Yok bilinen, kıymeti bilinmeyen kalp beslenir. Nefis, veledi olan kalbi
sıfatlarla besler. Kalp sıfat kazandıkça nefsin eylemleri değişir. Kalbin
doğuşu ile nefis anne olur. Kalbin ruhtan alınan ilim sütüyle ve irfan balıyla
beslenmesi anneyi kendini sanatına feda etmeye kadar götürebilir.” (4.36)
Dışarıdan verilen
bilgiler sayesinde kalpten öğrenmeyi öğrenen olgun insan kalbini besler. Kalp
kapakçığı yerinde ve zamanında açılıp kapanır, bilginin kaynağının ruhu
olduğunu keşfeder. Yem ile balık tutar gibi bilgiler üzerinde tefekkür ederek
yeni bilgiler elde eder. Kalbin ruha açılan kapakçığından elde edilen ilk
bilgilerin aynı kaynaktan yeni bilgi elde etme amacıyla kullanılması, yeni
keşiflere yol açar. Keşfetmeyi zevk ederek yeni bilgiler elde edilmesi konuya
duyulan muhabbeti artırır. Muhabbetin verdiği sıcaklık mayanın tutmasında
yardımcı olur. Kalbe dolan bilgiler ruha açılan kapının açık kalmasına kadar
sürdürülebilir. Her kalp kişinin yeni doğan bebeğidir, veledi kalbidir. Annesi
kendisinden razı olunan nefistir. Muhabbeti nedeniyle kalbini beslemekten zevk
alır.
“Beslerken karşılık beklemez, Allah rızası için doyururlar. Ebrar, efal
hicabından kurtulup sıfata geçmek üzere oldukları için, yaptıkları ile hayır ve
sevap değil Allah rızasını isterler. Zira vecih, sıfatla beraber zattan
ibarettir. Ebrar, Allah’ın gazap ve kahır tecellisinden korktuğu için, Allah’ın
rıza ve lütuf tecellisi ile nimetleşir. Onlar, sıfat nurları içinde, efal cennetlerinde
nefsanî lezzetlere ve şeytanî ziynetlere karşı sabretmeleri nedeniyle, zat
cenneti ve ilahi sıfatları idrak ile ödüllendirilirler. İlahi sıfatlarla
sıfatlanmış oldukları için, bağış olunan ve ihsan edilen zat ve sıfat tevhidi
yemişlerinin salkımları onlar için aşağı sarkıtılmıştır, ne zaman isterlerse o
yemişleri toplar, zevk ederler. Keşfetmeyi zevk edenler yeni keşiflerin tadına
varmak için tefekkür etmek istediklerinde daha az bir gayretle yeni keşifte
bulunur, salkımlar aşağı sarkıtılmıştır.” (*)
Gözlem
ve analizlerle doğadan elde edilen bilgilerden yeni bilgiler elde etmek
sezgiyle olabilir. Yeni bir buluş mevcut bilgilerin değerlendirilmesini
gerektirir. Akıl sayesinde ulaşılan bilgiler sezgi ile değerlendirilir.
Akıl
ile akluhikmete, sezgi ile de hakikate ulaşılabilir. Bilgiler sayesinde
bilginin kaynağı ilme ulaşmak sezgiseldir. Kalbin sezgi ile ilmin kaynağına
ulaşması ve yeni bilgiler elde etmesi kalbi besler. Beslenen kalp için yemiş
salkımları aşağı sarkıtılmış olur, yeni bilgilere daha kolay ulaşabilir. Doğal
bilgiler aklı kalbe, kalbi de ilmin kaynağına, ruha götürür. Kişi kalbi için
kişiliğini feda edebilir, kendini ilme adayabilir, kalp ruha yücelir.
Kalbin ilahi
sıfatlarla sıfatlanmış olması ve sıfatların en güzel suretler halinde ortaya
çıkması, çeşitli kaplarda görünmesi şeklinde olur. Kalpte ortaya çıkan bu
sıfatların gümüş kaplar, küpler ve sırça görünmesi arka plandaki zat nurunun
parlamasındandır. Kalbe sırça teşbihi de buradan gelir. Kalbin sırça şeffaflığında,
gümüş beyazlığında ve berraklığında oluşu ardındaki zat nurundandır. Onlar
istedikleri içkileri istidatlarının gerektirdiği kadar o kaplardan içebilirler.
İlim sütü ve idrak balı ile beslenen kalp şarap yapabilir. İlim sütü emen idrak
balı yapar. Salkımlardan elde edilen bilgi daneleri üzüm gibi yenir, suyu
çıkarılıp özümlenir, kalpte mayalanan ilimden şarap oluşur. O’nu sevenlerin
muhabbeti, kâfur gibi arındırıp bencillikten geçirir, sarhoş eder.
“Onlara o cennette
iştah açıcı lezzet veren zencefil karışımlı bir kadehten içirilir. Ulaştıkları
yer geldikleri yerden daha iyi olduğu için daha ileri gitme arzuları
olmayabilir. Sıfatları seyretme arzuları olduğundan, sıfatları tek tek
seyretmeyi yeterli bulabilir. Sıfatların tümüne kavuşmalarını imkânsız
görebilirler. Vuslat yolundaki âşık
yolcular, aşklarının hararetinden hiç bir zevk ile kıyaslanamayacak zevk
içindedirler. Onlara sıfat iyiliğinden saf ve benlik zuhuru pisliğinden pak
hakiki bir aşk şarabı olan zat muhabbetinin lezzetli şarabı içirilir.”
“Sözü edilen cennet,
kaplar, huriler ve şarap sizin sıfat tecelliyatının hakkı ile kıyamınızdan
dolayı size mükâfat olmuştur. Gayrımız değil biz zatımızla sana Kur’an’ı tenzil
eyledik. Benlik ve bakiyenin zuhuru belası ile beraber fena makamında ehadiyet
zatının tecellisine sabret. Hukuku ile kıyam ve olgunluğunu göstererek
Rab’bini, ilahi nurun doğuşu ve gurubu zamanlarında, zikret. İstemeseydim
isteyemezlerdi, Ben onları dilerim ki onlar beni dilerler! Perdelenmeleri
nedeniyle rahmetimden haz ve nasiplerini eksiltenlere elem verir.” (*)
Genellikle güzel sanatlar alanındaki eserler karşısında, yeteneklerin Allah
vergisi olduğu söylenir. Kendini bilme de bu açıdan sanat olsa gerek. Örneğin,
“Koruma kollama” sıfatının benlik oluşmadan önce var olduğunu sezmek, fıtrattan
geldiğini bilmek, Allah’tan olduğunu idrak etmek, Allah vergisi olsa gerek.
Ancak bu durumda akıl verilmiş en büyük nimettir denebilir. Bu sıfata
kendisinin zaten sahip olduğunu düşünebilen, bencillik ettiğinin de farkında
olabilir ve vazgeçebilir. Rahmetten haz almayı eksilten, perdeyi böylece
kaldırabilir. Alt yapı, fıtrat, her kişide var olsa da üst yapı, sıfatın
fıtrattan geldiğinin idraki, nadir görülen bir eserdir ve Allah dedirtir!
(*)
(" " Tırnak içindeki paragraf ve cümle alıntıları, adı geçen
Kaşani te’vilinin, 76 İnsan Suresi’indendir).
Yokluk ve
varlık konuları bilim ve inanç açılarından farklı gibi görünür. Bir konuya
bilimsel ve dinsel açılardan bakış, ilk akla geleceğin tersine, aynı sonuca
götürür.
“Bilinmeyi
sevdiğim için ‘varlığın’ oluşumunu istedim” kutsal hadisi oluşumun
bilimselliğine ve istenenin inanmak değil bilmek ve bilinmek olduğuna işaret
edebilir. Bir şeyin bilinmesi onun ardındaki ilmin anlaşılması ile mümkün olur.
Varlığı da E=MC2 gibi ardındaki bilimsel formüllerle anlayabiliriz. Varlığımızın
temelinde sevginin oluşu da içimizden gelen sevginin kaynağına işaret eder.
İnananın, cahilin, çalışmak, öğrenmek ve bilmek zorunluluğu vardır.
“Büyük Patlamadan
önce ne vardı?” sorusuna bilim insanları “hiç” cevabını verir. “Hiçlikten enerji (veya kütle) ortaya çıkar,
sonra yok olur” kuantum fiziğinin temel ilkesidir. İnançsız bilim insanlarının
çalışması bu noktadan ötesi, ya berisi? Enerji nereden gelir, elektronun ilk
hareketinin kaynağı nedir, kütle neden ve nasıl oluşur? İlmin kaynağı nedir?
Evrenin 13,7 milyar yaşında oluşu tesadüflerin olmadığının ve tasarımın kanıtı
mıdır?
‘Âdem’,
‘ademiyet’; ‘yok’, ‘yokluk’ anlaşılmalı ki ‘var’, ‘varlık’ idrak edilsin.
Allah’taki “Yoklukta” “Varlığın” halk edilişini anlayabilmek için varlığımızda,
varoluşta “Yokluğumuzun” idraki, nefis ile savaş gibi, esastır. Sonra ne
olacaksının cevabı “Hiç” ise o kişi “Yok” olmaz.
“Varlık da,
yokluk da Allah’tadır, Allah’ındır” demenin makbulü cahilin inancı değil
bilenin idrakidir. Bu idrake ermek için inanana çalışmak, öğrenmek, bilmek
farzdır. İlim müminin yitik malıdır arayıp bulmalıdır. Işığın bu hızla hareketi
ışığın “Allah’tan kaçışı mı, Allah’a koşuşu mudur?” olduğunu ispat etmek
inançlıya farzdır. Belki de O’ndan, O’nda, O’nun ile O’na.
“Hiçbir şey yok iken O vardı, O her
şeyin evveli ve ahiri, sonu, batını ve zahiridir, Allah ‘yok’tan var eden, ‘var
olan’dır, ‘Gayri’si yoktur ki İlâh olsun, şirk olsun.” (2.115, 116, 255)
Bilim
insanları çok haklıdır. Enerji varsa ilmin kuralları geçerlidir. İnanç ve
Kitaplar bir adım daha ileri gidip ‘enerji ilmin görünür halidir, ilimden
ibaret olan ruhun sahibi vardır’ der (16.2). Tarafsız biri için en makul ve
mantıklı olan şey, aksi ispat edilinceye kadar, elçi ve kitapların ilmini
öğrenmektir. Yokluk ve varlık Allah’tadır. “O vardır, gayrisi yoktur” ayetini
ve “Yokluk” kavramını anlamak için önce kendimizin “Yokluğunu” idrak edebilmemiz
gerekir.
Gençliğimizde
“Ben” deriz “Bencillik” yaparız. Olgunlaştıkça her şeyin bize verilmiş olduğunu
anlarız. ‘Akıl bize verilen en büyük nimettir’ deriz. Maddî âlemin temeli
enerjidir. Enerji de bize verilmiş bir nimettir. Enerji, itim ve çekim güçleri
vardır ve gerçektir, her şey bunların üzerine inşa edilir. Biz enerjiden oluşuruz
ama enerjiye sahip olamayız. ‘Enerji bizimdir, biz ona sahibiz, onun sahibi
biziz’ denemez. Enerjinin halden hale, hızdan kütleye dönüşümünün ardında ilim
vardır. Bilgiler bizimdir ama ilmin de
bize ait olduğu söylenemez.
Fizik profesörü
olsak da fizik ilminin sahibi değiliz. Hiçlikten enerjiyi çekip çıkaran, ışığa
ve sese hız veren biz değilizdir. Özelliklerini tespit ederiz o kadar. Ses ve
ışığın hızının kaynağına göre değişmemesi, çocuk ıslığı ile bomba sesinin, mum
ile güneş ışığının aynı hızda olması ilginç gelir. Enerjinin de ilmin de sahibi
olmadığımızı, böylece, Kutsal mesajların doğruluğunu, idrak edebiliriz.
Âdemin de
âlemin de oluştuğu enerji ve ilim “Bizim değil” idraki kolay, “Bizim olan
nedir, neye sahibiz?” sorularını cevaplamak zor. Enerji ilmin ilk bilinir
halidir, aslında enerji ilimden oluşan ilk “Şey”dir. Enerji özellik ve düzene
sahiptir. İlim ve enerji kavramlarının idraki bazı ayetleri anlamamıza yardımcı
olur. “Âdem, Vücutta o Vahid-i Mutlak'ın gayrı bir şey ve O'ndan başka mevcut yoktur ki, ibadet
olunsun, imdi ona şirk etmeniz, nasıl mümkün olabilir. O'nun gayrı, sırf âdemdir, yokluktur, bu sebepten şirk, ancak O'na cahil olmaktan neşet eder, kaynaklanır.” (2.163) Allah, tek var
olandır. Allahsız yazılım veya donanım olmadığı için gerçek şirk mümkün
değildir. Şirk edildiği zan edilir. Allah bilinmediği için şirk zandır.
Kuantum mekaniğine göre ‘var olup, yok olan’
parçacıklardan oluşuruz. Bir miktar
‘kütleye dönüşen enerjiyiz’ başka bir şey değil ve bu enerjiye sahip çıkmaya
çalışırız. Yalnız Allah “Var olandır” idrakiyle, inanç sayesinde, Âdem
ademiyete dönüşür. İlim, akıl ve enerjinin ‘verilmiş’ olmasıyla, bilim
sayesinde, ‘aslında yokluğumuzu’ idrak ederiz. Her iki açıdan da kendi “Varlığımızın
yokluğunu” idrak edebiliriz. Böylece, yokluğu “Varlığımızda”, var zannettiğimiz
“Şey”de, “Yokluğumuzu” bulmuş oluruz.
Dünyanın
atomlardan oluşu ne kadar ince işçiliği olduğuna kanıttır. Doğanın evveli ateş,
ahiri ateştir. Olmazsa olmaz niteliğinde çok sayıda inanılması güç katsayılara
dayalı gerçeklerin üzerinde durur. Hayat için uygun ortam oluşturması kadar
hayatın kendisi de iğne ile kuyu kazma kavramını hatırlatır. Bireysel yaşamda
da hafife alınacak bir nokta yoktur. Her ayrıntı, gelişten dönüşe, ayet,
delildir, doğru yolu, yücelişin yolunu gösterir.
Hakikat ehli bulvar üzerinden geçer,
Hakk’a ve hakikate yücelir. Gelişte ayrıntılara dikkat edilirse dönüş
yıldırımın düşüşü veya çıkışı kadar kolaydır, şeytan engelleyemez.
Hayat,
enerji, kütle ve evren gibi, yoktan var olur. Yaşamak, doğa koşullarına ve önceleri
yer çekimi olarak bilinen uzay zamanın enerji veya kütle tarafından bükümüne
karşı koyup ayağa kalkıştır. Olgunlaşma sürecinde doğanın ayrıntılarına dikkat
edilir. İlmin enerjiye, enerjinin kütleye, kütlenin maddeye, maddenin doğaya ve
bedene dönüşümü anlamlıdır. İlk enerji mükemmellik içerir. Bilgi edinmekle
başlayan süreç kadim ilmin idrakine kadar sürer.
Davranışlar, yeme, içme ve
alışkanlıklar için bazen “Her şeyin fazlası fazla” deriz. Sevme konusunda da bu
doğrudur. Oynamayı çok sevmek bile insanı oyuna köle yapar. Sevilen, sevenin
hayatını düzenlemeye kalkar. Her şey sevilen şeye göre kurgulanır, hayatın
akışı buna göre düzenlenir. Sevmek itaati gerektirir, itaat ise zaman içinde
ibadete dönüşür. Alışkanlıklar, adetler ibadet halini alır. Dünya sevgisinin
böylece ibadete dönüştüğü görülür. Aşırı yükün ağırlığından kurtulmak,
boşalmak, hür olmak istenir.
Dünya gölge gibidir, tabi olandan
kaçar, kaçanı kovalar, ona tabi olur. Dengeli beslenme gibi zevk ve sevgi de
dengeli olmalı. Yaşamak için yemeli, içmeli zevk için oynamalı. Bireysel ilim
düzeyi arttıkça kesafetten letafete geçilir. Eşyanın yerleştirilmesinde,
özellikle ustalarca kullanılan, su terazisi, tüp içindeki küçük kabarcığı,
boşluğu, kullanır. Madde denizi diyebileceğimiz bu Dünyayı su dolu bir balon
gibi düşünürsek arınmış, boş, boşalmış, latif halimiz kabarcık gibi bizi en
üstte tutar. Yüksüz isek doğanın üzerinde yer alırız, yükü ağır olanlar dibe
çöker. Bedensel, maddesel yüklerden arınmak yerimizi belirler. İlim ve ilahi
sevgi letafet kazandırır, eşyanın hakikati idrak edildikçe ilme ulaşılır.
Hayatın bir amacı vardır, günlük
yaşamın ayrıntılarında kaybolmamalı. Tüm nimetler nimetleri verene götürmeli.
Neyin, nereden, niçin, nasıl geldiği araştırılıp bilinmeli. Her şeyin kendisi
için olduğunu düşünen bencildir, benlik gururu içinde, kibirlidir. Benliği ile
ikilik çıkarmakta, şirk koşmakta denir. Şirk içinde olana müşrik denir. Müşrik,
doğuştan dilsiz gibi, istidadında idrakten yoksundur, inkârdadır. İnsan ilahî
vücudun aracı, hazretinin vekilidir. Akla hizmet edene dünya da hizmet eder,
dünyaya hizmet edene dünya da engel çıkarır. Akıl nefse hâkim olmalı, nefis
akla değil. Akıl da kalbin sesini dinlemelidir. Sürekli inkâr ağır yüktür,
insanı maddeye bağlar, dibe çeker.
Vahdet ehli, muvahhit, Hak ile kaim,
ayakta olduğunun idrakindedir. Bu nedenle halka adaletli davranır, başkası
yoktur. Çünkü adalet vahdetin kesret âlemindeki gölgesidir. Muvahhit, vahdet-i
zat ile kaim olunca, gölgesi tüm eşya üzerine düşer. Tüm eşyaya eşit, adaletli
davranır, hakikatini bilir, her şeyin özü birdir. Eşyanın içine girer ama eşya
onun kalbine girmez.
Eşyayı sevip kalbine sokan, eşyaya
tapan onunla sevinir, üzülür, onunla ölür, eşyanın ateşiyle yanar. Oysa hakikat
ehli tüm doğayı amacına uygun kullanır, amacı için araç olarak görür. ‘Bilinmeyi
sevene ulaşma’ amacına ermek için doğanın üzerine yol çekilmiş haldedir. Bu yol
Hakk’a giden sıratı müstakimdir. İlim yükü ile letafet kazanılır, boşluk,
kabarcık halinde doğanın ve ateşinin üstünde kalınır. Önce doğa araçtır, O’na
gider, yükü de lâtif yokluktur!
Yücelen, sonra gökten yere parlak
bir şekilde yıldırım gibi iner. Hakikat ehli, muvahhit, ilmi idrakiyle fena
bulur, arınır. Sonra, “Beka ehlinden” Hakk’ın has kulları olarak, “Nar-ı tabiat
üzerine çekilmiş “Allah’ın sıratı müstakimi” gibidir.
Hakikat
ehli sırat üzerinden parlak yıldırım gibi geçer, yücelir. İnsan, ilahi
sevgisiyle sevilmesi halinde, zıt kutuplu elektrik yükleri gibi, çekim gücü
oluşur. Allah ile kaim olan muvahhit olarak, madde denizinin üzerinde kalır,
eşyada sırat oluşturur. Arzdan arşa, seven sevilen olarak, karşıt yük ile
sırattan yıldırım gibi geçerler. Sıratı geçiş zamansızlıkta gerçekleşir. Zaman
bağımsız değil uzay zaman birleşik alandır.
Yerde ve gökte, gizli olan büyük
kıyametin ilmi; eşya, nefis, kalp, sır, ruh, hafa, gaybül gaybtan oluşan yedi
makamın sırrı; yer ve göğün gizli hakikati; ceset ve ruh âlemlerinin ilmi
Allah’ındır, Allah’a mahsustur. Zamana kıyasla büyük kıyamet zaman alıcı
değildir. Kıyameti idrak eden onu zamanda değil zamansızlıkta idrak eder. Her
şeye kadir olan, kudret sahibi olan, ehlinin ve has kullarının müşahede
ettikleri gibi, zamansızlıkta ihya ve imhaya kadirdir.
Fikir, teorik ve uygulamalı akıl,
kuruntu ve hayal gibi ruhani ve nefsanî âlemlerde uçuşan kuşlara hiçbir şey
etki edemez ancak Allah eder.
Akıl ve fikir yürütmede kimsenin
kontrol, kuvvet ve kudreti yoktur. Fikirlerin uçuşması herhangi bir maddeye
bağlı değildir, eşya ile ilgili olsa da fikirler eşyaya dayanmaz. Benlik yapan,
şirk koşan, müşrik resulün dediğini anlar, istidadının bu olduğunu bilir ama
inkâr eder, neyi inkâr ettiğini bilir, eşyaya sığınır. Allah’a götüren ilmin
yolunu şeytan bile kesemez, müşrik şeytana sığınmaz.
İnsanın yetenekleri melekler gibi kendine
boyun eğmiş, secde etmiştir. Kalpte yer eden, kalbine dolan toprak, hava, su ve
ateşten oluşan doğal bedensel güçlerin en lâtifi ateştir. Ateş ısısı nedeniyle diğerlerinin
üstünde yer alır. Kalbin içinde ruha açılan fuad kapısının yakınında
konumlanır. Üsttekiler alttakileri bilir, ateş de toprak, hava ve suyu bilir.
Âdemin çamurdan yaratıldığını bildiği için secde etmediği söylenir. Akıl da
ruhtan aldığını kalbe taşırken vehim, kuruntu şeytanı, aklı tam anlayamadığı
için, onu bildiğini zanneder. Aklın hükmünü kabul etmeyerek ona tabi olmayı,
secdeyi reddeder. Kuruntunun ruha lâyık olmadığı anlaşılınca “Sen oradan düş,
çık git” denilir. Şeytanın nefsanî güçlerden biri olduğu ruhani güçlerden
olamadığı belirlenir. Böylece, Allah’ın ilmini elde etme yolunda olanların
önüne geçmesine engel olunur. Kuruntu veya şeytan seyri sülûk üzerinde olanları
engelleyemez, gayrisine meyillilere eşyayı sevdirir.
Allah bağışlayıcıdır deyip ön
taraftan gelir ibadete engel olur. Arkadan yaklaşır kendisi ve ailesi için
fakirlikten korkutup mal edinme peşinde fazlasıyla koşturur. Sağdan yaklaşır
faziletli olduğuna, ilminin çokluğuna inandırıp gurur ve kibirle Allah’tan
mahcup eder.
Soldan yaklaşır çok çeşitli zevk ve
safahata, lezzet ve şehvete düşürür. Şeytan böylece dört yönden de insana
yaklaşabilir.
Söz konusu dört taraftan yaklaşarak
şeytan insanı nimetleri verene yaklaşmaktan, doğru yola girmekten alıkoyar.
Böylece de şeytan tevhit cennetinden kovulmuş ve bir daha da dönememiş olur.
(16 Nahl,75-77)
16
Nahl, 76 (Ve hüve âlâ sıratın müstakim) O muvahhit,
tevhit eden, fenadan, yokluktan sonra, «beka ehlinden» biri olarak, Hakkın has
kulları, «ehli hakikat» için, «nar-ı tabiat» üzerine çekilmiş «Allah'ın sıratı
müstakimi» üzerindedir. Hakikat ehli olanlar, parlak yıldırım gibi o sırat
üzerinden geçerler. Sevilen “bilinme”, ancak, bilerek letafet kazananın, doğada
oluşan sırattan yıldırım gibi geçişiyle gerçekleşir.
Kıyameti Kübra, büyük kıyamet,
olarak bilinen zamanda, şeytan insanı anlayıp ona secde edip itaat eder. (38
Sad, 76) Habibim sen de ki “Benim lisanımla söyleyen Allah'tır.” (38 Sad, 86)
Bilimsel verilere göre yıldırım ile
atmosferde bulunan azot toprağa geçer ve böylece yıldırımın düşüp, çıktığı
yerde toprağın verimliliği artar. Tabiat böylece yük kaybeder ama verimlilik
kazanır, beşer giden Hak ile halka döner, sevilenleri yüceltir. Doğa bir
dengeyi de böyle sağlar. Darısı başımıza!
“İnsanın içinde olmalı”, “İnsan
biraz düşünmeli, fikir feraset sahibi olmalı” gibi deyişlerimiz çoktur.
Özellikle inisiyasyon sisteminde kendini bilme gayretleri, derneklerde ve
dergahlarda, ezoterik öğrenime dayanır. Kendini bilme sürecinde kişiye bu
yolculuk “senden sanadır” denir. Bireye içe dönük yolculuğun ilmi verilir, her
şeyi ve ilmi kendinde bularak kendini bilmesi önerilir. İnsanlık dışımızda, insanlığımız
içimizdedir.
Kendini bilme gayreti içindeki birey açılır kapanır anten tipindeki, gösterge
çubuğuna benzetilebilir. Çubuk en kısa halinde, kapalı iken, insana benzer. Dik
durması insanın reşit olma durumunu gösterebilir. Doğa koşullarına uyum
göstererek ayakta kalması ve diğer kişilerden farklı bir kişilik oluşturması
kendine özgü bir insan olduğunu gösterir.
Herkes birbirinden ayrı ve farklı
bir insandır. Her kişinin sosyolojik, ekonomik, politik, kültürel gibi farklı
çevrelerden gelip farklı bir geleceğe yürüdüğü açıktır. Toplumsal bir amaç için
çalışabilir. Genel ortamın özel bir bireyidir. Kuantum mekaniğindeki dalgasal
hareketler içinde olan foton gibi bir parçacıktır. Rahmanî ışınımın rahimî
görünümüdür.
Aynı hedefe ulaşmak için birlikte
gayret, ortaklaşa çaba sarf edilebilir. Ancak kişi kendini bilmeye çalışırken
içe dönük yolculuk bireyseldir, cehalet kuyusunu kendisi tek başına
doldurmalıdır. Diğer kardeşler yalnız örnek oluşturabilir. Bir bilgiyi anlamak,
bir sorunu çözmek, zihin açıklığı ve parlaklığı verir. Kendi özüne inip ilmin
bütününü idrak, insanı nura gark eder, aydınlanır. Eşyanın hakikatini anlamak,
eşyada gurup etmiş olan hakikat güneşinin parlamasını sağlar.
Kendini bilmeye giden doğru yol bireylerin dışında değil ve topluca
gidilebilecek bir yol da değildir. Gösterge çubuğu dik durur ve önce ucu bir
aşama açılırsa, üçüncü boyut olarak doğru yol ortaya çıkar. Antenin bir çıt
açılması insanın kalbini keşfetmesini temsil eder. Bu açılım dışarıdan olamaz.
Kalbin dışa açılan kapısı içeriden açılır ve sıcak duygularla dolarsa açılır,
mayalanan sevginin aşka dönüşümü ile açılır. Diğerlerinden farklı kılan benlik
ve bencilliğinden vazgeçip, örneğin, kazancın meşruluğuna, ahlakın güzelliğine
önem ve öncelik verirse açılır. Kalp akıl aracılığı ile ruhtan aldığı nuru
nefsine yansıtır, böylece, nefsin kanaatkâr olduğu görülür. Ruhtan, ilmin
kaynağından, basiretle alınan bilgiler, uygulanıp yaşanacak bilgilerdir.
Dışarıdan alınan bilgiler unutulabilir, uygulaması yapılmayabilir. İçten dolup
taşarak duygusal alandan çıkan bilgiler aşk içinde uygulanır. Seven herkesi
sever.
Kadim, öncesi olmayan, zamandan beri süregelen ve sürüp gidecek olan öğreti
birdir. Hz. Âdem’in torunu olan Hermes, Şit ve İdris peygamber olarak bilinen
kişinin kutsal kitaplarda geçen mesleği terziliktir. Kişiye özel elbise diker.
Kişiye özel giysi giydirir
insanlara. Kendinden kendine giden yolu gösterip ermişliğe götürür. Kutsal
kitaplarda bu öğretinin özü yer alır. Bireysel öğrenimin genel durumu ise
dergâh ve derneklerde ele alınır. Elbirliği ile evrende yolculuk yapılacak
yollar bulunur ve gidilir ama bireysel yolculukta “Senden sana” yol bir anten
boyu gidilemeyebilir.
Üstat veya mürşit “Evladım sen kendine dön, içine kapan, kendinde yol al,
kendine git” dese de talebe “Ben en iyisi size geleyim efendim” demekten
kolayca vazgeçemez. Bütün kutsal kitapların özü de birdir, “Senden sanadır
hitap”, “İçindeki kötülükleri gider” derse de biz anlayamayız.
Hayattaki kötülükleri görürüz, “Aç
gözünü basiretli ol” deyimini yanlış anlarız, iki gözümüzü dört açarız. Oysa
kişi kendi içini, kalbini kötülüklerden temizlerse dışarıda gördüğü kötülükler
de yok olacaktır. Kısaca içini temizleyenin dışı da temizlenir, güzelliklerle ve
iyiliklerle dolar. Kişi herkesi kendisi gibi bilir. Kendinden pay biçer.
Eşyanın ruh veya ilmin uygulanmış hali olduğunu kendini bilen idrak edebilir.
İlim kadar amel olur. Mükemmel ise insan, evren de mükemmeldir.
İnsan öpüşürken gözlerini kapar, sevdiği Tanrı’ya gözü açık gitmeye çalışır.
“Bütün yollar Roma’ya gider” deyip çalılıkların arasından geçerek Allah’a
ulaşmayı planlar. Doğru yoldan sapmamak için sanki doğru bir otoyol arar.
Hâlbuki ayetlerde “Nimetlerimle kendimi sevdirdim”, “Nimetlerimle beni seven
bana şükreder” denir. Şükür insanın kalbinden gelen bir şeydir, kalbinin
farkına varır, şükür ederek zikir de etmiş olur. İçinde hissettiği sıcaklık
sevginin verdiği ısıdır. Bu sıcaklığı hisseden kişi kabına sığmaz ve maddenin
soğukluğunu da hisseder. Madde denizinin soğukluğu iticidir, mana denizinin
sıcaklığı cezp eder, çekicidir. Böylece insan dıştan içe doğru yolculuğuna
başlayabilir, üçüncü boyutta ilerleyebilir.
Kalbinde bulduğu sevginin kaynağını
ararsa aşka ulaşabilir. Bilinmeyi sevdiği için evreni yaratmış ise kalpteki
sevgi Allah sevgisine, Allah’ın sevgisine götürür.
İçe dönük yolculuğun ilk aşaması, antenin bir çıt açılması, failin Hak olduğunu
anlamaktır. Akıl aracılığı ile kalbe inen bu bilgi kalp tarafından iyice
anlaşılınca nefsi ikna etme çabası başlar. Her şeye sahip olmaya çalışan nefis
iyi, doğru ve güzel olanın diğerlerinden ayrılmasını kabul eder, kanaatkâr
olur. Böylece her bilgi bir uygulamaya dönüşür. Bedensel faaliyetler, her iş ve
eylem aynı güç ve kuvvete dayanır.
Bu kuvvet ve kudretin Allah’a ait
olduğu kolayca görülebilir. ‘İstememizi istemese isteyemeyeceğimiz’ aşikâr
olur. İlmin her türlü niteliği ve niceliği ilmin enerjiye dönüşümü ile ortaya
çıkar. Bu da failin Hak olduğunun kanıtıdır. İnsan istemese, sevmese ve bilmese
hiçbir şey yapmaz veya yapamaz. Sevgi ve bilgi, aşk ve ilim ayrışmaz
bütünlerdir. Var olan, aşktan doğan ilimdir.
İki boyutlu dünyadan üç boyutlu âleme geçen insan ibret alarak düşünür. Çevrede
yapılan gözlemler bilgi verebilir. Çevreden elde edilen bilgiler depo
edilebilir, bir bilgi bir bilgi daha daima iki bilgi eder. Ancak sentez ile
yeni, üçüncü bir bilgiye ulaşmak ruhtan alınacak ilim ile basiretli görüşe
tabidir. Ayrıca, insanın her yaptığı işin bir sıfat altında yapıldığı da
kolayca anlaşılabilir. Her yapılan ya amir ya da memur, ya baba ya da oğul gibi
bir sıfatla yapılır. Öğrenen öğrenci, öğreten de öğretmen sıfatına sahiptir.
Anten tipli gösterge çubuğu basiretle bir çıt daha yani iki çıt açıldığında
görülen şey sıfatların da Hakk’a ait olduğudur.
Kısaca, fail Hak, mevsuf olan da Hak’tır. Nefis de ikna olmalı ki iyi, doğru ve
güzel olan sıfatlar da kendisinin değildir. Nefis sonunda ruhun nuru ile
nurlanan kalbe tabi olur, hem razı olur hem de razı olunan olur, raziye ve
marziye mertebelerini geçer. İçrek yolculuk anten açıldıkça ortaya çıkar,
Allah’tan gayrisi kalmaz. Önce üç adım sonra bir üç adım daha otuz üç basamak
geçilir, yedinci çıt ile antenin yolculuğu biter, mümin miraca erer, kalır Yaradan.
Yükseldikten sonra yücelen kâmil insan kâh çıkar gökyüzüne seyreder âlemi, kâh
iner yeryüzüne seyreder âlem onu. Kapanan anten celaliyle kapanır, tesettüre
girer, perdelenir, açıldığında cemalini ayan beyan açık eder.
Kutsal
metinlerde zamana ilişkin bazı kavramlar üzerinde durulur. Örneğin, “Zamandan
bilmeyin, insanı zaman öldürür demeyin, zaman yoktur ki bir şeye kadir olsun.
Zaman sizin indinizdedir, sizin zaman anlayışınıza göre uzun bir süre geçse de Allah’ın
indinde yok hükmündedir.” Mağarada uyuyup kalanların paralarının geçmez olduğu
anlatılır. Kutsal mesajlar bilimsel açıdan da doğrudur, ilmi bilmeyen dini de
anlayamaz. Tek doğru, çok doğru: “O, her anda bir şe’ndedir.”
Evren atomdan küçük, parçacık,
yokluk, iken Büyük Patlama oldu.(*) Bu aslında bilimsel düşünceye aykırı bir
bilimsel gerçektir. Evren ışıktan hızlı genişlerken bugünkü kritik hızda,
düzgün ve düzenli genişlemeye başladı. Isı 10 milyar C dereceden 1 milyar C
dereceye düşünce proton ve nötronlar ‘kuvvetli
güç’ ile birleşti. Evrenin ısısı birkaç bin dereceye düşünce de ‘elektromanyetik güç’ ile çekirdek
etrafına elektron yerleşti ve atomlar oluştu. Soğumanın bölgesel farklılığı, ‘kütle çekim gücü’yle, genelde özeli,
galaksi ve yıldızları oluşturdu.
Elektron ve moleküller etkileşim
içinde hareket eder. İkiz fotonlar arasında bilgi alış verişi yer ve zamana
bağlı olmaksızın sürdürülür. (1) “Vücut
birliği”, “Yer ve zamandan münezzeh” gibi inançlar bilinenlere dönüşünce bilim
olur. Kuantum
âleminin gizemli bilimsel bulguları kutsal mesajlar ile örtüşür. Kuantum
mekaniğinin bazı bilimsel gerçeklerinden inanç alanına geçiş kolaydır.(1)
Fizikî âlem atomlardan, atomlar ise atom altı parçacıklardan oluşur.
Eğer yoktan
var olurken aksi iddia edilmiyorsa, enerji ilimden, madde enerjiden oluşur,
düşünce enerjidir, düşünce enerjiye, enerji düşünceye dönüşebilir.
Enerji her şeyin temelidir. İlmin enerjiye dönüşümünün ilk hali “Bilinmeyi
sevmek”, “İstek, ‘ol’ emri” olsa gerek.
Elektron
bilim ile inanmayı yakınlaştırabilir. Elektron,
çekirdek etrafında belirli bir yönde ve yörüngede değil atomun çevresinde her
anda bir yerde olacak şekilde dağılmış bir bulut halindedir. Bulut,
hızı ölçülür, yeri saptanırsa, gözlem yapılırsa, bir yönde hareket etme
potansiyeline sahiptir. Heisenberg Belirsizlik İlkesine göre “Bulut eğer daha
fazla dağılmış olsaydı hareket etmeyebilirdi.” “Belirsizlik İlkesiyle” olay
belirlenir. Hareketinin
hızı ve yönü gözlem veya ölçmeye bağlıdır. Ayrıca elektronun elektrik yükünün
miktarı kritik ölçüdedir, çok az farklı olsaydı hayat olmazdı. Yaradılışın bir
amacı olmalıdır.
Einstein’ın
İzafiyet Teorisi: “Zaman görecelidir, bazı durumlarda çabuk geçer bazı
durumlarda ise geçmek bilmez.” Aynı bilim adamı, “Geçmiş ile gelecek aynı anda
mevcuttur ama insan aklı yer ve hareketin yönüyle kayıtlı olduğu için
deneyimleşemez” der.
Zaman akıl içindir, akıl varsa zaman var.
Elektron, bir fotonun çarpmasıyla enerji
kazanır. Enerji kaybedince de foton olarak ışık açığa çıkar. Bu kayıp kazanç
çekirdek etrafındaki her turda oluşur. Elektron ışık hızında hareket etmez ama
ışık hızına kaynak olur. Işık hızında hareket eden yaşlanmaz, enerji kaybetmez.
Elektromanyetik ortamda hareketli elektromanyetik dalga ve parçacığa foton
denir. Allah’ın kulu da Allah’tan, Allah’a gider ve Allah’ta kuldur!
Gelelim inanç alanına. “Yer ve gök madde olmaksızın ve müddetle
kayıtlanmaksızın halk edilmiştir. Yer ve gök Allah’ın ilmi ile görünür, vücudu
ile mevcuttur. Zaman ve mekân ile sınırlı olan aklın itibarı olmasa arz ve
semanın vücudu itibar olunmazdı. Sema ve arz Allah’ın vücudundan ayrı ve gayrı
olamaz. Her şey istek ve iradesiyle, “Kûn, ol” emriyle ancak söz ve ses
duyulmaksızın, arada bir vasıta olmaksızın ve zaman geçmeksizin birden, an
içinde olmaktadır.”(2.117)
Halk edilenlerin madde ve müddetle
kayıtlı olmaksızın ortaya çıkışını idrak edebilmeliyiz. Yani ilk önce madde
yoktu, madde, kütle oluşması için Higgs bozonunun olması gerek. Özellikleri
olan parçacıkların kendileri olmadan onların bilimsel özelliklerini içeren ilim
vardı. Bilimin “Evren atomdan çok küçük bir şey, yokluk, iken büyük patlama
oldu” demesi bir itiraf gibidir. İlmin hali,
uygulanması zamana tabi değildir. Evrenin halden hale geçişi etkileşimlerle
oluşur. Şimdiki hal önceki hali, sonraki hal de şimdiki hali içerir. Her hal
ise diğerleriyle etkileşim içindedir. Elektronlar veya moleküller arası
bağlılık ve bağımlılık evrenin halleri arasında da görülür.
Evrenin
bugünkü halinde bilimsel olarak saptanan birçok kritik değere sahip katsayılar
vardır. Az farklı olmaları halinde hayatın olamayacağı bilinir. Var olabilmemiz
için o değerlerin öyle olması zorunludur. Örneğin, evren balonunun, sanki
buruşukken, genişleme hızının, kısa bir anda 10 üzeri 32 sıfır kat artış
düzeyinden, ışıktan on bin kat daha hızlı iken, bugünkü kritik düzeye düşmesi
hayatın oluşması içindir.
Tanrı’nın,
evrenin kurulum ayarlarını seçmesi, anlaşılamayacak bir biçimde başlatması,
kadiri mutlak bir varlık olarak, yetkisi içindedir, ama her şeyi açıklayan bir
ilkenin de var olması gerekir. (1) sayfa 165. Elektronun yükünün miktarı az
faklı olsaydı yıldızlardaki yanma ve patlama olmayacak, biz olamayacaktık. Enerjinin
varlığı fiilinden, nasıl olduğu da sıfatından bilinebilir. Her
parçacık ilmine uygun, enerjiden, oluşur ve davranır. Oluşanlar oluştu ve
oluşuyor ama oluşmada müddet kaydı yok. Zaman zannımızdır, akıl içindir. “An”
içinde olan oluyor. Evren halden hale geçip gidiyor. Akıl durunca zaman da
durur. Ayet: “O, her anda bir şe’ndedir.”
Oluşumun zamana bağımsızlığı idrak
edilmeli, geçmiş ve gelecek aynı anda mevcuttur. Muhteşemin ihtişamını bilip,
basiretle gördüğüne âşık olanın aklı başından gidebilir. Miraç olayında “Benden
buraya kadar, buradan ötede yanarım” diyene “Haklısın çünkü yer ve hareketin
yönü burada biter” denir. İlginç olan “Yolun geri kalanında yanarsın ama
gelinen yol da zaman ve mekâna bağlı ve bağımlı değildi” denebilir. Peki, akıl
buraya kadar bu benim işim diyordu orada niye durdu. “Meğer var zannettiklerim
de yok imiş” derse aklın sahipliğinden de şüphe etmek gerekmez mi? Akılla gelen
akılla gitmeli ki aşk olsun, aşk kalsın, aşk idrak edilebilsin. İnsanın
yaradılışının amacı da budur, akıl verilmiştir ki bilsin eşyayı ve kendisini.
Her şey bilmek için, ancak, bilinecek bilindikten sonra evveli de ahiri de
zahiri de batını da kalmaz!
Enerjinin, ilk andan
itibaren, her an bilinçli bir davranış sergilediği görülür. Evrenin, uzay
zamanın ve gökadaların, ilmin uygulanması olduğu insan aklına daha yatkındır.
“Biri göründü bilinmedi, biri
bilindi görülmedi; görülen bilinmedikçe bilinen görünmez” bilmecesi
çözülmelidir. Elçiyi, onu görevlendiren bilebilir, başkası bilemez, Allah’ı da
gayrisi bilemez. Zaman ve mekândan münezzeh olamayan
O’nu idrak edemez. Allah, ancak O’nun ilmi ile bilinebilir. Herkes O’nun ilmi
ile âlim, nefsiyle kaim, ayakta hayatı ile hay, diri, vücudu ile mevcuttur.
Başkası yoktur ki şirk olsun. “Ben varım, görürüm” diyen, şirk içinde, O’nu
bilemez, zaman ve mekânsızlığı aklı ile idrak edemez. Tam aydınlanmayan,
dürtüyle, elektron gibi arada bir ışık saçmakla tam olarak aydınlatamaz.
Sonsuzluk duvarına benzeyen “Akıl
Duvarını” geçip aşkı idrak edebilen müstesnadır. Sonsuzluk duvarının ötesinden berisine ışık
geçemez. Bu yazılanları kimin kime yazdığı tam olarak “Belirsizlik İlkesi”
kapsamında olsa gerek. İnsan, aklı ve zaman yapaydır; bilmek, bilinç ve
bilinçlilik, idrak içindir. Aşığın aklı başında değildir. Sanki seven
sevilen gizli ve gizemli bir aşk içinde aşk yaşıyor. Oluşuma
anlam katabilmek için zamanı icat eden akıl, zamanı gelince, zamanı ortadan
kaldırabilmeli. İlminden, ilmiyle olan, ilmi
bilinerek idrak edilebilir. Bilinmek için yaratılan, idrakte, aşk ile çıkabilir aradan!
Not: Zaman insanın
tanımladığı bir kavramdır. Sezyum elementi atom saatlerinin yapımında
kullanılır. Bu saatler 300 yılda 5 saniye kadar hata yapar. Sezyum atomunun 9
milyar salınışına 1 saniye denilmiştir.(2)
(1)Stephen Hawking, “A
Briefer History of Time”, Alfa Basım, 2012.
(2) Bakınız http://www.turkcebilgi.com/sezyum
Yapı Taşı
kavramı artık eskisi kadar geçerli olmasa gerek. İnşaatlar taş veya tuğladan
yapılırken insanların kaldırabilecekleri, işleyebilecekleri ölçü veya ağırlıkta
taş veya tuğla kullanılırdı. Bugün inşaatların çelik yapılar haline dönüşmesiyle
yapı taşı kavramı da tarih oldu denebilir. Önceleri atom bölünemeyen en küçük
birim olarak düşünülürken yapı taşımız olarak ele alınabilirdi. Kuantum
mekaniği sayesinde bunun gibi birçok kavram da tarihte kaldı.
İnsan
rastgele atom yığını değildir.
Atomlar birleşerek insanları oluşturur. Birleşmeleri ise rastgele değildir.
Atomlar kendi kendilerine sebepsiz, koşulsuz
birleşmez. İçinde bulundukları ortam
atomları birleşmeye zorlar. Ortamda atom gibi fiziksel şeyler varsa fizik kuralları da vardır. Fizik
kurallarına göre var olan şeyler birbirlerini iter, çeker. Atomların kurallara
uymama lüksü yoktur.
İtim ve çekim
yasaları hayatın oluşumu için gerekli ama yeterli olamaz. Var olan şeyler
arasında “düzen” de olmalıdır ki
atomlar buna göre birleşerek hayat
oluşsun. İlk adım bile en sondaki amaç için uygun olmalıdır. Hatta her şeyin
yokluktan var olduğu biliniyorsa yoktan var olanların biri de düzen olsa gerek.
Her şey var olurken, en başından itibaren, bir düzen içinde var olmalı.
Bulunamayan bir parçacığın bile hangi özelliklere sahip olduğu bilinmektedir.
Düzen, amaç için kurgulanmıştır.
Amacın “bilmek” oluşu ise insan ve
insanlığa en yakışan şeydir. Bilen bilinmek
istemiş olabilir.
Her şey,
bilimsel özellikleriyle birlikte, yoktan var olan atom altı parçacıklardan
oluşur. Su artık iki hidrojen bir oksijen atomu değildir. Suyun özellikleri
atomlarının özelliklerinden çok farklıdır. Hele canlılar artık cansız değil
extra bir düzene sahiptir. Özellikle, “insanlığın”, doğanın doğal uzantısı
olduğunu düşünmek insanlığı hafife almak olabilir. Cehaletten kurtulmak için
bilmeye çalışırız. Beş duyumuz ile algılar akıl ile değerlendiririz. Bildikçe
bilmek ister bilgi peşinde koşarız. Bilgi bizi çeker mi iter mi anlaşılmaz.
Önce inisiyatifin bizde olduğunu düşünürüz ama sonra bilgi peşinden koşar,
bilgisiz yapamayız. Akıl teslim oluncaya kadar durmaz. İnsan da kendini bilmeye
çalışır, bilinceye kadar rahat edemez.
Kur’an düzen
demektir. Hitap olarak, ayetler halinde, indirilen Kitap, bir düzenin olduğunu,
her şeyin bu düzen içinde halk edildiğini anlatır. Üstelik her halk edilenin
bir amacı gerçekleştirmek üzere var edildiğini bildirir. Bilimin “Belirsizlik
İlkesi” ile bazı gerçekleri belirlemesine karşılık, Kitap belirsizlik yoktur
deyip düzeni vurgular. Bilimsel “Heisenberg Belirsizlik İlkesi” enerjinin
yoktan var olabileceğini sonra da tekrar yok olabileceğini belirterek bir
gerçeği “Belirlemiş” olur. Enerjiden de kütle ve maddenin, formülüne göre,
kendiliğinden oluştuğu apaçıktır. Bilimin dışından ve üstünden bakabilen
Kitapta ise “Var Olanın” oluşumunun bir amacının olduğu yazılıdır. Tesadüfün ve
abes bir şeyin olmadığını açıklar. Kısaca, Büyük Patlamada patlayan şeyin bir
“düzen” içinde ve bir amacı gerçekleştirmek üzere patladığı bildirilir. Bu
evrenin hiçlikten kendiliğinden patlayarak var olduğu ve hayatın da tesadüfen
oluştuğu akla ve mantığa uygun olamaz.
Hayatın
oluşumu ve gelişimi için kritik katsayıların varlığı ve çok sayıda oluşu zaman
temelini de ortadan kaldırabilir. “Milyarlarca yıl içinde maddeden canlı
oluşabilir” demek “Tas, çeşme başında elbet dolar” demeye benzer.
Kitabın
önemli deyimlerinden biri de “tebayün etmek” olabilir. Anlamı “Yeniden
keşfedercesine aşikâr oluş” olabilir. Yeni buluşlarında “Sezgisel” kavramları
kullanan bilim insanları genellikle yeni bir şey keşfeder. Bazı bilim insanları
bilimsel kavramları özellikle dinsel kavramlardan uzak tutmaya özen gösterir.
“Var Olanın, bilinenlerin artırılarak, bilinmesi için” bu özene gerek
olmayabilir. Kitap zaten insanları arama, bilmeye yönlendirir. İnsanların
fıtratlarına kazınan bilme ve olma yetenekleri sayesinde aynı şeyleri yapar.
Var olan
herhangi bir şeyin var olması için ‘zaman’ ihtiyaç duyulan bir şey değildir.
Atomun veya suyun var olabilmesi için belirli bir zamanın geçmesi gerekmez. Var
olan, zamana gerek olmaksızın var olur. Zaman bağımsız bir değişken değil uzay
ile birlikte “Birleşik Alan” oluşturur. Uzay zaman bir bütündür. Proton nötron
birleşmesi zaman değil ama “Güç” ister. Kuvvet ve kudret yok ise ortamda,
kuantum fiziğinin elemanları gibi, “Şeyler” birbirini çekemez ve birleşemez,
atom bile oluşamaz. Hidrojen atomu için proton, nötron ve elektrondan birer
tane gerek, ama ayrıca bir birim zaman gerekmez. Zaman insan aklı içindir ve
itibarî, izafîdir.
Kitap,
zamanın, insan aklının “Bilmek” amacıyla saptadığı bir kavram olduğunu yazar.
İnsanın kendini bilmesiyle “Gerçek” bilinmiş olur.
Hak ve
hakikatin bilinmesi durumunda ikinci bir varlık şeklinde insanın varlığı söz
konusu olamaz. Bu durumda ne insan, ne akıl ne de zaman kalır ortamda. Bilim de
bu gerçeğin aksine bir şey söylemez. Kuramsal olarak da her şey ‘yok’tan var
olur.
İnsan
bildiği için ve bilip uyguladığı kadar insandır. İnsan bildiği için meslek
sahibidir, bilgisini uyguladığı kadar da örneğin marangozdur ve usta
marangozdur. Kendini bilebilen insana da olgun insan denir. Kendisinin, kum
yığını gibi atom yığını olmadığını idrak edebilene kâmil insan denebilir.
İnsan, aklı sayesinde bilir. Akıl da doğada bulunmaz, doğal bir “Şey” değildir.
Eski bilgilerden yeni bilgi üretme yeteneği üstelik sezgi gerektirir. Akıl ve
sezgi evrende var olan düzeni keşfetmeye çalışır. Düzen ve düzensizliği ayırt
etmeye uğraşır. Hani bir hikâyeye göre kurbağa kaynar suya atılırsa fırlayıp
kaçar ama soğuk su yavaş yavaş ısıtılırsa haşlanıp kalır. Bilim insanları da
önce “Akıl verilmiş en büyük nimettir” dese de sonra “Doğada ve evrende bir
kanıt yoktur, bu nedenle Allah yoktur” deyip kendisinin varlığını kanıtlar.
Neyse ki Dünya, Doğa, Evren dendiğinde ‘bir ve tek’ anlamı çıkar. Çoklu evren
denildiğinde bile yoktan var olanın başlangıçta iki adet olduğu anlaşılmaz.
Halk edilmiş
doğa, aklî on dört milyar yıl içinde, değişimlerle, evrim geçirerek insana
ulaştı. Değişimler her an bir şe’nde olacak şekilde süreklidir. Yoktan halk edilen
şeyler, insan haline gelinceye kadar, evrim geçirme özelliğine sahip idiler bu
nedenle de evirildiler. İnsan, bilgi ile nereden geldiğini, zaman kavramı
sayesinde ne zaman geldiğini, buldu. Bilerek ne olduğunu anladı, akıl ve
zamanla aradan çıkabilir!
İnsancıl bir
olgunlaşma süreci sonunda ise insan kemale erdi ve Allah’ın ruhunu kabule hazır
hale geldi. Ruh ile dirilen kâmil insan ölümsüzlüğü de Hak etti. Böylece, onun
hiçbir şeye ihtiyacı kalmadı, her şeyin ona ihtiyacı oldu. Yokluktan halk
edilenler, bilinmek isteyenin bilinmesi için, kâmil insan amacına ulaşmakta
araç olmuştur. Eşyanın bir düzen içinde var olduğunu bilebilmek eşyanın değer
ve kıymetini bilmektir. Eşya, hakikat güneşinin gurup ettiği şey olduğu için
karanlıktır, gecedir. Gecenin kadrini böylece idrak ettiğinde hakikat güneşi
doğan kâmil insanın kalbine “Düzen”, anda inmiş olur. Özünde oluşumun ilk
anındaki düzeni idrak edebilenin anlatımı ve açıklaması 23 yıl da alabilir 33
yıl da alabilir. Hakikat anlatılamaz, ancak, idrak edilebilir!
Büyük
insanların büyük düşünceleri mi oluyor yoksa biz büyük düşünceli olanlara mı
büyük insan diyoruz? Hele bu insanlar bilim insanları ise bilgileri, bulguları,
bilimleri ve düşünceleri de çok bilimsel oluyor, bu nedenle dedikleri doğrudur
diyoruz. Ancak, bazen söylenenleri anlamakta, kabul etmekte veya inanmakta
zorlanırız. Bu da nasıl olur der kalırız. Sanırım buna benzer en zor alan ve
anlarda bilimsel alan ile inanç alanını birbirleri için kullanabiliriz. Birinin
dediğini diğeri de teyit ediyorsa gönül rahatlığı ile “doğru” diyebiliriz.
Örneğin, Termodinamik ilminin temel “Enerjinin Sakınımı Yasası” der ki “enerji
dönüşür, işe veya kütleye, maddeye dönüşür ama yok olamaz, yoktan da var
olamaz.” Aynı şekilde inanırız ki “Var olan Bir ve Tektir, yok olmaz, sonradan
yok olan da hiç var olmamıştır ki zaten.”
Evren bilimi
“Kozmoloji”, “Astrofizik” her şeyin ilk anına noktayı koydu. “Büyük Patlama
için bir sebep ve enerji gerekli değildir” dendi. “Üstelik evren veya proton fark etmez,
her an her yerde büyük ya da küçük bir ‘şey’ oluşması mümkündür, yoktan var
olabilir ve tekrar yok olabilir ve bu iş için bir enerji gerekmez.” Bizim köyde
olsam, duymuş olduğum, “O yalan bu yalan, fili yuttu koca yılan” deyimini
anımsardım. Diğer bilim insanlarının da itiraz etmediği bu fikir bilimsel bir
sonuç olarak öne sürülüyorsa “Aksi ispat edilinceye kadar” diyerek kabul
edebiliriz. Bari teyit etme şansımız elimizden alınmasaydı, inanç âleminde
doğrulama yapabilirdik. Keşke bu büyük insanlar buluşlarının sonunda “Basitçe,
gerek olmadığı, ihtiyaç duyulmadığı için, Allah yoktur” demeseydi.
Biz de
kendilerine “Mübarek insan bu bilimsel bir sonuç mudur, bir formüle uygun
mudur, enerjiden ötesine nasıl hüküm veriyorsun?” desek yerinde olabilir. Oysa
“Söylendiği gibi hayali bir Allah yok” dense “Haklısınız” denirdi. “Pozitif
Bilim” denip negatif sonuç çıkmazdı. Madem işiniz pozitif bilim hadi biraz da
negatif bilim yapın desek ne yaparlar acaba.
Kitabımız
“Allah vardır, var olandır, gayrisi de yoktur, O’ndan başka bir varlık veya
İlah yoktur” der. “Evren yoktan var edilmiştir, eşya bütün özellikleriyle, bir
düzen içinde ve bir amaç için halk edilmiştir.” Evren “Hiçbir şeyi bir var
olsun bir yok olsun diye var etmedik, bir düzen içinde ve bir amaca uygun şekilde
halk ettik” ayetine (21.17) göre düzenlenmiştir. Ku’ran’ın anlamı düzen
demektir, eşyanın hakikati bilindiğinde, “Var oluşun içinde ‘düzen’ ilk andan
itibaren inmiş haldedir, eşyanın özünde bu hakikat gizlidir, ayetlerin Resul
tarafından, ayrıntılı uygulamalar halinde açıklanması 23 yıl sürmüştür”
idrakine varılabilir.
Daima önce
bir boşluk veya yokluk vardır. Sonra her şeye sahip olunur. Biz de yoktuk önce,
bir plan program veya bir düş, düşünce sonucunda var olduk. Bilim insanları iş
ve işlemlerinde tesadüf yoktur. Doğaya gelince aynı bilim insanları “Rastgele,
tesadüfen kendini kopyalayabilen enzimler sayesinde canlılık oluştu” der. Evren
çok sayıda katsayının var oluşu ve halen de öyle oluşu sayesinde dengede
durmaktadır. Elektron küçücük yörüngesinin bir turunu bile tamamlamadan yok
olur başka yörüngede ortaya çıkar. Bu elektronun elektrik yükünün değeri az
farklı olsaydı madde olamazdı.
Evrenin
genişleme katsayısı az farklı olsaydı ya çökecek veya dağılıp gidecekti.
Sanırım “Tüm oluşumda tesadüf olsaydı evren on dört milyar yıl yaşında
olamazdı, yeniden oluşmaya çalışırdı” demek mantıklı olurdu.
Tüm fiil,
olay ve eylemler ya doğaldır ya da yapay. Doğal olaylar doğadan yapay olanlar
insandandır. Yaptıklarımızı bir amaç gözeterek yaparız. İş ve işlemlerimiz bir
sıfat altında yapılır. Amir veya memur, oğul veya baba, öğretmen veya öğrenci
olarak yaparız. Sıfatlar belirler işin sonunu. Genelde kötünün yaptığı kötü,
iyinin yaptığı iyi olur. Ancak biz işin sonunda görür veya öğreniriz, işinden
anlarız yapanın ne olduğunu. Hatta işin sonunu, yapanın kişiliğine, zatına
bağlayabiliriz olayı. Kişilik bakmakla, görmekle anlaşılamaz ancak en sonunda
kişiliği nedeniyle ne veya nasıl olduğu bilinir. Bilmemizin, bilebilmemizin,
aklımızın bir sınırı vardır, sonrasını görerek öncesini biliriz. Fiillerden
sıfata ve sıfatlardan zata ereriz. Ermemiz için ‘akıl’ verilmiştir, durmaksızın
‘arama’ kişiliğimize kazınmıştır. Elimizde hazır bulduğumuz özellikleri
kullanarak bilinç sahibi oluruz. Amaç insan olmaktır.
Her sonuç
bir sebebe dayanır. Aklımızın düşünme sistemi böyledir. Bugün bir şey varsa,
böyle isek geçmişte bir sebep olmalıdır. Bu nedenle kendimize “Nereden gelip
nereye gidiyoruz?” diye sorarız. Geri dönüş için zamanı yaratırız. Zaman akıl
içindir, itibaridir, izafidir. Proton ile nötronun birleşmesi için zamana gerek
yoktur. Elektronların karşılıklı etkileşimi için zaman gerekmez. Foton
dediğimiz ışık düzeyine inince değil zaman, mekân da hükümsüz olur.
İkiz foton
deneylerinden bilinir ki bir fotona yapılan etkiden aynı anda çok uzaktaki
ikizi de aynı şekilde etkilenmektedir. Kısaca, her şeyin sonrası öncesine bağlı
ve bağımlıdır. Her idrak ettiğimiz “Son” için “Böyle olacaktı ya ne olacaktı,
çünkü öncesi öyle olanın sonu böyledir” denebilir. Her şeyi an be an yaşarız,
biz hep son andaki son durumda varızdır. Bu hal bir mucizedir, varlığımız,
yaşamımız, yaşadığımız bir mucizedir. İyi ki böyledir, böyle olduğuna ne kadar
şükretsek, teşekkür etsek azdır. Bu halimizin her dakikasını atmış saniye yaşamalı,
zevkini çıkarmalı, keyfini bilinçli olarak sürmeliyiz. Fotonu biliriz kendimizi
bilemeyiz, bilince “Önce var olan ancak sonra da vardır” dememiz gerekir.
Amaç insan
olmak, yolu da kendimizi bilmek ise Doğu ve Batı kültürleri burada ayrışır
diyebiliriz. Sanki birisinde “İnsan haklarını” bilirler “İnsanı” bilemezler,
diğerinde “İnsanı” bilirler “İnsan haklarını” bilemezler. Kralın kendilerine
tanıdığı hakları başkasına tanımazlar. Karşısındakini kendisi gibi bilemeyen,
Hakk’ını tanımayan insan mıdır? Hayvan gibi güçlü ise çok mu önemlidir? Güç
Hak’tandır, hak güçten gelmez. Önünde veya sonunda sentez yapmayı umarım
öğrenebiliriz. Doğru, doğudan batıya gidiyoruz, umarım batıdan da doğuya geçip
gelebiliriz.
Evrenin son
halini, bildiklerimiz kadarıyla, ilminin keşfettiğimiz kadarını biliriz. Sonunu
bildiğimizin en başını bilemeyiz, çeşitli kuramlar geliştiririz o kadar.
Kendimizin de son halini biliriz, ilk halimizi bilemeyiz. Evren ve insanın ikiz
olduğunu, ikisinin de yokluktan geldiğini biliyoruz diyemeyiz.
İnsan ve insanlığın gelişimi
paraleldir. Her ikisi de benzer hatta aynı aşamalardan geçer. Kutsal mesajlar
da evrensel anlamda insanlık için ve bireysel anlamda bir insan için
geçerlidir. Âdem âlemin küçük halidir veya makro kozmos âlem ise mikro kozmos
da âdemdir.
Küçük ve
büyük her iki âlemde de mana ve madde vardır. Her kişinin bedeni kendisinin
arzıdır. Manevi açıdan bir kişinin kalbi de onun Mekke’sidir. Bu kapsamda
Mekke’nin Müslüman olmayanlarca istilası ve inananların şehirden sürülmesinden
sonra fethedilmesi bireysel bünyede de yaşanabilir. Nefsanî kuvvetler önce
ruhani kuvvetleri yenilgiye uğratabilir ve kalbi istila edebilir. Sonuçta
nurani ve ruhani güçler kalbi fetheder.
Kişinin
ergen oluşu ile bireysel yaşam başlar. Kendi başına kaldığında büyüme çağında
büyüklerinden eğitimle aldığı güzel ahlak dersleri önem ve önceliğini
yitirebilir. Hayata atıldığında, yaşam kavgası kargaşasında, bazı erdemlerin
başkaları tarafından göz ardı edilmesinin etkisi altında kalabilir. Diğer
bireylerle girdiği yarış ve yarışmalarda vehim ve hayal gücü gibi nefsanî
duygularına yenik düşebilir. Kalbindeki güzel ahlaka ilişkin erdemler, ruhani
ve nurani değerler, geri plana itilebilir veya tamamen unutulabilir. İçki,
şehvet, şiddet ve kumar gibi kötü sıfatlar birbirini destekler. Bu durum kalpte
yeşermesi beklenen değerlerin kalpten tamamen sürülmesi ve kalbin nefis
mücadelesinde yenik düşmesidir.
İyi
değerlerini kaybedip kötü değerlere teslim olmasıdır. Bazen nefsanî güçlerden
gazaba ilişkin bazen de şehvete ilişkin güçlerin üstün geldiği görülür. Bu şer
güçler, iyilerin aksine, birbirleriyle de savaşır, birisi diğerini kalpten
söküp atar. Şiddete eğimli kişilerin hak etmedikleri halde, zorla, diğerlerinin
hakkını ellerinden aldığı görülebilir. Bazılarının da iffetlerini kaybettikleri
gözlenir. Bu durumlar her yerde ve her zaman öncelikle inanç sistemlerine
aykırıdır.
Nefsanî
sıfatlar tarafından istila edilmiş bir kalp ilk bakışta Hz. Musa’nın 10 Emri’ni
hatırlatır. “Öldürmeyin” ve “Zina yapmayın” emirleri gazap ve şehvet güçlerine
karşıdır. Kalbin nefse, bedene, maddeye dönük kapısına “Sadır” kapısı denir. Bu
açıdan kalp bir anlamda “Havra” ibadethanesidir. Kalbin istila güçlerinden tam
arındırılmış hali, yani nefsanî sıfatlardan, güçlerden temizlenmiş kalp ise
kutsal mesajlara adanmış “Manastır” gibidir. Kalbin “Fuat” kapısından ruha
yüceliş gerçekleşmesi durumunda kalp, namazı miraç olan mümin için “Mescit”
olur. Böylece fena bulan mümin için kalp müşahede makamıdır. Kötü sıfatların kalbe
hâkim olması hali havra, manastır ve mescit gibi ibadet yerlerinin
kapanmasıdır. Kötü sıfatların kalbi istilası kalıcı olsaydı Allah bireyde ve
evrende anılmaz olurdu. Bu durum yaratılışın fıtratına aykırıdır. Bireysel
düzeyde kalbini temizlemeye çalışana, bu konuda Allah’tan yardım isteyene, dua
edene yardım eli uzanır.
Her ayetin
bir hadise, bir olay veya eylem üzerine indiği düşünülürse, ayetle denilen ve
denmek istenen daha iyi anlaşılabilir. Tüm ayetler de bütünleşmiş bir şekilde
birbirini destekler ve tamamlar.
Her işe
Allah’ın adını anarak başlamak yetmez, izin vermesi de beklenir. Her olan ve
olacak O’nun güç, kuvvet ve kudretiyle olacağından kalbin fethedilmesi için
yapılacak savaşa Allah’ın izin vermesi beklenmelidir. Kalbin istilası öncesi, sırasında
ve sonrasında gelişen olay ve eylemlerin bu açıdan değerlendirilmesi önemlidir.
Kötü nefsanî güçlerin çarpışıp kalpten söküp attığı güçler, sırf iyi oldukları
için atılan, ruhani ve nurani değerlerdir. Birisini döverek elindekini alan
kişi önce yaptığından utanır. Utanması onun eğitimli ve ahlaklı olduğunu
gösterir. Ahlaklıdır ama hata yapmıştır.
Zamanla
kendisinin de bir çeşit çaba ve uğraşı sonunda kazandığını düşünerek, utanmayı
kalbinden söküp atar. Bunu yapan utanma duygusunun iyi olduğunu bildiği halde
kalbinde sürekli bir çatışma ile yaşayamadığı için yapar. Utanma olmayınca
şiddet şehvetle desteklenir. Birlikte daha büyük kötülük gücü oluşur ve daha
çok sayıda iyi sıfatı kalpten atar. Böylece şer güçlerin işbirliği kalbi ruhtan
uzaklaştırıp nefsin kucağına atar. Başta yapılan bir küçük tercih sonunda
karakter ve kader haline gelir.
Nefis
mücadelesi büyük cihat olarak tanımlanır. Savaşların en uzun soluklusu,
çatışmaların en kanlı geçenleri kalpte yürütülen iyilik ile kötülüğün
çarpışmalarıdır. Bireysel çapta ve bir kalbin içinde yürütülen çarpışmalarda
iyi sıfatlara karşı birleşen kötüler, üstünlük sağlanırsa, birbirlerine düşer.
Kalbe hâkimiyet için bir kötü sıfat diğer biri tarafından yenilgiye
uğratılabilir. Çok küçük ve basit görülen bir kötülük bile büyüme ve gelişme
eğilimi gösterir. Böylece mücadele de büyür, kalbe hâkim oluncaya kadar sürer.
Çevreye
yayılan çatışmalar çevredekilerin de ilgisine girer ve onları da içine çeker.
Bireyi aşan toplumsal savaşlarda “Halk aynen Hak’tır”, hatta “Halkın dediği
Hakk’ın dediğidir” denilir. Haklı olan iyiler ile Hak’sız olan kötüler savaşır.
Çevreye yayılmadan kalbin içinde yürütülen mücadelede ise kalbe ruhtan akıl
aracılığı ile alınan inançsal, nurani ve manevi değerlerin kaynağı da Hak’tır.
Hakça yürütülen çatışmalarda Hak’lı olan taraf kazanır, iyilik, doğruluk ve
güzellik kalbi yeniden fetheder. Hayat da hayattaki mücadeleler de bundan
ibarettir zaten. Konuya ilişkin kutsal mesajlar, ayetler de her iki âlem için
böylece geçerli olur.
İnsanın,
fıtratına kazınmış olan güzel ahlak değerlerinin kalpten sökülüp atılmasına
karşı koyması, mücadele etme isteğini gösterir. Kişinin niyazı, arzu, istek ve
duasının karşılık bulması halinde Allah savaşmasına izin vermiş demektir. Birey
istemese olmazdı, izin verilmez, karşı koymaz, kötülüğe boyun eğerdi. Kişi
içinde bulunduğu bir durumda yardım istemiş olmalı ki Allah da duasını kabul
edip yardım etsin, diğer iyi sıfatları ve halkı onun yardımına göndersin. Kötü
sıfatların kök salmasına karşı koyan kişi, aynı zamanda, Allah’ın iradesine
yardım ediyor demektir. Kalp, önce havra sonra manastır ve mescit aşamalarından
geçerek, Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlanmış olur. Kendi bünyesinde vücut
bulan ve ortaya çıkan kötü sıfatlarla çarpışan kimseyi Allah nuru ile kahrederek
lütfeder. Belki de bir
anlamda, “Kendine yardım eden, Rabbine yardım eder.” “Sana savaş açanlara ve
sana zulüm yapanlara karşı savaşmana izin verildi. Allah, kendine yardım edene
yardım eder!” (22.39,40).
Kutsal mesajların
deyimleri önemlidir, zamana göre anlam kazanır. Örneğin bir ayetin tevilinde
yer alan “Sad, gece ve gündüzün olmadığı vakitte, Rahmanın arşının üzerinde
olan dağdır” düşüncesi birçok açıdan ele alınmaya değer. ‘Gece ve gündüzün
olmaması’ bugün, zamanın henüz başlamadığını, ışığın henüz oluşmadığını
düşündürüp bizi evrenin ilk oluşum anına götürebilir. Sabah veya akşam
saatlerini de ele alabiliriz. Dünyanın ve evrenin ayrıntılı görülemediği anları
düşünebiliriz. Bu anlarda tüm madde bir bütün, dağ biçiminde algılanabilir ve
bu dağın arşın üstünde durduğu ise ayrı bir gerçektir.
İnsanın, insan olarak tanınması
öncelikle aklı ile ilgilidir. Aklı başında ise, iyi ile kötüyü ayırt ediyorsa,
reşit sayılır. Akıllı davranışlar iyiden daha iyiye giderken duygusal
davranışlar önem kazanır. Akıl, ilmin daha fazlasını talep ettikçe ilmin
kaynağına doğru ilerler ve elde ettiği bilgileri kalbe taşır. Kalp bilgileri ve
duyguları değerlendirerek evrene anlam verir. Kalp böylece, bireysel ve
çevresel, bilinen mevcudatın tümünü kapsar. İlmin kaynağı ruhtan aldığı
bilgiyle gerçeği idrak eder.
İnsanın kalbi bedenin içinde ve onun
bir parçası olduğu için kendisinin bedensel ve maddesel yönünü iyi bilir.
Nefsanî ve hayvanî nefsin kalbi istila etmesi aşamasında, maddenin yararlı ve
zararlı olan her yönünü anlar. Bedensel her iş ve eylemin ardında bir
düşüncenin olduğu açıktır. Enerji düşünceye dönüşür ve düşünce de enerjidir.
Böylece, mana maddeye dönüşür. Bir hayalin, projenin, kavramın, tasarımın
fiile, maddeye, ürüne, uygulamaya dönüşmesi mana ile madde ilişkisini açığa
çıkarır.
İlim, fikir, bilgi ve tasarım
enerjisinden bir inşa veya inşaata geçilmesi, ilimden maddeye geçilmesine
örnektir. Kısaca, bilinen her şey, evren ve içindeki maddi ve manevi var
olanlar, akıl sayesinde kalpte yer alıp önem ve anlam kazanır. Böylece gece ve
gündüzün olmadığı zamana anlam verilebilir.
Bilgisayarın yazılımı onun ruhu ve
donanımı da maddesidir. Yazılım ve tasarım önce gelir. Önce donanım yapılamaz.
Donanım yazılım kadardır, ona göredir, onun içindir. Donanımı yazılım belirler,
özellikleri ve yetenekleri saptayan yazılımdır. Maddeye dönüşen ilimdir. Büyük
Patlama ile enerji açığa çıkmış ve enerjiden de kütle oluşmuş ise bu ‘ ilk
enerjinin’ evvelinde enerjinin ilmi, özellikleri olmalıdır. Bilimsel
özelliklere sahip olmayan, ‘düzensiz’ enerjiden evren oluşamazdı. Fizik ilmine göre enerji iş yapma yeteneğidir. Kuantum
âleminin bilgilerinden ve evrenin ilk anlardaki durumundan anlıyoruz ki önce
plazma oluştu. Plazmanın soğumasından elektrik yüklü parçacıklar oluştu.
Elektriksel alanın oluşumu ve elektromanyetik radyasyon-EMR soğumanın ve
basıncın düşmesinin sonucudur. Henüz elektron oluşmadan ve henüz elektronun
enerji kaybetmesiyle ışık olarak bilinen ve kütlesi bile olmayan foton açığa
çıkmadan; özelliklere ve iş yapma yeteneğine sahip enerji vardı. Diğer bir
deyişle henüz aydınlık ve karanlık, gece ve gündüz oluşmadan; kütle ve maddenin
oluşacağı enerji vardı. Sad veya suret diyebileceğimiz bu enerji dağının
ardında Kaf olarak adlandırılabilecek ilim, mana, düzen vardı. Bilim adamlarına
göre evrende var olan her ‘şey’ kendi bilgisinin taşıyıcısıdır. Her ‘şey’
ilgili bilgi ve özelliklerinin deposudur.(*)
Kalp bedendedir ama ilmi bedeni de
kapsar. Henüz gündüz olmayan sabah veya
henüz gece olmayan akşamda ayrıntılarıyla görülemeyen madde bir bütün halinde
algılanır. Bu madde dağına Sad ve üzerine
oturup deposu olduğu ilim dağına Kaf denebilir. İlmin tümünü idrak eden kalp
Rahmanın arşıdır ve bu kalp de Sad dağını kapsar, içine alır. Yeryüzü
gökyüzünde ise arz da arştadır. Sad dağı, Kaf dağının içinde ve üzeridedir. Kaf
dağının ardında Anka vardır. Bu durum ise yerlere ve göklere sığmayan Rahmanın
mümin kulunun kalbine sığdığını da gösterir. Kalbi bilmeyen Rabbi bilemez. (
50.1; 38.1).
“Rahman ismi daha sonra gelen her
isim ve sıfatın kaynağını oluşturur. Eşyanın tümünü, hakikatini, vasıflarını ve
diğer vücudu olan ve olmayan şeyleri kapsayan, Kur’an aklı olarak bilinen,
kâmil insan istidadını insanın fıtratında yaratıp kazıyarak Kur’an’ı öğretti.
Kâmil insan fıtratında toplanmış olan şey, ayrıntısıyla, fiilen zahir olmuş
görünmüştür.”
“Bu zahir oluş rahmanî, genel rahmet
değil rahimî, özel rahmettir. İnsanlığın fıtratını yaratıp Furkan aklını,
uygulamaları ona yönlendirerek insanı halk etti. İnsana, böylece, ardına bakıp,
Furkan’dan, fiil ve uygulamalardan Kur’an aklına, ilme, ilmin hakikatine ulaşıp
haber verebilmesi için, diğer mahlûklardan farklı olarak, konuşma yeteneği
bahşedildi. Ruh güneşi ve kalp ayı insanda kendi menzil ve mertebelerinde
seyreder. Her birinin kendine özgü olgunluğu vardır. Cisim gecesinde duygusal
şuur ile nurlanan hayvani nefis yıldızı vardır. Cisim ve nefs, ceset arzına
secde eder, beden, madde ve toprağa bağlı ve bağımlıdır. Böylece eşya maddeye
secde eder çünkü ona bağlı ve bağımlıdır, mecburdur, ancak, dolayısı ile
eşyanın ilmine secde etmiş olur ama eşya bunu bilemez, yalnız insan bilebilir.”
(55.1-6). Bilince, halk edilmişlikten, yaratılmışlığa, inşa edilmişliğe
yücelir.
İnsan,
bedenini, bildiklerinden oluşan ilmi ile hareket ettirir. Oturup kalkması,
yemesi içmesi, her türlü duygusal ve fiziksel davranışı ruhuna, ilmine
uygundur. İnsanlık, insan bedenine, insan bedeni de insanlığa secde eder.
Evrenin de oluşumu ve gelişimi, evvelindeki düzen içeren ilk enerjidendir. İlk
enerjide bir iş yapma yeteneği vardır, bu enerjinin bütünü rahmanî rahmettir,
geneldir. Kütleye, maddeye ve eşyaya dönüşümü rahimî rahmettir, özele inmiş
ayrıntıdır. Bu ilk mükemmel yetenekli enerji, bilimsel ‘entropi’ kavramına
göre, gittikçe bir çeşit bozulma, bozunum içindedir. İlim bilinmek ister. İlim
dağının evren dağı halinde görünmesi, zahir olması ve en sonunda insan eli ile
kâmil insanın yaratılmasıyla amaca ulaşılmış ve ilim insanca bilinmiş olur.
Gece ve gündüz kavramlarını, karanlık ve aydınlık ortamı bilemeyen, yalnız halk
edilmişleri bilerek, hakikati idrak edemez. Var olan şeyleri özellikleriyle
bilmek yetmez.
Doğuştan
gelen özelliklerin doğuş olmadan da var olduğu idrak edilmelidir. İdrak ile
insanın fıtratına, ayrıntılar öğretilerek, kazınan düzen, Kur’an aklı Furkan
olarak görünür. Konuşma yeteneği bahşedilmemiş olsaydı muhabbetle letafet
kazanılamazdı.
(*) The Economist, Stephen Hawking's
answer to a 40-year-old paradox about black holes, Aug 26th 2015, BY D.J.P.
Rahman ve Rahim besmelede yer alan
iki isim ve sıfat. Sonuçta her isim ve sıfatın Allah’a ait olduğundan şüphe
yok. Ancak, ‘bilinmek’ amacına ulaşmak için yaratılan insan öğrenmeye başlarken
her şeye baştan başlar. İlk günden, hatta ilk andan itibaren, çocukça sormaya
başlar ne oldu, nasıl oldu, aslı nedir, ne denir? Cevap bulundukça geriye yani
en başa doğru ilerlenir. Nereden geliyoruz, nereye gidiyoruz? İnsanlık ve
akıllı insan hali!
Rahman, ortaya çıkma açısından ilk
var olan ve maddeleşme şeklindeki olgunlaşmanın hammaddesi olmak gibi,
nimetlerin tümünün asıllarını, ‘taşıp yayılarak’ oluşturandır, oluşturanın
ismidir. Her ismin bir cismi de
olabilir, bilimsel adı ‘ışınım’ veya radyasyondur. Daha önce üzerinde durulduğu
(50.1; 38.1) ilk anda var olanın tümünün ilim
haline Kaf, bunun cisim veya madde haline de Sad ismi verilmiştir. İlme de
cisme de verilmiş nimetler gözü ile bakılabilir ve bu iki kavram da sentez
edilebilir. Kitapta bu sentez yapılmış, sonra oluşanların aslını oluşturana yer
verilmiş. “Rahman, nimetlerin tümünün asıllarını ifaza eden, yani ‘taşıp yayılarak’
oluşturandır. Rahman ismi daha sonra gelen her isim ve sıfatın kaynağını
oluşturur.” (55.1)
Bilimsel açıdan da bakıldığında,
Büyük Patlama ile ilk oluşanın yayılımı, taşarak yayılması veya ışınımı söz
konusu edilir. İlk oluşum anlarına gidişte, ışığın oluşmasından da önce, bir
mikro dalga yayılımı veya radyasyonu, ışınımı gerçeği ile karşılaşılır.(*) Boyutları sıfır ama kütlesi sonsuz olan ‘yokluğun’
patlaması ile ortaya çıkan sonsuz sıcaklığın soğuması ile evren oluşur. Söz
konusu “Sıcak Büyük Patlama Modeline” göre Evren’in boyutu ikiye katlanırsa
sıcaklık yarıya iner.
Büyük Patlamada sonsuz olan sıcaklık
bir saniye sonra on milyar dereceye düşer. Evrenin boyutları ikiye katlanırsa
sıcaklık yarıya düşer. Patlamada kuantum etkisi var ve fizik yasaları
bilinmiyor, tam bir ışınım hali. Saniyenin on milyarda birinde yalnız proton,
nötron ve kuarklar var. Sıcaklık aslında parçacıkların ortalama enerjisinin
(veya hızının, çünkü henüz kütle yok) ölçütüdür. Bilimsel açıdan kuarklar
bilinirken ve var olanlar bir bütün olarak henüz bir isim almamışken; Kitap, “Var
olanların tümünün asıllarını ‘taşıp yayılarak’ oluşturan rahmandır” der.
Patlamadan itibaren soğuyarak yayılmakta olan radyasyon, birinci saniyede,
proton ve nötronlardan Hidrojen ve Helyum gibi elementlerin çekirdeklerini
oluşturur. Üçüncü dakika içinde ise atomlar oluşur. Yıldızların oluşumu için
ise bir milyar yıl geçmelidir.(1)
Rahman ve rahim, koruyan ve
kollayan, bağışlayan ve esirgeyen, koruyup merhamet eden gibi çeşitli isim ve
sıfatlar diğer tümünün kaynağını oluşturur. Bilimsel açıdan enerji yüklü ışınım
kütleye veya maddeye dönüşür. Aynı şekilde dinsel alanda ‘taşarak yayılan’ da
eşyaya, hayata ve insana, tüm nimetlere dönüşür. Evrenden taşan kısım
anti-madde olabilir.
Doğanın doğurganlığı kapsamında bir
rahimde hayat buluş bilincimizde kolayca anlam kazanır. Hayat veya yaşayan
canlıların bireyselliği, rahmanın genelliği yanında, rahmin özel oluşunu
anımsatır. Genel ortamda bir yıldız, ardalanda görülebilen bir madde olarak,
ışınım halinde yayılan enerji kütle oluşturarak, özellik kazanmıştır. Genel
eğitimden özel veya bireysel eğitime geçiş de rahman ve rahim kavramları kapsamındadır.
Toplum genel, birey özeldir. Evrende enerjinin varlığı geneldir, her yerde
bulunur. Oysa madde ve eşyanın her biri özeldir, enerjinin kütleye dönüştüğü
yerde oluşur. Her ‘şey’ kendine özgü özelliklerini kapsayan bilgisinin ve
ilminin deposudur, aynıdır.
“Eşyanın tümünü,
hakikatini, vasıflarını ve diğer vücudu olan ve olmayan şeyleri kapsayan,
Kur’an aklı olarak bilinen kâmil insan istidadını insanın fıtratında yaratıp
kazıyarak Kur’an’ı öğretti. Kâmil insan fıtratında toplanmış olan şey ayrıntısıyla
fiilen zahir olmuş görünmüştür. Bu zahir oluş rahmanî rahmet değil rahimî
rahmettir.” (55.2) Konuşma yeteneği ile birlikte yaradılışına kazınan akıl,
insana özgü, verilmiş, özel bir nimettir.
Çevrenin algılanması bilgi edinme ve
öğrenmeyi, aklın kullanımını zorlar. Kendisine bağışlanan akıl ve öğrenme
yeteneğinin kullanımının son aşamasında insan çevresinin ve kendisinin idrakine
varır. Rahimî nimet ile rahman idrak edilir, görünürden Görünene ulaşılır.
Ayrıntısıyla fiilen zahir olup görünenin, insanın fıtratına konmuş olanın
olduğu anlaşılır. Aydınlanmış bir kişi ışınımdan gelen, ışıldayandır. Kur’an
düzen demektir, evrenin ilk oluşum anından itibaren de bir düzen içinde
geliştiği bilimsel bir gerçektir. Ayrıntılar halinde fiilen ortaya çıkan, ilmin
görünür, uygulanmış haline Furkan denir. Kur’an, Furkan halinde
gerçekleşmektedir. Paranın iki tarafından birisi, yazı kısmı yazılmış, diğeri
tuğra kısmı ise kazınmıştır. Anlaşıldığı kadarıyla denebilir ki “Beden-i
Muhammet ve ruh-u Muhammet olarak görünen Allah’tır!”
Bilimsel alandaki kuantum
mekaniğinde ‘dalga ve parçacık’ ikilisi isim ve sıfat kapsamında ‘rahman ve
rahim’ kavramlarını anımsatır. Evren dalga özelliklerine sahip sonsuz
küçüklükteki parçacığın ani şişmesiyle
oluşur. (3) Sanki her şey bir akıl oyunudur, aklınız varsa her şey var, yoksa
yok!
(1) Stephen Hawking, “A Briefer History of Time”.
(2) The Economist, Stephen Hawking's answer to a
40-year-old paradox about black holes, Aug
26th 2015, BY D.J.P.
(3) Expres UK, Historic
Discovery, By Paul Baldwin, Octber 16, 2015.
Bilim
adamları evrenin sırrını sonunda çözdü.(1) Kanada’lı bilimciler yaratılan
olmadığı için Yaratan’a da gerek olmadığını ispatladı. Yeni kuramsal öneriye göre
tüm evrende negatif enerjinin toplamı pozitif enerjinin toplamına eşit. Bu
nedenle, Evrendeki her iki tip enerjinin toplamı da sıfır eder. Böylece, evren
bir ‘Hiç’, yani ‘Nothing’ ama ‘Ordered Nothing’, ‘Düzenli Hiç’ imiş. Kurama
göre küçük veya sanal parçacıklar çok küçük bir miktar enerjiye sahip olabilir
ve çok küçük bir zaman için var olabilir, şişme gösterebilir, bu evreni
oluşturabilir ve sonsuz küçük zaman içinde veya bir anda yok olabilir. Hiçten
bir şey olmuş değil evren hala bir hiçmiş. Küçük bir sorun varmış, bu evren bir
‘Hiç’ ama ‘Düzenli Hiç’ imiş çünkü matematik ve fizik yasalarının varlığı da
ayrı bir gerçekmiş. “Kur’an düzen, ilim demektir.
Bu son
bilimsel makaleyi okuyunca “İnanılacak gibi değil”, “inanmak veya inanmamak”
kavramlarını düşünmemek elde değil. Kendilerine “Siz bu dediklerinize inanıyor
musunuz?” diye sorsak, bilim adamları “Biz inanmayız, deneme yapar, biliriz”
diyeceklerdir. “Devasa hadronlarda koşturup çarpıştırdığınız küçük
parçacıklardan daha küçük parçacıklar elde ediyorsunuz. Arayıp da bulmakta
güçlük çektiğiniz “Tanrı Parçacığı” bulundu, varlığından emin olundu. Kuramsal
parçacıkların çok çeşitlerinin varlığı ve elektrik yüklerinin (-) veya (+)
olduğu belirlendi. Bir evren de siz yapın öyle ise veya evren içinde bir evren
daha oluşsa” desek cevap ne olabilir? Matematik ve fizik var ama evren bir hiç!
Görünen, görenin görüntüsüdür. “Hak,
Muhammed suretinde zahir olur görünür. Genel rahmeti bütün eşyaya vücut vererek ve
özüne olgunluğu yerleştirerek eşyanın tümünü kapsar. Özel rahmeti, zatının
tevhidi ve gerçek olgunluğun idrakine sahip Muhammed evliyasına özgü sıfatların,
tekliğin zatından bütün hakikati içeren hepliğin kitabının inişidir.” (Fussilet 41.1,2) “Bu Kitap önce bütünün, tüm
var olanın, var olan her şeyin tamamının; kısaca eşyanın özüne kısaltılarak, öz
halinde konduktan sonra ayetler indirilerek ayrıntılı bir şekilde açıklanmış
Furkan, uygulama aklı kitabıdır.” (41.3,4) “Kur’an, Furkan olarak görünür, ilim
suret halinde görünür. Surette kalanlar ilmi göremez. İlim bir düzen içinde
surete bürünerek açılım halindedir. İlmin görünür hale bürünüşünü, bürünüyor
oluşunu, görebilmek için ilmi bilmek, surette kalmamak gereklidir.” (41.5)
Yukarıdaki ayetleri bilimsel açıdan
ele alabiliriz. Elektro manyetik radyasyon (EMR) bilinmeden önce Kitap, Büyük
Patlamadan hemen sonra oluşan, mikrodalga gibi ışınıma Rahman adını vermiş.
Buna ‘genel rahmet’ denir. Soğuma ve genişleme sonucunda oluşan yıldızlar ve
bizlere ise ‘özel rahmet’, ‘rahimî rahmet’ denir. Bu nedenle rahmanda ne varsa
rahim olan özel ‘şey’de de o vardır. Rahmanî ışınımdan oluşan her şeyde aynı
ilim vardır. Her şey, bilim insanlarının da dediği gibi, ilminin deposudur.
“Ortada, açıkta, görünür, hadis,
zahir, zuhura gelmiş olanın anlatmaya çalıştığı hafa, gizli olanı, görünür
olmaya çalışanı görmeden, hatta inkâr ederek, surette kalmayınız.” (41.9) “Aşikâr
olarak görünen ‘arz’, görünmeyen, henüz bilinmeyen ilimden rızkını alır. Arzın
toprak, ateş, hava, su olmak üzere dört temel anasırdan alacakları takdir edilmiştir.
Yeryüzü ve gökyüzü veya arz ve sema olarak bilinen oluşumlardan biri olarak arz
rızkını aldıkça oluşur.” (41.10) “Sonra ‘sema’nın icadı kast
edildi. ‘Sonra’ kavramı zamanı içermez, çünkü oluşumda zaman yoktur, yön ve
oluşturanların farklılığına işaret eder. Sema çeşitli yönlerden arzdan
farklıdır, örneğin, sema latif, arz kesiftir.” (41.11) “Sema manadan, yazılım veya tasarım gibi latif bir cevherden oluşur. Arz
ise donanımdır, kesif bir maddeden oluşur. Her ikisi birden, zaman farkı
olmaksızın, fiilen mevcut olur.” (41.11)
Kitap açısından Âlemde ne varsa
Âdem’de de o vardır. Evren oluşurken nasıl ki önce öz bir arz vardı; sonra
genişleme ve soğuma ile kümeler halinde galaksiler oluştukça gökyüzü de
oluşmaya başladı. İnsan da ana karnında kırk gün sonra bir santimetre boyunda
bir küçük et parçası cenin iken kol ve bacaklar açılım gösterir. İnsan olmaya,
insanlığı oluşmaya başlar.
“Kemal, ilmî ve amelî olmasa davet
sahih olamaz. Sahih olsa da Allah'a, yani cemi' sıfat ile mevsuf Zatına olamaz.
Zira amel etmeyen bir âlim davet ederse daveti, Allah ismine olur. Âlim olmayan
bir amel sahibi davet ederse daveti Gafur ve Rahim ismine olur. Âlim amil ve
arif kâmilin ise Allah'a daveti sahih olur. Ruh nuru gündüzü ve ruh güneşi ve
kalp ayı, Allah'ın âyatındandır, delillerindendir. Siz O’nda fena ve O'nunla
vukuf ve O’nunla Hak'tan perdelenerek güneşe secde etmeyiniz, aya da secde
etmeyiniz. Ve zatta fena ile onları halk eden Allah'a secde ediniz.” (41.33) ‘En
hakiki mürşit, kişi değil, kişideki ilim!
Kitabın anlatmaya çalıştığı
gerçekler de bilimsel bulgular da içinde yaşanan evren ile ilgilidir. Bir
önceki makalede üzerinde durulduğu gibi “Dalga yayılımları veya ışınımları
parçacık özelliği taşımaktadır” Kitap bu kavramları “Rahman ve rahim” sıfatları
ile ele alır. Sonsuz sıcaklığın soğumasıyla ışınımlar yıldızları oluşturur yani
rahman rahim olarak görünür. İnsan özünde ilmin tümünü bulabilir.
“Kur'an'ı
Biz inzal eyledik, indirdik ve elbet onu Biz hıfzederiz, koruruz. (Hicr 15.9) “Kur’an,
gayba iman edenlere hidayettir, onları basiret sahibi yapar, şifa verir,
kalplerini temizler. Görüş ve uygulamalarla basiretlerini, kalp gözüyle
görmelerini geliştirir. İnanmayanlar işitemez ve anlayamaz, gaflet içinde
olduklarından Kur’an onlara nüfuz edemez. Hakk’ın görülüp idrak olunduğu nurun
kaynağından uzak oldukları için gafletten uyanamazlar.” (41.44)
“Evren Düzenli Hiçtir” diyen bunu
birçok deneyleriyle ispatlayan bilim insanları ‘görmedikleri ve bilmedikleri’
bir şeye inanıyor ve iman ediyorlar. “Siz de gayba iman ediyorsunuz” dense
itiraz ederler ama deneyleri tam değil kuramsal düzeyde. Matematik ve fizik
ilminin var ve gerçek olduğunu söylüyorlar ama uygulama yok ‘inanmadıkları için
tam anlayamıyorlar’ denebilir. Din de bilim de aklın ürünüdür.
“Biz inananların, içerde ve dışarıda,
görünür ve görünmezde, müşahede etmelerine yardımcı oluruz. Hatta
muhakemelerine, deliller ile anlamalarına yardımcı oluruz. Böylece, Hakk’ın
görerek, apaçık aşikâr olduğunu idrak ederler. Yardım ettiklerimizden Hakk’ı
eşyada müşahede edenler için Rab yeterlidir, efali delilleriyle, sıfatı
tecellileriyle, görünüşleriyle anlaşılır, her şey bilgisi kapsamındadır. Her
şeyin hakikati Hakk’ın ilminin aynısıdır, vücudu ilmi ile oluşur, ilmi zatının
aynıdır ve zatı aynı vücududur. Gayrın vücudu, aynı ve zatı da yoktur,
batıldır, zandır. Her şey haliktır, yaratılandır, yalnız Hak Halık’tır,
Yaratandır, Hakk’ın yüzü, Hakk’ın zatı bakidir. Nefiste ve çevrede görünen ve
beliren vasıflar, sıfatlar Hakk’ın varlığının ortaya çıkışı iledir.” (41.53,54)
Mikrodalga ışınımı, X-ray ışınımı
gibi çeşitli EMR ışınımı dalgalar halinde küresel biçimde yayılır. Her yerden
her yere, her zaman sonsuz ışınım vardır. Bir göze ulaştığında ‘görülebilir
ışık’ olarak görünür. Görünen ışık fotondur, kuantalar halinde yayılır, ışık
hızında yayılır. Bir kuanta belirli bir miktar enerji taşır. Böylece fotonun
enerjisi ölçülür. Işınım dalga halinde olsa da partikül, parçacık veya foton
olarak görünür. Bir ışık kaynağından sonsuz ışın, ışık çıkar. Işık camdan
geçerken kırılır ve dalga boylarına göre renkler de görünür. Kuantum mekaniğine
girince de dalga özelliği gösteren parçacık ve parçacık özelliği gösteren
dalgalar söz konusu olur. “Belirsizlik İlkesi” ile çeşitli gerçeklikler
anlatılır. Sanırım en iyi sonuç şu olabilir “Görünen bilinmedikçe, Bilinen
görünmez!”
Kitap “İlim, maluma tabidir” der.
“İnsanlar kendilerini var zanneder, şirk içindedirler. Dünya bir hayal ve
yalandır aldanmayın. Allah vardır gayrisi de yoktur, Hak vardır gerisi
batıldır.” Bu ve benzeri kavramlar bilimsel alanda da yer almaya başladı.
“Sonsuz küçük, sonsuz sıcak, sanal parçacık, şişerek oluşan evren, sonsuz küçük
bir zaman için var olabilir. Evrendeki toplam enerji sıfır olduğu için evren
aslında bir hiçtir, ama düzenli bir hiçtir çünkü matematik ve fizik yasaları
vardır ve gerçektir, yürürlüktedir.”(1) Dostumuza sorarız “Nasılsın?” o da
cevap verir “Gördüğün, bildiğin gibi” din de bilim de aynı kavramları
içermektedir. Neyse ki bilmek, bilmemek ve inanmak, inanmamakta özgürüz, her
şey nasıl görüyorsak öyle!
(1) Expres UK, Historic Discovery,By
Paul Baldwin, Octber 16, 2015. (https://www.express.co.uk/news/science/612340/Origin-of-the-universe-riddle-solved-by-Canadian-physicists-and-er-it-wasn-t-God
Hep
öğreniriz, aklın çalışması engellenemez. Arama, keşif ve buluşlar birbirini
izler. Bulma, bilmede sınır tanınmaz. Bir yandan kendini bilme, diğer yandan
yeryüzünü ve gökyüzünü bilme çabaları yürütülür. İnsanlığın gelişiminde
‘kutsallık bilinci’ için bir tarih belirlenemedi. İnsan da kutsallığa doğuştan
yatkın görünmektedir. Eski bir tapınakta “Kendini Bil” yazması da tesadüf
olamaz. Doğal ihtiyaçlar karşılanırken doğaüstü inançların da bulunduğu
düşünülebilir. Sanki halk ‘Yer Tanrı, Gök Tanrı’ derken Doğu’da idi, kutsala
‘benliğinde’ erince Ortadoğu’da buldu kendini. Evren bilincini geliştirmek için
Batı’ya yürüyüş sürdürüldü. Evrenin doğuşuna kanıtlarla tanıklık edilince de
Doğu’dan gelindi, ilim halkın kalbinde yerini aldı. “Allah’tan başkası yoktur,
emri, dediği olur; evreni bilinmek için yaratmıştır, ilmin amacı kendini ve
Allah’ı bilmektir; görünen, görenin görüntüsüdür” diyen inanç küçümsendi.
“Ölçülüp biçilen, kesilip tartılan madde nasıl ‘serap’ olurmuş” diyen bilim
insanları sonunda Hak ve hakikate erdi. İnanmayanlar, bilimsel kanıtlarla,
inanılanları ispatladı.
Saf Anadolu
kültüründe, halkın dilinde, kalpten söylenen, öyle deyim ve deyişler vardır ki
kanıtlamak için Batı’ya gidip, eşyanın hakikatine inip, Doğu’dan gelinmeliydi.
Âşık ozanların, halk şairlerinin dizeleri halkın bilincinde yer eder. Hak ve
hakikat arayışında insanlığa öncülük eder. Halk her yerde ve her şeyde Hakk’ı
görmeye yatkındır. İlmin amacı kendini ve Hakk’ı bilmektir, Allah’a yakınlaşma
‘ilmen’, ‘aynen’ ve ‘hakken’ olmak üzere üç aşamalıdır.
İlmen ve
aynen aşamaları dinsel ve bilimsel yaklaşımları birleştirir. Akıl önemli, sezgi
de önemli. Mantıklı olmak iyi, duygusal olmak da kaçınılmaz. Akıl ve hikmet
sentez edilir. İnançlı olanlar da bilmeye zorlanır, aklını kullanmaya teşvik
edilir. Düşünmeden, tefekkür etmeden, ne yaptığını bilmeden imanlı kişi
olunamaz. Bilerek, bilinçli olarak Allah’a yaklaşılır.
Bütün bu
düşünceler bilim ve din yaklaşımlarını DNA sarmalı gibi bir senteze
götürebilir. Genel anlamda bu sarmalın iki ana hattını din ve bilim; kalp ve
akıl, ruh ve beden, mana ve madde, yazılım ve donanım diye ele alabiliriz. En büyük
olarak bilinen, fizik, kimya, astrofizik, biyokimya gibi alanlardaki, bazı
bilim insanlarının, elde ettikleri buluşları, Allah’ın olmadığını kanıtlamakta
kullanmaları manidardır. Kendilerini ve buluşlarını inkâr ettikleri bir konuya
veya alana, gereksiz, istenmeden, bir anlamda zorla, sokmaları
düşündürücüdür.
‘Akıl insana
verilen en büyük nimettir’ denirdi. Doğayı, ‘Akıllı Tasarım’ olarak ele alan
bazıları, varlığına kanıt bulamadığı için, Allah’ı inkâr etti. Kuantum âleminde miniskül parçacıkların bir
anda var olup yok olduğu bilinir. Böyle sanal bir parçacığın, ‘Şişip Genişleme’
modeline göre evreni oluşturduğu kanıtlandı. Nasıl olur da ‘bir şey’ yoktan var
olur? Sorusuna yanıt bulundu. Bu sorunun sorulması yanlışmış. Evrendeki pozitif
ve negatif enerjinin toplamı sıfır ettiği için, Evren bugün dahi ‘bir şey
değil’ bir ‘Hiç, ama ‘Düzenli Hiç’ imiş. Düzenli, çünkü evrendeki hareketler
fizik yasalarına ve matematik formüllerine uygunmuş. Sonuç ve söylenen doğru
ama anlaşılan veya yorum yanlış olabiliyor. Bilimsel deneyler doğru söylüyor
ama Profesör Doktorlar yanlış anlıyormuş. Evren
bir ‘hiç’ olduğu için bir Yaratan’a da ihtiyaç yokmuş. “O’ndan gayri bir şey
yok” diyene, ‘ben yoksam o da yok’ der gibi. Bilimsel olarak ‘var olan herhangi
bir şeyin aslında olmadığı, var görünen maddenin, aslı sanal olduğu için, var
sayılamayacağı’ kanıtlanmış oldu. Bu şekilde, böyle bir ‘Varlık’ yokluğun
kanıtı olsa gerek. Varlıkta yokluk bulundu. Aslında olmadığımızı kanıtladık,
şimdi sıra bunu idrakte. Biz elimiz tutuyor, gözümüz görüyor diye var
olamıyoruz. Evren yok ki biz olalım. Mucize olan, ‘serap’ şeklinde de olsa, var
olduğumuzu ‘zan’ etmemiz. “Evvelde ‘Var Olan’ ahirde de vardır, sonradan yok
olan da hiç olmamıştır” denildiğinde inanmalıydık. Yokluğumuz ispatlandığına
göre Hak ve hakikati idrak edebiliriz artık.
İnsanın iş
ve eylemlerinde kullandığı güç, kuvvet ve kudret Allah’a aittir. Her isim ve
sıfat da o’nundur. Bilinmek için evreni yaratmış ve insanı, kemale ermesi,
kendinin idraki, için donatmıştır. Önce bilgi edinip, bilerek yaklaşılır. Her
şeyin ondan gelip ona gittiğini idrak ederek şirkten dönülür. ‘Aynen’ biliş
aşaması da böyle başlar. Sanal parçacıktan çıkan ilk enerji de, zamanla oluşan
kütle ve madde de, ilminin aynıdır. S. Hawking’e göre her ‘obje’ veya ‘şey’
özelliklerinin, ardındaki ilminin deposudur, toplam ilminin görüntüsüdür. Evren,
sanal parçacığın var gibi görünen halidir, önemli olan, bu parçacığın
yüklendiği özellikler ve özünde taşıdığı Kur’an, ‘Düzen’, fizik ve matematik
ilmidir. Bir inşaat projesinin ismi, resmi, cismi de, ardındaki ilmin
halleridir, aynıdır. “İnsan da fıtratının, fıtratına kazınan ilminin
aynıdır.”(41.53,54) Herkesin ve her şeyin cismi ve ameli ilmine tabidir, biat
eder, daim secde eder.
Bilimsel ve
dinsel yaklaşımlar, DNA’da olduğu gibi, iki temel unsuru oluşturur. Öğrendikçe,
aşamalar halinde, merdivende tırmanarak, yükselerek yücelişle, Allah’a
yakınlaşma sürdürülür. Son kimya Nobel ödülünü alan vatandaşımız Aziz Sancar,
DNA’nın inşasında basamakların oluşumunu düzenleyen ‘Ritmik Saat’ keşfetti.(1) Ana hatlardan çıkan bir
basamağın aynı taraftaki diğer basamakla birleşmesi önleniyor. Karşı basamağa tutunması
sağlanıyor. Dinden ilme, ilimden dine geçip sentez basamağı ve sentez
oluşturmak şarttır. Yalnız bilim veya din tarafında kalmak olmaz. İnanan
okumalı, öğrenmeli, bilmeli ve idrak etmeli; bilimciler de doğanın dediğini
doğru okuyup anlamalıdır. Okuyup idrak şart!
İlmen
yakini, aynen yakin izler. Tasavvuf veya tevhidin bir ilim olduğu, belirli
yöntemler çerçevesinde, belirli bilgilerin öğrenildiği bilinir. İlmin bilinmesi
yetmez uygulanmalıdır. İlim amel içindir. İlmi olan âlim, idrak eden de ariftir.
İnsan kendisinin bir ilim olduğunu ama bu ilmin sahibinin kendisi olmadığını
idrak edebilmelidir. Her var olan, ışınım ve parçacıktan, rahman ve rahimden,
genelin kütle ile özelleşmesinden, enerjinin kütle oluşturmasından var olur.
Aynen yakin aşaması, evrenin, ilmin bir hali, görünür hali olduğunu kanıtlar.
İlim ile evren birleşerek tevhit olur, geriye idrak kalır. Testi var ise
testinin sahibi testi olamaz. Bilgi var ise sahibi bilen midir? Matematik,
matematikçinin midir?
Bilimsel
deneyler son noktayı da koydu. İkiz foton, elektron veya atomlardan birine
yüklenen bir bilginin, halin anında, galaksinin öbür ucunda dahi olsa, ikizine
geçmesini Einstein ‘ürkütücü’ bulmuştu. Son deneyler kesin sonuca vardı.
Bilgi,
birinden ötekine ışık hızından daha hızlı aktarılıyordu. Yeni deneyler sonucu
kanıtlanan duruma göre sonuç daha ‘ürkütücü’ imiş. Her şey, olmuş ve olacak,
evrenin doğuşundan itibaren, ‘Önceden Belirlenmiş’
olabilirmiş.(2) Bilim insanları, kanıt, keşif, buluş ve bilişlerle yürüyüşe,
Dünya’dan başladı, galaksilerden, evrenin doğuşuna döndü, rücû ettiler. Öyle ki
“Çok haklısınız, evren diye görünen düzenli bir serap imiş” dediler, ilme biat
edip, ilme tabi olup, secde ettiler. Böylece, ‘En Hakiki Mürşit İlimdir’ gerçek
oldu. Ama bazı bilenlerin idraklerinden, henüz, şüphe edilir. Çünkü kendilerinin
elde ettiği sonuçlar, inanamadıkları için, ‘ürkütücü’ imiş. Sanki birisi
biliyor inanamıyor, diğeri inanıyor bilemiyor. Olsun, öyle olacak ya nasıl
olacak? Çünkü her şey doğuştan, evrenin doğuşundan, önceden belirlenmiş!
Özet
olarak, Evren ile Âdem, Kur’an ile İnsan
ikizmiş gerçekten. Bilim insanlarından bazıları, ateistler, Doğu’nun
inancından, dininden Batı’ya kaçtı, hakikat güneşinin gurup ettiği batıya,
eşyaya, maddeye, o kadar kaçtı ki doğudan geldiler. İspat eden, etmeyen, idrak
eden, etmeyen sağ olsun. Amaç ‘Bilinmek’ ise gerçekleşti; Görünen, Görenin
Görüntüsüdür!
(1)The
Economist, Aziz Sancar, Oct 10th 2015, The 2015 Nobel
science prizes Wisdom,
ancient and modern
Genellikle bir şey düşünülür,
değerlendirilir, karar verilir, uygulamaya geçilir. Düşünülmeden akla gelen bir
düşünceyle hareket düşüncesizliktir. Düşünme, değerlendirme, karar alma ve
uygulama birer fiildir. Her fiilin öncesinde bir akıl ve aklın değerlendirmeler
yaptığı bir ilim, bilinen bilgilerin toplamından oluşan bireysel ilim vardır.
Herkesin bireysel ilim topağı kendine özgüdür, hareketleri özgündür. Kişi
genetiğinden gelen ve çevresinden aldığı ilmi ile birey olur, o ilme birey
denir, ‘her kişinin bir ilmi var’ değil ‘her ilim topağı bir bireydir’ aslında.
‘Her birey ağırlığınca atom yığını’ değil, ‘kilolarca atomun belirli bir ilimle
birleşerek oluşturduğuna’ birey denir. Atomların belirli bir şekilde birleşmesi
de ilimle olur. Atomlar bir genetik ilimle birleşirse fındık, diğer bir şekilde
fıstık olur. Genetik ve çevreden alınan ilmin üzerine, doğada olmayan, bireyin
ürettiği yeni bir ilim pek olmasa gerek.
Saygın bilgin S. Hawking ‘her obje
özelliklerini içeren bilgilerinin deposudur’
der.(1) “Üstelik bir ‘şey’e ait
bilgi, özellik, enformasyon asla kaybolmaz, bir kütle veya bir yıldız gibi bir
‘şey’ kara deliğe düşse bilgisi, ‘olay ufkunda drape şeklinde kalır’, kara
deliğin ekseninden fışkırır asla kaybolmaz” diyor. Bu yeni buluş insanı da
rahatlatır, ölünce, şekil ve beden kaybolsa bile insanı insan yapan ilim var
olmaya devam eder. Bilim insanları ‘özel görelilik’ ve ‘genel görelilik’ dese
de ‘altyapı’ ve üstyapı’ diye iki âlem vardır. Kuantum âlemi de denen atom altı
parçacıkların dünyasında fizik yasaları farklıdır.
‘Altyapı
sağlam olmalı ki üstyapı sağlam olsun’ denir. Ancak altyapıda hemen her şey
‘belirsizlik ilkesi’ ile belirlenir, parçanın ya yeri ya da hızı bilinebilir.
Enerji veya kütle bir anda yoktan var olur, bir anda yine yok olabilir. Geçmiş
ve gelecek aynı anda mevcuttur ama bunu akıl ile idrak mümkün değildir. Bu ve
benzeri düşünceler altyapı âleminde gayet makul ve mantıklı. Bilginler de bu
durumlarda ‘inanmak zor ama gerçek budur’ diyor olmalı. Önce ilim vardı,
enerjiye dönüştü, sonra kütle oluştu. Atom ve atom altı parçacıklar ilminin
aynı ise evren de ilminin aynıdır.
Otuz yılı
aşkın bir süre önce, bir bilge kişi, Bursa’da, Ahmet Hançer, “Mana âleminde
ispat edildi, şimdi madde âleminde ispata gidiliyor” demişti. İnanç âleminde
söylenenlerin doğruluğu bilimsel olarak ispat edilecek diye düşünmüştüm.
Kitabımız Kur’an’da, Fussilet 53, 54, ‘her şey ilminin aynıdır’ denilmekteydi,
Hawking’in, yukarıda, dediğini okuyunca ispatlandığını anladım. Kütlesi olmayan
bir parçacık bile özelliklerinin, ilminin deposudur, aynısıdır.(*) Hepimizin
gen yapısı aynı, genetiğimiz farklıdır. Altyapımız nötron, proton gibi aynı
parçalardan ama üstyapımız, kişiliğimiz farklı, ilmimiz aynı, sentez, uygulama
farklı.
Diğer saygın
bilgin Einstein ‘elektronlar etkileşim içindedir’ der. Türk Einstein olarak
bilinen Oktay Sinanoğlu ise ‘moleküller etkileşim içinde hareket eder’ der.
Kişilerin birbirlerinden etkilenmesi de bu kapsamda değerlendirilebilir. Her
bireyin beden, bilim ve zihinselden oluşan ‘kişilik ağırlığı’ vardır. Her birey
bir ‘İlim Topağı’dır. Dünya ve ay birbirlerini, kütlelerinin uzay zamanı
büktükleri kadar çeker görünür.
Kişiler de
ilimlerinin ağırlığı kadar birbirlerini çeker, cezp eder. Kısaca ağırlığımızla
çeker, karşımızdakinin kişiliğinin ağırlığı kadar çekiliriz. Her şeye ve sonuca
kişiliksel ilim topaklarının ağırlığı neden oluyor olabilir. Düşünce,
değerlendirme, karar ve uygulamalarımız buna göre oluyorsa ne kadarı için ‘ben
yaptım’ denebilir ki?
Yeni
sonuçlanan deneyler ve sonuçlara uygun geliştirilen kuramlara göre 16 Ekim
2015’te yayınlanan bir bilimsel makale, evrenin oluşumuna son noktayı koydu.
Söz konusu bulgulara göre ‘Evrenin Yoktan Var Olan Düzenli Bir Hiç’ olduğu kanıtlandı. Makaleye göre, “Daha küçüğü
olamayacak kadar küçük, sanal bir parçacık; daha kısası olamayacak kadar bir
zaman süresi içinde var olup ‘şişip genişleyerek’ bu evreni oluşturdu. Bu
durumda ‘yoktan bir şey oldu’ denemez çünkü evren, içindeki negatif enerji ile
pozitif enerjinin toplamı sıfır ettiği için, halen de bir şey değildir. Evrenin
‘Hiç’ olduğu kesin ama evrendeki fizik yasaları ve matematik formüllerinin
varlığı gerçektir. Bu nedenle evren ‘düzenli bir hiç’tir.” (2) Saygın bilim
insanları bu bilimsel bulgularını “Evreni Tanrı’nın yaratmadığı kanıtlandı” adı
altında sunmaktadır. Bilginlerin bulguları birleştirildiğinde, sanal da olsa
parçacık, ilminin aynı olacağı için, ‘evren, ilminin aynıdır’ ve varlıkta
yokluk ispat edilmiştir. İnanç sistemi de zaten “Evren, Allah, bilinmeyi
sevdiği için sevgisinden yaratılmıştır, bilen onun ilmiyle bilir, seven de onun
sevgisiyle sever” der. İlim bilinmek ister, akıl da bilmek. Her şeye anlam
veren, özelliklerini bulan, ilmini bilen akıldır, insan akıllı ise insandır,
insan da kendini bilendir. Kendini bilen de Rabbini bilir!
Yukarıda arz
edilen iki bilimsel bulgu yeterli görülebilir ama Ekim 2015’in sonunda
yayınlanan bir makale de bu ikisini teyit etti. İkiz atom, elektron ve
fotonların haberleşmesine ilişkin araştırmada sonuca ulaşıldı. Konu “İkizlerin
birisindeki ‘durum değişikliği’ diğerine, ışık hızından daha hızlı nasıl
aktarılıyor, gizli bir değişken mi var?” idi. Sonuçta durum değişikliğini
aktaran gizli bir değişkenin olmadığı anlaşıldı. Çok defa tekrarlanan deneyler
sonunda karar verildi. Kararda “Her Şey Evrenin Doğuşunda, Önceden
Kararlaştırılmış Durumdadır” denilmekte. Hatta “Kimin bundan sonra hangi
makaleyi okuyacağı da önceden belirlenmiştir, böyle haller metafizik konusudur,
fizikçilerin konusu değil” deniyor. “Her şey evrenin doğuşundan itibaren önceden belirlenmiş” (3)
demek için bilim insanları zorlanmış olmalı. Aynı durum inanç sistemlerinde
“Kader” konusu olarak işlenir. Kadere inanmak da kader olabilir. Doğunun inanç
âleminden inkâr edip uzaklaşıp, Batıya, maddenin hakikatine gidenlerin Doğudan
gelmeleri ilginçtir. İnanan ile inkâr
eden birbirine ‘doğru söylersin ama yanlış anlarsın’ der. Bilen âlim, aynı ilmi
idrak eden ariftir. Hak ve hakikat birdir ama anlayana!
Cehaletten
kurtulma çabasıyla girilen eğitim ve öğrenim sürecinde şartlanma ve sahiplenme
yaşanır. ‘Ben’lik ve bencillik geliştirilir, sonra da bu zanlardan kurtulmak
zor olur. Fıtrata kazınmış olan ilim, önce inanmaya sonra da inanılanı ispata
götürür. Fiil, sıfat ve kişilikler ilmin birer tezahürü ise, gözlem ve
deneylerle doğadan elde edilen ilmi sahiplenmekten vazgeçmeli. Hayatta olan
hayata sahip olamaz, içinde olmakla evrene sahip olunamaz.
Mükemmel
çalışan ve saat gibi işleyen bir ‘düzen’ varsa, amelin ilme secde ettiğini
izlemekten keyif ve tatlarından lezzet alarak, zevk içinde şükretmekten başka
yapacak bir şey olmayabilir. İnsan, kadere inanmanın hikmetine kurbandır!
(1) The Economist, Stephen
Hawking's answer, Aug
26th 2015, by D.J.P.
(2) Expres UK, Historic Discovery,By PAUL BALDWIN , Oct
16, 2015 (https://www.express.co.uk/news/science/612340/Origin-of-the-universe-riddle-solved-by-Canadian-physicists-and-er-it-wasn-t-God
(3) The
Economist, Quantum
theory, Oct 24th 2015
İnsan ve
insanlığın gelişimi paraleldir ve uzun soluklu bir süreçtir. İnsanın düşünmesi
ve inanması birlikte gelişmiştir. Bilimsel yasalarla Evrenin Doğuşuna tanıklık
edilmektedir. Evren, kendini merak eden
yaratıktır. İnsan olmak için de ilk tapınaklarda “Kendini Bil” yazılmış.
“Yağmurun Allah’tan olduğuna” inananlar “Evet ama nasıl?” diyerek gerçeğe
ulaştıkça bilir olmuş. Bilinçli düşünme ve bilinçli iman müştereken ilimde
yükselme, imanda yücelme sağlamış. Aksi halde, örneğin, bilmeden iman “Hayali”
kalırdı, “Hakikate” ermek olamazdı. İlimden kaynaklanan iman, bilimi doğurur
ama bilim elindekini bırakamaz, evrenin dışına çıkamaz. Kuantumla “Evrenin,
yoktan var olan parçacıkların şişmesiyle oluşan düzenli bir hiçliktir”
olduğu kanıtlandı.(1) İnanç temeline dayanarak “Yokluktan yaratılan evrende insanın varlığı
aklının izafi oluşundandır, insan aslında yoktur” denirse bu, bilimsel açıdan
bağnazlık olabilir. Çünkü annenin sevgisi, çocuğun anne sevgisinden de
büyüktür.
Genel
görelilik kuramı üç boyutlu olarak düşünülen uzay ile zamanı, uzay-zaman veya
“uzam” olarak birleştirir. Madde, uzayı büker ve ona nasıl ve ne kadar büküleceğini
öğretir, uzay-zaman da maddeye nasıl hareket edeceğini gösterir. Einstein,
izafiyet teorisi, genel görelilik kuramı ile gravitasyonun, yer çekiminin bir
güç olmadığını kanıtladı. Örneğin Dünya, Ay’ı çekmez, kendi kütlelerinin
büktüğü ortam ve yollarında hareket ederler. Gökyüzünde kütlelerin uzay zamanı
bükmeleri nedeniyle ışık bile bükülmüş görünür.
Işığın
kaynağı, eğer arada Güneş gibi uzay-zamanı büken bir kütle var ise, gözümüzün
gördüğü yerde değil, ışığın geldiği yerdedir. Görelilik, evrenin Büyük Patlama
anından itibaren, genişlemekte oluşunu, kara deliklerin, gökadaların ve
yıldızların konumunu bildirir. Zamanda yolculuk yapar gibi her “Şeyin” geçmişte
ve gelecekte nerede ve nasıl olacağı kesin olarak bilinebilir. E=MC2 formülü
ile ışık hızında hareket zamanı durdurur.
Kuantum
kuramına göre, uzayın en küçük ölçeğine bakıldığında, daima görülecek
şaşırtıcı, değişmez bir gerçek vardır, o da bir “Parçacık çiftinin” yoktan var
olup tekrar yok olduğudur. Sürekli bir şekilde var olup yok olan bir çift
parçacık için Dr. Hawking bir fikir ileri sürer. Buna göre, parçacık
çiftlerinin var ve yok oluşları, kara deliklerin “Olay ufkunda”, geri dönülmez
noktasında, gerçekleşiyorsa parçacıkların bir kısmı yutulur bir kısmı da kara
deliğin ekseni etrafında ışıyarak kaçar. Kaçan parçacıklar “Hawking Radyasyonu”
adı verilen ışınıma yol açar. Böylece kütle enerjiye dönüşür ve kaybolan enerji
en sonunda kara deliğin kendisinden gelmiş olur. Görünüşe göre, kara delik
zamanla buharlaşıp yok olarak “Hiçliğe” dönüşür.
Kuantum
mekaniğinin kara delikler alanında kullanımı, genel görelilik yasalarıyla
birlikte, her alan ve parçacık için, her iki kuramı bütünleştirerek, tüm
evrende her şeyi açıklayıcı bir kuram elde etmeye yöneltti. Ancak iki kuramın “Gerçeği”
çok farklı gördüğü anlaşıldı. Kuantum için her “Şey”, belirli bir ölçekte,
“Parçacık” temelinde ve “Yerel değil” konumundadır. Parçalar birbirinden bağımsız
ve bağlantısız görünür.
Ancak
davranışlarında “İkizlik” ve “Olasılık” hâkim. Bir parçacığın bir yerdeki davranışı
kilometreler veya ışık-yılları uzaktaki ikizinin davranışına bağlıdır.
Olasılık, bilgi eksikliğinden değil gerçek dünyanın öyle oluşundandır.
Parçacığın var ve yok oluşu “Ya var, ya da yok” oluşundan değil “Hem var, hem
de yok” oluşundandır. Görelilik denklemlerinde ise temelde belirlilik,
kesintisizlik ve düzgünlük hâkimdir. Uzay-zamanda boşluk yoktur, doğrular
bükülebilir ama sürekli ve kesintisizdir. Kuantum kuramı, atomun çekirdeğini oluşturan “Güçlü nükleer”,
atomu oluşturan “Elektromanyetik” ve “Zayıf nükleer” olmak üzere üç güç tipini
tanımlar, belirler ve birbiriyle ilişkilendirir. Bu güçler parçacıklardan kütle
oluşturur. Böylece kütlenin oluşumu veya var oluşu, kütlelerin hareket
edişinden farklı ele alınır. Bir şey önce var olmalı ki hareket etsin. E=mc2
kütlesi olmayan parçacıkların ışık hızındaki hareketini de açıklar.
Bilimsel ve dinsel bazı kavramlar yaklaştı
denebilir. İlk akla gelen “Büyülttüm âlem ettim, küçülttüm Âdem ettim”
deyimidir. Hatta bu Dünya’nın “Altı ateş, üstü su” oluşu gerçeği de vardır.
“Allah her şeyi yoktan var etmiştir” denildiğinde “Ne yoktan bir şey var olur,
ne de var olan bir şey yok olur” denilmişti. Bu termodinamik yasasına “Evren
hem vardır, hem de yoktur” diyerek karşı koyanlar da “Vardır ama hiçliktir” diyenler
de bilim insanıdır. “Var gibi görünüyor ama aslında yok” inancı kanıtlanmış
olur. Sorulara cevap ve sorunlara çözüm ile “Gerçeği” arayan bilim, her devirde
inançlara yer ayırmıştır. İnanç sisteminin özünün kanıtlandığına bazı bilim
insanları inanamaz.
Bu gerçekler ışığında “Din ile bilimi
birbirine karıştırma” denemez. Hiçbir şey göründüğü gibi ve göründüğü yerde
değildir. “Olduğun gibi görün veya göründüğün gibi ol” deyimi daha iyi
anlaşılabilir. Bilimsel olarak kanıtlanıp inanılanların hepsinin bilinmesi
durumunda “İnanç sistemi” ortadan kalkmaz. Belki sadece, “Bilinmeyi sevdim,
evreni ve insanı yarattım” deyimi ile ortaya konan “Amaç”, ilmen yakın olarak,
gerçekleşmiş olur.
(1) Expres UK, Historic Discovery,By PAUL BALDWIN , Oct 16, 2015 (https://www.express.co.uk/news/science/612340/Origin-of-the-universe-riddle-solved-by-Canadian-physicists-and-er-it-wasn-t-God
Sorun, bilmeye çalışmakta. Her gün,
doğal, birçok şey görüp öğreniriz. Önce algılanır, düşünerek de akıl
kullanılır. Akılla yanılmaya karşı bilgiler ‘gerçekten mi’ denip teyit edilir.
Görüp tanık olunan bir şeyin bile aslı araştırılır. Hele insan ilişkileri çok
yönlü yanılmalara neden olur. Gerçeğin bilinmesi yetmez aslı da bilinmek
istenir. Nedeni bilinmez, ama öyle!
Önce, yanıltıcı, “Kaos” kavramına
değinelim. Kaos karmakarışıklık, düzensizlik değil, ilahî denecek kadar,
anlaşılması zor bir “düzenliliktir”. “Entropi” kavramı ise her şeyin, zaman
içinde, bilinen bir başlangıçtan, sürekli bir “Bozunum” ile belirli bir sona
gittiğini gösterir. Bir barajın potansiyel enerjisi, elektrik üretilerek
kinetiğe dönüştükçe, sıfıra doğru gider. Sürekli bir yeni oluşuma götüren bu
bozunum ise evrenin ilk anındaki bozulmamış mükemmeliyetin kanıtıdır. İlk
andaki mükemmel oluşum, “Düzenli” olarak, bir bilinene gitmektedir.(1)
“Evren, kendini merak eden
yaratıktır” denilir. “Âdem” olgunlaşıp kemale ermesi gerektiğini idrak eden ilk
insandır. “Âlem ile Âdem ikizdir” ve bu âlemlerde aynı yasalar geçerlidir.
Kur’an’da, ilahî düzenin indirildiği, bu iki âlemde, bilinme amacı için,
uygulandığı açıklanır. Evren kendini merak ederse, ikizi olduğu için, Âdem de
merak eder. Âdem kendini bilmesi için çevresini, evreni de bilmelidir. Kendini
ancak bütünün parçası, deryanın damlası, bilebilir. Kısaca, “Kendini bilen
olgun insan, kaosun bozunum halinden yücelerek çıkılan doruktur.”
Her kişinin kendine özgü bir
ağırlığının olduğu bilinir. Bilge veya bilgin kişilerin bir çeşit kütlesel
ağırlığı vardır. Bilgili olanların çekim güçleri de vardır, çevrelerinde
dinleyicileri toplanır. Bilgi edinenler, ışıklarını, yaşayan veya tarihsel
kişilerden aldığını söyler. Bu kişilerin tuttuğu ışığın yollarını
aydınlattığından söz edilir. Görüldüğü gibi bireylerin kütlesel ağırlıklarının,
çekim güçlerinin, ışık yaymalarının, ışıklarının diğer kişilere ulaşmasının
varlığı gerçektir. Söz konusu ‘kişilik ağırlıkları’, ‘çekim güçleri’, ‘ışık
yaymaları’, ‘aydınlanma’ hallerinde de “Gökbiliminin” “izafiyet”, görelilik
kuramı geçerlidir. Işık, bir kaynaktan gelir. Bilgi de ışıktır, ilim sahibinden
alınır. Işığın yolculuğu gibi, bilgi alışverişi de aynı tip yanılmalara yol
açar. Yanlış anlama ve anlatış olabilir, aslı aranmalıdır. Örneğin Mevlana,
Mevlevî değildir. Güneş ışığını yansıtan Ay, Güneş değildir. Işığı arayan
Güneşe varmalıdır.
Görelilik kuramına göre kütleler
birbirini çekmez, “gravite” bir kuvvet değildir. Dünya, Ayı çekmez, görünüş
öyle olsa da, çekiş eski bilgidir. Yeni “Görelilik Kuramı” bilgisine göre bu
durum uzay-zaman ortamında aynı çizgi üzerinde hareket eden cisimlerin
çarpışmasıdır. Bağımsız bir zaman boyutu yoktur. Üç boyutlu ‘uzay’ ile ‘zaman’
bağımsız değil, birleşik alan oluştururlar. Dört boyutlu uzay-zaman, uzay ve
zamanın toplamı değildir. Kütleler, dört boyutlu “uzay-zamanda” hareket eder.
Her kütle, uzay-zamanı kütlesinin büyüklüğü ölçüsünde büker. Güneşin kütlesi uzay-zamanı büker. Dünya, Güneşin büktüğü dört boyutlu
uzay-zamanda düz bir yol izler ama üç boyutlu uzayda eğri bir yörüngede
görünür. (2) “Hiçbir şey göründüğü gibi değildir” deyiminin anlamı bu olabilir.
Paralel ve dik çizgilerle
tanımlanabilen uzay-zamanın bükülmesi, çizgiler boyunca doğru yol izleyen,
ışığın da bükülmesini sağlar. Işığın bükülmesi bir yıldızın konumunda yanıltır.
Örneğin, Güneş tutulması sırasında Güneşin arkasında olan bir yıldızın ışığı
bükülerek geldiğinde, bükülen ışığın doğrultusunda, açığında görünür. Hz.
Mevlana’nın kütlesinin büktüğü ışığın kaynağı, aslı bilinirse, bükülen ışığının
geldiği yerdedir, bu ışığın doğrultusunda değil.
Aynı şekilde, görüşleri aktarılan
veya ışığından yararlanılan, bilgi, anlayış ve idraki yoğun, bir kişiliğin
dediği yanlış anlaşılır ve yanlış anlatılabilir. Örneğin, “Ete kemiğe büründüm,
Yunus diye göründüm” deyimini kim söylemiştir diye sorulsa, hemen herkesin
cevabı “Yunus söylemiştir” olabilir. “Yunus diye görünen Yunus olur mu hiç?”
denilince de doğru cevap bulunur. Karşımızdakinin idrakinin yoğunluğunu
bilemediğimiz her durum için aynı yanılgı söz konusudur. Herkes gördüğünü
anlatsa bile, hiçbir şey göründüğü gibi değildir diyerek, yanılma payı, işin
aslı hesap edilip bilinmelidir. Hemen her durumda “doğru söylüyorsun ama yanlış
anlıyorsun” denilip bu hesap yapılmalıdır. Göz ile görünen ışığın kaynağının
yerini hesap eder gibi basiretli görüş için de hesap gerekir. Yanılgı baki
kalır!
Akşam ve sabah saatlerinde ufuk
çizgisinin üstünde görünmesine karşın Güneşin ufkun altında oluşu bilimsel bir
gerçektir. Göründüğü yerde olmayışının kanıtı Güneşe çıplak göz ile
bakılabilmesidir. Bu görüntü “Gözüme mi inanayım sana mı?” dedirten durumdur.
İşte gerçeğin aslını bilmenin öncesi ve sonrası halimiz.
Gerçek bilinmeden önce inanılır ve
inanılanın aslı bilindikten sonra ancak gerçek aşikâr olur, bilinir. Gerçeğin
görülmesi yetmez, gerçeğin aslının
bilinmesi gereklidir. Gerçeğin aslı bilinmeden bilindiği zannedilen gerçek
inanılan gerçekliktir. Kur’an’ın oku, düşün, tefekkür et, ara, bil, bul gibi
kavramlara neden önem verdiği anlaşılır. Kitabın aracısız, doğrudan kuluna
hitap ettiği apaçık yazılır ve söylenir. Okunan ayet düşünülüp tefekkür
edilmelidir. Kul tüm gerçeği, dış âlemde değil içinde bulmalıdır. Kendi
âleminin derinliklerine inerek, kendini bilerek, hitap edicisine, öğreticisine
ulaşmalıdır. Gerçek görülmeli ve bu gerçeğin aslı da tefekkür edilerek
bilinmelidir. Görünenin bilinmesiyle, bilinmenin gerçekleşmesiyle, yanılan
benliğin ortadan kalkışı idrak edilir.
Her insan kendine özgü bir âlemdir,
dış âlem düşünülerek iç âlem oluşturulur. Bu iç âlem dış âlemin benzeridir,
emsalidir, mislidir. Birinde ne varsa diğerinde de aynısı vardır. Âlim ve
ariflerin, bilgi ve idraklerinin yoğunluğu nedeniyle, açıkça ortaya koydukları
gerçeğin anlaşılması birçok kişi için zordur. Bu zorluğun nedeni ışığın,
kütlelerce bükülmesi veya kara deliklerce yutulması olabilir. Işık kullanılırsa
ve yararlı bir şekilde kullanılırsa işe yarar. Işık ve bilginin, uzay-zaman
içindeki yolculuğunu ve bükülme hesaplarını dikkate alarak, kaynağını
değerlendirmekle yarar sağlanabilir. Işığın ayrıca ısı ve rengi de yararlıdır.
Bilginin kaynağı da aynı şekilde değerlendirilebilir, bilginin kendisi de
yararlı olabilir. Yunus Emre’nin dediklerini, yaşamadan, tercüme ederek
anlayıp, Yunus’un hislerine tercüman olmuş gibi bir başkasına anlatan kişi,
ışık oyunları nedeniyle, yanılır ve yanıltır.
Anlamasındaki güçlükler başka,
anlatmasındakiler başka, anlaşılmasındaki güçlükler ise bambaşka olabilir.
Genel Görelilik Kuramını ne kadar anlayabildik ki anlatabilelim?
“Yaratılmışı severim Yaratan’dan
ötürü” deyimini halk genel olarak yaratılmışları, Yaratan’ın hatırı için sevdikleri
anlamında alır. Oysa bilge kişi “yaratılmışları Yaratan’a ulaşmak için severim”
demiş olabilir. Aksi halde “amaç” olması gereken “Yaratan” arada ve “araç”
olarak görülebilir. “Yaklaşması için kuluma nimetlerimi sevdirdim” kutsal bir
mesajdır. Algılamaktan sonra akıl erdirme ve en sonunda aslını öğrenmenin
gelmesi sanki “ilmen” ve “aynen” gibi, “algılama”, “aklı kullanma” ve “aslını
öğrenme” aşamalarının olduğunu gösterir.
Herkes her konuya aynı derecede açık
değildir. Örneğin, inanç konularına kendini kapatmış bir kişiye bu açıdan ve bu
konudan bir şey ulaştırmak mümkün olmaz. İç âleminde, bu alanda, bazı yoğun
yanlış bilgilerin çöküşü nedeniyle, bir kara-delik oluşmuş olabilir. Ne
söylenirse söylensin bu alandan hiçbir bilgi, ışık gibi, geçemez; aklı, kalbi
ve idrakine ulaşamaz. Kendini, bilimsel olma uğrunda, şüpheye ve şüphelenmeye
adamış biri herhangi bir bilimsel konuyu bildiğinden de emin olamaz ve
bildiğine de inanamaz. Çünkü aklında hep “aksi ispat edilinceye kadar doğru”
kavramı vardır. Benzer şekilde şeksiz, şüphesiz inanan birisine inandığının
aslını öğretmek de mümkün olamaz. “Bilinmeyi sevmiş de evreni yaratmış” denilse
“ben bilmem, anlamam, sorgulamam, sadece inanırım” diyebilir.
Beş duyumuz ile algıladığımız hiçbir
şey öyle, o kadar, algıladığımız gibi olamaz aslını öğrenmemiz gerekir. İç ve
dış âlemimizin yanılgıya düşüren halleri iyi bilinmelidir. Din ve bilim, sağ ve
sol gözümüz veya beynimizin sağı-solu gibi, uyum içindedir. Aynı gerçeğin
farklı açılardan ama bir olarak algılanması ve bilinmesi amaçlanır. Din de ilim
de akıl ve akıllı içindir. Maddenin, ilmin bir hali, yoğun hali, suyun buz hali
gibi kesif hali olduğu açıktır.
Dr. Hawking her şey ilminin deposudur derken bunu kasteder.(3) Hayat, non-material,(4) maddesel değildir, amino asit çorbasından oluşmamıştır (5), “Evren ‘düzenli’ bir ‘hiçlik’ imiş”
diyen bilim adamı da aynı şeyi kasteder.(1). Türk Einstein olarak bilinen Prof. O.
Sinanoğlu’nun “Moleküllerin elektronik yapısı” kuramına göre elektronlar,
yörüngelerinde bağımsız olarak değil, ‘düzenli’ etkileşim içinde hareket eder.(6)
Her iki âlemde de düzen, ilim, yasalar önemlidir, esastır. Görmek,
işitmek gibi algılamak yetmez, gerçeğin aslını öğrenmek, aklı durdurma
pahasına, hesaplamak şarttır. Akıl, muhteşemin ihtişamına âşık olur, aşk içinde
de işleyişi durur.
İnsan, gördüğü manzaranın
muhteşemliği, tattığı lezzetin harikalığı, dinlediği müziğin keyfi, parfümün
kokusunun zevki ve dokunduğu sevdiğinin ömre bedelliğiyle kendinden geçebilir.
Algılar güzel, çok güzeldir ama araç mıdır amaç mı? Araç ise amaç nedir? Evren
kendini merak ediyorsa, Âdem olarak, olgunlaşıp kendini bilmeye çalışıyorsa,
yaradılışın amacı “Bilinmek” ise ve her şey görünenden bilerek bilinmeye gidiş
ise biz bu işin neresindeyiz.
Ne zamandan beri, ne zamana kadar?
Belki de herkesin ‘sen’ dediği vücuda ‘ben’ diyen bir bencillikle “Bilmek
istemek”, en başta belirtildiği gibi, esas sorundur!
Expres UK, Historic Discovery,By PAUL BALDWIN , Oct 16, 2015 (https://www.express.co.uk/news/science/612340/Origin-of-the-universe-riddle-solved-by-Canadian-physicists-and-er-it-wasn-t-God
The
Economist, General relativity: The most beautiful theory, Nov. 28th 2015.
The Economist, Stephen Hawking's answer, Aug
26th 2015, by D.J.P.
Skeptic Dergisi, 2015.11.11,
Life Is Potential, Biological Activity, by Douglas J. Navarick
The Economist, How life begins, Aug 18th 2015, BY T.C.
ABD’nin Yale Üniversitesi web sayfasında yer alan,
2105.4.20 tarihli Memoriam yazısı.
İnsan ve
insanlık, bilgi ve ilim alanlarında çok şey bilinir. Bireysel insanlıkların
toplamı genel insanlık, bireysel bilgilerin toplamı da ilim etmez. Her âlimin
bildiği kendinedir, alanlarında çok şey bilirler. Konularının uzmanı,
alanlarının profesörüdürler. Ama ariflerin bildiği birdir, hepsi aynı hakikati
bilir, bir konuda uzmandırlar. Kendilerini hitaba muhatap alıp kulak vermişler,
kalplerini açmışlar, bilgilerden bilim ve ilmin kaynağına ulaşmaya
çalışmışlardır. Yaşamı gözlemekten, hitabı izlemeye geçmişlerdir.
Bir
olumsuzluk durumunda “Ne de olsa insan işte, çiğ süt emmiştir” denir.
İnsanların çamura yattığından, sözünden döndüğünden söz edilir. “İnsanlığı
ölmüş” denir ama “Şu insanlık ne kötü bir şey” denmez. Çiğ süt kavramını
kullanan bilir ki sütü pişiren de yalnızca insandır. Üstelik başkasının
insanlığına laf eden de insandır ve insanlık ortaktır. Zaman geçip de düşünmeye
başlayınca taşlar yerine oturur. Bir çırpıda “Kendini merak eden evren”
deyiminden girilip “Kendinin insan olduğunu idrak eden ilk insanın Âdem”
olduğundan çıkılır. Olgun bir insanda kusur bulmak da zordur. Sanki insan
olgunlaştıkça, insanlardan çok, insanlığı tercih ettikçe, çamur ve çamurluktan
kurtulur. Çamurdan kurtulmak için arzda yükselmek yeterli olabilir. Yükselmenin
ötesinde, insanlığa, kâmil insan olarak, yücelmek gerekebilir. Âdemin kendini
merak edip bulması ve bilmesi, kâmil insan olması evrenin yaratılması amacına
uygundur. Mavi yakalı çalışanları yönetenlere bile beyaz yakalı denir. Sıfatlar
fiillerden üstündür.
Reşit
oluncaya kadar etkilenir, sonra da etkilemeye çalışırız. Benliğimizi oluşturmak
zordur. Benliğimizi oluşturmakta sorumluluğumuz sınırsız ama yetkimiz yok
gibidir. Kendimize hükmümüz geçmez. Kendimizi istediğimiz gibi inşa edemeyiz.
İstediğimiz kadar insan olamayız bir türlü. Genlerimizden gelen veya çevreden
verilenlere sahip çıkarız. Her şey bizimdir, bizim olmalıdır. Kendimize söz geçiremeyiz ama cümle âlem bizi
dinlesin, dediğimizi yapsın isteriz. Nefs, bilmez ama haklıdır. İsteğimizi
ilâhi hitaba muhataplıkla destekleriz. Bu istek kendimize taktığımız bir
sıfattan kaynaklanır. Amir, memur, büyük, küçük, âlim, daha olgun hissediş gibi
bir sıfat olabilir. Hareketler düzeyinde her şeyin elimizde olmayışının
farkındayızdır. Çok uğraşsak da ne kendimize ne de başkasına sözümüz geçer.
Olacak olan olur, sevinilir veya yerinilir. İnsan ilmin farkına varır, tutunur,
sarılırsa yükselerek yücelme yaşayabilir. Tüm fiillerin kaynağının bir ve tek
olduğunu idrak etmek zevk verir.
Her hareket
bir güç, kuvvet ve kudret gerektirir. Halsiz ve dermansızlık içinde parmak
oynatılamaz. Doğada ve bilimde durum aynıdır. Hareket oluşturan kuvvetin
kaynağı küresel ve evrensel boyutta araştırılmalıdır. Böylece hareketlerin
tümünün bir kaynaktan çıktığı veya aynı güç ve kudretten oluştuğu belirlenmiş
olur. Tepeden dökülen ince kum taneciklerinin oluşturduğu tepecik gibi, hareket
edenler başka, ettiren güç başka olur. Düşünmek bilgi gerektirir, hareket
etmeden önce düşünülür. Hareketin kaynağının ilim olduğu bulunur. Böylece,
bireysel ve evrensel âlemler düzlemine üçüncü bir boyut eklenir.
Bu boyut
sıfat boyutudur. Ne yapılırsa bir baba, amir, memur veya çalışan olarak
yapılır. Sıfatın gerektirdiği yapılır, gönlün istediği değil. Baba hep oğluna
veremez. Yapılabileceklerin en iyisi yapılır ama sonuçta en kötüsü çıkabilir.
İyi olsun istenir ama sonuç kötü olabilir. Seçilen sıfat başkalarınca kötü
görülebilir. “Öyle olacak da böyle
olacak, başka ne olacaktı” demek bile kurtaramaz. Fiiller âlemi ve sıfatlar
âlemi günlük yaşam düzleminden çok farklı ve ayrıcalıklıdır.
Her şeyin
halk edilmesine karşın, Bakara suresinde Hz. Âdemin yaratılış hikâyesi
anlatılır. İnsanın da çamurdan halk edildiği çeşitli ayetlerde yer alır. Rahman
suresinin ikinci ayeti “Kur’anı öğretti”, üçüncü ayeti ise “İnsanı yarattı”
der. Bu iki ayetin art arda gelişi ibretliktir. Halk ediş ve yaratılışın bir
amacı vardır. İnsanın olgunlaşması da Kitapta ayrıca ele alınır.
Resulün
miraç ile ödüllendirilmesi ve mümin kulun namazının miraç olduğunun
müjdelenmesi de insanı cesaretlendirir. Anadolu’nun erenler diyarı olması,
kâmil kişilerin hikâyelerinin anlatılması yol gösterici olabilir. Yücelme,
arzdan arşa gibi, boyut kazanma anlamında da olabilir. Yaşamak için gösterilen
gayretler yaşamın amacına uygun olmayabilir. Yaşamayı araç edinmek ve eşyaya
sahip olma amacına ulaşmak için kullanmak yanılmak olabilir. Bu durumda yaşam
araç olarak eşya düzleminde kullanılmış olur. Eşya dünyaya bağlı ve bağımlıdır,
insan madde bağımlısı olamaz, bağlı ve bağımlı kalamaz. Bir elden alınan ilim,
fiil ve sıfat boyutlarını birleştirerek, insanı yüceltir. Halk ediş, Yaratılış
ve inşa edilişle tamamlanabilir.
Günlük,
gündelik yaşam düzlemi, çok çeşitli oluşum ve eylemleri barındırsa da, aslında
akıl ve nefsin oyun alanıdır. Doğal bitki ve hayvan çeşitliliği içinde evrimsel
kurallara uygun gelişimle insana ulaşma akla ve mantığa çok uygundur. İnsan
oluşun idrakinden sonra aynı düzlemde kalmak, çevredeki çeşitliliğe uyum
göstermek olur o kadar. Bilim başka, teknoloji başkadır. Biri bilmek, diğeri
uygulamaktır. Ne amaçla nasıl uygulanacağını bilmek yöntem bilimidir. Yöntem,
eşya düzleminde işe yarar. Atomun parçalanması çeşitli amaçlarla
kullanılabilir. Atomu parçalayan bilim de farklı amaçlara yönlendirilebilir.
Fizik, astrofiziğe, gökbilimine, büyük patlamaya, evreni anlamaya kadar
götürebilir. Yukarıdan sarkan ilim ipi, Tarzan gibi karşı tarafa geçmek için
de, doruğa çıkmak için de kullanılabilir. Mesele yemek için yaşamak, yaşamak
için yemek olabilir. Yaşam amaç değil araçtır, amino asit çorbasından
oluşmamıştır,(1) ve maddesel değildir.(2)
Yaşam dâhil
her şey insan için ise, insan ne içindir? İnsan çamurdan, ya Resul? Atomu
oluşturan şey atomdan olamaz. İnsanlık, insanın baş tacıdır. İnsan, yaşam
düzleminde, diğer canlılar gibi veya ayrıcalıklı biri olarak, yaşamayı amaç
edinemez. Hitaba muhatap olmanın amacı yalnızca ayrıcalıklı yaşamak olamaz.
Amaç, insanlığın idrakinden de öteye Resulü idrak olmalı. Bilmek ve idrak etmek
insanın hakkı ve görevidir. Salt bir düşünce olarak, “Bilinmek için insan,
insan için yaşam, yaşam için dünya, dünya için evren yaratılmış” denebilir.
(1)The Economist, How life begins, Aug 18th
2015, BY T.C. (2)Skeptic Dergisi, 2015.11.11, Life Is Potential, Biological Activity, by Douglas J. Navarick
Nur kelimesi
“Işık, aydınlık, parıltı, parlaklık” anlamındadır. Işığın bilimsel açıdan
incelenmesi nurun ardındaki gerçeğe ulaştırabilir. Her ışık kaynağı, atomların
dönüşümlerinden de ortaya çıkan, enerji kaynağıdır. Enerjinin yayılma şekli
elektromanyetik radyasyon (EMR) olarak adlandırılır. Gözümüz bu yayılmanın görülebilir
kısmını ‘ışık’ veya ‘foton’ olarak algılar. Elektromanyetik radyasyonun en
küçük birimi fotondur. Fotonlar, ‘kuanta’ olarak adlandırılan enerji paketleri
şeklinde yayılır. Kendisi ışık yaymayan eşyayı, yansıyan ışınlar sayesinde
görürüz. Gündüzün aydınlığı, yansıyan ışıklardır. Işık ve aydınlık, enerjinin
varlığını ve yayılımını gösterir. Bu bilimsel gerçek “Allah, semanın ve arzın
nurudur, gayrisi yoktur (24.35)” ayetine anlam kazandırır.
Fotonun
kütlesi yok kuvveti var ve enerji yüklüdür. Ünlü E=MC2 formülü enerjinin
kütleye eşitliğini bildirir. Enerji ile kütle birbirine dönüşür. Yer ve gök,
fotonda da olan, enerjiden oluşur. Doğada var olan, fizik ve matematik gibi,
ilim enerjide yüklüdür. Enerji kütle kazanınca ‘madde’ özelliği kazanır. Böylece,
evren halden hale geçen ilim yüklü enerjiden oluşur.
İnsan,
yanma, yanıcı ve yakıcı oluş yönünden, zeytine benzer. Zeytinde hem yakıcı yağ
hem de yanıcı odun vardır. İnsan, lambalıktaki kandil gibi aydınlanır ve
aydınlatır. Kalpte, nura tabi olan hayvani nefis kutsallaşır. Kutsal nefis
cesetle ruh arasındadır ve ilahi nurun tesettürlü halidir, ne doğudur ne de tam
olarak batıdır, yani, ceset gibi kesif, ruh gibi latif değildir.
İnsan, bir elinde ilk, bir elinde son olandır.
İlk ve son aynı anda, bir anda, bu anda mevcuttur. Dönüşüm ve oluşum
süreklidir. Negatif ve pozitif elektrik yüklerinin karşılaşıp nötr, tarafsız,
yansız haline gelişi insanda olur. İnsan, ilmin kendisidir, ilmin bilinç
kazanmış halidir. Ne olunca ne olacağını bilir. Yaşamın var ve yok olması
insanda yaşanabilir. İnsan, var ve yokluğun idrakini yaşayabilir. Maddenin halk
edilmesi ve yaşamın yaratılması önce insan içindir sonra da insanın içindedir,
idrakindedir. Halife yaratmış olan Yaratan, ‘gayri’ yaratmamıştır, ikisinin
varlığı iki varlık değildir. İlmin, bilim, bilmek, bilinmek ve bilinç
hallerinde ‘B’ harfinin önemi ‘Besmele’ veya ‘İnsan’ kadar büyüktür. Bilincin
insanı aşkın halinde insan da aradan çıkar. Yaratanın, ‘bilinmeyi sevmesi’,
amacına ulaşılmış olur.
Evrene
enerji formunda beslenen ilmin amacı bilinçtir. İlim, bilinmek ister. Boş kova
veya cehalet kuyusu şeklinde oluşan ilk insan Âdem’in fıtratına akıl ve fikir
çakmağı kazınır. Halife olarak yaratılan Âdem’e her şey öğretilir. Akıl, insana
verilmiş en büyük nimettir. Akıl bilgi elde etmek içindir. Doğadan elde edilen
bilgiler sistemli bir şekilde işlenir ve yeni bilgiler kazanılır. Bilimsel
bilgi işleme yöntemiyle, bilgiler, insanı bilgilerin kaynağına, ilme götürür.
Akıl,
matematik ve fizik bilgileriyle, evrende bu ilimlerin yüklü olduğunu idrak
ederek, ilmin tümünün bilincine ulaşır. Bilinenlerin çokluğunu idrak ettikçe,
ilmin bilincine ulaştıkça, sonsuzluk kavramında kaybolarak, akıl kendi
sınırlarını idrak edebilir. Böylece ilmin amacının bilinç, evrenin amacının bilinçli
insan olduğu ortaya çıkar.
Akıl
önemlidir ama yeri ve zamanında, aşka kadar. Akıl, bilgiyi ilimden alır, işler,
yeni bilgilere ulaşır. Akıl olay ve eylemlere açıklama getirir, neden ve nasıl
olduklarını anlar. İnsan, akıl erdiremediğine ‘vardır bir açıklaması’ deyip
geçebilir. Ancak bazı konularda doğal olup olmadığına hükmedebilir.
Evrende
enerjinin kütleye eşitliği ve birbirlerine dönüşümü akla uygundur. Evrenin
ardında varlığı bilinen ilmin kaynağı hakkında fikir yürütmek akla uygun
değildir. Var olanların içindeki eksi ve artı yüklü olanlar birleştiğinde
evrenin bir hiç olacağı da akla uygundur. Buna karşın bir atom boyutunda bile
eksi ile artı elektrik yüklerinin birbirine ulaşamadığı da aşikârdır. Birçok
şeyin nedeni bilinmez olduğundan akıl durur, öylece kabul edilir. Bunlar
arasında ‘enerjiye ilim yüklenerek kütle kazanması’, ‘maddenin, bilgi işlem
yeteneği yüklenerek, yaşam ve gelişim potansiyeli olan tek hücreye ulaşıp,
hayat kazanması’ ve ‘insanın ilim yüklenerek inşa edilip olgunluk kazanması’
olabilir.
Maddenin ham
maddesinin nur oluşu kadar, yaşamın kaynağının maddeye yüklenen ilim oluşu da
aklı zorlayabilir. İnsanı ele alırsak bedeni vardır ama beden değildir, ruhu,
ilmi vardır ama ruh, ilim değildir. Hayat, verilen bir şeydir, bağış yapılır,
bahşedilir. Ölüm karşısında bazen “Madem
alacaktın hayatı niye verdin?” demek isteriz.
Yaşamı anlasak da ölüme isyan ederiz. Oysa hepsi hayatın içinde vardır,
hayat böyledir. Verilene sevinir, alınana üzülürüz, hayattaki biz de buyuz.
Böylece insan olgunlaşır, olgunlaştıkça kesafetten kurtulur, letafete yücelir.
İnsan, aydınlandıkça, ‘nur üzerine nur’ olur.
“İnsan
vücudunun aslı iki cihanın, nur ve zulmet veya madde ve mana olmak üzere iki
âlemin, toplamından oluşturulmuştur. Ayrıca her kişinin hali kendine özgüdür.
Hangi âlemde ve halde olursa olsun kimse kendi başına terk edilmiş değildir.
Kimse bir emanet verilip, terk edilmemiştir. Emanet edilen şevk ve muhabbet bir
put gibi değil sürekli gelişim içindedir. Örneğin, şevk ve muhabbet daim olmak
üzere kimse sıfat makamında zattan perdeli şekilde terk edilmedi. Sıfat ve
efalinden perdeli olarak, nefis makamında muhabbet ve şevksiz bir oluşum
içinde, zulmette seni terk etmedi. Keşfetmeyi alışkanlık haline getiren bir
Allah ehlinin âşık olması için kendisine zatın tevhidi keşfettirilir ve perdesi
kaldırılır. Bu durumda, şevk ve muhabbeti daha da artması, böylece, muhabbetin
ateşiyle benliğinin erimesi ve sırrının letafet kazanması için perdeli hale
reddedilir ve zat tecellisi yoluna engel konulur. Sonra zevkinin etem ve
keşfinin ekmel olması için yolu açılır. Perdeleri tamamen kaldırılarak Hakk’ı
keşfetmesi sağlanır.”
(93.2) Kemale ermeye çalışan kişinin yalnız bırakılmadığı, yardım edildiği, bu
ayet ile planlı bir şekilde amaca ulaştırıldığı müjdelenmektedir.
Hz. Âdem’in,
Hz. Muhammed’in nurundan yaratılması olayının da Kitabımızda açıkça
anlatılmasına karşın anlamamız kolay değildir. ‘Allah, ancak Allah’ın ilmi ile
bilinebilir, gayrisi bilemez’ deyiminin bir sırrı, bir hikmeti olsa gerek. Kitabımıza
göre Âdem’e Allah, oğullarına da Âdem öğretti. Böylece, Allah bilindi. Rahman
suresinin ikinci ayetinin “Kuranı öğretti”, üçüncü ayetinin ise “İnsanı
yarattı” oluşu çok anlamlıdır. Bilgilerden bilinç düzeyine yüceliş ile nurdan
ruha yüceliş süreci aynıdır. ‘Gerçek anlatılamaz ancak yaşanabilir’ denmesinin
bir hikmeti de bu olmalı. Umarım bir gün bizim de Hakikat Güneşimiz ufkumuzdan,
Batıdan doğar, nura kavuşuruz.
Daha önceki
makalelere dayanarak kısaca çok şey söylenebilir. İnsan ilimdir. Her obje
ilminin deposudur. Her şey ilminin aynıdır. Kütle enerjinin, enerji de kütlenin
bir halidir. Su molekülü, yanıcı ve yakıcı atomlarından farklı, söndürücü,
özelliğe sahiptir. Genom yazılımdır, programdır, bilgidir, maddeye, genlere
canlılık verir. Hayat maddesel değil bilgiseldir. Madde ve enerji bilgidir,
asla kaybolmaz.
Herkes bir
şey bilir. Bilenin fiilleri, sıfatları ve kişiliği bildikleriyle ilişkilidir.
İnsanın, potansiyel olarak, hayvanlardan çok farklı olduğu açıktır. Arılar ve
karıncalar gibi en karmaşık toplumsal yaşamları olanlar bile ele alınsa,
hayvanların yetenekleri insanın yetenekleri yanında sınırlıdır. Hayvanlardan
çok şey öğrenilir, yaptıkları gibi yapıp yeni yetenekler kazanılır. Bitkilerin
neyi nasıl yaptıkları da bilinir. Fotosentez yapamasak da nasıl olduğunu
biliriz. Suyun süte dönüşümü incelenir ve anlaşılır. Canlılık ve cansızlık,
organik ve inorganik, farkı iyi bilinir. Birçok olaya doğanın birer mucizesi
olarak bakılır. Anıldığımız gibi anmaya çalışırız. Doğa nasıl yapıyor, biz de
yapabilir miyiz deriz? Bilinenleri, teknolojiyle gerçekleştiririz.
Şimdilik düşünmemiz
yeterli. Güneş gibi enerjiyi kütleye kütleyi enerjiye çeviremeyiz, ne atom
yapabiliriz ne de derya, ama laboratuarda et üretmeye çalışırız. Yürüyemesek de
emeklemeye başladık sayılır. Halifelik, fıtratımıza kazınmış olabilir. Çocukça
olsa da, çok soru sorarız, nasıl oluyor? Nasıl çalışıyor? Nasıl hareket ediyor,
nasıl uçuyor?
Dünyasının
dışına ve üstüne çıkmak insanın, elinde, iradesinde değil, doğasındadır,
fıtratına kazılıdır. Henüz bilme sarhoşluğu nedeniyle neden bilebildiğinin
idrakinde değildir.
Sorular
sormak doğanın üstüne çıkıştır. Doğa düşünmez, soru sormaz, sadece olacak olan
olur, ilim gerçekleşir; doğa, yasalarıyla birlikte oluşur. İlim, doğanın içi,
dışı ve üstündedir. “Uzay boşluğu olarak hacim iki katına çıkınca sıcaklık
yarıya iner” bir doğa yasasıdır, gözlemle keşfedilir. Bu yasayla, Büyük Patlama
sonrasında, sonsuz olan sıcaklığın ne kadar zaman sonra 10 milyon dereceye
indiği kanıtlanır. Şimdilik bu kadar, ‘sonsuzun yarısı kaç eder’ diye sormayın.
Kuantum âleminde, elektromanyetik ışınımın hızını, fotonun hem dalga hem de
parçacık özelliği gösterdiğini saptarız, neden ve nasıl oluyor da öyle oluyor,
hız itmeden mi çekmeden mi henüz bilinmez. Acelesi yok, insanlık ölmedi ya!
Bilen,
bilinenden büyüktür. Eğer bu denilen doğru ise “Kendini bilen de kendisinden
büyüktür!” “İdrakte idraksizliği idrak et, idraksizlikten idraki gör” deyimi
çok şey anlatır. Bir şeyi iyi bilebilmek için onun dışına çıkabilmek gerekir.
Uzaya çıkınca dünyayı daha iyi anladık. Kendini bilen birisi nereye çıkabilir?
İnsan kendi dışına nasıl çıkabilir? Dışından nasıl göründüğünü anlayabilirse o
görünüşten kendini daha iyi değerlendirebilir. Hemen herkes de bir anlamda bunu
yapar, insan içine çıkmadan önce aynaya bir bakar. İnsan içine çıkıp, insanlara
bakabilmek için, insanca düşünüp davranmaya çalışılır. Bilen, bilinmek ister.
Fıtratımıza kazınan yeteneklerden birisi de bilinmek olabilir. Biz de bir
şeyler yaratmaya çalışırız, yaratıcı özelliğimiz olsun isteriz.
Bilinen
bilgilerin tümünün anlayış ve idraki insanı bilinenlerin dışına çıkarır.
Bilinenleri dışından görebilmek ve idrak edebilmek dıştan ve üstten bakışı
gerektirir. Bir şeye her yönden veya açıdan bakabilmek için o şeyin dışında ve
üstünde olmak gerekir. Araştırma, inceleme ve öğrenme yeteneği, bilme ve idrak
etme yeteneğini geliştirir. Okuma öğrenilip, her şey okunur. Öğrenmekle her şey
öğrenilir. Evren, dışından ve üstünden idrak edilerek, evrenin cismi bilinir,
resmi çizilir.
Bir şeyi iyi
öğrenmek ve bilmek onun içini, dışını, sınırlarını, özelliklerini, geçmiş ve
geleceğini, madde ve manasını bilmekle, hakkında bilinç oluşturmakla olur.
İnsanlık bilinci, insanın elinde değil, insanın fıtratındadır.
Bilmek,
bilinçli davranmak, şuurlu iman gibi, insana yakışır. Cansız maddede, toprak,
ateş, hava ve suda, bitkide ve hayvanda hareket olabilir ama bilinç olduğu
söylenemez. Hareket doğaldır ama iş yapmak insana özgüdür. Doğayı, bitki ve
hayvanları ele alarak insan iş yapabilir. İnsanın bilinçli müdahalesi doğal
olaylardan hemen ayırt edilebilir. Uzaylıların olup olmadığını anlamak için
uzaydan bilinçli bir sinyal almaya çalışılır. Yaratıcının olup olmadığına da
doğaya bilinçli bir müdahale olup olmadığına bakılarak karar vermeye çalışılır.
Özellikle bu konuda söylenecek en güzel söz “İnsan önce kendini bilmeli” olsa
gerek.
Kendini
merak eden evrenden sonra, insan olduğunun bilincine varan ilk insan Âdem
olmalı. Âdem yaratıldığı zaman her şey ve herkes bugün olduğu gibi varmış. Bir
anlamda insan bilinci enjekte edilmiş.
Kadim
örgütler, haricilere kapalı bir şekilde, bu bilinci hayata geçirir. Sütün
mayalanması ve ağaçların aşılanması gibi insana insanlık bilincinin aktarılması
iş edinilmiş gibidir. Bazıları için, maddeye hayat verilmesi doğal gelişimdir.
Önce kendini üreten, canlılık hücresi tesadüfen oluştu. Zamanla, evrimle, çok
hücreli canlılık gelişti. Gerçekte tek hücreden çok hücreye gelişim evrim
olabilir ama maddeden tek hücreye geçişte henüz evrim başlamamış olabilir.
Maddeye hayat yazılımı üretme ve yükleme süreci doğal değildir. Amino grup
ipliğinin ayağa kalktığı veya karbon atomlarının canlandığı deneylerle kanıtlanamadı.
‘Madde’, ‘canlılık’ ve ‘insanın olgunlaşma aşamaları’ arasındaki geçiş doğal
olmayabilir.
Yokluktan var olan maddenin amacı canlılık,
canlılığın amacı ise insanın yaratılmasıdır. İnsana bilinç yüklenmesinin de bir
amacı olabilir. Bilinç ve idrak yeteneğinin gelişimi sayesinde, ‘insanın bedeni
vardır ama insan beden değildir’ denir. Her mücadele veya küçük, büyük her
savaş nefis düzeyindedir. İnsanın bedeni ve nefsi vardır ama insan, yalnız bu
ikisi ile tanınmak istemez. Akıl ve kalbi, insana insanlığını kazandırır. İnsan,
idrakiyle beden ve nefsinin dışına ve üstüne çıkabilir. Bilinciyle insan,
kendisinin dışına ve üstüne çıkarak, evrenin bile cismini bilir, resmini çizer.
İnsan aklı sonsuzluğu tanımlar ama aşk karşısında duracağını da bilir. Evrensel
düzeyde, insanlık bilinci; ‘madde’, ‘canlılık’ ve ‘insana’ dışından ve üstünden
bakılmasını sağlar. Bilinç, bilinenlerin tümünü içerir. İlmi idrak edenden
bilinen görünür. Aşk, âşık ve maşuku kapsar. Her şey aşktan, aşkta, aşk için,
aşk içindedir. Kendini bilme, insanın elinde değil yaradılışında, fıtratındadır.
Her şey,
evrende kendine özgü çevresinde var olan koşullara uyduğu, uyabildiği için
vardır. Değişen koşullara uyum gösterebildiği kadar da var olacaktır. Doğada,
doğal denilen şeylerin özelliği koşullara göre hareket etmesidir. Doğada su,
doğal olarak, yolunu bulur. Çünkü akışkandır tabanın meyline göre akar. Çekilen
gelir, itilen gider. Durum değişirse, itme ve çekme ortadan kalkarsa, sürtünme
varsa, gelen ve giden durur. Sebep değişirse sonuç da değişir. Kısaca ‘şey’,
özelliğine, ilmine tabidir, ilmine uyar, itaat eder, özelliğinin gereğini
yapar. Bu işlemler, maddenin zikri, namazıdır. Canlı organizmalarda, bedenin
koşullara uyumu, ilmine itaati, bedenin namazıdır. Aynı şekilde insan için de,
ruhun ilmine uyan kalbin namazı da söz konusudur. Bir ayetin teviline göre “Her
ilmin bir namazı vardır.” (29.45)
Eşya
âlemdir, işarettir, kendi varlığına, var olduğuna, varlığa delildir. Var oluş,
enerjinin kütle kazanmış haline delildir, kanıttır. Enerjinin maddeye dönüşümü,
dönüşüm ilmine tabidir, Higgs bozunu var ise enerji kütleye dönüşür. Ne kadar
enerjinin ne kadar kütleye ve ne kadar kütlenin ne miktar enerjiye dönüşeceği
ilmine tabidir. Madde ilmine biat ederek, zikrederek, kendi namazını kılar.
Parçacıkların belirli özelliklere sahip oluşu ve bu özelliklere uygun
davranışlarda bulunuşu da parçacıkların ilimlerine tabi oluşudur. Proton, uygun
koşullarda nötron ile buluşursa, kuvvetli nükleer güçle, birbirlerini çeker ve
atomun çekirdeğini oluşturur. Uygun bir koşulda bir çekirdek bir elektron ile
birleşerek atom oluşturur.
Hidrojen
atomlarının oksijen atomlarıyla birleşip okyanusları dolduracak su oluşturması
için Güneş sistemimizin oluşmasını sağlayan koşullar yani bir Süpernovanın
patlaması gereklidir. Bedenimizde buluna elementler yıldız tozudur.
Dağ duruşu,
ağaç uğultusu ve kuş ötüşüyle doğa ve canlılığın çeşitliliğini zikrederler. Bir
parktaki Barbaros heykeli “Ben Barbaros’un abidesiyim” diye bağırır, zikreder
ama bilene. Aynı şekilde her şey ve herkes abd-i Hu’dur, büsttür, abidedir,
bilene. Bu nedenle “Bilenle bilmeyen bir olur mu?” deyimi söylenmiş olabilir.
Her nereye bakılsa Allah’ın veçhi oradadır. Belki de bu nedenle gökten iğne
düşse gayriye düşmez. Herkes O’ndan gelir O’na gider.
Doğa, dünya,
âlem bir tarafa insan bir tarafa. İnsan başkadır, üç boyutludur. Namaz
konusunda, ilk akla gelen ‘genel olarak yer, içer, yatar, kalkar, savaşır,
sevişir’ insanlardan farklı, olgun ve kendini bilen insanlardan söz edilmesi
uygundur. Oruç ile nefsini yenmiş ve terbiye etmiş insan kalbini keşfeder. Kalp
duyguların merkezidir. Ruhtan alınan ilim ile beslenir. Açgözlülüğünü
kanaatkârlığa dönüştürmüş nefis tatmin olur ve kalbin ilhamlarına açılır, kalbe
teslim olur. Ruhun nuru ile aydınlanmaya başlayan kalbin sabahı olmak üzeredir.
Sabahın fecrinde insan uyanır, kendi hakikat güneşinin kalbine doğması
yakındır. Maddenin ve eşyanın hakikatini bildikten sonra nefsini fethetmiş olan
insan kalbinden aydınlanmaya başlar. Günün ve gündüzün aydınlığında kalbinin
sırlarını çözmeye çalışır. İnsan, âlemi kalbinde bulabilir. Ömrünün kısalığı,
iradesinin sınırlılığı nedeniyle doğuştan verilenlerin önemini anlar.
Fıtratının
ve çevresinin farkına varan, diğer insanların davranışlarının da fıtrat ve
çevreden kaynaklandığını anlayacaktır. Fıtratın sırrına eren arzdan arşa
yücelebilir. Akşam namazında acele edilmesi sırrın içinde kalınmaması içindir.
Sırra erenin hakikat güneşi batıdan doğar.
Bilgi başka,
bilginin bilinmesi başka şeydir. Eşyanın ardında bilgi ve bilgilerin toplamı
olarak ilim vardır. İnsana ilim öğretilmiştir. İnsan, Kur’an öğretilerek
yaratılmıştır. Ben yaratılmadım, kendi kendime, bilerek isteyerek oldum diyen
olabilir. Var olabilen yok da olabilir, iddiasını ölüp dirilerek
kanıtlayabilir. Öğretilme işinin sırrı “Yeniden keşfedercesine aşikâr olma”
deyiminden gelir. “Ben öğrendim dedirten öğretme” öğrenimin en makbulüdür.
Okula gidilir, öğrenilir, sonra hayat boyu “Bana öğretildi” denmez, “Ben
bilirim, öğrendim” denir. Okula gidip gitmemek çocuğun iradesinde değildir.
Aynı şekilde doğmak veya doğmamak elimizde değildir, öğrenmek de öyle. Aklımızı
kullanırız ve akıl verilmiştir. Güç, kuvvet ve kudret verilmiştir, hepsi
Allah’ındır.
İnsanın
eşyadan farkı namazda belli olur. Herkes namaz kılar, kimi kılmadığını
zanneder, zaten bütün hayatı zandır. Bilerek, isteyerek, bilinçli olarak namaz
kılanın namazının miraç olduğu müjdelenir. Kıyameti koparcasına kıyama duran,
“Allah’tan gayrisi yoktur” deyip Dünya’yı arkasına atan, kendisinin de arkada
olduğunun idrakinde ise önde okuyanın kim olduğunu zanneder? Belki de bu iş bir
yolculuktur. İnsan, olgunlaşma sürecine girer, yolculuğunu insanı kâmil olarak
bitirir. “Higgs bozonunun içi boştur ama kuvvet doludur zerrelerle etkileşir
kütle oluşur” diyen ‘kuvvetin sahibini’ bilir.
Hz. Âdem ile
başlayan yolculuk Hz. Muhammet ile son bulur. İnsanın el kitabı olarak
indirilen Kitabımız bu yolculuğun ilmini ve uygulamasını anlatır.
Kısaca
bedenimiz var beden değiliz. Eşyamız namazını kılar, farkında değiliz. Nefsimiz
var yalnız nefsaniyet gütmeyiz. Nefsimizi tatmin ederiz, o da bize boyun eğer,
namazını kılar, fark etmeyiz. Kalp uyanınca nefsin emrindeki akla el koyar,
ruhtan alınan bilgilerle kalp beslenir. Kalp ruha teslim olup, boyun eğer,
namazını kılar, sabahın fecrini yaşar, günü ve gündüzü aydınlanır. Kalp,
aydınlanarak sırra erer, fıtratın sırrını keşfeder, akşam namazını aceleyle
kılar. Bu keşif onu ruhun Şuhut, uyanıklık, ikindi namazına getirir. Böylece,
Batı’dan doğan Güneş olayı gerçekleşir. Yolculuk sürerse, öğle vaktinde Şükür
namazı kılınır. Güneş doruk noktasında iken gölge yoktur ‘gayri varlık’
olamayacağı için sadece Cuma namazı kılınır. Umarım okur, düşünür, ibret alır,
namaz kılarak olgunlaşırız.
Beriden Öteye
Nedense hep öğrenci alır
iyi notları,
Ama öğretmen verir bütün
kırıkları.
Çocukları hep Âdemle
Havva yapar,
Alırsa Allah alır, ilâhi,
kuzgun kapar.
Felaketler Allah’ı andırır, zikir
ettirir,
Nimetler Âdemi kandırır, fitne getirir.
Kaza, kadere rıza Allah’a açılan kapıdır,
Gir içeri, bir gönülden, perdeni kaldır.
Yücelişinde zorunlu idi
cennetten çıkış,
Mevcudat, her şey araç,
amaç yüceliş.
Açıklandı ahlâkı,
yaşanarak, delillerle,
Haber geldi kitaplı
elçilerle, ayetlerle:
Sevdiğim için, seni sevgiden yarattım!
Bir yaşam için sudan karaya çıkarttım!
Aramadan, elinde buldun her nimetini!
Bekledim, gönülden yalnız şükretmeni!
Çevren olarak yaratılmıştır
geniş evren,
Sanki verilmiş sana, tüm
hayat devren.
|
Öyle tasarlanmış, akıllı tasarımdır bu,
İdrak için kullan, yaklaş, aklın yok mu?
Aklın tek işi bilmektir,
basiretin sezmek,
Güzeldir bu dünyada yiyip
içip gezmek.
Yalnızca, bilen ile
bilmeyen bir olmaz,
Madde denizini geçmeyen bilen
olamaz.
Bırak aklını koşsun, yorulsun evrende,
Tam anlayıp, tamamladığın çevrende.
Nimetlerin tadını çıkar zevk et eğlen de,
Ara, bul, verilenleri veren kimdir,
nerde?
Sevgi içinde ve sevgi ile
yaşadığını bil,
Akıl bittiğinde aşk için,
kuru benliğini sil.
Evveli var ahiri vardır,
başlanır beriden,
Koku alıp, haz duyulur,
sezgiyle öteden.
Ötesi berisi, yoktur gerisi, cennet
denir,
Cennette kalansa, senin adın ile yetinir.
Cennet bir ceza evidir olacaksa sensiz,
Her yer cennet seninle, sende, ‘ben’siz!
|
Hep okuyup bilmeye çalıştım. Babam okumamı
istedi. Bursa Ulu Cami eşrafından, kayınpederim Ahmet Hançer, okumakla olmaz
dedi. “Paşa olur ama adam olamayabilirsin” denmesi anlamlıydı. Ya tekerleği
yeniden keşfedecektim ya da bilinen yolu izleyecektim. Sohbetlere katıldım, sağ
olsunlar. Kulağı delik olmak neymiş anladım. Kulağıma kar suyu kaçtı. Bu su,
gökten gelirdi, çok saf ve temizdi. Saf su peşinde koşmakla hem Nuh’un gemisini
hem de Resulün sefinesini anladım. Madde denizinde yüzdürürken, kulak deliği
sayesinde, gemimi nefsin korsanlarına kaptırmadım. Sefinenin hedefi ise
benliğimi kurtarmaktır. Böylece bilen ile bilmeyenin bir olamayacağını anladım.
Bir küçük gerçeği idrak ettim sayılır: Görünen, görenin görüntüsüdür!
Kişiyi,
eşyayı ulu veya kutsal yapan, olduğu yer değil geldiği yermiş. Ne olduğumuz
değil, nerden gelip ne olacağımız önemli gibi. Ulu cami de cüssesinin veya
taşlarının büyüklüğü nedeniyle ulu değilmiş. Ulu kişilerin buluştuğu yer olduğu
için ulu denmiş. Öyleyse bir kişi nasıl ulu veya büyük insan olabilir? Kimse
kendine büyük veya ulu demez. Belki de her bildiğini Hak bilen ve her gördüğünü
Hak görene, halk, olgun, büyük, ulu, yüce insan diyordur. Tüm çevresini,
dünyasını ve evrenini Hak görene biz de Hak diyebiliriz. Hak denilene, görüşünü
değiştirmeme şartıyla, Hak demeye devam edilebilir. Bir küçük sapma felakete
götürür. Örneğin, ben veya biz Hakk’a daha yakınız denmesi, yanılgıların
anasıdır. “Şah damarından daha yakınlığın” idraki sohbeti muhabbete dönüştürür.
Sohbet
nedir, nasıl muhabbete dönüşür? Bir kişinin ders verdiği derslikte sohbet
edilmez. Öğretmen öğretiyorsa bu ders vermek olur. Sohbet, bu açıdan, eşitler
arasındadır. Aynı bilgileri paylaşan eşitler bir konu üzerinde konuşabilir.
Dünya veya evren ile ilgili bir konuda ilgili profesörler bile görüş ayrılığına
düşebilir. ‘Yalnız sevgi paylaştıkça büyür’ dense de bir canlı veya eşya eşit
düzeyde sevilemez. Birbirlerini sevenlerin sevgiyi paylaşması da uzun sürmeyebilir.
Allah’ın ilmi ile Allah sevgisi hakkında sohbet etmek ayrıcalıktır. Bu sohbette
benlik ve bencillik olamadığı için paylaşım değil katkı ve katılım olur. Aşk
söz konusu ise akıl da duracağı için sohbet muhabbete dönüşür. Aşk ile muhabbet
ulaşılabilecek son noktadır. Âşık ile maşuk veya seven ile sevilenin
muhabbetine doyum olmaz denir. Sevişmenin tanımlanması zordur.
Muhabbet
insanın kendini bilmesine bağlıdır. İnsan nerden gelip nereye gittiğini
bilmeli. Hayatı yaşamak güzeldir ama eğer bir amacın oluşu bilinirse. Hedefsiz
yelkenliye hiçbir rüzgâr yardım edemez. Verilmişlerin amacı bilinmeli. İnsanın
ilk ve son gündeki acizliği gözden kaçmamalı. Doğuştan gelenlerle çevreden
alınanlara sahip çıkılamaz. Para bulanın değil, bilgi de öyledir. Kendini bilen
kendini sahiplenmez. Herkesi de kendisi gibi bilir. “Olacak olan olur. İş
olacağına varır. Akacak kan damarda durmaz” gibi hayatın derinliklerinden gelen
deyimlere inansak da iyi bilsek de elimizden geleni yaparız. Dünyayı durdurmaya
çalışırız. Her şey olduktan sonra, biz de bir parçası olduğumuz halde, iş
bittikten sonra denilecekler denir. Oluşumun tümünün bizimle tamam olacak
şekilde oluştuğunu idrak ettiğimizde sohbet edilirse muhabbet olur.
Bilimsel
açıdan bakıldığında, Büyük Patlamadan itibaren bir ve tek ilim yüklü enerjinin,
kütle kazanıp, oluşumları izlenir. Her şeyin temelinde ışık hızında yayılan
elektromanyetik radyasyon vardır. Görünen kısmına ‘görünür ışık’ denir,
enerjisi ‘kuanta’ olarak ölçülür, foton olarak yayılır. Kuantum âleminin
gizemli yapısı vardır, “Her şey önceden belirlenmiştir” dedirtir. Genel
görelilik yasalarına göre uzay ve zaman ayrımının yapılmaması, uzay-zamanın bir
birleşik alan oluşturması da gizemlidir denebilir. Çünkü kütlenin uzay-zamanı
bükmesi nedeniyle düz çizgide seyreden ay ve dünyanın yörüngeleri eğri görünür.
Bilimsel gerçeklere vakıf bilim insanları “Tanrının nasıl düşündüğünü bulmaya
çalışıyoruz” derler. Gerçek birdir, ayette belirtildiği gibi “Allah yerlerin ve
göklerin nurudur.” (24.35) Zaten kanıtlanmıştır ki yerler ve gökler kütle
kazanan enerjinin ışık, parıltı ve parlaklığından oluşmuştur.
Din, tüm
evrenden geçip, Allah’a giden yoldur ve sabah olunca gözün görmesi kadar
kolaydır. İnsanlar ayetleri uyguluyor
değil, ayetler insanların yaptıklarını ve yapacaklarını açıklar. İnsan
okur, düşünür, ibret alır, tefekkür ederek hareket eder. Bilgi edinir ve
bilgisini uygulayarak ilme itaat etmiş olur. Kendisini irşat eden, yetiştiren
ve oluşturan ilme tabi olarak yani biat ederek, secde ederek, namaz kılmış
olur. Her eylem ve olayın ardında aynı kuvvet, kudret ve güç vardır, kaynağı
aynıdır. Hareket eden enerji bunu atom olarak da yapar, elektron veya foton
olarak da. Bir atoma bile sahip olamayan insan, aklının da verilmiş bir nimet
olduğunu idrak eder. Organlarının nasıl çalıştığını bilemez. Kendisine secde
eden meleklerin, bu melekelerinin sentezini önce bilemez.
Sinir ve
sindirim gibi tüm alt sistemler birbirini etkiler, hepsi birden kişiyi
oluşturur. Bilmek için bilen sıfatına sığınma gereği duyar. Emaneten sahip
olduklarının şükrü içinde hareket eden kişi, nefsini kalbine yönlendirir.
Kalbindeki sıfatların da zatından kaynaklandığını anlayacaktır. Bu şekilde ve
bu düzeyde ele alınacak her konu üzerinde yapılacak sohbet muhabbete dönebilir.
Muhabbette
menfaat olamaz. Kişinin benlik ve bencilliğindedir nefsanî menfaat. Muhabbette
katılım ve katkı vardır, almak yok vermek var gibidir. Zevk edilen her şeyin
keyfi sürülür, lezzeti alınır, ayrılıp ayıldığında damak tadı anımsanır. İçten
kaynayarak gelenler paylaşılır. Benimsenip sahiplenilmeyen bilgi ve duygu
paylaşımı sahip çıkılıp götürülemez. Bir sonrakine hazırlanıp sohbet sırasında
çekmeceden çıkarmak olmaz. Senlik benlik ile oturulan sofrada karın doyurulur.
Karın doyurma kalbin duygularıyla olamaz. Kalp ruhtan alınanlarla doyar. Bu
doyum dolgunluk yaratmaz. Kalbin arınmasında letafet vardır, kesafet yoktur.
Enerjinin kütle kazanmış haline madde denmesi, mana ile kıyaslanarak, anlam
kazanır. Madde manaya tabi olur, her şeyin ardında ilim olduğu idrak edilir.
Kişi bilen olduğunda ilim bilinen olur. Bilgi bilen, ilme sahip olamaz. Fizik
bilen fizik ilminin sahibi değildir.
Muhabbet ortamında, kendisini kastetmedikçe,
herkesin ben deme hakkı vardır. Hak halk olarak görünür, kısaca halk zahir, Hak
batındır. Umarım bizim tevhit sohbetimiz de muhabbete dönüşür.
Beş
duyu ile algılananlar bilgiye dönüşünce örneğin, görülen bilinir. Matematik
bilgilerimizle matematik ilminin kıymetini bilir, tüm matematik formüllerimizle
evren bilinci oluştururuz. Eşya bilgilerle bilinir, ardındaki ilme ulaşılır,
bilinç geliştirilir. Son yıllarda yürütülen bilimsel araştırmaların sonuç ve
bulguları birbirlerini destekler ve tamamlar. Bilimsel bulgularla ulaşılan
ilim, tevhit ilmiyle uyum içindedir, aynı bilinç paylaşılır. Sahibi kim olursa
olsun, ilim bilinmeyi sever. Allah da evreni bilinmeyi sevdiği için, yoktan var
etmiş, halk etmiş ve insanı yaratmıştır!
Dr.
S. Hawking, kuantum teorisinin elementlerini, bilimin kara delik anlayışının
içine sokmuştur. Kuantum mekaniğine göre, uzayın çok küçük ölçeğine bakılırsa,
parçacık çiftleri yoktan var olur ve sonra birleşerek tekrar yokluğa döner.
Hawking, “Bu olayın kara deliklerin olay ufkunda oluşması durumunda,
parçacıkların bir kısmı yutulurken bir kısmı kara delikten kaçacaktır” der.(1)
Kaçan enerji ve parçacıklar, kara deliğin ekseni etrafında “Hawking
radyasyonunu” oluşturur. Kara deliğe düşen bir kütle de zamanla enerjiye
dönüşerek kaçar, böylece, kara delik zamanla hiçliğe dönüşür, buharlaşır.
Kuantum mekaniğinin kara deliklerin tanımıyla birleştirilmesi, evrenin tümünde
geçerli olabilecek bir kuram için atılan ilk adımdır. Kuantum ve görelilik
kuramları gerçeği farklı görürler. Kuantum için, küçük ölçekte, her şey
ayrışık, birbirinden kopuk, bağımsız ve parçacıklar halindedir.
Görelilik
kuramının denklemleri ise temel olarak düzgün, kesiksiz, sürekli ve
birleşiktir. Kuantumda olasılıklar varken görelilikte kesinlik vardır.
Kuantumda bir parçacığın davranışı kilometre veya ışık yılı ötedeki bu parçanın
ikizinin davranışına bağlıdır, bu nedenle davranış ‘yerel’ değildir. Bir
parçanın davranışı, bulunduğu yerdeki koşullara ve yalnız kendi özelliklerine
göre değil, evrenin her neresinde ise, ikizinin davranışına göredir, hareketi
bağımlı ve bağlantılıdır.
Görelilikte
ise kütlelerin davranışları yereldir. Dünya ve ay, görelilikle ilgili
hareketlerinde, bulundukları ortama göre davranırlar. Ardı ardına yapılan
deneyler fiziksel dünyanın yerel olmama özelliğini teyit etmiştir. Diğer bir
deyişle herhangi bir olay yalnız onun çevresindeki koşullara bağlı değildir.
Büyük Patlamadan itibaren, o olayın öyle olacağı önceden belirlenmiştir.(2) Her
durum, evrenin ilk oluşumunda, önceden tayin edilmiş, belirlenmiştir. Enerjinin
içinde bulunan bilgi, enerjinin ne zaman, hangi koşullarda ve nasıl bir kütleye
dönüşeceğini belirler. Oluşan kütlenin de hangi koşullarda hangi özelliklere
sahip olacağını yine içeriğindeki enerji ve kapsanan bilgi belirlemiş
olacaktır. Farklı araştırmalarla ortaya konan bulgular da bu durumu destekler.
Evrendeki her elektron ve molekül diğerlerinin tümü ile karşılıklı etkileşim
içinde hareket eder.(3) Bu etkileşimler mesafe ve zaman tanınmaksızın
gerçekleşir. Elektronun bilgisi ve özellikleri diğer elektronlarla etkileşimi
içerir. Beynimizin hareketleri kafatasımızın dışından gelen bazı elektrik
akımlarıyla etkilenebilir. Aynı şekilde beynimizin sinyallerini bilgisayar veya
televizyon gibi araçların algılaması mümkündür.
Fiziksel
dünyanın yerel olmama özelliği yalnız ikiz elektron veya atomlarca değil,
elektron ve moleküllerin karşılıklı etkileşimleriyle belirlenir, teyit edilir.
Objeler, hareketleri karşılıklı bağımlılık ve etkileşim içindeyken, bilgi ve
özelliklerini de korur.
Evrendeki her obje, her parçacık, her ‘ışık
paketi enerjisi’ bir bilgi taşıyıcısı olarak hareket eder.(4) Her ‘şey’ kendi
fiziksel özelliklerinin deposudur, ardındaki bilgisi, özellikleri ve ilmi ne
ise odur. Evren, özellik ve bilgilerinin, ardındaki ilminin aynısıdır. Kara
deliklerin, eksenleri etrafındaki enerji ışınımı, ‘Hawking Radyasyonu’ bilginin
kaybını önler. Böylece, kara delikler yavaşça hiçliğe buharlaşırken bilgi
varlığını sürdürür. ‘Şey’in, ‘eşyanın’ kendine özgü bilgisi, transfer
edilebilir ama asla kaybolmaz. Olay ufkunun ötesine geçen parçacıkların
bilgileri, kaplama gibi çıkar, kütleleri enerjiye dönüşerek, olay ufkundan önce
bırakılır ve kara delikten kaçar. Bu durum büyük patlamadaki ilmin bütününün
korunduğunu, bilgi kaybının önlendiğini gösterir. Ayrıca, ilk oluşan plazmanın
içinde, evrende var olan tüm objelerin bilgisinin var olduğunun kanıtıdır. Biz
büyük patlamada var idik ki açığa çıktık, ilmimiz vardı ki bilgimiz açığa
çıktı. Sonradan oluşan her objenin, kendine özgü bilgi ve özellikleriyle
oluştuğu açıktır. Eğer bir yerde tüm bilgiler toplanmış ise buna ilim de
denebilir. Büyük Patlamadaki ilk enerji bütünü ilmin tümünü kapsar. Sonradan
evrende oluşan her ‘şey’ bu ilim ile oluşur.
Tarihi Keşif olarak tanıtılan bir
araştırma ile Fizikçiler evreni Allah’ın yaratmadığını ‘Kanıtladı’.(5) Bir grup
bilim insanı evrenin yokluktan varoluşa nasıl geldiğini buldu.
Kanada’nın
Ontario eyaletinde, Waterloo Üniversitesi, Fizik ve Astronomi Departmanı
başkanı Dr. Mir Faisal başkanlığındaki ekip, kuantum kuramını yaradılışa
uyguladı. Uzun süredir bilinen bir gerçektir ki “Sanal parçacıklar” denilen
miniskül parçalar yokluktan var olabilir. Bu kuram Heisenberg Belirsizlik
İlkesi olarak da tanınır. Sanal parçacıklar çok az miktarda enerjiye sahiptir
ve çok kısa bir süre var olurlar. Ekibin geliştirdiği “Şişme Kuramına” göre bir
mini sanal parçacık, 13,8 milyar yaşında olan evreni oluşturacak şekilde,
aniden şişti. Bu bilim insanlarına daha da karmaşık geleni “Evren yokluktan
nasıl gelebilir, olabilir?” sorusudur. Olağandışı bulgularına göre soru
yersizdir çünkü “Evrenin halen de hiçlik” olduğu ayrı bir gerçektir. Evrenin
negatif çekimsel enerjisi ve pozitif madde enerjisi toplamı sıfır olacak
şekilde birbirini dengeler. Ancak matematik ve fizik yasaları hep var ve
geçerli olduğu için “Evren Düzenli Hiçliktir” denmektedir. Evrende, düzenli bir
hiç olduğu için toplam enerji sıfır ama anlaşılması güç, adeta ilahi düzen denecek
kadar karmaşık, bir kaos, ilim vardır.
Din
de bilim de hayatın evrim kuramına göre geliştiğini söyler. Nerede ve nasıl
başladığı konusu belirsizdir.(6) Amino grup çorbasından oluşmadığına kesin
gözüyle bakılmaktadır. Ama deniz dibindeki volkan ağızlarında oluştuğu da kesin
değildir. Ancak nasıl bir şey olduğu kesinleşmiş gibidir. Yaşam maddesel veya
materyal bir şey değildir.(7) Bir madde sonradan yeni bir özellik veya bilgi,
ilim kazanamaz. Madde, ilimle donanmış enerjinin kütle kazanmış halidir.
Kütleye dönüşmüş enerji, sonradan ilim veya özellik kazanmaz.
Kuark
en başından artı veya eksi yüklüdür, bu özellik oluşumdan sonra değişmez. Böylece her obje ilminin ve özelliklerinin
deposudur ve aynısıdır. Bir elektronun elektrik yükü, oluşumdan önce
belirlidir, daha sonra değişmez ve bu yük kritik düzeydedir. Daha az veya çok
olsaydı evrende var olanlar oluşamazdı. İkiz foton, elektron ve atomlarda
kanıtlandığı gibi, kuantum düzeyindeki her var olan şeyin hareketleri Büyük
Patlamadan itibaren önceden tayin edilmiş ve belirlenmiştir. Bu nedenle yaşam
maddesel değil bilgisel, ilimseldir, ilmin bir halidir, atom ve molekülleri
amacına uygun kullanabilen bilgidir, ilimdir.
Canlılık
oluşturan parçacıklar, canlılık oluşturacak şekilde, önceden ilimle donanmış,
donatılmıştır. Su canlı değil ama canlılık ortamıdır. Bir su molekülü bir
protein molekülünden çok farklıdır. Bir canlının yüzde yetmiş veya doksanı su
olsa da suyun yaşam bilgisi yoktur ve su canlı değildir, yaşamaz, büyümez,
ölmez. Tüm bu gerçekler tevhit ilmi için de geçerlidir.
“Bu
idrak ile her yönde Hakk’ın yüzü görünür, perdeler, vehim ve ham hayal ortadan
kalkar. Her iş ve eylem ilmin bir
uygulamasıdır. Nefsin oluşumu, canlanması, hayat bulması ve yaşaması ilimle
olur. Maddeyi ilimden ayrı düşünmek yanıltır.” (39.9) “Eğer biz ‘var olur yok olur’ mevcudat olsun isteseydik
kudret yönünden bize mümkün olurdu. Lâkin öyle mevcudat, varlık olsun
istemedik, çünkü hikmet ve hakikate uygun olmaz, aykırı olurdu”. İnsanlar bir
düzen içindedir ancak düzeni bilmezler, kaos derler! (21.17) “Hiçbir şey yok
iken O vardı, O her şeyin evveli ve ahiri, sonu, batını ve zahiridir.”
“Allah
‘yok’tan var eden, ‘var olandır’, ‘Gayri’si yoktur ki İlâh olsun, şirk olsun.”
(2.6, 115, 255)
Bilim
insanları çok haklıdır. Enerji varsa ilmin kuralları geçerlidir. İnanç ve
Kitaplar bir adım daha ileri gidip ‘enerji ilmin görünür halidir, ilimden
ibaret olan ruhun sahibi vardır’ der (16.2). Tarafsız biri için en makul ve
mantıklı olan şey, aksi ispat edilinceye kadar, elçi ve kitapların ilmini
öğrenmektir. Yokluk ve varlık Allah’tadır. “O vardır, gayrisi yoktur” ayetini
ve “Yokluk” kavramını anlamak için önce kendimizin “Yokluğunu” idrak edebilmemiz
gerekir.
Âdemin de
âlemin de oluştuğu enerji ve ilim “Bizim değil” idraki kolay, “Bizim olan
nedir, neye sahibiz?” sorularını cevaplamak zor. Enerji ilmin ilk bilinir
halidir, aslında enerji ilimden oluşan ilk “Şey”dir. Enerji özellik ve düzene
sahiptir. İlim ve enerji kavramlarının idraki bazı ayetleri anlamamıza yardımcı
olur. “Âdem, Vücutta o Vahid-i Mutlak'ın gayrı bir şey ve O'ndan başka mevcut yoktur ki, ibadet
olunsun, imdi ona şirk etmeniz, nasıl mümkün olabilir. O'nun gayrı, sırf âdemdir, yokluktur, bu sebepten şirk, ancak O'na cahil olmaktan neşet eder, kaynaklanır.” (2.163)
“Yer
ve gök madde olmaksızın ve müddetle kayıtlanmaksızın halk edilmiştir. Yer ve
gök Allah’ın ilmi ile görünür, vücudu ile mevcuttur. Zaman ve mekân ile sınırlı
olan aklın itibarı olmasa arz ve semanın vücudu itibar olunmazdı. Sema ve arz
Allah’ın vücudundan ayrı ve gayrı olamaz.
Her şey istek ve iradesiyle, ‘Kûn,
ol’ emriyle ancak söz ve ses duyulmaksızın, arada bir vasıta olmaksızın ve
zaman geçmeksizin birden, an içinde olmaktadır.” (2.117) Genel olan evren
ortamında hayat için özel alanlar oluştu. “O, Var Olandır!”
(1)
The Economist, General relativity: The
most beautiful theory,11.28. 2015.
(2)
The Economist,Quantum Theory, Hidden no more, Oct 24th 2015
(3) ABD,Yale
Üni.web sayfasında yer alan,2105.4.20 tarihli Memoriam yazısı.
(4) The
Economist, Stephen Hawking's answer, Aug
26th 2015, by D.J.P.
(5)
Expres UK, Historic Discovery,By PAUL BALDWIN , Oct 16, 2015 (https://www.express.co.uk/news/science/612340/Origin-of-the-universe-riddle-solved-by-Canadian-physicists-and-er-it-wasn-t-God
(6) The
Economist, How life begins, Aug 18th 2015, BY T.C
(7) Skeptic Dergisi, 2015.11.11, Life Is Potential, Biological A., D.J. Navarick
Bilinmese de
bazı olaylar vardır, olur. Olduğu zaman olay olur, fenomen, görüngü diyerek
pekiştirilebilir, bazılarına iyi, bazılarına kötü görünebilir. Olacağından
kuşku duyulsa da olacak olan, hep olan şey, mutlaka olacaktır. Önceden,
hazırlık amacıyla, öğretilmesi ve hakkında bir şeyler öğrenilmesi gereği
duyulur. Ölüm olayı, anlatılmaya çalışılan olaylara en tipik örnektir. Olunca
olay olur, önceden kestirilemez ama az da olsa bilinir. Hakkında çok şey
öğretilmeye ve bilinmeye çalışılır. Ne öğrenilirse öğrenilsin yine de olur ve
olunca olay olur. İşi daha ileri boyuta taşımak için ”İradî ölüm” (2.28) veya
“Ölmeden önce ölmek” (42.17) kavramını düşünmek yeter. Bunlar ayetlerle
açıklanmıştır. Hâkka suresinin ilk yedi ayeti de ‘ölüm’ kavramına büyük
anlamlar yüklemiştir. İlk bakışta normal, doğal ölümü açıklıyor gibi görünse de
aslında büyük kıyamet, ‘ölmeden önce ölme’ kavramı üzerinde durulmaktadır.
Çünkü Resule “Sen nereden bileceksin? Daha önce öğretilmedi” denilmektedir.
Hayvanlar
uzmandır, her bir tür diğerine bir konuda üstündür. Bu üstünlük sayesinde
yaşayabilir, diğer türü avlar veya ondan kaçar, neslini sürdürür. İnsan ise
genel ve geniş kapsamlı yeteneklere sahiptir. Yetenekleriyle geliştirdiği
araçlar ile de yalnız hayvanların değil bitkiler ve tüm doğanın da her
yapabildiğini yapabilir. İnsan, bu açıdan bakıldığında tam bir sentez ve
bütünleşme örneğidir, yok yoktur. Bu kapsamda, insan, gerçekten bir küçük
evrendir, âlemdir.
Enerjinin kütleye dönüşmesiyle oluşan maddeye
ilişkin özellik ve bilgiler katlanarak büyür. Örneğin, atomu oluşturan
parçacıkların hem birleşme hem de gelişme özelliği vardır. Kuantum âlemi
kendine özgü ilim ve yasalara sahiptir. Aynı parçacığın hem atomu oluşturma özelliği
hem de molekülü oluşturma potansiyeli vardır. Yanıcı ve yakıcı özelliklere
sahip hidrojen ve oksijen atomlarının potansiyeli söndürücü olan suyu
oluşturmaktır. Dünyada bulunan okyanuslardaki su, Güneş sistemimizi oluşturan
süpernova patlaması sonrası koşullarda oluşmuştur. Dünyayı oluşturabilen kütle,
madde, ısı ve basınç koşulları dünya üzerindeki suyu oluşturmaya yeterli
değildir. Su dâhil hepsi yıldız tozudur. Bu kapsamda ağırlığının çoğunluğunu
suyun oluşturduğu canlılık ve insanın oluşumu da daha büyük bir sistemi
gerektirebilir. İnsanın, her türlü alt sisteminden ve onları oluşturan parçacık
ve maddeden çok farklı özelliklere sahip olduğu ve belirli bir miktar atom
yığını olmadığı açıktır. İnsanda, maddesinde olmayan bilinç vardır.
Kitabımızda,
suyun, ilmin sembolü olarak kullanıldığı bilinir. Birçok ayette de ‘madde
denizi’ deyimi kullanılır. Madde denizinde, ilimle inşa edilen gemilerle
yüzülür, kurtuluşa erişilir. Âlim kişinin de kendini ilme adayarak toplumsal
yaşamdan düştüğü düşünülebilir. Kendini içki ve kumara adayan kişilerin de
helak oldukları, insanlıktan çıktıkları ve artık insan denemeyeceği, bitip
öldükleri düşünülür. Çakal gibi uzmanlıkları sayesinde, benlikleriyle
yaşayanlar, öğrenecekleri ilimle olay yaratacak kadar değişebilir. İnsanlığın
gelişimi, insanların, öğrenimin ekol, okul, kurum ve kuruluşlarda hızlanması
sayesinde, hızlı gelişimine paralel olmuştur.
İlim,
bilenlerin bilmeyenlere sistemli öğretimiyle öğrenildi. Yoğun öğretim ile
öğrenim yoğunlaştı, bilen ile bilmeyen hızla ayrıştı. Âlim ile cahil arasında
uçurum oluştu. Cehaletle ilişiğini kesenin bencil kişiliği, cahilliği ölmüş
sayılabilir. Bu kişinin ilk kişiliği ilim suyunun tufanında helak olmuş
denebilir. İyi okullarda başarılı olan gençlerin kısa zamanda kişilik değiştirecek
kadar gelişimi dikkat çekicidir. Başarılı gençte öyle bir kişilik oluşur ki
başarısız gençte olabilecek bozuk kişilik ile bir ilişkisi olamaz. Muhtemel bu
bozuk kişilik tamamen ölmüş, helak olmuş, hatta ilimle kişi yeniden dirilmiş
denebilir. Kitapta adı geçen Semud kavmi ilim suyu tufanında helak olan
cahillik, benlik ve bencillik olabilir.
Bir
öğretmenden bilgi elde etmek onu dinlemekle başlar. Böylece, bilgi, bilmeyenin
kulağından girer. Bu öğrenim sesli öğrenimdir. Kulağı delikler can kulağıyla
dinleyip bilgi birikimi oluşturur. Âlimlerin konuşmalarından ise çok daha büyük
ses, ‘gürleyen ses’ çıkabilir. ‘Anlamayana davul zurna az, anlayana sivrisinek
saz’ misali, kendi deneyimlerini aktaran âlim kişiler gürleyen sesleriyle diğer
âlimlere ilham verir. Çok ses getirici keşif ve icatlar böylece ortaya çıkar.
Keşif ve buluş sahipleri kendilerini insanlığa adamış kişilerdir. Kişilik,
benlik ve bencillikleri, ‘gürleyen sesle gelen’ bilgi alış verişindeki, beyin
fırtınasındaki, ‘şiddetli rüzgâr ve fırtınayla mahvedilmiştir’ denebilir.
Bireyin tüm düşüncesi odaklandığı ilim olur, kendisi yok, ilmi var, ilmiyle
dirilir. İnsan ve insanlığın gelişimi, aklın bilgi edinme amacıyla kullanımına
bağlıdır. Ego, benlik, cahillik, hayvani nefis, şehvet, gazap ve
bencilliklerden oluşan ‘Nefsin Semud Kavmi’ ilim suyu tufanında helak olur.
Kötü huylara
Semud kavmi denebilir. Bu tufanda kurtuluşa erenler, öğrenimleriyle, örneğin
şehvet iffete dönüşerek, yeni sıfatlarıyla doğup, yeni ilim ve ruhla dirilerek
yaşarlar. Âlim sıfatına layık görülen bu kişilerin bireysel kişilikleri de aynı
‘gürleyen sesle gelen şiddetli rüzgâr ve fırtınayla mahvolabilir’. Âlimler,
hayatlarını uğruna adadıklarıyla kavuşmaları halinde, bu sıfatlarını da “Tek
bildiğim hiçbir şey bilmediğimdir” deyip kaybederse, arif olur. Bu güzel
sıfatlara Âd kavmi denebilir. Adı geçen kavimlerin durumu, “Tam teslimiyet
içindeki Müslümanlar olarak can veriniz”, “Ölmeden önce ölünüz” (2.132)
anlamındaki ayet ile de açıklanabilir. Adı geçen bu kavimler, böylece, Allah’ın
rahmetine kavuşmuş olabilir. Ayetler, yaşanan ve yaşanacakları açıklar.
Evrensel olayların ardındaki ilim aynıdır. Kitabımız Furkan, uygulama, ilmini
ayrıntılarıyla açıklar.
Varlık
âleminin ardında olup da gece gibi görünmeyen yedi mertebe, manada veya
batında, perde arkasında olduğu için görünmez. Vücut, hayat, ilim, işitme,
görme, irade, kudret ve kelamdan oluşan sekiz sıfat mertebesi ise gündüz gibi
maddede, zahirde, açıktadır. Bâtıni değerleri olmayan insanlar, içlerine ve
dışlarına etki eden, şiddetli rüzgâr ve fırtınadaki içi boş kuru hurma
kütükleri gibidir. Bu insanlardan oluşan kavim, dıştan, şeklen kuvvetli gibi
görünür ama aslında hayatları ve manaları yoktur. Bilgi ve ilim, bilen veya
bulanın değildir. İlim, kişiyi, sahibine götürmelidir. Batın ve zahirde görünen
ilimle bireysel kişilikler helak olur, kişi fena bulur.
Umarım
okuyup, düşünüp, ibret alıp evrenin ardındaki gerçeğin aslını idrak edebiliriz.
Hangi taşın
altından ne çıkacağı belli olmayan bir ortamda, çeşitli konular ele alındıkça
işin nereye varacağı da bilinemez. Özellikle okuyan, düşünen, tefekkür eden ve
ibret alan bir toplumda bireysel anlayış ve idrakin sınırı belirlenemez. Her
hareket ve adımını aklını kullanarak atan kişiler, bir başlangıç noktasından
belirli bir hedefe ulaşma sürecinde, daha dikkatli düşünür. İlahi İrade
Kanunları üzerinde çalışmayı seçmek bile büyük cesaret ister. Çünkü yasalarda
“Ezelden ebede, küresel ve evrensel boyutta, din ve inanç farklılığı
gözetmeksizin” geçerlilik aranır. Bize özgü tanımla, geçerlilik alanı için,
kısaca, “Âlemden Âdeme” denebilir. Konuların çeşitliliği idrakin sınırlarını
zorlar, bur durumda daha da dikkatli olunur. İlahi iradenin izlerini ararken
aklın alışkanlığı olan tek yönlü sebep-sonuç analizinden fazlası gerekir. Çünkü
bilim, Âdem’in yaradılışının amacını ve nedenini bile sormaz.
Ne zaman
“Kuran” dense “Kim kurmuş, neyi kurmuş, nasıl kurmuş?” gibi sorular akla
gelebilir. İtaat konusunda da Kuran’a başvurmak gereği duyulursa evrensel
düşünülmelidir. Evren, gökyüzü ve yeryüzü ile ilgili ayetler güncel bilimsel
bulgulara uygundur. “Evreni güç, kuvvet ve kudretimizle biz kurduk, onu
genişletmekteyiz. (51.47). Gaz halinde bulunan evrene ve yeryüzüne ‘isteyerek
veya istemeyerek gelin’ dedik, ikisi de ‘isteyerek geldik’ dedi (41.11). Sema,
arza bitişikken onu ayırdık (21.30). Düşünüp,
ibret alabilmeniz için her şeyi çiftler halinde yarattık (36.36; 51.49).
Yeryüzünü canlandıran suyu gökyüzünden indirdik (2.164).”
Evrenin
belirli bir düzene göre kurulmuşluğu ve çalıştığı açıktır. Bu düzenin, fizik ve
matematik yasalarını kapsayan, bir ilmi olduğu da aşikârdır. Her uygulamanın
ardında bir ilim olduğu, her şeyin kendine özgü ilmi olduğu bellidir. Her
‘obje’ ilminin deposudur.
Evren, arz
ve sema, var oluşunda ve hareketlerinde ilme dayalı emirlere uyduğuna göre, var
olan her şey ve herkes de bu ilme itaat etmektedir. Koşullara uymayanın hayatta
kalma şansı olmasa gerek. Doğa koşullarına uymak da şeriata uymak olabilir.
İnorganik, cansız maddeler, teknik özelliklerinin ve potansiyellerinin gereğini
yerine getirerek, uyum gösterir. Elektron, eksi yüklü elektrik yüküne ve
protonu kendine çekme özelliğine sahiptir. Elektronun elektrik yükünün biraz
daha az veya çok oluşu durumunda evrenin oluşamayacağı bilimsel bir gerçektir.
Hidrojen atomu yanıcı özelliğe ve oksijen ile birleşme potansiyeline sahiptir.
Yanıcı ve yakıcı olan bu iki atom çeşidi birleştiğinde, suyu ortaya çıkararak,
söndürücü olma özelliği taşır. Bütün bu doğal koşulların ardında, bilimsel
olarak kanıtlanmış, ‘önceden belirlenmişlik’ diğer bir deyimle, emre itaat
vardır. Elektronun elektrik yükünün veya suyun oluşumunun nedenini sormak
bilimsel olmayabilir ama felsefenin özüdür.
Güneşimizin
oluşmasından önceki koşullarda oluşan ve uzayda kar bulutu oluşturan suyun,
gökyüzünden yeryüzüne indirilişiyle canlılık yaratılmıştır. Aynı su ile
sulandıkları halde canlılar çeşitlilik arz eder. Kitabımızda her şeyin ‘halk
edilmesi’, canlılığın ‘yaradılışı’ ve insanın ‘inşa’ edilmesi yer alır.
Her tohum veya her DNA’nın, uygun
koşullarda, toprak, hava, su ve ateşe hükmedişi, belirli bir şekilde
birleşmelerini emredip, dört anasırı yönetişi bilimsel bir gerçektir.
Böylece, protein, mineral ve vitaminler ‘canlı’ oluşturacak şekilde birleşerek
büyürler. Her büyüme, doğal yasaların tümüyle açıklanabilecek, bir ‘düzen’
içinde olur.
Aynı
şekilde, insan da toplum, dernek veya dergâhlarda inşa edilir. Genel düzene
uygun, özel düzene tabi olarak, kendi ilimlerine biat ederek, yetişen insanlar
olgunlaşma sürçlerinden geçer. Özel, genel, küresel ve evrensel düzeyde itaat,
belirli amaca ulaşmada kaçınılmaz olur. Atomlar ve moleküller etkileşim içinde
hareket eder. Etkileşimlerin karşılıklı olması tek yönlü sebep sonuç ilişkisine
uymaz. Organlarımızın çalışma sistemi her hal ve koşulda bizim ne durumda
olduğumuzu belirlemez aksi de doğrudur. Bizim organlarımıza, molekül ve
atomlarımıza, kısaca, ilmimize itaatimiz de onların bize olan itaatlerini
etkiler. Bilerek, isteyerek ve bilinçli hareket edersek bilincimiz artar.
Yukarıdaki ‘isteyerek geldiler’ kavramına uygun şekilde gidişimiz bilinçli
olursa yolculuğumuz keyifli ve zevkli geçebilir. Bilgiler bilmeyi ve bilmek
bilinmeyi doğurabilir. Nihai sonuç olarak evren, bilinmek istendiği için
yaratılmış olabilir. Abide-i Hürriyet bilinir, Abide-i Hakk anlaşılır, Abd-i Hu
idrak edilirse, ağacın duruşu, kuşun uçuşunun da ibadet olduğu idrak edilerek
şahit olunabilir. Hakk’a şahit olan şehit olmayı hak eder.
Evrenin
kurulması, gökyüzünün yeryüzünden ayrılmasının sağlanması, yeryüzünün
döşenmesi, arza suyun semadan indirilmesi ve canlılığın yaratılmasının amacı
vardır.
Bütün bu
gayretlerin tümü bir alt yapı olarak insanın inşası amacına değer. Halk edilen
her şeye hak ettiği her şey yerinde, zamanında ve dozunda verilmiştir, alt yapı
dediğimiz temel sağlamdır. Bu temelin üzerine insan gibi mükemmel bir mahlûk
inşa edilebilir. İnsanın inşa edilmesinin de bir amacı olmalı. Yaşamını
sürdürmesi için yeterli düzeyde akıl verilmesi hali hayvanlar âleminde
gözlemlenir. Konuşma yeteneği ile desteklenen, aklın fazlasının verilmesi,
insana önem, öncelik ve özellik kazandırır. Bu tür bir nedensellik arama da
bilimsel olmayabilir. Ancak, benzer arayışlar, yalnız ve sadece insana yakışır.
Olgun insanlar ise, bilim ötesi araç ve amaç arayışına geçerek, arif olmaya
çalışır. İlahi irade kanunlarını bilerek ilahi düzeni idrak etmekle, evrenin
kuruluş düzeninin ve ilminin de ötesine geçilebilir. İlmin tümü bilinirse,
yalnızca “Bilinen” ortaya çıkmış ve ortada yalnız ‘Var Olan’ kalmış olabilir.
Ayrıntılı
analizlerle, enerjinin maddeye dönüşümünden, ışınım ve hareketlerin hızına
kadar, her şeyin ardındaki bilimsel bilgilere ulaşmak akıl kârıdır.
Galaksilerden kuantum âleminin kütlesiz parçacıklarına ve onların teknik
özelliklerine kadar inip belirlemek ve gözlemlemek önemlidir. Sebep ve sonuçtan
öteye, evren çapında ve kapsamında, karşılıklı etkileşim içinde ‘oluşun’
saptanması ve idraki insan aklı için daha önemlidir. Kalp düzeyinde vahdet idrak edilemezse nefis düzeyinde adalet idrak
edilemez. Aklın hükmünün aşka kadar olduğu da yaşamın yaşanarak bilinen bir
gerçeğidir. Aşk için, aşk ile aşktan yaratılan maşukun aşığını araması ve aşkı
bulup yaşaması nihai amaç olabilir. Zamansız
ve mekânsızlıkta var olan vardır, yok olan da zaten hiç olmamıştır!
İnsanın
içindedir ve insanın içinde mutlaka vardır sevmek, âşık olmak. Aşk insanın
fıtratına kazınmıştır. Her şey halk edilir, canlılık yaratılır ve insan inşa
edilir. Canlılıkta madde, manaya
kıyasla, yaşamın önemsiz bir bölümüdür. Bedensel yapı, insan gerçeğinin
küçük bir kısmıdır. İnsanın inşası tamamlandığında, bedensel yapı, duygusal ve
ruhsal gerçekliğin yanında önemsiz kalır. İnsanın nefsanî, yani gazap ve
şehvetin hâkim olduğu, alanı vardır. İnsan, nefis ile yaşamını sürdürür. Akılcı
bilgiler ve kalbî duygular ile beslenen nefis, neslinin devamını sağlayacak
aşkı yaşar. Gördüğü ve bildiği bir diğer insanı sever, çok sever âşık olur. Bu aşk içinde bile aklını, gururunu ve
benliğini yitirir. Aynı şekilde ilahî bilgiler edinerek, müşahede ve şuhut,
uyanıklık ederek ilahî aşka düşerek ölümsüz ruh ile dirilmeye, fıtratını
gerçekleştirmeye gidebilir.
Kur’an’ın
ilim, Furkan’ın uygulama olduğu bildirilir. Ayetler, evrenin kurulduğu ve
genişletilmekte olduğunu, gökyüzünün yeryüzünden ayrılıp, arzın döşendiğini,
güneş sisteminden önce oluşan suyun dünyaya indirildiğini, canlılığın
yaratılıp, insanın inşa edildiğini açıklamaktadır (51.47), (21.30), (2.164).
Kısaca, var olan her şeyin, belirli bir düzen içinde var olduğu, yoktan veya
yokluktan var edildiği, ilmin uygulanması olduğu bildirilmektedir. Bilimsel ve
teknolojik bilgi ve bulgular da tüm bu ayetleri kanıtlamaktadır. Uzay
boşluğunun sonradan oluşup gökyüzünü oluşturduğu bilinir. Evrenin genişlemekte
olduğunu bilim 1930’larda kanıtladı. Hala da aynı deyimler kullanılarak benzer
kavramlar kanıtlanmaktadır.
Okyanuslardaki
suyun, Dünyayı çarpışıp birleşerek oluşturan kütlelerin çevresinden geldiği son
bulgulardandır. İçinde DNA içeren hücrenin suyun içinde canlılık başlatması bir
yaratılış olayıdır. İnsanın inşası ise daha da farklı bir süreçtir.
İnsanın
kendini bilme süreci aklın kullanılmasıyla başlar. İnsanın bedensel, nefsanî,
duygusal ve ruhsal yapısı analiz edilerek senteze ulaşılır. Maddeye ilişkin
bilgiler, maddenin en küçük parçasının bile ilmin bir hali olduğuna götürür.
Kütlesi olmayan yalnız artı veya eksi elektrik yükü olan parçacıklar bilim
insanlarınca “Bilgilerinin deposu” olarak tanımlanır. Her obje ilminin
deposudur. Elektromanyetik radyasyon (EMR), foton, elektron ve atomun
bilinmesi; canlılığın yaratılması ve insanın inşası sürecinin altyapısını
oluşturur. Kuantum âleminden canlılığa geçiş hayret, haşyet, korku ve dehşet
duygularına neden olabilir. Atom ve moleküllerden DNA ve hücre oluşumuna geçiş
hayret ve haşyet uyandırabilir. Bu düzeyde bile sebeplerden sonuca gidiş gibi
tek yönlü etki değil karşılıklı etkileşim söz konusudur. Elektronlar, atom ve
moleküller birbirlerini etkiler ve etkileşim içinde hareket ederler. İkiz foton, elektron ve atomların incelenmesi
sonucunda etkileşimin, Büyük Patlamadan itibaren, “Önceden belirlendiği”
bilimsel olarak kanıtlanmıştır.
İnsan ise
belirli miktarda atom yığını değildir. Her
kişi ve kişilik atomların belirli bir şekilde organize olmalarıyla ortaya
çıkar. Organizasyon bir yönetim fonksiyonudur. İnsan, genetiğinden gelenler
ve çevreden alınanlarla oluşur. İnsanın, sindirim ve sinir sistemleri gibi, alt
sistemleri, etkileşim içinde ortak amaca hizmet ederek çalışır.
Atomun uygun şekilde molekül, moleküllerin
uyum içinde organ oluşturması ve organların uyum içinde çalışarak insan
oluşturması ancak yönetilen bir düzen içinde olabilir. Organların düzenli
çalışması ilk hücreye potansiyel olarak yüklenmiştir. Tüm evren bir ‘bütün
düzen’ içinde çalışır (1).
Organların
düzenli çalışması mutluluk verirken, insanın mutlu oluşu da organların
çalışmasını düzenler. Bu şekilde tek yönlü sebep sonuç değil karşılıklı, iki
yönlü etkileşim içinde oluş anlaşılabilir, sonuç da sebepleri etkileyebilir.
Bilgi kanallarından elde edilen bilgi yükünü artırdıkça, toplam bilgi yükü de
bilgi kanallarını açabilir. Bilinçlendikçe yeni bilgi üretimi artar. Araçlar amaç için organize edilmiş olabilir
ancak amaç da araçların yeniden organize edilmesine yardımcı olabilir.
Bilinçli gülüş adrenalin salgısını artırır, mutluluk duygusu oluşur. Nefsanî
sevgi ve aşk, neslin devamını sağlayabilir ama neslin devamı amacı, bu sevgi ve
aşkın belirli bir düzene sokulmasını isteyebilir ve sağlayabilir. Çocuklarla
süslenmiş aile kurma hayali, bu hayali gerçekleştirebilecek aşkı yaratır.
Yerinde, zamanında ve dozunda düzenli bir
şekilde ihtiyaçları karşılanan nefis güzelleşir, tatmin olur, nefis bir durumda
çalışır. Sorunlarını böylece çözen kalp artık ruhun nurundan, ilmin idrak ve
aydınlığından, yararlanır. Ruhun nurunu zevk eden kalp yeniden doğar. Aklın
ve kalbin, nefsin emrinde çalıştığı dönemde etkinlikleri çok azdır. Bu dönem
gözden geçirildiğinde her ikisinin de fonksiyonunun farklı olduğu görülür.
Nefsanî zevklerin artmasına ve biraz duygu katılmasına katkı sağlarlar. Oysa
yeniden doğuş ile fonksiyonları tamamen değişir.
Kalp ilmin kaynağını keşfeder. Kesretin
aslında vahdet olduğunu, işleyen düzenin kurulmuş bir düzen olduğunu idrak
eder. Her obje ilim ise, küp şekerin tümü yalnız şeker olduğu, gayri bir şey
olmadığı gibi, objelerden oluşan her şey de yalnız ve sadece ilimdir. İlim
önceden belirlenmiş düzene uygun iş işler, uygulamalar oluşturur. İlmi idrak
eden, işleyişe hayran kalır, düzene ve bu düzeni kurana âşık olur. “Bir
ışın tayfının en kısa dalga boyundaki enerjinin bir santimetre küpü, bilinen
evrendeki tüm maddenin toplam enerjisinden daha çoktur” (2). Maddenin enerjiden
oluşumu ve enerjiye dönüşümü E=MC2 ile iyi bilinir. Bir atomun yüzde doksan
dokuzundan fazlasının boşluk olduğu da bir gerçektir. Bilinen evrendeki tüm
galaksiler ve tüm maddenin oluşması için gereken enerji miktarı
ölçülebilmektedir. Oluşum bilindikçe ilim de idrak edilebilmektedir.
İlmin
kaynağını, ruhu keşfeden kalp, özünü bildiği maddesel ve nefsanî alanı
düzenleyip ruha döner. Kütle, madde, bilgi, bilim ve ilim yönünde ilerleyiş ruh
ve manada tamamlanır.
Tanıdıkça
âşık olmamak, bir kara deliğin olay ufku geçildiği halde içine düşmemeye
benzetilebilir. Aşk için aşktan yaratılış ve insanın inşası amacına ulaşır.
(1) David Bohm, “Wholeness and the
Implicate Order”
(2) Yukarda adı geçen kitap, sayfa 242.
Galaksiler atomlardan, atomlar ise
‘bir var olup bir yok olan’ kuantum parçacıklarından oluşur. İnsan bünyesi de
aynıdır. İncelendiğinde her organımız, ayrıntıda, bizi hayrete düşürür, haşyet
duyarız. Örneğin, beynimizde, galaksi sayısı kadar, yüz milyarlarca, beyin
hücresi; tüm galaksilerdeki yıldızların sayısı kadar, trilyonlarca da beyin
hücreleri arasında bağlantı vardır. Duyuların algı ve bilgileri, beyinde
şimşekleri andıran elektrik akımlarıyla işlenir. Bilgilerle bilinç yaratılır ve
nasıl bir evrende yaşandığı bilinir. Din ile bilim farklı şeyler söyleyemez.
Enerjideki ilim bir ve tektir, uygulama çeşitlidir. Bilgi işlenmesi insan
beyninde doruğa ulaşır. Akıllı insan için indirilen kutsal bilgiler ile akıllı
insanın bulguları farklı olamaz. Her şey ve her bilgi enerjinin belirli bir
halidir. Bir hayvan imajı beyinde rastgele bir enerji akışıyla depolanmaz, bir
hayvan bilgisinin imajı enerjinin, depolanıp hatırlanan, belirli bir halidir.
Enerji harekettir, ama rastgele olmayan bir harekettir.
Kozmolojide evrenin Büyük Patlama ile
oluştuğu kabul edilir. Hatta boyutları olmayan ama ‘kütlesi sonsuz’ olan bir
şeyin patladığı var sayılır. Böylece ilk oluşan plazmanın sonsuz sıcaklıkta,
enerjinin hareket halinde, ışınım şeklinde olduğu ve henüz uzay boşluğunun
bulunmadığı bilinir. Gökyüzü sonradan oluştu. “Genişleme arttıkça plazma
soğudu. İlk saniyenin 10 milyarda birinde ve sıcaklık 10 üzeri 15 dereceye düştüğünde
proton ve nötronlar oluştu. Bir saniye sonra ise sıcaklık 10 milyar dereceye
düştü ve hidrojen ile helyumun, atomları değil, yalnız çekirdekleri oluştu.
Patlamadan 3 saniye sonra sıcaklık 1 miyar dereceye düştü, madde ile ışınım
eşleşti” (1).
Kısaca, kütle veya atom, patlamadan en az
300.000 yıl sonra oluşabildi. Öyle ise patlayan şey bir ‘kütle’ olamaz. Ayrıca,
Hawking ‘her obje ilminin, özelliğinin deposudur’ der. Objenin içinde ilimden
başka bir ‘şey’ yoktur. Obje, maddeye dönüşen enerjidir. Küp şeker şekerdir,
başka bir şey yoktur, aynı şekilde her obje, ilmin bir halidir, ilmin enerjiyle
bir hal almış, özellik kazanmış halidir. “Objelerin bilgileri, yani enerji
hali, obje kara deliğe düşse bile yok olmaz, kaybolmaz” (2).
Kitabımıza
göre her şey Kur’an ilminin, enerjiye, inişiyle başladı. İlmin enerjiye
dönüşümü Furkanı, uygulamayı başlattı. Her şey bir düzen içinde, bilgisinin
deposu şeklinde oluştu, halden hale geçti. Evrenin amacı kâmil insandır. “İnsan ilminin aynıdır, organların kendine
özgü ayrıca bir sureti yoktur, organların ilminden ayrı bir resmi ve cismi
yoktur” (16.2, 39.9). “Bir var olsun bir yok olsun, eğlence olsun diye, bir şey
halk edilmedi, her şey bir amaçla, yoktan, var edildi” (21.17).
Bilimsel
kurama bir şey eklenebilir “Büyük
Patlama, ilmin, enerji halinde ‘Büyük Açılımı’dır”. Hz. Ali “İlim bir
noktadır cahiller onu uzatır” der (58.7). İlmin kütlesi yoktur. Halden hale
geçiş daha kolay anlaşılabilir. Işınım halindeki ışık, ‘kuanta’ adı verilen
enerji paketleridir. Fotonun kütlesi
yok, ışık hızında hareket eder, ‘kuvvet ve enerjidir’, nur da denir. “Allah,
yerin göğün nurudur” (73.9;24.35). Elektron, eksi elektrik yüklü, belirli
miktar enerjidir, enerjinin bilgi, ilim yüklenmiş halidir. Parçacıklar
enerjinin bir hali, enerji de ilmin bir halidir. Dinle bilim aynı bilgileri
verir bu insana huzur verir. Aksi durum ise bir yol ayrımında olunduğu
duygusunu yaratır. Böyle ‘bilmek mi
inanmak mı?’ gibi bir soru cevaplanamaz.
Her sorunun cevabı için akıl kullanılır,
oysa bu soru akla zarar verir. Din insanları da bilim insanları da akıllıdır.
Kutsal mesajlar da yalnız akıllı olanlar içindir.
Bilgilerin
beyinde işlenmesi çakan bir şimşeğe benzer, aynı şekilde, enerji akışıdır.
Einstein ‘her elektron evrendeki diğer bir elektron ile etkileşim içindedir’
der, aynı şekilde ‘beyin hücrelerimiz
birbirleriyle etkileşim içindedir’. Ek olarak, sinir ve sindirim gibi alt
sistemlerimizin tümünün etkileşim içinde olduğunu da biliriz. Etkileşim, karşılıklı etkileme, en küçük
boyuttan, elektrondan, en büyüğüne, galaksilere, kadar geçerlidir. Böylece
beyin ve bedenimizin çalışmasından evrensel boyutlara geçişimiz kolay olur. ‘Âdem ile Âlem ikizdir’ deyişi için inanç
değil bilinç gerek. İnsan bir surette, herhangi bir formda paketlenmiş
enerji değildir. Enerjinin, bu paketine,
böyle paketlenmesine, bu suretine insan denir. Güneş doğudan doğmaz,
güneşin doğduğu yere doğu denir. Bilgi paketi, küpü objeler kara deliğe düşse
de, formu değişse de, bilgi yüklü enerjileri evrende asla yok olmaz.
Ruhun nuru,
ilmin aydınlığından söz edilir. Aydın kişiye âlim, nurlu kişiye arif denir.
Bilgiler yeniden işlenerek yeni bulgu ve bilgilere dönüşebiliyorsa diğerlerini
aydınlatıyordur. Bu aydınlatış, aydınlatan kişiden aydınlanan kişiye bilgi
akışı, enerji akışıdır. Enerjinin bu yeni formu, yeni bilgidir ve yeni bilgi,
enerjinin yeni bir halidir, ilmin potansiyelinde vardır. Yeni bilgiler halinde, halden hale geçen enerji, enerjinin içinde yeni
bilgilere dönüşme potansiyeli olan ilim vardır. Bir bilgi diğer bir bilgiyle birleşebilir. Bilgiler, kendileri
kaybolmadan, yeni bir bilgi oluşturabilir. İlmin açılımı süreklidir!
Hidrojen ve oksijenin birleşip, kendileri
yok olmadan, su oluşturması gibi. Su molekülü ayrıştırılarak atomlar yeniden
elde edilebilir. Bu durum su bilgisini yok etmez, su bilgisi ilmin içinde gizli
veya potansiyel haldedir.
İnsan
bildiği kadar, bildiği için insandır, bilgi küpüdür. Her parçacık ve her atom
bilginin bir hali ise insanı oluşturanlar da bilginin, ilmin bir halidir. İki
hal birleşip ilmin veya bilginin üçüncü ve yeni bir halini oluşturarak insanlar
oluşur. İnsanların, sinir ve sindirim gibi, alt sistemleri de, beyinleri de
farklı çalışır. Böylece aynı atomlardan oluşsalar da yeni hallerin oluşturduğu
insanlar birbirlerinden farklı oluşmuştur, sentez farklıdır. Kur’an bir ve tek,
vahdet; ama Furkan, uygulama, ayrıntı, kesret farklıdır. İlim su gibidir, aynı
su ile sulanan bahçelerde yetişen meyvelerin biri diğerinden farklı şekil, tat
ve lezzettedir. Aynı ilmin bilgileriyle donatılan kişilerin sentezleri ayrıdır
ama ilmin varlığı, vücudu birdir. Evren, aynı vücudun mevcudat halidir, ‘oluşum
ilminin’ enerjiye yüklenmişidir.
Entropinin
gittikçe artıyor oluşu zamanla bozunumu gösterir, bu durum ise ilk başlangıçta
en mükemmelin olduğunun kanıtıdır. Parçacıkları
ve dolayısıyla evreni oluşturan ilim bir ve tektir, algılanmakta olan ayrıntı
farklıdır. Bilgi bireysel, bilinç evrenseldir, bilgi ve bilinç de
parçacıklar, atomlar ve evren de aynı ilmin enerji halinde açılımından oluşur.
Evren, aynı ilmin eylemlerle sıfat kazanmış halidir. Para gibi, bilgi de
bulanın değildir, bir mutlak sahibi vardır. “Vücudumuzla mevcutsunuz” bir
kutsal mesajdır (56.57).
(1) Stephen Hawking, “Zamanın Resimli Kısa Tarihi”, Alfa
Basım, 2012, sayfa 156.
(2) The Economist, Stephen
Hawking's answer. Aug 26th 2015, by
D.J.P.
Bilgi, ilim
hamurunun bir lokması, ilim deryasının bir damlasıdır. Bilgi, enerji,
uygulanması halinde algılanır. Beyin hücreleri içindeki ve arasındaki akımlar
adeta bilginin, enerji olarak akım halidir. Elektrik sinyallerinin üzerine ses
ve görüntü bilgilerinin yüklenmesi bize televizyonu verir. Dijital bilgi işlem,
günlük yaşamı oluşturur. Elektrik akımı çok kullanılır, en yüksek ve en düşük
voltun, her bilginin yeri vardır. Bilgisayardan, ısınma ve aydınlanmaya,
elektron akışı kullanılır. Kuantum mekaniğinin bilgi yüklü parçacıkları
değerlendirilir. “Devasa madde kütleleri boş atomlardan oluşur.” (1) “Her obje,
özelliklerinin taşıyıcısı, bilgisinin deposudur.” (2) bilgiyi bilir, ilmini anlarız ama uygulamaya
geçiş doğada neden olur pek anlaşılamaz. Bilim ‘neden?’ sorusunu yanıtlamaz.
Nasıl olduğu iyi bilinir. Bilgileri
evrenden toplayan âlim, ilmin açılımını yaşayan ariftir. Eşyanın hakikati
olan ilmi, âlim, bilgiler halinde evrenden toplar, arif ise ilk “Açılımdan”
itibaren yaşar.
Foton,
‘kuanta’ adlı enerji paketlerini içerir, kütlesi yok, hızı çok, ışık hızı. Hem
parçacık hem dalga özelliği gösterir. Çeşitli dalga boyunu içerir. Her dalga
boyu ayrı bir renkte ve ısıdadır. Dalga boyu kısaldıkça içerdiği enerji ve
ısısı artar. Her dalganın enerjisi ölçülebilir. “Hatta kuramsal açıdan, hacim
olarak ifade edilmesi halinde, en kısa dalga boyundaki enerjinin bir santimetre
küpü evrendeki tüm galaksilerin oluşumuna yeterlidir.” (3) Kütle, enerjiye
dönüşür ama nedeni bilinmez. Enerji, tüm canlılara neden hayat verir? Atomun,
maddenin en küçük yapı taşı olduğunu düşünmek ilginçtir.
Atom
neredeyse tamamen boşluktur, yüz trilyonda birine ‘kütle’ denir. Tüm kütle ve
maddenin ne kadar enerjiden ve boşluktan oluştuğu bilenebilir. Bilgi deposu
foton özelliğini taşır, düştüğü yere enerji götürür, ısıtır, aydınlatır,
‘görünür’ ‘gözlemlenir’ kılar. “Dalga,
‘gözlendiğinde’ parçacık özelliği gösterir” neden? Gözlem yoksa parçacık da
yok. Parçacık yoksa atom bile yok. Bu durumda ‘parçacıklardan oluşan büyük
yapılar’ yerlerinde olmamalıdır. ‘Özellik’ ve ‘bilgi’ler ‘ilim’ altında
toplanır. “Görme, Gözlem ve Bilme” eylemleri insan için geçerlidir. “Enerjide
‘giz’li olan ilim, bu eylemlerle parçacık özelliği ile açığa çıkar” neden?
İnsan için mi çıkar? Kütlesi olan parçacıklar da sürekli hareket halindedir,
bunlardan oluşan atom ilim yüklü enerjidir, neden amele dönüşür, uygulanır?
Kuantum âleminden çıkış, amele geçiş henüz
sırdır. Her şey düşüncedir. Enerjinin,
özellik, bilgi ve ilim yüklü olduğu, her şeyin temelinde ilim olduğu, “Eşyanın
hakikatinin ilim olduğu” kanıtlanmıştır. Bilimsel açıdan, ilimden âleme geçiş,
ilim yüklü enerjinin ‘gözlem’lenmesine bağlıdır.
“Cemden sonraki fark makamında,
vahdet ve kesret konusunda yanılmaksızın, Zatın Birliği düşünüldüğünde, sıfatın
kesreti müşahede edilir. Melekleri, kalplerini ilimle, yani Kur’anla ihya
ettiği has kullarına, emrinden, ruhundan, nakşeder, gönderir. Bu nakış, ilimden ibaret olan ruhun
tenezzülü, âleme inişidir. Ruhun
inişi bir iradenin olduğunu gösterir. Bu irade ise hakiki sıfatlar âleminin
kanıtıdır, cisim ve hareketlerin açıklanmasıdır. Sıfat ve efal âlemleri, isim,
cisim ve eylem, hareket âlemlerinin ortaya çıkışıdır. Bunların tümü ise cemadat, nebatat ve hayvanat âlemlerinin
oluşumudur.”
“Kısaca,
ilimden ibaret olan ruh, irade, sıfat ve efal âlemlerinin ortaya çıkışıyla
âlemler oluşmuştur.” (16.2) “İnsan, ilminin aynıdır, organlarının
kendine özgü ayrı bir sureti ve yaşamı yoktur, organların ilminden ayrı bir
resmi ve cismi de yoktur” (16.2, 39.9). “Bilen ile bilmeyen bir olmaz. İlim, sahibinden başka bir
şey olmayan, azalarında, zerrelerinde zahir olan, görünen ve onlardan ayrı bir
şey olmayandır. İnsanın, azalarının,
zerrelerinin ilminden ayrı bir isim, cisim veya resim olduğunu hayal etmek
gaflettir. Âlim bu durumu kabul eder, kâfir bunu inkâr eder.” (39.9) İlmin,
sahibinden, yani bulunduğu zerreden ayrı ve gayrı olmadığını kabul edene âlim,
inkâr edene kâfir denir. İlimden
âleme geçişte irade beyanı olduğu görülür. İlimden ibaret olan ruhun
tenezzülü, inişi ve âlemleri oluşturması bir irade beyanını gösterir, Hakk’ın
iradesiyle inmiştir. Kulların, fıtratlarına nakşedilen ilimle, önce melekleri,
melekeleri, yetenekleri sonra azaları, organları, bedeni oluşur. İlmin
açılımının böyle sonuçlanmasıyla ortaya çıkana, zahir olana biz ‘insan’ deriz.
Güneşin doğduğu yere doğu denir. İnsan, ilmin açılımının belirli bir halidir.
Farklı bir şekilde açılmış ilmi toplayarak insan yapılamaz. Fıtratına
nakşedilmiş ilmin açılımını sağlayarak insan olması sağlanabilir. İnsanlık dışı
halleri kökleşenleri, dışarıdan insanlık ilmi ekleyerek insanlaştırmak zordur.
Haller gerekli ama yeterli değil, genetiğiyle de oynanmalı.
“Biz
inananların, enfüs ve afakta, içte ve dışta, görünür ve görünmezde, müşahede
etmelerine yardımcı oluruz. Hatta muhakeme ve delillerle anlamalarına yardımcı
oluruz, böylece, Hakk’ın görünerek, apaçık aşikâr olduğunu idrak ederler.” “Yardım ettiklerimizden Hakk’ı eşyada
müşahede edenler için Rab yeterlidir. Hakk’ın efali delillerle, sıfatı
tecellileriyle, görünüşleriyle anlaşılır, her şey bilgisi kapsamındadır. Her şeyin hakikati Hakk’ın ilminin
aynısıdır. Vücudu ilmi ile oluşur,
ilmi zatının aynıdır ve zatı aynı vücududur. Gayrın vücudu, aynı ve zatı da
yoktur. Her şey fanidir, helak olur, yalnız Hakk’ın yüzü, Hakk’ın zatı bakidir.
Nefiste, evrende ve çevrede görünen ve beliren vasıflar, sıfatlar Hakk’ın
varlığının ortaya çıkışı iledir.” (41.53,54)
Tüm evrendeki bilgi, özellik, ilim, enerji ve madde
arasındaki ilişkiler insanda da görülebilir. “Her şey, küp şeker gibi, özellik
kazanmış veya özellikli bilgidir, bilgi küpüdür” denebilir. Öyleyse, insanın el
ve ayak gibi organ; sinir ve sindirim gibi sistemleri de ilimdir, ilmin bir
halidir. Kitabın da dediği gibi ilmin aynısıdır, ilminden ayrı hayatı, ismi,
resmi ve cismi yoktur. Evrenin en son hali, ‘gören, gözleyen ve bilen’ “İnsan”
da, evrende yüklü enerji veya ilmin ayrılmaz parçası, uygulanmış halidir.
Böylece ilim, idrak edilmiş olur, neden?
Uygulanan
ilme ulaşan âlimler bilgilerin sahibidir ama ilmin sahibi olamaz. İlmin, Hakk’a ait olduğunu, halk olarak
zahir olup göründüğünü, idrak eden âlime arif denebilir. Bu açıdan
bakıldığında ‘ilimden ibaret olan ruhun âleme inişi’ amele geçişi bir köprüdür.
Amelden, Hakk’ın ilmine yücelten köprünün adı “İlim-Amel Köprüsü”, bilgi
toplayıp gidenler âlim, gelenler arif, olabilir. Bilinme amacı böylece gerçekleşmiş
olur.
(1)
http://www.evreningercekligi.com/blog/atomlardaki-bosluk
(2) The Economist, S. Hawking's answer to a paradox, Aug 26th 2015, by D.J.P.
(3)
D.
Bohm, “Wholeness and the Implicate Order”, 1980, Routledge & K. Paul
Her masal ve
efsane, insan ve insanlığa, evvelden ahire, önemli mesajlar taşır. Hz. Âdem’in
oğulları Habil ve Kabil’in serüveni her insanda yaşanır ve insan için
önemlidir. İbret alınması için elçiler kutsal mesajları halka iletir. İyice
anlaşılması ve uygulanması için mesajlar örneklerle açıklanır. Günümüzde o
örnekler geçerli olmayabilir ama temel mesaj hala anlamlıdır. Denilen ile
denmek istenen iyi anlaşılmalıdır. Esas mesaj, akıl yerine vehim, hayal ve kuruntunun
geçmesi halinde insanın çok şey kaybedeceğidir. Mesaj aklın kullanılmasına,
akılcı davranışlar yapılmasına vurgu yapar.
Atıfta
bulunulan yorumun hikâyesi aslında çok ilginçtir. Âdem’in iki oğlu vardır ama
ikisi de ikizdir ve her ikisinin de ikizi kız kardeştir. Âdem, Kabil’i,
Habil’in ikiziyle, Habil’i de Kabil’in ikizi ile evlendirmek ister. Âdem’in
amacı aklını kullanan ve akılcı davranışlarda bulunan oğlunu, hayalci ve hayalî
davranışlarda bulunanın kız kardeşiyle evlendirmek ister. Böylece, uçuk kaçık
hayaller kuran ve hayal âleminde bulunacak olan torun yerine akılcı hayaller
kuran torun sahibi olacaktır. Diğer yandan hiç hayali olmayan, hep aklıyla düşünen
torun yerine gerçekçi hayallerini gerçekleştirmek üzere aklını kullanan, torunu
olacaktır Âdem’in. “Her an benzersiz
yeni bir şe’n, oluşum, halk-ı cedid olur.” (5.27,28)
Habil ve
Kabil’den Allah’a kurban sunmaları istenir. Somut olmayan, hayalî kurban kabul
edilmez. Akılcı, somut kurban kabul görür.
Bu duruma
çok kızan hayal ve kuruntu sahibi kardeş aklı ile güzel işler yapan, sanatkâr
ve güzel ahlak sahibi kardeşini kıskanır ve öldürmek ister. Hayal, kapsamını
genişleterek aklı esir alır. Aklın, ilminin kaynağı olan ruh ile ilişkisini
keserek yeni bilgiler elde edinmesini engeller, böylece, aklın ölümüne neden
olur. Akıl hayal kurulmasına engel olmaz ancak kendini fazlaca hayale kaptıran
aklını pek kullanamaz. Aklı kullanmamak kişinin normal hayatını etkiler, güzel
işler yapamaz, hayalî işler peşinde koşmakla ahlakı da bozulur. Aklın ölümü
insanın da ölümüdür hayal kurması da mümkün olmaz. Bu durum insanın yaradılış
amacına aykırıdır, her şeyin bir amacı vardır. İnsanlığı da kapsayan bir
insanın böyle ölümü, toplumun hayal âlemine kapılması durumunda, insanlığın da
ölümüdür. (5.29-32)
“İnsanın
fıtratına nakşedilmiş olan Kur’an ilmi, olgunlaşma amacını gerçekleştirmek
üzere, ayrıntısıyla Furkan ilmi olarak indirilmiştir. Her nebi daha önceki
nebilerin ilmini onaylar ve korur sonra kendi ilmini açıklar.” (5.48) Amaç
insanların ibret almasıdır. Her insan aslında bir kalptir. Kalbin bir nefse bir
de ruha açılan kapısı vardır. Ruhtan alınan ilim nefse aktarılarak uygulanır.
Nefsanî tat, lezzet ve zevkler insanı hayal âlemine daldırır. Aklı yitirecek
kadar hayal etmenin sonucu kötü, akılcı hayaller kurarak hayalleri
gerçekleştirmek iyidir. En iyi, doğru ve güzelin gerçekleştirilmesi için
gereken ilim insanın fıtratına nakşedilmiştir. Habil-kabil dengesi şarttır.
İnsan akıl
ve hayal dengesini iyi kurmalıdır. Kendine verilenlerle evrenin halk ediliş ve
insanın inşa ediliş amacına ulaşmasını bilmelidir. Halkın kitabı halka bunu
öğretmeye çalışır. İnsanı öğrenmeye içinden, içtenlikle hazırlar.
Küresel ve
tarihsel boyutların her köşesinde, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde, insan
ile Tanrı ilişkisinin izleri vardır. En eski kalıntılarda tapınaklar, ilk
toplumlarda da tapınma olduğuna göre bir ‘Çağrı’dan söz edilebilir. Bu durum
insanlığı hayvanlıktan ayıran bir özellik de sayılabilir. Böyle bir ‘olay’
vardır ve gerçektir. İlk çağrı ile bugünün son çağrısı arasında çok küçük bir
fark bile yoktur. Çağrı bir ve tek, ancak anlayış ve idrak beşerin sayısı kadar
farklı olabilir. Çağrının içsel ve dinsel olduğu düşünülür ama bilimsel olarak
kanıtlandığı üzerinde durulmalıdır. Günümüzün son bilimsel bulguları, inanılan
ve iman edilen her hususu kanıtlar niteliktedir. Evren, maluma tabi olan ilmin,
enerjinin, katı bir halidir, insan aklı da bu gerçeği idrak için verilmiştir.
İlim akıl ile desteklenmiştir.
Tapınağın
varlığı, tapınma eylemini gösterir. Bu sayede, firavun da olsa kral da olsa,
liderlerin, toplumun ‘doğru’ ve ‘yanlış’ anlayışına önderlik ettiği açıktır. Bu
durum, genel anlamda, bir haklılık ve haksızlık anlayışına bağlı adalet
kavrayışıdır. Her türlü yıkım ve yapımın temelinde, böylece, adalet vardır.
Adaletin de Hakk’a ve akla bağlandığı, geçmişten günümüze, bir gerçektir.
Adalet ise çağrının temelidir.
Bilimsel
alanda, en son ve en çarpıcı buluşlara yer veren oturumlar ve programlar ilginçtir.
Dile getirilen gerçekler arasında “Daha
küçüğü olamayacak kadar küçük parçacıklar, eksi veya artı, enerji yüklüdür.
Daha kısa olamayacak kadar kısa zamanda, parçacıklar var olup yok olur.”
“Nasıl olduğu bilinmiyor ama bir şekilde
enerji, sıvılaşıp, katılaşır ve kütle oluşturur. Parça ve kütlesinin içi
boştur, varlık boşluktan ve yokluktandır.” gibi gerçekler vardır. İnsan
dâhil, en büyük yapılar atomlardan oluşur. Bilgisinden başka, artı, eksi gibi
bilimsel veya bilgisel özelliklerinden başka, bir şey olmayan enerji
parçacıklarının birleşerek oluşturduğu karmaşık ‘obje’lerin de bilgilerinin
dışında bir şey olmadığı kanıtlanır. Büyük yapılar da, kısaca, bilgi olan
parçacıkların birleşmesiyle oluştukları için, bilgiden başka bir şey
değillerdir. Bilgilerin topluluğuna bilim veya ilim denebilirse, insan,
ilminden başka bir şey değildir. Aynı ilmin bir şekilde birleşip açılımına
Tuncer, diğer bir şekilde birleşip açılımına Ersin denilmektedir. Kişiler
ilimlerini ele alıp, yeniden yoğurarak, olgunlaşmaya çalışır. Her bütün, parça
ve birleşimlerinin özellikleri nedeniyle, kendine özgü, bir ve tektir.
“Suretler, ilmin aynidir. Göklerde
ve yerde bir zerre miktarı ilminden hariç olamaz” (6.59) “Her şey Rabbimin ilmi
iledir. Rabbim ilim cihetinden her bir şey'i vâsidir, yönetir.” (6.80) “Ruh
semasından ilim suyunu indirir, ilmî imanla iman edenler için büyük alâmetler
vardır.” (6.99) “Evvelden geleceğe kadar tüm mevcudatın vücudu, sana indirilen
bir kitaptır. Yani, ilmi sana indirilen bir kitaptır.” (7.1,2) “İlim ile
detaylandırdığımız, bir kitap getirdik, yani, ilâhi ilmin gerektirdiği gibi,
olgunlaşmaya yetkili ve elverişli, el ve ayak gibi organlar, göz ve kulak gibi
aletler ve duygulardan oluşmuş ‘beden-i
insan kitabını’ getirdik.” (7.52) “İnsanın
akıl yürütme âleminde ilim ve idrak nurunu inşa etmiştir.” (6.1) “Bilenler,
bilgileriyle Allah’ı bilir, ancak çoğu bunu bilmez.” (6.37)
Boşluktan ibaret olan ‘şey’lerle
yapılan inşaat da boşluktandır. Her bilim dalı, önceki insanların bildiklerine
yeni bilgiler eklenerek gelişir. Kimse tekerleği yeniden keşfetmez. Birinin adı
ile anılan yeni bir buluş onun denebilir, ama âlimin kendisi de daha önceki
bilgilerin kıymetini bilir ve onlara borçlu olduğunu kabul eder, onları da
sahiplenmez. Selin önündeki büyük bir engel, selin yönünü biraz değiştirmiş
görünse de su, akışıyla, yatağını bulur. Âlimler suyun akışını işaretlemiş
olabilir ama akan sudur ve kendi yolunda ilerler. Aynı gerçek hayatta olduğu
gibi, örneğin, yanıcı iki atomun yakıcı bir atom ile birleşip söndürücü su
oluşumunda olduğu gibi, ne olduğu bilinir ama neden olduğu bilinmez.
“İnsan, ilim ile açıklanan,
ayrıntılı bir şekilde bildirilen, hitap olarak indirilmiş bir kitaptır. İnsan, ilahi ilmin gereğince, kemale
ermeye yetkili ve elverişli aza, organ, alet, arzu ve istek şeklinde,
ayrıntılarıyla oluşturulup açıklanan ‘insan bedeni kitabı’ olarak
indirilmiştir. Bu kitap, yani insan, eğer bedensel zevkler gibi süfli yöne
meylederse, kıyamet gününde kör, dilsiz ve sağır olarak yüzüstü toplanıp hesabı
görülür. Çünkü zamanında verilen kitabını okumaz, gerçekleri görmez; Hakkın
hakikatine kulak verip dinlemez, söylenenleri duymaz ve anlamazsa ne görür ne
duyar ne de konuşabilir.”
“Ezelde
bahşedilen fıtrat ile verilen Allah’ın nuru, akıl ve idraki, insana bağışların
en büyüğüdür. Bu nurun kıymetini, içten gelen ‘Oku’ ile de bilemeyene kimse
yardım edemez. Yaşadığınız gibi ölür, öldüğünüz gibi dirilirsiniz. Bedensel
lezzetlere eğilim nedeniyle kalbî duyguları ihmal eden, ruhanî bilgilere
kendini kapayanlar, bu bilgileri anlayacak idrak sahibi olamazlar. Ne
kendilerine ilham edilenleri ne de insanların konuya ilişkin söylediklerini
dinler, duyar, anlarlar.”
“Gördüklerinden de ibret alamazlar.
Bu nedenlerle kalp ve ruh yönünden gelebilecek herhangi bir duygu ve bilgi
bedensel zevk ve lezzetlere düşkün olanlara tesir etmez, etkili olmaz.” (17.97)
“Oysa sema ve arzın halk edilmesinin
amacı yeniden diriliştir. İlahi sıfatlardan mahrum kalışlarının nedeni yeniden
dirilişe inanmamalarıdır. Bu nedenle de Hakk’ın kudretinden de mahrum
kalırlar.” (17.98)
Sel misali, ilme karşı koyarak
değil, ilmi anlayıp uyum göstererek, tabi olup ilme biat ederek yapılır her
şey. Maddede kalan, madde olarak yaşar, madde olarak tekraren ölür. Kutsal mesajlar ile insana ‘çağrı’ yapılmıştır. Bedensel ve ruhsal olarak her yönden
donatılmış oluşu, akıl ve hayal etme güçlerinin verilmiş olması, ‘Çağrı’dır.
Gerekli donanım ve yazılım verilmiştir insana. İlmi ile maddesinin de ilim olduğunu idrak etme bilincine ulaşan, kendi
bilgi küpünü, çayda şeker gibi, ilmin içinde eritebilir. Böyle bir bilinç
sahibi, ‘insan’, oluşu da ‘Son Çağrı’dır. Dinlememekte, görmemekte,
anlamamakta ısrar ederse kör, dilsiz, sağır kalır. Böyle kalmaları, süfli yöne
meyilleri nedeniyledir, Allah’tan olmaz!
Perdeler kapatılarak güneşe zarar
verilemez. İnkâr, imanın kaynağıdır. Hakk’ın olan, Hak için, Hak ile Hakk’lı ve
Hak olarak kullanılabilir. İlmine uygun olmayan uygulama olamaz. İnsan ile
Kur’an, hatta evren, ikizdir. Tüm ilmin toplamı olarak indirilen Kur’an,
insanın kendini bilmesiyle, ilmin açılımı Furkan’ı, evreni, aklıyla
anlamasıyla, idrak edilebilir. Tüm
kutsal mesajları bünyesinde toplayan bu Kitap ilk mesaj ise insanın kendisi son
mesajdır.
Umarım biz de duyar, idrak
edebiliriz.
Herkes
hakikati bilmek ister, sorun hakikatin ne olduğudur. Kutsal mesajlar hakikati
açıklamaya çalışır. Din, hakikate götürür; bilim gerçeğin peşindedir. Işık veya
foton, din ile bilim arasındaki ‘ara yüz’ olabilir. Fotonun hakikatini ve
gerçeklerini anlamak iki alanda da yardım edebilir. Bir tarafta ‘parıltı,
parlaklık, ışık, aydınlık’ olarak ifade edilen ‘nur’ kavramı üzerinde durulur.
Bilim alanında ise ışık ve enerji, ‘nasıl oluyor bilinmiyor ama bir şekilde
enerji dalgası, ışıma, ışınım yoğunlaşıyor, kütle kazanıp madde oluşturuyor’
denilerek incelenir. Bu konu da, kutsal mesaj ve onun delili, kanıtı, misal
âlemindeki bir örneği olarak ele alınabilir. Mesajlar genellikle aklı zorlar,
aynı durum bilim alanında da vardır. Her ikisi için de ‘aklı zorluyor ama
doğru’ denip tolerans gösterilebilir.
“Sıcak Büyük Patlama Modeline göre önce evrenin ısısı
sonsuzdur. Genişleme nedeniyle evrenin boyutları ikiye katlanırsa sıcaklık
yarıya düşer. (‘Sonsuzun yarısı kaçtır?’ demeyin) Sıcaklık aslında
parçacıkların ortalama enerji veya hızının ölçütüdür. İlk anlarda parçacıklar
hız ve enerjileri çok yüksek olduğu için, nükleer veya elektromanyetik
kuvvetlerle birbirlerine çekilemedi. Parçacıklar soğudukça kümelenme başladı.
Patlamadan üç dakika sonra madde ve ışınım eşleşti. Patlamadan 300.000 yıl
sonra ise, elektronlar çekirdeklere bağlandıkça, madde ve ışınım eşleşmesi
bozuldu. Işınım, evrenin ilk 300.000 yılda her ne kadar genişledi ise o
genişliğin dışına çıkabilir oldu. Bir milyar yıl sonra, ilk galaksiler ve
yıldızlar, aralarındaki boşluk, uzay boşluğu ile birlikte, oluştu.” (1) Rahmanî
ışınım, rahimî parçacıklarla görünür oldu!
Foton ilk defa 1926 yılında
adlandırıldı. Fotonun bir ışık dalgasında mümkün olan en küçük enerji parçası
olduğu, ‘kuanta’ adı verilen enerji paketlerinden oluştuğu anlaşıldı. Önce
ışığın dalga özelliği bilindi, parçacık özelliği ihmal edildi. Einstein,
fotoelektrik olayını gün yüzüne çıkarınca parçacık özelliği de incelendi. Foton
ne dalgadır ne de parçacık, aynı anda her ikisi birden, hem dalga hem de
parçacık ve kararlıdır, hep öyle. Bilardo topları parçacık, denizler dalga
olarak hareket eder. Fotonlar sürekli olarak hem parçacık hem de dalga olarak
hareket eder. Bir foton, ışık hızında sabit bir hızla hareket eder, durağan
halde foton bulunmaz, kütlesi ve elektrik yükü yoktur, enerji ve EM kuvvet
taşır. Her atomda, elektronla proton arasında, sürekli foton alış verişi
vardır. Foton, “Tümüyle neredeyse, ‘nothing’, hiçin, hiçbir şeyin özetidir.”
(2) Hızı sabit, zaman ile ilişkisi görecelidir. Sanki varlığın yokluk ile
sınırı!
“Fotonu, göz
ışık olarak algılar, göz reseptörlerini, foton (deryada damla gibi) etkiler.
Işığın tayfı, elektromanyetik spektrum (EMS), incelendiğinde, insan gözünün
algılayabildiği tek radyasyon tipi olan ‘görünür ışığın’, tayfın ince bir
aralık bandında olduğu anlaşılır. EMS, dalga boylarına göre atomaltı değerlerden
başlayıp ( Gama ışını, X-ışını gibi) binlerce kilometre uzunlukta olabilecek radyo
dalgalarına kadar
birçok farklı radyasyon tipini içerir. EMS, teoride sonsuz ve sürekli olsa da, kısa dalga boyu (yüksek frekans) ucunun
limitinin Planck
uzunluğuna, (3) uzun dalga boyu (alçak
frekans) ucunun limitinin ise evrenin tümünün
fiziksel büyüklüğüne eşittir.” (4) Bilimsel olmasa, ‘hiçliğin özeti’ için
‘evrenin tümünün fiziksel büyüklüğüne eşit’ demek aklı çok zorlardı, akıllıca
denemezdi.
Işınım evrenin ilk hali, temelidir,
her şey ışınımdan oluşmuştur. Işınımın, her yerde ve her zaman, sonsuz ve
sürekli oluşu açıktır. Işınımın dalga hali, dalga boyları ölçülerek bulunur,
parçacık hali ise ‘kuanta’lardan oluşur. Fotonun parıltı halinde dışından resmi
çekilebilir, içinde görülecek, bulunacak bir şey yoktur. Fotonun “Uzun dalga
boyu ucunun limitinin evrenin tümünün fiziksel büyüklüğüne eşit olduğu” bilim
insanlarının düşüncesidir. Bu düşünceyi anlamak zor olsa da, hem anlamak hem de
evreni idrak etmek, hakikatini bulmak zorunludur. Dalga boyunun ucunun limiti,
bir noktadan en uzak diğer bir noktaya, evrenin merkezine, çapının veya
çemberinin bir noktasına değil ‘evrenin tümünün fiziksel büyüklüğüne’ eşittir!
Bu ışıma, yayılım, ışınım, açılım evrendeki her zerreden her zerreye aynı anda
ve süreklidir. Böylece, “Evrende her
zerre diğeriyle sürekli etkileşim içindedir” kavramı anlaşılır. Fotonun, “Bir ışık dalgasında mümkün olan en küçük
enerji parçasıdır”, “Hiçbir şeyin özetidir”, “Kütlesi ve elektrik yükü yoktur”, “Hızı, EM
kuvveti vardır, süreklidir, hareketi ışık hızıdır”, “Hem dalga hem de parçacık
halini” tam olarak idrak etmek her düşünen akıl için mümkün olmayabilir.
Foton,“Allah’ın
her an, her yerde, hazır ve nazır, gören oluşuna” delil sayılabilir. “Allah, yer ve göklerin nurudur,
güç, kuvvet, kudret sahibidir. Nur, Allah’ın zatıyla zahirdir, görünür hale
gelir ve görünür, eşya da nur ile zahir olur, görünür hale gelir ve görünür.
Nur, zuhurunun, ortaya çıkışının, şiddetinden ve eşyanın kendisiyle zahir
olması dolayısıyla mutlaktır ve ilahi isimlerden birisidir. Zuhurunun
şiddetinden gizlidir, (ışığın kaynağı görünür kendisi görünmez). Mevcut olan her şey onunla mevcut olmuştur.
Cisimler âlemi, ilahî nurun gurup ettiği, tesettüre girdiği yerdir, nurun
örtülü halidir. “İnsanın kemale ermiş, olgunlaşmış halinde bu nur parlar,
yaradılışa uygun olarak parlayan bu nur ise diğerlerini aydınlatır.”
“Parlayarak
aydınlatan nur ile ortaya çıkan aydınlanışa, nurun nuru, Batı’dan doğan Hakikat
Güneşi denebilir. Cahil kişi, cisimlerin altında kalmış, cisimler âlemi
dalgasının örttüğü kişidir, altından elini çıkarsa göremez, basiretinin
körlüğünden hiçbir şey göremez.” (24.35) “Güneş ışığı
güneşi gösterir. Allah’ın ilmi, nuru görünüyorsa, görünen Allah’tır!” (39.22) “Hareketi
anlayamayan, zamanı da anlayamaz.” (10.45)
‘Aydınlanma
Çağı’ denilen dönemde ışık ve foton bilinmiyordu. O çağda aydınlanan bilim
insanları manevî anlamda aydınlanmışlardı. Işığın gerçekleri ile tanışınca aydınlanmanın
hakikati anlaşılmış olmalı. Önce manada, sonra maddede olur her ne olursa,
manada olanlar maddede kanıtlanır. Kur’an ilmi Furkan olarak uygulandıysa,
bilim ilerledikçe, kanıtlanacaktır. Hakikat güneşi, bir şekilde, gurup ederek
maddeyi oluşturdu ise maddeden yani Batı’dan, çağımızda olduğu gibi, kanıtlar
ile doğacaktır. İnsanlar da Dünyanın değil Hakk’ın Hakikatinin Güneşi ile
aydınlanacaktır. Her uygulama bir ilmin, enerjinin olduğuna kanıttır.
“Fotonun içerdiği enerji ve elektromanyetik
kuvvet de Allah’ındır.” “Her şey Allah’ın varlığına, birliğine ve tekliğine
ayettir, delildir” diyen Kur’an ayetinden sonra, ayet denildiğinde yalnız bir
kitap metni aklına gelen kişi de incelemeye değer. Görünen, görenin görüntüsüdür. İncelenecek kişinin kişiliği ve
hakikati tartışılamaz. Umarım, evren ile içindeki ayetleri okur, içerdikleri
mesajları alır, hakikat, Hakk’ın hakikatini anlar ve idrak ederek gerçek
aydınlanışı biz de gerçekleştirebiliriz.
(1) S. Hawking, “Zamanın Resimli Kısa Tarihi”, Alfa Basım, 2012,
s.156.
(2)
Web
sayfası “http://www.kuark.org/2012/08/foton”
(3) Planck uzunluğu, bir proton çapının 10−20 katıdır.
(4)
Web
sayfası “https://tr.wikipedia.org/wiki/ışık”
Yaşamak,
başlangıcı ve sonu olan bir yolculuk, seyir ve seyirciliktir. Her canlı gibi
insan da yolculuğunu, verilenler ve yolda elde edilenlerle tamamlama durumunda.
İrade için seyri gözden geçirmek yararlıdır. Her verilen şey bir beklentiyi de
birlikte getirir. Örneğin, verilen akıl onun insan gibi kullanılmasını, verilen
şekil ve vücut, insanî sıfatları ve hareketleri gerektirir. Verilenlerin
tümünün gelişim potansiyeli vardır. Potansiyele uygun geliştirmek, verilenlere
karşılık olarak, beklenenler arasında olabilir. Verilen bir yeteneği
geliştirmemek yeteneği ziyan etmek olur. Akıl ile bilince ulaşılmalıdır. Ziyan
edilen yetenekler, örneğin bilinçsizlik, insanın kendini sınırlamasıdır. Dar
alanda hareket etmek zorluk yaratıyorsa, hareketlerini kısıtlayan insanın
kendisi olur.
İnsan
davranışlarının, genetik ve çevre koşulları açısından incelenmesi, kararlı bir
çalışmayla birlikte, verilmiş bir yeteneği de ön plana çıkarır. Bir çobanın
resim yeteneği Allah vergisidir. Ressam kişilik, iyi resim yapma sıfat ve
fiilleriyle açığa çıkar. İnsanın zatı, kişiliği, bilinci sıfat ve
hareketleriyle bilinir. Mevcudiyet, var oluş, önce vücut bulma, bedensel var
oluş ile tanınır. Çocuk doğmadan kimlik verilmez. Gelecek, verilen vücutta
büyük ölçüde gizlidir, vücudun gelişim potansiyeli zamanla açığa çıkar. Her
insan jokey olamaz. İyi ata binmek de farklı bir yetenektir, sıfattır. Doğuştan
gelenler, yaradılışta verilenler, potansiyelden geliştirilenler ve çevreden
alınanlar ile her insan bir evrendir aslında. İnsan, her zerre ile etkileşim içinde hareket ettiği, ışık yaydığı,
ışınım olduğu için tam bir bütündür.
İlk bilimsel
çalışmalar gözleme dayanır. Doğada gözlenen şeyler genellikle harekettir.
Gözlem yapılarak elde edilen bilgilerden davranış kalıpları çıkarılabilir.
Hareketlerin analizi hızlı veya yavaş, iyi veya kötü, yanlış veya doğru gibi
sıfatlarla sonuçlanır. İlk bilimsel gözlemler, Dünyayı Güneş sisteminin, Güneş sistemini
Evrenin merkezine koymuştu. Böyle olmadığı yeni anlaşıldı. Son bulgular ise her
insan bilincinin bir Evren olduğu yönünde. Bu nedenle, aynı anda çok sayıda,
kuramsal kurgu, bilimsel olarak kanıtlanmaya çalışılmaktadır. Yaşamın normal
akışına “Seyr-i sülûk” kavramı da eklenebilir. Allah’tan gelinip Allah’a gidiş
yolculuğu da yaşamın, belki de en önemli, bir parçasıdır. İnsan, beyin, beden
ve bilinç ise ve bunlar ayrı değil bir bütün olarak ele alınırsa, herkesin bir
âlem olduğu açıkça görülebilir.
İnsanın,
kişilik, sıfat ve davranışları üzerindeki bilimsel çalışmalar herhangi bir
kuramın ne doğru ne de yanlışlığını kanıtlar. Kesin ve belirli bir sonuç değil,
yer, zaman veya koşullara uygun sonuçların tümü geçerli olabilir. Tıp alanında
artık “Hastalık değil hasta vardır ve her hasta farklıdır, tedavi hastaya göre
olmalıdır” kavramı söz konusudur. Bireysel açıdan bireysel ilişkiler “Çoklu
evren” kavramını andırabilir. Davranış kalıpları, ahlak kuralları ve ilahî
kanunların tümü dikkate alınırsa neyin, ne zaman, ne kadar doğru olduğu
düşünülebilir ama yanılma payı çok yüksek olur. Çoklu evren kavramı
düşünülürse, tokuşturulan yumurtalar gibi, karşılaşan bireylerden hangisinin
kırılıp hangisinin ayakta kalacağı önceden planlanan bir şey olamaz. Yanılmalar
soğuyunca büyüklüğü anlaşılan kesik yaraları gibidir.
Sonradan,
yanlışlık idrak edilince yaşanan kırılmalar dikkate alınırsa, sosyal
ilişkilerde bireysel çatışmaların deneyimleşmesi kaçınılmazdır. Oysa bireysel,
rahimî olan yalnız görünümdür, rahmanî varlık değil.
Kişisel davranış, sosyal ilişki ve iletişimde,
belirli bir düzeydeki tansiyon, gerilim ve çatışma normaldir. Her şeyin fazlası
fazladır, tansiyonun da düşüğü ve yükseği vardır. Üstelik sohbetin muhabbete
dönüşmesi beklenen gruplarda teslimiyet kavramı ön plana çıkar. Benlik ve
bencilliğin ortadan kaldırılmasına çalışılan durumlarda kırılganlığın olmadığı
var sayılabilir. Kalp aynı kalptir, aynı kalbi paylaşanlar kaynaşmış
olacağından diğer kalbi kırma endişesi yaşamayabilir. Âdem, resulün nurundan yaratılmış, âlem onunla müzeyyen kılınmış,
değerlenmiştir. Âlem böylece ziynetleşmiş ve âlem bir meziyet kazanmıştır.
Böyle bir ziynetin kadrini bilme meziyetini kazanmak insanı olgunlaştırır,
görüntünün sahibini idrak eder.
Benlik ve
bencilliğin, farklı kişi ve kişiliğin olmadığı, muhabbet içinde kaynaşıp bir ve
tek olma ayrıcalığını yaşamak da bir meziyet olabilir. Görmeyi sağlayan göz ile fotondur ama görünen evren boyutlarındaki
ışınımdır. Böyle bir seyir sürecinde yaşanacak sabır ve idrak ile tüm
benler biz olabilir. Görünenin, görenin görüntüsü olduğu idrak edilebilir.
Görme fiilinin ardından tetiklenen basiretli görüş insanı aydınlatır. Görme
fiili sonunda aydınlık içinde oluş değil, insanı aydınlatan varlığın tümünün
idrakidir. İnsanın ışıması, ışık
saçması, ışınım içinde oluşu gözünün görmesiyle değil tüme ilişkin idrakin
gerçekleşmesiyle mümkündür. Böyle nur ile nurlanan insan insanlığı aydınlatır.
İnsanlığın,
diğer cemadat ve nebatattan farklı meziyetlerle ayrıcalık, üstünlük kazanması
gibi; nur ile nurlanan insanın da nurun nuruna, kemale ermesi düşünülebilir.
Kitapta farklı sabır çeşitlerinden söz edilir. İlk sabır Allah rızası için
sabretmektir. Kulun Allah’ta kul olduğu idrak edilince, Allah’tan, Allah’ta,
Allah’la, Allah’a sabır çeşitleri sayılabilir. (2.153; 16.127) Sabretmek çok zor olabilir, bu nedenle sabrın da sonu
gelebilir.
Var olan
varlık âlemdir ama birey görünür. Varoluşun bir amacı vardır. Âlemin amacı
hayat, hayatın amacı insan, insan inşa edilmesinin amacı da var olanın idraki
olabilir. Bilinç ile bireyselden
evrensele, görünenden görene ve rahimden rahmana yüceliş gerçekleşebilir.
Sabır, farklı meziyetler kazandıran da bir meziyettir. Belki de azmederek,
çalışarak ve sabrederek kazanılmayacak meziyet yoktur.
Umarım yeterince
sabırlı olabiliriz.
YETİM!
Sen, âlemde, bir âlemsin!
Methedilen, bir kalemsin,
Sözü edilen, bir
kelâmsın,
Aşktan, aşk için
doğansın.
Ruh baba, beden annesi,
Gazap, şehvet de bebesi,
Hem nar tanesi nur tanesi,
Ruh ve kalpten beslenesi.
Nefis, doğal annedir,
besler,
Beden güçleri gelişip
esner,
Ne isterlerse onu alır
gevşer,
Sonunda, gerekir bir
neşter.
Beden, madde ister, sonsuz,
Bedenî güçler olamaz onsuz,
Kasları gelişip basılır, kasılır,
Yeme içme olmazsa aç kalır.
Dünyevî güçler bir
kabiledir,
Önce aklı esir eder
güçlenir,
|
Esir akıl ile beden telef olur,
Kısır döngü, hepsi yok olur.
Ana hissederse bu iyi
değildir,
Aklı hür bırakır, boyun
eğilir,
Akıl sultan olursa ‘ben’
Mısır’a,
Kalpten ruha yücelmekte
sıra.
Akıl bilgiye koşar, ilim ile coşar,
Anne memnun, cehilden kaçar,
Bu hal, ruha, ilme teslimiyettir,
Ruh kalbe dolarsa bu hürriyettir.
Bedensel güçler çok da
esnektir,
Ruh nuru ve ilim sütüyle
beslenir,
Bilgi ilim, akıl
aracıyla, ruhtan gelir,
Kalp arşı ruha kapalıysa,
ilim kesilir.
Ruh ilminden kesilen yetim kalır,
Malları olan ilimden mirasını alır.
Böylece kalp yetimlerine bakar,
İlim kalbe akılla gelir ruhtan akar.
|
Her canlı
kendine özgü özellikleriyle özeldir, tektir. Enerji ve madde ise genel ve geniş
kapsamlıdır. Canlı yapılar tek hücreden, çok hücreye karmaşıklaşır. Enerji biri
ötekinden on bin kat fazla ısı taşıyabilen fotonlar halinde, ışınım içinde ve
ışık hızında yayılır. Gözümüzün algıladığı en düşük enerjili fotondur.
Canlılara canlılık veren de enerjidir tek fark taşınan bilgi ve özelliktir.
Enerji yeterince kütle kazanırsa madde, bilgi yüklenirse canlı olur. Canlılığın
en küçük birimi veya temeli olarak hücre, DNA, hatta RNA proteinleri ele alınabilir.
Ele alınan en küçük birimler incelenirken bilinen bilgi veya özelliklere ek
olarak henüz bilinmeyen ‘potansiyel’ güçler de dikkate alınmalıdır. Kendisine
var denilen her ‘şey’in bir de potansiyeli, fıtratı, yaradılışı, doğası vardır.
Koşullar değişince var olanın dönüşeceği yeni bir hali de düşünülmelidir.
Proteinin RNA, RNA’nın ise DNA oluşturma potansiyeli vardır.
Maddenin katı, sıvı, gaz ve plazma
hallerine dönüşü, devinimi doğasında, fıtratındadır. Bu kütle, uzay-zamanı
öyle büker ki oluşan basınç hidrojeni helyuma çevirir ve enerji açığa çıkar. Bu
enerji ise sıcaklığı 7 milyon dereceyi bulan plazma katmanını oluşturur. Isı ve
basınç madde-anti madde aynalar evrenini oluşturur, içi boş ama kuvvetlerle
dolu zerreler bazı alanlarda etkileşime girerek gölgeleşir kütle oluşur. Plazma
katmanında enerji kütleye dönüşerek soğur, ısı üst kısımda 200 bin dereceye
düşer. Enerjinin halden hale geçişinin nedeni yoktur. Bilimsel olarak “Aynalar
evreninde çok görünen zerreler bazı alanlarda kuvvetleriyle etkileşir kütle
oluşur.”
Foton
elektrik yüklü plazmada etkileşimle enerji kaybeder. Çekirdekte oluşan sıcak
gama ışınları, X ışınlarına, enerji de kütleye dönüşür. Önemli olan, bu
katmanda enerjinin, elektrik yüklü kütleye yani elektrona ve hidrojen atomuna dönüşerek
soğumasıdır. Enerji ışınımı bir anlamda gurup eder, hapsolur, gölgeleşir,
pıhtılaşır kütleye dönüşür. Bir sonraki ‘gürleyen gaz katmanında’ ise, X
ışınları, ‘görünür ışığa’ dönüşür ve sıcaklık 5 bin dereceye düşer. Öldürücü
gama ışınları, en az on bin kat daha düşük enerjili, görünür ışık fotonları
halinde güneşi terk eder. Güneşin katmanlarından ve elektromanyetik
alanlarından milyonlarca yılda kurtulan görünür ışık fotonları dünyaya 8
dakikada ulaşır.
“Yokluk, gizlenip sırlanarak, sır
tutarak, izafî vücut bariz, apaçık olmuştur. Yokluk boşluk değildir, yoklukta
eşyanın ilmi vardır, ilim ışık olarak görünür hale geçer. (Kuantum mekaniğinde
de yoktan var olan her parçacığın bir özelliği vardır.) Nur, hariçte zahir olan
vücuttan ibarettir. Vücut nurdan, ışıktan oluşur, ışır. Eşya ve görünen vücutlar, ezeldeki ilimlerinin açığa çıkmış halidir.
Her vücut bir ilimle görünür; vücut, ilmin, infonun, bilginin görünür halidir. Her
şey hak ile zahir olmuş, görünmüştür. İlmin görünür haline ‘gölgenin uzatılması’
denir. Gölge uzatılmayabilirdi. Gölge, vücudun hazinesi olan ademde,
yoklukta sabit kalabilirdi. Yokluk,
her şeyin batındaki vücut hakikatinin sabit bulunduğu ‘levhi mahfuzdur’, sırf yokluk değil. Hakkın batındaki ilim
hazinesinde vücudu olmayan bir şey asla zahire çıkamaz ve vücut bulamaz. Zahir
de, bâtın da Hakk’ındır. O her şey'i bilicidir. Her şeyin bilgisi yoklukta
iken, yokluğun ayna gibi sır tutmasıyla, önce enerjiye ve ışığa sonra eşyaya
dönüşerek görünür hale gelir. Eşyanın
aslı ve esası, görünen maddenin hakikati, Hakk’ın yokluk aynasındaki görüntüsü,
gölgesidir.” (25.45)
“Nasıl ki gölge güneşin varlığına
delildir, madde de Hakk’ın varlığına delildir. Bilinmelidir ki eşyanın mahiyeti ve görünenin hakikati,
hakkın gölgesi ve mutlak vücudun sıfatının işaretidir. Kütlenin, görünen
enerji olan ışığın, maddenin hakikati, Hakk’ın ilmi, görüntüsü, gölgesidir.”
(25.45)
“Kütlenin hakikati bilinirse, kütlenin, görünen ışık enerjisi olduğu
idrak edilir. Mutlak vücudun ortaya çıkmış, görünür olmuş sıfatıdır. Her
cisim ışır, ışık saçar, ışınım halindedir, hakikatini görünür kılar, enerji
yayar. Akıl güneşi, vücut gölgesine delil, şahit kılındı. Akıl delili, gölgenin
hakikatinin vücuttan farklı bir şey olduğunu doğrular, kanıtlar. Akıl güneşi
delalet etmezse, gölgenin vücudu ile hakikati arasında ayrılık olmazsa, vücut
kendiliğinden var olmuş olur. Vücudun,
ilminden ayrı ve gayrı bir ismi, cismi ve resmi olamaz ama farklılığa yalnız
akıl şahitlik eder. Gölgenin vücudu olmazsa hiçbir şey olamaz, eşya mevcut
olamaz. Gölgenin vücuttan gayri bir şeyi, yani hakikati, olduğuna ancak akıl
şahittir.” (25.45) Tüm güç, kuvvet ve
kudret Allah’a aittir.
Akıl ile bilinir enerjinin halden
hale geçtiği, ilk halinde bile çeşitli özelliklerin olduğu. Büyük patlamadan itibaren
ortaya çıkan plazma ve parçacıkların ısı ve ışık, nur saçtığı bilinir. Nasıl
olduğu bilinmez ama enerjinin maddeye dönüşüp her şeyin bundan oluştuğu iyi
bilinir. Yukarıdaki makalelerde de çok üzerinde durulduğu gibi eşya, ilmin
görünür hali yani uygulamasıdır. Özelliği olan maddeden canlıların halk
edilmesi ikinci ve insanın inşa edilmesi ise üçüncü aşama olarak kabul
edilebilir. “Allah, yerlerin ve göklerin
nurudur” (73.9; 24.35).
“Sonra
gölgeyi ifna ederek, ortadan kaldırarak, elde tutabiliriz. Her an mevcut olan
herhangi bir fani ‘şey’in fena bulması evveline, oluşuna nispetle kolaydır. Ele
alınan her şey her an başka bir mazharda zahir olur.” (25.46)
“Tutuşun
ve yok, ifna edişin o şeyi tamamen ortadan kaldırmak olmadığına, o şeyin suret
ve hakikatini ezelde ve ebeden kaydeden akıl şahitlik eder. Akıl Hakk’ın
elidir. Tutuş ve ifna o şeyin değişime uğramasıdır, tamamen yok olması
değildir. Yok, ifna ediş mevcut olanın bir önceki halini, hakkın eli veya
pençesinden ibaret bulunan, akılda bulundurmaktan men etmek ve yeni haliyle
kaydetmektir.” (25.46)
Nefsin zulmet gecesi insanlara
libas, elbise kılınmıştır. Bu zulmet sizi istila ederek Hakk’ın zat, sıfat ve
gölgesinin müşahedesinde sizi setir eder, örter. Hayat ve dünyada gaflet
uykusunda uyutur. Hadisi şerif: “Bütün
insanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar.” Uykudayken “Daimî hakiki
hayattan” gafil kalırsınız. Kalpleriniz,
ilim, ruh nuruyla hayat bulunca, his uykusundan sonra, kutsal âlem fezasında
dağılıp yaşarsınız. (25.47) Ruhani güçler âlemine, sizi temizleyen pak ilim
suyunu indirdik. (25.48, 49) O ilim suyu, hakikatleri, asıl vatanları,
unutulmuş olan ahitleri ve aslın güzelliğinin hatırlanması için indirilmiştir.
(25.50)
Hakkın
batındaki ilim hazinesinde vücudu olmayan bir şey asla zahire çıkamaz ve vücut
bulamaz olduğu için insanın hakikati de levh-i mahfuzda yer alır. İnsanın
inşa edilmesi son aşama olduğu için de, evrenin insan için halk edildiği
düşünülür. Her cisim gibi insan vücudu da ışık saçar, ışır, ışınım içindedir,
bu ışığın hakikati de Hakk’ın gölgesidir. Din âlimlerinin “Allah kuvvet ve
kudret sahibi olarak yokluk aynasına bakmış, bilinmek istemiş, Kur’an ilmini
indirerek âlemi yaratmış” dediği bilinir. Bilim insanlarının aynı kelimeler ile
çıkıp gelmesi var olanı kanıtlaması ilginçtir.
Kendimizi
idrak etmek umarım bize de nasip olur.
İman
kalbîdir, kalbin emridir. Elçi insanları İslâm’a davet ederken, bireylerin
inanma ve inanmama hakları varken, önce müşrik olarak kalanlar inananları
hicret etmeye zorladı. İlim şehri Medine’ye göç edildi. İlim sayesinde,
Müslümanlığın akla yatkınlığı nedeniyle, inananlar çoğaldı. Ruhanî güçler
nefsanî güçler ile Mekke dışında, her alanda, yapılan mücadeleyi kazandı. En
sonunda akıl kuruntudan kurtuldu, Mekke savaşmadan alındı ve Kâbe’ye sahip
olundu. Ama müşriklerin sonu geldi,
kıyametleri koptu ise de kendileri nefisleriyle diri kaldı. Öldükten sonra
kıyametleri kopsaydı daha iyi olurdu, nefisleri insanlara hayırlı olurdu. Herkes ruhun nuruyla aydınlanıp, nefsini
teslim alıp, kalbine sahip çıkmalıdır.
İnsan ve
insanlığın gelişimi paraleldir. Genel anlamda toplumsal düzeyde yaşananlar
bireyin gelişimi açısından da geçerlidir. Din olgusu bir birey ile başlar.
Görev alan elçi önce yalnızdır. Topluma nur topu olarak indirilen ilim, çekim
gücü oluşturur. Kütle çekimi gibi ilk hareketler merkeze doğrudur. Kritik
kütleye ulaşılınca ısı ve basınç artar enerji patlaması oluşur. Bu noktadan
itibaren ışınım, açılım ve yayılım dalgalar halinde her tarafa birden olur. Bu
açılım, enerjinin, hem dalga hem de parçacık özelliği gösteren, fotonlar
halinde yayılımına benzer, küreseldir. Kalbî duyguların dalgaları halinde
yayılan inanç, henüz bu dalgaların dışında olanlara, parçacık olarak, ayetler
halinde gelir, görünür. Nurun aydınlığı fotonlarla yayılır. Akıl, ilmi,
bilgiler, ayetler halinde işler. Yeterince ışık alınırsa kalp ısınır, aklın
verdiği vesveseden, kuruntudan kurtulur.
Ruhun
nuruyla aydınlanan kalp, nurlanıp nur saçacak, ışıyacak, kendisi de kalbî duygu
dalgalarına uyum gösterip açılıma katkı sağlayacaktır.
Nefsin
terbiye edilmemiş ilk hali, madde gibi katı, zalimdir, şehvet ve gazap
güçleriyle aklı ve kalbi emrine alır, menfaati için çalıştırır. Bedensel ve
dünyevî her şeyi sevdirir, benimsetir, bencillik eder. Aklı kullanarak her
şeyin daha fazlasını elde etmeye çalışır. Sahip olduğu şeylerin zevkini
çıkarıp, lezzetine vararak bunları kalbe güzel, akla makul göstermeye çalışır.
Karşı çıkma gayretlerini zulüm ile bastırır. Akıl, iyi ile kötüyü, doğru ile
yanlışı, güzel ile çirkini ayırt etmeye, reşit olmaya başlayınca nefse etki
edebilir. Nefsin kaprislerinin sonuçlarını gösterebilir. Benlik ve
bencilliğinin ruhanî güçleri ezdiğini ve üzdüğünü açıklar. İyi, doğru ve güzeli
gördükçe nefis de esas istediklerinin bunlar olduğunu anlar. Akılcı bilgilerin
lezzetini alır, ilim nehirlerinden akan sütün kalp çocuğu için daha iyi
olacağını anlar.
İlim sahibi
olabilmeleri için herkese akıl verilmiştir. Elde edilen bilgilerle maddeye bağlılık ve bağımlılık sona erebilir.
Kalp önce nefsin terbiyesinde yetişir. Nefis kalp çocuğunun annesi, bakıcı,
büyütücü ve terbiyecisidir. Reşit olunca akıl kullanılarak bedensel ve nefsanî
güçlere üstünlük sağlanır, nefis dizginlenir. Bedenden ruha yücelme Mekke’den
Medine’ye hicret anlamındadır. Ruhtan alınan ilim sayesinde, ruhun nuruyla,
kalp nurlanırsa nefis kalbe ram olur, teslim olur. Nefis zorlanmamalı, teslim alınmamalı, kendiliğinden teslim olmalıdır.
Zorlanırsa kıyameti koptuğu halde kendisi diri kalır. İlim ile enerji,
madde, kütle ve eşya ilişkisi idrak edilmelidir.
Bu idrak ile iradî mevtin gerçekleşmesi
halinde kıyametin kopması sonraya kalır. Kıyamet koptuğu halde diri kalma
durumu olmamış olur. İslamiyet zorla zahir olmuş olmaz. Kalp Kâbe’sine zoraki değil, ruhanî
ilimlerle sahip olunmuş, iman kalbî olmuş olur.
Akılcı
bilgilerin tadı ve lezzeti kalpte duygusal dalgalanmalar yaratır. Bilgilerin,
nefsi ve çocuğu olan kalbi besleyiciliğinin yanında, çok çeşitli hissi
dalgaların kaynağı olduğu da ortaya çıkar. Zalimlik
ve Firavun’luk yapan nefis aklın taşıdığı ilmin hakikatini sorar ve öğrenmek
ister. Firavun makul ve mantıkî sorular sorup işin muhasebesini yapar.
İlmin hakikatini sorarak aklın ardına ve ötesine geçer. Tüm ilmi bilse dahi
ilmin hakikatini, İlâhî hakikati, bilemeyeceğini akıl kabul eder. Neyin ne
olduğunu, nasıl olduğunu bilse de neden olduğunu akıl bilemez. Firavunun istediği cevabı verecek olan akıl
değil, âşık kalptir. Aşk içinde akıl durur, daha öteye gidemem der. Aklın getirdiği bilgiler ve ilim ile
beslenen kalp, ilmin nuruyla nurlanıp aydınlanırsa, muhteşemin ihtişamını
görürse, haşyet içinde kalır, bilinene âşık olup, aşkı ve ilmin hakikatini
idrak eder. Kalp, ilim nuruyla nurlanıp Hakk’ın ruhuyla dirilirse, ilmin
hakikatinin âşığın, Hakk’ın gölgesi olduğunu idrak edecektir.
Her olmuş ve
olacağı ilmen apaçık ortaya koyan Kur’an, harflerde gizli olanı aşikâr eden
kitaptır. Toplumsal ve bireysel düzeyde insanın insan oluş, aşka eriş sürecinin
özünü açıklar. “İsteseydik, Mekke’nin
fethi gününde olduğu gibi, herkesin zorla İslâm’a teslim olmasını sağlardık,
sen, bazılarının iman etmemesi nedeniyle, nefsini helak etme.”(26.1-3)
“Dinde baskı, zorlama yoktur. Doğru
bilgiye dayalı eriş, bozuk bilgiye dayalı sapıştan açık bir biçimde
ayrılmıştır.” (2.256) “Firavun dedi ki ‘peki âlemlerin Rabbi kim’?” (26.23)
Firavun Hz.
Musa’ya mesajlarının kaynağını sordu. Kaynağını idrak ederek, kendi rızasıyla,
kalpten inanmak, iman etmek, kendini bilmek istedi. İkna etme konusunda kalp
Musa akıl Harun’undan yardım aldı. Huzurunda, huzur ve sükûn içinde yüzerken,
süpernova kalıntısı iki taşın, sanki aşk içinde, buluşmasıyla zincirleme
olaylar tetiklenir. Güneş böylece çekirdekten oluşmaya başlar. Çekirdekte çekim
gücüyle madde enerjiye, radyasyon katmanında ise sıcaklık nedeniyle madde
plazma halini alıp tekrar maddeye dönüşür. Üçüncü aşamada güneş görünür ışık
kaynağı haline dönüşür. Bu ortam, canlılığın yaratılmasına ve gölgesi
kalmayacak şekilde olgunlaşmasına uygundur. Âdem de iradesi dışında Hz.
Muhammet’in nuruyla yaratılır, ilim yüklenip gölgesini yok edecek kadar
olgunlaşır ve Allah’ın ölümsüz ruhuyla dirilir. Hakk’ın gölgesi olan ilmin
enerjiye yüklenip inişiyle başlayan ve halden hale geçişle süren oluşum
döngüsünün yasalarını akıl bulur ilme dönüşü sağlar.
Herkese gönülden, kalpten iman etme hakkı
tanınır, kimse çaresizlik içinde Müslüman olmaya zorlanmaz. Halk edilmiş,
yaratılmış ve inşa edilmişlerin hakikatine erdikçe herkesin kalbinin aynı
hakikate ulaşacağı beklenir. Din maluma tabi ilmin aşamalı döngüsünü kalp ile
yaşar, bilim bu döngüyü kanıtlar. İlim iner, açılır, oluşur, akıl idrak ile
dönüşü sağlar.
Umarım,
nefis beden Mekke’mizi fetheder, ruhanî kalp Kâbe’mize sahip oluruz.
Yeni bir
kavram için akıl ve hayal güçleri kullanılıp benzetmeler yapılır. Denilen değil
denmek istenen önemlidir. Bir duygu veya düşünceyi anlatmak için kullanılan
isimlerin ötesine geçilir. Örneğin güneşte büyük bir hakikat gizlidir. Doğal
olayların kendisi başka ardındaki hakikat başkadır. Büyük anlamlar yüklenen
kavramlar genellikle böyle anlatılabilir. Büyük anlam yüklü kavramlar da
yaşanmak için, bilinciyle bütünleşmek içindir. Güneş ısı ve ışığıyla hayat verir, canlılık yaratabilir ama var
oluşuyla hayata anlam da katar. Hayatın nasıl yaşanması gerektiğine katkısı
daha büyük olabilir.
Güneşin yoktan var oluş gerçeğinin bilimsel
açıdan hikâyesi çok basittir. Bu gerçeğin hayat felsefesine katkısı daha
büyüktür. Dünyada bulunan, su, karbon ve altın gibi maden ve elementler,
gerçeği apaçık gösterir. Süpernova vardı, yakıtı bitti, patladı, çevreyi toz ve
gaz bulutu kapladı. Hepimiz bu yıldız tozundan oluştuk. Bu oluşum yalnız akıl
ile irdelenirse yalnız makul olanlar ele alınır, sonuca varılır, yetersiz
kalır. Huzurunda, huzur içinde, sakin ve sükûnet içindeki uzay-zamanda
milyonlarca yıl yüzüp duran bir taş diğerine vurulur, düzen kurulur. Akıl,
‘uzayda yer mi yok niye çarpışırlar?’ demez üstelik ‘tesadüfen çarpışır’ der.
Nasıl başlarsa öyle gider, akıl işin sonunu getirir. Kütlenin artışı uzay
zamanı büker, birçok taş merkeze düşer, kütle çekim gücü maddeyi merkeze çeker,
ezer, madde enerjiye dönüşür, ısı artar, patlar. Maddenin, dördüncü hali olan
plazma haline dönüşmesi tekrar soğuma ve kütleye dönüşümü tetikler. İndirilen
ilmin yasası işler durur.
Doğal fizik
yasalarıyla al sana nur topu gibi koca bir güneş. Sonsuz yönde, sonsuz sayıda,
görünür ışık yayımı yapan, hayat kaynağı oluşur. Çakan çakmak taşlarından,
aydınlatan güneşe varış süreci anlam yüklüdür. Kendisi var iradesi yok.
Akıl çok
yararlı bir araç, ama bir araç olduğu, amaç olmadığı, unutulmamalı. İnsanlığın
gelişiminde de akıllı kurgular yapılmış. ‘Allah dünyayı altı günde yarattı,
yedinci günde yaşam başladı’ denmiş. İlk insan ve ilk peygamber olarak da
bilinir, ‘Hz. Âdem’den Hz. Muhammet zamanına kadar altı bin yıl geçti, hafi
yani gizlilik devri bitti, batıl gitti Hakk’ın zuhur devri geldi’ denilmiş.
Hatta Allah’ın indinde bir gün bizim için bin yıldır denip haftanın günleri bu
nedenle yedi olarak kabul edilmiş. Yedinci gün bazıları için Cumartesi olsa da
Müslümanlar için Cuma günüdür. Resulümüz ‘Ben ve kıyamet şu iki
parmak gibi olarak ba's olundum, gönderildim’ diyerek işaret ve orta parmağını
göstermiştir. Kıyamet günü geldiğinde gizlilik devri biter, Hak halk olarak
zahir olup kendisi batın iken, Hak zahir olur. ‘Halaka’nın anlamı Hak sema ve
arz ile gizlendi demektir. Cuma günü, güneş istiva vaktinde iken, gölgeler yok
olduğunda, yalnız Cuma namazı kılınabilir. “Bireysel
olarak alış verişi terk edip, eşyanın sır ve hakikatini bilmeye gayret ederek,
cemaatle namaz kılar, fenadan sonra beka halinde, dağılıp rızık ararsanız sizin
için daha hayırlıdır.” (62.9)
Oluşumları değerlemede akıl yetmez, sezgi ve
hikmet de gerekir. Evren okunup ibret alınmalı. Güneş, özellikli maddenin ilim
yüklü enerjiye ve maddeye dönüşünün apaçık örneğidir. İnsanın da verip
kurtulacağı beden ve nefsinin hakikatine doğru yücelmek yerine aksi ile
övünmesi eleştirilir.
Akıl
ve hikmet, taşlardan, yalnız güneşi değil, gölgesizliği de idrak edebilir.
Seven ve sevilen varsa aşk vardır, bu aşktan gölgesi olmayan hakikatin ve
Hakk’ın gölgesi ilmin idraki de çıkabilir. “İnsan,
anlık idrakle bedeninin yakıcı asar ateşiyle helak olup atılmış yün veya pamuk
gibi toz ve gaz bulutu olabileceğini görmelidir.” (101.10,11)
Görme, görüş, gören ve görünen beynin işlevi,
bilinci, idrakidir. Aydınlanma, akılla; aydınlanış ve aydınlatış ise hikmet ve
basiretle olabilir. Güç, kuvvet ve kudretin sahibini bildikten sonra her şey
bir döngü ile başlayabilir. Güneşin güneş olmasında, bireyin de insan
olmasında, ne kadar iradesinin olduğu apaçık idrak edilebilir. Yalnız insan,
görünür ışık fotonunun nasıl oluştuğunu anlayarak kendine uygulayabilir.
Verilen akıl ve hikmet ile beden, kalp, ruh ve ilmine yücelir. Kendi içindeki
enerjinin içerdiği bilgiden, ilim olgusunu anlayabilen insan ilmin sahibini de
idrak edebilir. “Yer ve gökte bulunan bütün mevcutlar
tespih eder, izafî vücuduyla, halden hale geçen mevcudiyetiyle, acizden
olgunluğa eriş sürecine örnek oluşturur. İzlenen süreç, bir düzen içinde,
kahrının lütuf, kuvvet ve hikmetin sahibinin, olduğunu gösterir.” (57.1,2)
‘Halk aynen
Hak’tır’ deyimi çok anlamlıdır. Yukarıdaki ayetlerin anlamını halka özümsetir.
Toplumdan bağımsız ve bağlantısız, içine kapanık, madde ağırlıklı bir fert
olarak yaşamak yerine Cuma namazından dağılmış bir kişi olarak yaşamayı
özendirir. İnsanın insanlığı yaşamasının önemini basiretle görüp, idrak
ettirir. Büyük kıyametin kopuşuyla Allah’ın arşı bariz, apaçık olur, cennet
ehli verilenlerin, ikram edilenlerin kıymetini bilir. İstiva vaktinde, tüm
sıfatların birden görünürlüğüyle, bireysel gölgelerin yok olacağı anlaşılır.
İnsanın
gölgesi olursa da insanlığın gölgesi olamaz, güzel ahlakın ve güzel sıfatların
tümünün bireysel gölgeyi yok edeceği aşikârdır. Var olmanın kaynağı yokluk,
birliğin bütünlüğün kaynağı çokluktur. İnsan kendini, çevresine görünür ışık
saçan, şeffaf olan hale getirmelidir.
Yedinci
günde bütünün parçası, güneşin bir fotonu olarak evreni doldurup yaşamak için,
ilk altı günde var olmak, canlanmak, öğrenmek, ölümsüz ruh, ilim ile
dirilmelidir. Sahip olduklarımızın kaynağı bilinmeli. Neslin devamını
sağlayabilen akıldan fazlası neden verilmiş düşünülmeli. Ruh ve beden, akıl ve
kalbin yerleri, önemi bilinmeli. Kendini bilen, ayrıca her şey ve herkesi
kendisi gibi bilmeli. Cumaya giden halk,
ama çıkıp dağılan Hak’tır. Ham, katı, karanlık, gölge olan madde çökerek
pişmeli, olgunlaşıp yanarak görünür ışık saçmalıdır. Devinim devinene aittir.
Maddenin dört halinden biri diğerinden üstün değildir. İnsanın ‘nas’, ‘has’ ve
‘hasın hası’ gibi hallerinin demek istediği bunların dışında ve üstündedir.
Üstünlük gururu, varsa, bireysel varlığın göstergesi olabilir. İnsan, Allah’ın
görünür ışığıdır. Beden ve kalbi geçip yanmalı, yanıp aydınlatmalıdır.
“İlmel
yakîn” (102.5) ve “Aynel yakîn” (102.7) kavramlarıyla, “Bilgileriniz aracılığıyla ilme ulaşırsanız, fani beden ve maddenin
nasıl oluştuğunu ve dönüştüğünü idrak ederek arkanızda bırakacak, kalbinizde ve
vicdanınızda ilmin ötesini apaçık zevk edeceksiniz” denilmektedir. “Her şey
Allah ile mevcut ve Allah’ta fani olur. O her şeyin evveli ve ahiridir, sıfat,
kuvvet ve hareketleriyle zahirdir.” (57.3)
Umarım,
verilmiş akıl ve hikmetin sahibini idrak ederiz.
Her eşyanın bir ismi bir de cismi vardır. Her obje,
ilminin deposudur ve içeriğinde başka bir şey yoktur. Her cisim, bir diğerinden
farklı bilimsel özelliklere sahiptir. Bilim, enerjinin kütleye dönüşümünü ve
kütlenin bir çekim gücüne sahip olduğunu kanıtlar. Oysa uzay zamanda birbirini
çeken ayrı kutuplar çekim güçleriyle zaman mekânı bükerek kütle oluşturur.
Kuvvetler birleştikçe çekim gücü de aratacağı için örneğin güneşin çekirdeğinde
kütle enerjiye dönüşür. Bu nedenle de büyük bir ısı ve ışık yayılımı görülür.
Bu ışımaya da EMR-elektromanyetik radyasyon denir. Şişme ve genişleme nedeniyle
EMR soğumaya başlayınca da enerji zerreleri etkileşim içine girer, pıhtılaşır,
katılaşır ve plazma halinden çıkar, madde veya kütle oluşumu gerçekleşir. Hatta
güneşin çekirdeğindeki öldürücü gama fotonları soğuma sonucunda yüzeydeki
görünür ışık fotonlarına dönüşerek canlılık yaratır.
Akla
hitap eden ayetlerin bazıları bilimsel bulgulara ışık tutar. “Bir madde vardır
bir de bu maddenin çekim gücü vardır” denemeyebilir. Madde ile çekim gücü
kuvveti ayrı şeyler olmayabilir. ‘Kuvvetler’ vardır ve bunlar uzay zamanı veya
zaman mekânı büker. Kuvvetlerin çekim güçleri etkileşirler, etkileşen çekim
kuvvetleriyle bükülen zaman mekâna madde denir. Kuvvet, “çekim” ve “itim”
olarak iki çeşittir. Çekim ve itim kuvvetleri birbirleriyle etkileşime girer bu
etkileşim alanında gölgeleşme, pıhtılaşma ve katılaşma oluşur böylece enerji
maddeye, kütleye dönüşür. EMR olarak ışınım halinde yayılan enerji ışık hızında
hareket eder. Işık hızında hareket eden enerji kuvvet taşır.
Bu
nedenle gerek uzay boşluğu gerekse atomların içindeki boşluk tamamen boş veya
bomboş, hiçbir şey yok anlamında değildir, kuvvetler vardır. Elektromanyetik
kuvvetlerin yönleri ve güçleri vardır. Protonların
çarpışması sonucunda ortaya çıkan zerrelerde bu kuvvetlerin yönleri, güçleri ve
etkileşimleri, kısaca, tüm özellikleri açıkça görülebilir ve belirlenebilir.
Etkileşim içindeki kuvvetlere madde denebilir.
“Allah
öyle bir zattır ki ihya edici ve diriltici olarak, sıfat tecellisi ile şişirici
rüzgârlar gönderir. Bilemezlikle, cehaletle ölü kalbi bilerek diriltmek üzere
pak, temiz ilim suyu ruh semasından indirildi.” (25.48) İlim ile dirilmeyen,
henüz bilemeyen kalbin ne varlığından ne de diriliğinden söz edilebilir.
İndirilen ilim, hem nefsin inşa edici kuvvetlerini oluşturan uygulamalı
bilgileri hem de ruhani kuvvetleri oluşturan nazari bilgileri içerebilir.
Kısaca ilim ya teorik ya da pratik bilgi, ‘özellikli kuvvetler’ olarak hayata
geçer. Uygulamaya dönük bilgiler bayındırlık ve inşaat işleriyle ilgili
özelliklere sahiptir. Örneğin ilim, zerrelere artı veya eksi elektrik yüklü
özellikler olarak iner. Bu tip özellikleri içeren bilgilerle oluşan kuvvetlerin
belirli, önceden belirlenmiş, saptanmış güçleri vardır. Güçlü kuvvetlerin
belirli alanlarda toplanmasıyla etkileşim oluşur ve enerji maddeye dönüşür.
Ruhani kuvvetleri oluşturan nazari, teorik, kuramsal bilgiler ise oluşumlara
anlam kazandırır. İnsan, ilmi idrak ederek eşyayı, eşyanın hakikatini,
kuvvetleri ve güçlerini, özelliklerini bilerek dirilir, ilmin kaynağına ulaşır.
“Ruhani güçler âlemine, sizi temizleyip dirilten pak ilim suyunu indirdik.”
(25.49)
Her
olay veya eylem iş değildir. İş olabilmesi için belirli bir başlangıç ve son
ile birlikte bir amaç veya bir hedef olmalıdır. Güçlü kuvvetler bir şekilde
yönlendirilmeli ve yönetilmelidir.
Tesadüf
yoktur diyebilmek için her hareketin bir hedefi olmalıdır. Evrenin, yokluktan
var olup yine yok olabilen zerrelerden birinin ani şişmesiyle oluştuğu bilimsel
olarak kanıtlanır. Hatta eksi ve artı yüklü kuvvetler birbirlerini yok
edebileceği için halen de evrenin bir hiç ve hiçlik olduğu bilinir.
Kitap
burada da küçük bir katkı sağlar denebilir. Zerreler tesadüfen ortaya çıkmaz
bir amaç için çıkarılır ve hakkı verilerek, yani biri diğerinden farklı
özellikler kazandırılarak, halk edilir, var edilir. Her zerre işe yarar.
Kütle
veya maddenin temeli olan, etkileşen kuvvetlerin her biri belirli bir güçtedir,
ayrı birer bilgi veya özelliktir. Bilgi veya özellikler güçlü kuvvetlerdir,
insan da gücünü bilgisinden alır. Bilgiler birleşerek bilim oluşturduğu gibi
kuvvetler de birleşerek kütleyi ve galaksileri oluşturur. Uzay zaman da denen
mekân zaman bir birleşik alandır. Kuvvetler mekân zamanı büker ve kütle oluşur.
Bu kütleden de dağlar tepeler, evler arabalar oluşur. Aynı şekilde insan
bünyesinde görme ve işitme gibi ayrı eylemleri oluşturup nefsin amaçlarını gerçekleştiren,
uygulamaya dönük nefsanî bilgiler veya nefsanî kuvvetler vardır. Bu tür
bilgiler hayatta olmayı ve kalmayı sağlar. Ruhani bilgiler, kuvvetler ise hayattan
geçmeyi, yaşama anlam katmayı ve sonuçta yaradılışın amacına ulaşmayı sağlar.
“O ilim suyu, hakikatlerin, unutulmuş
olan ahitlerin, verilen sözlerin, kavuşmanın ve aslın güzelliğinin hatırlanması
için indirilmiştir. İlim, suretler, şekiller ve misaller verilerek anlatılmış
ama insanlar suret, şekil ve misallerde kalmıştır. İnsan, celal perdelerindeki
rahmani rahmet suretlerini görür ama rahimsi rahmeti düşünüp idrak edemez,
küçümser, horlar.” (25.50) “Efalde hareket edilir,
yenir, içilir, zevk edilir, cennetlerde fiilen yaşanır. Sıfat makamında ancak
sıfatlar arasındaki fark idrak edilerek konuşulur, sohbet hazzı duyulur.”
“Rahmandan
bir hitaba sahip olunmadığı için efalde konuşma yoktur. Sadece rahimsi nimetler
idrak edildiği için, henüz rahman idrak edilmediği için bireysel zevkler
yaşanır. Rahimsi nimetlerin ardındaki rahmanî hitap duyulursa muhabbet başlar.
Ruha erişildiğinde ise sohbet biter. Hakkın efal ve sıfatı bağışlandığında
artık batıl değil hak sözü söylenir.” (78.32-38)
Kitapta
daima “Kuvay-ı Nefsanîye” ve “Kuvay-ı Ruhaniye” deyimleri kullanılır. Nefsanî
bilgi kuvvetleri, ruh ve bedeniyle insanı oluşturan ve inşa eden gücü sağlar.
Cehaletten bilgeliğe ve olgunlaşmaya ulaşma sürecini oluşturur. İnsan aklını
kullanarak evrenin ve çevrenin ardındaki gerçeği arar. Ruh ve beden, kalp
çocuğu sayesinde, madde esaretinden kurtulur. Maddeye bağlı ve bağımlı olmaz.
İlmin kaynağından, ruhtan, akıl aracılığıyla alınan bilgiler beden arzında
duygu ve düşünce fezasını oluşturur. Hareket ve eylemlerden sıfat ve zata
yücelir, hakikati idrak eder. Verilenlerden verene ulaşmaya gayret eder. Pak ilim
suyu ruh semasından indirilir. “Lâ havle ve lâ kuvvete” deyiminin anlamı
“Kimsenin kendine özgü gücü ve kuvveti yoktur” anlaşılır.
Kütle
çekim gücüdür, kuvvetin mekânı büküşüdür. Bükülme ile yeterli basınç oluşunca
enerji açılıma başlar ve ışık hızında yayılır. Açılım, mekân zamanı oluşturur.
Kuvvetler bu çekim ve itim güçleri ile var ve yok oluşu sürdürür. Allah’ın
kahrı lütuftur!
Toplumsal
birey, genelin özelliklerinin özel hali olan kişi, deryanın damlası, evrenin
zerresidir. Kendinin insan olduğunu fark edenin aslında çok şeyi birden fark
ettiği aşikârdır. Evrenini, çevresini, doğasını, beden, ruh, kalp ve nefsini,
madde ve manasını bilmeden kimse kendini bilemez. İnsan çok şey bilir ama her
şeyi de bilemez. Herkes bir yerde hareket eder, oynaşır ama her yerde birden,
hatta aynı anda iki yerde birden olamaz. Önce ayırıcı özellikler aranarak
analiz edilir, özel hale ulaşılır sonra da ortak özellikler aranarak sentez
yapılır. Analizlerle zerreye inilir, sentezlerle evrene çıkılır. Söz konusu
insan ise evrene çıkış yetmez, canlılığın yaradılışı ve insanın inşa edilmesini
de kapsama alanı içine almak gerekir. İnsanın din ve bilimi de sentez etmesi
kaçınılmaz olur.
İnsan aklı
için maddenin ne olup ne olmadığını anlamak ilk amaç olabilir. Çağdaş bilim
E=MC2 formülü ile enerji ve maddenin eşitliğini belirlemiştir. Işığın hızının
karesi olan doksan milyar sabit bir katsayı olduğu için madde ile enerjinin
arasında sadece eşitlik var denir. Maddeyi anlamaya çalışmak enerjiyi anlamayı
gerektirir. Enerji, günün genel kabul gören ‘Büyük Patlama’ kuramına göre ışık
hızında harekettir. Evrenin oluşumunun ilk anında yalnız ışık hızında hareket
ederek patlayan enerji vardı. Bu noktanın daha öncesinde bilimin varlığını
kabul ettiği şey “Boyutu sıfır ama kütlesi sonsuz” olandır. Bu sıfır ve
sonsuzluğu içeren ‘şey’in ‘ani şişmesinden’, patlamasından bir an sonra ortaya
çıkan enerjinin ısısı da sonsuzdur. Isısı sonsuz enerji, patlayıp hareket
ederek hacim kazandıkça soğudu.
Kabul edilen
bilimsel ilkeye göre hacmi iki misline çıktıkça ısısı yarıya düştü. Enerjinin
açılımı sürdükçe uzay oluştu ve genişledi. Açılımı gerçekleştiren itim
kuvvetine karşı koyan çekim kuvvetlerinin ortaya çıkışı ile de enerji
gölgeleşti, pıhtılaştı, bilinmeyen bir şekilde katılaşıp, kuvvetlerin
karşılıklı etkileşimi sayesinde kütle, madde oluştu. Bu maddenin kümelenmesiyle
de yıldızlar ve galaksiler oluştu. Bilim insanlarının halen en inandırıcı
formül, ilke ve kuramları bunlardır. Kuantum âlemine ilişkin formül, ilke ve
kuramları daha şaşırtıcıdır.
Her atomun çekirdeğinde
bulunan protonların hızlandırılarak saniyede milyonlarca kez
çarpıştırılmasından elde edilen ve artı veya eksi elektrik yüklü, ‘kuark’
denen, zerreler âleminde dolaşmak akıl için zor olabilir. Enerji damlaları veya
zerreler yoktan, yokluktan ortaya çıkıp var olabilir sonra tekrar yok olabilir.
Bu zerreler madde ve anti madde aynasal evreninde çok sayıda görünebilir,
birbirlerini yok edebilir, geriye kalanlar içerdikleri kuvvetlerle belirli
alanlarda etkileşime girerek kütle oluşturabilir. Her zerre de belirli ve
bilinen bir özelliğe, info’ya, bilgiye sahiptir ve bu bilgi, maddesi enerjiye
dönüşse de kaybolmaz çevrede kalır. Her obje bilgisinin deposudur ve başka bir
şey de içermez.
“Eşya ve
görünen vücutlar, ezeldeki ilimlerinin açığa çıkmış halidir. Eşyanın aslı ve
esası, görünen maddenin hakikati, Hakk’ın yokluk aynasındaki görüntüsü,
gölgesidir. İlmin görünür haline ‘gölgenin uzatılması’ denir. Vücudun, ilminden (info’sundan) ayrı
ve gayrı bir ismi, cismi ve resmi olamaz ama farklılığa yalnız akıl şahitlik
eder.” (25.45)
“Sıfatının
tecellisi, var olması için, ‘nefhaat-i Rabbaniye rüzgârlarını’, ‘şişirici
rüzgârları’ gönderir.” (25.48) “Yokluk, sırf boşluk değil, olmuş ve olacak
mevcutların hakikatlerini, bilgilerini, ilimden alacakları ‘haklarını’ içerir.
Her ‘şey’ Hak’tan hakkını aldığı için mevcut, var olabilir.” (21.22) Levhi
Mahfuz denen bu yoklukta yer almayan bir ‘şey’ mevcut olamaz. Akıl bunu
anlayarak “Ölmeden önce ölmek, ölümden sonra yeniden dirilmek” gerçeğini idrak
eder. Her zerrenin, Hak’tan kendine özgü bilgi, ilim hakkını aldığı için var
olduğu ayetle açıklanır. İlmin, Hakk’ın gölgesi olduğu ve bu gölgeye aklın
şahitlik ederek şey ile hakikatinin idrak edildiği açıklanır. Her kuvvetin,
rüzgârların yönü ve şiddetine benzer, bir yönü, özelliği ve miktar gibi bir
kudreti vardır. Allah’tan başka kimsenin ‘kuvvet ve kudreti’ yoktur denerek son
nokta konur. Hiçbir eşya veya mevcut kendiliğinden var olamaz, Vücuda ihtiyacı
vardır ve ihtiyaç içindedir.
İnsan
bilgiye sahip olabilir ilmin tümüne sahip olamaz. Aynı şekilde bedeni ve ruhu
varsa da enerji ve içerdiği ilim insana ait değildir. “Beden ve ruhlarının, ilimlerinin,
beden ile hakikatinin, farklı şeyler olduğunu anlayarak bunların
ayrılabilmesiyle ölümlerini idrak edenler elbette diriltileceklerdir.” (79.1-5) Ayırım gücünden, analizden sonraki
sentez insanı farklı sonuçlara götürebilir. İnsan Allah’ın ilmi ile âlim, nefsi
ile kaim, ayakta ve hayatı ile hay, diridir. Rahmanî rahmet olan yağmur iyinin
de kötünün de tarlasına yağar. Rahimsi rahmet olan akıl, fikir gibi her insana
özgü değerler ise herkese özeldir. İnsan toplumun bir bireyi, evrenin bir
zerresi olarak mevcuttur ama kendiliğinden var olan değildir.
Rahmanî
olan, rahim diye görünür, ışık foton olarak görünür. Foton, görünür ışık
halinde yayılan enerjidir. Doğumla ölüm
insanın elinde değildir. Bireysel özellik ve yeteneklerini iyi kullanan insan,
nereden gelip nereye gittiğini de düşünmeli.
Atılmış
pamuk veya yün halinde yüzerken, süpernova kalıntısı toz ve gaz bulutu, nasıl
olduğu pek bilinmeyen bir şekilde, ‘güçlü kuvvet’ kazanarak hareket eder.
Kuvvet, ölçülebilen bir bilgi veya özelliktir, böylece, toz ve gaz bulutuna
ilimden yeni bilgi yüklenmiş olur. Kuvvetlerin etkileşimleriyle zaman-mekân
bükülür. Bükülen zaman mekâna çevredeki diğer bükümler düşer. Maddenin gaz,
sıvı, katı ve plazma halleri sırasıyla oluşur. Her mevcut, kendi iradesi
olmaksızın vücut bulur ve yok olur. Rahman, rahim olarak görünür. Enerjiye ilim
yüklenerek, bir düzene girerek, insan dâhil, her şey oluşur. Böylece, kendi
iradesi olmaksızın diriltilen insan, istenirse, yeniden de diriltilebilir.
Kendinin ne olduğunu idrak edebilen insan, yeniden bağış yapılarak, ihya
edilebilir. “Sonra
gölgeyi ifna ederek, ortadan kaldırarak, elde tutabiliriz. Her an mevcut olan
herhangi bir fani ‘şey’in fena bulması evveline, oluşuna nispetle kolaydır. Ele
alınan her şey her an başka bir mazharda zahir olur.” (25.46) “İnsan, anlık
idrakle bedeninin yakıcı asar ateşiyle helak olup atılmış yün veya pamuk gibi
toz ve gaz bulutu olabileceğini görmelidir.” (101.10,11)
Umarım
“Hayat, yönetim ve hükmetme kuvvet ve kudretinin sergilendiği bir düzendir.
Doğum ve ölüme hükmeden güç, kuvvet ve kudrete sahip olan; görür, görünür,
bilir ve bilinir, işitir, işitilir, rahmin hakikati rahmandır.” gerçeğini idrak
edebiliriz.
En ileri
teknoloji ile bir şey üretmek heyecan yaratır, yeni modeller heyecanla
beklenir, sanki ne kadar çok beklenirse o kadar iyi ve güzel olur. Eşya ile
ilgili gelişim bize bu izlenimi verir. Bu hali insan kendi üzerinde de
deneyimleştirebilir. Bir insan ne kadar çok eğitilir, öğretilirse, hal ve
gidişi ne kadar iyi olursa, ilim ile ameli ne kadar uyumluysa, o kadar
olgunlaşmış olabilir. İnsan, bir anlamda bildiği için, bildiği gibi ve bildiği
kadar insandır. Aklı olmayana, bildiğini uygulamayana, pek insan gözüyle
bakılmayabilir. Saygı, sevgi ve edep beklenir insandan. Ezelden ebede, verilen
yeteneklerini kullanıp, bunları verene ulaşana kâmil denebilir. Kemale erme işi
uzun bir süreçtir, her aşamasında ayrı zevk ve lezzetler vardır. Bulunduğu
yerin keyfini kendisi için yeterli bulan o keyifle kalır. Daha öteye ve ileriye
gitme çabasını fazla ve zevkini de yeterli görür. Ancak son noktayı koymak,
kendini kısıtlamak, doğru olmayabilir. Ufkun ötesi sonsuzluktur. İnsan son
dediği noktada tatmin olup kendinden geçmese, gaflette kalmayıp uyansa
sonsuzluğa yürüyebilir.
İnsanoğlunun
tarihî ve küresel yanılgılarından birisi de “İnsan doğada korktu ve din ile
Tanrı’yı yarattı” kavramının altında kalmasıdır. Bu gaflet, kendinden büyüğünü
yaratma zevki verir ve bu çukurdan çıkamaz, sonu olur, sonsuzluğu göremez.
Dünde yaşayıp dünde kalmıştır, bu güne gelip korkuyu bırakıp sevgiye
geçememiştir. Korkunun duygulardan biri olduğunu ve diğer duygularla bir bütün
oluşturduğunu, “Tanrı yaratma” zevki unutturur.
Batı
analizleriyle, Doğu ise sentezleriyle meşhurdur. Batıya gidip doğudan gelmeyi
de pek severiz aslında. Batının sonuna kadar gittiği sınırlar maddenin ve
enerjinin sınırlarıdır. Kuantum âlemine götürür, ‘kütlenin ve enerjinin
yokluktan var olup yok olduğuna, nasıl oluyor bilinmiyor ama enerji gölgeleşip,
pıhtılaşıp kütle ve kuvvet kazanıyor’ gerçeklerine ulaştırır. Protonların,
hızlandırıcıda, saniyede milyonlarca defa çarpıştırılmasıyla ortaya çıkan zerrelerin,
elektrik yükü gibi bilimsel özellik ve çekim-itim gibi kuvvetleri vardır.
Zerrelerin boyutları sıfırdır ama özellikleri çok büyük, hatta potansiyelleri
sonsuzdur. Elektrik yükü bir diğeri için yıkım demektir, madde ve anti-maddeyi
düşünmeden bile eksi ve artı enerji yükleri birleştiğinde evren sıfıra
indirgenir ve hiçliktir. İtim ve çekim kuvvetleri, kütleyi ve maddeyi
oluşturup, maddenin katı, sıvı, gaz ve plazma hallerini yaşatır. Kuvvetlerin
ayrıca, 3 veya 5 kuvvetinde esen rüzgârlar gibi güç ve kudretleri vardır. Bu
kuvvetlerin işleri, maddeyi önce şarj edip sonra deşarj eder gibidir. Manyetik
kuvvetlerin kuzey ve güney kutupları, elektriğin ise artı ve eksi yükleri
vardır. Elektromanyetik radyasyon da ışık hızında hareket demektir.
Kitap çok güzel anlatır bu
gerçekleri. “Hiçbir şey yoktan var olup yok olmaz, eğlence olsun diye değil bir
amaç için var edilir.” “Kimsenin kendine özgü gücü ve kuvveti yoktur.” “Eşya
ile eşyanın hakikatinin, özelliğinin ayrı ve farklı olduğuna akıl şahitlik eder
ama ‘şey’ ile özelliği aynı şeydir. Şeyin özelliğinden farklı ismi, cismi ve
resmi olamaz.” “Eşyanın hakikati Hakkın gölgesidir”. “Levhi mahfuzda ilmi ve
tasavvuru olmayan hiçbir şey mevcut olamaz.”
“Hiçbir
mevcut kendiliğinden olamaz, Vücuda muhtaçtır. Âlem gazap ve şehvet
kuvvetleriyle oluşturulmuştur, insan nutuk kuvvetiyle inşa edilmiştir.” Gazap
kuvveti kahreder ama kahrı lütuftur. Şehvet, dünya ve eşya sevgisidir,
yokluğunda çeker, çokluğunda iter.
Batıdan
ulaşılan sınırlar ile sonsuzluk, Doğudan ulaşılan sınırlarla uyum içindedir.
Üstelik her alanda da kullanılmak zorunda kalınan kelime ve deyimler bile
aynıdır. Aynasal evrenden gölgeleşmeye, özellik ve kuvvet kazanmaya kadar
aynıdır. Bedensel yapı özellik içerir. DNA bir yazılımdır, maddeye hükmeder,
canlılık yaratır, enerjiye bilgi yükler. Her obje bilgisinin deposu olarak işe
yarar, birleşir, etkiler, etkilenir, etkileşim içinde yokluktan evren
oluşturur. Mevcudat, Vücuda muhtaçtır yalnız insan aklı, kendisi için bunu
kavrayamaz. Hatta hiçbir şeyi yoktan, var olan bir şeyi kullanmadan, yaratamaz
ama Tanrı’yı yaratabilir. Aklın işi budur, araç yapar amacına ulaşır, hayaliyle
eser yapar müessir olur.
Akıl,
Firavun nefis için çalıştığını anlayıncaya kadar nefsin emrindedir. Kalbin
keşfi ile akıl ruh ile ilişki kurabilir. İlk ve ilkel insanın yerine kendini
koyabilen insan, bugünkü çağdaş insan yerine de koyabilmeli. Yeni ve çağdaş
bilgiler, akıl duvarına gidişin yanlış olduğunu, geri dönülmesi gerektiğini,
sevgi ve aşka doğru gidişin gerektiğini gösterir. Bedenin ruha, ilme muhtaç
olduğu aşikârdır. Para onu bulanın olmadığına göre bilgi de bilenin olamaz.
Matematik ilmine sahip değiliz. Bilerek, bilinmeyi sevene ulaşmak amaçtır.
Nimetleri
severiz, verilenler mest eder, en sevdiğimizi ne kadar seviyoruz? En
sevdiğimizi ne kadar Hak biliyoruz. Hakkın gölgesi ilim ile oluşan eşya,
hakikatinin şahididir, delilidir. İnsana şahitlikle şehitlik hakkı tanınmıştır.
Severek sevilen olabilen, aşkı da idrak edebilir. Âşık olanın bir ve tek
korkusu kaybetmektir. Sevdiğini kaybetme korkusundan daha büyük bir eşya,
yıldırım ve gök gürültüsü korkusu olamaz. Her duygumuz gibi korku da bize yol
gösterir, bir işarettir, yönümüzü tayin içindir. Seviyorsak eğer bir kişiyi,
grubu, toplumu, çevreyi ve evreni, kaybetme korkusu duyarız. Muhteşemin
ihtişamını görmekle haşyet ederiz.
“Allah’tan ancak âlim ve
arif olan haşyet eder, çekinir, ürperir, bilinçli saygı duyar. Haşyet cezadan
korkmak değildir. Azamet sıfatının tasavvuru zamanında, o azamet huzurunda
kalpte oluşan huşu duygusunun insana etkisidir. Allah’ın azametiyle kendisine
tecelli ettiği kimse, Allah’tan hakkıyla haşyet eder. Arif olmayan âlime hâsıl
olan huzur tasavvuru ile, arif olan âlime sabit olan tecelli arasında çok büyük
fark vardır. İlim ve irfanın mertebeleri açısından haşyetin sayılamayacak
mertebe ve dereceleri vardır.” (35.28)
Umarım,
korkmaz severiz, o kadar çok sevebiliriz ki seviliriz, sevip sevildiğimize
ulaşırız, ben Yaratan değil ama Yaratan ben olur, tecelli eder bende de!
Hayat,
kıymetini anlayabilmek için, ‘ölüm’ ile birlikte ele alınır. Ölüm diye bir şey
yoktur, hayatın olmaması halidir. Hayatın olması ve olmaması söz konusudur. Bu
kapsamda ele alındığında hayatın, yaratılmışlığı ve belirli güç, kuvvet ve
kudrete hükmedilerek yönetilmekte oluşu daha iyi anlaşılabilir. Evren ve
yaşamda belirli ve bilinen bir düzenin olduğu da aşikârdır. Bir organizasyon ve
yönetim gücünün varlığı idrak edilebilir. Bu durumda organize edilecek ve
yönetilecek bir takım kuvvetler olmalıdır. Bu kuvvetleri, din de bilim de ele
almış, incelemiş, değerlendirmiş ve özelliklerini belirleyerek kuvvetlerin
kullanımlarına ilişkin el kitapları yayınlanmıştır. Kullandığımız başlıca doğal
kuvvetler ‘elektrik’, ‘manyetik’ ve ‘elektromanyetik’ olmak üzere üç çeşittir.
Benzerleri bedenimizde de vardır, sırasıyla gazap, şehvet ve nutuk
kuvvetleridir. Bunları, ayetlerle doğa kanunları ele alır, inceler.
Elektriğin
tanımını ‘elektrik’ kelimesini kullanmadan yapmak zordur. (Electricity
is a flow of electric charges) Elektriğin en bilinen yeri eşyanın yapı taşı olan ve tamamen boşluk ve
yokluktan oluşan atomdur. Basit bir hidrojen atomunda birer tane olmak üzere
elektron, proton ve nötron vardır. Her birinin elektrik yükü pozitif ve negatif
olarak iyi bilinir. Aynı yükler birbirini iter, farklı yükler birbirini çeker.
Negatif yüklü elektron akımı sayesinde elektrikli aletler çalışır. Doğada
bulunan elektrik kuvveti bedenimizdeki gazap kuvvetine benzer. Toplumda
‘gazabına uğramak’ deyimi ile bilinen eylemler negatif yüklenme ile yapılan
şeylerdir.
Gazap bir
kuvvet alış-verişidir. Nefsimize uyarak birilerine kızar, sevmez, nefret eder
ona göre davranırız. Elektrik kuvvetine benzemesi, artı ve eksi yüklerin
birbirlerini yok etmesi gibi, gazaba uğrayan birinin hayattan silinmesi
gibidir. Enerjinin bu şekilde kullanımı vardır ve gerçektir ve diğer tip
kuvvetin etkilerinden farklıdır.
Doğal olarak
bilinen diğer kuvvet ‘manyetizma’ kuvvetidir. En belirgin olanı Dünya’nın
merkezindeki demir çekirdeğin dönüşü sayesinde etrafımızda bizi Güneş
patlamalarından koruyan manyetik alan kuvvetidir. Günlük hayatımızda mıknatıs
olarak kullanırız. Kuzey ve Güney kutupları vardır. Elektrik kuvvetinde olduğu
gibi, benzer kutuplar birbirlerini iter farklı kutuplar birbirlerini çeker.
Âdem ile âlem ikizdir, âlemde ne varsa Âdemde de vardır. İnsanda benzer kuvvet
‘şehvet’ kuvvetidir. İnsan insanı cezp eder, çeker veya itici birinden kaçılır.
Enerjimizi karşı cins veya eşya sevgisi için harcayabiliriz, Dünyayı severiz.
Şöhret, makam ve para için çok şey yapılır. Şehvet kuvvetini iffete çevirmek
çok zaman ve enerji isteyebilir. Hayvani nefis olarak bilinen sıfatın günlük
yaşamda nelere mal olduğu deneyimlerden bilinir. Toplumun büyük kesiminde olay
ve eylemlerin büyük bir kısmı şehvet temelli olabilir. Gençlikte şehvet ve
gazap kuvvetleri önemli ölçüde işbirliği ve eşgüdüm içinde hareket eder. Akıl
ve kalbin onay ve yardımını alırlar. Mala düşkünlük nedeniyle hırsızlık
akıllıca yapılır. Çoklu düzeyde ve karmaşık ilişkiler içinde olan olaylar
nedeniyle ‘eline, beline, diline sahip ol’ ilkesi iyi bilinir. Kısaca itim ve
çekim kuvvetiyle ortaya çıkan etkileşim, en büyük maddi, manevi olgu ve
oluşumların temelini oluşturur.
Einstein
yalnız enerji vardır, madde yoktur der ama biz etkileşimlerle ortaya çıkan
atomların birikimlerini madde olarak biliriz. Çekim ve itim ile etkileşim,
içinde bulunduğu her şey ve herkesin, var olan şeylerin, temelidir.
Kuvvetlerin
üçüncüsü, elektrik yüklü parçalar ve parçacıklar arasında bulunan
‘elektromanyetik’ kuvvettir. Bu kuvveti fotonlar taşır. Foton ışık dalgasıdır.
Işık dalgaları gama, X-ışını, radyo veya görünür ışık gibi taşıdıkları enerjiye
göre verilen adlarla bilinir. Bir anlamda diğer iki kuvveti içerir ama kullanım
açısından onların da dışında ve üstünde olabilir. Elektromanyetik kuvvet
insanın konuşma yeteneği veya nutuk kuvvetiyle benzeşebilir. Korku, merhamet,
nefret gibi sıfatları içeren gazap ve sevgi, arzu, istek gibi sıfatları içeren
şehvet iki farklı kabile gibi düşünülebilir. Kendi içlerinde ve aralarında
geçen maceralı olay ve eylemlerin dışında kalmak beşer için zordur. Âlim ve
arif gibi kalbî sıfatlar gazap ve şehvete hâkim olursa, nutuk kuvveti kendini
gösterir. Nutuk bir organizasyon, bir düzen içinde olur. Cemadat, nebatat ve
hayvanat arasında da anlaşma ve haberleşme olabilir ama bunlar titreşim,
bağırma ve böğürme niteliğindedir. Anlaşmazlık çıkaran veya anlaşma
sağlayamayan konuşmalar da nefsanî veya hayvanî düzeydedir. Beşeri faaliyetler
koklaşma ve oynaşma ile yürütülebilir. Nutuk, temel olarak Hakk’ın ilmini alma
ve verme amacına dönük olabilir.
“Âdemoğullarını nutuk ve
temyiz, ayırt etme, akıl ve ilim sahibi olmakla takdir ettik, terkim eyledik,
kerem sahibi yaptık. Ayrıca ilim ve bilgilerin en güzeliyle rızıklaştırılıp tüm
mahlûklara üstün kılındı.” (17.70; 2.30)
“Nutuk kuvveti, ruhun nurunu, ilmin
idrakini içeren manayı kavrama ve anlatma kuvvetidir. İlahi ilmin tümünün Hakk’ın
gölgesi olduğunu, göklerdeki ve yerdeki her mevcudun bu gölgenin uzatılmasıyla
vücut bulup kudret ile halk edildiğini inkâr ederler.” (17.98) “Onlar ağızları
mühürlenmiş ve nutuktan aciz bulunduklarından, asla yekdiğeriyle
söyleşemezler. Birbirlerine bir şey soramazlar.” (28.66) “Zira hiç bir şey nutuktan hali değildir. Lâkin gafiller anlamazlar.”
(41.20, 21) “Nutuk sizin bedenleriniz arzında ve lisanınız üzere zahir
olmuş olan mütekellimi hakikînin sıfatlarından bir sıfattır. Hakk’ın nuru size
işrak eylemiştir, manası kalbinize doğmuştur.”
(51.23) “Allah’tan başka kimsenin kuvvet ve kudreti yoktur.” Kuvvetler, var
olan her şey, herkesin temelidir.
Gazap ve şehvet kuvvetleriyle hayat
çok canlı ve heyecanlı yaşanır. Konuşma yeteneğiyle tevhit ilmine sahip olunur,
ilim onunla anlatılır, birlik ve beraberlik sağlanır, sevgi ve muhabbet ortamı
oluşturularak, Hakk’ın hakikatinin idraki sağlanabilir. Gazap ve şehvet
kuvvetlerine üstünlük sağlanarak, olumsuzlukları giderilerek, teslim alınır.
Böylece, kalp, akıl vasıtasıyla ilmin kaynağına, ruha, yücelebilir. Nefsanî ve
hayvani düzeyde sahip olunan el, bel ve dile artık gerek duyulmaz. Her var olan
şeyin, Hak’tan hakkını hakça alması nedeniyle var olduğu idrak edilir. Nutuk
kuvvetiyle alınan haberler, yine nutuk ile isteyene, hak edene yalansız,
verilir. Fıtrata kazınmış ahide, anlaşmaya ve verilen söze kalp, dil ve hal
diliyle evet denir. Konuşma yeteneği ve akıl yardımıyla, canlılığın
yaratılmışlığının ve insanın inşasının hikmetine varan kişi, kendini önce
sezgiye sonra ilhama bırakabilir.
Umarım, aklımızı kullanarak gazap ve
şehvet kuvvetlerini teslim alır, nutuk kuvvetine ulaşır, Hakk’ın hakikatini
sezip idrak ederek, ilham almayı ve ona uymayı hak edebiliriz.
Olmuş ve
olacaklarla ilgili Kur’an ile bunlarla ilgilenen İnsan, işi, evvelinden
başlatıp ahretine, sonuna ve geleceğine kadar götürür. Evren ve insanın
oluşumunda, kritik ilgi alanlarının ilmi ve bilimsel konularının hatta
deyimlerinin benzerliği çok şaşırtıcıdır.
“Kur’an, değişmez, bozulmaz,
bozulamaz, noksansız, afetten korunmuş, kanıtlanmak üzere, evrenin
tümünde apaçık olan ve hakikatleri muhkem, sağlam kılınmış bir kitaptır.
Hakikatlerini, daha sağlam ve daha güzel olması mümkün olmayan, bir ilim ve
hikmet üstüne inşa eder. Hakikatleri, zahirde, görünürde muayyen ve malum,
belirli ve bilinen, miktarda, belirli zamanlarda aşikâr olur. Takdir ve
tertibinde hikmete uygun intizamda, düzendedir. Ayrıntılarından layıkıyla
haberdar, bilgi sahibi olan ilim ve hikmet sahibince, ahkâm ve ayrıntısı cüzi
âlemde ortaya çıkarılmış, aşikâr edilmiş bir kitaptır.” (11.1) Kendini
tanımlamış.
“Kur’an
gayba iman edenlere hidayettir, onları basiret sahibi yapar, şifa verir,
kalplerini temizler. Görüş ve uygulamalarla basiretlerini, kalp gözüyle
görmelerini geliştirir. İnanmayanlar işitmez ve anlayamaz, gaflet içinde
olduklarından Kur’an onlara nüfuz edemez. Hakk’ın görülüp idrak edildiği nurun
kaynağından uzaktırlar, gafletten uyanamazlar.” (41.44)
“Biz
inananların, enfüs ve afakta, içerde ve dışarıda, batın ve zahirde, görünür ve
görünmezde, müşahede etmelerine yardımcı oluruz. Hatta muhakemelerine, deliller
ile anlamalarına yardımcı oluruz, böylece, Hakk’ın, görünerek, apaçık aşikâr
olduğunu idrak ederler.
Yardım
ettiklerimizden Hakk’ı eşyada müşahede edenler için Rab yeterlidir, efali
delillerle, sıfatı tecellileriyle, görünüşleriyle anlaşılır, her şey bilgisi
kapsamındadır. Her şeyin hakikati Hakk’ın ilminin aynısıdır, vücudu ilmi ile
oluşur, ilmi zatının aynıdır ve zatı aynı vücududur. Gayrın vücudu, aynı ve
zatı da yoktur. Her şey fanidir, helak olur, yalnız Hakk’ın yüzü, Hakk’ın zatı
bakidir. Nefiste ve çevrede görünen ve beliren vasıflar, sıfatlar Hakk’ın
varlığının ortaya çıkışı iledir.” (41.53,54) “Mülk âlemine kudret
eliyle, kuvvet ve kudretiyle hükmeder. Yaşam ile
ölümün halk edilmesinin amacı maluma tabi olan ilmin insanlarda uygulanarak
ortaya çıkışıdır. Malumun zuhuru ile zahir olan Allah’ın ilmidir.” (67.1,2)
“Semavat ve arz, yer ve gökler, yani
cismanî âlem, sağ, sol, ön, arka, üst ve alt olmak üzere altı yönde izhar
edilmiş, meydana çıkarılmıştır. Hakk’ın arşı mai, bir çeşit su, sıvı
üzerindeydi. Arş, akl-ı evvelden ibarettir, akıl öncesi bir durum, ilm-i evvel,
ilim öncesi durum üzerine bina kılınmış, inşa edilmiş ve ilme dayanan cisimler
âleminin vücut olarak öncesidir. Altı yön veya altı gün gizlilik veya gizli
kalma müddeti, zamanıdır. Yer ve göklerin halk edilmesi de Hakk’ın mevcudat ile
gizlenmesidir.” (11.7) Arşın su üzerinde oluş hali, Hakk’ın gizlenmesi öncesi
zahir olan ve nâsâ, insanlara malum olan haldir. Halis amel eden insanlara
bazen olan veya olacak olanlar malum olur, bir ihsan olarak, bir ilham olarak
iner veya gelir, bazı şeyleri bilirler. ‘Abdala malum olur’ deyimi bu durumu
anımsatır. Arşın, ilmin rumuzu olan ‘su’ üzerinde olmasının anlamı da nâsâ
malum olmasıdır, nâsâ, insanlara malum olan ilmin üstünde oluşundandır. Koşulların uygun olması
halinde ‘madde denizi’ deyimi kullanılır. Maddenin tümü kastedilerek madde
deryası denebilir. Burada da olduğu gibi madde için de ‘su’ deyimi
kullanılabilir.
Arş, ilim, akıl ve ilk cevherin
öncesidir. Hakkın arşı müminin kalbidir. Kalpte ruhun, ilmin nurunun idrakine
varan akıl, öncesini düşünmekte yetersiz kalıp ilim maluma tabidir deyip
durabilir. Arş Hakk’ın, kalp müminin, seçim hakkı ise kulundur.
Evrenin oluşumunda ilmin yeri ve
öneminden söz eden ayetlerin gerçekleri bilimsel deneylerle kanıtlanmaktadır. Örneğin her
zerrenin sürekli bir iletişim ve etkileşim içinde olduğu bilimsel olarak
kanıtlanmıştır. İkiz elektron ve atomların aralarında galaksiler olsa dahi aynı
anda durum değiştirmeleri, olmuş ve olacakların Büyük Patlamadan itibaren determine olduğu, belirlendiğini
belgelemektedir. “Çift Yarık Deneyi” olarak
bilinen deney de elektron ve fotonların “Gözlem” altında olup olmadıklarını
algılayıp ona göre farklı, dalga veya parçacık olarak, davrandığını kanıtlar.
Son olarak 1961 yılında yapılan bir seri deneyde bir görüntü için 700.000 adet
elektron tek tek atılmıştır. Fizikçi Niels Bohr tarafından oluşturulan konsey ‘Kopenhag Yorumu’ adı verilen
kuantum mekaniğinin görüş ve ilkeler dizisini yayınladı. Bu ilkelerden biri
şöyledir:
“Gözlemler
dalga fonksiyonunu çökertir. Bu etkileşim sonucu dalga fonksiyonu özelliğini
kaybeder ve sadece parçacık özelliği gösterir. Sadece tek bir deney dahi madde
nedir sorusunun cevabının “hem dalga-hem parçacık” olduğunu gösterir.
Görebildiğimiz makro evren yani biz ve çevremiz, matematiksel ve fiziksel
olarak daha genel bir küme olan mikro evrenin özel bir durumuyuz. Sadece
maddesel dalga boyumuz çok küçük olduğu için tamamen ihmal edilebilir bir dalga
özelliğimizin yanında, tamamen parçacık özelliği gösteriyoruz.” Gözlem altında
elektronlar neden parçacık özelliği kazanmakta bilinemiyor.
Kısaca denebilir ki atom altı
parçacıklar gözlem altında iken “Parçacık” ve gözlenmediklerinde “Dalga”
özelliği gösterir. Eğer bir fiziksel
niceliği parçacık olarak tanımlamak istersek, ‘durgun kütlesinin sıfırdan
farklı’ olması gerekir. Dalga ise temel anlamda enerjinin ışık hızında
yayılma ve taşınmasına yol açan ‘titreşim hareketidir’. Yani büyük
yapılar gözlem altında oluşabilir, aksi halde hızlı titreşim hareketi olan
dalga özelliğiyle parçacıklar büyük yapıları oluşturamazlar. Atom altı
parçacıkların, bir nazar, nezaret, gözlem, izleme, algılama, kayıt ve ölçüm
altında olduklarını algılamaları önemlidir. ‘Görünür ışık’ fotonu gibi tam bir
“Yokluk veya hiçlik” olan en küçük enerji biriminin, ‘algılandığını
algılaması’ gerçeği ilginçtir. Ayetlerde de benzer konulara değinilmesi ise
çok ilginçtir.
Bir hadis
der ki: “Yüce Allah en evvel bir cevher
(enerji) halk etti, cevhere celali ile nazar edince cevher hayâsından eriyerek
kısmen su ve kısmen de ateş oldu.” Cevher hayâsından, su ve ateşe dönüşmüştür.
Arştan, ilmin yüklenmesi, indirilmesiyle cevherin su ve ateşe dönüşümü
bildirilmektedir. Bu Büyük Patlamada ilk oluşan ‘maddenin plazma halini’
anımsatır. Atom çekirdeği ve elektronlar kendilerine özgü bilimsel
özellikleriyle daha sonra oluşarak ve gelişme potansiyellerine uygun
birleşerek, atomu oluştururlar.
“O’nun
her an bir şe’nde, her şey ve herkes ile bir şe’nde, bir neşede ve her şeye,
herkese bir nazarı olduğunu, herkeste,
her şeyde bir sırrı olup o şe’niyet, o neşenin ve sırrın başkası için
olmadığını bildiklerinden onların işleri aralarında bir meşverettir, gizli bir
diyalogdur. Tümüyle onların rızıklaştırıldığı şeylerden infak ederler. Herkes
kendisine özgü, her şey o şeye özgü bir nazar olduğu için vardır. Bunun
idrakinde olanlar bu sırrın başkası için olmadığını bilirler.” (42.38)
Umarım biz de bu ayetlerin idraki içinde
olabiliriz.
İnsan işitme
ve konuşma yeteneği ile donatılmıştır. İşitme, nutuk kuvvetleriyle yaşamını
zenginleştirir, kendini olgunlaştırır. İşitip, konuşarak Hakk’a yücelebilir.
Önce aklını kullanarak bütünden kopuk gibi davransa da sonuçta işitip konuşanı
idrak edebilir.
“Rahman ismi daha sonra
gelen her isim ve sıfatın kaynağını oluşturur. Eşyanın
tümünü, hakikatini, vasıflarını ve diğer vücudu olan ve olmayan şeyleri
kapsayan, Kur’an aklı olarak bilinen, kâmil insan istidadını insanın fıtratında
yaratıp kazıyarak Kur’an’ı öğretti. Kâmil insan fıtratında toplanmış olan şey,
ayrıntısıyla, fiilen zahir olmuş görünmüştür. İnsanlığın fıtratını yaratıp
Furkan aklını, uygulamaları, ona yönlendirerek insanı halk etti. İnsana,
böylece, Furkan’dan, fiil ve uygulamalardan Kur’an aklına, ilmin hakikatine
ulaşıp haber verebilmesi için, diğer mahlûklardan farklı olarak, konuşma
yeteneği bahşedilmiştir.” (55.1-6)
“Her var olan aynı ilim ile var olur. İlmi, zaman ve hallerin hepsini
kapsar, zahir olan, meydana çıkan Hakk’ın ilminden başka bir şey değildir. Dinde
ikrah, zorlama yoktur. Kalbin nuru ile gören basiretli kişi bâtının hakikatini,
zahirin özünü görür. Akıl, dış görünüşü; basiretli kalp hakikati gördüğü için,
sabah iki göz ile dünyanın açık ve aşikâr bir şekilde görülüşü gibi; din akıl
ve kalp için tebeyyün eder, yeniden keşfedercesine aşikâr olur.” (2.255, 256)
“İnsan bir bütündür ama kendi
nefsiyle var değildir, her mevcut olan O’nun vücuduyla mevcuttur. Vücudun
bütününden infisam etmek, kopmak, ayrılmak, iki vücut halinde var olmak mümkün
değildir.
Akıl kıyasladığı için iki varlık
gibi görür. Mümkinat, mevcut olanlar, Allah’ın efali veya sıfatıdır. İnsan, tüm
organlarıyla bir bütün halinde yaşarken, kendi iradesi dışında bir organı, eli,
kolu, hareket ederse onu duyar, işitir. Akıl bir insanı ayrı bir varlıkmış gibi
itibar eder, düşünürse o insan varlıktan kopmuş gibi olur. İnsanın ayrı bir
varlıkmışçasına hareket etmesi halinde ise ‘Varlık’ onu hemen işitir, çünkü
kendi kendine hareket ettiğinde varlıktan kesilmiş, kopmuş olur. Özgürmüş gibi
hareket edildiğinde niyeti bilinir, sözü işitilir, hareketi duyulur ve
hissedilir. Bağımsız gibi hareket etmenin nedeni maddenin ardındaki, özündeki
ilmi bilmemek olabilir. Hareket ve sıfatların karanlıklarından, hayal, kuruntu
ve şüphelerden kurtularak ruh âlemi fezasına; ilim ile kalbin ufkuna ve
semasına çıkılabilir. Maddeyi, eşyayı, kişileri mevcudatın tümünden, vücuttan,
kırık, kopuk ve bağımsız hayal etmek eşyanın doğasına aykırıdır.” (2.256, 257)
“Âdemoğullarını,
nutuk ve temyiz, ayırt etme, akıl ve ilim sahibi olmakla takdir ettik, terkim
eyledik, sıfat, işaret, kerem, ikram sahibi yaptık. Dünya ve ahrete ilişkin her
türlü ihtiyaçlarını talep ve elde etmeleri için kara ve denizlerde gezdirdik,
sebeplerini onlara kolay kıldık. Âdemoğluna, başka mahlûklara verilmeyen
değişik cins, rızıklar verdik. Onları mahlûkatımızın çoğundan üstün kıldık.
Âdem, yakin kılındı, tevhit ile donatıldı, ruh ve cesetten oluşturuldu, kemalin
talebinde ruh ile cesette terakki ettirildi; ruh ve bedende yürütülerek ervah,
ruhlar, ilim âlemi denizinde ve cisim âlemi arzında ilerletildi. Ayrıca ilim ve
bilgilerin en güzeliyle rızıklaştırılıp tüm mahlûklara üstün kılındı.” (17.70;
2.30)
“Maddenin cezbesine, çekimine
kapılıp, aldatıcılığına kapılıp, yeniden diriltilmeyi inkâr ettikleri için, hak
ettikleri ne fazla ne noksan olarak verilir ve yaşadıkları gibi ölürler. Dünya
hayatında oldukları gibi hidayetten kör, hak söz söylemeye dilsiz ve haklıyı,
makulü işitmeye sağırdırlar. Zira nutuk ile murat olunan manayı idrak
edemezler, çünkü anlayacak ve fehim edecek kalp sahibi değillerdir.
Anlaşılamayan bir şeyden söz etmek nasıl mümkün olabilir? Elbette olamaz. Keza
fehimleri, anlayışları olmadığından; makul bir sözü işitmekten sağırdırlar, bu
nedenle, hidayeti icap eden kelam, ne ilham tarikiyle Hak’tan fehim cihetinden
ve ne de insanların kelâmından işitmek tarikinden, yolundan ve ne de ibret
almakla basar tarikinden onlarda hiç bir türlü tesir etmezler. Nutuk kuvveti,
ruhun nurunu, ilmin idrakini içeren manayı kavrama ve anlatma kuvvetidir. İlahi
ilmin tümünün Hakk’ın gölgesi olduğunu, göklerdeki ve yerdeki her mevcudun bu
gölgenin uzatılmasıyla vücut bulup kuvvet ve kudretlerle halk edildiğini inkâr
ederler.” (17.97, 98)
Mevcut olanlarının tümünün, Hakk’ın
gölgesi olan aynı ilmin kuvvetler halinde iletişime ve etkileşime geçişiyle
vücut bulup oluştuğunu idrak etmek önemlidir. Maddenin çekimine kapılıp manayı
görememek körlük, hak söz söyleyememek dilsizlik ve makulü işitememek sağırlık
olur. Ruhun nurunu, ilmin idrakini, anlayamamak, nutuk ve işitme kuvvetini
kullanamamak sağır ve dilsiz olmaktır.
“Ta ki,
Allah'ın düşmanları ateşe geldikleri vakit kulakları, gözleri ve dilleri
işledikleri amellerle aleyhlerine şahadet eder. Yani azalarının suretleri hal
lisanları ile söyler, yaptıkları
amellere delalet eyler, işte aza bu lisan ile nutuk eylediği için hiç bir şey
nutuktan hali değildir. Lâkin gafiller anlamaz.” (41.20, 21)
“Nutuk sizin bedenleriniz arzında ve
lisanınız üzere zahir olmuş, meydana çıkmış olan ‘mütekellim-i hakikînin’
sıfatlarından bir sıfattır. Eğer huzur ve görüş sahibi, şahit iseniz
kalplerinize mütekellim-i hakikî o sıfatla tecelli etmiştir. Nutkunuz hayvanat sesleri gibi sedalar olmayıp, hakikî
nutuk ise, kalbinize tecelli eden ‘sıfat’, tekellüm sebebiyle, kelimeler
suretinde yer almış olan rızk-ı maneviniz, size ruh semanızdan nazil olmuştur.
Hayvanat sesleri gibi nutuklar ise hakikatte nutuk değildir. Onlar ancak
mecazen nutuk tesmiye olunur. Ve bu suretle sizin kemaliniz hâsıl olmuştur ve
ahret ahvaline onunla hidayet bulmanız için Hakk’ın nuru size işrak
eylemiştir, kalbinize manalarıyla doğmuştur.” (51.23)
Eşya,
nebatat, hayvanat ve insan vücudunun organları, hal lisanlarıyla veya kendi
dillerince konuşur. Hiçbir şey konuşmaktan aciz değildir. Yalnız insan, ruh
semasından kalbine doğan Hakk’ın nuru, anlayışı ve idrakiyle kemale erer,
olgunlaşır. Kemale eren insan beden arzında zahir olan lisanının, konuşmasının
‘hakiki mütekellimin bir sıfatı’ olduğunu idrak eder. Sıfatın sahibinin idraki
insana fani olanın alınıp baki olanın verilmesi anlamına gelebilir. Vücudun
duyum ve işitmesiyle konuşma yeteneğinin uyandırılması, ruh semasından Hakk’ın
nurunu manalarıyla kalbe doğdurur. Böylece mümin kulun kalbi Hakk’ın arşı olur.
Hakk’ın
kelam etme sıfatını işitip, umarım, ruh nuru, bizim de kalbimize doğar.
Ayın ikiye yarılması,
büyük kıyametin kopmasının yakın olduğuna işarettir. Kalbin, bir yüzü ruha,
Fuat, bir yüzü nefse, Sadır, olmak üzere, iki kapısı veya yüzü vardır. Ruh
tarafına bakan yüzü nurlu, parlak ve aydınlıktır. Kalbin nefse bakan yüzü
karanlık, maddeyle giz’lenmiştir. Kalp, nurunu, akıl aracıyla, ruhtan alıp
nefis âlemine yansıtır. Nefsanî karanlığa nurun doluşuyla karanlığın derinliği
aydınlanır. Yani maddenin zerrelerinin ilimden başka bir şey olmadığı
anlaşılır. Karanlığın ani idrakle yarılmasından doğan güneş, Doğudan doğan
güneş gibi karanlığı yavaşça aydınlatmaz.
Nefse, Batıdan doğan, maddeye gurup etmiş olan ruh veya Hakikat Güneşidir,
aniden parlar. Perdeler, giz’lilik, örtünme, tesettür kendiliğinden kalkmaz.
Her şeyin bir tutuşma ve parlama derecesi vardır. Perdeler, Ruh Güneşi
tarafından, kalbi infilak ettirircesine kaldırılır. Kalbin perdelerinin ani
kalkışı, kalbin patlayarak nur ile dolup parlamasıdır. “Vahdette zatın şuhudu,
idrakle görülüşü, emaneten verilmiş müşahede makamıdır. Bu durum ise vahdette
fenanın yakınlığına işaret eder. Hz. Muhammet, devr-i kamerde, zuhur eyler. Hz.
Muhammet'in zuhuru kalbin infilakı demektir. Resulün zuhuru kişinin bireysel ve
evrensel her türlü var oluşa ilişkin zanlarının, ilmin ve ilmin hakikatinin
idrakiyle, aniden yok oluşudur. Bu zuhur, kişinin büyük kıyameti, fena
buluşudur.” (54.1)
Madde âleminin yapısı ilme dayanır.
Kuarklar, yani zerreler, belirli, ölçülüp bilinen miktarda itim ve çekim
kuvveti olan elektromanyetik kuvvetlerden oluşur.
Üç kuark bir protonu, proton da
nötron ile çekirdeği ve elektronun eklenmesi ile de üçü atomu oluşturur. Her
zerre bilgi ve özelliğinin, infosunun deposudur, başka bir şey içermez. Nasıl
olduğu bilinmeyen bir şekilde zerreler gölgeleşip, pıhtılaşıp, katılaşıp kütle
kazanır, maddeleşir. Tüm madde denizi atomlardan oluşur. Kuarkın ortaya çıkışı
büyük enerji patlamasıyla olabilir. Protonlar, ışık hızına yakın bir hıza
ulaşacak kadar hızlandırıldıktan sonra, saniyede milyonlarca defa
çarpıştırılarak, parçalanır ve kuarklar, zerreler açığa çıkar. Sonuçta
madde anti madde ayna evreni oluşur. Kuvvetlerle dolu olan zerrelerin yarıçapı
sıfırdır, içleri boşluktur. Bazı zerreler protondan 180 kat,
elektrondan 200 kat ağır, biri diğerinden 100 bin kat büyük olabilir. (1) Higgs
Bozonu, kuvvet taşıyıcı boşluktur, kuvvetlerle doludur, aynaların olduğu şekil
oluşturur. Enerji, bilinmeyen bir şekilde, gölgeleşir, pıhtılaşır katılaşır,
maddeyi oluşturur. Aslen enerji olan ve madde denilen atom, patlayarak tekrar
enerjiye dönüşür.
İlim Hakk'ın gölgesidir, gölge uzatılınca
mevcudat oluşur. Gölgelerin yokluğunun idrak eden, nefsaniyetin dayanağı olan
maddenin ilmine ve ilmin hakikatine ulaşır. Aslında maddenin olmadığı ve
elektronların nazarla, gözlem altında parçacık özelliği gösterdiği çarpıcı bilimsel
gerçeklerdir. Gerçeklerin aniden idrak edilmesiyle insanın fena buluşu ve büyük
kıyametinin kopuşu anlam kazanır. “Tümüyle onların
rızıklaştırıldığı şeylerden infak ederler. Her şey o şeye özgü bir nazar olduğu
için vardır. Herkes kendisine özgü bir nazar olduğu için vardır, bunun
idrakinde olanlar bu sırrın başkası için olmadığını bilirler.” (42.38)
İnsan önce kendi gayretiyle bilgi
edinir. Bilgiler, akıl yoluyla, tedricen nefse ve kalbe dolar. Birikimler,
doğal olay ve eylemlerden ilme doğru yükselerek ilerler. Külli ilim gökte
aranırken yerde, arzda, bedendeki kalpte, ani idrakle, bulunabilir.
“Mevtin gereği yerine gelir, mevte
boyun eğilir. Zelil, aciz, uyuşuk, bitkin ve yoksul, mahrumiyetten gözleri huşu
içinde olduğu halde, güya dağılmış ve yayılmış çekirgeler gibi beden
kabirlerinden çıkarlar. Bedenlerden ayrılan nüfusun çokluğu ve maddeye şehveti,
hırsı nedeniyle insanlar, çekirgeye nispet edilmiştir.” (54.6,7) "Akıl
göğünün, kesretin ilmini içeren, külli ilim kuyularının, kuvvetle, süfli âleme
dökülen ilim suyu kapaklarını açtık. Nuh’un nefsi külliyen ilim olmuşçasına,
nefis arzında, kesret âlemindeki mevcudata ilişkin tüm cüzî ilim kaynaklarını
kaynattık. Takdir edilen helaklerine kadar, akılları göğünden yağan ve arz
nefislerinden kaynayan iki ilim de uyumlu bir şekilde birleşti. Biz Nuh’u külli
ilmi içeren şeriat gemisine yükledik. Gemi, cahilleri boğan cehalet
dalgalarında yüzer. O, şeriat ile amel ve istikametle necat buldu. Kavmi ise
cahil ve cehalette kalıp, inkâr ve isyan etmeleri sebebiyle, heyula, madde
denizinin cehalet dalgalarında gark ve helak oldu. O şeriat ve davetin asarını,
eserlerini ibret alanlara âyâtı beyyine, apaçık ayetler, olarak bugüne
bıraktık.” (54.11-16)
Seslenildiğinde
duyuldu mu diye, elle iş yapıldığında oldu mu diye, ayak basılan yere uygun mu diye,
beş duyu ile şöyle bir göz atıp bakılır.
Aynı
anlamda, ayette ‘göz atma’ deyimi kullanılır. “Her şeyin, belirli bir zamanda, belirli
bir süre için, belirli bir şekilde, oluşması için emrimiz olur. Emrimiz, göz
atıp bakmamız, basar gibi kelime-i vahidedir, şeriatta o emre “kûn” denir. Bu
basar, nazar ediş, o mevcudu da içerecek şekilde, tüm varlık içindir. Vücut
icat edilir ve bunun üzerine defaten o zamanda o vecih üzere ‘şey’in vücudu
vacip olur. Bütün işlenenler nüfus levhalarında sabittir.” (54.50, 51) Her an
bir şe’nde olacak şekilde, hatta zamansızlıkta, halk-ı cedid, tüm Vücut yeniden
oluşur, bu oluşum her mevcudu kapsar. Halden hale geçiş söz konusu olup, tüm
kesret yenilenerek yeni bir vahdette birleşir.
“Fenadan
sonra beka halinde esma hazretinde ve zat ile sıfat arasında fark makamında ve
sıfat ile vücut memleketinde, her var olan ‘mevcut’, hikmete uygun ve yardıma
muhtaç olacak şekilde, yönetilir. Ahsen-i veçhe ve edhemi nizam üzere müdir,
belirli bir düzen içinde ve en iyi bir şekilde yönetmeye kadir olan muktedirin
mülkünde olanların, tüm olay, eylem ve işleri; irade, arzu ve hükmü üzere
yönetmeye ve iradesince etkilemeye kadir ve kendisine hiç bir şey imkânsız olmayan,
muktedir padişahın indindedirler.” (54.54)
Umarım, “Vücuduyla, mevcudatı,
yardımına muhtaç olacak şekilde, var edip, iradesince yönetmeye ve etkilemeye
muktedir olanı, kalbimizi yararak zahir olacağın sayesinde” idrak edebiliriz.
(1)https://phys.org/news/2010-05-masses-common-quarks-revealed.html
‘Şekil alan’
daha önemli olsa da, alınan şeklin de önemi kritiktir. Bilgiden olma, yeni bir
bilgi olarak doğma, belirli bir şekil ve biçim alıp, işlevini sürdürme süreci
ilginçtir. Gördüğümüz şekle göre anlarız kediyi, köpeği. Küçük ölçeklerde de, protonun
zerrelerinden atom ve molekül düzeyine çıkınca da, şekil alma veya şekle girme
çok önemlidir. Bu seneki, 2017 yılı, Nobel kimya ödülü, “DNA’da, ‘Peryot’ adı
verilen genin, şekli bozulmadan inceleme yöntemi” keşfine verildi.(1) Söz
konusu protein molekülü de karbon, hidrojen, oksijen ve nitrojen (azot)
atomundan oluşur. Bilindiği gibi Peryot ve benzeri organik moleküllerin
fonksiyonlarını, işlevlerini, belirleyen belirli şekilleri vardır ve bu
şekiller kritik düzeyde önemlidir. Hücrenin içindeki suyu ani soğutarak,
kristalleşmeden camsı, ‘glassy’, bir durum almasını ve Peryot’un işlevinin
incelenmesini sağlayan yöntem ödül aldı. Peryot geni günün belirli saatinde,
hücrenin ‘protein yapan makinesine’, kendi ürettiği ve kodladığı bir ‘haberci
molekül’ gönderir. Koda uygun üretilen molekülün miktarı, beyinde, günün
belirli saatlerinde, artar ve belirli saatlerinde azalır. Azaldığında gündüz,
çoğaldığında gecedir.
Ayetlerde
kısaca değinilen, örneğin, ilmin, bilginin şekil alması, cisimlenip, maddeleşip
bedenleşmesi gibi kavramlar bilimsel olarak kanıtlanır. Maddî ve materyal
olmayanın şekil alması ‘temessül’, cisimlenmek, ‘tecessüd’, cesedlenmek ve
‘hıfz ediciler’ deyimleriyle yer alır. Bu kapsamda hıfz edicilerin özel bir
yeri vardır. Bunların bilim ve tekniğin derinliğine vakıf olabilme özelliğine
sahip olduğu açıklanır.
Hafızanın
bedene dönüşmesi gibi aklı zorlayan bir kavramdır. İnsan, bedeni var ama beden
değildir, cisimlenen bilgi birikimidir, ilimdir. Her şey gibi insan da
bilgisinin deposudur ve bu depoda bilgiden başka bir şey yoktur.
“Ruh,
nurunu setrettiği, örttüğü zaman nefis zulmeti gecesi; ruhun nuru tecelli
ettiği zaman ruhun nurunun gündüzü oluşur. İlmin idraki örtündüğü zaman, şuur
kapandığında, dalgınlık halinde nefsin, maddenin zulmet gecesi oluşur, insan
karanlıkta kalır, çevresini veya çevresinde ne olup olmadığını bilemez,
farkında olamaz. İlmin idraki ortaya çıkınca, şuur açılınca, anlayış ve idrakin
parlaklığında ve aydınlığında, gündüz olur, her şey bilinir ve anlam kazanır.
İdrak ve şuurun parlak ve sönük oluş hallerinin insanda buluşması durumunda,
Rahmanın arşı olan kalbin vücudu zahir olmuş, ortaya çıkmış demektir. Çünkü
kalp, nefis ile ruhun buluşmasından hâsıl olur. Kalbin bir yüzü ruha, Fuat
kapısı olarak, bir yüzü de nefse, Sadır kapısı olarak, açılır. Kalp ruhtan
bilgi ve hakikatleri alır. Kalp, nefis ile sırları hıfz eder, sırlanan ilmin
maddeleşmiş halini, derinliğine inerek, ayrıntısıyla bilir. Nefis, sırları
gizler, kaydeder ve hafızada saklar, hakikatin manaları bu yüzünde temessül
eder, cisimlenir, bedenleşir, şekil alır, biçimlenir.” (92 Leyl,1) Nebi Aleyhisselâm:
«Beni gören, yalnız beni görür, çünkü şeytan benim suretimle temessül edemez»
“Siz, Hakk’ın, ‘hıfz ediciler’inden, ilim yüklenebilen
kuvvetlerinden oluştunuz. Siz, bu güç ve kuvvetlerin cisimlenmiş, şekil ve
suret kazanmış, cisimleşmiş halisiniz. Bedenlerinizden sıyrılıp çıkmanız,
soyunmanız halinde durum apaçık görünür. Suretlerinizin bir kısmı size sevap ve
rahatlık veren ruhani latif kuvvetlerdir. Bir kısmı ise size azap veren cismani
muzlim, zulmetli ve meçhul, suretlerdir. Cismani azalarınız, organlarınız hal
lisanı ile sizin yaptıklarınızı hatırlar”
“ve işlediklerinizi söyler.
Hafıza semavi bir güçtür ve ruhun bedenden ayrılması halinde yapılanları ortaya
koyar.”(6.61) Bedenleşenin son haline biz deriz, ya ilk hali?
Bir atomda yoğun iletişim ve etkileşim içinde olan
elektromanyetik ‘kuvvetler’ vardır. Bozonların içindeki yoğunluk nedeniyle,
atom kütle kazanır. ‘Bilgi yüklenebilen kuvvetler’ sayesinde, üç dört atomun
bir molekül oluşturması harika ve üstlendiği görev bir mucizedir. Önce 24
saatlik bir zaman kavramına göre kodlu diğer bir molekül üretip ‘hücrenin
protein yapan makinesine’ haber göndermesi hafife alınıp geçilecek bir oluşum
değildir. Ayrıca, insanın her organı ne zaman ne yaptığını açıklayabilir,
böylece yaşanan süre boyunca her yapılan bilinebilir. Kişiler bir bütün olarak
veya organları ayrıca iş yaparken, ileride her şeyin bilineceği bilinciyle yapmalıdır.
Herkes tarafından duyulacağından ve bilineceğinden emin olunduğunda saklı,
gizli, kötü bir şey ne yapılır ne de söylenir. Dijital, elektronik bir ortamda,
bir USB belleğinde olduğu gibi, kaydedilip saklanabilen olay ve eylemlerin
tekraren izlenebilmesi, anlatılan ‘hıfz ediciler’ kavramına örnek
gösterilebilir. İlmin bilgilerinin bir kısmı yazılım halinde biçimlenirken bir
kısmı da donanım halinde şekil alır. Yazılım ve donanım, ruh ve beden insanda
buluştuğu zaman kalp doğar ve her ikisini de cisimlenip, şekil alıp tüm
halleriyle idrak eder ve yaşar.
“İnsana
iman, kalbin temessülü, nefsin tenevvürü, ruhun müşahedesiyle kökleşmiş olması
halinde yararlı olur. Hakk’a teslim olmamış, sıfatın tecellisine, müşahede
ederek, gözleyerek, alışmamış; Zatın şuhudu, uyanıklığı ile zevk almak amacıyla
zat muhabbeti yapmamışlara iman yararlı olamaz. Kemale ermeyen, bilemeyen,
kendine yazık eder, alacağı zevkten mahrum olur.” (6.158)
Nefis
sıfatlarından ve efal libaslarından soyunmanız halinde, semavi kuvvetlerle,
meleklerin temessül edip etmemeleri halleriyle, imdadınıza yetişiriz. (8.9) “Kalp, nefis hey'etiyle teşekkül edince,
kalbin nasibi de nefsin nasibi suretinde temessül eder. Nefis, kalbe ram
olursa, tabi olursa, şehvet iffete dönüşürse, kalp, nefsin huzurunu sağlamak
amacıyla nefsin iyi, güzel, doğru ve meşru ihtiyaçlarını fazlasıyla karşılar.
Böylece dünyevî ihtiyaçların yanında uhrevi zevkler de katlanarak yaşanır.” (11.15).
Kalbi henüz temessül etmemiş olanda iman aranmayabilir.
“Halk edilen
zatlara ve mahlûkların hakikatlerine bakılırsa, heykel ve suretlerin, şekil ve
biçimlerin cesetleştiği, maddeleştiği ve hakikatine uygun bir şekilde
cisimlendiği görülür. Her şeyin bir hakikati ve o şeyin mevcut olmasına sebep
olan bir aslı, özü ve melekûtu, madde ve manası, vardır. Her şeyin bir vasfı ve
mazharı demek olan bir zilli, gölgeleşmiş, maddeleşmiş hali vardır. Şeylerin
kendisi ve cesetleri farklıdır ve bunlar secde edici halde temessül ve tecessüd
eder, cisimlenir ve cesetlenir.” (16.48) “Herkes kendi kitabını okur. Ameller
heyet ve suretleriyle temessül eyler. İnsanın nefsi, yaptığı şeyleri
ayrıntılarıyla müşahede eder, gözlemler.” (17.13,14) “Veledin halk olunması
için, ruhumuz Meryem'e güzel surette bir beşer olarak temessül etti.” (19.17)
Umarım,
ilahi emirlere uygun okur, tefekkür eder, ibret alır, hıfz edicilerimizin bilim
ve tekniğin derinliğine vakıf olabilme özelliğini kullanarak, kendimizi kalpten
bilebiliriz.
(1) The Economist, Print edition | Science and technology, Oct 5th 2017
“Hakk’ın arşı, mai, bir çeşit su,
sıvı, üzerindeydi. Arş, akl-ı evvel, akıl öncesi bir durumdan ibarettir; ilm-i
evvel, ilim öncesi durum üzerine bina kılınmış, inşa edilmiş ve ilme dayanan
cisimler âleminin vücut olarak öncesidir. Altı yön veya altı gün gizlilik,
gizli kalma müddetidir. Yer ve göklerin halk edilmesi de Hakk’ın mevcudat ile
gizlenmesidir. Arşın su üzerinde oluş hali, Hakk’ın gizlenmesi öncesi zahir
olan ve nâsâ, insanlara malum olan, ilim ve akıl öncesi haldir. Halis amel eden
insanlara bazen, olacak olanlar malum olur, bir ihsan olarak, bir ilham olarak
iner, bazı şeyleri, olmadan önceki halini bilirler. Arşın, ilmin rumuzu olan
‘su’ üzerinde olmasının anlamı da nâsâ malum olup bilinmesindendir.” (11.7)
“O, her an, her şey ve
herkes ile bir şe’nde, bir neşededir ve O’nun her şeye, herkese bir nazarı
vardır. Her şey ve herkes kendisine özgü bir nazar olduğu için vardır, bunun
idrakinde olanlar bu sırrın başkası için olmadığını bilir ve onların işleri, aralarında
bir meşveret, gizli bir diyalogdur.” (42.38) Bir
hadis der ki: “Yüce Allah, en evvel bir cevher, enerji halk etti, cevhere
celali ile nazar edince cevher hayâsından eriyerek kısmen su ve kısmen de ateş
oldu.” Cevher hayâsından, saygı ve edebinden, kısmen su ve ateşe, bir anlamda
‘plazma’ya, maddenin dördüncü hali, plazma haline, dönüşmüş denebilir. Bu
kavram da zaman itibariyle değil ama rütbe olarak arşın, maddenin üstünde, evvelinde,
olduğunu gösterir. Aynı şekilde bebeğin bedeni, arzı, su içinde oluşup gelişir.
Müminin kalbinden ibaret bulunan Hakk’ın arşı da oluşum ve gelişim açısından su
ve maddenin vücut olarak öncesidir. (11.7)
“Sonra
semanın icadı kast edildi. Sonra denmesi zaman açısından birinin önce
oluşturulduğunu değil farklı şeylerden ve farklı şekilde oluşturulduklarını
gösterir.”
“Zira orada
zaman yoktur. Sema latif bir cevherden, enerjiden oluşur, arz gibi kesif
cevherden değil. Gaz halinde bulunan evrene ve yeryüzüne ‘isteyerek veya
istemeyerek gelin’ dedik, ikisi de ‘isteyerek geldik’ dedi” (41.11). Arz
gibi sema da madde ve surette farklı olarak yedi kat olarak takdir edildi. Her
semaya amacı, işleri, araçları, tesir ve tedbirleri işaret edildi. Ay yüzeyi de
ışık ve parıltılarla süslendi. Gazın semaya yükselmesiyle arzın, şeytanlığın
doğal kuvvetlerinden korunabilmesi sağlandı. Örneğin atmosfer sayesinde dünya
ve dünyadakiler, enerji patlamaları gibi, tabi olunan çeşitli kuvvetlerin
yıkıcı tesirlerinden korundu. (41.12)
“Dünyada oluşan ilk ev Mekke’deki
Kâbe’dir. Bu ev yer ile göğün yaradılışında, su üzerinde ilk zuhur eden evdir
ve su üzerinde beyaz bir köpük olduğu, yeryüzünün bunun altında döşendiği
rivayet edilir. Söz konusu ev ‘Hakiki Kalp’tir. Su üstünde zuhuru hayvanî ruh
seması ile beden arzında nutfeyle alakalı oluşundandır. Yeryüzünden evvel halk
olunması, kalb-i hakikînin kadîm ve bedenin hadis olduğuna işarettir. Kalbin
davranışlarından bir kısmı nefsanî bir kısmı ise ruhanîdir. Kalbin su yüzeyinde
beyaz köpük olarak tanımlanması cevherinin saf olduğuna ve yeryüzünün onun
altında döşenmiş olduğuna işarettir. Beden, hakiki kalbin tesiri ile
vücutlaşır, cisimleşir. Beden ve organları kalbe tabi olarak oluşur ve gelişir.
Böylece ruhun beden ile alakası kurulmuş olur. Kalp, ceninde hareket eden
organların ilkidir ve sükûn bulan azaların en sonuncusudur.” (3.96) DNA, maddeye ne zaman, nasıl ve ne yapacağını
bildirerek hükmeden programdır. Kalp de, DNA dâhil, tüm yaradılışa hükmeder.
Ana rahminde 25 gün sonra kalp, 32 gün sonra
el ve kollar, 36 gün sonra omurga, 52 günde retina-burun-parmaklar oluşur.
Büyüme bu hızda 9 ay devam etseydi bebek 1,5 ton olurdu. Doğumda 90.000 km
damar oluşur. Bu oluşumun matematiksel modelini anlamak mümkün değildir. (*)
“İnsanlar için vaz olunan ilk mescit,
sadr-ı manevî Mekke'sinde bulunan kalb-i hakikîdir. İşbu sadr-ı manevînin
makamı, nefisten daha şereflidir ve kalb-i hakikîye müteveccih olan kuvvanın
izdiham ettiği mevzidir, kuvvetlerin toplandığı yerdir. O beyt, kendisinden
bütün vücudun feyz ve hayat ve kuvvet alması dolayısıyla ilâhi bir bereket
sahibidir. Zira azalarda bulunan bütün kuvvetler evvelâ hep o beytten azalara
sirayet eyler. Ve o beyt âlemlere sebeb-i hidâyetdir. O sebeple hidâyete,
vuslata, doğru yola girilen bir nurdur.” (3.96)
“O beytte âyat ve beyyinat yâni ulum
ve maârif, hüküm ve hakayık vardır. O Ayetlerden biri de İbrahim makamı, yani
Ruhu İbrahim'in ayağı yeri, yâni Ruh Nurunun kalbe ittisal mahalli olan akıl
vardır. Cehalet karargâhlarında hayrette kalanlardan her kim o beyte girerse, sıfatı
ve kuvvayı nefsaniye yırtıcılarının helak etmesinden kurtulur, emin olur. Bu
beytin ziyaret ve tavaf olunması, insanlara farz kılınmıştır.” (2.97)
“Cismanî şehvetlerle ihticab ve
nefsanî lezzetlerle iştigal sebebiyle nefislerinin, beden ve bedenin terkip ve
mizacından ibaret olduğunu zannederek, kuddus cevher ve fıtrat-ı nurdan gafil
oldular.” (59.19) “Somut cisim denizi ile soyut ruh denizi indirilmiştir.
Bu iki deniz insan vücudunda buluşur. Aralarında, berzah diye adlandırılan, hayvani nefis
canlılığı vardır.”
“Denizlerin
arasında, berzahta ne latif ne de kesif denebilen, nefsanî canlılık bulunur.
Nefis her ikisinden de dengeli yararlanır, ne madde denizi ne de mana denizi
nefis üzerinde tam hâkimiyet kurar. Diğer bir deyişle, ne ruh bedeni latif, ne
de beden ruhu kesif, yapabilir.” (55.19)
Yer ve göğün halk edilmesi Hakk’ın mevcudat ile
gizlenmesidir. Arş, su üzerinde, ilim ve akıl öncesi haldir, mevcudat ile gizlenen
Hak, yaradılışa hükmeden kalp ile açığa çıkar. Celalî nazar edilen ilk cevher,
hayâsından, saygısından kısmen su ve kısmen ateşe, bugünkü deyimle ilim yüklü
‘plazma’ya, dönüşmüştür. Sema, latif cevherden, arz da kesif cevherden oluşur. Dünyada
oluşan ilk ev Mekke’deki Kâbe, Hakiki Kalptir. Hakiki kalp, ilim ve hikmet
yüklüdür, kalbe yönelmiş olan kuvvetlerin toplandığı yerdir. Hakkın arşının,
müminin kalbinin, kadîm olması ilk oluşundandır ve beden hadistir, sonra
oluşmuştur. Beden, hakiki kalbin tesiri ile vücutlaşır, cisimleşir. Beden ve
bedenin organları kalbe tabi olarak oluşur. Organların kuvvetleri kalpten
geçer. Kâbe, kalp, vuslata götüren nurdur, Hz. İbrahim’in ayak izi yani akıl
oradadır, tavaf edilmelidir. Kalp, ilim yüklü ve sürekli iletişim ve etkileşim
içindeki kuvvetlere akıl ile hükmeder. Aklını kullanmayana hizmet eden kuvvet
olamaz.
Umarım
aklımızı kullanıp, kalbi tavaf ederek, ilim ve hikmetin kaynağına ulaşabiliriz.
(*)https://www.ted.com/talks/alexander_tsiaras_conception_to_birth_visualized?language=tr
Âlem ve
Âdem, ‘bilinmek’ için yaratılmış. İnsan, bu amaç için bilmelidir. Yaratılışın
bir amacı olduğunu düşünmek bile bir ayrıcalık olabilir. Evrenin, küreselliği
ve balonumsu yapısı ile sürekli, hatta artan hızda, açılımı bilimsel bir
gerçek. Boyutsuz, bir atomdan küçük ve kütlesi sonsuz olan bir noktadan küresel
açılımı esas alan Büyük Patlama Modeli genel kabul görür. Galaksi ve yıldızlar
da uzay-zaman dokusu içinde yüzerek birbirlerinden uzaklaşır. Bu süreç bilimsel
olarak kanıtlanır. Tüm iş ve işlemlerin püf noktası ilk noktadır. Kuantum
mekaniğinden kanıtlanır ki ilk nokta da yokluktan çıkmıştır. Demek ki yokluk
tamamen boşluk değildir. Üstelik ikiz atom, elektron veya protonların ayrıntılı
incelenmesinden şüphesiz kanıtlanmıştır ki her şey ilk andan itibaren determine,
tayin, edilmiş, belirlenmiştir. Bilim, işi püf noktasından itibaren alır, ondan
sonrasıyla ilgilenir, her şey bilinmeye çalışılır. Din ve felsefe ise noktayı
ve öncesini de düşünce alanının içine alır. Ne ‘yanlışlaşabiliri’ bilmek
asalettir.
Kısaca
‘eşya’ denen madde ve enerjiyi anlamak çok önemlidir. Evreni, ışık olarak
adlandırdığımız elektromanyetik radyasyon (EMR) ışınımından biliriz. Bir
açıdan, ‘kuvvetler’ elektrik, manyetik ve elektromanyetik olmak üzere üçe
ayrılır. İlk andan, işin püf noktasından itibaren, yokluktan aniden çıkıp bir
an için var olan zerrenin bile bir elektrik yükü vardır. Sanki zerre özelliğini
yokluktan almakta. Elektrik yükü ve kütlesi olmayan, en küçük enerji birimi
olan, ‘görünür ışık’ fotonu ise bir EMR ışınımı şeklinde, ışık hızında hareket
eder ve bir ucu gözde iken diğer ucu evrenin tüm fiziksel büyüklüğü kadardır. Aynı elektrik yüklü uçların
birbirini ittikleri, ayrı uçların ise çektiği bilinir. Manyetik kuvvetlerin
güney ve kuzey kutupları vardır ve aynı şekilde mıknatısın da itim ve çekim
kuvvetleri vardır. Elektromanyetik kuvvetler de yıldızları bile birbirine
bağlar. Bu ‘itim ve çekim’ güçleriyle, ‘kuvvetler’ kanıtlanır. Önemli olan üç
husus vardır, hepsinin ‘kuvvet’ olarak tanınması, bu kuvvetlerin birbirleri ile
sürekli ‘iletişim ve etkileşim’ içinde bulunması ve bunların bazı alanlar
içinde ‘toplanarak kütle veya maddeyi’ oluşturması.
Bir ayetin
anlamı, kişinin aklının bilimsel işlevselliğine bağlıdır, tabidir. Kuantumdan
galaksilere kadar, bilimsel bulgulara ne kadar hâkimse, kişi için ayetler o
kadar anlamlıdır. Resulümüzün bir hadisinde “Allah önce bir cevher yarattı ve
ona celaliyle nazar etti, cevher hayâsından yarı ateş yarı suya dönüştü” deyişi
maddenin ‘plazma halini’ bilen için anlamlıdır.(1)
Cevher yoktan var edilmiş ve ilim yüklenerek ilerde ne oluşacağı potansiyel
olarak konmuş, bünyesine kuvvetlerin tümü yerleştirilmiş. İlk cevherin böylece
idrakiyle “Lâ Havle ve lâ Kuvvete-Kimsenin kuvvet ve kudreti yoktur” deyiminin idraki kolaylaşır. Her kuvvetin bir
de itim-çekim gücü-kudreti olduğu aşikâr. Bir kuvvet bir diğerinin yerini
haberleşip, algılayarak, bilir ve kendi güç ve kuvvetiyle onu etkiler hem de
kendisi ondan etkilenir. Böylece kuvvetler ‘iletişim ve etkileşim’ içindedir.
Nedeni ve nasıl olduğu bilinmez, kuvvetler, Higgs bozonunun içinde toplanır,
pıhtılaşır, katılaşır ve maddeleşir. “Çift Yarık” deneyi der ki dalganın,
parçacık özelliği kazanması için “Nazar, Gözlem”, altında olduğunu algılaması
şarttır. Bozon içinde ‘nazar’ değer. (2)
Her düşünen
akıl aynı, bir ve tek ‘ilim’ ile ilgilenir. Akıl ya inanç ya da
kanıt üretir. Kanıtlanmayan inanç olamaz ve olmamalıdır. Resuller ve nebiler
akla ve aklını kullananlara hitap eder. Aklı başında olmayan kutsal mesajlardan
sorumlu değildir. Ayetler de ilmi, kuvvetleri, “Kuvvetlerin izdihamını”, ilmin
cisimleşmesini, kalbi ve kalbin aklı nasıl kullandığını ele alır. Yer
ve göğün halk edilmesi Hakk’ın mevcudat ile gizlenmesidir. Arş, su üzerinde,
ilim ve akıl öncesi haldir, mevcudat ile gizlenen Hak, yaradılışa hükmeden kalp
ile açığa çıkar. Celalî nazar edilen ilk cevher, hayâsından, saygısından kısmen
su ve kısmen ateşe, bugünkü deyimle ilim yüklü ‘plazma’ya, enerji-kütle,
madde-manaya dönüşmüş. Sema,
latif cevherden, arz da kesif cevherden oluşmuş. Dünyada oluşan
ilk ev Mekke’deki Kâbe, Hakiki Kalptir.
Hakiki kalp, ilim ve hikmet yüklüdür, güçlü kuvvetlerin toplandığı
yerdir. Hakkın arşının, müminin kalbinin, kadim olması ilk oluşundandır ve
beden hadistir, sonra oluşmuştur. Beden, hakiki kalbin tesiri ile vücutlaşır, cisimleşir.
Beden ve bedenin organları kalbe tabi olarak oluşur. Organların kuvvetleri
kalpten geçer. Kâbe, kalp, vuslata götüren nurdur, Hz. İbrahim’in ayak izi yani akıl
oradadır, tavaf edilmelidir. Kalp, ilim yüklü ve sürekli iletişim ve etkileşim
içindeki kuvvetlere akıl ile hükmeder. Aklını kullanmayana hizmet eden kuvvet
olamaz. (3)
Hacca gidiş
İslam’ın beş şartından biridir. Hacılar, kutsal olarak tanıdıkları Kâbe’nin
etrafında yedi kere döner, içine girmeye veya içini görmeye de can atar. Dıştan
içe giriş, içten içe yolculuk, siyah taş veya noktayı içte arayıp bulma,
eşyanın hakikatine böyle ulaşma, hep yüceltilir.
Yedi
semadan, arzda yedi makamdan, söz edilir. Her mertebede her ayetin, delilin
anlamı farklıdır. Her ziyaret bir üst düzeydeki anlayışa ulaşmaktır. Akıl ile
akıllıca, bilinçle yapılan her yolculuk bilgisine bilgi katar insanın. Gözünü
açıp, açılmış gözlerle, apaçık olan delilleri, görmek basiret sahibi yapar
insanı. Kalbin duyguları arasında bilinçli dolaşıp duygusallık yapmak
akılsızlık değil akıllanmaktır. Organların kalpten geçen kuvvetlerini
izleyerek, kalbi ziyaret etmek, organ ve yeteneklerinin yeniden keşfidir. Gözde
görme gücünü oluşturan kuvvetlerin, kalpten beyne geçen kuvvetler olduğunu
idrak etmek insanı basiretli yapar. Bu bilinçle yapılacak her tavaf, ziyaret,
insanın kendini yeniden keşfetmesini sağlar. İlk doğumda, çocuğun kalbi ilk
oluşan azadır, yeniden keşifte oluşan veya doğan ise kalbin çocuğudur. Beşer,
insan ve olgun insanın ilk adımıdır.
Belki de insanın
fena bulması veya fani olması yok olması değil yoktan, yokluktan var olmasıdır.
Varlıkta yokluğun ve yokluktan varlığın idrakine ermek önemlidir. İslâmiyet, “Savm, salât, hac, zekât, kelime-i
şahadet” diye özetlenir. Uruç edercesine oruç tutup, kıyameti koparcasına
kıyama durarak namaz kılan mümin, hacca gider ve tavaf ederek emanetini kurban
edip iade ederek zekât verirse, okunamayan kelime ile şahitlik edebilir.
Umarım,
bilerek, şahitlik etme onuruna erişebiliriz.
(1) http://necdetaltinay.blogspot.com.tr/2017/03/gunesle-gizlenen.html
(2) http://necdetaltinay.blogspot.com.tr/2017/07/nazarla-olusum.html
(3) http://necdetaltinay.blogspot.com.tr/2017/10/insann-cevheri.html
Her düşünen
akıl aynı, bir ve tek ‘ilim’ ile ilgilenir, ya inanç ya da
bilimsel kanıt üretir. Kanıtlanmayan inanç olmaz. Ayetler de ilmi, kuvvetleri,
“Kuvvetlerin izdihamını”, ilmin cisimleşmesini, kalbi ve kalbin aklı nasıl
kullandığını ele alır. Mevcudat ile gizlenen Hak, yaradılışa
hükmeden kalp ile açığa çıkar. Hakiki kalp, ilim ve hikmet yüklüdür, ‘güçlü
kuvvetlerin’ toplandığı
yerdir. Beden, hakiki kalbin etkisiyle vücutlaşır, cisimleşir.
Beden ve bedenin organları kalbe tabi olarak oluşur. Organları oluşturan
kuvvetler kalpten geçer. Belki, ne zaman ne olacağına ilişkin kodlanıp da
geçerler.
“O, her an, her şey ve herkes ile
bir şen’de, bir neşe’dedir ve O’nun her şeye, herkese bir nazarı vardır. Her
şey ve herkes kendisine özgü bir nazar olduğu için vardır.” (42.38) “Hakk’ın arşı, mai, bir çeşit su, sıvı, üzerindeydi. Arş, akıl
öncesi bir durumdan ibarettir; ilim öncesi durum üzerine bina kılınmış, inşa
edilmiş ve ilme dayanan cisimler âleminin vücut olarak öncesidir.” Bir hadis
der ki: “Yüce Allah, en evvel bir cevher, enerji halk etti, cevhere celali ile
nazar edince, cevher hayâsından eriyerek, kısmen su ve kısmen de ateş oldu.”
Cevher hayâsından, saygı ve edebinden, kısmen su ve ateşe, bir anlamda
‘plazma’ya, maddenin dördüncü hali, plazma haline, dönüşmüş denebilir. “Bu kavram
da zaman itibariyle değil ama rütbe olarak, arşın, maddenin üstünde, evvelinde,
olduğunu gösterir. Aynı şekilde bebeğin bedeni, arzı, su içinde oluşup gelişir.
Müminin kalbinden ibaret bulunan, Hakk’ın arşı da, oluşum ve gelişim açısından,
su ve maddenin vücut olarak öncesidir.” (11.7)
“Sonra
semanın icadı kast edildi. Sonra denmesi, zaman açısından birinin önce
oluşturulduğunu değil, farklı şeylerden ve farklı şekilde oluşturulduklarını
gösterir. Zira orada zaman yoktur. Sema latif, arz ise kesif cevherden,
enerjiden oluşur. Arz gibi sema da, madde ve surette
farklı, yedi kat olarak takdir edildi. Her semaya amacı, işleri, araçları,
tesir ve tedbirleri işaret edildi.” (41.11, 12)
“Dünyada oluşan ilk ev Mekke’deki
Kâbe’dir. Bu ev yer ile göğün yaradılışında, su üzerinde ilk zuhur eden evdir
ve su üzerinde beyaz bir köpük olduğu, yeryüzünün bunun altında döşendiği
rivayet edilir. Söz konusu ev ‘Hakiki Kalp’tir. Su üstünde zuhuru hayvanî ruh
seması ile beden arzında nutfeyle alakalı oluşundandır. Yeryüzünden evvel halk
olunması, kalb-i hakikînin kadîm ve bedenin hadis olduğuna işarettir. Kalbin
davranışlarından bir kısmı nefsanî bir kısmı ise ruhanîdir. Kalbin su yüzeyinde
beyaz köpük olarak tanımlanması cevherinin saf olduğuna ve yeryüzünün onun
altında döşenmiş olduğuna işarettir. Beden, hakiki kalbin tesiri ile
vücutlaşır, cisimleşir. Beden ve organları kalbe tabi olarak oluşur ve gelişir.
Böylece ruhun beden ile alakası kurulmuş olur. O beytte, âyat ve beyyinat,
delil ve mevcudat, yâni ulum ve maârif, ilim ve bilgiler, hüküm ve hakayık,
hakikatler vardır, o ayetlerden, delillerden, biri de Ruh Nurunun kalbe varış
yeri olan ‘akıl’ vardır.” (3.96, 97) Beyaz köpük olan hakiki kalbin, saf hali
ruh ve cisimleşmiş hali ise bedendir. DNA için maddeye ne zaman, nasıl ve ne
yapacağını bildirerek hükmeden yazılım, program denir. Kalp de, DNA dâhil, tüm
yaradılışa hükmedebilir. Yer ve göğün
halk edilmesi, Hakk’ın mevcudat ile gizlenmesidir.
“Cismanî şehvetlerle perdelenip,
nefsanî lezzetlerle meşgul olmaları sebebiyle nefislerinin, beden ve bedenin
terkip ve mizacından ibaret olduğunu zannederek, kuddus cevher ve fıtrat-ı
nurdan, kutsal cevher ve nurun yaradılışta kazılı oluşundan, gafil oldular. Somut
cisim denizi ile soyut ruh denizi indirilmiştir. Bu iki deniz insan vücudunda
buluşur. Aralarında, ne hayatın cevherinin letafetinde, ne de madde cesedinin
kesafetinde olan ve ‘berzah’ diye adlandırılan, ‘hayvani nefis’, beşeriyet
canlılığı vardır. Denizlerin arasında, berzahta ne latif ne de kesif denebilen,
nefsanî canlılık bulunur. Nefis her ikisinden de dengeli yararlanır, ne ruh
bedeni latif, ne de beden ruhu kesif, yapabilir.” (55.19)
Aldığı
her gıda insana ‘güçlü kuvvet’ verir. Yediği besinler, aldığı nefes, içtiği su,
okuduğu kitap, edindiği bilgiler, gücüne güç katar. Bir açık sistem olarak,
insanın çevresinden aldığı her şey ‘girdi’ veya ‘gıda’dır. Her besin belirli
koşullar altında alınır, işlenir ve yine daha güçlü kuvvetlere dönüştürülür.
Bedensel, maddî güç de olsa, beyinsel güç de olsa, tüm ‘güçlü kuvvetler’
girdidir; bünyemizde bedensel veya zihinsel işleme sürecinden geçirilip çevreye
çeşitli çıktı verilir; üretim, işleme, tüketim süreklidir. Vücudumuzda en küçük
birim denebilecek atomlardan oluşan bir molekülün bir başka molekülü üretip
kodladığı ve bunu, hücrenin içindeki, ‘seri üretim yapan molekül üretme
fabrikasına’ gönderip aynı proteinden çok miktarda üretim yapılmasını sağladığı
bir gerçektir.
Beslenmek, hava, su ve ateşten çeşitli katkılar alarak güçlü kuvvetimizi
geliştirmek zorundayız. Bu kapsamdaki bütün eylem ve olayların tümü bir kuvvet
‘iletişim ve etkileşimidir’.
Maddi
ve manevi kuvvet alış verişi içindeyiz. Birisinin düşünce gücünden etkilenir
yeni bir fikir, düşünce üretiriz, hepsi bilgi işleme fiilidir. İşlemin öncesi,
sırası ve sonrası kuvvete dayanır. Tüm faaliyetler kalbimizin kurgusunda,
yönetim, denetim ve yönlendirmesindedir, hepsi bir kalp fonksiyonudur. Genel ve
geniş kapsamlı düşünüldüğünde, aklın sonradan geliştiği de dikkate alındığında,
her şeyin kalbin yönetim ve denetiminde yürüdüğü apaçıktır.
Kalbin
bir tarafı ruh veya ilimdir. Diğer tarafı ise, bilimsel özellikler yüklü
kuvvetlerin belirli alanlarda izdihamı, toplanmasıyla oluşan, cisimleşme ve
maddeleşmedir. Kalbin ruh ve madde
tarafları bir nazarla var bir nazarla fani, yok olur. Celalî nazara dayalı
mevcudat ile giz’lenen Hakk’ın, Halk olarak görünmesine kalbin nefsanî yönü
denebilir. Bu bakışta her şey birbirinden farklı, her oluşum bir diğerinden
ayrı bir varlıktır. Halka, Hakk’ın cemalini görmek üzere bakışta ise her şeyin
bir ve tek ilimden kaynaklandığı görülür. Var olan herhangi bir şeyin kendiliğinden
oluşması, çevreye ihtiyaç duymaması mümkün değildir. Hakkın cemal ve celalini
görmek, hayata Hakk’ın arşı olan kalbin olumlu veya olumsuz sıfatlarıyla
bakmaktır. İlk oluşan kalp, yaşamı oluşturan kalptir. Celalî nazar ile var olan
cemali bakışla fena bulur. Rahmanda rahimsi yaşam güç
ve kuvvet kaybıdır, kaybın telafisi için beslenmek zorunludur. Bu amaçla
zerreler, kuvvetler arası iletişim ve etkileşim süreklidir.
Umarım,
kalbimizi tavaf ederek,
kalbi idrak eder, bilgiden ilme yücelebiliriz.
Beden,
kalbin maddeye bağlı ve bağımlı, kesif, cisimleşmiş kısmıdır. Kalp için bedenin
sağlık ve sıhhati önce gelir. Nefis, bedenin kemalini, olgunluğunu sağlamaktan
sorumludur ama önce sağlık. Beden sağlığı sağlanmadıkça nefsin manevi
olgunluğunu sağlayıcı basireti açılmaz, idraki saf olmaz ve rüştünü ispat
edemez. Ulvi bilgilerden rızkını almadığı sürede de nefis yetim sayılır.
Yetimler nikâhlandığı zaman rüştünü kanıtlamış olur ve kendilerine hakları olan
malları verilir. Doğal olarak insanın çocukluk evresinde, bedensel organları
yeterince gelişinceye kadar, insanlık konusunda olgunlaşması beklenmez. Bu
devrede nefis, bedenle meşgul, onunla dalgındır ve kendi kemalinden gafildir.
Bedensel
organlar olgunlaşınca, nefis, bu organları manevi olgunluğuna erişmek amacıyla
kullanabilir. Nefsin akıl basireti açılır, fıtratında kazılı ilmi ile yaradılışı
zahir olur, beşiğinde uykusundan uyanır ve gaflet uykusundan yakaza haline
geçer, cevherinin kutsallığını anlar, yerini, merkezini ve amacını anlar. Bu
gelişmenin iki nedeni vardır. Birisi organlarını kullanma yetkisidir. Örneğin
aklını kullanmaya yetkilidir. İkinci neden de bedenle daha az meşgul olup,
azaların bedene tahsisinden feragat edebilir. Örneğin, aklı, bedensel
ihtiyaçların karşılanmasında daha az kullanıp, aklın tamamen bedensel sağlığa
tahsisinden feragat edilebilir. Ancak büyümenin, aklı başında olmanın uzun süre
alması ve bedensel gelişimin kuvvet ve şiddete eğilimli olması nedeniyle, nefis
kendiliğinden ve kendi kendine, tamamen ulvi yöne dönük, aklın olgunluğuna ve
kutsal arzuların tahsiline soyunamaz, girişemez.
“Kırk
yaşlarında, insan, hakikati arar. Nefis, fıtratına, yaradılışına uygun
fedakârlıklar yapar. Kendi âlemine döner ve yaradılışının nurları ışıldar,
olgunlaşma arzuları şiddetlenir. Bu durumda hakikat yetimlerinin kefili,
kayyumu olan Ruhulkuds, kutsal ruh, kutsala veya kutsallığa götüren ilim;
nefsin rüştünü görürse, ona, hakkı olan hakikat ilim ve hüküm mallarını vermeye
başlar. Çünkü nefis artık eşyanın hakikati için nikâhlanacak kadar büyümüş,
yücelmiştir. Güzelliğin içtenliğini, bedenselliğin
ruhsallığını, ilimselliğini basiretiyle anlar. Esas olanın şekil olmadığını,
şekil alan, şekle girenin öz olduğunu idrak etmiştir. Nikâhlanıp da bağlanmak,
özün kalbe akışını sağlar, manevi tatmine götürür.” (46.15)
“Cismanî
şehvetlerle perdelenip, nefsanî lezzetlerle meşgul olmaları sebebiyle
nefislerinin, beden ve bedenin terkip ve mizacından ibaret olduğunu zannederek,
kuddüs cevher ve fıtrat-ı nurdan, kutsal cevher ve nurun yaradılışta kazılı
oluşundan, gafil oldular. Somut cisim denizi ile soyut ruh denizi
indirilmiştir. Bu iki deniz insan vücudunda buluşur. Aralarında, ne hayatın
cevherinin letafetinde, ne de madde cesedinin kesafetinde olan ve ‘berzah’ diye
adlandırılan, ‘hayvanî nefis’, beşeriyet canlılığı vardır. Denizlerin arasında,
berzahta ne latif ne de kesif denebilen, nefsanî canlılık bulunur. Nefis her
ikisinden de dengeli yararlanır, ne ruh bedeni latif, ne de beden ruhu kesif,
yapabilir.” (55.19)
“O beytte, Hakk’ın arşı olan
Kâbe’de, mümin kulun kalbinde, delil ve mevcudat, ilim ve bilgiler, hüküm ve
hakikatler vardır, o delillerden biri de ‘akıl’dır.” (2.96, 97) “Arz gibi sema da, yedi
kat olarak takdir edildi.”
“Her semaya, amacı, araçları, tesir
ve tedbirleri işaret edildi.” (41.11, 12) Kalbin bir tarafı ruh, diğer
tarafı maddedir. Kalbin ruh ve madde
tarafları, Celalî bir nazarla var, cemal’i bir nazarla fani, yok olur. Celalî
nazara dayalı mevcudat ile giz’lenen Hakk’ın, Halk olarak görünmesi kalbin
nefsanî yönüdür. Bu bakışta her şey birbirinden farklı, her oluşum bir
diğerinden ayrı bir varlıktır. Halka, Hakk’ın cemalini görmek üzere bakılırsa,
her şeyin bir ve tek ilimden kaynaklandığı görülür. Hakkın cemal ve celalini
görmek, hayata Hakk’ın arşı olan kalbin olumlu veya olumsuz sıfatlarıyla
bakmaktır. Celalî nazar ile var olan cemal’i bakışla fena bulur.
Her
ne yaşanırsa tüm varlık ile yaşanır, kısmî yaşanmaz, organsal yaşanmaz, bir
bütün olarak yaşanır. Duygular akılla yaşanır, aklın kullanımında duygular da
etkindir. Aynı anda hem gülüp hem ağlama, duygu ile gidip akıl ile durmak
olmaz. En iyi bilinen deyim ‘kalbinin sesini dinle’. Çocukluk, gençlik ve
olgunluk gibi evrelere bakılırsa, aklın ve duyguların aynı anda yaşandığını
ancak beden ve ruhun yaşanmasında, yoğunluk, önem ve öncelik aldığı görülür. Bu
açıdan bakış ile olgunluğa gidiş incelenebilir. Önce beden öne çıkar, ele
alınır, sonra sırasıyla hayvanî nefis, insanî nefis, duygusallık, kalbî yaşam,
ruhsal evreler öncelik alır. Herkes kendi hayatında dört mevsimi yaşar. Gençler
için ‘ ilkbaharında’, orta yaşlılar için ‘sonbaharında’ deyimleri kullanılır.
İnsanın, gece, nefsanî karanlık ve gündüz halleri
yani ruhun nurunun, hakikat güneşinin gurup ettiği ve parladığı da gerçektir.
Aydınlanma sürecinin başında geceyi yaşarken, aydınlanıp, aydınlatma, gündüz
aşamasına geçilebilir.
Örneğin
aklı iyi ile kötüyü ayırt etme gücüne ulaşınca ve bedensel ihtiyaçlar azalınca,
kişi aklıyla insanlığın tahsiline gayret gösterir, böylece nefis de
olgunlaşmaya başlar. Bedenden ruha yüceliş sürecinde, nefsin karanlıktan
aydınlığa çıkışı, firavunluktan, ilham alan hale yücelişi gözlenir. Genel
anlamda ‘kuvvetlerin sürekli iletişim ve etkileşim’ içinde oluşuna paralel
olarak, yüceliş sürecinde ehli ile dayanışma ve yardımlaşma ihtiyacı
duyulabilir.
Ayette,
(46.15), “Kırk yaşlarında, insan, hakikati arar, çünkü nefis artık eşyanın
hakikati için nikâhlanacak kadar büyümüş, yücelmiştir” denmesi anlamlı
olabilir. Kalbin yaşamında nefsanî olay ve eylemler yerini kalbî duygular ve
ruhsal gelişime bırakabilir. Maddenin kesafeti ve ruhun letafeti nedeniyle
nefis, şiddete, aşağıya, karanlığa eğilimlidir. Yücelişin sürekli ve amaca
ulaşıncaya kadar sürebilmesi, kesifin latif ile dolanırlılığını, karşılıklı
bağlı ve bağımlılığı, gayretlerin sadakat ve kararlılıkla sürdürülmesini
gerektirebilir. Üstelik bireysel yüceliş ile insanlığın yücelişi paralel
olacağı için aynı sürecin içinde daha önce aynı yücelişi yaşayan nebilere ve
Resule sadakat söz konusu olabilir. Bu
durum ayette ‘nikâhlanma’ olarak ele alınmıştır denebilir. Bilerek, bilinçle,
sevip isteyerek, aşkla, ilahî aşk için, aşka evet denebilir.
Umarım,
dayanışma içindeki yüceliş sürecinde, gereğince azimli ve kararlı olabiliriz.
Geliş ve
gidiş kavramları, önce bir hareket olduğunu, hareket eden bir şey olduğunu ve
sonunda da ne yapıldığının bilindiğini gösterebilir. Söz konusu insan ise gidiş
ve gelişin bir amacı olması da gerekir. Hatta geliş ve dönüş yollarının ayrı
olması, yönlerinin ters olması beklenir. İnsanın kendini bilmesi, doğayı,
dünyayı ve evreni bilmesinden geçer. Farkındalık kavramı çok genel ve geniş
kapsamlıdır. Var olanlar arasında, değişen ve değişime tabi olarak gelişen
insanın, insan olması, doğal bir olay gibi görünür. Bunun böyle olmadığı, düşünülünce
görülür. Ormanda kaybolan birisi çevresine uyum gösterirse yaşayabilir. İnsanın
insanlıktan uzak bir doğal ortamda insan olarak kalabilmesi zordur. Küçük yaşta
ormanda kaybolan birisinin insanlığa katkısı olamaz hatta insanlıktan çıktığı
görülür. Kısaca, insanı, insan, yetiştirerek, inşa eder. Böylece, Âdemin
yaratılış hikâyesi ve âdemoğlunun neslinin devamı daha iyi anlaşılabilir.
Bilimsel ve
dinsel düşünce nehirlerinin çıkış kaynağı aynı ilim pınarıdır. Düşünen insanlar
akıllarını kullanmış, akla uygun yollar bulmuştur. Üretilen fikirler hayal
âleminden de kaynayabilir. Akıl için düşünmek ve derin düşüncelere dalmak
doğaldır ama fikirlerin kaynağı ilham, sezgi ve akla uygun hayal de olabilir.
Doğanın incelenmesi sonucunda, ardındaki ‘altın orana’ ulaşılmış ise, bu var
olanın keşfidir. Fiziksel ve kimyasal yasaların veya genel anlamda ilmin
kaynağının merak edilmesi de akılcıdır. Hayal âleminden çıkıp gelen bir fikir,
ilham veya sezginin, doğal ortamda kullanılıp kazanç elde edilmesi varken, gelenin
nerden geldiğinin merakı ertelenebilir.
Bilim
insanları fikir üretir, mimarlar tasarım yapar ve mühendisler uygulayıp ürün
üretir. Cep telefonunu kullanan, ardındaki teknik ve teknolojiyi düşünmese de
olur. Günlük yaşamda yararlanılan her türlü alet, edevat ve aracın ardında çok
şey vardır ama çok kişi bunların ne olduğunu, ne bilir ne de bilebilir. Normal
insanlar, ot verir süt alır gibi, maaş verir fikir alır, ücret ve fiyat ödeyip
bir şeyler satın alır. Ekmeğin, ekip biçmekten geldiğini bilemeyebilir. Fikir
üretenler, fikirlerden ürün üretenler, bu ürünleri kullananlar önlerindeki ve
ellerindekiler ile çok meşgul olabilirler. Fikirlerinin ve ilhamlarının
kaynağını merak etmeyen bilim insanlarının ve ürünlerin nasıl üretildiğini
merak etmeyen kullanıcıların duyarsızlığı aynıdır. Bilim insanlığı, doğayı geçip onun ardındaki
ilimsel gerçeğe ulaşmalıdır.
“Eşya ve
görünen vücutlar, ezeldeki ilimlerinin açığa çıkmış halidir. Eşyanın aslı ve
esası, görünen maddenin hakikati, Hakk’ın yokluk aynasındaki görüntüsü,
gölgesidir. İlmin görünür haline ‘gölgenin uzatılması’ denir. Vücudun, ilminden ayrı ve gayrı bir
ismi, cismi ve resmi olamaz ama farklılığa yalnız akıl şahitlik eder.” (25.45) “Sıfatının tecellisi, ortaya çıkışı için
‘nefhaat-i Rabbaniye rüzgârlarını’, ‘şişirici rüzgârları’ gönderir.” (25.48)
Bir bardağın tasarım, üretim ve malzeme bilim ve teknolojisinden ayrı bir ismi,
cismi ve resmi olamaz, akıl da buna şahittir. Ancak bir bardağın kendisi ile
ilmi ayrı şeylerdir akıl buna da şahittir. Bardak ve ilmi birbirinden
ayrılamayan farklı şeylerdir ama bardak da ilminden başka bir şey değildir,
içinde ilimden başka bir şey yoktur. Küp şeker küpünden ayrılamaz.
Bazı
hallerde bilginin ötesine geçmek, ilme yücelmek, bilimden vazgeçmek değildir.
Bilimin kaynağı ilimdir. Kaynağına inmek için altın yumurtlayan tavuğu kestiren
merak da insana aittir. Sezgilerine güvenen bilim insanları da aldıkları
ilhamın kaynağını merak edip ilmi hayal edebilir. Evrende her zerre,
birbirlerini algılar, iletişim ve etkileşim içinde, ilme dayalı, uyum içinde
olduklarını bilim kanıtlar. Zamanın olmadığı, uzay zamanın birleşik bir alan
olduğu da, akla rağmen, sezgiyle kanıtlanır. Akıl, bir gölge gördüğünde, gölgesi
düşen bir madde ile ışığın varlığını ve yerlerini otomatik olarak düşünür.
Evrenin aniden şişen bir zerreden oluştuğu da akıl için makul ve mantıklıdır.
Ayet de zaten “Sıfatının tecellisi için
‘şişirici rüzgârları’ gönderir” demektedir. Fikir ve söylemlerin aynı
olmasına karşın kaynakları ayrı olarak düşünülür. Aynı olan iki fikir ve iki
söylem ancak aynı kaynaktan çıkabilir, akıl buna şahit olabilir. Bilimsel ve
dinsel fikirlerin kaynağı bir ve tektir Hak’tır. Açılım Hak’tandır, Hakk’ındır,
Hak’tır, ilim Hakk’ın gölgesidir, fikirler ilham ile gelir, akılla
geliştirilir. İlim ile uygulamalar arasında, ara yüz veya ara kesitte,
gölgeleşme ve pıhtılaşmadan söz edilir. Âlim de arif de aynı kaynaktan
beslenir.
Haktan geliş
ve hakka gidiş yolları birbirlerinden ayrı ve zıt yönde değildir. Aynı yoldan
ve gelindiği yönde gidilir, ondan gelinir ve ona gidilir, tüm hareket de
onundur, ondadır, onunladır. Onun istediği olur, olan da budur zaten. Hakikat,
gerçeklik ‘sen nasıl istersen öyledir’ kavramı bilimsel olarak da kanıtlanır.
(1),(2)
Gerçekliğin ölçüm yapmadan önce
belirsiz olduğu, ölçüm yapıldaktan sonra belirli olduğu bilimsel deneylerle
kanıtlanır.
Foton ve elektron, ‘çift yarık’
deneylerinde, ölçüm kaydedildiği zaman parçacık olarak davranır, aksi halde
dalga fonksiyonu gösterir. Dalga özelliği gösterdiğinde asla madde oluşamaz. Doğa vardır ve gerçektir ama insanın
yetişmesinin ve inşa edilmesinin doğal olmaması gerçeği düşünüldüğünde, doğa
yalnızca bir araçtır sanki. Doğa ve doğal gerçeklerin ‘insana göre’ olma
niteliği vardır. İnsanın nazarı, diğer canlıların bakış ve görüşlerinden çok
farklıdır ve doğada farklı sonuçlar doğurur. Doğayı ve doğal oluşumları tayin
edici karakteri, insan nazarını kıymetli kılar. Gerçeklik, insanın ‘ölçme’
seçimine bağlı ve bağımlıdır. Doğa, ezeldeki ilmin açığa çıkmış halidir, ilmi
idrak eden de yalnız insandır.
Her şey
insan için, insan Hak içindir. Âdem böylece halife olur. Hilafetin gereği
olarak doğaya hakkını verir, nasıl olacağını tayin eder. Saygı duyulan, fikir
üreten bilim insanı ‘gerçekliğin, insanın ölçüm yapmasıyla’ oluştuğunu söyler.
Arif de ‘âlem Âdem için, Âdem Allah içindir, insan bu amaca ulaşabilecek
şekilde donatılmıştır’ der. Evren bir araçtır ve Yaratıcının bilinmesi, Hakkın
hakikatine ulaşılması amacıyla insanın kemaline hizmet eder.
Umarım, biz
de Hakk’ın hakikatini idrak edebiliriz.
(1) Bilimfili.com/Gerçekliğin ölçülmeden
önce var olmadığı kanıtlandı.
(2) “reality is
what you choose it to be”, bilimsel olarak da kanıtlanır.
İnsan,
bedeni ve ruhu ile çok yönlü bir âlemdir. Beden Medine’si, şehri, ilminin
cisimleşmesiyle, çok karmaşık ilişkiler içindeki parçalardan oluşur. Maddeden
canlı organizmalara geçiş kadar karmaşık diğer bir geçiş de hayvanlar âleminden
insana geçiştir. İnsanın, beşerî nefis veya hayvanî ruh denilen, canlılığı,
bitki ve hayvanlardan farklıdır, insanı doğurmaya yatkındır. Bitki ve
hayvanların analizinden elde edilen bulguları sentez ederek bir sonuca varmak
yanıltmayabilir. Ama insanı analiz ederek, davranışlarını inceleyerek, olgun insan
kavramına doğallıkla ulaşmak yanıltıcı olabilir.
“Düşünme, düşünerek fikir üretme
gücü ve kuvvetini, kutsallığı nedeniyle, terbiye etmeye gerek duyulmaz, cisim
ve cesetten arınmış olması nedeniyle de fena etmeye, fani olmasına gerek
yoktur. Düşünebilme, fikir üretme yetisi kısa zaman içinde, bir anda, zahir
olabilir ve bir anda bir fikir ortaya çıkabilir ve delillerle yön değiştirerek
tüm kıyaslamaları birleştirip senteze ulaşabilir. Kalp, vücudun birliği ve
bütünselliğini idrak eder ama kıyas yolu ile cüzî, kısmî, parçalara ait
bilgilerden sistemin bütününe fikirsiz geçilemez. İnsan, beden şehrindeki her
ayrıntıyı tam olarak idrak edemez. Bilinen ayrıntılar, bütünü oluşturacak
şekilde birleştirilemez. İlim ve cisim âlemleri ayrı iki âlemdir. Ayrıntılı
incelemelerle bilinmeye çalışılan parçalardan, bütüne ve onu oluşturan fikrin
kendisine ulaşmak mümkün değildir. Fikir sayesinde iki âlem idrak edilebilir.”
(27.22) Kuş gibi uçak bile, kuş değildir.
İnsan, üst sistem, organların her
biri bir alt sistemdir. Alt sistemlerin, göz ve kulak gibi, işlevleri, nasıl
çalıştıkları, incelenirse, anlaşılabilir ancak üst sistemden alt sisteme nasıl
geçildiği, kıyas yapılarak, kıyas yöntemiyle anlaşılamaz.
Kök hücreden organlara geçişin nasıl
olduğunu anlamak zor olabilir. “Nasıl oluyor bilinmez ama böyle oluyor” deyimi,
kütle veya madde oluşumunda denildiği gibi, iyi bilinen ‘bilimsel’ bir
gerçektir. Bir otomobil üretiminde binlerce parça farklı yerlerde üretilip bir
yerde birleştirilir. Birbirine kıyasla imal edilen parçalar bütüne ilişkin
fikir vermez. Bir parçadan arabanın modelini çıkarmak veya model değiştirmek
zor olabilir. Günlük olay ve eylemlerden toplumun nereye gittiğini anlamak
zordur. Her yapılan veya düşünülenden karakter analizi yapılamaz.
Bir ayette, ‘İlim, Hakk’ın gölgesidir’ deyimi geçer. (25.45)
Gölge, akıl için bir ‘şey’ belirtisidir. Gölge, gölgesi düşen bir cisim ve
gölgeyi belirli bir şekil ve açıyla düşüren ışık kaynağını düşündürür. Karanlık
olan gölgenin kendisine değil, cisim ve ışığa ilgi duyulur. İlmin gölge oluşu,
karanlığının aydınlanması, bilinmezliğinin bilinmesi, anlaşılamayanın
anlaşılması gerektiğini gösterebilir. Hakkın anlayış ve idrakine ‘Hakikat Güneşi’
denebilir. İlim fikirlerle uygulanabilir ve anlaşılabilir. Bu nedenle doğrudan Hakk’ın
bir parçası olan ve henüz cisimleşmemiş olan ilim ve fikir kutsaldır.
Düşünme ve fikir üretme yeteneğini, kutsallık nedeniyle, terbiye etmeye gerek
yoktur. Henüz cisimleşmediği için fani de değil, fena bulması da gerekli
değildir. Temel fikirler, ana fikirler bir anda zahir olup ortaya çıkar, şimşek
gibi çakabilir. Delilleriyle geri dönüşü kolaylaştırır, temel fikirlerin
doğruluğu, diğer mevcut bilgilerle kıyas edilerek, kanıtlanır. İnsan, olgun,
kâmil insan nihai ve kutsal bir fikirdir. ‘Bizim gibi yiyen içen biri işte’
gibi tanımlamalarla, bilgi veya bulgularla bilinemez. Beden Medine’sinde,
birbirleriyle uyumlu alt sistemler ortamında, ayrıntıların tümü bilinemez,
ancak sistemin bütünlüğü anlaşılabilir. Kalp, zâtı ile ancak külliyatı idrak
eder.
Bir araba gören, arabanın bütününü
görür, ayrıntılarını göremez. Parçaların uyumu, üretim teknik ve teknolojisi
bilinemez. İlmin tümünü bilmek Hakkı bilmek olamaz.
Canlıların hücre veya DNA’larını
analiz ederek canlılık fikrinin bütünü anlaşılamaz. İnsan yaratma fikrine,
insanların davranışlarını veya alt sistemlerini inceleyerek ulaşılamaz. Yapay
zekâ çalışmalarını insan ile kıyaslamak uygun olmasa gerek. Yapay kalp, yapay
mide gibi alt sistemlerin birleştirilmesi bir insan etmeyebilir. Yapay zekâ
çalışmaları sonucunda insanı tanımayan, insana saygısız bir yapay zekâya
ulaşmak, Yaradan’ı inkârı hatırlatabilir.
“Hal lisanı ile tespih etmek,
vasıflarınla sıfat tecellilerine hamt etmek ve olgun sıfatıyla hamt edici
olabilmek için sıfatı, maddeleşme arızasından tecrit ederek, sıfatın
cisimlenme öncesini idrak ederek, Rabbini tespih et. Zatında fena secdesiyle
secde et. Sana hakkel yakin gelinceye kadar ibadet et. Sana hak yakın
geldiğinde vücudun inkıza bulur, biter, abid ve mabut gayri olmaz, bir olur, Hu
olur. Hakkel yakin geldiğinde, bu bilince erdiğinde, vücudun inkıza, biterek,
tamam olup son, bularak, âbid ve mâbud, ibadet eden ve edilen, cemian, bir
bütün olarak, gayri değil, Hû olmak suretiyle, böylece, senin ibadetin nihayet,
son, bulsun.” (15.98,99) “İlim seferinde, korku ortamında, namazı kısaltmakta sakınca yoktur.” (4.101) Kur’an katıksız,
Hakk’ın gayri batıl ile karışıklığı olmayan, Hakken yakındır, ayni cemden,
vahdet makamından kaynaklanır, kalp makamından olsaydı ilmen, ruh makamından
olsaydı aynen yakın olurdu. Zatın tevhidini ispatlamak için nebi ile önce
‘kul’, sonra ‘resul’, sonra da ‘Hak’ ilişkisi kuruldu. Kul-resul-hak bir oldu,
tevhit edildi. İkilik ve benlik ile perdelenmemek için kendi zatın ile Allah’ı
tenzih et ve ‘gayrı’ bir şeyin olmadığını kabul et. (69.51,52)
“Günlük hayatta çevresinde
muhteşemin ihtişamını görerek, kalp huzuru içinde oluşuyla namaz kılan kişi,
Hak ile meşgul olduğundan faydasız şeylerden kaçar, yüz çevirir ve benlik sıfatından vazgeçerek yani zekât
vererek, huzur ve hazlarının fazlasından kaçınır.
Lezzet, şehvet ve hazlarının hukukuna riayet ederek koruyan yakin sahibi
müminler kurtuluşa götüren mevte ermişler, kapısına kadar gelmişlerdir. Hukukun
dışına çıkanlar, fazlaya kaçanlar, nefsin peşine düşerek nefsin isteklerini
yerine getirdiklerini düşünenler, nefislerine düşmanlık ederler.” (23.1-2)
“Sonra kendisine ruhumuzun üflenmesi
ve suretimizle tasviri sebebiyle insanı, yaradılıştan gelen “başka bir
hale girme” haliyle halk edilmiş olarak inşa eyleriz. İnsanın yaradılışından, fıtratından gelen ahdi misaka uyma hali bir
halden diğer hale geçiş yeteneği demektir. Bu yetenekle insan, evrimsel gelişim
alanı olan doğadan kurtulma ve önce yükselerek sonra da yer çekiminden kurtulup
yücelerek hal değişimiyle ‘inşa’ edilir. İnsan gerçekte böylece halk edilmeyen bir halktır. Yani halk edilen diğer tüm doğadan farklı olarak inşa edilerek
yaratılan yaratıktır. Bundan sonra sizler tabiat açısından ölüsünüzdür. Doğaya
bağlı ve bağımlı değilsinizdir. Kısaca, kurtuluşa götüren mevte ermişsinizidir.
Benlik ve bencilliğinizden vazgeçme zekâtını vererek yeniden doğuşa
adaysınızdır. Sonra siz kıyameti sugra gününde, ikinci defa meydana gelme
gününde, hakikat ile diriltilirsiniz. Fena halinde ölü iseniz kıyameti Kübra
gününde beka ile diriltilirsiniz.” (23.14-16)
Umarım, biz de, kutsallığa gidiş
amacımıza ulaşabiliriz.
“Hayvanî ruh
seması, insanî ruh semasından ayrılırsa tükenip yarılır, biter, gider, hevesler
de kalmaz dağılır, saçılır. Cisimleşen unsurların ve cesedi oluşturan
parçaların her birinin, bedenin harap olmasıyla, aslına dönmesini önleyen berzah
âlemi, hayvanî ruhun zevaliyle, akar ve bu nedenle de her şey aslına döner.
Beden kabirleri karıştırılınca içinde bulunan bilgi, ilim ve cisimleşen,
cesetleşen kuvvetler açığa çıkar. Belirli bir ölçümle ve ölçü içinde,
birleştirilip bir araya getirilen parçalardan oluşturulup yaratılan insan,
nesiyle gurur duyup, nasıl mağrur olup, neyi inkâr edebilir.” (82.1-6)
“İnsanın bu isyanı, cezaya inanmamasından
gelebilir. Bunlar ise gururdan daha büyük kabahattir. İnsanın, beyninin, sağ ve
solunda, akıl ve duygu, ilim ve sanat açılarından farklı, iki melek, yetenek
vardır. Bunlar insanın tüm efalini, iş ve işlemlerini, düşünce ve fiillerini
hıfz eyler, kaydeder, yazarlar. Bu şerefli, ikramı bol, cömert kâtipler işlerin
nakışlandığı dünya ve sema âlemleridir. Bilgi kaybolmaz, mevcut oluş aslına,
ilmine dönüşünce bilgi drape şeklinde çevresinde kalır. Kısaca günahlarınızın,
yerde ve gökte, aleyhinize yazıldığını bilerek nasıl isyan etmeye cesaret
ediyorsunuz?” (82.9,10)
“Siz O’na ve elçisine itaat edin.
Sözünü duyup yüz çevirmeyin. Duymak anlamayı, anlamak uygulamayı gerektirir.
Sadıksanız azim gösterin. Hayvandan da beter, duymadıkları hâlde dava edenlerden,
sağır ve dilsizlerden olmayın. Yerdegezenlerin en kötüsü sağır ve dilsiz
olanlardır. Yaradılışlarında olan duyup, anlama, basar ve uygulama
yeteneklerini köreltmemiş olsalardı bunları yaparlardı. Körelme nedeniyle,
çabuk yüz çevirenlerde, anlayış ve irade olmaz, hikmet, bunların göğsünde
debelenir, tereddüt eder.”
“Kalpleri, hakikati, huzur ve sükûn içinde karşılayamaz;
hakikati işitip, anlayıp, kabul edip, basiretle görüp uygulayamazlar. Henüz
görmeden, gayba iman edenler, Hak görünmeden, hakikat bilgisinin doğruluğuna
inananlar, O’na ve elçisine uyunuz, duyduklarınızı uygulayınız.” (8.20)
“Ey
görmeden iman edenler, kalbinizi ihya eden, dirilten, hakiki ilme, davet
edildiğiniz zaman, arınarak ve teslim olarak, O’na ve elçisine, doğru yola
girerek, daveti kabul edip, uyunuz. Davet edildiğiniz vakit, beka billâh ile
ihya etmek, diriltmek için sizi istikamete davet eylediği vakit, cemi’de, tümde
fani, yok olmakla; istidadın, fıtratın zevalinden, yok oluşundan, evvel,
yaradılışınızı köreltmeden, kaybetmeden önce, icabet ediniz. Fıtratınız
körelir, kaybolursa, hüzün oluşur, kalp ile kişilik arasında perde oluşur.
Davete icabeti tehir etmeyin, ertelemeyin. O’na haşr olunursunuz, size sıfat ve
zatıyla karşılık verir.” (8.22-24)
İnsanın
fıtratına işitme, anlama, idrak etme ve davete icabet etme kazılıdır. Kalpte
perde oluşu ve bencillik yapması da fıtratı gereğidir. Bu durumda muhatap
alınır ve doğru yola davet edilir. Kesretin vahdet olduğunu anlayarak, tümde
fani olarak, fıtratın gereğince yola girin, davete uyun, sülûkta ilerleyin, var
olan davet edilir, davet edilen yokluk iddia etmez, varlık ile kabul edin ve
tehir etmeyin, karşılığınızı alırsınız. Tümde fani olmak, yokluğun idraki
değildir. Müşahede ederek, fiillerin kaynağının, sahip olunmayan güçlü
kuvvetler olduğunu idrak ederseniz, karşılığını önce efal cenneti olarak
alırsınız. Hâlden hâle geçiş yeteneğinizle yücelirsiniz. Kalbin ihya edilişiyle
fiiller sıfat kazanır, insan bu hâllerle sıfatlanır.
“Kalbin
ikbali zamanında, hâliyle mevsuf olan kimse sadıktır. ‘Fail Haktır’ deyip hakkı
fail gören, her fiilin failinin hak olduğunu gören sadıktır. Düşündüğü hâl
ile sıfatlanan kimse, kendisine yararlı fiiller karşısında sıfatlanıp sadık
olur da kendisine zarar veren fiiller karşısında dayanamaz ve sıfatında sadık
olamazsa sadakati tam olamaz. Kısaca hiçbir hâle iltifat olunmaz ancak makam
olduğu zaman iltifat olunur. Makama da itibar olunmaz, ancak mevatında imtihan
olunduğu zaman, üstlenilmeyip imtihan geçildiğinde, iltifat olunur, imtihanda hâlâs
bulursa, kurtulur, selamete ererse o vakit sahih olur.” (3.143)
“Kullar,
kendi hâllerinin, kendileri üzere, Hakk’ın evsafını celp edici olduğunu
bilmelidir. Bu nedenle, nefislerini neye hazırlarlarsa Allah'ın kendilerine onu
bağışlayacağını, nitekim «Ben, bana itaat edene itaat ediciyim»
buyurduğu, kullar Allah'la olurlarsa, Allah'ın da onlarla olacağını bildirir.”
(3.152) “Güneş ışığını gören güneşi görür, Allah’ın nuru görünüyorsa görünen
Allah’tır” (39.22).
İşitmek ve görmek gibi, verilen beş
duyu, insan için özel yeteneklerle donatılmıştır. Akıl, fikir, hikmet, sezgi,
basiret ve ilham ile desteklenen bu özel duyu melekeleri, insanı, yaratılan
diğer canlılardan farklı kılar. İnsan önce bilmez ve görmez. Özel duyu
melekeleri insanın, inanarak gireceği seyri sülûk süreci içinde, inşa
edilmesini sağlar. Bu süreç içinde, görmeden inandıkları algıların
kanıtlandığını basiretiyle görür. Elçisiyle gönderilen mesajların delillerle
desteklendiğini anlar ve anladığını uygular. Duyumlar böylece anlayış ve
uygulamaya dönüşür. Kalp, kanıtlanan hakiki ilim ile ihya edilmiş, diriltilmiş
olur.
Anlayış ve uygulama, fıtratın
zevalinden evvel, ilmin davetinin kabul edilip uyulduğunu gösterir. Kalp ile
kişilik arasında perde oluşmazsa, sıfatları ve zatıyla karşılığınızı almış
olursunuz.
Hâli ile sıfatlanan kimse sıfatına
sadık ise kendince kurtuluşa erer. Kulun kendi hâli hakkın sıfatını celp eder,
çeker, nefsi ne isterse onu verir. Arayan aradığına kavuşur. İnkâr edenin
inkârını güçlendirir. Her ne seviyorsa sevdiğine kavuşur, su testisi suyolunda
kırılır. “Bana itaat edene itaat ediciyim” deyişine göre de kavuşmak isteyen
Allah’ına kavuşur. Allah muhabbeti yapanların da yanlarında, yakınlarında
ve yâkîn olduğu aşikârdır. Duman görüldüğünde ateşi ilm-el yâkîn, ateşe
yaklaşılıp görülürse ayn-el yâkîn, ateş tüm duyularla algılanıp ısı ve
sıcaklığı deneyimleşirse bilmenin derecesi hakk-al yâkîn olur.
“Görmeden inanma” kavramında görme,
göz ile olan zahiri görüş değil, basiretli görüş olabilir. Bu açıdan, görüp de
inanan olamaz, inanmadan da kanıtlanamaz. “İnanma” hitabı da akla olduğu için
yüce Kitapta, ayetlerle, apaçık deliller ortaya konur. Tefekkür edip ibret
alınması da tavsiye edilir. Böylece beş duyu ile algılananın, aslı anlaşılıp, özün ne
olduğunun idrakiyle, uygulanmakta olanın ilim ve kutsal bir fikir olduğu açıkça
görülür. Görmeden inanmanın mükâfatı, inanılanın görünmesidir. Görünen, görenin
görüntüsüdür. Beşer, beş duyusuyla göremez, ‘ölmeden önce ölünüz müjdesiyle’,
hâllerin sıfatlarını zevk edebilir. Umarım, bizim de amaçladığımız bilmenin
derecesi yâkîn olabilir.
İnsan hayatı
incelemeye değer. Ceninde ilk hareket eden ve işlevini yürütmeye başlayan organ
kalptir. Bebeğin diğer organlarının tümünü oluşturan güç ve kuvvet kalpten
geçer. Yetişkin sağlıklı bir insanın tüm bedeni ve her hücresini kalp besler ve
korur. Kalbi daha iyi anlayabilmek için insanın beden, nefis ve ruhunu anlamak
gerekir.
İnsan
bedeni, maddeye hükmeden DNA, içgüdü ve fıtratına uygun bir şekilde oluşur.
Beden, önce verilenlerle yetinir. Ana karnında protein eksikliğiyle veya
dengeli beslenmeyle gelişir. Doğumdan itibaren ise nefis rol oynar. Nefis
sayesinde açlığını tokluğunu bilir. Her türlü ihtiyaç nefsin emriyle giderilir.
Emreden nefis emmaredir, her istediğinin olmasını, her ihtiyacının
giderilmesini ister. Bu Firavun Nefsin terbiye edici ilimle, ruhla, ilk
karşılaşması Hz. İbrahim’in karısı Sara’ya el uzatmasıyla başlar. Uzanan el
katılaşır, taş kesilir ve Firavun “Senin Rabbin kim, ona ben de inandım, elimi
düzeltirsen sana cariye ve hediyeler veririm” der. Böylece nefis artık
‘levvamedir’, kendisinin o kadar da her şeye hâkim olamayacağını, bedenin
aslının ilim, hâkiminin ruh olduğunu anlar.
Bilimsel
bulgular benzerdir. Bedenin atomlarına inmek çok kolaydır. En basit atom bir
adet proton, bir nötron ve bir adet elektron içeren, hidrojen atomudur.
Elektron eksi elektrik yüklü belirli bir miktar enerjidir. Bu enerji miktarı
kritiktir, biraz az da olsa biraz çok da olsa madde veya atom oluşamaz.
Elektron mikroskobuyla içinde görülecek bir şey yoktur.
Proton ise
hızlandırıcılarda çarpıştırılarak quarklarına, zerrelerine ayrılabilir.
Zerrelerin her biri birer çekim gücüdür. Zerreler, belirli bozonların içinde
birikip, toplaşıp, gölgeleşip, katılaşıp nasıl olduğu bilinmiyor ama
maddeleşiyor, cisimleşiyor, cesetleşiyor, kütle kazanıyor. Artı elektrik yüklü
zerrelerin maddeleşmesi, içlerinde bir bilgi, info, bilimsel bir özellikten
başka bir şey olmaması, bedenin aslının ilim olduğunu kanıtlar. Bu gerçeği
levvame nefis anlar, “Ben neyim ki” deyip kendini levm eder, yerer, kendini
bilmeye gider.
Âlemde ilk
inşa edilen ev Kâbe’dir. Bedende de ilk inşa edilen organ kalptir. Hakkın arşı
suyun, ilmin üstündedir. İlim henüz maddeyi oluşturmadan önce kalbe Kur’an
olarak inmiştir. Bir hadis der ki “Allah ilk önce bir cevher yarattı, cevhere
celaliyle nazar etti, cevher hayâsından yarı ateş yarı suya dönüştü.” Her ne
oluştu, oluşuyor ve oluşacaksa bu cevherden, plazmadan ve kendine özgü nazarla
oluşmaktadır. Mümin kulun kalbi Hakkın arşıdır, çünkü bu gönlün içinde başkası,
gayrisi yoktur. Maddesi, manası, bedeni ve ruhuyla, ilmin maddeleşmiş, kütle
kazanmış haliyle insan küçük âlemdir. Âdem ile âlem ikizdir, hangisini
okursanız okuyun okunan Kur’andır. Gönül Hakkın arşı olan kalptir, içine Allah
sığar.
Her
düşüncenin bir zıttı vardır, her olumlu bakışın bir olumsuzu, elektrik
yüklerinin eksi ve artısı, manyetik güçlerin kutupları vardır. Pusula hep
kuzeyi gösterir ama insan tüm yönleri ve kendi yönünü pusulaya bakarak
bulabilir. Şeytan kelimesinin kökeni şutun, uzak, zıt köşe anlamındadır. Şeytan
daima Hakkın zıddını gösterir, gerçek şeytan ile hakka ulaşmak kolaydır.
İnsanın yarı
cahili şeytandan da beterdir, ne zaman doğru ne zaman yanlışı gösterdiğini
kendisi de bilemez. Şeytanlık yapan insan her zaman şeytanlık yapmalıdır.
Günümüzde
bile medeniyetten uzakta kalan yeni kabileler bulunmaktadır. Deneme amacıyla
bir bebeği veya en akıllı bir kişiyi bile ormanda terk etmenin sonucu bilinir.
İnsan insanlıktan çıkar, hayvanî değerler kazanır. Bu durumun tek sonucu vardır
o da insan doğal olarak, doğada yetişmez. Ayetin dediği gibi insan inşa edilir.
“Ben diğer canlılardan farklıyım, ben insanım” diyebilen ilk kişi Âdemdir. “Ben
doğal evrimsel sürecin doğal bir sonucuyum” diyen kişi kendisine verilen beşerî
ve insanî değerleri, fıtratına kazınan, konuşma gibi yetenekleri inkâr ediyor
olabilir.
Nefis
firavun iken levvame olduğunda kendisine “Bu aşamadan sonra doğacak erkek çocuk
firavunluğu ortadan kaldıracak” deniyor. Ortaya, sudan yani ilimden gelen çocuk
anlamı olan, Hz. Musa hikâyesi çıkıyor. Her insanın gelişme, yükselme ve
yücelme hikâyesi de budur. Herkesin içinde kendi Musa’sı vardır, görmek ister.
Hz. İbrahim’in tevhit babalığından ve İslam dininden halkı “Zahirde, dışarıda,
görünen elle tutulan, maddi âlemden başkası yalan” diye anlayabildi. Musa
annesini levm etme aşamasından mutmain, tatmin olmuş, aşamasına çıkarabildi.
Nefsin bu aşamadan sonraki veled-i kalbi ise Hz. İsa’dır. Halkına “Bu maddi
âlemde değil gerçek krallık Bâtınî âlemdedir” diyebildi. Bu nedenle madde âleminin
gazap ve şehvet kuvvetlerinden birini atana, diğer yanağını da uzatarak,
ötekinden de vazgeç dedi. Bâtıni âleme gitti gelemedi, annesi nefsi mülhime,
ilham alan, aşamasındadır.
Her inşa
edilen, çıraklıktan üstatlığa yücelen, insan VİTRİOL’ün hakikatine erebilir.
Kalbindeki siyah noktaya ulaşıp, kalp Kâbe’sindeki siyah taş misali, hakikate
erebilir.
Din, insanın
içindeki hakikate götüren yoldur, bu yola din denir, senden sanadır, başka
yoktur. Kalbini Kâbe, Kâbe’sini arş yapabilirse ve arşın Hakka ait olduğunu
idrak edebilirse insan inşa edilmiş ve gönül sahibi olabilir. Bu yolda şeytan
da şeytanlık da araçtır. Gönül o kadar büyüktür ki içini sadece Allah
doldurabilir, Allah o kadar büyüktür ki onun olduğu yerde zerre gayriye yer
yoktur. İlham alan nefsin kalp çocuğu önce kul sonra resuldür, elçisidir.
Miraca çıkmış dönmüş, belki de ‘inmemiş ki çıksın’. Ûruc edercesine oruç tutan,
kıyameti koparcasına kıyama durup namaz kılan, her turunda bir üst mertebeye
çıkarcasına tavaf için hacca giden, ‘benliğini’ kurban edip zekât veren, şahit
olur, kaybolan kelimeyi bulur, okunamayan kelimeyi okur. Namaz bu müminin
miracıdır.
“Resul’ün
fu’adı, kalbinin ruha açılan kapısı, şuhutta, şahit
oluşta, ruh makamına terakki etmiş, cemi sıfatıyla zatı müşahede edici, Hakk’anî
vücut ile mevcut olan kalptir. Resul’ün fu’adı, gönlü, cem makamında görmüştür.
Fu’adda abid de yoktur. Cem'i vücuda vech-i baki tesmiye olunur ki cem'i sıfat
ile mevcut zat demektir.” (53.11)
Allah,
içinde âşık ile maşuk olan, aşktır, içinde aşk olan gönüldür. İlim mürşidine
mürit olanın gideceği yol bir tanedir, menzili de bellidir. Âli kapısından Hz.
Muhammet şehrine girilir, şehirde aşk yaşanır. Umarım, temiz kalple, gönlümüzü
sahibine açabiliriz.
Düşünce,
fikir ve duygular birbirleriyle ilgili ve ilişkilidir. Ayrıca, hepsi de
harekete dönüşünce açığa çıkar. Ama hareketlerden duygulara fikirsiz çıkılamaz.
Ulvî düşüncelere doğal hareketlerden fikirsiz geçilemez. Gök gürültüsünden
korkan kurban kesebilir ama bu ulvi değildir.
Büyük fikir, düşünce ve duygular insanı harekete geçirir, ancak bu yol
fikirden harekete doğrudur. Düşünme ve fikir üretme gücü, ilham ve sezgi
kutsaldır. Bu nedenle önce bilgi verilir, bilgiye anlam yüklenir, bilgi edinme
yöntemi öğretilir, öğrenmeyi öğrenen kişi, dıştan değil içten düşünme ve fikir
geliştirme yeteneğine ulaşır. Bu fikir ve duyguların kutsallığı ve düşünme
yetisinin insana verilen en büyük nimet olduğu idrak edilir.
“Müminin kalbinden
ibaret bulunan, Hakk’ın arşı da, oluşum ve gelişim açısından, su ve maddenin
vücut olarak öncesidir.”
(11.7) Evrenin oluşumunu da bebeğin doğuşunu da ele alsak gelişim bir noktadan
başlar. İlk bilinen veya ölçülebilen şeyin büyük ve önemli özelliklere sahip
olduğu görülür. Yokluğun içinden çıkıp gelip varlık âleminde görülebilen zerre
enerji, elektrik ve bir potansiyel yüklüdür. Bir zerre dahi ilmin varlığının
delilidir. Hiçbir zerre kendiliğinden, ilimden ve vücuttan bağımsız oluşamaz,
ancak bütünün parçası olarak var olup görünebilir, açığa çıkabilir. Oluşum ve
gelişim açısından her şeyin öncesi kalptir, hakkın arşıdır. Hakiki kalp, ilim
ve hikmet yüklüdür, ‘güçlü kuvvetlerin’ toplandığı
yerdir. Beden, hakiki kalbin etkisiyle vücutlaşır, cisimleşir.
Beden ve bedenin organları kalbe tabi olarak oluşur. Organları oluşturan kuvvetler
kalpten
geçer.
Kutsal metinlerde ilk halk edilenin
bir cevher olduğu ve bu cevherin, Hakk’ın celali bir nazarıyla
yarı ateş yarı suya dönüştüğü bildirilir. Bu ayetlerin uygulamaları tüm âlemde,
plazmadan itibaren, açıkça görülür.
“Sen, amel
aklını, eden, eyleyen, iş yapan, işleyen aklını, eylem elini kalbinin üstüne,
kalbî vasıflarla vasıflanması için nefis elbisesinin altına sok. Nefis sıfatlarıyla
kirlenmeksizin elini kudret sahibi ve nur ile nurlanmış bir halde çıkar. Kalbin
hayatıyla hayat bulan bu el ve kalbin nuruyla nurlanmış hali, nuranî vasfı,
dokuz ayetten, delilden ikisidir. Diğer yedi ayet ise Hakkın kendileriyle kalbe
tecelli edip de Hakkın sıfatıyla sıfatlandığı ‘hayat, kudret, ilim, irade,
semi, basar ve kelam’ olan ilahi sıfatlardır. Bu dokuz ayet, delil ile Firavun Nefsin
vadisindeki kuvvetlerin, ‘benlik’ perdesindeki zanlar, görüntüler olduğu aşikâr
olur.” (27.12) “Düşünme,
düşünerek fikir üretme gücü ve kuvvetini, kutsallığı nedeniyle, terbiye etmeye
gerek duyulmaz. Nefsanî ‘benlik’ perdesinde görünenler hakikatin ‘zanlarıdır’.
Aniden beliren bir fikirle, perdeli ve perdesiz, bireysellik ve bütünsellik
olmak üzere, iki âlem idrak edilebilir.” (27.22)
Resim seyrederek ressam, vitrin izleyerek kasap olunmaz. Bir fikir harekete
dönüşür veya projeye uygun inşaat yapılır. İlk halk edilen cevhere belirli bir
amaca ulaşmak üzere, bir fikir çerçevesinde nazar edilmiş,
kalbin ilim ve hikmeti yüklenmiştir. Sonuç olarak evreni oluşturan yarı ateş
yarı su denilen ilk plazma böyle oluşmuş. Plazma elektrik, manyetik ve
elektromanyetik kuvvetlerin toplandığı yerdir. Bu kuvvetlerden oluşacak her
madde veya kütle, kalbin etkisi ve tesiriyle cisimleşir.
Kalbin
düşünme ve düşünerek fikir üretme gücü sayesinde kuvvetler potansiyellerini
açığa çıkarır. Hakkın arşı olan mümin kulun kalbi, fikir üretme kuvveti
nedeniyle de kutsaldır.
Fikrin
gerçekleştirilmesiyle ortaya çıkan hareketlerden fikre ulaşmak mümkün olmaz.
Diğer taraftan yeni, benzeri olmayan, yararlı ve uyumlu bir şey ortaya çıkmış
ise asla bir fikre dayanmadan mümkün olamaz. Eğer bir insan inşa edecek bir
canlılık varsa ortada, evvelinde bir fikir vardır mutlaka, canlılık bu amaçla
yaratılmıştır. Atamız peygamberlerce insan ruhunun geliştirildiğini açıklar.
Her birinin bir görevi vardır. Atatürk, önce peygamberlerin yer ve önemini
belirler ve kullara düşen görevi açıklar. Ona göre “İnsanın, birisi çocukluk ve
gençlik diğeri rüşt ve kemal olmak üzere, iki dönemi vardır. Bir ve büyük olan
Allah, kullarıyla teması, birinci dönemde dolaylı, ikinci dönemde dolaysız,
aracısız, tercih eder. Hz. Musa, insan ruhunu, nefsinden,
bedensel acı veren zevk kamçılarından kurtardı. Hz. İsa, insan ruhunu, duygusal
sefalet ve ıstıraplardan arındırıp kutsala eriştirdi. Hz. Muhammet ise arınmış
insan ruhunun, kutsal ilhamlara doğrudan, aracısız olarak, açık olduğunu ayetlerle
bildirdi ve yaşayarak kanıtladı.”
Ata milletinin ruhuna hitap ederek,
kutsal ilhamlara ulaşmayı önerdi ve “İnsanların ruhlarındaki saklı kuvvetleri
önce şahsımızda tecelli ve tecessüm ettireceğiz sonra manevi kuvvetler ilham
vasıtalarını tavsiye edeceğiz” dedi. Kutsal fikirlerin duygulara dönüşerek
inanç haline geldiğini bildirdi.
Bireylerin, inançlarına sahip
çıkmasını, duygularını coşkulu yaşamasını ve ruhlarından ilhamlarla kutsal
fikirlere ulaşmasını tavsiye etti. Kendisine göre “Kısaca,
insanları istediği gibi kullanan kuvvet; fikirler ve bu fikirleri şekillendirip
yayan kimselerdir. Kalbi vicdanında manevi ve mukaddes hazları olan için maddî olan hiçbir
şeyin önemi yoktur.”
Bir bebeğin
çalışmaya başlayan ilk organı kalptir ve sonra oluşan her organın kuvvetleri
kalpten geçer. Yetişkin insanın vücudunda da kalbin besleyip korumadığı bir
hücre veya DNA, RNA yoktur. Kalbin her duygusu belirli bir algıya tabidir. Duyu
organlarımızla beden dışından algıladığımız her uyarı kalbi harekete geçirir.
Akıl ile elde edilen her bilginin kalpte bir izi olur. Akıl çevreden
algıladıklarını kalpte işlediği gibi ruhtan aldığı sezgi ve ilhamları da kalbe
taşır. İnsanı oluşturan ve yaşatan kuvvetler, kalpten
geçtiği, orada yer ettiği ve iz bıraktığı için aslında yaşayan kalptir. Kıyas
yöntemiyle yolunu bulan akıl yalnız hareketleri inceleyerek fikre ulaşamaz.
Hareketlerden kutsal fikir ve düşüncelere ulaşmak, bu fikirlerin kendilerini ve
kaynaklarını araştırmakla mümkündür. Kutsal düşünce ve fikirlere inançlardan
tırmanılır ve sonuçta ruha ulaşılabilir. İnsanın her davranış ve hareketi
belirli bir amaca dönüktür. İnsan bedeninde kendiliğinden, bağımsız olarak
hareket eden el, ayak gibi bir organ hatta bir hücre olamaz. Tüm vücut,
bünyesinde işlediği bilgilere uygun ve uyum içinde hareket eder. Hareketler
bilgilere, bilgiler duygu, düşünce ve fikirlere, fikir ve düşünceler ise
verilen düşünme yeteneğine bağlıdır ve bu nedenle de kutsaldır.
Umarım, düşüncelerimizin kutsallığını
idrak edebiliriz.
Kalbin Sad denilen bedensel yönünün
ardında Kaf denilen manevî, ilim vardır. Her ikisi mevcudatın tümünü kapsar,
birisi manevî diğeri maddî yönünü kapsayıp oluşturur. Henüz gündüz olmayan
sabah veya henüz gece olmayan akşam vaktinde ayrıntılarıyla görülemeyen madde
bir bütün halinde algılanır. Bu madde dağına Sad ve üzerine oturduğu ilim
dağına Kaf denebilir. Her şey enerjiden oluşmuş ise Sad tüm mevcudatı maddi
yönden kapsayan dağdır. İlmin tümünü idrak eden kalp Rahmanın arşıdır ve bu
kalp de Sad dağını kapsar, içine alır. Sad dağı Kaf dağının üzeridedir ve Kaf
dağının ardında Anka vardır. Bu durum ise yerlere ve göklere sığmayan Rahmanın
mümin kulunun kalbine sığdığını gösterir. Kalbi bilmeyen Rabbi bilemez. (50.1;
38.1)
“İstidat, fıtrat arzında, ilmen yakin olmak
amacıyla, ilim yolunda, ilim hedefine sefer ederseniz namazı kısaltmanızda,
noksan kılmanızda size bir günah yoktur. Yakinden nasibi kendisine verilmiş
olan namaz ve orucuna itinalı davranmayabilir. Yakin tahsili seferinde bedenî
amellerin eksik olması günah olmaz.” Hadisi şerif: “Bir fıkıh, derin ve ince
anlayış, sahibi, şeytan üzerine bin ibadet ediciden elbette daha şiddetlidir.”
(4.101)
İnsan, Allah’a, şah damarından
da, sağında sevaplarını ve solunda günahlarını yazmak üzere yer alan,
meleklerden de, daha yakındır. Sağında oturan melek nefsin Hakka bakan yüzü
yani akıl etme gücü, solunda oturan melek ise nefsin bedene bakan yüzü yani
hayal etme gücüdür. İnsanın fıtratı, nurlar âleminden olduğu için hayırlıdır.
Beden sonradan olmadır, arızîdir, bu nedenle, fıtrata uygun olmadığı için,
‘bedenselliğe düşkünlük’ gibi bir şey normalinde beklenmez.
Akıl iyi bir fikir geliştirirse
karşılığını hemen on kat alır, sağdaki melek bunu hemen kaydeder. İyi bir
fikrin birisine söylenmesi bile zincirleme yarar sağlayabilir. Nefis, bedensel
zevklere uyarsa, pişman olup dönebileceği için, soldaki melek bunu yazması için
yedi vakit bekler. (50.16,17)
“Siz, O’na ve elçisine itaat edin. Sözünü
duyup yüz çevirmeyin. Duymak, anlamayı, anlamak uygulamayı gerektirir.
Sadıksanız azim gösterin. Hayvandan da beter, duymadıkları halde dava
edenlerden, sağır ve dilsizlerden, olmayın. Yerdegezenlerin en kötüsü sağır ve
dilsizlerdir. Yaradılışlarında olan duyup, anlama ve uygulama yeteneklerini
köreltmemiş olsalardı bunları yaparlardı. Körelme nedeniyle, çabuk yüz
çevirenlerde anlayış ve irade olmaz, hikmet, bunların göğsünde debelenir,
tereddüt ederler. Kalpleri, hakikati huzur ve sükûn içinde karşılayamaz,
hakikati işitip, anlayıp, kabul edip, uygulayamazlar. Henüz görmeden, gayba
iman edenler, Hak görünmeden, hakikat bilgisinin doğruluğuna inananlar, O’na ve
elçisine uyup, duyduklarınızı uygulayınız.” (8.20)
“Ey
görmeden iman edenler, kalbinizi ihya eden, dirilten, hakiki ilme, davet
edildiğiniz zaman, arınarak ve teslim olarak, O’na ve elçisine, doğru yola
girerek, daveti kabul edip, uyunuz. Davet edildiğiniz vakit, beka billâh ile
ihya etmek, diriltmek için sizi istikamete davet eylediği vakit tümde fani, yok
olmakla; istidadın, fıtratın zevalinden, yok oluşundan evvel, yaradılışınızı
köreltmeden, kaybetmeden önce, icabet ediniz. Fıtratınız körelir, kaybolursa,
hüzün oluşur, kalp ile kişilik arasında perde oluşur. Davete icabeti tehir
etmeyin. O’na haşrolunursunuz, size sıfat ve zatıyla karşılık verir.”(8.22-24)
“Aklı gideren ve duyguları şaşırtıp meşgul
eden ölümün şiddeti, seker hali; ahret ahvalini, sevap ve günah gibi ölüm
halinde olan kimsenin gafil olduğu işin hakikatini, gösterir. Ölüm halinde
batınî halleri kişiye gösterilir ve “Bu senin dış âleme eğilim gösterdiğin için
gafil olduğun iç halindir” denir. Yeniden diriliş için sura üflenir, böylece,
her şahıs ahrette kendisine münasip olan surette dirilir. Bu üfleyiş, takdim ve
tehir edilen amellerin gösterilmesi, vaat edilenin yerine getirilmesi vaktidir.
Her nefis, ilminden bir saik, dürtü, istek ve
amelinden bir şahitle beraber gelir. Kısaca ilmi, onu malumuna götürendir. Her
olay insanın bir azasıyla meydana çıkar, elle yapılır veya gözle görülür,
azalar amellere şahitlik eder, ameller ilmine şahitlik eder, ilim maluma
götürür. Duygularının içinde yaşayıp, dış ortamda yaptıklarınla çok meşgulken,
maddî ve cismanî perdeni mevt nedeniyle kaldırınca, işleyen ilmi idrak edince,
daha önce tasdik etmediğin şeye, ahrete şahitlik ediyorsun, görüyorsun.”
(50.19-22)
“Delilleriyle, kanıtlarıyla, haşyet
ve azamet tecellisiyle ortaya çıkan nefsanî sıfatlardan sakınanlara, takva
ehline, sıfat cenneti yakınlaştırılır. Sıfat cenneti, yakın mekânda, zuhurda,
ortaya çıkışta, değil ama rütbede zat cennetinden daha yakındır, buna karşın
zat cenneti daha yakın görünür. Bunun nedeni, nur âleminde ulvî mertebede daha
uzak olanın, nurunun şiddetinden, daha yakın görünmesidir. Aynı, güneşin
gezegenlerden daha yakın görünmesi gibi.” (50.31) İnanmadan, inanılan görünmez!
“Kitap
ehli, senden, onlara ruh semasından mükaşefe, keşif yoluyla anlayış, bilişle
bir ilmel yakin indirmeni isterler. Musa’dan da ‘Allah’ı aşikâr göstermesini’
istemişlerdi. Müşahede, mükaşefeden daha iyi ve büyüktür.
Zatlarının bekasıyla müşahede
istemeleri sebebiyle kendilerini saika, yıldırım aldı. Müşahede zamanında
bakiyenin vücudu bir şey’i mevsufunun, sıfatlananın gayrine koymaktır. Bakiye
ile birlikte müşahede istemek, sıfat kemalini kendisine ait görmesinden
kaynaklanan nefsin azgınlığıdır.” (4.153)
“Onlar, Mesih'i yakînen
katletmediler, belki Allah Teâlâ Mesih'i kendisine ref eyledi, yüceltti. Ehl-i
kitaptan her kimse, yukarıdaki, ancak mevtinden evvel, İsa'ya herhalde imân
edecektir. İsa'nın ref’i, ruhunun âlem-i süfliden ayrılıp âlem-i ulviye
ulaşmasıdır. Ve ehl-i kitap, yani evveli ve ahiri arif olan ilim ehlinin tümü,
Allah'ta fena ile İsa'nın mevtinden evvel ona iman eder ve ona iman ettikleri
zaman, kıyamet günü, yani cisimsel perdelerden kurtulup halen bulundukları
uyku ve gaflet hallerinden kurtuldukları gün, olmuş olur. Kıyamet gününde İsa
onlara şahit olur. İşaret eylediği veçhiyle Hak Teâlâ onlara İsa suretinde
tecelli eyler.” (4.157-159)
İnsanın fıtratına işitme, anlama,
idrak etme ve davete icabet etme kazınmıştır. Benlik ve bencillik yapması
fıtratları gereğidir. Bu durumda muhatap alınır ve doğru yola davet edilir.
Kesretin vahdet olduğunu anlayarak, bütün içinde, tümde fani olarak, fıtratın
gereğince, yola girin. Fıtratı yok saymak doğru değildir. Yaradılışınız
gereğince davete uyun, sülûkta ilerleyin, var olan davet edilir, davet edilen
yokluk iddia etmez, varlık ile kabul edin ve tehir etmeyin, karşılığınızı
alırsınız. Tümde fani olmak, yokluğun idraki değil, varlığın idrakidir,
müşahede ve şühud edin, gözlemleyin ve şahit olun. “Güneş
ışığını gören, güneşi görür, Allah’ın nuru görünüyorsa görünen Allah’tır!”
(39.22)
İnsan, bilmek için donatılmıştır.
Bilgilerin kaynağı doğa ve evrendir. Akıl, hafıza, anlayış ve idrak hep bilgi elde
edip işlenmesi için verilenlerdir. İnsan, bildiği için ve bildiği, uyguladığı
kadar insandır. İnsanı anlamak ve değerlendirmek de güçtür. Bir elementin atom
yapısını bilmek veya galaksileri bilmek kullanılan aletlere bağlıdır. İnceler
ve gözlem yaparak bilinebilir, durumları, insana kıyasla, durgun sayılır.
İnsan, var olanların içinde en dinamik olan ve çok şeyi içeren bir varlıktır.
Özellikle maddesel yönüne veya bedensel faaliyetlerine hükmeden duygularını
anlamak zordur. Çok sayıda uzmanın işbirliği ve eşgüdümüyle yürütülecek ortak
ve sürekli çalışmalarla bir anlık sonuca ulaşılabilir. Çevre koşullarına uyum
gösteren insanın etkilenme ve etkilemesi de değişecek ve gelişecektir. İnsanın
beden ve ruhunun anlaşılması için ise tüm ilim dallarının birlikte, ilmin
tümünün, kullanılması gerekir.
Tüm kutsal
mesajları özetleyen Kur’an, ilmini, evrenin tümünün, içindekilerle birlikte,
neden ve nasılıyla ortaya koyar. Kısaca, var olan bir şeyin, Hakk’ın ilminden
aldığı uygun pay ile var olduğunu bildirir. İlmin indirildiğini, ilmin
uygulanmış halinin Furkan olduğunu açıklar. Her şeyin ilimden aldığı bir
özellikle var olduğunu ve bu özelliğin kendisine özel ve özgü olduğunu söyler.
Böylece her şey ilmin bir uygulamasıdır ve bilgisinin deposudur, bilgisinden
başka bir şey de değildir. Bir şeyi anlamak için onun bilgilerine ulaşmak ve
onları bilmek, onların nasıl birleştiğini bulmak gerekir. Bilgisi bilinmeyen
bir şey bilinemez. Doğanın veya evrenin ardındaki bilgiler ve ilim bilinmedikçe
her şey gizemini korur.
Cansız
varlıklardan canlılara, bitki ve hayvanlardan insana geldikçe ilmin
uygulanmasındaki karmaşıklık artar. Fizik ve kimya gibi temel bilim dallarıyla
hava, su, toprak ve ateş gibi temel unsurları anlamak mümkün olabilir. Ancak
anasırların yapısını bilmek insanı bilmenin sadece başlangıcıdır.
Fizik ve
kimya gibi, sınırları belirli bilim dallarında uzmanlaşmak, diğer alanlarda
sınırlı kalındığını gösterir. İlim dallarının ayrılığı, diğer alanlardaki
bilgilerin sınırlı oluşunun kanıtıdır. Uzman bir fizikçi hem fizikçi hem de
kimyacı olamaz. Disiplinler arası ilişkiler de bir uzmanlık işidir. Bitki ve
hayvanların doğasından söz edilir. Oysa insanın dini ve ahlakı üzerinde
durulur. Bir fizikçi veteriner bile değildir. Aynı uzmanın din ve ahlak
konusunda laf etmesi bilimsel ahlakın dışına çıkmak, hatta ahlaksızlık,
yücelmeye başlanan dip noktası olabilir.
İnsan
ahlakı, Kur’an ilminin uygulanmasının doruk noktasıdır. Bu noktaya ulaşmak bir
hedef, bir amaçtır. Olgun insan olma gayretleri, ilmin tümünü anlama çabasıdır.
İlmin kaynağına inildikçe bir açılımın çıkış noktasına yaklaşılır. Su kaynağına
ulaşıldıkça görüldüğü gibi, görünmeyenin görünür olmaya çalışması, ortada
olmayanın ortaya çıkmaya çalışması söz konusu olur. Burada da, bir fizik
uzmanlığında olduğu gibi, içgüdüsel, sezgisel öngörüler ile ilhama dayalı bilgiler değer kazanır. Tez
ve anti tezlerin sentezleriyle, uygulamalardan uygulanan ilmin kaynağına doğru
çıkılır. Bir fikir geliştirmek ise akıl etme gücünün kullanımıdır. Bir arabanın
parçaları, fikir sahibi olunmadan monte edilemez. Fikirler zamanla, uygulandıkça
gelişir.
Mağaralardan
yüksek binaların inşaatına geçmek kolay değildir. İnsan da temel bir fikir ile inşa edilir. Bireyin insanlığı,
mesleğinin ötesindedir, bilimsellikle sınırlanamaz. Mühendislik, maddenin
inşaatıyla, tevhit ilmi insanın inşasıyla ilgilidir.
“Allah her şeyi, imkân
âleminde mümkün kılmış, kendine yokluk ile şahitlik eder olduğu halde, icat
etmiştir. Her şey takdirincedir. Her şey, sıfatından bazısını kabul ettiği
kadardır, bazı sıfatlarını gösterecek kadardır. İcat edilen eşyanın her
istidadı, her sıfat ve yeteneği bir olgunluğun göstergesidir. Hakkın sıfatından
ibaret bulunan her olgunluk bir eşyada istidat bulmuştur.” (25.1,2) “Mahcuplar
büyük kıyameti, yeniden dirilişi, tekzip ederler. Bu tekzip ya perdelenmenin
çokluğundan veya istidadın, yeteneğin, anlayışın eksikliğindendir. Gerek
perdenin kalınlığı gerekse anlayışın kıtlığı azap ve işkenceyi getirir ve
gerektirir.” (25.11) “Her şey hak ile zahir olmuş, görünmüştür. Her şey hakkın
görünür halidir, hakkın zahir olmuş halidir. Yokluk, gizlenip sırlanarak, sır
tutarak, izafi vücut bariz, apaçık olmuştur. Nur, hariçte zahir olan vücuttan
ibarettir. Eşya ve görünen vücutlar, ezeldeki ilimlerinin açığa çıkmış, görünür
olmuş halidir. Her vücut bir ilimle görünür olmuş; vücut, ilmin, info, bilginin
görünür halidir. İlmin görünür haline ‘gölgenin uzatılması’ denir. Kütlenin,
görünen enerji olan ışığın, hakikati, hakkın gölgesidir. Kütlenin hakikati
bilinirse, kütlenin görünen ışık enerjisi olduğu idrak edilir. Mutlak vücudun
ortaya çıkmış, görünür olmuş sıfatıdır. Her cisim ışır, ışık saçar, ışınım
halindedir, hakikatini görünür kılar, enerji yayar.” (25.45) Yer ve gökler ile
içindekilerden, yaratılmışlardan bahseden tabii ki ilimden söz eder.
Uzman
bilim insanları bindikleri dalları keser. Genel kabul gören düşüncelerden en
önemlisi budur:
“Bilim,
her bilgiyi, aksi ispat edilinceye kadar doğru olarak kabul eder ve bugüne
kadar elde edilip de aksi ispat edilmeyen önemli bir bilimsel bulgu yoktur.”
Kısaca bilimsel açıdan henüz önemli bir sonuca varılmadığı düşünülür. Hem “Ne
biliyoruz ki” denir hem de bilim insanı olmaktan gurur duyularak kutsal
mesajlar reddedilir. Yokluğu kanıtlanmadığı halde ‘varlığı kanıtlanmadı’
diyerek “Allah, var olandır” gerçeği inkâr edilir. Bilmeyen, bildiğinden emin
olmayan birinin ayetleri inkâr edişi hiç önemli değildir. İlim bir ve tektir,
var olan her şey ilimle var olur ve ilim, inanılan her şeyin kanıtlanması
içindir. Bilimsel körlük de cehalet kuyusundadır, dip bulunmadan doruğa
çıkılamaz ama gayret gereklidir.
“Ben
hayvanlardan farklı, fazla ve maddi ve manevi donanımı onların ötesinde olan
bir beşerim idrakine” varabilen, Âdemdir. Âdem, maddesinin halk edilmiş,
canlılığının yaratılmış, kendi kendine öğrenecek kadar eğitilmiş ve öğretilmiş
olduğunu, amacının kâmil insan olmak olduğunu, bu amaç için inşa edilmesini
isteyip izin verdiğini, kabul edip, söz ve hal lisanıyla aşikâr edendir. Âdem,
kendisinin ilimden ve ilim için yaratıldığını, ilimle donatıldığını bilir.
Âdem, amacına uygun olarak, Hz. Muhammet’in nuruyla, ilminin idrakiyle,
yaratılıp yetiştirildiğini bilir. Bilgisinin ve ilminin sahibinin kendisi
olmadığının idrakindedir. Allah’ın ilmi, izni ve yardımıyla bilinebilir. Fotonun Allah’ın nuru olduğunu ve her şeyin bununla
parlayıp görünür olduğunu idrak eder. Ruh, kalp, nefis, beden ve bedenin
maddesi ile manasına ilişkin ilimlerin söz konusu olduğu ortamda, bedensel
çamura ilişkin bilim de kapsam dâhilindedir ama asla diğer tümüne rakip olamaz.
“Düşünme,
düşünerek fikir üretme, gücü ve kuvvetini, kutsallığı nedeniyle, terbiye etmeye
gerek duyulmaz. Cisim ve cesetten arınmış hali nedeniyle de fena etmeye, fani
olmasına gerek yoktur. Düşünebilme, fikir üretme yetisi, kısa zaman içinde, bir
anda, zahir olabilir ve bir anda bir fikir ortaya çıkabilir ve delillerle yön
değiştirerek, tüm kıyaslamaları birleştirip, senteze ulaşabilir. Kalp, vücudun birliği
ve bütünselliğini idrak eder ama akıl, kıyas yolu ile cüzî, kısmî, parçalara
ait bilgilerden sistemin bütününe, fikirsiz geçemez. İnsan, beden şehrindeki
her ayrıntıyı tam olarak idrak edemez. Bilinen ayrıntılar, bütünü oluşturacak
şekilde birleştirilemez. İlim ve cisim âlemleri ayrı iki âlemdir. Ayrıntılı
incelemelerle bilinmeye çalışılan parçalardan, bütüne ve onu oluşturan fikrin
kendisine ulaşmak mümkün değildir. Fikir sayesinde iki âlem idrak edilebilir.”
(27.22) Kuş gibi uçak bile, hala, kuş değildir.
Her
şey, ilmin bir uygulamasıdır. Şey ile hakikati farklıdır, akıl bunu fark
edebilir. Şeyin, ilminden farklı ismi, cismi ve resmi olamaz; şey, ilminin
deposudur. Uygulama sonucu olan ‘şey’ uygulanan ilmi bilemez, o ilme ulaşamaz,
o ilim ile doğrudan iletişim ve etkileşim içinde olamaz. Parça, bütünlüğü
bilemez, doğrudan, eşit gibi iletişim ve etkileşimde olamaz. Bütün fikri, ilmin
ayrıca uygulanabilir bir bölümüdür. İnsan, kendisine hizmet eden
yeteneklerinin, alt sistemlerinin toplamıdır. Göz sadece görmeyi, kulak sadece
duymayı bilir. Sindirim sistemi, kendi içinde bir bütündür, alt sistemler
uyumlu çalışır ama biri diğerini bilemez. Her alt sistem bir üst sistemin bir
parçası, bir alt sistemidir. Her alt sistem bir üst sisteme bağlı ve bağımlıdır,
bağımsız ve ayrıca çalışamaz. Her açık sistem çevresinden girdiler alır,
girdileri kendi bünyesinde işleme tabi tutar ve üretimin sonuçlarını ürün,
çıktı olarak çevresine yani bir üst sistemine verir. “İnsan bir parça mıdır, bütün müdür?” cevap ilham gerektirebilir.
İnsan,
bir açık sistemdir, işlem ve oynama alanı çok geniştir. Çok şeyden etkilenir ve
çok şeyi etkiler. Bulunduğu yere hâkim olmak ister. Doğaya hükmetmek, onu
değiştirmek ve arzu ve isteklerine uygun hale getirip, kendisine hizmet
ettirmek ister. İnsanın hakikati de kendisinden farklıdır. İnsan da ilminin
aynı ve deposudur, ilminden ayrı ve gayrı ismi, resmi ve cismi olamaz. İnsan,
bir fikrin uygulamasıdır ve fikir kutsaldır. İnsan açık bir alt sistemdir.
“Dedikleri ve düşündükleri bilinen, zahiren de İslam
hali üzere olan müminler terk edilmez. Belki bağlılığı ve bağımlılığı artırmak
veya imtihan etmek amacıyla, bir süre için serbest bırakılır. Böylece kötü
nefis sıfatlarına, şeytan ve kuruntuya dayanan heveslere sahip olanlar ortaya
çıkar. Kalp sıfatlarıyla oluşan güzel ahlak sahipleri, ruhun müşahedesi, sırra
ulaşma isteği ve girişimleriyle nefis sıfatlarından uzaklaşır. Bu nedenle bu
iki grup arasına fitne girer, anlaşmazlık çıkar, kötü olaylar olur. Sonuçta
nefis ve şeytan tarafını seçenler ile kalp ve ruh tarafını tercih edenler
arasında ayırım keskinleşir, fark yaratılır, bilgi ve muhabbetin Allah için
olduğu idrak edilir. Müşahedeleri, bilgileri ve muhabbetleriyle müminler doğru
yoldadırlar.” (3.179)
“Ancak gaip vücudunuzla sizin aranızda uzaklık
vardır. Fıtratınızda, ilişki kurup, gaip vücudunuzla iletişim ve etkileşime
girme istidadınız, yeteneğiniz yoktur. Resul vasıtası olmaksızın, siz, sizde
gizli bulunan ahval ve hakikatlere ulaşamaz, gaip vücudunuzla haberleşme
kuramazsınız. Kendi hakikatinize, kendi kendinize ulaşamazsınız. Allah, sizi
hidayete, doğruluğa, eriştirme yeteneğine ve nefsaniyeti açısından aynı cinse
sahip resulleri seçer. Sizin gaip olan vücudunuzun esrar ve hazinelerine sizi
hidayet etmesi için o resulü keşif eyler, esrarlı hakikatlerine muttali,
haberli, kılar.” (3.180)
“Buna binaen sizin, resullerden telâkki ve kabul
etmenizin mümkün olması için, kalben kabul ile Allah ve Resullerine iman ve
irade ve şeriata sıkıca tutununuz. Tutunursanız, size ‘hakikati keşfetme’ büyük
sevabı vardır. Allah'ta fâni olmakla infak ediniz, rahmetine kavuşursunuz,
nurlu cemalini örten perdeleriniz kalkar. Peygamberlerin
tevhit ilmiyle, gökten, ruh semasından gelen aşk ateşiyle, nefislerini kurban
edip, ifna etmeleri rablerinin işitici olmasındandır.” (3.181)
Nefsanî
faaliyetler ile kalbî faaliyetler iki ayrı âlemdir. Nefsanî âlemde yarışma,
kalbi âlemde paylaşma hâkimdir. Üreticiler arasında da bir rekabet, tüketiciler
arasında da bir rekabet vardır. Rakipler arasındaki yarışma mücadeleye
dönüşebilir. Bunlar arasındaki paylaşımlar, paylaşılanların az veya çokluğuna
göre kapışmaya dönüşebilir. Paylaştıkça azalan şeyleri paylaşım, adaletten
uzaklaşabilir. Gazap ve şehvet kuvvetlerinin hâkimiyeti altındaki nefsanî güç
ve kuvvetler, tüm paylaşım fiillerini kavgaya dönüştürebilir. Böylece kötü nefis
sıfatlarına, şeytan ve kuruntuya dayanan heveslere sahip olanlar ortaya çıkar. Kalp
sıfatlarıyla oluşan güzel ahlak sahipleri ise ruhun müşahedesi, sırra ulaşma
isteği ve girişimleriyle nefis sıfatlarından uzaklaşır. Nefsanî fiiller beden,
madde ve maddi şeylerle ilgilidir. ‘İnsanın fikir babasına ihtiyacı yoktur’ deyip
resulü inkâr eden, toplumsal öğretileri de reddedebilir. Kalbî fiiller ise ruh,
ilim, güzel ahlakla ilişkili duygusal düşünce ve fikirlerle ilgilidir. Önemli
olan düşünen akıl sahiplerinin nefis ile kalp ayırımını yapıp kalbi tercih
etmesidir.
Bir
ayette, ‘İlim, Hakk’ın gölgesidir’ deyimi geçer. (25.45) İnsan, kutsal bir fikirdir.
“Her şeyin hakikati Hakk’ın ilminin aynısıdır, vücudu ilmi ile oluşur, ilmi
zatının aynıdır ve zatı aynı vücududur. (41.53,54) Yukarıdaki
ayet ‘Ancak gaip vücudunuzla sizin aranızda uzaklık vardır’ diyerek, parçanın
bütünü anlayamayacağına işaret etmektedir. Üstelik “Fıtratınızda, ilişki kurup,
gaip vücudunuzla iletişim ve etkileşime girme istidadınız yoktur. Resul
vasıtası olmaksızın, siz, sizde gizli bulunan ahval ve hakikatlere ulaşamaz,
gaip vücudunuzla haberleşme kuramazsınız. Kendi hakikatinize, kendi kendinize
ulaşamazsınız.” Gerçekleriyle, insanın, elçiyi görevlendirene ulaşmak için
elçiye muhtaç olduğu üzerinde durulmaktadır.
Su,
ilmin rumuzudur. Yağmur, bir rahmettir. Yağmur taneleri halinde gökten inen
suya benzer şekilde, bilgiler de kutsal olan ilimden kutsal fikirlerle iner,
anlaşıldıkça, bilgiler çoğaldıkça bilim halini alır, uygulamaların ardında ilim
olduğu, ilmin vücudunun olduğu idrak edilir. Yağmur damlaları buluta kadar
izlenir ancak bulutların oluşumu hakkında sadece fikir vardır. Güneş altında
buharlaşıp bulut oluşturan suyun, orman veya okyanus gibi, hangi mevcuttan kaynaklandığı
bilinemez ama bir vücuttan çıktığı kesindir. Suyun yeryüzüne gökyüzünden indiği
de düşünüldüğünde, suyun evrende bilinemeyen bir vücuttan kaynaklandığı da
gerçektir. Bilinemeyene ‘gaip’ denebilir. İnsanın madde ve manasının kaynağı da
bilinemez, ‘Görünmeyen, Gizli olan, Âleme’, gaip vücut denebilir. Gayba
inanmak, bilinemediği için, bir anlamda zorunludur. Damlanın serüveni bulutta
başlar, deryada biter. İnsanın yaşamı da aslına dönünceye kadardır. Kalbî iman
ile Allah’a dönüş kaçınılmazdır, bilinse de bilinmese de. Resulüne inanarak
aslına dönenin yeniden dirilişi de bir gerçektir. Resul, hakikati arayanlara
şefaat edecek, hakikat güneşi altında rahmete kavuşturacaktır.
Umarım,
elçinin muhabbet elini tutar, hakikat güneşine maruz kalıp rahmete ulaşırız!
Her
insan aslında, özünde, bir kitaptır. Karşıdan görünse, ne kitabı acaba denir.
Adını okuyunca bir tahminde bulunulur. Okunmadan gerçek açığa çıkmaz. Birisi
geliyor denilse, kim olabileceği düşünülür. Adı duyulsa, cinsiyeti
anlaşılabilir. Görüldüğü zaman, ziyaretin amacı merak edilir. Gelenin
konuşmasından sonra her şey açıklığa kavuşur. Hayat da buna benzer. Bir ömür,
yaşanır ama nelerle karşılaşılacağı tam olarak yaşanmadan bilinemez. İnsanın da
bir ismi, buna mütenasip, uygun, ilminin sıfatı ve isim ile sıfatını kapsayan
kişiliği veya zatı vardır. Her sıfat, ilminin özelliklerini içerir ve onların
tümünü açığa çıkarıp aşikâr eder. Sıfatları sıfat yapan açığa çıkardıkları
ilimdir, ilgili ilmi olmadan o özelliklere sahip olunamaz. Her renk bir dalga
boyu, her koku bir kimyasal bileşimdir. Bir ismi olanın, daima kendine özgü
hareketi vardır. Diğer şeylerden farklı olan, farklı hareket edene farklı bir
isim verilir. İsmi olanın da daima bir cismi veya tasavvur âleminde bir yeri
vardır. Önce mana sonra madde âlemlerinde farklı, özel bir yeri olmayana ayrı
bir isim verilmez. Her isim de belirli bir sıfata ve bu özellikleri oluşturan
ilme sahiptir, aslında isim, o ilmi açığa çıkaran sıfatındır.
“Ayetin
başındaki (Ta), (Sin) ve (Mim) harfleri de Resulün isim, sıfat ve zatı için
olabilir. Hz. Ali, Resule, “Sen harfleri ile gizli olan şeyin zahir olduğu
aşikâr bir kitapsın” demiştir. Resul de herkes gibi bir beşerdir ama ona vahiy
gelir.” (16.1) Herkeste bir kitap olma potansiyeli vardır. Herkesin bir ismi ve
sıfatı vardır, vücudu, kişiliği de ismiyle sıfatını kapsar ve ilminin açığa
çıkmış halidir. Doğumdan itibaren, insan, önce ne olduğu belirsiz bir nokta,
sonra bir harf, daha sonra anlamlı bir kelime olarak düşünülebilir.
İlk
defa “Ben diğer halk edilmişlerden ve canlılardan farklıyım, ben bir hayvan
değil insanım” diyen Âdem olabilir. İlmin nuru ile aydınlanmaya, ilmi anlamaya,
resulün nuru ile yaratılıp dirilmeye başlayabilir. “Nebiler, Allah’ın kelimesi,
kelimetullah veya kelamıdır” deyimleri anlam kazanır.
“İnsanlar özellikle iki tiptir, biri inanan diğeri inkâr
eden. Müşrik, inkâr eden, doğuştan dilsiz gibidir. Dilsiz insanın ‘konuşma
yeteneğinin’ doğuştan olmaması gibi, inanmayan, şirk koşan da, istidadında,
akıl ve idrakten yoksundur. İnanmayanın, akıl yürütme gücü ve idrak etme
yeteneği eksiktir. Bu eksiklik ‘verilmemişlik’ anlamında değildir. İlahî adalet
açısından herkese verilenler eşittir ama önem verilmez, üzerinde durulup
çalışılmaz, aksi tercihler kökleşir, bu nedenlerle eksiklik oluşturulur. İman,
kalbin emridir, nefsaniyetten kurtulamayan, kalbî değerlere erişemeyen, kalbini
geliştiremeyen imana erişemez. İnsan, ilahî vücudun aracı, hazretinin, hazır
veya var olanın vekilidir, vekâleten vardır. Haktan gayrisinin noksan olduğu ve
imkânlarının kısıtlı olduğu anlaşılmalıdır. İnsanın kendisine gerekenler,
amacına, kemaline uygun olanlar verilmiştir. Verilenlerle noksanını idrak
edebilmeli ve nefsini bilerek Hakka sığınabilmelidir.” (16.76)(26.3)
“Resule, Hakk’ın vücudu bağışlandıktan sonra, ‘Furkan
aklı’ indirilmiştir. Diğer bir deyişle gayrinin olmadığı idrak edilince, tüm
vücut Hakkın olur ve hakkın vücudunun nasıl oluştuğu da aşikâr olur. Kuran
ilminin nasıl uygulandığı da indirilmiş olur. Her şeyin hakkını tahkik edene
hakikat aşikâr olunca, fıtratının selameti için, kişi teslim olur ve itaat
ederse, kemaline hidayet edilip terbiye edilir, bekası müjdelenir.” (16.89)
Her hareket edenin, rengi ve kokusu olanın, sıfatı farklı
olanın hakkında ‘nasıl oluyor’, ‘nasıl çalışıyor’ veya ‘bu özellikler nasıl
ortaya çıkıyor’ gibi sorular sorulur. Cevap bulundukça her şeyin ardındaki ilim
bilinmiş olur, ilim idrak edilmiş olur. İnsan da madde ve manasıyla veya beden
ve ruhuyla çok karmaşıktır.
İnsanın alt sistemlerinin nasıl çalıştığı bilinse de tüm
sistemin nasıl işlediği bilinemeyebilir. Kitap yazımı ve basımında olduğu gibi
noktalardan harflere, harflerden kelime ve cümlelere geçilse de bir sonuca
varmak mümkün olamaz. Bir kişinin yaşamı sona ermedikçe her an halden hale
geçiş sürdüğü için her insan dinamik kişiliğe sahiptir. Kesin ve belirli bir
sonuç elde edilemez. Her kişinin bir ve tek veya ‘biricik’ olması nedeniyle bir
başkası örnek de olamaz. Hastalığı ve sağlığı, fiilleri ve sıfatlarıyla, herkes
bir diğerinden farklı bir bütündür. Ayrı ve ayrıcalıklı bir kitaptır, dinamik,
canlı ve sürekli bir değişim içindedir. Birisinin diğerini bilmesi ve anlaması
başka, insanın kendini anlaması başka şeydir. “Hayır ve şer Allah’tan ise
fıtrat ve istidatların verilmişliği esas ise kaza ve kadere inanmak varsa ve
elde irade yoksa benim ne günahım olabilir?” diyen kişiye söylenebilecek bir
tek şey vardır ‘benim’ dediğin iradesiz kimdir?
Doktorun hastasını, öğretmenin öğrencisini bilmesi ve
anlaması beklenir. İnsanın kendini bilmesi ise kendisinden toplumca istenir.
Kutsal mesajlar da insanın kendini bilip anlaması konusunda yardımcı olur. Bu
mesajlara inanmak insanın kendi yararınadır. Halk edilenlerin nasıl halk
edildiği, yaratılan canlıların nasıl yaratıldığı ve inşa edilen insanların
nasıl inşa edildiği, kutsal kitaplarda örnekleriyle açıklanır. Her şeyin bir
amaç için yaratıldığı ve bu amacın ne olduğu, hedefe nasıl ulaşılabileceği
anlatılır.
“Oku, düşün, tefekkür et, bilgi elde et, ilmi anla, tüm
varlığı idrak et” kutsal mesajları akıllı ve aklını kullanan insanlar içindir.
Akıl, kullanıldıkça gelişir, anlayış ve idraki artar.
Her insan bir kitaptır, ayrı bir bütündür, farklı bir
ismi, cismi ve resmi vardır. Evrende, altın ve elmas gibi, var olan her şeyden
insanda da vardır. Kutsal mesajlar Âdem ile âlemin ikiz olduğunu bildirir.
Birine bakarak diğeri anlaşılabilir. İkiz atom, elektron ve fotonların her
özelliği âlem ve Âdem için de geçerlidir. İki galakside saptanan ikizler,
örneğin elektronlar, birbirleriyle anında haberleşircesine ortak hareket
ederler. Zaman ve mekân mefhumları yoktur. “Doğada ve evrende ele alınan her şey bir isim ile
anılır ve bilinir. Farklı şeyler varlığın kesret halidir ve celal tecellileri
olarak anılır. Kesretin vahdet olduğunun idraki büyük bir güç, kuvvet ve
kudretin ortaya çıkışına, cemalinin görünmesine neden olabilir.” (13.12)
Her
insan, her kitap ve her şey kendine özgü fiil, sıfat ve kişilikle vardır ama
hepsi birden bir ve tek bütün de oluştururlar. Celal tecellileri kesret görünür
ama aslında kesretin de vahdet olduğunun idraki kaçınılmazdır. İnsanlar birer
kitap ise de aynı kütüphanenin birer kitabı oldukları hemen anlaşılabilir.
Kendini bilenin bir kitap olduğunu anlaması ve bir kütüphaneye ait olduğunu
idrak etmesi gerekebilir. Bu kitabı da kendisinin yazdığı gerçeği ayrıca
düşündürücüdür. Kitap yazımı için çok sayıda gerekli şeylerin ‘verilmiş’
olmasının idraki bireysel akışkanlığı durdurabilir ve dondurabilir. Yağmurun
damlalar halinde yağması damlaların faaliyetleri değildir. Damlaların
birleşerek göl veya derya oluşturabileceğini bilerek damlanın özelliklerinden
deryanın tüm özelliği bilinemez. Damlada deryalık yoktur.
Ancak
inşa edilişinin kanıtı olarak insanın insanlığı gösterilebilir. Kâmil insanın
kalbinde insanlığın ve âlemlerin tümü zerre kadar yer tutabilir. Allah, insanın
gönlündedir!
Umarım,
biz de kendimizi arar, bulur, bilir ve Resulün kitabında yerimizi alabiliriz.
Paraşütle
atlayan insan görünse, ilk bakışta, paraşüt insanı taşıyor gibi görünür.
Paraşüt ve insan ayrı parçalardır ama bir bütünün parçalarıdır. Havanın
kaldırdığı düşünülür ama hava kaldırmaz. İnsan ve paraşütü, havayı yarmaya
çalışan bir bütündür ve atmosfer ile bir sistem oluşturur. Havayı yarmaya
çalışan paraşütlüye, hava veya atmosfer karşı koyar, direnir böylece havada
karşılaşan kuvvetler dengede buluşur. İşin uzmanları böyle açıklar bu bilimsel
gerçeği. Dengede buluşulunca, artık insan gittikçe artan hızda düşmez. Havada
asılı kalma, yüzme, salınma, dolaşma, yol alma, yolculuk gibi deyimler daha
anlamlıdır. Uzay-zaman birleşik alanında düşme yoktur. İnsan da düşmez Dünya da,
yüzerler. Bu hareketin ardında bilgi, bilim ve fizik yasalarıyla, ilim vardır.
Tamamen aynı şekilde, yağmur damlası, düşüp artan hızla yere çakılmaz, damla da
havayı kolay yaramaz. İlgili kuvvetlerin bileşkesiyle ‘madde uzay zamanda
yüzer’ gerçeği bilimseldir. Söz konusu kuvvetler ‘itim ve çekim’ kuvvetleridir.
Her hareket eden şey, itim ve çekim kuvvetlerinin mevcut dengesini bozmaya çalıştığı
için yeni bir denge oluşmak zorundadır. Yeryüzünü yaramadığımız için üzerinde
dururuz. Her gerçeğin ardında bilgi, bilim ve ilim vardır. “İlk bakışta
aklımıza gelenler” tamamen aklın bize oyunudur. Akıl biraz geride kalsa iyi olur.
İlmin, bilimseli ve kutsalı
birdir. “Suretler, ilmin aynidir. Göklerde ve yerde bir zerre miktar
ilminden hariç olamaz” (6.59) “Her şey Rabbimin ilmi iledir. Rabbim
ilim cihetinden her bir şey'i vâsidir, yönetir.” (6.80) “Ruh semasından ilim
suyunu indirir, ilmî imanla iman edenler için büyük alâmetler vardır.” (6.99)
“Evvelden geleceğe kadar, tüm mevcudatın vücudu, sana indirilen bir kitaptır.
Yani, ilmi sana indirilen bir kitaptır.” (7.1,2)
“İlim ile detaylandırdığımız, bir kitap
getirilmiştir, yani, ilâhi ilmin gerektirdiği gibi, olgunlaşmaya yetkili ve elverişli,
el ve ayak gibi organlar, göz ve kulak gibi aletler ve duygulardan oluşan,
‘beden-i insan kitabı’ getirildi.” (7.52) “İnsanın akıl yürütme âleminde, ilim
ve idrak nuru inşa edilmiştir.” (6.1) Her halk edilen şey,
gösterişli ama etkisiz maddeden halk edilmiştir. (6.2) “Bilenler, Allah’ın
bilgileriyle Allah’ı bilir, ancak çoğu bunu bilmez.” (6.37)
İnsan beyni, vücudun
yüzde 2 sidir ama enerjinin yüzde 25 ini harcar. Beyin, düşünce üretir, etkendir, madde vücut
uygular, edilgendir. Düşünce gücü, elektronik aletleri çalıştırır, düşünce
enerjidir. Beyin hücreleri arasında oluşan elektrik akımı, çakan elektrik,
açığa çıkan kuvvetlerdir. Titreşimler, titreşimin frekansları, itim-çekim
güçleri ve kudreti hep enerjinin halleridir. Günlük yaşamda farkında olunmasa
da “Ben” denilen ‘şey’ ilgili kuvvetler arası bir denge durumudur. Nörolojiye
göre, ses ve renkler gibi, her şey sinir uçlarınca algılanır ve her şey tamamen
bir algıdır, ayrı bir ‘benlik’, ‘sen, ben’ yoktur. Her hareket ise yeni bir
denge durumudur. Hareketleri ve yeni denge durumlarını, akıl, kendine özgü
‘kıyas’ yöntemiyle anlar. Kalp, aklın yeri, yöntemi ve önemini iyi
değerlendirmelidir. ‘Akıl ve mantık’ ile ‘duygusal algılar’ eğer kalpte
gereğince değerlendirilirse, yaşamın ‘Hakk’a dönüş’ amacına ulaşılabilir. ‘Sen,
ben’ yoksa var olan yalnızca ‘O’ olabilir.
“İnsanın
bu isyanı, cezaya inanmayıp, yalanlamasından gelir. Bu ise gururdan daha büyük
kabahattir. İnsanın, beyninin, sağ ve solunda, akılcı ve duygusal, ilim ve
sanat açılarından farklı, iki melek, yetenek vardır. Bunlar insanın tüm
fiillerini, iş ve işlemlerini, düşüncelerini hıfz eyler, kaydeder, yazar. Bu
şerefli, ikramı bol, cömert kâtipler işlerin nakışlandığı dünya ve sema
âlemleridir. Bilgi kaybolmaz, vücut aslına, ilmine, dönüşüp yok olunca; bilgi,
drape şeklinde çevresinde kalır. Kısaca günahlarınızın, yerde ve gökte,
aleyhinize yazıldığını bilerek nasıl isyan etmeye cesaret ediyorsunuz?”
(82.9,10)
“Siz, Hakk’ın,
‘hıfz edicileri’ yani ‘ilim yüklenebilen’ kuvvetlerinden oluştunuz. Siz, bu güç
ve kuvvetlerin cisimlenmiş, şekil ve suret kazanmış, cisimleşmiş halisiniz.
Bedenlerinizden sıyrılıp çıkmanız, ‘soyunmanız’ halinde durum apaçık görünür.
Suretlerinizin bir kısmı size sevap ve rahatlık veren ruhanî latif
kuvvetlerdir. Bir kısmı ise size azap veren cismanî muzlim, zulmetli ve meçhul,
suretlerdir. Cismani azalarınız, organlarınız, hal lisanı ile sizin
yaptıklarınızı hatırlar ve işlediklerinizi söyler. Hafıza, semavi bir güçtür ve
ruhun bedenden ayrılması halinde yapılanları ortaya koyar.”(6.61)
‘Bedenden
soyunmak’, akıl ve mantık işi değil tamamen kalben yapılabilecek bir iştir.
İnsanın belirli bir yüzü, vücudu veya sureti vardır ama insanı insan yapan esas
olarak bilgisi, akıl etme gücü ve düşüncesidir. Akıl ile kontrol edilemeyen
bilinçaltı ve kısmen kontrol edilebilen bilinç üstü ile insan hareket eder,
yaşamını düzenler. Bilgi işleme kapasite ve kabiliyeti, tüm davranışları
düzenler ve hareketleri yönlendirir. Gidildiği için düşünülmez, genellikle,
düşünüldüğü için gidilir, yapılır, edilir. Böylece aslında ve esasında
hükmedici gücün beyin, ruh ve kalp gücü olduğu anlaşılırsa, bedensel güç ve
kuvvetin yeri ve önemi azalır. Kalktığı için düşünmez, düşündüğü için kalkar,
gider insan. İnsan karar ve davranışlarının temelinde etken olan duygular
nöroloji ve psikoloji gibi bilim dallarınca incelenir. Bu bilimler arası
araştırmalara göre her şey ‘sen’, ‘ben’ denen kişide algılanır ama ‘sen’ veya
‘ben’ yok, algılar vardır. Bilgi alışverişi içinde olduğu çevresiyle bir bütün
oluşturur ve insanın, ayrıca bir kişiliği, vücudu, zatı yoktur. Nöroloji,
psikoloji ve psikiyatri gibi bilim dalları da kutsal mesajlar da aynı gerçeği
dile getirir.
Hıfz
edici kuvvetler maddeleşir ama maddelerin birbirlerine karşı, kuvvetlerden
ayrı, bir etkisi yoktur, olamaz.
İnsan,
“Özgür iradesi” varsa vardır. Özgürlük ise bedensel, düşünsel ve ruhsal gibi
çeşitli nitelikleriyle tanımlanıp tartışılabilir. Kişi özgür olduğunu hisseder,
özgürlük duygusal bir durumdur denebilir. İnsan, hür ve bağımsız bir kişi
olarak, kendi aklı ile düşünüp karar verdiğine göre, özgürlük, akılcı bir
düşünce de olabilir. Çağdaş ortamda akıl ve kalbin ne kadar özgür olabileceği
bilimsel açıdan çok tartışılır. Aynı şekilde ruh, akıl, beden ve kalbin insana
Allah tarafından nimet olarak verilmiş, donatılmış ve inşa edilmiş olduğu da
kutsal mesajlarda yer alır. Her bütün, parçalardan oluştuğuna ve hiçbir
parçanın bütüne karşı bağımsızlık ilan edemeyeceğine göre, bilimsel ve kutsal
mesajların birlikte doğruluğu görülebilir. Özgürlük bir duygu da olsa bir
düşünce de olsa vardır ve yaşanır. Bu yaşam, özgür olduğunu düşünenlerce
yaşanır. Her kişi, eşitlik adına, aynı silahla donatılmıştır. Deryada damla,
bedende hücre, evrende Dünya ne kadar özgür ise özgürlük düşüncesi de o kadar
özgürcedir. ‘Bence’ gidiş ve ‘Hakça’ dönüş herkesin hakkıdır.
Her
kişinin, ‘özgür olduğunu düşünme özgürlüğü’ vardır. Önce bu duygu veya
düşüncenin kaynağının ne olduğu bilinmeden kullanılır. Bilmeden, kullanım adına
savaşılır. Mücadele özgürler arasında geçer. Biz ne yapıyoruz demeye başlayınca
öğrenim süreci başlar. Bir damla, yağmurun mu yoksa deryanın mı bir damlası
olduğunu bilemez ama insan, evrenin kendisiyle ikiz, hatta bilinciyle evrenden
üstün, olduğunu idrak edebilir.
Umarım,
biz de bilinmek isteyeni bilme sürecinde olduğumuzu idrak edebiliriz.
İbadetler
bedensel ve ruhsal olmak üzere ikiye ayrılır. Ayrıca, her ibadetin bir hikmeti
vardır. Bir kişi için iyi olan çevresi hatta evren için de iyi olabilir. Kişi
huzurda ve huzurlu ise çevresi de huzurludur. Her şeyin ardında, kendine özgü
bir özellik ve ilim vardır. Âlem ile Âdem ikizdir, insanda ne varsa âlemde de
vardır hatta aralarındaki sürekli etkileşim anlıktır. Ruh, ilim ve beden, madde
ve mana, enerji ve kütle birbirine dönüşebilir, hepsinin ardında ilim ve malum,
bir ve tek bilinç vardır. Bilim insanlarına göre “Kozmik Bilinç” vardır. İnsan
bilincinin büyüğüne sanki “Kozmik”, küçüğüne “Hücre içi bilinç” denir. Hayat ve
hayatın olmaması hali mevt de ortaya konan belirli bir ‘yönetim kudretidir’,
bilinçli olarak yaratılmıştır. Kutsal mesajlar, bilimsel buluşlarla kanıtlanır.
Örneğin, kütlenin oluşumunu açıklayan Higgs Bozonu bulunduğu için, kutsal
mesajlardaki “Madde-i Heyula, hayalî görkemli madde” kavramı daha iyi
anlaşılabilir. Çünkü bilimsel tanım olarak “Nasıl oluyor bilinmiyor ama ‘itim ve
çekim kuvvetleri’ bu bozon içinde toplanır, pıhtılaşıp, kütle kazanarak
maddeleşir” denir. Kütle de zaten enerjidir, birbirine dönüşür.
Japon Yoshinori
Ohsumi, (a Japanese cell biologist, has won the 2016 Nobel Prize for physiology or medicine) “Otofagosam” adı verilen, hücre
içinde oluşup dolaşan ve ihtiyaç duyulmayan hücre parçalarını, kullanılabilecek
alt parçalara ayıran, küresel bir bölüm keşfetti. Ohsumi, bu keşfiyle, 2016
yılında, fizyoloji veya tıp dalında, Nobel Ödülü kazandı. Bu sürecin, hücre
içinde bir yenileşme süreci olduğu belirlendi. Hücreler, aç kaldıkları yani insan açlık hissi duyduğunda
hücreler bunu algılar, içlerindeki bazı parçalarını yer. Bu sürece, “Kendini
Yeme” anlamına gelen “Otofaji” denir. Açlığa ve enfeksiyon kapmalarına karşı
uyum sağlama konusunda otofajinin önemi büyüktür.
‘Kendini yiyerek yenilenme’ süreci, hücrenin zor zamanlarda hayatta
kalmasını sağlar. Otofaji, işgalci virüs ve bakterileri yakalayıp parçalayarak,
vücudun iltihap kapmasına karşı savunmasında temel görev üstlenir. Otofaji
sürecini yürüten, hücrenin içinde, “Otofagosam” adı verilen bölümdür. Hücrenin
içinde, küresel balon şeklinde oluşup dolaşan bu bölüm, parçalanacakları toplar
ve onları protein, şeker ve lipitlere dönüştürür.
Hücreler,
açlık hissinin algılayarak, otofaji sürecini hızlandırır. Otofaji, önemli
fizyolojik fonksiyonları kontrol edip, hücre içinde alt parçalara bölünmesi ve
yeniden devreye sokulması gereken parçaları, hücrenin yeniden kullanımına
sunar. Böylece, hücre, içindeki daha önemli bölümlere gereken yapı taşlarını ve
enerjiyi sağlayacak yakıtı süratle üretir.
Otofaji, bir hücrenin içinde iltihaba neden olan bakteri ve virüsleri de
parçalayarak ortadan kaldırır. Embriyoların gelişimine ve hücrenin değişimine
katkı sağlar. Ayrıca, otofaji, hasar gören ve görevini tamamlayan proteinleri
ortadan kaldırarak, yaşlanmanın olumsuz sonuçlarına karşı, kalite kontrol
mekanizması olarak da çalışır. Hücreler, otofajiyi, öz yenilenme süreci, bir
çeşit yenileştirme merkezleri olarak, devreye sokar. Bilinç, çevreyi fark etme,
algılama ve tanıma yetisidir. Bu önemli işlevler bilinçli bir iradeyle yapılır.
Hücre içinde yabancı bir bakteriyi, virüsü yakalayıp parçalamak bilinçli bir
karardır. Yabancı olup olmadığının belirlenmesi ve bir protein veya organelin
hasarlı olup olmadığının saptanması hücre içi bilinçli bir karardır. ‘İkinci beyin’ olarak da
adlandırılan bağırsaklardaki bakteri ve virüslerin fonksiyonlarına benzer
şekilde, her hücre içinde önemli işlevi olan çeşitli süreçler vardır. Bu alt
sistemlerde de bir çeşit bilinçli karar mekanizmaları vardır. Her şeyin
varlığının bir hikmeti, her oluşumun bir amacının olduğu apaçıktır. Bu
süreçler, ‘canlılığın yaratılış bilincinin’ içinde yer alan alt sistemler
olarak değerlendirilebilir. İlk hücre ve bu hücrenin maddeye hükmeden DNA’sı da
bir bilinçle yaratılmıştır denebilir.
‘Siyam’,
yani ‘oruç’ da yırtıcı kuvvetin tecavüz ve tasallutunu izale için farz olunan
kanunlardan diğer bir kanundur. (2.180) Hz. Musa’ya kırk gün oruç tut dedik.
Bedensel ve ruhsal sağlığına kavuşunca “Rabbim bana görün, sana nazar edeyim”
dedi. “Ya Musa sen vücudun dağına nazar et” dedik. Musa, vücudunu büsbütün
mütelaşi, telaş içinde, gördü ve fena buldu, fani oldu ve “Ey Rabbim hadislerin
gözleriyle idrak olunmuş ve gayrına görünmüş olmaktan seni tenzih ederim” dedi.
(7.143) Hz. Meryem’e “Kutsal ruha ulaşınca, yeme ve içmeden mahrum kalarak, aç
ve susuz olarak, hakiki hayat ile tazelen” dedik. (19.25) Açlık hissi, nefsanî, bedenî ve ruhanî sağlık için iyi,
doğru ve yararlıdır. Hz. Ali ve Ehli Beyt Resulün arka arkaya üç gün yemeyip,
yemeklerini fakirlere verdiğini söyler. Mana âlemindeki diğer bir manası da
nefsinden kesip kalbin beslenmesiyle sağlıklı olmak övülür. (76.8) Alçak gönüllülük kibri, tevazu böbürlenmeyi, oruç dünya
şehvetini, merhamet gazabı yener, giderir. (105.3)
Atomların
çekirdeklerinde bulunan protonların iç
basınçlarının, Büyük Okyanusun en derin yeri olan Maryana Çukurundaki basıncın
trilyonlarca katından daha fazla olduğu belirlenmiştir. Bu nedenle protonları
oluşturan ‘Quarkları’ birbirinden ayırmak mümkün değildir. Kuarklar güçlü
itim-çekim kuvvetleridir. DNA molekülünün 25.000 civarında olan genlerden
oluştuğu bilinir. DNA da hücrenin çekirdeğinde bulunur. Hücre, kendi başına
çevresinden oksijen, yakıt veya enerji alan, aldıklarını içinde işleyen veya
yakan, bölünerek kendini oluşturan, artık ve atıkları toplayıp atan gibi alt
sistemleri, organelleri, organcıkları, bulunan, bir açık sistemdir. Çevresinden
girdi alıp işler ve çevresine belirli çıktılar verir. Çevresini etkiler ve
çevresinden aldıkları sinyallerle etkilenir, etkileşim içinde yaşayan canlı bir
organizmadır. Hayatı ve hayatını sürdürmek için gayretleri olan bilinçli bir
yapısı vardır.
Rastgele
hareketlerle yaşam sürdürülemez. Hücre bilinçlerinin, amacına uygun bir
bilinçle, birleşmesiyle oluşan insan bilinci de kozmik bilinç ile etkileşim
içindedir. İnsan, çevresinden aldığı veya algıladığı sinyallere, ikiz olma
özelliğine uygun olarak, anında tepki verir ve etkileşime girer. Kısaca bilimsel
ve dinsel mesajlarda ‘tesadüf yoktur’, bilinç vardır denir.
Kutsal
mesajlar ile bilimsel bulguların birleştirilmesi, Atamızın “Sağlam kafa sağlam
vücutta bulunur” sözü ile de mümkündür. İlk peygamberler aracılığı ile ilk
toplumlara da oruç tutmak farz kılınmıştır. Açlık hissinin, hücrenin, bedenin
ve vücudun tamamının yenilenmesi üzerindeki etkisi son araştırmalarca saptanmış
oldu. Daha önceki Temessül ve Tecessüd makalesinde ‘peryot’ geni
incelenmişti. Hücre içinde bilinçli işlevlerin olması akılcıdır. Oruç tutarak,
nefsini kontrol edene, hücrelerdeki yenilenme süreci sonucunda daha sağlıklı
bir bünyenin verilmesi, onun kalbî duygulara daha fazla zaman ayırmasını
sağlar. Kalbin güçlenmesiyle de ruhsal ve ulvî duygulara geçilmesi beklenir.
Yaratıcının huzurunda ve huzur içinde oluş duygularıyla, verilmiş akıl, fikir,
bilgi ve ilim yeteneklerinin kıymeti daha iyi bilinebilir. ‘İnsanın içi ve
dışının bilinçle dolu oluşu bilinci’ mükemmel bir duygudur. Akıl, fikir, bilgi,
bilim ve ilimden maluma, bilince geçiş insanı nihai amacına ulaştırabilir.
Ancak küllî ilmin malum olan bilinci ile maddesel olanların halk edilmesi, canlı
olanların yaratılması ve insanın inşa ediliş süreci anlam kazanabilir.
Umarım,
biz de oruç tutarak uruc etmeyi fehmeder, idrak eder, bilincine varabiliriz.
Kapsamlı bir
‘şeyi’ anlatmak için küçültmek gerekebilir. Örneğin foton için ‘göze gelen
enerji damlasıdır’ denip geçilebilir. Oysa bilimsel olarak bilinir ki fotonun
yayılımı küreseldir ve frekanslarının bir ucu evrenin fiziksel büyüklüğü kadardır.
Foton, önce pinpon, sonra tenis, sonra futbol topu gibi bir merkezden, küresel
olarak, ışık hızında, genişleyip yayılır. Görünür ışığın bu yayılımı aslında
dalga fonksiyonu halindedir ama göze bir parçacık olarak etki edip görme
sağlar. En küçük enerji birimi ‘kuanta’lardan oluşan ışığın hakkında bilinecek
çok önemli bilgiler vardır ama az bilgiyle de tanımlanabilir. Kısaca, nur,
parlaklık, aydınlıktır. Her şey bu parçacıklardan oluşur. Foton da bilgisinin
deposudur ve ardında ilim vardır. Anlatılmak istenen kavram ‘bilinç’ ise foton
örnek olarak da ele alınabilir. “Önemli olan maddedir, mana maddenin bir
üretimidir” yanılgısına düşülmezse, her parçacığın bir bilinçle halk edildiğine
rahatça inanılır. Bilim insanları bizi evrene götürmek istediğinde evreni bize
indirgeyip anlatır. Aynı kapsamda, Allah ehli, Allah’ı “Allah yerin, göğün nurudur”
ayetiyle anlatır. Bu ayetten ‘bilince’ tırmanıp çıkmayı yalnız insan başarabilir.
İnsan, indirilenlerle yetinmeyip, bilgilere tutunup, yücelmeyi bilmelidir.
Yumurtayı
çevresinden ayıran kabuğudur. İçindekinin evrenle bütünleşmesi için kabuğun içten
çıtlatılması gerekir. Duyu ve algılarıyla sınırlı, kayıtlı olan insan,
benliğinden vazgeçerse çevresiyle bütünleşebilir. Einstein “Olabileceğimi
olabilmek için ne olduğumdan vazgeçmeliyim” demiştir. Her insanın bir bilinci
vardır ama bilincin genel ve geniş kapsamlı olduğu da bilinir, örneğin,
insanlık bilincinden söz edilebilir. Bilinç hayata kuvvet verendir, hayatı
oluşturan kuvvetlerin kaynağıdır. Öz benlik bilinciyle var oluruz ama benliğin
özünden, özümüze dönerek, kabuğumuzu çatlatıp, bilince ulaşmayı deneyebiliriz.
Bilinç, anlaşılabilmesi için, önce indirgense de sonunda bilince yüceliş mümkün
olabilmelidir.
Eşyanın
mahiyeti, özü, aslı ve esası, görünen maddenin hakikati, Hakkın gölgesidir.
Nasıl ki gölge; güneşin, aydınlığın, nurun varlığına delildir; madde de izafî
vücut, enerjiye nispetle, kıyasla hakkın varlığına delildir. Bilinmelidir ki
eşyanın mahiyeti ve görünenin hakikati, hakkın gölgesi ve mutlak vücudun
sıfatının işaretidir, kanıtının ortaya çıkışıdır. Kütlenin, görünen enerji olan
ışığın hakikati, hakkın gölgesidir. İzdiham eden kuvvetler gölgeleşip
cisimleşir. Kütlenin hakikati bilinirse, kütlenin görünen ışık enerjisi olduğu
idrak edilir. İzafi vücut, Mutlak vücudun ortaya çıkmış, görünür, aşikâr olmuş
sıfatıdır. Her cisim ışır, ışık saçar, ışınım halindedir, hakikatini görünür
kılar, enerji yayarak yanar. (25.45)
Sonra
gölgeyi ifna ederek, ortadan kaldırarak, elde tutabiliriz. Her an, mevcut olan
herhangi bir şeyin fena bulması, evveline, oluşuna nispetle kolaydır. Ele
alınan her şey, her an, başka bir mazharda zahir olur. Var olanın fena
bulmasının, onu ortadan kaldırmak olmadığına, o şeyin suret ve hakikatine,
ezelde ve ebeden kaydeden akıl şahitlik eder. Akıl Hakkın elidir. Tutuş ve ifna,
o şeyin değişime uğramasıdır, tamamen yok olması değildir. Yok, ifna, ediş
mevcut olanın bir önceki halini, hakkın eli veya pençesinden ibaret bulunan,
akılda bulundurmaktan men etmek ve yeni haliyle kaydetmektir. (25.46) İnsan,
ancak, varlığına inandığı iradesiyle, maddeden arınıp soyunup, amacına ulaşır,
Hakka kavuşabilir.
Nefsin
zulmet gecesi insanlara libas, elbise kılınmıştır. Bu zulmet, sizi istila
ederek, Hakkın zat, sıfat ve gölgesinin müşahedesinde, sizi setir eder, örter.
Siz hakkın zat, sıfat ve gölgesini müşahede ediyorum diyerek meşgul olur, var
olduğunuzu zanneder, düşünür durursunuz. Sizi, hayat ve dünya da, böylece,
gaflet uykusunda uyutur. Hadisi şerif:
“Bütün insanlar uykudadırlar, ölünce intibah ederler, pişerler, uyanırlar.”
Uykudayken “Daimi hakiki hayattan” gafil kalırsınız. Kalpleriniz ruh nuruyla
hayat bulunca, his uykusundan sonra, kutsal âlem fezasında intişar eder, güneş
gibi yanıp, foton gibi yayılıp, dağılıp, yanarak yaşarsınız. (25.47)
Allah, öyle bir zattır ki ihya edici
ve diriltici olarak, sıfat tecellisi ile şişirici, nefhaat-i Rabbaniye
rüzgârlarını gönderir. Belirli bir bilimsel özellik kazanarak var olan bir
zerre, aniden şişerek varlık oluşturur. Örneğin, artı elektrik yükü ve müthiş
çekim gücü olan bir kuark yokluğun içinden çıkıp var olabilir ve aniden şişerek
bir vücut, proton gibi bir varlık, ortaya çıkarabilir. Çünkü yokluk tamamen boş
ve boşluk değil, ortaya vücut olarak çıkacak hakikati içerir. Bilemezlik olan
cehalet ile ölü olan kalbi, bilerek diriltmek, bilgi ile canlandırmak, üzere
pak, temiz ilim suyu ruh semasından indirildi.
İlk önce ilim ile dirilmeyen, henüz
bilemeyen, kalbin, ne varlığından ne de diriliğinden söz edilebilir. İndirilen ilim, hem nefsin inşa
edici kuvvetlerini oluşturan uygulamalı bilgileri, hem de ruhani kuvvetleri
oluşturan nazari bilgileri içerir. Kısaca ilim ya teorik ya da pratik olarak
hayata geçer. Uygulamaya dönük bilgiler bayındırlık ve inşaat işleriyle ilgili
özelliklere sahiptir. Örneğin ilim, zerrelere artı veya eksi elektrik yüklü
özellikler olarak iner. Bu tip özellikleri içeren bilgilerle oluşan
kuvvetlerin, belirli, önceden belirlenmiş, saptanmış güçleri vardır. Güçlü
kuvvetlerin belirli alanlarda toplanmasıyla etkileşim oluşur ve enerji maddeye
dönüşür. Bu madde ile evren ve doğa halk edilir, canlılık yaratılır, insan inşa
edilir. Nefsanî kuvvetler bunlardır, nefis bunları kullanır, yaşamı düzenler.
Ruhani kuvvetleri oluşturan nazari, teorik, kuramsal bilgiler ise oluşumlara,
yaşama anlam kazandırır. İnsan, ilmi idrak ederek eşyayı, eşyanın hakikatini,
kuvvetleri ve güçlerini, özelliklerini bilerek, idrak ederek, yeniden dirilir,
ilmin kaynağına ulaşır. Ruhani güçler âlemine, sizi maddeden arındıran,
temizleyip dirilten pak ilim suyunu indirdik. (25.48, 49) Hakkın zatı, bu
âlemde ruh, canlılık, beden ve içlerinde ve aralarında bulunan kuvvetlerle
örtünmüştür. (25.59) Akıl ve fikir yürütmede
kimsenin kontrol, kuvvet ve kudreti yoktur. Fikirlerin uçuşması herhangi bir
maddeye bağlı değildir, eşya ile ilgili olsa da fikirler eşyaya dayanmaz.
(16.79) Gayrinin olmadığı idrak
edilince, tüm vücut Hakkın olur ve Hakkın vücudunun nasıl oluştuğu da aşikâr
olur. (16.89)
En son yapılan bilimsel analiz ve sentezler
“Gözlem yapan ile gözlenenin birbirinden ayrılması mümkün
değildir” sonucuna
varmaktadır. Tevhit ilmi de seyri suluk ile Allah’ın ilmini insana indirip
insanı bilinçlendirerek yüceltmeyi amaçlar.
Umarım, biz de, gaflet uykusundan uyanıp intibah
eder, pişer; ruhun nuru, ilmin idrakiyle de intişar eder, Güneş gibi yanar,
aydınlatırız.
Çok şeyler beklenir, ‘insan’dan,
Verilenler farklıdır ‘hayvan’dan,
Ayrık gibi görünse de ‘aslı’ndan,
Mevcut, kopmaz ‘Vücudu’ndan.
Âlemde olanlar, ikizi Âdemdedir,
Oluşum, ilk cevhere, nazar iledir,
Cevher de ‘hayâ’dan taşar yayılır,
Yarı ateş, yarı su ‘oluş’ halindedir.
Etkileşen ‘kuvvet’ler, bulunur da,
Bilim açıklayamaz nasıl olduğunu,
Maddenin, ‘boş’u doldurduğunu,
Yoklukta, ‘ani şişerek’ oluştuğunu.
Allah’a isyan etmek kolay, izniyle!
Verilenlerin üstüne konan bilgiyle,
İyi insan olmak için gerekmezmiş
‘Din ile iman’, bu akıl ve bilinciyle?
Herkesi insan zannetmek yanıltır,
Suretten insanlık ummak yanlıştır,
Yanılma hayatın kaynağı kutsaldır,
Bitki, hayvan da kutsal 'Varlık'tır!
Ete kemiğe bürünen, Yunus değil,
Zan edilen şey asla, hakikat değil,
Doğa, Evren, Güneş, Dünya dâhil,
İnsan zannedilen, Varlığa da eğil!
Görünen, Görenin görüntüsüdür,
Muhteşem, halden hale bürünür,
O büyüktür, ben diye de görünür,
Necdet’e düşen zevk ve şükürdür!
18.6.2018
“İnsanlık
hali” deyip geçilir, halden hale geçiş bazen küçümsenir, bazen yüce duygular
içine girilir. Karşılıklı etkileşimin sürekliliği nedeniyle, bedensel ve ruhsal
hal değişimlerini birlikte ele almak uygun olur. Eşyanın aslı ve esası da ilminin aynı
olduğuna ve birinin diğerine göre farklı bir ismi, resmi ve cismi olamayacağına
göre beden ve ruh aynı olanın farklı görünümüdür. Birisi latif diğeri kesif
hal, görünümdür. İkisinin arasına hayvanî nefis canlılığı yerleştirilmiştir.
Canlılık söz konusu olunca, belirli bir amaca dönük, makul ve mantıklı
hareketler dizisi zorunludur. Bu durum akıl gerektirir. Akıl, izafî düşünür,
kıyas eder, her şeyi ayrı ele alır inceler, analiz eder, sentezleri bile çok
farklıdır, gölge devreye girer.
Canlılık,
us, akıl gerektiren hareketler dizisi, ilmin uygulanmasıdır. Madde, örneğin
taş, bir düşünce üretmedikçe aksini düşünmek makul olur. Yani, “Özelliği, bir
bilgisi veya ilmi olan hıfz edici kuvvetler birleşip, bir araya gelip
toplanarak kütle oluşturur” demek akılcıdır. Eksi ve artı elektrik yüklü
kutuplar ile kuzey ve güney kutuplu manyetik kuvvetlerin etkileşimleri,
eletromanyetik kuvvetlerle birlikte, belirli alanlarda izdiham edip, toplanıp
kütle oluştururlar. Bilimsel açıdan, “Nasıl oluyor bilinmiyor ama kuvvetler,
bozonlar içinde toplanarak gölge oluşturup pıhtılaşır ve kütle oluşturur” ve
madde oluşur. Bir hadis der ki: “Yüce Allah en evvel bir cevher (enerji) halk
etti, cevhere celali ile nazar edince, cevher hayâsından eriyerek, taşıp
yayılarak, kısmen su ve kısmen de ateş oldu.”
Cevher de
hayâsından, saygı veya edebinden, potansiyelinde olan taşıp yayılma
özelliğinden, su ve ateşe dönüşmüştür. Arştan, ilmin yüklenmesi,
indirilmesiyle cevherin su ve ateşe dönüşümüne dikkat çekilmektedir. Bu durum
Büyük Patlamada veya Güneşte ilk oluşan ‘maddenin plazma halini’ anımsatır.
“Her şey, o
şeye özgü bir nazar olduğu için vardır. Herkes kendisine özgü bir nazar olduğu
için vardır, bunun idrakinde olanlar bu sırrın başkası için olmadığını
bilirler.” (42.38) Bilimin ulaştığı son güncel bulgu “Gözlem yapan ile gözlenen
birbirinden ayrılamaz.” Enerjinin dalga fonksiyonunun ancak insan gözlemi
altında çöküp parçacık özelliği göstermesi ilginçtir. Ele alınan bu bilgiler
ışığında, ‘bilgi’ler ve özelliklerin maddeyi ve insana verilen akıl, fikir ve
düşünme yeteneklerinin de “Bilinç” oluşturduğu açıktır. İnsanın bilinçli
gözleminin, enerjinin dalga açılımını parçacık haline dönüştürdüğü gerçektir.
İnsana bahşedilen bilinçli nazar, gözlemleme ve basiretin varoluşa büyük
katkıda bulunduğu böylece kanıtlanmaktadır.
“Yokluk, gizlenip sırlanarak, sır tutarak, izafî vücut
bariz, apaçık olmuştur. Yokluk boşluk değildir, yoklukta eşyanın ilmi vardır,
ilim ışık olarak görünür hale geçer. Nur, hariçte zahir olan vücuttan
ibarettir. Eşya ve görünen vücutlar, ezeldeki ilimlerinin açığa çıkmış
halidir. Her mevcut bir ilimle görünür; mevcut, ilmin, bilginin görünür
halidir. Her şey hak ile zahir olmuş, görünmüştür. İlmin görünür haline
‘gölgenin uzatılması’ denir. Yokluk, her şeyin batındaki vücut
hakikatinin sabit bulunduğu ‘levhi mahfuzdur’, ‘sırf yokluk’ değildir.
Hakkın
batındaki ilim hazinesinde vücudu olmayan bir şey asla zahire çıkamaz ve vücut
bulamaz. Her şeyin bilgisini içeren yokluk, sır tutarak, önce enerjiye ve ışığa
sonra eşyaya dönüşür, görünür hale gelir. Eşyanın aslı ve esası, görünen
maddenin hakikati, Hakk’ın, yokluk aynasındaki, görüntüsü, gölgesidir.”
(25.45)
“Gölge, güneşin varlığına, madde de Hakk’ın
varlığına delildir. Bilinmelidir ki eşyanın mahiyeti ve görünenin hakikati,
Hakk’ın gölgesi ve Mutlak Vücudun sıfatının işaretidir. Mevcutlar, nur
ile hariçte zahir olur görünür. Mevcudat, ezeldeki ilmin izhar edilmiş halidir
Kütlenin, görünen enerji olan ışığın, maddenin hakikati, Hakk’ın ilmi,
görüntüsü, gölgesidir. Kütlenin hakikati bilinirse, kütlenin, görünen ışık
enerjisi olduğu ve Hakk’ın ilmi idrak edilir. Mutlak vücudun ortaya çıkmış,
görünür olmuş sıfatıdır. Her cisim ışır, ışık saçar, ışınım halindedir,
hakikatini görünür kılar, enerji yayar. Sonra ‘akıl güneşini’ Vücut
gölgesine delil kıldık. Akıl delili, gölgenin hakikatinin Vücut’tan farklı
bir şey olduğunu doğrular, kanıtlar. Akıl güneşi delalet etmezse, gölgenin
vücudu ile hakikati arasında ayrılık olmazsa, mevcut kendiliğinden var olmuş
olur, Vücut, mevcut olur. Başka bir ‘şey’ mevcut olamaz. Mevcudun,
ilminden ayrı ve gayrı bir ismi, cismi ve resmi olamaz ama farklılığa yalnız
akıl şahitlik eder.” (25.45)
“Ve biz,
akıl semasını, üstlerinde (atmosfer gibi) yükselterek, ceset arzını, tagayyür,
başkalaşma ve sehven, yanlışlıkla, kasıtsız olarak olabilecek hasar ve hatadan
mahfuz kıldık, koruduk. Akıl seması, her türlü hayal, tasavvur, duygu ve
düşünceleri kapsayacak ve birbirine bağlayacak şekilde yer alır.
Her birisi
makul ve mantıklı olabilmek üzere akla dayanır. Akılda boşluk bulunmaz,
kırılmaz ve bükülmez, herkes aklını bir kere oluşturunca aklını terk edemez.
Bütün bunları anlayamayanlar için akıl seması, mana göklerini yani uzayını,
delil ve şahitlerinden, maddi veya bedensel kanıtlarından, uzaklaştırıcıdır.
Allah-u Teâlâ Hazretleri, nefis gecesini ve ruh güneşinin nuru olan akıl
gündüzünü ve gece ile gündüzü içine alan kalbi halk eden ve izhar eyleyen,
açığa çıkaran, zattır. Bunların her biri, ulvi bir karargâh veya makamda ve
ruhaniyet semasının bir mertebesinde Allah'a seyir ederler.” (21.30-33)
Enerji
görülemez, etkisiyle bilinir. Görülemeyen bilinebilir; algılanabilir olan ilim,
enerjiye dönüşünce EMR, elektromanyetik radyasyon, yayılımı ışık hızında hareket
oluşturur. Hareketi algılama yeteneği de insan bilincindedir. Bilinç, akıl ve
akıl semasında oluşur, aklın hızı, zaman ve mekân sınırı tanımaz. Gölge,
oluşturulur, düşürülür, ses duvarını aşan uçağın oluşturduğu perde misali,
hareket perde oluşturabilir. Siz hala “Hak değil perde görüyorsanız, perdenin
yanlış tarafındasınız!” denebilir. Perdeyi kaldırmak için nefis gecesinden,
akıl gündüzüne, oradan da kalbe geçilebilir. Kalbin içinde gölge olmaz,
bilinçli hal içinde, akıl semasında olmaz. Düşünce âleminin içinde, iç
âlemimizde gölge olmaz, dış âlemde olur. İç âlemde ‘ben’ yok, gölge yok, dışta
ikisi de vardır. Gölge benim vücudumun hakikati, belki de ‘ben’! İnsanın akıl
semasında, kuşku olmaksızın, her düşünce makul ve mantıklı olmalıdır.
Umarım biz
de, “Hakikatimiz, Hakk’ın gölgesidir” gerçeğini idrak edebiliriz!
Akıl
her şeyi düşünür, akıl erdirir, anlar, bilgileri hafızada depolar sonra çıkarır
tekrar kullanıp yeni bilgiler elde eder. Başka kişi ve şeyleri düşünmekten kendine
zaman ayıramaz, sanki kendini düşünmeye vakti yoktur. Akıl, beyin hücrelerinin
birbirlerine gönderdiği sinyallerin toplamı mıdır? Sinyallerin bir kısmının
oluşturduğu mu, yoksa akıl, sinyalleri oluşturan mıdır? Nasıl oluyor da yazılım
kadar yumuşak ama donanım kadar sert ve kırıcı olabiliyor? İnsan kendi aklını
bile neden kolayca değiştiremiyor? Aklımızı doğada mı bulduk, biz mi
geliştirdik yoksa bize verilmiş bir nimet midir? “Esas olan maddedir ve bilinç
maddeden mi kaynaklanır?” yoksa “Esas olan bilinçtir ve madde bilincin
cesetleşmiş hali midir?” Evrende her şey ‘gerçek’ halini alır, gerçekleşir
yalnız ve sadece, insan gözlem yaparsa. Daha da çarpıcı olan
‘şimdi’ yapılan ölçüm, fotonun ‘geçmişini’, izlediği yolu, tayin eder,
değiştirir. Bunlar nasıl oluyor da aklın marifetleri oluyor? İnsan, beyin sinyallerinden aşk ve sevgi gibi
duyguların üretimine ancak beyin, akıl ve bilinci iyi anlarsa geçebilir.
“Hak'tan mahcup olanlar görmez
mi, yer ve gökler, heyula iken, görkemli bir hayal ve cismanî bir madde iken,
yapışık idiler? Biz bu iki suretin, ayrışarak, oluşumlarının aşikâr tebayünü
ile uyumlu farklılaşma ile yer ve gökleri ayırdık. Ervah, canlılık, mana
gökleri ve uzayı ile beden ve ceset arzı, bir nutfe suretinde bitişik idi. Biz,
arz ve ervahın tebâyünü, uyumlu farklılıklarının kendiliğinden ortaya çıkışı
ile her ikisini birbirinden ayırdık”, cenin ve Büyük Patlamada olduğu gibi.
“Yani biz, nutfeden her hayvanı halk ve izhar eyledik. Ve ceset arzının, yok
olmayıp kaim ve müstakil olması için, ceset arzında kemik dağlarını, sinir ve
kas sistemleri, damarları gibi özellikli yollarını, oluşturduk.” (21.30-33)
“Bunlar
sebebiyle Allah'ın ayetleri ve sıfatlarına hidayet bularak, Hakk'ı arif
olmaları için, ceset arzında duygu ve düşünce mecralarını; havas tarikleri,
arzu, heves ve isteklerine uygun yolları, var ettik. Ve biz, akıl semasını,
üstlerinde atmosfer gibi yükselterek, ceset arzını, tagayyür etmek,
başkalaşmak, mükemmel olmak için tazelenmek, yenilenmek, üzere ve sehven,
yanlışlıkla, kasıtsız olarak, olabilecek hasar ve hatadan mahfuz kıldık,
koruduk. Akıl seması, her türlü hayal, tasavvur, duygu ve düşünceleri
kapsayacak ve birbirine bağlayacak şekilde yer alır. Her birisi makul ve
mantıklı olarak akla dayanır. Akılda boşluk bulunmaz, kırılmaz ve bükülmez,
herkes aklını bir kere oluşturunca aklını terk edemez. Bütün bunları
anlayamayanlar için akıl seması, mana göklerini yani uzayını, delil ve
şahitlerinden, maddi veya bedensel kanıtlarından, uzaklaştırıcıdır. Allah-u
Teâlâ Hazretleri, nefis gecesini ve ruh güneşinin nuru olan akıl gündüzünü ve
gece ile gündüzü içine alan kalbi halk eden ve izhar eyleyen, açığa çıkaran,
zattır. Bunların her biri, ulvi bir karargâh veya makamda ve ruhaniyet
semasının bir mertebesinde Allah'a seyir eder.” (21.30-33)
Ayetin
açıkladığı gibi yer ve gök önce bitişik iken sonradan ‘uyumlu farklılaşıp
kendiliğinden ortaya çıkış’ ile yer ve gök ayrılmıştır. ‘Uyumlu farklılaşma’
kavramı en iyi gök kuşağında görülebilir. Renkler, en kısa dalga boyundan en
uzun dalga boyuna kadar kesiksiz, boşluksuz, atlamasız bir şekilde fotonun her
dalga boyunda hareketiyle oluşur. Fotonun bir ucu gözde iken, uzun dalganın
boyu evrenin fiziksel büyüklüğü kadardır. Dalga halinde radyasyon, ışınım, bir
noktadan küresel bir şekilde açılımdır. Bu açılım uyumlu farklılaşmayla
kendiliğinden ortaya çıkışın örneğidir.
Bu
açılım için ne bir itme ne de bir çekme kuvveti söz konusudur, tamamen
kendiliğinden, özelliğinden dolayıdır. Özellik ise içinde yüklü bulunan bir
ilmin olduğunu gösterir. Işınım, bir ilmin açılımıdır denebilir. Işığın veya
fotonun açılıp yayılımında, en kısadan en uzununa kadar, dalga boyları arasında
bir boşluğun olmadığı açıktır. Dalga fonksiyonunda bir çatlak, yırtık veya
boşluk olmadığı gibi beynin sinyalleri arasında da olamaz. Beyin sinyalleri
aklı oluşturur. Beden arzımızın, dünyamızın, etrafında bir nevi ‘akıl seması’
oluşur. Akıl için de ‘uyumlu farklılaşmayla kendiliğinden oluşma’ kavramı söz
konusu olabilir. Dünyanın atmosferinin, uzayın derinliklerinden gelen yıkıcı
ışınımlara karşı koruma sağladığı bilimsel bulgularla kanıtlanmıştır. Aynı
şekilde insan da kendi dışından gelen yıkıcı etkilere karşı akıl ile
korunmuştur. “Akılda boşluk bulunmaz, kırılmaz ve bükülmez, herkes aklını bir
kere oluşturunca aklını terk edemez” gerçeği de yadsınamaz. Beynin belirli
dalga boyundaki sinyallerinden oluşan bir akıl, diğer dalga boylarından oluşan
aklın yeteneklerine sahip olamaz. ‘Gözle görülebilir ışık’ çok sınırlı, belirli
dalga boylarındaki ışıktır. Mor ve kırmızı ötesi ışınları göz göremez. Herkesin
aklının da belirli sınırları olabilir.
“Ruh seması,
duhan, duman, yani kalpten yükselen latif bir madde idi. Hadis der ki: “Sizin her
birinizin hilkati, yaradılışının hakikati, anasının karnında
kırk gün nutfe, döl suyu, olarak cem olur. Sonraki kırk gün aleka, kan pıhtısı,
olur.” Son bilimsel bulgular ‘Hadisi’ doğrular, kanıtlar niteliktedir. “12.Haftadan sonra kemik iliğinde kan
hücreleri belirir ve kan yapımı başlar.” Sema, akıl ve ruh seması, latif bir
cevherden, enerjiden oluşur, beden arzı gibi kesif cevherden, maddeden
değildir. Üçüncü kırk günde yani cenin ana rahminde dört aylık iken ruh
üflenir.” (41.11)
“Diğer bir
deyişle insana özgü organlar, kendilerine özgü ilim ile ayrışır. İlim, insan
halini almış, insana özgü her ayrıntı yer almış ve organların çoğu kendi
işlevlerine başlamış olur. Ruh ve beden ayrılmadan önce tesviyede bir ve
beraberdi. Tesviyeden sonra ruh seması ve beden arzına ‘isteyerek veya istemeyerek,
kerhen, hâsıl olun’ dendi. Her ikisi de birbirinden ayrılmaksızın, vücudun
birliğine şahitlik edercesine, yeni, daha önce görülmemiş ve kullanılmamış
olarak, ayrı bir ruh seması ve beden arzı oluştu. Arzın yayılmamış ve
döşenmemiş hali ruh verilmesinden öncedir. Ruh, semadan da evveldir ama arz,
semadan sonra yayılarak, kabararak döşenmiştir. Beden, ruha kavuştuktan sonra
azaları, organları kabarıp genişleyerek, birbirinden ayrışarak oluşur. Bu
nedenle “Ana rahminde bebeğe dört aylıktan sonra ruh üflenir” denir.”
(41.11)
Arz ve sema,
madde ve mana, yer ve gök ayrılmadan önce bitişikti, heyula iken, görkemli bir
hayal ve cismanî bir madde iken, yapışık idiler. Uyumlu farklılaşma ve başkalaşarak
mükemmelleşme sayesinde, sonra, kısadan uzuna ses ve renk dalgaları gibi
ayrıldılar. Benzer şekilde bebek, nokta iken, kan pıhtısı oldu, ruh verilip,
insan olma ilmiyle donatılıp, arzı ve semasıyla, yayılıp döşendi. “İnsan ile Dünyada, arz ve sema, madde ve
suret, farklı olarak yedi kat olarak hüküm ve takdir edildi. Semanın her katına
amacı, işleri, araçları, tesir ve tedbirleri işaret edildi.” (41.12) Bazı
tesirlere karşı da dünya gibi insan da uyumlu farklılaşıp başkalaşarak, örneğin
fazla ışığa karşı bronzlaşarak, korunur.
Umarım, akıl
atmosferimizle aklımızı idrak edebiliriz.
Bedenin terkibini, nelerden
oluştuğunu, nelerin bir araya gelip ne ve nasıl oluştuğunu bilen, her şey için
nasıl bir kudret gerektiğini iyi bilir. Yeniden diriltilen kimse halini ve
bedenden tecerrüdünü de, sıyrılıp çıkmayı da, bilir, bedenin terkibini de
bilir. Diriltilen birisi, diğer insanlara örnek olsun veya delil kılınsın diye
diriltilir. Hikmet, müminin gaip olmuş malıdır. İnsanlar, altın ve gümüş gibi madendirler,
bedenle örtünmüş olsalar da aslı ve özü değişmez. Her kişinin istidadının
gerektirdiği kadar ilim, hazinelerinde saklıdır, gizlidir. Her kişinin
fıtratında, ilmin tümü, mükemmelliğe götürecek şekilde henüz başkalaşmamış
halde, mevcuttur. Üzüm taneleri insanı ve onun kısmî idrakini andırır. Süt ise
kişinin yaşamını sürdürmesi için gereken beslenmeyi sağlar. Şarap, aşk, ilim,
bilgi ve hakikatlere işarettir. İnsan üzüm gibi sıkılır, suyu çıkarılır ve eski
yapısından kurtulup yeni bir yapılanmayla şarap, insan hakikatinin idraki, elde
edilebilir. Şarabın sarhoşluğu insanı kendinden geçirerek aşka ulaşmasını
sağlar, aşk ateşi de ilmin bilgiler ve hakikatler halinde ortaya çıkışını
gerçekleştirebilir. İlmin tümünün idraki, incirin kendisine, insanın kısmî
idraki ise incirin içindeki taneciklere benzer. Kişinin kendini bilmesiyle
yapısının olgunlaşmak üzere başkalaşımı gerçekleşir. Bu ilk yapının çöküşü,
harap olması ve göçüşüdür. Yapı taşlarının idraki külli idrake ve ilahi aşka
götürür. Bu durum, haviye, göçmeye, göçük oluşumuna ve göçükte ilahi aşk
ateşinin yanmasına, asar ateşine, eserler yaratan yanışa ve yeniden
diriltilmeye gider.( 2.259)
Manevi göklerden dünya göğü yani
insan aklı seması, farklılaşma ile zenginleştirildi. Kuruntu ve hayal şeytanları
tabiat çukurunda cismanî âlem haviyesinde, göçüğünde, azaptadır. (67.5)
Yedi gaipten (guyubu sebadan) mahcup
olmaları nedeniyle; beş duyu, gazap ve şehvet nefsanî kuvvetlerinin hakikati
bilinmediği için, bilinmeyen yedi gaip geceyi temsil eder. Vücut, hayat, ilim,
irade, semi, işitme, basar, görme, kudret ve kelamdan ibaret sekiz sıfat
gündüzü temsil eder. İnsanların, bu yedi gece ve sekiz sıfat (sıfatı semaniye)
rüzgârlarıyla zahir ve batınlarına etki edilir, kökleri kurutulur, hatta
katledilir. Kendi nefisleriyle ayakta olduklarını ve yaşadıklarını düşünenlerin
hayatları olmayan ölüler olduğu görülür. İçi boş hurma kütükleri gibi şeklen
kuvvetli fakat hayatları ve manaları yoktur, birer haviye’dirler, göçüktürler,
hakiki vücutları ve değer verilecek anlamları yoktur. (69.7)
Kıyametten sonra
toplandıklarında, hareketi hissetmemeleri nedeniyle, zamanın nasıl geçtiğini
anlayamazlar. Sorulduklarında çok az bir zamanın geçmiş olabileceğini
bildirirler. Arzu ve istekleri doğrultusunda, kendi aralarında, sohbet edenler,
zamanın nasıl geçtiğini anlayamaz. Çünkü hareketten gafil olan, zamandan da
gafil olur. Araları açık olmayanların, ayrılıkları fani olanların, muhabbetleri
baki olur. Arzular farklı, istekler zıt, alışkanlıklar uyumsuz, birbirlerini
tanımada çekingen, olursa kişiler, bir diğerini bilmek ihtiyacı duymaz. Bir
diğerini tekzip ve inkâr edenler, işin sonunda muhakkak hüsran ve zarara uğrar.
Böyle durumda, yaradılıştan gelen nur, batıl olur bilişmeye hidayet bulunmaz.
(10.45)
Kötü davranış ve nefsanî rezaletler açısından
hafif olan kimse cismanî tabiat cehennemi çukurunun dibine düşmüştür. O kimse
helak olmuştur ve helakine sebep olan, şiddetle yakıcı olan, asar ateşidir,
eserler oluşturan ateştir, haviyededir. (101.8-10)
Kıyameti;
arif olan, ancak önceden, ilmi, Allah'ın ilmi ile mahıv olan, sonra, zatı
Allah'ın zatında fani olan kimsedir, o kimse nasıl bilir, onun ilmi de zatı da
yoktur. Kıyameti, ancak yalnız Allah bilir. Hak nurunun, cesetlerde gurubu veya
Hak nurunun mağribinden tulûu vaktinden fazla durmamış gibidirler. Yani
vahdette fena ile kıyameti görmeleri vaktinde kendilerinin asla vücutları
olmadığını, vücutlarının bir tohumdan ibaret olduğunu iyiden iyiye bilirler.
İşte «iki adımdır, attığın vakit vasıl oldun» diyenin muradı bu iki âlemdir ki
kevenini, varlık iddianı, geçtiğin zaman, vasıl oldun demektir. (80.42-46)
Evrende süpernova ve
yıldızların doğumu ve ölümü bilimsel açıdan iyi bilinir. Haviyedeki ateş,
çevredekileri yakar, çevredekiler toplaştığı için ateş oluşmaz. Uzay zamanda
atılmış yün ve pamuk gibi yüzen yıldız gaz ve toz bulutu, beklide, çarpışarak
çekim oluşturmaz. Kozmolojide yüzmekte olan kalıntıların çarpışmaları sonucu
çekim oluşturabileceği düşünülür. Süpernovanın kalıntısından, örneğin, güneşin
oluşumu için büyük bir basınç ve sıcaklığın gerektiği aşikârdır. Âlem ile
Âdem’in ikiz olduğu söylenir. Seyri sülûkta, kendini bilme idrakiyle oluşan
göçükte, aşk ile yanacak, ilahi aşk ateşi, asar ateşidir, eserler yaratır. Bu
eserler müessirindir, vücudun mevcutlarıdır.
Umarım biz de
içimizde, doğru yolda, yapacağımız yolculukta, kalbimizin en derin noktasına
iner, kendi göçüğümüzü idrak eder, asar ateşimizi yakabiliriz.
Göklerin
ve yerin muhafazası, Yaratıcıya ağırlık vermez, manevî âlem onun batını,
suretler âlemi onun zahiridir, onunla mevcutturlar, gayri değillerdir. (2.255)
“Sizin üzerinize
gönderilen hıfz edici kuvvetler Hakkın kuvvetleridir. Bu kuvvetler merkezî
kontrol altında yerinden yönetilirler, özgürce hareket ederler. Sizler
tabedilmiş ve basılmış nüshalar halindesiniz. Bedenden sıyrılıp çıkmanız
halinde durum size apaçık aşikâr olur. Söz konusu olan kuvvetler, sizlere
münasip suretlerle temessül eder, suretleşir, cisimlenir, bedenleşirler.
Suretlerin bir kısmı ruhanî latif kuvvetler, bir kısmı da cismanî kesif
kuvvetler halinde oluşur. Suretler, hayvanlar bitkiler gibi her çeşit canlılar
ve organları halinde de oluşabilir, teşekkül edebilir. Organlar, hal lisanıyla
yapmış oldukları işleri, göz gördüğünü, kulak işittiğini gibi, kendilerine
söyler. Hafıza, tüm olay ve eylemlerin ayrıntılarıyla nakşolunduğuna işaret
edilen ‘semavî kuvvetler’ olarak bilinir. Ruhunun bedenden ayrılması anında bu
nakışların tümü zahir olur, kişinin kendisine görünür. Her kişinin her ameli
ayrıntılı bir şekilde kendisine sayılır, gösterilir.” (6.61)
“İlim, kalpte kök
salıp sahibine muhalefeti mümkün olmayacak surette damarlarıyla nefiste
yerleşendir. Et ve kan ile karışarak azalarda eseri zahir olan ilimdir. Hiçbir
organ veya aza ilmin gerektirdiği hallerden, ilminden ayrı ve gayrı olamaz. Her
şey ilminin aynıdır. Bu ilmi, kâfir oldukları, inanmayı inkâr ettikleri için
cahiller anlayamaz. Bu nasihatleri kuruntu ve tahayyül sınırlamaları olmayan
saf akıl sahipleri anlar. Çünkü onlar zahirin, değerli ilmin eseri olduklarını,
ilim ile tahakkuk ettiklerini, ilimle gerçekleştiklerini anlamışlardır.
Kuruntu ile
karışık akıllar tezekkür ve tefekkür edemez, bu ilimle tahakkuk edemez ve bu
ilmi anlayamazlar. Bu ilim tereddüt ve şüphe ettikleri için o akıllarda durmaz,
gider.” (39.9)
Uygulaması
olmayan ilim, gerçek ilim değildir. Böyle bir ilim kalıcı olmayan, çabuk
kaybolan, yalnız tasavvur edilen hayali bir ilimdir. Böyle ilim, kalbi
güçlendirmez, açlığını gidermez, doyurmaz. Âlim, ilmin ‘şey’ ile aynı olduğunu,
ayrı ve gayri olmadığını bilendir. Her şey ilminin aynısıdır. Cahil, ilmin
azalardan, organlardan, objelerden ayrı ve gayrı olduğunu zanneder. İlim başka,
madde başka der. Bu nedenle, inkâr eden,
kâfirdir. Bu ayetten, kuruntu, vehim ve hayal kusurları olmayan akıl sahipleri
ders alır. Çünkü onlar, zahirin kendisinden
müteessir olduğu ilim ile tahakkuk etmişlerdir. Vehim ile karışık olan
akıllar, tezekkür ve tefekkür edemez ve bu ilim ile tahakkuk edemez ve bu ilmi
hıfz edemezler, anlayamazlar, saklayamazlar yeniden hatırlayıp kullanamazlar.
Belki bu ilim, o akıllarda tereddüt yaratarak gider, durmaz, şüphe edildiği
için akılda kalmaz.
Aynı
kapsamda Dr. Stephen Hawking de “Her obje kendi özelliklerinin deposudur,
bilgisinin, ilminin taşıyıcısıdır, kütlesi kara deliğe düşse dahi bu bilgi asla
kaybolmaz” der. (1) Bilgi kaybolmaz, mevcut oluş
aslına, kütlesi enerjiye dönüşünce, ilmi, bilgisi drape şeklinde çevresinde
kalır. Küp şeker
de şeker deposudur, şekerden başka bir şey yoktur, depo yoktur, yani sadece
şekerdir. Şeker hücre içinde enerjiye dönüşünce şeker bilgisi beyinde iz
bırakır.
Ayetlerde
kısaca değinilen kavramlar, örneğin, ilmin, bilginin şekil alması, cisimlenip,
maddeleşip bedenleşmesi gibi, bilimsel olarak kanıtlanır. Maddî ve materyal
olmayanın şekil alması ‘temessül’, cisimlenmek, ‘tecessüd’, cesedlenmek ve
‘hıfz ediciler’ deyimleriyle yer alır. Bu kapsamda hıfz edicilerin özel bir
yeri vardır. Bunların bilim ve tekniğin derinliğine vakıf olabilme özelliğine
sahip olduğu açıklanır.
“Ruh,
nurunu setrettiği, örttüğü zaman, nefis zulmeti gecesi; ruhun nuru tecelli
ettiği zaman ruhun nurunun gündüzü oluşur. İlmin idraki örtündüğü zaman, şuur
kapandığında, dalgınlık halinde nefsin, maddenin zulmet gecesi oluşur, insan
karanlıkta kalır, çevresini veya çevresinde ne olup olmadığını bilemez,
farkında olamaz. İlmin idraki ortaya çıkınca, şuur açılınca, anlayış ve idrakin
parlaklığında ve aydınlığında, gündüz olur, her şey bilinir ve anlam kazanır.
İdrak ve şuurun parlak ve sönük oluş hallerinin insanda buluşması durumunda,
Rahmanın arşı olan kalbin vücudu zahir olmuş, ortaya çıkmış demektir. Çünkü
kalp, nefis ile ruhun buluşmasından hâsıl olur. Kalbin bir yüzü ruha, Fuat
kapısı olarak, bir yüzü de nefse, Sadır kapısı olarak, açılır. Kalp ruhtan
bilgi ve hakikatleri alır. Kalp, nefis ile bilgi ve hakikatleri, sırları hıfz
eder, sırlanan ilmin maddeleşmiş halini, derinliğine inerek, ayrıntısıyla
bilir. Nefis, sırları gizler, kaydeder ve hafızada saklar, hakikatin manaları
bu yüzünde temessül eder, cisimlenir, bedenleşir, şekil alır, biçimlenir.” (92
Leyl,1-2) Nebi Aleyhisselâm: «Beni gören, yalnız beni görür, çünkü şeytan benim
suretimle temessül edemez»
Bir atomda yoğun iletişim ve etkileşim içinde olan
elektromanyetik ‘kuvvetler’ vardır. Bozonların içindeki yoğunluk nedeniyle,
atom kütle kazanır.
‘Bilgi yüklenebilen kuvvetler’ sayesinde, üç dört atomun
bir molekül oluşturması harika ve üstlendiği görev bir mucizedir. Önce 24
saatlik bir zaman kavramına göre kodlu diğer bir molekül üretip ‘hücrenin
protein yapan makinesine’ haber göndermesi hafife alınıp geçilecek bir oluşum
değildir. Ayrıca, insanın her organı ne zaman ne yaptığını açıklayabilir, böylece
yaşanan süre boyunca her yapılan bilinebilir. Kişiler bir bütün olarak veya
organları ayrıca iş yaparken, ileride her şeyin bilineceği bilinciyle
yapmalıdır. Herkes tarafından duyulacağından ve bilineceğinden emin olunduğunda
saklı, gizli, kötü bir şey ne yapılır ne de söylenir. Dijital, elektronik bir
ortamda, bir USB belleğinde olduğu gibi, kaydedilip saklanabilen olay ve
eylemlerin tekraren izlenebilmesi, anlatılan ‘hıfz ediciler’ kavramına örnek
gösterilebilir. İlmin bilgilerinin bir kısmı yazılım halinde biçimlenirken bir
kısmı da donanım halinde şekil alır. Yazılım ve donanım, ruh ve beden insanda
buluştuğu zaman kalp doğar ve her ikisini de cisimlenip, şekil alıp tüm
halleriyle idrak eder ve yaşar. Kuran ilim halinde kalbe iner ve bir kısmı
bedenleşerek nefsi oluşturur.
“İnsanın bu
isyanı, cezaya inanmayıp, yalanlamasından gelir. Bu ise gururdan daha büyük
kabahattir. İnsanın, beyninin, sağ ve solunda, akılcı ve duygusal merkezler
halinde, ilim ve sanat açılarından farklı, iki melek, yetenek vardır. Bunlar
insanın tüm fiillerini, iş ve işlemlerini, düşüncelerini hıfz eyler, kaydeder,
yazar. Bu şerefli, ikramı bol, cömert kâtipler işlerin nakışlandığı dünya ve
sema âlemleridir. Kısaca günahlarınızın, yerde ve gökte, aleyhinize yazıldığını
bilerek nasıl isyan etmeye cesaret ediyorsunuz?” (82.9,10)
Yıldız tozu,
gaz ve toz bulutu denizinde yüzenler birbirleriyle uyumlu halde olanlar
birlikte süzülüp giderler. İyiler iyilerle, kötüler kötülerle, tozlar tozlarla,
küller küllerle, beraber seyrederler.
Hayvani
nefis beden kabrinde, mezarında nefsi natıka, konuşan nefis, doğurgan nefis
kızını helak, yok eder. Hayvani nefse, gazap ve şehvet günahlarıyla, konuşan
nefsi nasıl istila edip helak ettiği sorulur. Kara deliğe düşen bir cismin
bilgisi drape gibi çıkarılmasına rağmen cismin maddesi deliğe düşer ve yok
olur, enerjiye dönüşür hiçlik olur. Hayvani nefis, yok olan cisim, işlediği
günahlarını, kuvvet ve nüfus sayfalarını izhar eder, ortaya çıkarır. Ruh
güneşinin kıvrılıp dürüldüğü vakitte bu sayfalar uçuşur, bilgiler diğer
maddelerin üzerinde holografik görüntü şeklinde, iz halinde kalır. Yeniden
diriliş zamanında, maddenin hayat kazanması halinde sayfalar neşrolunur,
yayınlanır, aşikâr olur. Hayvani ruh denen akıl semasının giderildiği, tabiat
cehenneminde kahır ve gazabın eseri olan ateş, mahcuplar için yakıldığında, her
nefis hazırladığı, yaptığı şeyi bilir, unuttuklarını hatırlar. Lütuf ve rıza
eserlerinin nimetlerini hak eden tevhit ehli de hazırladığını, yaptığını bilir,
unuttuğunu hatırlar. Bilgi özelliğini geride bırakıp yokluğa düşen kuvvet, daha
önce şirk içinde olduğunu idrak ederse, yeniden dirilişte hakkın kuvvet ve
gücüyle yeni bilgilerle hayata döner. (81.7-14)
Hıfz edici kuvvetler maddeleşir ama
maddelerin birbirlerine karşı, kuvvetlerden ayrı, bir etkisi yoktur, olamaz. Canlılık, us, akıl gerektiren
hareketler dizisi, bir ilmin, bir fikrin uygulanmasıdır.
Madde,
örneğin taş, bir düşünce üretmedikçe aksini düşünmek makul olur. Yani,
“Özelliği, bir bilgisi veya ilmi olan, bir fikri gerçekleştirmek için hıfz
edici kuvvetler birleşip, bir araya gelip toplanarak kütle oluşturur” demek
akılcıdır. Eksi ve artı elektrik yüklü kutuplar ile kuzey ve güney kutuplu
manyetik kuvvetlerin etkileşimleri, elektromanyetik kuvvetlerle birlikte,
belirli alanlarda izdiham edip, toplanıp kütle oluştururlar. Bilimsel açıdan,
“Nasıl oluyor bilinmiyor ama kuvvetler, bozonlar içinde toplanarak, gölge
oluşturup, pıhtılaşır ve kütle oluşturur” ve madde oluşur. Bir hadis der ki:
“Yüce Allah en evvel bir cevher, enerji, halk etti; cevhere celali ile nazar
edince, cevher hayâsından eriyerek, taşıp yayılarak, kısmen su ve kısmen de
ateş oldu.”
Cevher de
hayâsından, saygı veya edebinden, potansiyelinde olan taşıp yayılma
özelliğinden, su ve ateşe dönüşmüştür. Arştan, ilmin yüklenmesi,
indirilmesiyle cevherin su ve ateşe dönüşümüne dikkat çekilmektedir. Her türlü
dualite, artı eksi, gece gündüz gibi bu dönüşüme bağlanabilir. Bu durum Büyük
Patlamada veya Güneşte ilk oluşan ‘maddenin plazma halini’ anımsatır. Oluşan
her atom plazma halinden sonra oluşur.
“Kur'an'ı Biz inzal eyledik,
indirdik ve elbet onu Biz hıfzederiz, koruruz. (Hicr 15.9) “Kur’an, gayba iman
edenlere hidayettir, onları basiret sahibi yapar, şifa verir, kalplerini
temizler. Görüş ve uygulamalarla basiretlerini, kalp gözüyle görmelerini
geliştirir. İnanmayanlar işitemez ve anlayamaz, gaflet içinde olduklarından
Kur’an onlara nüfuz edemez. Hakk’ın görülüp idrak olunduğu nurun kaynağından
uzak oldukları için gafletten uyanamazlar.” (41.44)
Umarım biz de “Siz, Hakk’ın, hıfz edicilerinden, ilim
yüklenebilen kuvvetlerinden oluştunuz. Siz, bu güç ve kuvvetlerin cisimlenmiş, cisimleşmiş
halisiniz. Bedenlerinizden sıyrılıp çıkmanız, soyunmanız halinde
durum apaçık görünür.” Hakikatini idrak edebiliriz.
İnsanların
arasındaki farkları tayin eden belirli bir gün vardır. Canların cesetlere ve
cesetlerin hayata geri döndükleri gün Sur’a üflenen gündür. Her insan o gün,
iman ve ameline göre tebeyyün eder, uyumlu farklılaşışla belli olur, tebayün
eder, uyuşmazlıkları belirginleşir, ihtilafları ortaya çıkar, kiminle ne kadar
farklı olduğu belirlenir ve tevafuku, düzenlenmiş biçimde
birbirine uygun olma halleri, aşikâr olur, ortaya çıkar. (78.17)
Birbirinize karşı düşmanlık
etmeyiniz. Düşmanlıklar vücutta akıl etme gücü ve vehim, kuruntu, hayal etme
gücü arasında oluşur. Uygunluk ve uyumluluk lezzet veya menfaat içinse
bunlardan mahrum kalınca düşmanlık başlar. Tevhitten mahcup olduğu ve nefsini
sevdiği için her biri günahından sıyrılmak ister. Bunlar, arası açık insanların
ortasında olan cehennemde yanarak çekişirler. (50.28)
O gün takva sahipleri düşman
değildir. Allah’ı bilen, onun ehli olan kişiler, Ehadiyette, Birlik ve
beraberlikte yakınlık ve Vahdette eşitlik nedeniyle ruhani kişilik muhabbeti
içindedirler. Enbiya, evliya ve şehitlerin muhabbetleri böyledir. İkinci kısım
dostluk kalp muhabbeti dostluğudur. Tüm enbiyanın ümmetlerine muhabbeti
böyledir. Kendi cüzi iradelerinden vazgeçip duygusal lezzetlerde buluşmaya
dayanan nefsanî muhabbettir. Karı kocanın muhabbeti böyledir. Üçüncü kısım
muhabbet nefsanî muhabbettir. Dördüncü
kısım dostluk akla dayanan muhabbettir. Tüccarın, sanatkârların veya yardım
edilen kişinin yardım edene muhabbeti böyledir.
Dostluğun nedeni ortadan kalkınca
dostluk bozulur. İlim ehli arasında dostluğun üçüncü veya dördüncü tipleri
geçerli olabilir. Bütün dostlar, o günde, bazısı bazısına düşmandır. Ancak
muttakiler değildir. Muttakiler birbirine düşman olmaz, kat ettikleri
mertebelerine galiptirler. Evvelâ günahlarından sonra fuzûlden, lüzumsuz sözlerden sonra ef'alden, sonra sıfattan, sonra da
zatlarından sakınmışlar ve uzaklaşmışlardır.
Dostlarından soğumalarına sebep olacak bakiyye kalmayıp belki onlardan
yalnız hubh, sırf' muhabbet kalmıştır. Ahrette verildikleri nimetlere
razı oldukları için Allah'ın kendilerinden razı olmuş olan kullarıdır. (43.67)
Ey müminler siz, sizden
başkalarınızdan, yani mümin olmayanlardan dost tutmayınız. Bir kimsenin
sırdaşı, gizli konuştuğu ve esrarına muttali kıldığı halis ve safi dostudur.
Böyle bir dostluk ancak sırf Allah rızasında seviştikleri vakit mümkün olur.
Nitekim «Sadık olan dostlar, ayrı bedenlerde olan bir nefistir» denilmiştir.
Zira halis muhabbet-i hakikîye; vahdetin gölgesi olduğu için, ancak muvahhitler
arasında olabilir. Nur ile zulmet nasıl aynı cins olabilir ve ulvî ile süfli ne
cihetle tevafuk eder, uyumlu olur? (3.118)
Ayetler apaçık, anlamları aşikâr.
Eşyanın aslı, esası, özü düşünüldüğünde, Hakk’ın ilminden hakkını hakça aldığı
için her mevcut ortaya çıkmış, mevcut olmuştur. Her eşyanın bileşenleri içinde
ve arasında bir ‘bilgi’ vardır. Bu bilgiler belirli bir düzen içinde dağılır ve
yayılır. Örneğin birinci dereceden üç yüz altmışıncı dereceye kadar her derece
bir derece artarak çoğalır ve yayılır. Her elin beş parmağı düzenli bir şekilde
vardır ama hepsi farklıdır.
Renkler de en sıcağından en soğuğuna
veya dalga boyları en kısasından en uzununa kadar düzenli ve uyumlu bir
farklılaşma gösterir. Düzen içinde bir rastgelelilik veya tesadüflük yoktur.
Önemli olan düzenin fark edilmesidir. Doğada bir ‘altın oran’ uygulaması
vardır. Galaksilerin açılımı ve yerçekimsel güçlerin etkileşimi belirli bir
matematiksel formüle dayanır. Eşyayı oluşturan kuvvetler belirli ortamda
bilinen koşullarda kesifleşip kütleleşir, bedenleşir.
İnsan davranışları da uyumlu
farklılaşma ve mükemmelliğe götüren başkalaşım ilkelerine bağlıdır. Dostluklar
rastgele olamaz. Renk tayfı gibi insan tayfından da söz edilebilir. İlahi
ilimle meşgul olanlar bir köşede, dünya geçimiyle ilgilenenler bir köşededir. Pazarcılar
pazarlarda felsefe yapmaz ve satmaz. Düşünürler de kendi aralarında pazarcılık
yapmaz. Ele aldıkları konuları tefekkür içinde tartışırlarken, yoğunlaşan
ilgileri birisi tarafından bozulursa, bu kişi ‘bir iane’ demek için hocayı
çatıdan indirene benzer. Sağlam temelin üzerine katlarını çıkmış, çatısını
çatmış ve çatısına çıkmış bilgeler, bazı kişilerce aşağı indirilip kendilerine
‘ben çok okudum bu yaptıklarınız yapılmazmış’ denilmektedir.
Yukarıdaki ayetlerin hepsinde ortak
kavram ‘tevafuk’ ele alınmıştır. Bu kavram ‘düzenlenmiş biçimde birbirine uygun olma’
anlamındadır. Gerek eşya gerek canlılar ve gerekse insanlar aynı kavrama
tabidir. Ayrıca belirli özelliklere sahip kuvvetlerden oluştuğumuza da dikkat
çekilir. “Sizin üzerinize gönderilen hıfz edici
kuvvetler Hakkın kuvvetleridir. Bu kuvvetler merkezî kontrol altında yerinden
yönetilirler, özgürce
hareket ederler.” (6.61)
Umarım tevafuk kavramını tefekkür
ederek hakikate ulaşma yolunda ilerleyebiliriz.
Kitabımızda
okuma ve ilim öğrenme çok geniş kapsamlı olarak işlenir. Bazen doğal koşullar
bazen de beşeri koşullar, insanı, bilgi edinmeye, öğrenmeye ve uygulamaya
zorlar. En normal koşullarda bile yaşamak, düşünmeyi, seçenekler arasından
seçim yapmayı, en uygun olanı uygulamayı gerektirir. Her karar bir bilgi işlem
sürecidir. Daha fazla bilgiyi öğrenmek istemek duyulan ihtiyaca bağlıdır. İnsan
neye ve ne kadar ihtiyaç duyarsa onlara ulaşmak için öğrenmek ve bilmek ister.
Duyulan ihtiyaç yeme, içme, barınma ve örtünme gibi temel ihtiyaçlar da
olabilir, korunma ve güvenlik, hatta sosyalleşme gibi üst düzey ihtiyaçlar da
olabilir. Duygular, algılanan ihtiyaçları karşılamak için vardır veya
verilmiştir. Algılarla algılanan ortamlarda, ihtiyaç duyulan her şey çevrede
bulunan veya geliştirilenlerle karşılanır.
“Biz,
inananlar için, görme, işitme, dokunma, tat alma ve koklama gibi beş dış duyu
ve adalet, vicdan, zekâ, hayal gücü, fikir, feraset gibi beş de iç duyuya ek
olarak teorik, kuramsal ve pratik, amelî, uygulamalı ilim olmak üzere 12 vekil
gönderdik. Ben, sizinle beraberim, size yardım
ederim.” (5.12) “Nefis asasını, fikir ile dimağı taşına vurunca,
dimağından on iki göz ilim kaynadı. İnsanların her birisi, bilim insanı veya
sanatkâr olarak, ehil olduğu ilmin kaynağını bildi. İnsan nefsi, bu on iki ilim
kaynağından, kirlenerek de temizlenerek de çıkabilir. İlim kaynaklarını yanlış
kullanmak huzursuzluk verir. Huzursuz ortamlarda, kötü niyetlerle kullanılacak
bilgi ve ilim kaynakları, insanlar için kötü sonuçlar doğurur.”
Huzurda, huzur içinde olunan
ortamlarda, iyi niyetle yararlanılacak ilim kaynakları, kişi ve topluma yararlı
olur.” (2.60) “Namaz, huzur nuru ile batınları nurlanmış ve Hakk’a teveccüh ile
nefis cehennemine düşmekten kurtulmuş olsunlar diye farz kılınmıştır. Toplumsal
arınma amacıyla da haftanın sonunda Cuma günü toplu ibadet farz kılınmıştır.”
(2.64) Her yeni bilimsel buluş, bu on iki ilim kaynağına tabi olarak, biat
ederek, yapılan çalışmalarla elde edilmiştir.
“Günlük hayatta
çevresinde muhteşemin ihtişamını görerek, kalp huzuru içinde oluşuyla ve huşu
duymasıyla, namaz kılan kişi Hak ile meşgul olduğundan faydasız şeylerden
kaçar, yüz çevirir ve benlik sıfatından vazgeçerek yani zekât vererek,
huzur ve hazlarının fazlasından kaçınır. Lezzet, şehvet ve hazlarının hukukuna
riayet ederek koruyan yakin sahibi müminler kurtuluşa götüren mevte ermişler,
kapısına kadar gelmişlerdir. Hukukun dışına çıkanlar, fazlaya kaçanlar, nefsin
peşine düşerek nefsin isteklerini yerine getirdiklerini düşünenler, nefislerine
düşmanlık ederler.” (23.1-2) “İlim, Hakk’ın gölgesidir.” (25.45) “Bu nedenle doğrudan Hakk’ın bir parçası olan
ve henüz cisimleşmemiş olan ilim ve fikir kutsaldır. Düşünme ve fikir
üretme yeteneğini, kutsallık nedeniyle, terbiye etmeye gerek yoktur. Düşünme,
düşünerek fikir üretme gücü ve kuvvetini, kutsallığı nedeniyle, terbiye etmeye
gerek duyulmaz, cisim ve cesetten arınmış olması nedeniyle de fena etmeye,
fani olmasına gerek yoktur. Düşünebilme, fikir üretme yetisi kısa zaman içinde,
bir anda, zahir olabilir ve bir anda bir fikir ortaya çıkabilir ve delillerle,
tüm kıyaslamaları birleştirip senteze ulaşabilir.”
“İlim ve cisim âlemleri ayrı iki
âlemdir. Ayrıntılı incelemelerle bilinmeye çalışılan kısmî parçalardan, bütüne
ve onu oluşturan fikrin kendisine ulaşmak mümkün değildir. Fikir
sayesinde ancak iki âlem idrak edilebilir.” (27.22)
“İlim, kalpte kök salıp, sahibine muhalefeti mümkün
olmayacak surette, damarlarıyla nefiste yerleşendir. Et ve kan ile karışarak
azalarda eseri zahir olan ilimdir. Hiçbir organ veya aza ilmin gerektirdiği
hallerden, ilminden ayrı ve gayrı olamaz. Her şey ilminin aynıdır. Bu ilmi,
kâfir oldukları, inanmayı inkâr ettikleri için cahiller anlayamaz. Bu
nasihatleri kuruntu ve tahayyül sınırlamaları olmayan saf akıl sahipleri anlar.
Çünkü onlar zahirin, değerli ilmin eseri olduklarını, ilim ile tahakkuk
ettiklerini, ilimle gerçekleştiklerini anlamışlardır. Kuruntu ile karışık
akıllar tezekkür ve tefekkür edemez, bu ilimle tahakkuk edemez ve bu ilmi
anlayamazlar. Bu ilim tereddüt ve şüphe ettikleri için o akıllarda durmaz,
gider.” (39.9)
İnsan,
uğruna gökten kitap inecek kadar şerefli ve değerli, ancak çevreyi bildiği
halde kendini bilemeyecek kadar küçük ve değersiz, bir varlıktır. Kendisine
verilen donanımı kullanabildiği kadar büyük ama kullanamadığı kadar da
küçüktür. Sahip olduklarının kıymetini bilmesi halinde on iki kaynağından da ilim
nehirleri akar. Tüm ilimlerin akıp doldurduğu ilim deryasında yaşar. Her şeyin
kendisine verilmiş olduğunu anlayıp huzur ve sükûn içinde olur. Bireysel ve
toplumsal değerlerini takdir edip, huzurda olduğu için şükreder. Foton adı
altında güneş enerjisini kullanarak birleşen su ve karbon dioksit gazının şeker
ve oksijene dönüşmesi mucizesi hayatın temelini oluşturur.
Bunu
yapabilen bitkilerin, otların oluşturduğu temel üzerine otu ete, süte ve bala
çeviren hayvanlar doğaya hizmet eder. Doğadan ve doğaya hizmet edenlerin
tümünden yararlanıp da ilim üretmesi beklenen insan da kendinden bekleneni
yapmalıdır. İnsan da kendinden beklenen ‘bilinci’ üretmelidir. Akıl etme ve
fikir üretme gücü, kendisine verilmiş kutsal yetenekler, melekeler,
meleklerdir. İnsan, ilmin kaynağıdır ve insandan ilim kaynamalıdır, en azından
kendini bilmelidir.
Hayvanlar
arasında pek fark yoktur. İçgüdüleriyle hareket ederler. Ne ve ne kadar
verilmişse, onları ve o kadar kullanır, yaşamlarını ve nesillerini sürdürürler.
İnsan ise bilgisi arttıkça farklılaşır, doğada uyumlu farklılaşmayı, ‘şey’lerin
farklılıklarının belirginleşmesini idrak eder. ‘Arif’ olanlar, olanların ve tüm
oluşumların ‘düzenlenmiş’ bir şekilde mükemmelliğe, kemale, olgunluğa giden
farklılaşış olduğunu idrak eder ve ‘Düzenleyiciyi’ arar. ‘Âlim’ olanlar ise
muhteşemin ihtişamını izleyip, haşyet duyup, ‘bunlar bir merkezden
düzenlenemeyecek kadar muhteşem’ ancak ‘rastgele’ veya ‘kazaen’ olabilir
diyebilir.
Umarım, biz
de arif olan âlimlerden olabiliriz.
Hareket
eden kütledir, maddedir, bedendir, bir ‘şeydir’, hareket eden ile hareketi
birbirinden ayırmak mümkün değildir. Hareket eden bir şey olmalı ki hareket
tespit edilebilsin. Sıfat ise maddeleşme arızasından tecrit edilebilir, ayrılabilir.
Sıfat maddeden soyunabilir. Sıfatın, cisimlenme öncesi durumu idrak edilebilir.
Güzellik, güzel olandan ayrı bir şeydir. İyilik, iyi olandan ayrı bir tanıma
sahiptir. Birisinin baba oluşu, ‘babalık’ tanımından sonra gerçekleşir. Kişi,
kişiliğinde bulduğu sıfatları idrak ederek tümü için hamt etmeli, kendi
kişiliğinin fena bulmasını idrak ederek, hal lisanıyla hamt etmeli. Kişilikte
bulunan her sıfatın verilmiş olduğunun idrak edilmesi, sıfatların sahibinin
idrak edilmesi olur. Kişi, böylece kişiliğinde, Zat’ı bulmuş olur ve hal
lisanıyla şükretmiş, secde etmiş olur. Sıfatların, bedenden soyunarak idrak
edilmesi, kişiliğinden, zatından vazgeçmiş olarak, fena bularak, hal lisanıyla
Zat’a secde ederek, tespih edilmesi demektir.
Sonuç
olarak, bu idrakte, bir soyunma ve kavuşma söz konusudur. Bu hal içinde iken
abdın vücudu yoktur. Hak yakin
geldiğinde, vücut biter. Vücut yoksa namaz kılınamaz. Bu duruma, güneşin
tulû’u, doğuşu, birden bire zuhuru, bir şeye aniden vakıf olup bilme, hali
denir. Güneşin doğuşu zamanı, abdın, kulun, vücuduna vahdet güneşinin
istivasından zevali yani en tepe, doruk noktasından sonrası zamanıdır. Vahdet
güneşi kulun vücudunda en tepe noktasındayken namaz kılınamaz çünkü orada Hak
yakındır, kul yoktur. Namaz için vücut gerekir.
Cem
makamından önce yani halk ile mahcup olarak, fark-ı evvel, ilk fark, benlik,
ikilik zamanında, tevhidi idrak etmekten önce de cemden sonra fark-ı sani,
ikinci fark halinde, beka zamanında da abdın vücudunun gölgesi var olunca namaz
vacip olur. İnsan, yalnız bu hal içindeyse Abd-i Hu’dur, abidesidir, delilidir.
Namazların
en evveli ve en lâtifi Hafi, gizlilik, makamındaki ‘soyunma ve kavuşma namazı’,
“Öğle” namazıdır. Namazların en makbulü, ‘salâtı vüsta’ olanı, ise ‘asır
namazı’, ‘Ruh makamında Şuhut namazı’ olan “İkindi” namazıdır. Ruhen,
her yerde ve her şeyde Hakk’ın görünmesi namazıdır. Ruh ve hafi makamlarında
şeytanın gireceği bir yer olmadığından öğle ve ikindi namazlarında okumalar
gizlidir.
Ruhen Şuhut, Hakk’ın
görünmesinin bir sır olduğunun idraki içinde, sır makamında, ‘sırrın namazı’
kılınır. Bu bir yalvarış, dua namazı olup en hızlısı ve en hafifidir. Kalbin
zuhuru ile mahcup olma, perdelenmenin öncesinde yalvarış vakti çabuk geçer. Bu
nedenle “Akşam” namazında okumalar hızlıdır. Kalbin
zuhuru, ortaya çıkışı, huzurunda ve huzur içinde oluşun aydınlık, anlayış ve
idraki, insanın batınını en çok aydınlatan ve şeytana en çok engel olan bir
şeydir. Bu durum ise Kuran’ın fecridir, ilmin doğuşudur, kalbin huzur
namazıdır. “Sabah” namazı keşiflerin indiği ve sıfat nurlarının
tecellisi vaktinde kılınır. Cemaatin artması için okumalar uzunca yapılır.
Ruhun
nuru, ilmin idraki içinde, kalp aydınlığında, gece ve gündüz meleklerinin
buluşmasıyla namaz kılınır. Bu namaz, kalp makamında kılınan huzur namazıdır.
Kalp
makamında, ruh ile birlikte bedenin ve nefsin de idrakine varılır. Nefsi en çok
sabitleyen ve itaat ettirerek ilme tabi tutan, nefis makamında, baş eğme ve
teslim olma namazı, “Yatsı” namazıdır. Nefis, kalp ve sır gibi şeytanın
vesvese etmesi mümkün olan makamlara alâmet kılınan yatsı, sabah ve akşam
namazlarında, şeytanı engellemek ve def etmek için okumalar yüksek sesle
yapılır. (2.238; 17.78; Hicr, 99)
İnsanın, insan olmaya başlaması,
kendisinin başkalarından ve çevresinden farklı, “Uyumlu belirgin” olduğunu,
tevafuk ettiğini, anlamasıyla başlar. Aynı bedende farklı kişiliğe sahip olmayı
anlamak önce dikkatleri beden üzerine çeker. Bedenin ilminden başka bir şey
olmadığı, ilim ile bedenin faklılığını aklın idrak ettiği açığa çıkar. İlmi
hıfz eden kuvvetlerin toplanmasıyla, temessülüyle oluşan, beden ve nefsin de ilimden oluştuğu anlaşılır.
Bedenin, böylece ilme tabi olup biat ettiği keşfedilir. Keşifler
birbirini izler, hareketlerin fikirlerle yönlendirildiği, fikirlerin de
bilinçlere tabi olduğu açığa çıkar. Her bilgi ve bilgi topluluğu bir nurun açığa
çıkışıdır, aydınlanmadır, karanlık kalkar, ortamı ışık doldurur, gündüz olur.
İlmin kaynağına doğru yolculuk eğer bir sırra ermeye gider, bu işte bir sır
var, sırrı nedir denirse, ilmin ve aydınlığın kaynağının ne olduğu düşünülmeye
başlanır. İlmin Hakka ait oluşu ve Hakkın gölgesi olduğu, gölge oluştan da
gölgenin aslına gidilebileceği idrak edilirse Şuhut edilir. Şuhut
edilenin giz olduğu ve gizlendiği, soyunanın kavuştuğu, batının
zahir ile örtündüğü, tesettüre girdiği anlaşılır. Bireysel soyunup kavuşma
cumaya, birliğe de gidebilir.
Âdemin halden hale geçişleri âlemde
de görülür. Uzay zamanda, atılmış yün veya pamuk gibi yüzen toz ve gaz bulutu
haline gelen süpernova haviyesinde, göçüğünde asar ateşi kendiliğinden oluşur. Hidrojen
atomlarına özgü özellik olan ‘yerçekimsel ışınım’, bunların bir merkezde
toplanmasını sağlar. Bu atomların kütlelerinin uzay zamanı bükmesi, atomlara
verilen ilmin bir özelliğidir.
En merkezdeki atomların bükümlerine
düşen diğer atomlar ortamda büyük bir hareketliliğe yol açar. Hareketlilik,
sürtünme nedeniyle, ısınmaya neden olur. Merkezde ısınan toz ve gaz bulutu,
soğuk toz ve gaz bulutu katmanlarının içinden dışına çıkmaya çalışır. Hidrojen
atomlarının, verilen bilimsel özellikleri nedeniyle gerçekleşen, merkeze ve
merkezden çevreye doğru hareketler, ısı ve basıncın artışına neden olur. Isı ve
basınç artışı ise yanma oluşturur. Bu yanma ise eserler oluşturan ‘asar
ateşidir’. Evrende bilimsel olarak kaydedilip kanıtlanan bilgi ve bulgular
‘halden hale’ geçiş sürecini açıklar. Bu süreçte önce demir ve altın gibi
gerekli madenler oluşur. Sonra da fotonların kırmızı ve mavi ışık enerjileri
dönüşerek, yeşil rengi yansıtan klorofil sayesinde, hayatın temelini oluşturur.
Klorofil, su ve karbondioksit gazından, şeker ve oksijen üretir. Her canlının
her hücresi, bu şekeri yakarak faaliyetlerini sürdürür; şekeri, oksijen alıp,
yakarak karbondioksit üretir.
Doğal oluşum ve gelişim süreçleri,
bilimsel olarak kaydedilip kanıtlanabilir. Halden hale geçiş sürecinin en
başından en sonuna kadar her aşaması bilinmektedir. Bilimsel açıdan her geçiş
otomatiktir. Fizik, astrofizik, biyofizik ilimlerinin ortaya koyduğu yasalara
uygun olarak, ‘uyumlu farklılaşarak belirginleşme’ apaçıktır. Bilimsel açıdan
bakış ‘bir ve tek halden hale geçiş’ sürecinin sonundan bakıştır. Bu bakış
açısından her şey ‘otomatik’ görünür. Oysa ‘Yapay Zekâ’ bile bir amaca ulaşmak
için gerçekleştirilecek bir “Fikir” ve bir “Uygulayıcı” olması gerektiğini
vurgular. Şeker üretimi ve yakılması gibi bir ‘fikir’ ve onu uygulayan
olmalıdır.
“Doğal süreç otomatiktir, yapay
süreç değildir” denmesi uyumsuzdur. “Bir ve tek süreci ‘Kuran ile Uygulayan,
Furkan’ olmalıdır” sonucuna kesin olarak varıldıktan sonra başka sorular
üzerinde durulabilir. Ancak kesinlikle “Yaratıcı olmalı” dendikten sonra
“Yaratıcıyı kim yarattı” sorusu gelebilir? Cevap ‘henüz bilinmiyor’, ya da
“Allah’ı, yalnız Allah bilir” olabilir!
Her
insan, ömrü boyunca, düşündükleri, yaptıkları, ortaya çıkardıklarıyla, aslında
içinde olanları ortaya koyar. Her sanatçının eserlerinin tümü sanatçının
kendisini ortaya koymasıdır. İlim insanları, kendilerini ortaya koyup,
vakfedip, adayıp, içlerinde ne varsa onları ortaya koyar; yeni, güzel ve
yararlı şeyler oluşturur. Özet olarak, her kişi, kişiliğinde bulunanları, her
ne var ise tümünü, işleyen aklını kullanarak, aklının tümünü işleterek, içini
dökerek, elle tutulur gözle görülür eserler yaratır. Herkes de bu eserler
ortaya çıktıktan sonra görür, tutar, işitir, koklar veya tadar. İnsanların
yaptıkları da yoktan var edilişe birer örnektir. Bir ilmi anlatmak, sözlü olarak
ortaya koymak yetmez; uygulamak, uygulayarak daha önce örneği olmayan bir
şekilde meydana çıkarmak ve ortaya çıkanın da yararlı ve güzel olması şarttır.
Bu idrak ile bu evren, Hakkın ilminin aklı faal ile ortaya çıkışıdır. Elif,
lam, mim, Allah’ın ismi azamı olan
suret-i Muhammedi’de, ehli olan insanı kâmiline malum olacağı veçhile,
perdelenip örtünen, zata işarettir. Akıl, ilmin göründüğü, ortaya çıktığı yer,
anlaşıldığı mecra, bilindiği alandır. Her kişi, kişiliğine uygun bir aklın
açığa çıktığı bir alan, levha veya ortamdır. Külli akıl, kaza mahalli,
düşünülen alan veya levha-i kazadır, cifr denebilir. Camia, nefsi külden ibaret
bulunan levha-i kaderdir. Cifri camia, olmuş ve olacağı ihtiva eden, içeren
kitap demektir. İlmin tümü Muhammet ile açığa çıkmış böylece Kitap ona
indirilmiştir.
(2.1,2)
İnsanın
farklılaşarak belirginleşmiş özelliği ilmi idrak edişidir. Bilgi elde ettikçe
bilgileri birleştirmesi, ilmi dallara ayırarak tümünü kavraması, insanı insan
yapan özelliktir. Aklını kullanarak elde ettiği bu ilmin kaynağını araştırmak
da özelliğinin bir parçasıdır. Elinde veya kontrolünde olanlarla olmayanları
ayırt etmek kaçınılmazdır.
İlim ile kendi
kişiliğini bulması, kişiliğinde ilmin yerini ve önemini, ilmin kaynağını
bulmasıdır. İnsan, var olan tüm canlıların en aciz halinden çıkıp gelişini, en
derin cehaletten bilgeliğe yücelişini, ilmi idrak edişini, verilenler
olmaksızın, yalnız kendine mal etmesinin mümkün olmayacağını anlar. Akıl, ilmin
deposu olan insanı bilerek, ilmin ve insanın iki ayrı şey olduğunu ama birinin,
diğeri olmaksızın, isminin, cisminin ve resminin olamayacağını da anlar. İlim
ile insan ayrı şeylerdir. Üstelik ilmi olmadan insandan, insan olmadan da
ilimden, söz etmek de zordur. İlmi de yalnız insan anlar ve uygulayarak ortaya
çıkarır. Ruh, beden için ne ise ilim de insan için odur.
‘İlim ayrı insan
ayrı kavramını ancak akıl kavrayabilir’ gerçeği üzerinde durulmalı. Bu gerçek
bilimseldir. Her şey ilminin deposudur, ‘şeyin’
kütlesi kara deliğe düşse de ‘ilmi’ olay ufkunda kalır ve kaybolmaz. Bu
gerçeklerden hareket ederek şey ile ilmi ayrı ele alınabilir. Şey olarak
‘kütle’ veya o şeyin maddesi düşünülebilir. Maddenin oluşumu önemlidir. Yine
bilimsel bilgi ve bulgulardan, madde, belirli bir parçacığın içinde toplanan
kuvvetlerdir. Kuvvetler de elektriksel, manyetik ve elektromanyetik kuvvetler
olarak özetlenebilir. Evrende her biri bir diğeriyle sürekli etkileşim içindeki
kuvvetlerin toplanmış haline madde denir. Kuvvetler de belirli bilimsel
özelliklerden başka bir şey değildir. Bir elektrik yükü olan veya olmayana, bir
çekim gücüne veya uzay zamanı büküm gücüne ‘kuvvet’ denir. Diğer bir deyişle
kuvvet belirli bir bilimsel özelliktir. İnsan da temelde bu belirli bilimsel
özelliklerden oluşur. Önemli olan insan ne atom yapabilir ne de atomlara
hükmedebilir. Altyapı olarak bunların hepsi insana ‘verilmiştir’. Nasıl ki her
ilim bilgilerden oluşur, insan da bilgi olan kuvvetlerden oluşur. İnsanın ilmi
ayrı ve maddesi ayrı ise maddesinin de ‘bilgi’ olduğu unutulmamalıdır.
“İlmin ayrı bir
varlığının idraki ise Hakkın varlığına delildir. Nasıl ki bir eşyanın gölgesi
varsa gölge güneşin varlığına delildir, aynı kapsamda ilmin varlığı da Hakkın
varlığına delildir. İlim, böylece Hakkın ‘gölgesidir’.”
(39.9)
İstemeyi
bilinceye kadar her şeyimiz var olur. İstemeyi öğrenince de isteğimizin sonu
olmaz. Arzu ve isteklerimizin sonsuzluğu bizi bitirir. Ben kimim, ne yapıyorum,
nereden gelip nereye gidiyorum deyince hakikate erebiliriz. Sahip olunan her
şeyin kıymetini ve değerini araştırıp öğreniriz. Örneğin görmenin kıymetini ve
muhteşemliğini, önem ve önceliğini, nasıl var olup gördüğümüzü öğreniriz. Neden
gördüğümüzün cevabı ise henüz olmayabilir.
Kendimizi
bilmeden önce karıncaların hikâyeleri anlatılır. Her karınca ayrı bir
yumurtadan çıkar. Hiçbir karınca diğerinin işine karışmaz. Her karınca ne iş
yapacağına kendisi karar verir. Bireysel seçimler sonucunda ‘Ortak Bilinç’
oluşur. Her karınca iş yapar, bazı işler birlikte yapılır. İşin ucundan tutan
karıncalar çok olabilir ama kendi kararlarıyla işin ucundan tutarlar. Bireysel
davranışların ortak bilinç oluşturduğu böylece kanıtlanır. Her molekül de,
yüzlerce bazıları binlerce atomdan oluşur. Moleküllerin yani proteinlerin,
kendi görevlerini yapmasıyla, her hücre, düzenli çalışan bir fabrikaya dönüşür.
Bir proteinin işini yapmasıyla sabah, işini bitirmesiyle akşam olduğunu anlayan
‘Bilinçli’ insanlar oluşur.
Büyük Hadron
Çarpıştırıcısında, İsviçre’de, CERN’de, elektron ve protonların saniyede kırk
milyon kere çarpıştırılması sonucunda, elektron-pozitron çifti saptandı. İlim,
‘bilimsel bir özellik kazanarak’ zuhur eder, ortaya çıkar.
Bilimsel
bilgi, bulgu ve deneylerle kanıtlandı ki elektronun, ‘belirli ve sabit’ olarak
bilinen ‘elektrik yükü’, elektron ile pozitron arasındaki ‘Boşluk Denizi’
nedeniyledir. Bu Boşluk Denizi sayesinde, pozitron, elektronu ‘Perdeler’ bu
nedenle elektronun elektrik yükü sabit görünür. Boşluk denizi ve perdeleme
olmasa elektronun elektrik yükü yaklaştıkça artar, uzaklaştıkça azalır. Diğer
bir deyişle elektrik yükü sıfırda sonsuza, sonsuzda ise sıfıra gider. Kısaca
evrendeki ‘Varlık’, varlığını, bilimsel olarak, ‘Boşluğa’, ‘Yokluğa’ borçludur.
Çünkü elektronun elektrik yükü bugünkü belirlenen miktarının milyarda biri
kadar az da olsa, çok da olsa atomlar birbirini tutamaz yani su bile oluşamaz.
Bu deneylerin
ikinci en önemli bilimsel bulgusu, ‘Evrenin Hakkını Sonuna Kadar
Kullanmasıdır’. Evren, ‘Olasılıklar Denizinde’ bir şeyin olma olasılığı varsa,
bunu gerçekleştirir. “Evren, hakkını sonuna kadar kullanır” bilimsel ilkedir.
Saniyenin on üzeri eksi kırkında ‘elektron ve pozitron çiftleri’, yokluktan
ortaya çıkar ve anında yok olur. Parçacıkların bir anda var olup yok olması sürekli var olan varlıklar
olarak görünür. Saniyede otuz resmin geçişini film olarak izlememize benzer
şekilde, parçacıklar da sürekli var olarak görünür.
Bu bilimsel
bilgi ve bulgularla kanıtlanan gerçekler Kuran’da da yer alır. “Bir emirle,
halen, her an, oluşmaktaki evrenin, ‘Hadis olur, fani olur’ şeklinde var ve yok
olması istenmedi, her şeyin bir amacı vardır.”
(21.16,17)
“Bu idrak
ile her yönde, Hakk’ın yüzü görünür, perdeler, vehim ve ham hayal ortadan
kalkar. Her iş ve eylem ilmin tezahürü, bir uygulamasıdır. Nefsin oluşumu, canlanması, hayat bulması ve yaşaması
ilimle olur. Maddeyi ilimden ayrı düşünmek yanlıştır.” (39.9) “Her şey,
Allah’ın istek ve iradesiyle, ‘Kûn, ol’ emriyle ancak söz ve ses duyulmaksızın,
arada bir vasıta olmaksızın ve zaman geçmeksizin birden, an içinde, vücuduyla
mevcut olmaktadır.” (2.117)
İnsan idrak
ettiği için idrak ettiği kadar vardır. Saniyenin dört kere trilyonda biri kadar
olan bir zamanda, yokluktan çıkarak, var olup yok olan zerrelerin oluşturduğu
evrende yaşıyoruz. Hiçbir şeyin tesadüfen olmayıp bir amaç için var olması nedeniyle, insan bilinci vardır.
Evrenin gelişimi zerrelerden bilince gelmiş durumdadır. Düşünen insan beyni
incelendiğinde, beyin hücreleri arasındaki haberleşmenin ışınımlarla olması,
ilk zerreleri anımsatabilir. İlk ışınım ve son ışınımın şiddeti aynı olabilir.
Her iki ışınımın da zuhurunun tespiti, belirlenmesi, şiddetleri nedeniyle,
zordur.
“Siz,
Hakk’ın, ‘hıfz edicilerinden’, ‘ilim yüklenebilen kuvvetlerinden’ oluştunuz.
Siz, bu güç ve kuvvetlerin cisimlenmiş, şekil ve suret kazanmış, cisimleşmiş halisiniz.” (6.61) Ayetlerde de belirtildiği ve bilimsel
olarak da kanıtlandığı gibi, güçlü itim ve çekim kuvvetiyle donatılmış
zerrelerin toplanmasıyla bedenleşmiş bulunuyoruz. İten, çeken ve birbirlerini
algılayan bu kuvvetlerin birer bilimsel özellik sahibi olduğu açıktır. Belirli
elektromanyetik kuvvet özelliği taşıdıkları bilinir. Kuvvetlerin bu bilimsel
özelliklerinden başka bir şeyi de yoktur. Zerreler ile bilimsel özellikleri
veya bilgilerinin aynı olduğu ve ayrılamaz bir bütün oluşturduğu açıktır.
Böylece maddesel bilgilerden insanda bilinç oluştuğu kanıtlanmış olur. İnsan,
büyüme, gelişme ve olgunlaşma sürecinde, kendini bilmeye çalışır. Önce kendini
bedensel ve nefsanî güçlerle donatır. Sonra kalbî duygularla dolup taşar.
Öğrendikçe bilgi depolayıp bilinç geliştirir. İnsanın, olgunlaşmasında, nasıl
doğadan ayrı bir benlik ve bencillik sahibi olduğu bilinemez.
Doğal ve
evrensel özelliklere sahip olup, ayrı, farklı ve kopuk bir benlik ve bencillik
geliştirmesi şaşırtıcıdır. Çevresinden aldıklarını iade etmesi durumunda,
geriye ne kalacağını düşünmek kendisini de şaşırtabilir. Yokluktan çıkıp var
olan zerrelerle oluşanın, varoluşu da sahiplenmesi ilginçtir. Zuhurun
şiddetinden sonra, mevtin de azabın da şiddetlisi yaşanır. “Azayı emzirici, besleyici olan her kuvvet
beslediği azadan gafil olduğu, idrak ettiklerini hıfz edici hamil sahibi
kuvvetlerden her biri, idrak ettiklerini yere bıraktığı, yani her kuvvet, tahrikini ve istiklâlini bıraktığı zaman,
insanları, mevtin şiddetlerinden sarhoş, şaşkın ve baygın görürsün.” (22.2)
“Allah, yerin ve göğün
nurudur. Nur, Allah’ın zatıyla zahirdir, görünür hale gelir ve görünür, eşya da
nur ile zahir olur ve görünür. Nur, zuhurunun, ortaya çıkışının şiddetinden ve eşyanın
kendisiyle zahir olmasından dolayı, mutlaktır ve ilahî isimlerden birisidir.
Zuhurunun şiddetinden gizlidir, ışığın kaynağı görünür kendisi görünmez. Mevcut
olan her şey onunla mevcut olmuştur. Cisimler âlemi, ilahi nurun gurup ettiği,
tesettüre girdiği yerdir, örtülü halidir. İnsanın kemale ermiş, olgunlaşmış
halinde bu nur parlar, yaradılışa uygun olarak parlayan bu nur ise diğerlerini
aydınlatır. Parlayarak aydınlatan nura, nurun nuru, batıdan doğan hakikat
güneşi denebilir. Cahil kişi, cisimlerin altında kalmış, cisimler âlemi
dalgasının örttüğü kişidir, basiretsizdir, hiçbir şey göremez.” (24.35) “Biz, vücudumuzla sizi izhar etmekle ve
sizin suretlerinizde zahir olmakla sizi halk ve izhar eyledik.” (56.57)
Umarım, biz de
bilinçli olarak nuru idrak edebiliriz. Allah’ım, sen ne büyüksün / Ben diye de
görünürsün!
Herkes ve her şey kendi fıtratındaki
kemalini, olgunluğunu gerçekleştirmek amacıyla yaratıldığına göre olgunlaşmak
için gerekli olan yazılım ve donanım da verilmiş, fıtratına kazınmıştır.
Yaradılışının ve amaçlarının farkında olmayanlar yanlış yollara sapıp
kötülükleri amaç edinmiş hatta karakter edinmiş olabilir. Verilenleri kullanmak
insanın yetkisindedir.
O’nu
sevenler, kendilerinde yeterince sebep, donanım ve kudret bulursa,
yaradılışlarında gizli olan hakikat, bilgi, ilim ve erdemler sayesinde,
temizlenme ve arınmayla fiili ihraç etmeye ilişkin verdikleri sözü yerine
getirmiş olurlar. İnsan olarak insanlıktan yaratılmış, akılla donatılmış
oldukları için, önce âlim, sonra kâmil insan, arif olurlar. Böylece kendini
gerçekleştirmiş, verdikleri sözü yerine getirmiş olurlar.
Kişinin
ergen oluşu ile bireysel yaşam başlar. Kendi başına kaldığında, büyüme çağında,
büyüklerinden eğitimle aldığı güzel ahlak dersleri, önem ve önceliğini
yitirebilir. Hayata atıldığında, yaşam kavgası kargaşasında, bazı erdemlerin
başkaları tarafından göz ardı edilmesinin etkisi altında kalabilir. Diğer
bireylerle girdiği yarış ve yarışmalarda, vehim ve hayal gücü gibi nefsanî
duygularına yenik düşebilir. Kalbindeki güzel ahlaka ilişkin erdemler, ruhani
ve nurani değerler, geri plana itilebilir veya tamamen unutulabilir. İçki,
şehvet, şiddet ve kumar gibi kötü sıfatlar birbirini destekler. Bu durum kalpte
yeşermesi beklenen değerlerin kalpten tamamen sürülmesi ve kalbin nefis
mücadelesinde yenik düşmesidir.
“Sıfatının tecellisi, var olması
için, ‘nefhaat-i Rabbaniye rüzgârlarını’, ‘şişirici rüzgârları’ gönderir.”
(25.48) “Yokluk, sırf boşluk değil, olmuş ve olacak mevcutların hakikatlerini,
bilgilerini, ilimden alacakları ‘haklarını’ içerir. Her ‘şey’ Hak’tan hakkını
aldığı için mevcut, var olabilir.” (21.22)
İnsan bilgiye sahip olabilir ama
ilmin tümüne sahip olamaz. Aynı şekilde bedeni ve ruhu varsa da enerji ve
içerdiği ilim insana ait değildir. “Beden ve ruhlarının, ilimlerinin, beden ile
hakikatinin, farklı şeyler olduğunu anlayarak bunların ayrılabilmesiyle
ölümlerini idrak edenler elbette diriltileceklerdir.” (79.1-5) Ayırım
gücünden, analizden sonraki sentez insanı farklı sonuçlara götürebilir. İnsan
Allah’ın ilmi ile âlim, nefsi ile kaim, ayakta ve hayatı ile hay, diridir.
Rahmanî rahmet olan yağmur iyinin de kötünün de tarlasına yağar. Rahimsi rahmet
olan akıl, fikir gibi her insana özgü değerler ise herkese özeldir. İnsan
toplumun bir bireyi, evrenin bir zerresi olarak mevcuttur ama kendiliğinden var
olan değildir.
Ayetler
apaçık, anlamları aşikâr. Eşyanın aslı, esası, özü düşünüldüğünde, Hakk’ın
ilminden hakkını, hakça aldığı için her mevcut ortaya çıkmış, mevcut olmuştur.
Her eşyanın bileşenleri içinde ve arasında bir ‘bilgi’ vardır. ‘Evrenin Hakkını
Sonuna Kadar Kullanması’ bir prensiptir. Evren, ‘Olasılıklar Denizinde’ bir
şeyin olma olasılığı varsa, bunu gerçekleştirir. “Evren, hakkını sonuna kadar
kullanır” bilimsel ilkedir. Saniyenin on üzeri eksi kırkında, trilyonda
birinde, ‘elektron ve pozitron çiftleri’, yokluktan ortaya çıkar ve anında yok
olur.
Parçacıkların bir anda var olup yok olması sürekli var olan
varlıklar olarak görünür. Saniyede otuz resmin geçişi film olarak izlendiği
gibi eşya ve parçacıklar da sürekli ‘var’ görünür.
Bu bilimsel bilgi ve bulgularla
kanıtlanan gerçekler Kuran’da da aynen yer alır. “Bir emirle, halen, her an,
oluşmaktaki evrenin, ‘Hadis olur, fani olur’ şeklinde var ve yok olması istenmedi, her şeyin bir amacı vardır.” (21.16,17) “Her
şeyin, yaratılmadan önce, ruh, kalp ve nefis âlemlerinde suretleri vardır.”
(2.21) “Eşyanın tümünün, bilinmelerini sağlayan, ilmî özelliklerini Âdem’in
kalbine indirdi. Marifet ve muhabbet sırrını insana emanet etti. İnsan, eşyayı
ve kendini verilen ilim ile bilir ve ilmin sahibini de bilir kâmil insan olur.”
(2.31, 33)
Kâmil insan olma amacıyla yaratılan
insanın fıtratına, erdemli olmak için gereken her türlü sıfat kazınmıştır. Her
varlık, bitkiler ve hayvanlar, görevini eksiksiz hatta yanlışsız yapar, yalnız
insan sapar. Bu sapma yetkisi de sorumluluğuna eşit bir şekilde verilmiştir.
İnsan, yetkisi nedeniyle sorumludur. Bilen ile bilmeyen bu nedenle eşit
olmayabilir.
İnsan, bilir, bildiğini bilir ve
bildiklerini sentez ederek ortak bir bilince ulaşır. Ahlakı, güzel ahlakı,
erdemleri bilir, ahlaksızlığın ne olup olmadığını da bilir. İyilik, doğruluk ve
güzelliğin varlığı ve gelişimiyle kötülük, yanlışlık ve çirkinliğin ortadan
kalkacağını bilir. Karşıda gördüğü kötülükleri imha ederek kaldırmaya çalışması
hatadır. Erdemli olmakla erdemsizlik ortadan kalkar.
Esas olan dönüşümdür, bir sıfatı
ortadan kaldırmak diğer sıfata dönüşümünü sağlamakla olabilir. Kötü insanı veya
insanları öldürmekle kötülük ortadan kalkmaz.
Günümüzde üzerinde durulan bilimsel
bir kavram da “Bağlantısal
Bütünselliktir.” Yüz milyar beyin hücresinin diğerleriyle bağlantı kurarak
düşünce ürettiği saptandı ama bu bağlantıların nasıl bir matematik ile
yürütüldüğünü belirlemek için mevcut bilgisayarlar yetersiz kaldı. Yine de
beynin nasıl düşündüğüne dair bir matematik model yapılabileceği görüldü. Beyin
hücreleri, nöronlar, elektrikle çalışıyor ve bilgi işliyor. Beyinde bilgiler
elektrokimyasal ırmaklar halinde akıyor. İnsan bedeninde 37 trilyon hücre
vardır. Atomlardan oluşan bu hücreler 300-400 günde tamamen değişir ama insan
yaşamaya devam eder. Bütün, parçaların toplamından fazla bir şeydir. İnsan
atomların toplamı değil kurulan bağlantıların bütünüdür. Evrende var olan bütün
kuvvetlerin bağlantısal bütünlüğü bir matematik modeliyle ortaya kondu.
LANIAKEA astrofizik modeli evrendeki tüm kuvvetlerin bileşkesini
oluşturmaktadır. Bu model, beynin modeline benzemektedir. Benzer bir
bağlantısallık modeli, yaprakta da ağaçta da metro sisteminde de var, yaşamın
kendisinde de vardır. Matematiğini bilemediğimiz oluşumlara kaos demişiz ama
modelini bulunca kaos olmaktan çıkıyor. Bilim, matematikselleştirilmiş
felsefedir. Kuş sürüsünün hareketlerinde, bir kuşun bir saniye sonra diğeriyle
nasıl bir ilişki içinde olacağının olasılığını belirleyen modeller vardır.
Bağlantısal bütünlüğü ortaya koyan
model nedeniyle matematik değil modellere uygun olan evren ve yaşam güzeldir.
Kuş veya balık sürülerinde bir lider olmadığı kesindir, bağlantısallık
kültüründe hiyerarşi yoktur. Bağlantısallık biliminde liderler, yöneticiler
yoktur. Matbaanın icadı çığır açmadı, yeni bilimsel çığır matbaayı geliştirdi. Bilim,
matematikselleştirilmiş felsefedir. Din ise, felsefenin henüz
matematikselleştirilememiş, kaos denen, halidir.
Nefsanî
beslenme için kullanılan akıl ile ancak niceliksel doyuma ulaşılır. Bu gidişin
sonu yoktur. Gururun alçak gönle ve aç gözlülüğün kanaate dönüşmesi, aklın elde
ettiği bilgilerin kalpte sıfatlanmasına bağlıdır. Ruhani bilgiler, kalpte
mayalanmalı ve kalp deryası maya tutmalıdır. Kalp deryası ilimle mayalanmazsa, kalp
muhabbetle sıcak tutulmazsa, nefis denizinde maya ziyan olur. Fiillerden sonra
sıfatların sahibini bilmeyen, Allah’ın sıfatlarını tanıyıp idrak etmeyen,
Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlanamaz.
Kendini
bilmeye giden doğru yol, bireylerin dışında değil, bu nedenle topluca
gidilebilecek bir yol değildir. Gösterge çubuğu dik durur ve önce ucu bir
aşama açılırsa, üçüncü boyut olarak, doğru yol ortaya çıkar. İnsanı temsil
eden, anten şeklindeki gösterge çubuğunun bir çıt açılması, insanın kalbini
keşfetmesine benzer. Bu açılım dışarıdan olamaz. Kalbin dışa açılan kapısı,
içeriden açılır ve sıcak duygularla dolarsa açılır, mayalanan sevginin aşka
dönüşümü ile açılır. Diğerlerinden farklı kılan benlik ve bencillikten vazgeçilip,
örneğin, kazancın meşruluğuna, ahlakın güzelliğine önem ve öncelik verilirse
açılır. Kalp, akıl aracılığı ile ruhtan aldığı nuru, nefsine yansıtır, böylece,
nefsin kanaatkâr olduğu görülür. Ruhtan, ilmin kaynağından, basiretle, tevhit
ilmiyle alınan tasavvufî bilgiler, uygulanıp yaşanacak bilgilerdir. Dışarıdan
alınan bilgiler unutulabilir, uygulaması yapılmayabilir. İçten dolup taşarak
duygusal alandan çıkan bilgiler, aşk içinde uygulanır. Seven herkesi sever.
İçe dönük
yolculuğun ilk aşaması, antenin bir çıt açılması, failin Hak olduğunu
anlamaktır. Açılan kalp kapağından, akıl aracılığı ile kalbe inen bu bilgi,
kalp tarafından iyice anlaşılınca, nefsi ikna etme çabası başlar. Her şeye
sahip olmaya çalışan nefis iyi, doğru ve güzel olanın diğerlerinden ayrılmasını
kabul eder, kanaatkâr olur. Böylece her bilgi bir uygulamaya dönüşür. Bedensel
faaliyetler, her iş ve eylem, aynı güç ve kuvvete dayanır.
Doğa,
dünya, âlem bir tarafa, insan bir tarafa. İnsan başkadır, üç boyutludur. Namaz
konusunda, ilk akla gelen ‘genel olarak yer, içer, yatar, kalkar, savaşır,
sevişir’ insanlardan farklı, olgun ve kendini bilen insanlardan söz edilmesi
uygundur. Oruç ile nefsini yenmiş ve terbiye etmiş insan, kalbini keşfeder.
Kalp, duyguların merkezidir. Ruhtan alınan ilim ile beslenir. Açgözlülüğünü
kanaatkârlığa dönüştürmüş nefis, tatmin olur ve kalbin ilhamlarına açılır,
kalbe teslim olur. Ruhun nuru ile aydınlanmaya başlayan kalbin sabahı olmak
üzeredir. Sabahın fecrinde insan uyanır, kendi hakikat güneşinin kalbine
doğması yakındır. Maddenin ve eşyanın hakikatini bildikten sonra nefsini
fethetmiş olan insan, kalbinden aydınlanmaya başlar. Hakikat
güneşinin gün ve gündüzünün aydınlığında, kalbinin sırlarını çözmeye çalışır.
İnsan, âlemi kalbinde bulabilir. Ömrünün kısalığı, iradesinin sınırlılığı
nedeniyle doğuştan verilenlerin önemini anlar. Keşif, müşahede ve Şuhut’tan
tevhide geçilebilir.
“Halik’ınıza dönüş için, nefsinizin hazzını ve
huzurunu azaltın, heveslerinden vazgeçirin, tövbe ederek riyazetle yani kanaat
kılıcıyla nefsinizi kökünden katledin.” (2.54)
Benlik yapan bencil nefsi, kökünden kesip atın ki
Allah’ın nefsi ile kaim olun. O’nun ilmi ile âlim, nefsi ile kaim ve hayatı ile
hay, diri olunuz.
Hastalıkların
tedavisinde elektrikli araçların kullanımı yaygındır. Kalp pilleri kalbin
düzenli çalışmasını, kulaklara takılan aletler işitmenin düzenli olmasını
sağlar. Bu alandaki bilimsel ve teknolojik buluşların önemi artmaktadır. Önce
elektrik keşfedildi ve aydınlanmaya yaradığı anlaşıldı ve bir yerden bir yere
nakledilmesi sorunu çözüldü. Sonra elektrik sinyali ile ses iletimi
gerçekleşti. En sonunda sinyaller ile renkli resimli görüntü aktarımı mümkün
oldu. Artık telefon, televizyon çocuk oyuncağıdır. Elektrik sinyalleri ile
iletişim ve etkileşim insan için gerçek oldu. Son bilimsel buluş ise canlı
hücrelerin tümünün bunu hep yaptığıdır.
Canlı bir
bedendeki organlarda, hücreler arası, hatta hücre içindeki organeller
arasındaki, iletişim ve etkileşim düşündürücü olabilir. Çünkü elektriğin
kontrollü aktarımı, ses ve görüntünün kodlanıp gönderilmesi, aktarılıp, alınıp
mesajın çözümlenmesi, bilinçli bir halde olabilecek işlerdir. Bir amacın
gerçekleştirilmesi için sonuca götürecek tüm sebeplerin, bilinçli bir şekilde
oluşmasının sağlanması gerekir. Telefon ve televizyonun, doğada ve doğal
koşullar altında, kendiliğinden, evrimsel gelişimle oluşmasını beklemek doğru
olmayabilir.
Bir
hastalığın tedavisinde kullanılacak bir aracın yapımı için önce
hücrelerarasındaki sinyallerin tespit edilmesi, kaydedilmesi, okunması,
lisanının çözülüp anlaşılması gerekir. Verilen en uygun anlama göre, en uygun
zamanda, zeminde ve dozunda, ilgili hücrelere gereken sinyal iletilerek
iyileştirici sinyallerin üretilmesi sağlanmalıdır.
Örneğin kalp
kasının kasılması için kası uyarıcı sinyal üretilip, kasa ulaştırılması
gerekir. Beden elektriği aksadığında, kesildiğinde, takılan pil bu elektriği
zamanında ve dozunda sağlamalıdır.
Beden elektriği sinyalleri, atom
düzeyinde çalışır. (1) Sinir hücreleri olan nöronların yüzeylerinde sinyali
oluşturan ve alıp ileten proteinler vardır. Eksi veya artı elektrik yüklü
atomlar, bu proteinlerce, nöronların hücre duvarlarından, birbirlerine
geçirilerek, sinyalleşme başlatılır ve sürdürülür. Bir hücrenin içinde bir
atoma elektron yüklendikçe, hücreler arasındaki denge bozulur, balans farkı
oluşur ve bu iyonların bir hücrenin içinden diğerine, hücreden hücreye
pompalanmasıyla, 70 mili volt düzeyinde, bir voltaj, akım dalgalanması
yaratılarak sinyal iletilir. Bir mili volt, voltun binde biridir. Kıyas ile
anlaşılması amacıyla, cep telefonları 5 mili volt ile şarj edilir. Elektronları kullanan bakır tel yerine, bedenin sinir istemi, yüklenmiş
elektriği, iyonları, genellikle de potasyum ve sodyum iyonlarını, kullanarak
nöronlardan geçirir. İyon,
normalden fazla veya az elektron yüklü atomdur. Görevli proteinler bir atomun
elektron yükünü artırabilir veya eksiltebilir, böylece anot veya katot
oluşturabilir. Bu mesajlarla hayal eder, düşünür, hafızaya kaydeder ve
hatırlarız.
İnsan beyni,
bu kimyasal enerjiyle, elektrokimyasal süreçlerle, çalışır, düşünür, öğrenir.
İnsanın görmesi, okuması ve dinlemesi hallerinde, beyinde milyarlarca nöron
hücresinde, yüklenme yani voltaj iniş çıkışları, dalgalanması yaşanır. Atomlara
yüklenen elektronlar yeterli düzeyde farklılık yaratınca atom, diğer hücreye
pompalanır ve elektrik yükünü diğer hücreye geçirir. Bu kimyasal elektrik bir
mesaj aktarır ve bu mesajın bir lisanı vardır.
Tedavi edici
müdahale yapılabilmesi için gerekli akım tespit edilmeli, lisanı çözülmeli ve
mesaj anlaşılmalıdır. Daha da çarpıcı olanı voltajdaki dalgalanma, DNA’yı
etkiler ve DNA da yeni duruma, örneğin öğrenilen şeye göre, nöronların yapısını
değiştirir, genetik şifre oluşur.
İnsan ancak
böylece öğrenmiş olur. Voltajdaki iniş çıkışlar, dalgalanmalar, radyo
dalgalarında olduğu gibi, elektriksel alan, elektromanyetik alan oluşturur. Beynin
milyarlarca nöronunun her biri, bir anlamda, mikro voltaj sinyaller oluşturan
ve yayan küçük radyo istasyonları gibidir. Önce normal bir atoma elektron
yükleyip denge, balans bozulup akım oluşturmak, oluşturulan bu elektrik akımına
kodlanarak mesaj yüklemek sonra da bu mesajı akım geçerken alıp, lisanını
çözüp, manasını anlayıp, bu mesajın gereğini yapmak kendi çapında bir
bilinçtir. Radyo vericileri ve alıcıları vardır, sinyalleri gönderen araçlar ve
alıcı aletler vardır, radyoyu belirli dalga boyuna ayarlayıp sinyalleri alarak
ses dinlenebilir veya televizyonda olduğu gibi görüntü izlenebilir. Bir
proteinin işinin keşfi bilimsel gelişmedir.
Fiziksel de
kimyasal da olsa bedenimizdeki her hücremiz, elektrik oluşturuyor, üretiyor,
radyo ve TV istasyonları gibi ses ve görüntü yükleyip, diğer hücreye gönderiyor
sonra da mesajları alıp, lisanını ve anlamını çözümleyip, mesajların gereğini
yapıyor. Daha önemlisi bütün bu iş ve işlemler, hücrelerimizin bir protein veya
molekülünün yaptığıdır. Hücrelerarası mesaj alışverişi gibi hücre içindeki
organeller arasındaki mesaj alışverişi de elektrikle olmaktadır.
Örneğin
elektrik akımının dalgalanması DNAyı da etkiler ve DNA nöronların yapısını
değiştirir. Diğer bir deyişle elektronların üstünde yaşıyoruz. Elektron bilgi
yüklenebiliyor, taşıyabiliyor, muhafaza edebiliyor ve hafızadan alıp hatırlama
yapabiliyor.
Hiçbir şey “Tesadüfen Var Olmaz” makalesinde bilimsel
bulgular ve bunları anımsatan ayetler üzerinde durulmuştu. Elektronun elektrik yükü kritiktir, bugün
belirlenen miktarın milyarda biri kadar azı da olsa, çoğu da olsa atomlar
birbirini tutamaz yani su bile oluşamaz. Elektronun elektrik yükünü belirleyenin ise
elektron pozitron çiftleri arasındaki ‘boşluk denizi’ olduğu unutulmamalıdır.
Bir anlamda canlılığımızı borçlu olduğumuz elektronun bilimsel özellikleri çok
önemlidir. Elektronun negatif elektrik yükü ve kütlesi vardır, atomların
birbirlerini tutmasını sağlar. Galaksilerin uzaklıklarını, yerlerini ve
hareketlerini bildiren ‘foton’ ise tanım itibariyle “Hiçbir şeyin özetidir.” Ne
kütlesi ne de elektrik yükü vardır. Uzay zamanın titreşimiyle ışık hızında yolculuk
edip enerji yayar. Yüz trilyon hücremiz içinde ve arasında sonsuz sayıda foton
ve elektron vardır. Tam bir parlaklık, aydınlık, nur ve ışık içinde olduğumuz
halde göremeyiz ve görünmez. “Allah, zuhurunun şiddetinden görünmez.” “Allah,
yerin göğün nurudur. Allah’ın nuru, idrakiyle Allah görünür”
(24.35)(39.22)(10.45)
Umarım, biz de hakikati idrak
edebiliriz.
(1) https://pursuit.unimelb.edu.au/articles/reading-the-body-s-electrical-signals-to-treat-illness
Rivayete
göre, Allah’ın nefsiyle kaim, yerine geçen, ayakta, canıyla canlı, ilmiyle
âlim, ruhuyla dirilmiş iken cennette yaşayan Âdem, bedenleşerek dünyaya
indirildi. Bedensel nefsaniyeti,
canlılığı, Âdem’in zevcesi, eşidir. Âdem’e, aklıyla ruhtan aldığı bilgileri
kalbinde anlama, özümleme ve uygulaması hatta basiretle ilim halinde tekrar
ruha dönebilmesi ihsan edilmiştir. Bilgiler, kuvvetler halinde uygulandıkça
hareket eder, oynaşır. Bedensel nefsaniyet, canlılık, bilgilerin özelliğine
uygun bir şekilde, farklılaşarak belirginleştiği için ruh ile cilveleştiği
söylenir. İnsani nefsaniyetin dişiliğinin, eril ruha, her aşamada, aldığı
bilgilerin özelliğine uygun, bir kalp çocuğu doğurduğu rivayet edilir. Veledi
kalp, akıl aracılığıyla ruhtan aldığı bilgilerle beslenir, büyür ve kendine
vaat edilmiş topraklarda, meralarda, alanlarda serpilir, hüküm sürer. Bireysel
düzeyde, her kişinin bedeni, kendine özgü bir Mısır ülkesidir. Bireyler,
nefsaniyetlerinin her aşamasını, edebiyle, yaşama hakkına sahiptir.
Mısır
ülkesinde, emmare nefisle tutulan yolun sonu olmadığı görüldüğünde, Firavun
Nefis, kendini levam ederek, yererek, bir başka hale geçer, kendisinin,
hayalince, her şeye hükmedemediğini, eksikliğini anlar. Firavunun bir rehbere
ihtiyaç duyduğu, halk arasında duyulunca, tevhit ilmine hâkim olan İbrahim’in,
aklı temsil eden, oğlu Yusuf önerilir. Beden ülkesi Mısırda, aklın hükümdarlığı
süresince, işlerin düzelmesi memnuniyet verir ve aklın ülkede hüküm sürmesine
izin verilir. Önce baş tacı yapılan akıl, zamanla sömürülür ve sadece köle gibi
çalıştırılıp nefsanî menfaat için kullanılır.
Duygudan
yoksun ortamda, sömürü ve kölelikte, kalbe ihtiyaç duyulur. Aklın kalpsizce
kullanımı, maddesel zenginlik verse de mutluluk getiremez. Levama nefsin, sudan
yani ilimden gelen oğlu, Hz. Musa, kalp çocuğu olarak, akla gerektiği gibi önem
verenleri toparlar. Her yer ve zamanda, iş ve işlemin, tüm hareketlerin,
efalin, aynı ilmin uygulaması olduğu, akla gelen fikirlerin kutsallığı,
anlaşılır. Kalp Musa, kendisine vaat edilen topraklara göç edip, Yusuf’un
kardeşlerini, gazap ve şehvet kabileleriyle birlikte, Mısır’dan çıkarır, aklı
kölelikten kurtarır.
Akıl
aracılığıyla kalbe dolan ilim, kalpte mayalanarak çoğalır, taşar ve yayılır.
Beden ve madde âleminde yalnız ve sadece bir ve tek ilmin uygulandığının
idraki, ayrıca, ilmin kendisine ulaşma zevk, lezzet ve keyfini de verir. Nefis,
bu aşamada tatmin olup, mutmain olup, esas krallığın mana âleminde olduğunu
hissedip yeni bir hal içine girer. Mutmain nefsin, ruh babadan olma, kalp
çocuğu Hz. İsa; ilmin kendisinin, maddeden, madde halinden, daha önemli
olduğunun idrakine varır. Bu aşamada kalp, duygusal âlemin tüm sıfatlarının da
yine aynı bir ve tek ilmin çeşitli uygulamaları olduğunun idrakine erer. İlmin
kaynağı göklerdedir. Mutmain nefis, emmare ve levvame nefsaniyetlerden sonra,
ruhun üçüncü eşidir.
Bir
rivayete göre, rehberiyle birlikte, tevhit ilmini talep eden, nefsaniyetlerin
hepsini yaşayarak, Allah’ın ilmiyle, ruhuyla, zatıyla dirilebilir. Ebeveynleri,
Allah’ın kulu Abdullah ve âmin deyip teslim olarak mülheme, ilham alan, nefis
sahibi Âmine hatun olan Efendimizin vahiy aldığına inanırız. Allah’ın kelamını
bize ileten efendimiz, miraca çıkarak Hakka ulaşmış, insan ve insanoğlunun
yaradılışının amacını, örnek olmak üzere, gerçekleştirmiştir. Umarım biz de namazı
miraç olan mümin olup Hakkın hakikatini idrak edebiliriz.
“Hakk’ın
delili, gölgesi olan ilimden ilk halk edilen cevherin, Celalî nazarla taşıp yayılmasından sonra uygulanmış
olarak açığa çıkan ilmi hıfzedici kuvvetlerin izdihamıyla temessül ve tecessüd ettiniz, ilimden başka bir şey olmayacak şekilde, bedenleştiniz.” Diğer bir
deyişle “Önce hiçbir şey yoktu, vakumda, yoklukta var olan ilmin, zuhurunun
şiddetinden görünmeyecek şekilde, ortaya çıkışıyla; bir ‘şey’ var oldu ve ışık,
parıltı, aydınlık, nur oluştu; nurun, fotonun maddeleşmesiyle her şey halk
olundu, canlılık yaratıldı ve insan inşa edildi.”
Akıl,
duyuların yanılgısının toplamından daha çok yanılır. Her var olanı, ayrı birer
varlıkmış gibi algılar. Geçmişte, “Sadece sen varsın” diyen, kadim bilgelerden,
Mısır Firavunu vardı. Bugün de “Allah, Var Olandır” diyenler vardır. ‘Görünen,
görenin görüntüsüdür’. Akıl, bilgi edinir ilme ulaşır, evrende mükemmel bir
düzenin olduğunu kanıtlar. Bilim, evrende ne olduğunu, olan her şeyin düzenli
olduğunu, kanıtlar ama ‘neden ve ne amaçla’ olduğunu sormaz. Evrenin, aslında
ilahî düzen anlamındaki, kaostan, zamanla anlaşıldıkça beşeri denebilecek
düzene doğru, doğal yasalara uygun olarak, açılım gösterdiğini akıl idrak eder.
Oysa “Entropi, düzensizlik, artmaktadır, öyleyse öncesi mükemmelliktir” diyen
de, uzay zaman ‘birleşik alan’ oluşturur ve ‘bağımsız değişken olarak zaman
yoktur’ diyen de akıldır.
Atılmış
pamuk veya yün halinde uzay zamanda yüzerken, süpernova kalıntısı toz ve gaz
bulutu; nasıl olduğu pek bilinmeyen bir şekilde, ‘güçlü kuvvet’ kazanarak
hareket eder. Kuvvet, ölçülebilen bir bilgi, düzen veya özelliktir, böylece,
toz ve gaz bulutuna ilimden yeni bilgi yüklenmiş olur. Kuvvetlerin sürekli
iletişim ve etkileşimleriyle uzay-zaman bükülür. Bükülen uzay zamana çevredeki
diğer bükümler düşer. Maddenin katı, sıvı, gaz ve plazma halleri sırasıyla oluşur.
Böylece her mevcut, iradesi olmaksızın vücut bulur, yaşar ve yok olur. Rahman, rahim
olarak görünür. İlim yüklü enerjinin düzenli hareket etmesiyle her şey oluşur.
Böylece, kendi iradesi olmaksızın diriltilen insan, istenirse, yeniden de
diriltilebilir. Kendinin ne olduğunu bilen, idrak edebilen, ‘ölmeden önce ölen’
insan, yeniden ihya edilebilir. “Sonra gölgeyi ifna ederek, ortadan kaldırarak,
elde tutabiliriz. Her an mevcut olan herhangi bir fani ‘şey’in fena bulması
evveline, oluşuna nispetle kolaydır. Ele alınan her şey, her an, başka bir
mazharda zahir olur.” (25.46) “İnsan, anlık idrakle bedeninin yakıcı asar
ateşiyle helak olup atılmış yün veya pamuk gibi toz ve gaz bulutu olabileceğini
idrak etmelidir.” (101.10,11)
Maddi
ve manevi kuvvet alış verişi içindeyiz. Birisinin düşünce gücünden etkilenerek
yeni bir fikir ve düşünce üretiriz, hepsi bilgi işleme fiilidir. İşlemin
öncesi, sırası ve sonrası kuvvete dayanır. Tüm fiiller kalbimizin
kurgusunda, yönetim ve denetimindedir, hepsi bir kalp fonksiyonudur. Genel ve
geniş kapsamlı düşünüldüğünde, aklın sonradan geliştiği de dikkate alındığında,
her şeyin kalbin yönetim ve denetiminde yürüdüğü apaçıktır. İnsan bir şey
düşündüğü zaman beyin hücreleri olan nöronlardaki bir molekül, genellikle
sodyum veya potasyum iyonlarıyla, bir atomu şarj eder, kodlayarak yükler. Yüklü
atom diğer hücreye geçerek kodlanan mesajı iletir.
Mesajı
hücreler arasında ileten 5 mili voltluk elektrik yüküdür. Hücreler arası bu
elektrik alış verişi, televizyon yayınları gibi sesli, renkli ve görüntülüdür.
İnsanlığın, uzun sürede, keşifler sonucu yapabildiklerini nöronlar meğer hep
yapıyorlarmış.
Umarım
biz de, ‘var ve özgür olduğumuzu düşünme’ özgürlüğümüzle, “Var olan
yaratılanların, evren eserinin müessirinin, bir ve tek Yaratıcı olduğunu” idrak
edebiliriz.
Mevcutların henüz var
olmadığı,
Tüm eşyanın ortalığa
çıkmadığı,
İlmin de henüz uygulanmadığı,
Işığın yanmadığı andan
gelirim.
Önce ne ses var ne de söz
vardı,
Duyulmadı, ‘Ol’ nidası
yankılandı,
Olacaklarca ‘boş’ alanda
algılandı,
Şek ve şüphesiz, anda,
uygulandı.
Şeyler, ‘ben’ ile birlikte
var oldu,
Var olanlarla, boş evren
doldu,
Her sonuca bir şey sebep
oldu,
Rahmandan, rahimsiler
doğdu.
Bilim kanıtladı, ‘Hep’,
‘Hiçlikten’,
Bir kuvvet çıkar yok ve
boşluktan,
İter, çeker, etkiler ve de
etkilenir,
Etkileşim ve iletişim,
diğerinden.
Her şey için bir Celalî
nazar oldu,
Nazar ile madde, taştı da
yayıldı.
Şey, hakkını, Hak’tan,
hakça aldı,
Aldı da farklılaşarak
belirginleşti.
Arz ve sema dayandı ve
döşendi,
Zaman geçmeksizin oldu da
bitti,
Akıl içindir her şey,
sıralı sebepli,
Anladı, hakikatin
idrakinde, yitti.
Nesi ve nasılı, aklın,
bilimsel işidir,
İlahî düzeni, kaosu,
bilimselleştirir,
Bilgi, bulgu ve sonuçlar
kanıtlardır,
Bunlar, sanki aklın işini
sonlandırır.
Fizik, kimya, matematik
bilimlerdir,
Evren bütünselliğindeki,
dilimlerdir,
Bilimsel modellemeler çok
güzeldir,
Görünen, modellenendeki
güzelliktir.
Duyular ve yanılgılarla akıl zanneder,
Zandan kurtulmak, zamanı an eder,
Anda var olur mevcudat, yeniden,
Necdet, idrak et, oluşmalar şenden. 1.5.2019
Kitapta,
her zaman her kesimden herkese hitap eden ayetler vardır. Bazıları, emir
bazıları da tavsiye niteliğindedir. Anlatılmak istenen bazen hikâyelerle
anlatılır. Bireysel gelişim toplumsal olaylarla zenginleştirilir. Tüm hitap,
bireysel olsa da toplumsal olarak da ele alınır. Çünkü bireysel nefsanî gazap
ve şehvet güçleri toplumsal düzeyde uygulanır. Örneğin, gazap kuvvetleri, bu
konuda işbirliği yapan bireyler bir araya geleceği için, gazap mahallesi olarak
adlandırılabilir. Bilge kişiler de hakikatleri hikâyelerle anlatır.
Bir
hikâyeye göre, “Zengin yaşlının genç oğlu, mirasına göz koyan, amca ve
oğullarınca öldürülür. Kimin tarafından öldürüldüğü anlaşılmasın diye de yol
kenarına atılır. Katilin belirlenmesi için bir bakara boğazlanıp, kuyruğu veya
dili gibi bir parçasıyla öldürülene vurulması emredilir.” Bu olayda boğazlanan, ilim ve hikmet
açısından zengin olan ruhun oğlu olan kalptir. Katiller ise amca olan hayvani
nefis ve onun oğulları şehvet ve gazap kuvvetleridir. Kalbin mirası olan hikmet
ve ilme sahip olma amacıyla, kalbin hayatı olan hakiki aşkı ortadan kaldırıp,
kalbi, hayatından, hakiki aşkı yaşamaktan, men ederler.
Rivayete
göre hurma ağacı, Âdem’in toprağının kalanından yaratılmıştır. Bu nedenle
Âdemin kalan toprağı, Âdemin erkek kardeşidir. Erkek kardeşinin bir kızı,
nebati nefis, bir de oğlu, hayvani nefis, vardır. Böylece, nebatî nefis, insanî
nefsin halası, hayvanî nefis de amcasıdır. Ruh ile nefis kardeştir, her ikisi
de kutsal ruh denilen faal akıldan feyizlerini, idraklerini alır. Ruhun mirası,
hikmet ve aklın anlayacağı ilmin idrakidir. Kalbi, bu mirastan mahrum edip
kendi akrabalarına kalmasını sağlamak üzere, şehvet ve gazap kuvvetleri, kalbi
katlettiler ve cesedini ruhani güçler ile tabii güçler mahalleleri arasındaki
yol üstüne attılar. Şehvet ve gazap kuvvetleri fesattır, kendi aralarında da
anlaşamaz, daima iyi işleri kendilerinin kötü işleri diğerlerinin yaptıklarını
iddia ederler. Ancak kalbe karşı işbirliği yaparlar.
Kalbin
istila edilip katledildiği bilinir ve onun hayat nuru daima ihraç ve izhar
edilir. “Kalbin hayat bulup katili ihbar etmesi için bakaranın kuyruğu veya
dili ile vurunuz” dendi.
Nefsi, bakarayı, öldürüp kuyruğun vurulması, dokunma
duyusu dâhil dış duyuların ilk hallerine dönüştürülmesidir. Bitkisel nefse
bağlantısı bulunan ve en evvel ve en ahir yönünü sürekli baki kılmak için, beş
duyunun, evvelki haline dönüştürülüp bırakılmasıdır. Tüm duyular faal halde
kalır ama nefis öldüğü için ölmeden önce algılanan zanların değil artık yine
hakkın algılanması beklenir. Dış duyular nefsin kuyruğudur. Lisanıyla, diliyle
vurulması, nefsin ahlak ve kuvvetlerinin tadili ile lisanının yani fikrinin
baki kılınmasıdır. Düşüncenin baki kılınması iki şekilde olabilir. Birinci yol
tasavvuf yolunda olduğu gibi riyazetle yani kanaat ederek şehvet ve gazabı
öldürmektir. Bu yol cani, azgın, azmış nefisler için daha iyidir. Diğer yol
ahlakın tadil edilerek tahsil etme yoludur, bu yol yumuşak ve zayıf nefisler
içindir. Bakaranın parçası maktule vuruldu ve maktul şah damarından kanlar
akarak kalktı, dirildi ve katilini haber verdi. Yani kalp çocuğu hakiki hayatla
dirildi. Ama bedene bağlılığı nedeniyle, bedensel kirliliğin üzerinde
olduğunun, katilin eserinin üzerinde olduğunun, idrakindedir. Kalp, bedensel
kuvvetlerin, kendi idrakine engel olacağını ve nurunu perdeleyeceğini
biliyordu. Sizin akıl erdirmeniz ve anlayabilmeniz için, cehil ölüsü yani henüz
idrakten yoksun kalp, ilim ve hakiki hayatla ihya edilir, diriltilir. (2.72,73)
YNÖ:
72. Siz bir adam öldürmüştünüz de onunla ilgili olarak çekişip duruyordunuz.
Oysaki Allah, sizin sakladıklarınızı ortaya çıkaracaktı. 73. Şöyle dedik:
"Kesilen ineğin bir parçasıyla öldürülen adama vurun." İşte böyle
diriltir Allah ölüleri. Size ayetlerini gösteriyor ki, aklınızı
işletebilesiniz.
Işıktan çıktık, ‘ol’ ile
ışın olup geldik,
Dostun nazarıyla, taştık da
yayıldık,
Rahmandan rahimsi olup da açıldık,
Halk olan ‘şey’lerle evrene
saçıldık.
Hak ilminden hakkını hakça
alıp oldu,
Var olup evrende tanındı,
belirlendi,
Mevcudat, farklılaşarak
belirginleşti,
Halk olanın hiçbiri var
oluşu bilemedi.
Benzeri olmayan, yeni,
yararlıyı yarattı,
Tüm melekler secde etti,
biri haddi aştı.
Öğretti eşyayı Âdem’e,
isimleri belletti,
Âdem duramadı cennette,
inerek çıktı.
Âdemoğulları, tevhit ilmi
ile inşa edildi,
Verilen akıl ve hayal,
yeteneklerini aştı,
Verdikleri sözü tutarak
doğru yolu seçti,
Allah’ın ilmiyle, sırat
köprüsünden geçti.
Parlaklıkla aydınlığın, nur
olduğu bellidir,
Allah’ın yerle göğün nuru
olduğu ayettir.
İlmin, Hakk’ın gölgesi
olduğunu bildirdi,
Gölge, ardında ilim olan
eşyanın deliliydi.
Önce, aklını kullanıp
öğrenmeyi öğrendi,
Öğrenimin yararını anlayıp,
kıymet bildi,
Nefsinin ihtiyaç, lezzet ve
hazzını sağladı,
Huzur içinde, huzurda iken
kalbini anladı.
Akıl, kalbin ruha açılan
kapısından işledi,
Kalp, ruhun ilmi, nuruyla
dolup genişledi.
Var olanı kapsayan kalp;
oluşumun ilkiydi,
İçindekilere barınak
Allah’ın evi, Kâbe’ydi.
Ruhun nuru, ilmin
idrakiyle, Âdem yandı,
‘Bilinmeyi Seveni’ bilerek,
amacına ulaştı.
Necdet, aldığını verip
Allah ilmine bulaştı,
Umarım, dostlarına Dostun
ilmini yaşattı.
3.7.2019
“Tüm evren
bir ve tek varlıktır, canlıdır” diyen, inanıyor mudur, biliyor mudur?
“Görmeden, kanıtlanmadan inanmak” güçtür. Oysa son bilimsel bulgular inançları
kanıtlar. ‘Bir rivayete göre’ deyip, ‘Peygamberimizin kutsal metinleri
açıklamaları’ üzerinde tefekkür edenlerin, mesajları, tevilleri, önem
kazanmaktadır. Bir ayetin açıklamalarının, Kitabın tümündeki mesajlara
uygunluğu da ayrıca düşünülmelidir. Ruhban sınıfı olmayan dinimizde,
ayetlerdeki mesajlar kullara özeldir. Aklı olmayana mesaj olamaz. Her birey aklının
erdiği kadar sorumludur, kimseye kaldıramayacağı kadar yük yüklenmez. “İlim,
gaiptir, kaybınızdır, Çin’de de olsa alınız” diyen Kitap, inançla birlikte,
ilme çok değer verir. Anadolu erenlerinin “Yalnız keramet-i ilmiye vardır”
mesajı değerlidir.
Peygamber efendimiz,
insanlığın geliştirip yaşadığı her şeyi özetlemiş, düzeltmiş, tamamlamış ve
“Yeni bir din getirmedim güzel ahlakı tamamladım” demişlerdir. “Okuyun,
düşünün, tefekkür edin, arayın, bulun, bilin, insan Allah’ı bilmek için
yaratılmıştır” demesi, madde ve mana, ruh ve beden, ilim ve uygulama
alanlarında, diğer dinlere kıyasla, daha çok düşünürün ilgisini çekmektedir.
Ayetler ve Resulün açıklamalarında, özellikle din ve bilim kavramları üzerinde,
olabilecek her düşünce alanında, tefekkür edilmesi istenmektedir. Bir bilim
insanı, bu dinî mesajlar üzerinde derin düşünüp tefekkür ederse ancak tarihsel
yanılgıya düşmeyebilir. “Aklını kullanmayana pislik yağar”, “Hiç düşünmez
misiniz?”, “Akla uygun değilse inanmayın” gibi mesajlarla ikaz edilmesine
karşın, kutsal mesajlara “Dogma” demek bilimsel olamaz.
Bir ayetin
(39.9) tercümesi: “Hiç bilenlerle bilmeyenler eşit olur mu? Ancak gönül ve akıl
sahipleri düşünüp ibret alır." Ata’mızın yeni harflerle Türkçeye
çevirttiği K. A. Kaşaniyyüs tevili (39.9) ise şöyledir: “İlim, kalpte kök salıp sahibine muhalefeti mümkün
olmayacak surette damarlarıyla nefiste yerleşendir. Et ve kan ile karışarak
azalarda eseri zahir olan ilimdir. Hiçbir organ veya aza ilmin gerektirdiği
hallerden, ilminden ayrı ve gayrı olamaz. Her şey ilminin aynıdır. Bu ilmi,
kâfir oldukları, inanmayı inkâr ettikleri için cahiller anlayamaz. Bu
nasihatleri kuruntu ve tahayyül sınırlamaları olmayan saf akıl sahipleri anlar.
Çünkü onlar zahirin, varlığın, ilmin eseri olduğunu, ilim ile tahakkuk
ettiklerini, ilimle gerçekleştiklerini anlamışlardır. Kuruntulu akıllar
tezekkür ve tefekkür edemez, bu ilimle tahakkuk edemez ve bu ilmi anlayamazlar.
Bu ilim, tereddüt ve şüphe ettikleri için o akıllarda durmaz, gider.”
“İnsanlar için vaz olunan ilk mescit,
sadr-ı manevî Mekke'sinde olan kalb-i hakikîdir. İşbu sadr-ı manevînin makamı,
nefisten daha şereflidir ve kalb-i hakikîye müteveccih olan kuvvanın izdiham
ettiği mevzidir, manevi sadır hakiki kalbe yönelen kuvvetlerin toplandığı
yerdir. O beyt, kendisinden bütün vücudun feyz ve hayat ve kuvvet alması
dolayısıyla ilâhi bir bereket sahibidir. Zira azalarda, organlarda bulunan
bütün kuvvetler evvelâ hep o beytten, kalpten azalara sirayet eyler, geçer ve
organları oluşturur. Ve o beyt âlemlere sebeb-i hidâyetdir, âlemler o kalp için
yaratılmıştır. O sebeple hidâyete, vuslata, doğru yola girilen bir nurdur.” (3.96)
İnsanın, maddi ve manevi tüm güç ve kuvvetlerinin kaynağı ilk DNA’sıdır.
“Halk edilen
zatlara ve mahlûkların, yaratılanların, hakikatlerine bakılırsa, heykel ve
suretlerin, şekil ve biçimlerin cesetleştiği, maddeleştiği ve hakikatine uygun
bir şekilde cisimlendiği görülür. Her şeyin ilmî bir hakikati ve o şeyin mevcut
olmasına sebep olan bir aslı, özü ve melekûtu, madde ve manası, ilmi vardır.
Her şeyin bir vasfı ve mazharı demek olan bir zilli, gölgeleşmiş, maddeleşmiş
hali vardır. Şeylerin kendisi ve cesetleri farklıdır ve bunlar secde edici
halde temessül ve tecessüm eder, cisimlenir ve cesetleşir.” (16.48)
“Siz, Hakk’ın, ‘hıfz edicilerinden’,
ilim yüklenebilen kuvvetlerinden oluştunuz. Siz, bu güç ve kuvvetlerin
cisimlenmiş, şekil ve suret kazanmış, cisimleşmiş halisiniz. Bedenlerinizden
sıyrılıp çıkmanız, soyunmanız halinde durum apaçık görünür. Suretlerinizin bir
kısmı size sevap ve rahatlık veren ruhani latif kuvvetlerdir. Bir kısmı ise
size azap veren cismani muzlim, zulmetli ve meçhul, suretlerdir. Cismani
azalarınız, organlarınız, hal lisanı ile sizin yaptıklarınızı hatırlar ve işlediklerinizi söyler. Hafıza
semavi bir güçtür ve ruhun bedenden ayrılması halinde yapılanları ortaya koyar.”
(6.61)
Ayetlerde
kısaca değinilen, örneğin, ilmin, bilginin şekil alması, cisimlenip, maddeleşip
bedenleşmesi gibi kavramlar bilimsel olarak kanıtlanır. Maddî olmayanın şekil
alması, ‘temessül’, cisimlenmek, ‘tecessüm’, cesetleşmek ve ‘hıfz ediciler’ deyimleriyle
yer alır. Hıfz edici, bilgi depolayıcı elektromanyetik kuvvetlerin yeri
özeldir. ‘Hafızanın bedene dönüşmesi’ aklı zorlayan bir kavramdır.
İnsan,
bedeni var ama beden değildir, cisimleşen bilgi yüklü ışıktır, ilimdir, nurdur.
Her ‘şey’ gibi insan da bilgisinin deposudur ve bu depoda bilgiden başka bir
şey yoktur.
Birkaç
ayette görüldüğü gibi bilim, dinî kavramları kanıtlayan bir araçtır. Maddenin,
herhangi bir şeyin, ilminin deposu olduğu ve belirli bozonlar içinde toplaşan elektromanyetik kuvvetlerce
oluşturulduğu ve bunların tümünün son bilimsel bulgularla kanıtlandığı, apaçıktır. Kurcalanmadık ve
sorgulanmadık bir harf, hece ve kelimesi kalmayan kutsal mesajlar asla dogma
kavramıyla bağdaşmaz. Bilim, kutsal mesajların, dolayısıyla inançların,
kanıtlayıcısıdır. Dinin de bilimin de aynı ilimden kaynaklandığı aşikârdır.
Yeterince tefekkür edenler hep aynı sonuca yani hakikate, ilmin, Hakkın
hakikatine varmışlardır.
Umarım biz
de hakikate ulaşabiliriz.
Çok rahat ettiğim koltuğa otursam,
Ellerimi dizlerimin üzerine koysam,
Beş duyumu tam olarak kullansam,
İşittiğimi görüp, gördüğümü tutsam…
Düşünebildiğimi, derince düşünsem,
Hayallerimi, sınıra kadar kullansam,
Fiiller irademde, beden sanki yitiktir,
Düşünmekse bile enerji yüklenmektir.
Yüklenen enerji, gerektirir nakliyeci,
Enerjinin nakli, algılanması hücre işi,
Bir nörondaki, bir molekülün tek işi,
Enerji denip atoma yüklenen, ne ki?
Elektronların, eksi yükünün elektriği,
Tüm elektrik ise bir voltun binde biri,
Cüzi iradem, ‘yazılımın’, yaptığı iştir,
Duyular,
çevredeki bir şeyleri algılar,
Algılanan, elektromanyetiğe yüklenir.
Ayet: “Siz, hıfz edici, mesaj alıp, veren,
Kuvvetlerin izdihamından oluşursunuz.”
Yokluktaki ilmin bilimini konuşursunuz,
İlmi bilip, bilimsel kanıtta buluşursunuz.
Yüklenen, taşınır, algılanıp, çözümlenir,
İnsanın DNA’sına yazılmıştır irade bilinir,
Her şey ‘verilmiş’ bu ‘irade’ ile yürütülür.
Atomik alışveriş, dönüşür keyfe, lezzete.
“Benlik”, bu olup bitenlerin neresinde?
Melekler, yetenekler, Âdeme secdede!
Âdem, Mekke’de Kâbe’de, tefekkürde,
Kalp Kâbe’sinde, tavaf ederek, şükürde,
Yaratılan, yücelişin seyrinde, cennette!
İnsan, bencil varoluş iddiasının peşinde,
Oysa olmalı, kendi inşasının, inşa işinde.
Necdet, kurban oluşla kurtul, tefekkürle,
‘Görünen, görenin görüntüsüdür’ sende!
Hırsız bile,
zamanla kendisinin de bir çeşit çaba ve uğraşı sonunda kazandığını düşünerek,
utanmayı kalbinden söküp atar. Bunu yapan, utanma duygusunun iyi olduğunu bildiği
halde kalbinde sürekli bir çatışma ile yaşayamadığı için yapar. Utanma
olmayınca şiddet şehvetle desteklenir. Birlikte daha büyük kötülük gücü oluşur
ve daha çok sayıda iyi sıfatı kalpten atar. Böylece şer güçlerin işbirliği
kalbi ruhtan uzaklaştırıp nefsin kucağına atar. Başta yapılan bir küçük tercih
sonunda karakter ve kader haline gelir.
Nefis
mücadelesi büyük cihat olarak tanımlanır. Savaşların en uzun soluklusu,
çatışmaların en kanlı geçenleri kalpte yürütülen iyilik ile kötülüğün
çarpışmalarıdır. Bireysel çapta ve bir kalbin içinde yürütülen çarpışmalarda
iyi sıfatlara karşı birleşen kötüler, üstünlük sağlanırsa, birbirlerine düşer.
Kalbe hâkimiyet için bir kötü sıfat diğer biri tarafından yenilgiye
uğratılabilir. Çok küçük ve basit görülen bir kötülük bile büyüme ve gelişme
eğilimi gösterir. Böylece mücadele de büyür, kalbe hâkim oluncaya kadar sürer.
Çevreye
yayılan çatışmalar çevredekilerin de ilgisine girer ve onları da içine çeker.
Bireyi aşan toplumsal savaşlarda “Halk aynen Hak’tır”, hatta “Halkın dediği
Hakk’ın dediğidir” denilir. Haklı olan iyiler ile Hak’sız olan kötüler savaşır.
Çevreye yayılmadan kalbin içinde yürütülen mücadelede ise kalbe, ruhtan akıl
aracılığı ile alınan inançsal, nurani ve manevi değerlerin kaynağı da Hak’tır.
Hakça
yürütülen çatışmalarda Hak’lı olan taraf kazanır, iyilik, doğruluk ve güzellik
kalbi yeniden fetheder. Hayat da hayattaki mücadeleler de bundan ibarettir
zaten. Konuya ilişkin kutsal mesajlar, ayetler de her iki âlem için böylece
geçerli olur.
İnsanın,
fıtratına kazınmış olan güzel ahlak değerlerinin kalpten sökülüp atılmasına
karşı koyması, mücadele etme isteğini gösterir. Kişinin niyazı, arzu, istek ve
duasının karşılık bulması halinde, Allah, savaşmasına izin vermiş demektir.
Birey istemese olmazdı, izin verilmez, karşı koymaz, kötülüğe boyun eğerdi.
Kişi içinde bulunduğu bir durumda yardım istemiş olmalı ki Allah da duasını
kabul edip yardım etsin, diğer iyi sıfatları ve halkı onun yardımına göndersin.
Kötü sıfatların kalpte kök salmasına karşı koyan kişi, aynı zamanda, Allah’ın
iradesine yardım ediyor demektir. Kalp, önce havra sonra manastır ve mescit
aşamalarından geçerek, Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlanmış olur. Kendi bünyesinde
vücut bulan ve ortaya çıkan kötü sıfatlarla çarpışan kimseyi, Allah nuru ile
kahrederek lütfeder. Belki de bir anlamda, “Kendine yardım eden, Rabbine yardım
eder.” “Sana savaş açanlara ve sana zulüm yapanlara karşı savaşmana izin
verildi. Allah, kendine yardım edene yardım eder!” (22.39,40).
Nefsin
terbiye edilmemiş ilk hali, madde gibi katı, zalimdir, şehvet ve gazap
güçleriyle aklı ve kalbi emrine alır, menfaati için çalıştırır. Bedensel ve
dünyevî her şeyi sevdirir, benimsetir, bencillik eder.
Nefis, aklı
kullanarak, her şeyin daha fazlasını elde etmeye çalışır. Sahip olduğu şeylerin
zevkini çıkarıp, lezzetine vararak bunları kalbe güzel, akla makul göstermeye
çalışır. Karşı çıkma gayretlerini zulüm ile bastırır.
Akıl, iyi
ile kötüyü, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini ayırt etmeye, reşit olmaya
başlayınca nefse etki edebilir. Nefsin kaprislerinin sonuçlarını gösterebilir.
Benlik ve bencilliğinin ruhanî güçleri ezdiğini ve üzdüğünü açıklar. İyi, doğru
ve güzeli gördükçe, nefis de esas istediklerinin bunlar olduğunu anlar. Akılcı
bilgilerin lezzetini alır, ruhtan kaynaklanan, ilim nehirlerinden akan sütün
kalp çocuğu için daha iyi olacağını anlar. Çocuğunun yetişmesi için teslim
olur, kalbe ram olur, zulmünden vazgeçer.
Arz ve sema, hüviyeti kabule
istidatları olmadığından, hakikati zahir etme, ortaya çıkarma şeklinde
taşımaktan kaçındılar ve kortular. İnsan ise istidadının kuvveti ve taşımaya
iktidarı sebebiyle emaneti yüklendi. Hakikat hüviyeti nefsine yakıştırarak,
hatta intihal etti. Hakkullahı, Allah’ın hakkını benimseyip intihal ettiği için
de zulüm sahibi oldu. Benlik ve bencilliği nedeniyle hüviyeti bilemediği için
çok cahil oldu. Yaradılışındaki nurun zuhurunu, ortaya çıkıp parlayışını
engelledi. O nurun hakkını bilemeyip vermeyen münafık oldu. Yaradılış
perdelerinin kesafeti, yoğunluğu nedeniyle de Hak ile olamayıp gayri ile
kaldıkları için şirk sahibi müşrik oldular. Tövbe eden müminler, kemalâtı izhar
ile yani ortaya çıkarıp olgunlaşarak emaneti eda eyler. (33 Ahzab (97). 72, 73)
Bakılan her şeyde
Hak görünmeli. Hak görünürse, gören Allah’tır!
Utanma ve
arlanma insanın doğuştan fıtratına kazınan kalbî duygulardan biridir. Dalında
olgunlaşan meyve gibi, insan, insanca olgunlaşabilmesi için gereken her şey ile
donatılmıştır. Aklı baliğ yani reşit olduktan sonra, ilk yapacağı kötü veya yanlış
eylemlerde, fıtratında kazılı bulunan utanma duygusu, otomatik olarak devreye
girer. İlk duygular bastırılır ve kötü duygular kökleşirse, nefsin gazap ve
şehvet yani mal, mülk, makam, mevki, şan, şöhret, para ve pula düşkünlüğü
insanın karakteri olmaya başlar.
Kitabımızda,
utanma anlamına da gelen “Hicap” kavramı yer alır. Bu kavram daha geniş ve
kapsamlı anlam taşır. Hicap, perde, örtü, utanma, setretme, gizleme anlamlarına
da gelir. Kısaca, hicap, Allah ile kul arasındaki perdedir. Perdenin ardı ve arkası
görünmez. Ancak basiretle görülebilir. Basiret hikmetli bakış, sezgi ve ilham
gerektirir. Bunun için de kalp gözü açık olmalıdır. Örneğin, güneş ışığı,
güneşin kendisini görmeye engeldir, küresel olarak her açıdan perdedir. Güneşin
kendisini, aslını, esasını ve içini görmek, çok ileri teknolojiyi, ilgili
alanlardaki ilmin ayrıntılarını ve bunların uygulanmasını gerektirir. Güneşin
merkezinden yola çıkan bir fotonun, milyonlarca yılda güneşin yüzeyine ve açığa
çıkabildiği yeni bilinmiştir. Cehalet perdesiyle perdelenen, cehalet perdesini
ortadan kaldırmadan göremez. Her şey kendi bilgisinin deposudur. Her şeyin
özüne, kendini oluşturan bilgiye erişilerek, cehalet yok edilerek ulaşılabilir.
“Allah,
yerin göğün nurudur” (24.35)
ayetini ilk bakışta anlamak zor olabilir. Bir rivayete göre elçisi “Ey hicabı
nur ve gizliliği zuhurunun şiddetinden başka bir şey olmayan Allah'ım” diyerek
dua etmiştir. Buna göre, Allah’ın nuru görünür ve bu nuru kendisine perde olur.
Ayrıca gizli oluşu, zahir oluşunun, zuhurunun yani meydana çıkışının
şiddetindendir. Işığın düştüğü yer veya eşya görünür, ışığın kendisi de
görünmez. Nurun anlamı da zaten parlaklık, aydınlık, ışıktır. Aynı şekilde,
güneş de ışığı nedeniyle görünmez; ışığı, kendisini görmeye perde olur.
Allah, nuru
seninle görünür kıldı, zahir etti, böylece, O, nurun senin vücut ufkundan
doğuşu ile oluşan doğunun; nurun sende gurup ederek seninle örtünmesiyle ve
vücudunla gizlenmesiyle oluşan batının Rabbidir. Tüm madde, eşya,
Muhammediyenin bedeni, mana ise onun nurudur, eşyanın hakikati onun nuru ile
bilinir, idrak edilir. Bu nurun doğuşu ile gerçek fecir, sabah oluşur, güneşin
parlaması gözleri kör edebilir, nurun parlaması ise insanın benlik, bencillik
ve ikiliğini yok edebilir. (73.9)
Bedensel
kuvvetlerin kendi kendisinin idrakine engel olacağını ve nurunu perdeleyeceğini
Allah biliyordu. Sizin akıl erdirmeniz ve anlayabilmeniz için cehil ölüsü, ilim
ve hakiki hayatla ihya edilir, diriltilir. (2.72)
Bedenin terkibini, nelerden
oluştuğunu, nelerin bir araya gelip ne ve nasıl oluştuğunu bilen, her şey için
nasıl bir kudret gerektiğini iyi bilir. Yeniden diriltilen kimse halini ve
bedenden tecerrüdünü de, sıyrılıp çıkmayı da bilir, bedenin terkibini de bilir.
Diriltilen birisi diğer insanlara örnek olsun veya delil
kılınsın diye diriltilir. Hikmet, müminin gaip olmuş malıdır. İnsanlar, altın
ve gümüş gibi madendirler, bedenle örtünmüş olsalar da aslı ve özü değişmez.
Her kişinin istidadının gerektirdiği kadar ilim, hazinelerinde saklıdır,
gizlidir. Her kişinin fıtratında, ilmin tümü, mükemmelliğe götürecek şekilde
henüz başkalaşmamış halde, mevcuttur. Üzüm taneleri insanı ve onun kısmî
idrakini andırır. Süt veya üzüm suyu ise kişinin yaşamını sürdürmesi için
gereken beslenmeyi sağlar. Şarap, aşk, ilim, bilgi ve hakikatlere işarettir.
İnsan üzüm gibi sıkılır, suyu çıkarılır ve eski yapısından kurtulup yeni bir
yapılanmayla şarap, insan hakikatinin idraki, elde edilebilir. Şarabın
sarhoşluğu insanı kendinden geçirerek aşka ulaşmasını sağlar, aşk ateşi de
ilmin bilgiler ve hakikatler halinde ortaya çıkışını gerçekleştirebilir. İlmin
tümünün idraki, incirin kendisine, insanın kısmî idraki ise incirin içindeki taneciklere benzer.
Kişinin kendini bilmesiyle yapısının olgunlaşmak üzere başkalaşımı gerçekleşir.
Bu ilk yapının çöküşü, harap olması ve göçüşüdür. Yapı taşlarının idraki külli
idrake ve ilahi aşka götürür. Bu durum, haviye, göçmeye, göçük oluşumuna ve
göçükte ilahi aşk ateşinin yanmasına, asar ateşine, eserler yaratan yanışa ve
yeniden diriltilmeye gider.( 2.259)
Küçük
ve büyük olmak üzere iki kıyamet vardır ve gerçektir. Bir rivayete göre küçük
kıyamet ‘doğal, tabii ölüm’, büyük kıyamet ise ‘ölmeden önce ölmek’ anlamındaki
ölümdür. Mahcuplar büyük kıyametten haberdar değildir ama bu her iki cemden de
şek ve şüphe yoktur. Nefislerini, şehvetlerde, fani lezzetlerde ve çabuk fani
olan dünya nimetlerinin muhabbetinde helak edenler nefislerine zulüm etmiş
olur.
Herkes muhabbet ettiği
şey ile birlikte haşrolunur. Sevdikleriyle perdelenip örtündükleri için nurun baki
olduğu hakikatini göremezler bu nedenle de iman edemezler. (6.12)
Güneşin
ilk hali kara ve karanlık taş halidir. Taşın kütlesinin büyüyüp göçük, haviye,
yanan taş haline gelmesi, pişmesi, güneşin ikinci halidir. Güneş ışığının foton
olarak güneşin merkezinden, yüzeyine ve dışına çıkışı milyonlarca yıl alır,
parlayan güneş haline gelişi ise güneşin üçüncü halidir. Güneşin halleri,
ezoterik anlamda çıraklık, kalfalık, üstatlık hallerini anımsatabilir.
Tasavvufta ise nefsin yücelişine tabi olarak efal, sıfat ve zat hallerine de
benzetilebilir. Belki de Mevlana’nın ‘hamdım, piştim, yandım’ deyişi de bu
açıdan anlam kazanabilir. Bütün halleri anlayabilen tek varlık ise yalnız ve
sadece insandır.
Umarım
biz de hallerin tümünü idrak edebiliriz.
Genellikle önce isim gelir. Sonra adı
geçmişti, işte o ismin cismi budur denir. En sonunda, ismi ve cismi bilinen bir
kişi veya şeyin özellikleri, sıfatları veya kişiliği, aslı esası, özü, kısaca
hakikati bilinir. Resim görülür, çok güzelse, ressamı aranır. Ressamın içinden
gelen resim sanatını herkes düşünemez. Eserin özgün olması için taklit
olmaması, içten ve özden gelmiş olması gerekir. İnsan davranışlarında, bitki ve
hayvanlar âleminde olmayan bir boyut vardır. Bir bitki veya hayvan her ne ise
odur, hep ve her zaman odur, başkası olamaz. İnsan ise bildiğini bilir ama
bilmediğini bilemez. Emme basma tulumbası örnek verilir. Kaçan su ilave
edilince, tulumbanın dibinden tatlı su çıkar, ne kadar çekilirse o kadar çıkar.
Bu aşamadan sonra tulumba, kendisine sonradan eklenene ilaveten, artık içinden
geleni verir. İçindeki hakikati ortaya çıkarır. Ezoterik düşünce, böylece,
verilen bilgilerden fazlasını verir.
Bir bilim dalından mezun olan, eğer
aynı dalın uzmanı olursa başkadır, doktorasını yapar da felsefesine dalarsa
başkadır. Konunun uzmanı, bildiklerini iyi uygular. Konunun doktoru, yani
felsefesini yapan ise konuya katkı sağlar, aldığından fazlasını verir. Bu durum
genellikle meslekler için doğrudur. Çırak öğrenir, kalfa uygular, üstat ise
içinden gelen hakikati dışarı çıkararak mesleğine katkı sağlar, hakikate
ilişkin yeni bilgiler verir. “Bir ben var benden içeri” diyen kâmil insan da
içinde bulduğu hakikati dışına çıkararak, tatlı suyunu akıtır durur.
“Görmeden inanmanın mükâfatı,
inanılanın görünmesidir” ama bu hakikati gören beşer olamaz veya beşer asla
hakikati göremez. İnsan, insanlığın bir parçasıdır ama insanlığı göremez. Ancak
basiretiyle görebilir, hakikatin hikmetini idrak edebilir. İçtenlikle, içinden
gelenleri dışına aktarırken “Bu ben olamam, bunlar benden değil, bunları
bildiğimi ben de bilmiyordum” gibi hayrete düşüyor ve haşyet duyuyorsa gelenler
hakikate ilişkin olabilir!
Fizik, kimya gibi bilim dallarında,
uygulama uzmanlığından sonra, bilim dalının felsefesini yapmak bilimin
kaynağına indirir. Diğer bilim dallarıyla beraber ilmin kaynağına hatta evrenin
oluşumuna götürebilir. Tanındıkça, bilim insanı, bilimden konuşur ama herkes
onu ‘konuşan bilim’ olarak görebilir. Moda uzmanı gördükleri için model çıkarma
ve yeni modeller tasarlayıp yaratma işinde uzmanlaştıkça, ‘hayatı modelleme’
ile geçer hatta işi, ‘hayatı modellemek’ olur. Aynı şekilde matematik uzmanı da
topluca yön değiştirip hızla uçan kuşların ve hızla yüzen balıkların bile
matematik modelini çıkarır. Öyle anlatılır ki kuşların ve balıkların matematik
modellere göre uçup, yüzdükleri düşünülebilir. Yaşanan bu olay ve eylemlerde
matematik model de modellenen kuş ve balıklar da güzeldir ama bu güzellik
modellenebilir olan ‘hayatın’ güzelliğinden gelir. Görünen, Hak ve hakikatin
güzelliği olabilir.
Beyin ve nöron hücreleri alanındaki
çalışmalar da “Nasıl oluyor bilinmiyor ama madde bilinç üretiyor” dedirterek,
insanı hayrete düşür. Ayrıntıya inildiğinde belli başlı üç ‘kuvvet’ vardır.
‘Elektrik’, ‘Manyetik’ ve
‘Elektromanyetik’ olmak üzere, bu mevcut kuvvetlerle olur her olan. Bilgi elde
edilir, bilgi işlenir ve bilgi üretilir; hafızada bilgi depolanır, hafızadan
alınıp hatırlanır, bilinç oluşturulup DNA geliştirilerek yeniden depolanır. Her
şeyin sorumlusu ve kaynağı bu üç kuvvettir. Bu kuvvetler, fotonlar halinde
yayılan ışıkta mevcuttur. Kuvvetlerin bozonlar içinde toplanmasıyla, ‘nasıl
olduğu bilinmeyen’ bir şekilde, ‘kütle’ oluşur.
Kütlesi olmayan ışık ve foton, kütle
kazanarak, elektron ve protonlara dönüşerek atom oluşturmaya başlar. Yeterli
ısı ve basınç altında oluşan kütle ve madde ışığın gurup etmiş halidir. Işık,
güneşin doğuşu ise madde de ışığın batışıdır. Hakikat güneşinin batmış haline
madde denir. Dışından bir ışığın üzerine düşmesiyle görünebilen eşyanın
hakikati, aslında gurup etmiş ışıktır, hakikat güneşidir, kuvvetlerin tümüdür.
Din, kulu, Hakk’a götüren yoldur.
Hakikate erenin artık yola ihtiyacı yoktur dense de artık yolcu yoktur aslında.
Önce ayetlere inanılır, sonra ayetlerin doğruluğu, bilinen bilimlerce, kanıtlanır. Her neye ve nereye bakarsanız
bakın, her ne düşünürseniz düşünün, her şeyin ardında aynı, bir ve tek, hakikat
vardır, basiretle idrak edilir. Bulduğumuz ve değerini
bildiğimiz para bile bizim değildir. Doğada bulduğumuz ve değerini bildiğimiz
‘bilgi’, ‘bilgiler’ ve ‘ilim’ de bizim olamaz, ‘henüz bilemesek de bir sahibi
olmalı’ denebilir.
Genellikle bilimsel ‘beyin
fırtınaları’ sırasında veya özellikle muhabbete dönüşen dinî sohbetler
sırasında öyle ‘laf lafı açar’ ki ‘bunlar benden olamaz’ dedirtir.
Tatlı sohbetle, tatlı suya erilmiş
olabilir. Hayretler içinde kalınabilir ve haşyet duyulabilir. Bu durumlarda
öyle haz alınır, böyle sohbetler öyle zevk ve keyif verir ki bağımlılık yapar,
mutluluk verir, tekrarı istenir, insan mest olarak kendinden geçebilir, Hak
görünebilir!
Umarım, bizim muhabbetimiz sonunda da
Hak görünür!
Hikâye çok küçük ve basit, Âdem yaratılmış, eşi ile birlikte cennette yaşarken,
“Yasak ağacın meyvesini yemeyin” denmiş, ama sürünerek gelen soğukkanlı yılan
Havva’yı, o da Âdem’i kandırmış, elmayı yedirmiş. Bu nedenle ‘cennetten hubut
ediniz’ emri üzerine, kovulmuşlar, düşmüşler. ‘Hubut olmasaydı hidayet de
olmazdı’ denir. Cennetten düşülmeseydi yücelmeye de gerek kalmazdı.
Anlatılanın sembolik olduğu ve anlatılmak istenenin izana bırakıldığı bilinir.
İlim erildir, etkendir, etkiler; madde edilgen, etkilenir, dişi ve doğurgandır.
Âdem, ruhu ve Havva, bedeni temsil eder. Kendi ışık ve ısısı olmayan madde
normalde ağırdır, yerdedir, sürünür, soğuktur, ilim ise kalbe sıcaklık verir.
Elmanın yenmesi, doğadan elde edilen bilgiyi sahiplenmektir. Elma sahibinindir,
yetiştirenin, parasını ödeyenindir. Elma tüm nimetleri sembolize eder. Nimetler
doğadandır. Ancak ağaca veya doğaya bile müteşekkir olmak insanlık gereği
olabilir. Ağaç sulanır, doğa korunur. ‘Doğanın işi bu, elma vermeyip de ne
yapacaktı, teşekküre gerek yok’ diye düşünülebilir. Ayağına kesafet,
gülle, madde, bağlayan ona tabi olur, onun yanında, onunla kalabilir. Madde
bağımlısı, maddeye esir olur.
Âdem ve Havva, ruhu ve bedeni olan her kişi, nimetlerin kendine verilmiş
olduğunu idrak ederse, kendi aklı dâhil, tüm yeteneklerinin verilmiş olduğunu
düşünür idrak ederse, cennettedir. Nimetleri doğadan alıp da kaçmayan,
verilenlerin ardını gören, bulmanın yeterli olmadığını idrak eder. Her şeyine,
kendisinin sahip olduğunu iddia eden, doğada kalır ve doğa ile baş başadır.
Doğadan elde ettiği bilgi de onundur, elma da.
İyi, doğru ve güzeli bilemeyen bulduğu ile yetinir.
Ben ve
bencilliğini yaşar, mutlu olduğunu sanır. Arkasını dayayacak bir felsefesi bile
yoktur. Kendisi her şeye değer ve bedeldir. Varlık âlemi içindeki her şey
vardır ancak varlığın kaynağı yokluktur. İnanmamanın bedeli, sahip olunanlarla
kalmaktır. İnanılanın ödülü ise inanılanın görünmesidir. Yoksa “Bilinmek” nasıl
amaç olabilirdi.
“Ruh semasından bir ilim suyu iner. Nüfus arzında, bu ilim suyu hikmet
pınarları şeklinde kaynaklanır. Aynı su, arzda çeşitli amel ve ahlaka güç
kaynağı oluşturur. Su, aslından çok farklı olan kök, sap ve ekin tohumlarına
dönüşür. Sonuçta, isim ve sıfatları farklı olan şeyler ortaya çıkar. Bütün bu tecellilerde
benlik kabuğundan soyunmuş hakikat sahipleri için büyük bir nasihat ve ibretler
vardır.” (39.21) Doğadaki değişim, gelişim ve evrimden ibret alan öğrenir.
Öğrendikçe, öğrenme yeteneği, melekeleri artar, melekler yardımcı olur.
Tüm doğanın ardındaki hakikati idrak edip, nefsini geliştirip teslim olur.
Mısır ülkesi
olan bedende, emmare nefisle tutulan yolun sonu olmadığı görüldüğünde, Firavun
Nefis, kendini levam ederek, yererek, bir başka hale geçer, kendisinin, her
şeye hükmedemediğini, eksikliğini anlar gelişir. Duygudan yoksun ortamda,
sömürü ve kölelikte, kalbe ihtiyaç duyulur. Aklın kalpsizce kullanımı, maddesel
zenginlik verse de mutluluk getiremez. Levama nefsin, sudan yani ilimden gelen
oğlu, Hz. Musa, kalp çocuğu olarak, akla gerektiği gibi önem verenleri
toparlar. Her yer ve zamanda, iş ve işlemin, tüm hareketlerin, efalin, aynı
ilmin uygulaması olduğu, akla gelen fikirlerin kutsallığı, anlaşılır. Kalp
Musa, kendisine vaat edilen topraklara göç edip, Yusuf’un kardeşlerini, gazap
ve şehvet kabileleriyle birlikte, Mısır’dan çıkarır, aklı kölelikten kurtarır.
Akıl
aracılığıyla kalbe dolan ilim, kalpte mayalanarak çoğalır, taşar ve yayılır.
Beden ve madde âleminde yalnız ve sadece bir ve tek ilmin uygulandığının
idraki, ayrıca, ilmin kendisine ulaşma zevk, lezzet ve keyfini de verir. Nefis,
bu aşamada tatmin olup, mutmain olup, esas krallığın mana âleminde olduğunu
hissedip, gelişip yeni bir hal içine girer. Mutmain nefsin, ruh babadan olma,
kalp çocuğu Hz. İsa; ilmin kendisinin, maddeden, madde halinden, daha önemli
olduğunun idrakine varır. Bu aşamada kalp, duygusal âlemin tüm sıfatlarının da
yine aynı bir ve tek ilmin çeşitli uygulamaları olduğunun idrakine erer. İlmin
kaynağı göklerdedir. Mutmain nefis, emmare ve levvame nefsaniyetlerden sonra,
ruhun üçüncü eşidir. Eril ruh ve ilim dişi maddesel ve bedensel nefsi
mertebeler halinde geliştirir.
Bir rivayete
göre, rehberiyle birlikte, tevhit ilmini talep eden, nefsaniyetlerin hepsini
yaşayarak, Allah’ın ilmiyle, ruhuyla, zatıyla dirilebilir. Ebeveynleri,
Allah’ın kulu Abdullah ve âmin deyip teslim olarak mülheme, ilham alan, nefis
sahibi Âmine hatun olan Efendimizin vahiy aldığına inanırız. Allah’ın kelamını
bize ileten efendimiz, kemale ererek, olgunlaşarak tüm özellikleri kendinde
toplayarak, miraca çıkmış, Hakka ulaşmış, Allah, ona ruhundan nefyetmiş, insan
ve insanoğlunun yaradılışının amacını, örnek olmak üzere, gerçekleştirmiştir.
Umarım biz de namazı miraç olan mümin
olup Hakkın hakikatini idrak edebiliriz.
Varoluş, görünür, bilinir oluştur
Var olmak, görür, bilir olmaktır
Varlık, yokluk aynasında görünür
Görüneni, idrak edebilmek gerektir.
Bilebilmek için göz, akıl, sezgi gerek
Algılanmasaydı, bilinip görünemezdi
Algılayan olmasa görünme olmazdı
“Bilinip, görünme” istenmesidir sır!
Önce, bilip, gören, olmadan olmaz
Yaratmadan, Yaratıcı olunmaz
Yaratılana, Yaratıcıyı anlatmadan
Bilmediğini öğretmeden olmaz.
Sonra, “Gördüğün, görüntü sen değil,
Bildiğin, bilinen, işiten, sen değilsin.
Ben bilirim, ben görürüm” deniyorsa
“Kendimi ben görür ve bilirim!” Olabilir.
Yoktan, yokluktan var eder kuvvetleri
Madde ve anti madde, artı ile eksi,
Çeker birbirini yok eder, hepsi de
‘Boyutu sıfır, kütlesi sonsuz’ ile başlar.
Aynasal evrende, zerreler boy gösterir
Biri diğerinden yüz bin kat büyük olabilir
Bu âlemde parça bütünden ağır olabilir
Zerreler birbirine yaslanır da gaipleşir.
Bilimsel bilgidir, “Kaybolmayan zerreler
Bozonlarda toplanıp kütle oluşturur.”
Ayet de der ki: “İzdiham eden, hıfzedici,
Kuvvetlerle temessül, tecessüm edersin”(*)
Elektrik, manyetik, elektromanyetik
Gazap ve şehvet, itim, çekim, cazibe,
Temel kuvvetler, zerre diye görünürler,
Fani olan fena bulur, kalanlar bakidirler.
Zaman yoktur aslında, akla var görünür
Anda var ve yok oluş, tesadüf değil
Hep bir amaç vardır her yaratılanda
Birleşir, buluşur, gelişir, yetişir, oluşur.
Necdet, bilmeyene öğretilir Kur’an
Cehaletten bilgeliğe, yaratılır insan.
Bilinçsizlikten, hıfz ile bilince ulaşılır
Böylece, insanın amacına kavuşulur.
(*) 16.48; 6.61 12.12.2019
İnsan, sonuçta, kendini
gerçekleştirmeye, ne olabilecekse olmaya heveslidir ve olgunlaşmak, amacına
ulaşmak için gayret sarf eder. Aslında evrendeki her şeyin içinde,
yaratılışında, fıtratında bir gelişim potansiyeli vardır. Zerreleri iyi tanıyan
bilim insanları onların galaksileri oluşturmasına şaşırmaz. Görünmeyen
kuvvetlerin, elektrik ve manyetik kuvvetler gibi itim ve çekim kuvvetlerinin,
kütle kazanıp madde oluşturması doğaldır. Her şey insanda tevhit olabilir.
“Hayvanî ruh seması, insanî ruh
semasından ayrılırsa tükenip yarılır, biter, gider, hevesler de kalmaz dağılır,
saçılır. Cisimleşen unsurların ve cesedi oluşturan parçaların her birinin,
bedenin harap olmasıyla, aslına dönmesini önleyen berzah âlemi, hayvanî ruhun
zevaliyle, akar ve bu nedenle de her şey aslına döner. Beden kabirleri
karıştırılınca içinde bulunan bilgi, ilim ve cisimleşen, cesetleşen kuvvetler
açığa çıkar. Belirli bir ölçümle ve ölçü içinde, birleştirilip bir araya
getirilen parçalardan oluşturulup yaratılan insan, nesiyle gurur duyup, nasıl
mağrur olup, neyi inkâr edebilir.” (82.1-6) Ayetin dediği gibi ‘atmosfer’ uzay
zaman birleşik alanın korumasından ayrılırsa dağılır ve saçılır. Atmosfer
olmayınca da dünya yüzeyindeki canlılık ortadan kalkar. Aynı şekilde bireysel
ölçekte insan ölürse, ruhu bedenden ayrılırsa, bedenin uzuv ve organlarını bir
arada tutan canlılığı kalmaz kuvvetleri dağılır, saçılır.
“Dedikleri ve düşündükleri bilinen,
zahiren de İslam hali üzere olan müminler terk edilmez. Belki bağlılığı ve
bağımlılığı artırmak veya imtihan etmek amacıyla, bir süre için serbest
bırakılır. Böylece kötü nefis sıfatlarına, şeytan ve kuruntuya dayanan
heveslere sahip olanlar ortaya çıkar. Kalp sıfatlarıyla oluşan güzel ahlak
sahipleri, ruhun müşahedesi, sırra ulaşma isteği ve girişimleriyle nefis
sıfatlarından uzaklaşır. Bu nedenle bu iki grup arasına fitne girer,
anlaşmazlık çıkar, kötü olaylar olur. Sonuçta nefis ve şeytan tarafını seçenler
ile kalp ve ruh tarafını tercih edenler arasında ayırım keskinleşir, fark
yaratılır, bilgi ve muhabbetin Allah için olduğu idrak edilir. Müşahedeleri,
bilgileri ve muhabbetleriyle müminler doğru yoldadırlar.” (3.179)
Nefsanî faaliyetler ile kalbî
faaliyetler iki ayrı âlemdir. Nefsanî âlemde yarışma, kalbi âlemde paylaşma
hâkimdir. Üreticiler arasında da bir rekabet, tüketiciler arasında da bir
rekabet vardır. Nefsanî âlemde, rakipler arasındaki yarışma mücadeleye
dönüşebilir. Bunlar arasındaki paylaşımlar, paylaşılanların az veya çokluğuna
göre kapışmaya dönüşebilir. Paylaştıkça azalan şeyleri paylaşım, adaletten
uzaklaştırabilir. Gazap ve şehvet kuvvetlerinin hâkimiyeti altındaki nefsanî
güç ve kuvvetler, tüm paylaşım fiillerini kavgaya dönüştürebilir. Böylece kötü
nefis sıfatlarına, şeytan ve kuruntuya dayanan heveslere sahip olanlar ortaya
çıkar. Kalp âleminde, kalp sıfatlarıyla oluşan güzel ahlak sahipleri ise ruhun
müşahedesi, sırra ulaşma isteği ve girişimleriyle nefis sıfatlarından
uzaklaşır. Nefsanî fiiller beden, madde ve maddi şeylerle ilgilidir.
‘İnsanın fikir babasına ihtiyacı
yoktur’ deyip resulü inkâr eden, kendini insan yapan toplumsal öğretileri de
reddedebilir. Kalbî fiiller ise ruh, ilim, güzel ahlakla ilişkili duygusal
düşünce ve fikirlerle ilgilidir. Önemli olan düşünen akıl sahiplerinin nefis
ile kalp ayırımını yapıp kalbi tercih etmesidir.
“Bunlar sebebiyle Allah'ın ayetleri
ve sıfatlarına hidayet bularak, Hakk'ı arif olmaları için, ceset arzında duygu
ve düşünce mecralarını; havas tarikleri, arzu, heves ve isteklerine uygun yolları,
var ettik. Ve biz, akıl semasını, üstlerinde atmosfer gibi yükselterek, ceset
arzını, tagayyür etmek, başkalaşmak, mükemmel olmak için tazelenmek,
yenilenmek, üzere ve sehven, yanlışlıkla, kasıtsız olarak, olabilecek hasar ve
hatadan mahfuz kıldık, koruduk. Akıl seması, her türlü hayal, tasavvur, duygu
ve düşünceleri kapsayacak ve birbirine bağlayacak şekilde yer alır. Her birisi
makul ve mantıklı olarak akla dayanır. Akılda boşluk bulunmaz, kırılmaz ve
bükülmez, herkes aklını bir kere oluşturunca aklını terk edemez. Bütün bunları
anlayamayanlar için akıl seması, mana göklerini yani uzayını, delil ve
şahitlerinden, maddi veya bedensel kanıtlarından, uzaklaştırıcıdır. Allah-u
Teâlâ Hazretleri, nefis gecesini ve ruh güneşinin nuru olan akıl gündüzünü ve
gece ile gündüzü içine alan kalbi halk eden ve izhar eyleyen, açığa çıkaran,
zattır. Bunların her biri, ulvi bir karargâh veya makamda ve ruhaniyet
semasının bir mertebesinde Allah'a seyir eder.” (21.30-33) Güneşin
yörüngesindeki Dünya ve Ay gibi insan da nefsi ve kalbiyle Allah’tan, Allah’ta,
Allah’a seyir eder.
“Halik’ınıza dönüş için, nefsinizin
hazzını ve huzurunu azaltın, heveslerinden vazgeçirin, tövbe ederek riyazetle
yani kanaat kılıcıyla nefsinizi kökünden katledin.” (2.54) Benlik yapan bencil
nefsi, kökünden kesip atın ki Allah’ın nefsi ile kaim olun. O’nun ilmi ile
âlim, nefsi ile kaim ve hayatı ile hay, diri olunuz. Sizin fani olup fena
bulmanız, yok olmanız, aradan çıkışınız bir boşluk yaratmaz, aksine, zaten var
olan hakiki Varlığın, Hakkın ortaya çıkışına sebep olur. Fiillerin failinin Hak
olduğunu öğrenerek, müşahede ederek hakça bir yaşam sürdürülebilir.
Umarım, bizim de kalbimiz, aklımız
sayesinde nefsanî heveslerimizi kontrol edip ruhumuza ulaşabilir.
Reşit oluş, yetkisizlik ve sorumsuzluğun sonu ve yetkili ve sorumlu
oluşun başıdır. Böylece başlar insanlık serüveni ve olgunlaşma süreci. Reşit
olmak dâhil her şey verilmiştir, akıl, fikir, hayal, heves, gayret ve sebat
fıtratta yer alır. Ruh ve beden, nefis ve kalp, akıl ve aşk, fikir ve düşünce
hazırdır. Kitapta, bu tezatların oluşturduğu “Semer” kavramı vardır. (11.115,
119) İnsanın, yolculuğunu, tevhit üzere, semer üstünde yapması beklenir.
Cehaletten bilgeliğe ulaşmak yetmez, cahillik ve bilgelikten oluşan, karşıt
yönlerden gelen çapraz uçların oluşturduğu semerde, her ikisine tutunarak,
oturup hedefe ulaşması istenir. Örneğin, aklın önemi büyük olsa da akıl aşk
içindir, hükmünün aşka gelinceye kadar oluşu, akla uygundur. Bu durumun idraki
ise olgunlaşma yolculuğunda ‘sebat’ etmeyi gerektirir.
Olgunlaşma sürecinde geri kalmanın, hayal kırıklığına uğramanın sebebi,
genellikle, dikkatin dağılması değil gayretin eksikliği ve sebat etmemektir.
(64.12) Bu hayal kırıklığının idrakiyle sebat etmek, sabrı billâh, sabretmenin
en makbulüne götürebilir.
“Allah ile olmadıkça, benlik ve ikiliğin fena bulmadıkça, Hak ile kaim ve
sıfatıyla fail olmadıkça, sen sebat etsen de sabredemezsin, çünkü hiç kimsenin
bunda nasibi yoktur.” (16.127) Bu sabır, sabrı billâh, sabretmenin en üstün
derecesidir, vuslattır.
Önce Allah için sabredilir, sabır-ı Allah, sonra Allah’ta sabredilir,
fillah, yani Hak yolunda, seyri sülûkta, ardından Allah ile beraber sabır,
ma’allah, fiil ve sıfattan soyunarak kalp huzuruyla sabır gelir ki bunu da
Allah’tan sabır, anillah, izler, hicap ve safa ehline mahsustur.
“Var olan her şeyin ve herkesin varoluşunun bir amacı vardır ve amaca
ulaşılmasıyla varoluş amacı ortadan kalkar ve helak kaçınılmaz olur.” (17.16)
Her bedenin zevali de bedende bulunan organlar gibi, her şeyin birliğinden
ayrışmasıyla olur. Ordunun birliğini ve tekliğini sağlayan disiplinden
uzaklaşılmasıyla ordu çöker. Toplumu ayakta tutan zengin ve nimet sahibi
kişilerin sahip olduklarını birlik için kullanmaktan ve harcamaktan
uzaklaşılmasıyla toplum helak olur. Her şeyin beka ve sebatının sebebi
vahdettir, birlikten uzaklaşılması zevali ve helaki getirir. Bireyler, birlik
için değil kendileri için sebat ederlerse helak kaçınılmaz olur. Yalnız ve
sadece aklı önemseyip aşkı reddetmek tabii ölüme götürür.
“Has kullarımızdan olup maddeden soyunmuş, cihattan kutsanmış, kendisine
beşeri bir öğretici olmaksızın kutsal bilgileri, ledün ilminin tümüne ait
hakikatleri, kendini levam etmeyi, yermeyi, öğrettiğimiz ve manevi olgunluğu
verdiğimiz, nur yüzlü kulu buldular. Musa ona ‘Sana bildirilenleri bana
öğretmen için sana tabi olabilir miyim?’ dedi. O kul, Musa’ya ‘Sen beden
perdeleriyle mahcupsun, bedenden soyunmuş değilsin, gaibe ait manevi
hakikatleri öğrenmen için benim arkadaşlığıma sabredemezsin’ dedi.
Musa da ona ‘İstidadımın kuvveti ve talep etmekteki sebatımla inşallah
sabredebilirim’ dedi.” (18.65) Kutsal bilgilerin verildiği kişiden, Hakkın
hakikatine ait bilgileri, öğrenmek Kitaba uygundur.
“Kalpteki bilgileri ve ilimleri, olgunluk ve fazileti biz ilim yönünden
kapsamışızdır, bu nedenle gayrimiz kapsayamaz ve kalbi Allah’tan başkası
bilemez.(18.91) Bu sebepten kalbe Arş-ı Allah denir.
“İnsan, acilden halk olundu. Hilkatin, yaratılışın, aslı olan nefis, bir
hal üzere sabit değil, hareketli ve daima ıstıraplıdır; ‘acele edici’
yaratılmıştır. Böyle olmasa; bir halden bir hale seyir ve terakki edemezdi.
Zira ruh, daim-üs-sebattır ve ruhun, nefse taalluku sebebiyle kalbin vücudu
hâsıl olur ve ruh ile nefis sebebiyle; kalp, seyirde mutedil olur. İmdi insan,
kendisine sekine, huzur ve sükûn, veren ve tamamiyetini ifade eden ruh ve kalp
nuru galebe etmeyerek; nefis makamında kaldığı müddetçe, cibilliyeti gereğince,
insana acele lâzım gelir.” (21.37-39) İnsan, bedenden soyunup, kalp ve ruhun
nuruna ermelidir.
“Ve biz, Meryem oğlu «kalp İsa'sını» ve anası «nefsi mutmaini» seyri
illallah ve teveccühte, nefis ile kalbin birleşmeleri ve terakki zamanında,
nefisten kalbin yeniden meydana gelmesi sebebiyle, ikisini bir ayet kıldık. Ve
o ikisini, kalbin; «ruh makamına» ve nefsin; «kalp makamına» terakkisi
sebebiyle, istikrar olunabilecek karar ve sebat ve temkin ve zahir ve keşfeden,
ilmen-yakin sahibi, yüksek bir mekânda birleştirdik.” (23.50)
Rivayete göre, Allah’ın nefsiyle kaim, yerine geçen, ayakta, canıyla
canlı, ilmiyle âlim, ruhuyla dirilmiş iken cennette yaşayan Âdem, bedenleşerek
dünyaya indirildi. Bedensel nefsaniyeti, canlılığı, Âdem’in zevcesi, eşidir.
Nefis, her tekâmül aşamasında Ruh Âdem’e bir oğul, kalp çocuğu verir. Levam
etme aşamasında Hz. Musa, mutmain aşamasında Hz. İsa’nın, mülheme, ilham alma,
aşamasında ise Hz. Muhammet’in kalp çocuğu olarak verildiği rivayet edilir.
Ayetler, insanın ilahî aşka erişebilmesi için böylece açıklanmış ve
insanın ahdinde sebat etmesi beklenmiştir. Umarım
biz de ahdimizde vefada sebat edebiliriz.
“Hak'tan mahcup olanlar görmez mi, yer ve gökler, heyula iken, görkemli
bir hayal ve cismanî bir madde iken, yapışık idiler? Biz bu iki suretin,
ayrışarak, oluşumlarının aşikâr tebayünü ile ‘uyumlu farklılaşma ile’ yer ve
gökleri ayırdık. Ervah, canlılık, mana gökleri ve uzayı ile beden ve ceset
arzı, bir nutfe, su zerresi, suretinde bitişik idi. Biz, arz ve ervahın
tebâyünü, uyumlu farklılıklarının, kendiliğinden ortaya çıkışı ile her ikisini
birbirinden ayırdık, (cenin ve Büyük Patlamada olduğu gibi). Yani biz, nutfeden
her hayvanı halk ve izhar eyledik. Ve ceset arzının, yok olmayıp kaim ve
müstakil olması için, ceset arzında kemik dağlarını, (sinir, kas, damarlar gibi)
özellikli yollarını, oluşturduk. Bunlar sebebiyle Allah'ın ayetleri ve
sıfatlarına hidayet bularak, Hakk'ı arif olmaları için, ceset arzında duygu ve
düşünce mecralarını; havas tarikleri, arzu, heves ve isteklerine uygun yolları,
var ettik. Ve biz, akıl semasını, üstlerinde, (atmosfer gibi) yükselttik. Ceset
arzını, tagayyür etmek üzere, ‘mükemmel olmak için başkalaşarak tazelenen,
yenilenen’ kıldık. Akıl semasını ve ceset arzını da yanlışlıkla olabilecek
hasar ve hatadan mahfuz kıldık, koruduk. Akıl seması, her türlü hayal,
tasavvur, duygu ve düşünceleri kapsayacak ve birbirine bağlayacak şekilde yer
alır. Her birisi makul ve mantıklı olarak akla dayanır. Akılda boşluk bulunmaz,
kırılmaz ve bükülmez, herkes aklını bir kere oluşturunca aklını terk edemez.
Bütün bunları anlayamayanlar için akıl seması, mana göklerini (uzayını), delil
ve şahitlerinden, maddi veya bedensel kanıtlarından, uzaklaştırıcıdır.” (21
Enbiya, 30-33)
“Allah-u Teâlâ Hazretleri, nefis gecesini ve ruh güneşinin nuru olan akıl
gündüzünü ve gece ile gündüzü içine alan kalbi, halk eden ve izhar eyleyen,
açığa çıkaran, zattır. Bunların her biri, ulvi bir karargâh veya makamda ve
ruhaniyet semasının bir mertebesinde Allah'a seyir eder.” (21 Enbiya, 30-33)
“Beden arzında, bireysel tedbir ve bedensel ameller sayesinde
yaşanabilecek ortam hazırlanmıştır. Kalp seması ise sabır, şükür, tevekkül,
bağışlama ve muhabbet makamlarıyla birlikte bilgi, hikmet ve hakikatler ile
donatılmıştır. Hakikat nuru, vehim ve kuruntudan korunmuştur. Vücutta bir şey
yoktur. Her şeyin hazinesi indimizde, katımızda, yanımızdadır. Önce sureti,
şekli ve resmi, külli akılda külli veçhesiyle, her yönüyle, kaza âleminde resmi
çizilir. Sonra, sebepleriyle birlikte, levha-i mahfuzdaki, muhafaza altındaki,
gaip âlemindeki görüntüsüyle, külli nefis âleminde görüntülenir. Daha sonra
ayrı ve farklı bir birim olarak ölçülerine göre, miktarına ve vasıflarına uygun,
levha-i kader ve dünya semasında görüntülenir. Kısaca, külliden cüze, (plan,
proje, program ve bütçesine) her şey tasarımına uygun gerçekleştirilir. Her şey
belirli ölçüde, şekilde, yerde ve zamanda kendine özgü yaradılış ile indirilir.
İlahi nefes rüzgârları, hikmet ve bilgi aşılayıcı, kalplere sefalar
verici ve tecellilerin kabulüne hazırlayıcı olacak şekilde estirildi. Ruh
göğünden hakiki ilimler suyu, (ilim yüklü enerji) indirilerek insanlar ihya
edildi. İhya edilmezden önce insanın ilim hazinesi yoktu.” (15 Hicr, 21-23)
“Hayat-ı ilmiye, ilmin hayatı, suyuyla fıtrat makamında kıyam ederek,
ayağa kalkarak, hakiki hayat ile ihya edilir, insan dirilir. Vahdette fâni
kılmakla da öldürürüz. Sizin fenanızdan sonra, baki olan vücutları vâris
olanlar; ancak biziz.” (15 Hicr, 21-23) Rüzgârlar, yağmurla suyu dağıtır,
ışığın, enerjinin, klorofille şekere dönüşümünü sağlar. Verilen nefesle de
enerji hücrelerde yakılarak bedene canlılık kazandırılır.
“Haktan, şeriat lisanıyla, tabiat
arzına nida olundu, ‘Ey arz, bedenin kalbe karşı isyanı sebebiyle, heveslerin
baskın ve istilasını önle, mutedil ol’. Alışkanlıklar ve hisleriyle mahcup,
kuruntulu fikirlerle donatılmış haliyle nefis ve doğasına yardım eden, ‘ey
heves bulutlarıyla kaplanmış akıl seması, sen de nefse ve doğasına yardım
etme’. Hakkın nurunun perdelenmesi ve hakiki hayatın kaynağı olan rutubetin
kurumasıyla, cismanî kuvvetin suyu çekildi. Böylece helak olanların helaki ve
kurtulanların kurtuluşuna ait ilahî emir uygulanmış oldu ve şeriat yerine
tabiat yolunu tutanlar helak oldu.” (11 Hud.44) Bağlantısal bütünsellikteki
İlahî dengeyi görmeyip, unutup, bozacak kadar ‘tabiat yolunu tutup bağımsız
bireysellik yaparak’ şeraiti ihmal edenler, gökte güneşin yerde rutubetin
kesilmesiyle helak olurlar.
“Şimşeğin çakışında, yıldırımın
düşüşünde ve gök gürültüsünde, kutsal aydınlanma açısından, ders alınabilecek
deliller vardır. Doğal bilgiler elde edildikçe, doğanın veya evrenin ardında
bir düzenin olduğu, her şeyin ilim küpü olduğu anlaşılır.” (13 Rad, 12)
“Okyanuslardan itibaren yağmur bulutlarının ve rüzgârların oluşumuna
benzer şekilde, akıl semasında önce kalp huzuru bulutu oluşur. Hakka ilişkin
bilgiler sayesinde Hakkın ilmiyle oluşan bu bulut kişiye ilmen yakınlık sağlar.
Bulutların sentezi sırasında oluşan çarpışmalar yüzünden, şimşeklerin çaktığı
ve yıldırımın düştüğü görülür. Duyulan gök gürültüsü korkutucu olabilir. Doğada
ve evrende ele alınan her şey bir isim ile anılır ve bilinir. Bağımsız ve
bağlantısız gibi görünen farklı şeyler varlığın kesret halidir ve celal
tecellileri olarak anılır. Kesretin vahdet olduğunun idraki, büyük ‘Bir ve Tek’
gücün ortaya çıkışına neden olur.” (13 Rad, 12)
“Biz, «akıl semasında» ‘madde denizini araştırıp inceleyen akıl’,
‘hareketleri araştırıp inceleyen akıl’, ‘yetenekleri araştırıp inceleyen akıl’
ve ‘izinden giderek kaynağına ulaşan akıl’ gibi aklın makam ve mertebelerini
yerleştirdik. Akıl semasını ilim ve bilgi ile donattık ve kuruntulardan
arındırdık. Akıl semasına, madde denizine ilişkin ilim, yeteneklere ilişkin
bilgiler, teorik ve uygulamalı bilimler yerleştirildi. Akıl ufku, aklın hükmüne
uygun çakıldığında parlak bir ışık izleyecek şekilde yerleştirildi. Alıp kaçanı
kovalar ama Hakka ulaşmak isteyeni de şimşeğiyle idrake ulaştırır.” (15 Hicr, 16-20)
“Şeriat ile terbiyeden evvel, akıl semasında, ihtiyaçlarınızı
karşılayacak anlayışın oluşmasını talep ettik. Semai akıl, vehim ve kuruntuyla
karışık, hayal ve fikir ufkunu içeren, ihtiyaçlarla sınırlı, nefsanî
kuvvetlerle uyumlu fakat Hakkın hidayeti olmadıkça, Hakkın hakikatine ilişkin
ilim ve idrakten uzaktır.” (72 Cin, 8,9)
İnsanın beden dünyasını saran atmosfer gibi akıl seması, kendi içinde ve
kendi çapında yeterli görünür. İlk bakışta bağımsız ve bağlantısız görünse de
dünyanın Güneş ve Galaksi sistemlerine bağlı ve bağımlılığı ilim ve idraki
gerektirir. Bu da yerçekimsel güce karşı koyup yücelmeye bağlıdır.
“İyi ile kötüyü ayırma günü ertelenir. Büyük kıyamet gelir çatarsa
şiddetli yel ile nefsanî güç yıldızları söner, ruhun nurunun etkisiyle akıl
seması yarılır, sıfat tecellisiyle nefis sıfatı dağları, zatın tecellisiyle de
nefis, kalp, akıl ve ruh dağları ve onlarda bulunan eşyanın tümü fani olup
savrulur. Fenadan sonra beka halinde yeniden ihya ile neşredici resuller ortaya
çıktığında, o resuller cemden sonra fark vakti için ertelenir, o da beka hali
olan cem vaktinden o vakte kadar ertelenmiştir.” (77 Mürselat, 13) Akıl
semasına verilen nefes ile ‘şiddetli yel’ farklıdır. Nefes ile yaşam başlar ve
devam eder. Güneşin patlamasıyla oluşan yel ile Dünya üzerindeki yaşam sona
erer. Yeniden inşa olan baki kalabilir.
“Her
bir nefis, hazırladığı şeyi bilir ve unutmuş olduktan sonra o şeye vakıf olur.
Yıldız tozu denizinde yüzenler, birbirleriyle uyumlu halde olanlar, birlikte
süzülüp giderler. İyiler iyilerle, kötüler kötülerle, tozlar tozlarla, küller
küllerle, beraber seyrederler. Hayvani nefis, beden kabrinde, mezarında, nefsi
natıka, konuşan nefis, doğurgan nefis kızını helak, yok eder. Hayvani nefse,
gazap ve şehvet günahlarıyla, konuşan nefsi nasıl istila edip helak ettiği
sorulur.” (81 Tekvir, 7- 14)
“(Kara deliğe düşen bir cismin bilgisi drape şeklinde çıkar, cismin
maddesi ise deliğe düşer ve yok olur, enerjiye dönüşür hiçlik olur.) Hayvani
nefis, yok olan cisim, işlediği günahlarını, geride kalan bilgilerle, kuvvet ve
nüfus sayfalarını izhar eder, ortaya çıkarır. Ruh güneşinin kıvrılıp dürüldüğü
vakitte bu sayfalar uçuşur, bilgiler diğer maddelerin üzerinde holografik görüntü
şeklinde, iz halinde, kalır. Yeniden diriliş zamanında, maddenin hayat
kazanması halinde sayfalar neşrolunur, yayınlanır, aşikâr olur. Hayvani ruh
denen akıl semasının giderildiği, tabiat cehenneminde kahır ve gazabın eseri
olan ateş, mahcuplar için yakıldığında her nefis hazırladığı, yaptığı şeyi
bilir, unuttuklarını hatırlar. Lütuf ve rıza eserlerinin nimetlerini hak eden
tevhit ehli de hazırladığını, yaptığını bilir, unuttuğunu hatırlar. Bilgi
özelliğini geride bırakıp yokluğa düşen kuvvet daha önce şirk içinde olduğunu idrak
ederse yeniden dirilişte Hakk’ın kuvvet ve gücüyle, yeni bilgilerle hayata
döner. (81 Tekvir, 7- 14)
Kitap ile ortaya konan düzen, kanun, ilke ve esasları,
Âlem ile Âdemin ikiz oluşunu, umarım biz de hidayete ererek idrak edebiliriz.
Kalp, ‘Evren Balonu’ dâhil her şeyi içine alır, Hakkın Arşıdır, arş-ı
Allah’tır. Hakkın gölgesi, yokluk aynasındaki görüntüsü olan ilim, düzen,
yasalar, evrene indirildiği için her şey sırasıyla oluşur, oluşmaktadır. Kalp
ilk oluşan evdir, Kâbe’dir, tüm varlık için, her şey için barınaktır. İlim,
kalbe üflenen Ruh, Evrensel İlahî Nefes, özelliği olan enerji, olduğu için her
şey, hareket ve özelliklerini ilimden alır. Ruhun nuruna, diğer bir deyişle
ilmin idrakine, eren kişi, kesrette, evrenin veya kalbin bir yerinde, bir ‘şey’
ile maddî ve nefsanî; her yerinde, vahdette, tümünde, ise ruhanî, rahimsi değil
rahmanî, bütünsel bilgilere ulaşmış demektir. İlk verilen kutsal nefes veya
üflenen ruhun, ilmin, idrakinde olan insan, kuruntudan, şeytandan arınmış olur.
‘Küresel Nefes’, rüzgârlar, yağmurla suyu dağıtır, ışığın, enerjinin,
klorofille şekere dönüşümünü sağlar. Verilen ‘Bireysel Nefesle’ de enerji
hücrelerde yakılarak bedene canlılık kazandırılır.
“Hak'tan mahcup olanlar görmez mi, yer ve gökler, heyula iken yani ‘görkemli
bir hayal ve cismanî bir madde’ iken, yapışık idiler? Biz bu iki suretin,
ayrışarak, oluşumlarının aşikâr tebayünü ile ‘uyumlu farklılaşma ile’ yer ve
gökleri ayırdık. Ervah, canlılık, mana gökleri ve uzayı ile beden ve ceset
arzı, bir nutfe, su zerresi, suretinde bitişik idi. Biz, arz ve ervahın
tebâyünü, uyumlu farklılıklarının, kendiliğinden ortaya çıkışı ile her ikisini
birbirinden ayırdık.” (21 Enbiya, 30-33)
“Evrensel maddî beden arzında, bireysel tedbir ve bedensel ameller
sayesinde yaşanabilecek ortam hazırlanmıştır. Vücutta bir şey yoktur. Her şeyin
hazinesi indimizde, katımızda, yanımızdadır. Önce sureti, şekli ve resmi, külli
akılda külli veçhesiyle, her yönüyle, kaza âleminde resmi çizilir. Sonra,
sebepleriyle birlikte, levha-i mahfuzdaki, muhafaza altındaki, gaip âlemindeki
görüntüsüyle, külli nefis âleminde görüntülenir. Daha sonra ayrı ve farklı bir
birim olarak ölçülerine göre, miktarına ve vasıflarına uygun, levha-i kader ve
dünya semasında görüntülenir. Kısaca, külliden cüze, (plan, proje, program,
bütçe ve maketine göre) her şey tasarımına uygun gerçekleştirilir. Her şey
belirli ölçüde, şekilde, yerde ve zamanda, kendine özgü fıtrat, yaradılış ile
indirilir. İlahi nefes rüzgârları, hikmet ve bilgi aşılayıcı, kalplere sefalar
verici ve tecellilerin kabulüne hazırlayıcı olacak şekilde estirildi. Ruh
göğünden hakiki ilimler suyu, (ilim yüklü enerji) indirilerek insanlar ihya
edildi. İhya edilmezden önce insanın ilim hazinesi yoktu. Hayat-ı ilmiye ile
ilmin hayatı, suyuyla fıtrat makamında kıyam ederek, ayağa kalkarak, hakiki
hayat ile ihya edilir, insan dirilir. Vahdette fâni kılmakla da öldürürüz.
Sizin fenanızdan sonra, baki olan vücutları vâris olanlar; ancak biziz.” (15
Hicr, 21-23)
İlmin idraki içinde olanlar, yabancı hiçbir beşerin el sürmediği ve
süremeyeceği kendi bedensel zevklerini yaşarlar. Bunlar kendilerine özel ve
özgü verilen cariye ve hurilerdir.
Parmak izleri, kalp ritmi ve kokuları gibi çok çeşitli yönler ve
açılardan diğerlerinden farklı özelliklere, keyif ve zevklere sahiptir. Ruh ve kalp cennetlerindeki nimetler, huriler
beyazdır ilim nehirlerindeki inci mercanlardır. Nefis cennetlerindeki huriler,
nimetler, maddesel yakutturlar. Hiçbirine başka bir beşerin el sürmesi olamaz.
“Arzu ve isteklerinin şiddetli olması halinde, istidadı
olanların nefisleri çamurunu, terbiye ederek ve arındırarak, kutsallık yönüne
uçuşan kuşlar haline getirir, sohbetlerinin bereketiyle, hakiki hayat nefesi ve
ilahi ilim nefesini nefyederim, üflerim. Derhal Allah'ın izni ile şevk ve
himmet kanatlarıyla Hak tarafına uçucu diri bir nefis olur.” (3 Ali İmran, 49)
“Ey insan sen, mevt ile rabbine gitmekte say ve içtihat edicisin, yani
«Nefeslerin, eceline doğru atılan adımlar kadar» denildiği gibi nefeslerinle
rabbine süratle gidicisin. Yahut rabbine gidici olduğun halde hayır ve şer
amelde ciddi, gerçekten çalışıp, işleyen ve içtihat edicisin. Sen, bu
çalışmanla Rabbinle buluşan olursun.” (84 İnşikak, 6)
“Kalbin ruha en yakın yerine ‘ufku mübin’, ‘açık ve aşikâr ufuk’ denir. Kalp
seması ise sabır, şükür, tevekkül, bağışlama ve muhabbetle birlikte bilgi,
hikmet ve hakikatler ile donatılmıştır. Hakikat nuru, vehim ve kuruntudan
korunmuştur. Kalbin ruh ile yakınlık, dostluk kurulan bu yerde, resul, kutsal
nefes ile temas kurdu.” (81 Tekvir, 23-25)
“İlahi nefes rüzgârları, hikmet ve bilgi aşılayıcı, kalplere sefalar
verici ve tecellilerin kabulüne hazırlayıcı olacak şekilde estirildi. Ruh
göğünden hakiki ilimler suyu indirilerek insanlar ihya edildi. İhya edilmezden
önce insanın ilim hazinesi yoktu.” (15 Hicr, 22)
Gerek Bireysel gerekse Evrensel ve Küresel
düzeyde, İlahî Nefes, insan ve âleme, canlılık ve Hakkın ruhuyla diriliş
amacıyla, üflenerek verilmiştir.
Umarım biz de İlahi Nefese kavuşabiliriz.
Kuran’ın sözlük manası ‘okumak’, insanı, doğayı ve evreni okumak, okuyup
anlam vermek, mana çıkarmaktır. Tevhit açısından bakıldığında ise Kuran, bütün
Varlığa, ‘Bir ve Tek’ anlam vermektedir. Bu idrake varmanın yöntemi olarak da
insan, her şeyin ‘hareket’, ‘sıfat’ ve ‘Vücudu’nun esasını, özünü veya
ardındaki gerçeği görmeye; böylece bilerek, ‘Hakkın Hakikati’ni idrak ederek
olgunlaşmaya davet edilir. İlk var edilen enerji, ilk andan, çıkışından
itibaren hareket eder ve bu enerji tüm hareketlerin temelidir. Hareket eden
nesnelerin de, enerji ve ilim yüklü etkileşen ‘kuvvet’lerin yoğunlaşıp, kütle
kazanıp, maddeleşerek oluştuğu bildirilir. Kısaca, Evrende ‘Enerji’, bir amaçla
yaratıldığı için vardır, ‘Mevcut’tur var olan tek ‘Vücut’tur, sürekli halden
hale geçer.
“Kitabı,
hak ile hakkıyla, hak ettiği şekilde indiren Allah’tır. Ona, kitapla inmesi
gereken muhabbet ile tevhit ilmini indirdi. Tevhit ilmi muhabbetle indi, habip
oldu, ilim habipin hakkı oldu, habip ilmi hak etti, ilminin hakkını verdi,
gereğini yaptı, bildi ve bildirdi.” (42 Şura, 17)
“Kuran katıksız, Hakk’ın gayri olan batıl ile karışıklığı olmayan, Hakken
yakındır, ayni cemden, vahdet makamından kaynaklanır, kalp makamından olsaydı
ilmen, ruh makamından olsaydı aynen yakın olurdu. Zatın tevhidini ispatlamak
için nebi ile önce “Kul”, sonra “Resul” son olarak da “Hak” ilişkisi kuruldu.
Kul-resul-hak bir oldu, tevhit edildi. İkilik ve benlik ile perdelenmemek için
kendi zatın ile Allah’ı tenzih et ve “Gayrı” bir şeyin olmadığını kabul et. (69 Hakka, 51,52)
“Sana vahdette kesretin bilgisi, tevhit ilminin ayrıntısı; kesrette
vahdetin Şuhut’u ve vahdette kesretin tecellisi verildi. Çoklukta tekliğe şahit
olduğun zaman, ibadet heykelliğinde değişim yaparak, nefsin teslimiyeti, kalbin
huzuru ve ruhun Şuhut’u ile büyük kıyamet namazını kıl, cem ve tafsilin
hukukunu ifa edecek, vahdet ve kesreti idrak etmenin hakkını tam olarak verecek
kâmil-olgun insan namazı bu namazdır.” (108 Kevser, 1,2)
“Ey müminler, o küffarı siz katletmediniz ve lâkin onları Allah katletti.
Bu ayet ile müminleri tedip ve kendilerinden ef'ali aldı ve Allah'ı ispat ile
onları tevhidi ef'ale hidayet etti. Nebi’ye ise «Habib’im küffara toprağı
attığın vakitte sen atmadın lâkin Allah attı» buyurup (sen atmadın) sözü ile
atmak fiilini Allah'a ispat ile beraber (attığın vakit) sözüyle atmak fiilini
Nebi’ye nispet eyledi. O halde toprağı atan Muhammed'dir. Fakat nefsiyle değil,
Allah ile atan Muhammed'dir.” (8 Enfal, 17)
“Sahibiniz, efendiniz olan resul nefsine meylederek nihai amaçtan
sapmadı, nefsiyle hareket ederek dalalete düşmedi, yanılmadı, yolunu şaşırmadı,
azgınlık ederek Hak’tan ve tevhit caddesinden ayrılmadı.” (53 Necim, 2)
“Kendini büyük ve yenilmez zanneden Firavunun direncinin kırılmasından ve
helak edilmesinden sonra Musa’ya seslendik: ‘Tevrat hikmetinin, kalbinden
lisanına inip zahir olması için kırk gece bizim için ihlâsla tezekkür, tefekkür
et’ dedik. Hadisi şerifte «Âdem'in, çamuru kırk sabah kudret eliyle
yoğrulmuştur» denir.” (2 Bakara, 51-53)
“İlk kırk günde bebeğin kalbi atmaya başlar, ikinci kırk günde
belkemiğinde kan hücreleri oluşmaya başlar ve üçüncü kırk günde azaların tamamı
belirginleşmiş olur. Bu nedenlerle insanın önce bir su damlasından sonra
çamurdan ve en sonunda da kan pıhtısından yaratıldığı anlatılır. Musa tefekkür
etmek amacıyla aranızdan çekilince siz hayvanî nefis buzağısına taptınız. Tapma
derecesinde sevdiğiniz nefsanî lezzetlere ibadet edercesine daldınız. Musa
döndüğünde durumu açıklayınca pişman olup utanıp af dilediniz ve şükretmeniz
için affedildiniz. Diğer bir deyişle, ruhunuzun güç ve kudretini bilmenizden,
idrak etmenizden önce kalbinizin, kalp Musa’sının, inşası süresince yani kırk
gün, beden ve nefsinizin esiri oldunuz. Kalbinizin çocukluk döneminde, tıfıl,
yavru çocuk olan hayvani nefsinize tapındınız. Kalp nurunuz zuhur edince hakiki
buluğa erdiniz, affolundunuz. Kalbinize, hikmet ve bilgiler verildi, bunları
kullanarak hak ile batılı fark etme gücü verildi.” (2 Bakara, 51-53)
“Fail Haktır deyip fiillerin tevhidinde kalanlar madde âleminde kalır.
Zahire mensup yani dış görünüşe önem verenler ile batına mensup yani mana
âlemine önem verenler makul ve mantıklı olmakla mahcupturlar. Bunlar
akıllarının yeteneklerine, kuruntularına ve hayallerine önem vererek nefsanî
yıldızlara tapanlar gibidir. Hakiki iman ile iman edip tevhit ilmine ve
kıyamete yakin gelenler Salih amel edenlerdir. Bunlar için efal ve sıfat
cennetlerinden baki ve ruhanî sevap vardır, fiillerden korku ve sıfattan mahzun
olmak da yoktur. (2.62) “Kitabı ve ayetlerini bilmek tevhit ilmi ile mümkündür.”
(2 Bakara, 118)
“Tevhitte fena halindeki kişiyi seçtik, fenadan sonra beka halinde
kurtuldu.” (2.130) “Siz Müslimler olarak sakın tabii ölüm ile ölmeyiniz, nefislerinizle
ölü, Allah ile ebeden diri olunuz. Bedenin tabii ölümü, sizi bu hal üzere idrak
eylesin.” (2.132) “Müminler, Kuranın ilmiyle âlim olur ve ahlakıyla ahlaklaşır,
Allah’a iman eder yani Allah’ı ceman tevhit eder. Meleklerine, kitaplarına ve
peygamberlerine iman ederek mazharlarından her mazharına, tecellilerinden her
tecellisine razı olarak, vahdetini kesret suretlerinde müşahede edici olarak
Allah’ı tafsilatıyla tevhit ederler. ‘Bizim vücut ve sıfatlarımızı senin vücut
ve sıfatlarınla setir ve imha eyle ve en büyük günah olan vücutlarımız
günahlarını setir eyle, ört ve fenadan sonra bağışlanmış vücut ile bize rahmet
et’ derler.” (2. 285)
“Biz inananların, enfüs ve afakta,
içerde ve dışarıda, batın ve zahirde, görünür ve görünmezde, müşahede
etmelerine yardımcı oluruz. Hatta muhakemelerine, deliller ile anlamalarına
yardımcı oluruz, böylece, Hakk’ın görerek, apaçık aşikâr olduğunu idrak
ederler. Yardım ettiklerimizden Hakk’ı eşyada müşahede edenler için Rab
yeterlidir, efali delillerle sıfatı tecellileriyle, görünüşleriyle anlaşılır,
her şey bilgisi kapsamındadır. Her şeyin hakikati Hakk’ın ilminin aynısıdır,
vücudu ilmi ile oluşur, ilmi zatının aynıdır ve zatı aynı vücududur. Gayrın
vücudu, aynı ve zatı da yoktur. Her şey fanidir, helak olur, yalnız Hakk’ın
yüzü, Hakk’ın zatı bakidir. Nefiste ve çevrede görünen ve beliren vasıflar,
sıfatlar Hakk’ın varlığının ortaya çıkışı iledir.” (41 Fussilet, 53,54)
Umarım biz de Hakkın ilmini, izniyle,
idrak edebiliriz.
Kitaba göre, önce Evren yaratıldı, sonra Dünya döşenip yaşam için uygun
koşullar oluşturuldu. En sonunda canlılık ve diğer canlılarda olmayan yeni bir
“Konuşma Geni ve Kemiği” ile insan yaratıldı. İlk andan itibaren, maddenin
özellikleriyle ilgili, “Uyumlu farklılaşma” ve “Mükemmel olmak için başkalaşarak
tazelenen, yenilenen” kavramları üzerinde durulur. Rivayete göre, Allah’ın
nefsiyle kaim, yerine geçen, ayakta, canıyla canlı, ilmiyle âlim, ruhuyla diri
iken cennette yaşayan Âdem, beden kazanıp dünyaya indirildi. Bedensel
nefsaniyeti, canlılığı, Âdem’in zevcesi, eşidir. Nefis, her tekâmül aşamasında
Ruh Âdem’e bir oğul, kalp çocuğu verir. Levam etme aşamasında Hz. Musa, mutmain
aşamasında Hz. İsa’nın, mülheme, ilham alma, aşamasında ise Hz. Muhammet’in
kalp çocuğu olarak verildiği rivayet edilir. Bedenleşerek inen Abdi, bedeniyle
tekrar yücelir.
“Hak'tan mahcup olanlar görmez mi, yer ve
gökler, heyula iken, görkemli bir hayal ve cismanî bir madde iken, yapışık
idiler? Biz bu iki suretin, ayrışarak, oluşumlarının aşikâr tebayünü ile
‘uyumlu farklılaşma ile’ yer ve gökleri ayırdık. Ervah, canlılık, mana gökleri
ve uzayı ile beden ve ceset arzı, bir nutfe, su zerresi, suretinde bitişik idi.
Biz, arz ve ervahın tebâyünü, uyumlu farklılıklarının, kendiliğinden ortaya
çıkışı ile her ikisini birbirinden ayırdık, (cenin ve Büyük Patlamada olduğu
gibi). Yani biz, nutfeden her hayvanı halk ve izhar eyledik. Ve ceset arzının,
yok olmayıp kaim ve müstakil olması için, ceset arzında kemik dağlarını,
(sinir, kas, damarlar gibi) özellikli yollarını, oluşturduk.”
“Bunlar sebebiyle Allah'ın ayetleri ve sıfatlarına hidayet bularak,
Hakk'ı arif olmaları için, ceset arzında duygu ve düşünce mecralarını; havas
tarikleri, arzu, heves ve isteklerine uygun yolları, var ettik. Ve biz, akıl
semasını, üstlerinde, (atmosfer gibi) yükselttik. Ceset arzını, tagayyür etmek
üzere, ‘mükemmel olmak için başkalaşarak tazelenen, yenilenen’ kıldık. Akıl
semasını ve ceset arzını da yanlışlıkla olabilecek hasar ve hatadan mahfuz
kıldık, koruduk. Akıl seması, her türlü hayal, tasavvur, duygu ve düşünceleri
kapsayacak ve birbirine bağlayacak şekilde yer alır. Her birisi makul ve
mantıklı olarak akla dayanır. Akılda boşluk bulunmaz, kırılmaz ve bükülmez,
herkes aklını bir kere oluşturunca aklını terk edemez. Bütün bunları
anlayamayanlar için akıl seması, mana göklerini (uzayını), delil ve
şahitlerinden, maddi veya bedensel kanıtlarından, uzaklaştırıcıdır.” (21
Enbiya, 30-33)
“İnsanlara dokunan bir zarardan sonra, kendilerine bir rahmet
tattırdığımız vakit, kalpleri yumuşar.
Belâlar, nefsin hırsını kırar ve nefis sıfatı hicaplarının keşfi, tabiat
kesafetinin incelmesi ve heves perdelerinin kaldırılması ile kalbi taltif
eyler. Kalp süfli yöne düşmekten kurtulur, ulvi yöne meyleder. Vahşi hayvanlar bile, kıtlık vakitlerinde ve
darlık günlerinde, başlarını göğe kaldırmış bir halde toplanıp dururlar sanki
ulvi yönden yardım beklerler.” (10 Yunus, 21)
“İbrahim,
düşmanları olan nefsanî ve bedeni kuvvetlerce, kalp ateşinin hararetine atıldı,
istidadının tekâmülü ve sefası, fıtratının paklığından afetten korundu ve
rahatlık verildi böylece sülûk ile Rabbine teveccüh etti.” (37 Saffat, 97)
“Kendisinde asla tasarruf olmayan; ubudiyet makamında kemale eren Abdi’ni,
halinden soyunması lisanîyle, geceleyin götüren Zattır. Bedeniyle örtülü ve
tabiatıyla ilgili ve alakalı olarak «Esra» eyledi, geceleyin götürdü. Zira uruc
ve terakki, ancak beden vasıtasıyla olur. Yani, makamlarda terakki ederek
tekâmül ve yücelme, beden ile bedenleşme ile mümkündür. Kendisinde hiçbir
tasarrufun olmadığını idrak eden, kulluk makamında olgunlaşan, dünya ile olan
ilişkisini uygulamada kesebilen kul, gece, gece haliyle, gece olarak
götürülebilir, yüceltilebilir.” (17 İsra (50), 1) Madde, ilmin, ilmin
aydınlığının, hakikat nurunun gurup etmiş hali olarak gecedir, ışık yaymadığı
için karanlıktır, gerçek batı da denebilir. İnsan maddeyi, madde denizini,
kendi bedeni dâhil, bu şekilde idrak edebilirse, Zatına bir maddenin
eklenmesinden, herhangi bir noksanlıktan tenzih etmiş olur.
“İnsan, Allah’a, şah damarından da, sağında sevaplarını ve solunda
günahlarını yazmak üzere yer alan, meleklerden de, daha yakındır. Sağında
oturan melek nefsin Hakka bakan yüzü yani akıl etme gücü, solunda oturan melek
ise nefsin bedene bakan yüzü yani hayal etme gücüdür. İnsanın fıtratı, nurlar
âleminden olduğu için hayırlıdır. Beden sonradan olmadır, arızîdir, bu nedenle,
fıtrata uygun olmadığı için, ‘bedenselliğe düşkünlük’ gibi bir şey normalinde
beklenmez. Akıl iyi bir fikir geliştirirse karşılığını hemen on kat alır,
sağdaki melek bunu hemen kaydeder.”
“İyi bir fikrin birisine söylenmesi bile zincirleme yarar sağlayabilir.
Nefis, bedensel zevklere uyarsa, pişman olup dönebileceği için, soldaki melek
bunu yazması için yedi vakit bekler.” (50 Kaaf,17)
Tekâmül, evrensel, küresel ve bireysel olmak üzere üç boyutta da
süreklidir; yaradılışın amacına ulaşmak üzere daima bir ‘kemale’,
‘mükemmelleşmeye giden yenilenme’,
‘uyumlu farklılaşma’, ‘her anda bir şende olma’ hali gerçekleşmektedir.
Bu durum, yaşam boyunca, akıl ile izlenebilir ve göz ile gözlenebilir. İnsandan
da bu beklenir!
Umarım, biz de arızî olan bedenimizden soyunarak, kemalimize erebiliriz.
Say Kanunu: Say ve İçtihat
Beyin hücreleri nöronlar ve Zihin Bilim alanındaki son bulgular şaşırtıcıdır. “İnsan beyni büyük bir bilgi
işlem merkezi gibi çalışır. Her nöron diğer 15.000 kadar nöron ile elektriksel
haberleşme yapar. Nöronlar, elektrik üretir, kodlar, mesaj gönderir, mesaj
alır, çözümler, anlar ve ilgili diğer nörona tekrar kodlayıp gönderir. Yani her
nöron günümüzün ‘röle istasyonları’ gibi çalışır. Her insan, bir başka
ilişkiler halinde olan, özel bilgi işlem programları topluluğudur. Kişi
Bilinci, Kozmik Külli Bilinç içinde yer alan, onun bir parçası olarak çalışan,
Cüzî bir bilinçtir. Beyin en iyi bilgi işleyen organ değil, ‘Yaşamın’ kendisi
‘Üst Sistemdir’ ve bilgiyi daha iyi işler. Özgür irade yoktur. Evrenin tüm
kuvvetleri, birbirleriyle, matematiksel olarak modellenebilir ve Bağlantısal
Bütünsellik oluşturacak şekilde bağlıdır. Her nöron ve her zerre birbiriyle
sürekli etkileşim ve iletişim içindedir. Yaşam Sistemi içinde DNA, RNA ve
Proteinler her an birbirlerini değiştirecek şekilde çalışır. Her şey, her an,
bir diğer andan farklı bir ‘hal’ içindedir.” Prof. Dr. Türker Kılıç.
“Ey insan sen, mevt ile rabbine gitmekte say ve içtihat edicisin. Sen,
bu çalışmanla Rabbinle buluşan olursun.” (84 İnşikak, 6) Yaşar N. Öztürk’ün
tercümesinden: “Ey insan, sen Rabbine varmak için çok didinecek, sonunda O'na
kavuşacaksın!” Bir nöronun, bilgi işleyerek evrendeki tüm kuvvetlerle
Bağlantısal Bütünselleşebilmesi, bir ve entegre olması, Evrenle bütünleşmesi
gibi; ‘kul da çalışarak, içtihat edebilir, Rabbi ile kavuşabilir’ deniyor.
“İnsanların malı, ilimleridir, kalp, ilim ile kuvvetlenir, ilim kalbin
malıdır.” (2 Bakara, 177) İlgili diğer
ayetlerle sentez edildiğinde, kalbin bireysel, küresel ve evrensel olmak üzere
üç aşaması olduğu söylenebilir. İnsan kalbi, tüm evereni kapsayabilir, hatta
müminin kalbine Allah sığabilir. Bu nedenle Hakkın, «Ben insanları, bana arif
olsunlar, beni bilsinler, diye halk ettim» dediğine inanılır. “Her şey kendi
ilmi ile bilinir, kul da, Allah da. Her kişinin ezeldeki istidadı, fıtratın
aslı ve esası itibariyle birdir. Ancak yaradılışından itibaren, her insan bir
diğerinden her şeyi ve özelliğiyle farklılaşır, tektir, birdir, farklı bir bütündür. Her kişi için birlik, bütünlük ve teklik
geçerlidir. Çalışma ibadeti sonucunda belirli bir miktar kazanç beklenmez, ne
gelirse haktandır denir ve sonuç dua ile talep edilir.” (4.32)
“Siz, nefsinizle ve nefsinizin sıfatları ve fiilleri ile baki kaldığınız
müddetçe iradeniz, mücerret bir temennidir. Temenni ise mümkün olmayan bir
şey'i talep etmektir.” (4 Nisa, 122) Ergenlik yaşına gelen kişinin benliği
oluşmuştur. Önce bu benlik nedeniyle kişi muhatap alınır, kutsal mesajlarla
hitap edilir. “Kişi öğrendikçe Allah’a yaklaşır, önce ‘Halil’, seven olur, aşk
ateşine atılır; sonra ‘Habib’, sevilen olur.” (4 Nisa, 125) “Çalışmayı terk
ederek kemali talep etmek haramdır.” (5 Maide, 3) “Bilenler, bilgileriyle
Allah’ı bilir, ancak çoğu bunu bilmez.” (6 Enam, 37) “Suretler, ilmin aynidir.
Göklerde ve yerde, bir zerre miktarı ilminden hariç olamaz” (6.59) “Siz,
Hakk’ın hıfz edicilerinden, ilim yüklenebilen kuvvetlerinden, oluştunuz. Siz,
bu güç ve kuvvetlerin cisimlenmiş halisiniz. Bedenlerinizden soyunmanız halinde
durum apaçık görünür. Cismani organlar, hal lisanı ile yapılanları hatırlar ve
açıklar. Hafıza semavi bir güçtür, yapılanları aşikâr eder.”(6 Enam, 61)
“Her şey Rabbin iradesiyle ve ilmindendir, ilmi her şeyi kapsar, yönetir.”
(6 Enam, 80) “Halinizin, halden hale döndürülmesine,
başka kalıba sokulmasına kadir olan Zattır. Ruh nuruyla kalp danesini yarıp,
kalp danesinden ilimleri ve bilgileri ve kalp nuruyla nefis çekirdeğini yarıp
nefis çekirdeğinden güzel ahlâkı çıkarıcıdır.” (6 Enam, 95) “Ruh semasından
ilim suyunu indirir, ilmî imanla iman edenler için büyük alâmetler vardır.”
(6.99) “İnsana rahmet olarak bir nimet versek ve sonra onu geri alsak isyan
eder, üzülür. Ferahlık versek iftihar eder sevinir. İnsandan, kazanması için
çalışması beklenir ama kazancının olup olmaması ve ne kadar olacağı Allah’ın
takdiridir. Çalışmasının karşılığını aldığını düşünerek Allah’ı unutması ve
mahcup olması gerekmez. Bollukta ve darlıkta, neşede ve kederde, her hal ve
koşulda, Hak’tan uzak olmamalı, onu unutmamalı. Unutan kişi unutulur, Hak da
onu unutur. Sıhhat, sağlık ve nimet verilirse, önce kalpten, onları haktan
bilmeli ve vereni bilip görerek onun rızası için kullanmalıdır.” (11.9)
İnsan çalışarak, gayret ederek, kendi kalbinin malı olan ilmini
öğrenmeli, sonra bilinenleri içtihat, sentez ederek, bağlantısal bütünselliğin
de ötesinde, ‘Bilinmeyi Seveni’, her an bir şende olanı bilmelidir. Rahmanî
rahimsi, deryanın bir damlası, olduğunu idrak edebilir.
Umarım, bütünün parçası olduğumuzu idrak edebiliriz.
Günlük yaşamda, normal olarak, normal bir insandan
beklenenler, genellikle, bilinebilir. Yaşam ortamında hüküm süren sorunlar ve
koşullar ile kişisel ve toplumsal davranışlar bilindiği sürece, bireysel aklın
kullanım sınırları tahmin edilebilir. Uç noktalar olarak ‘Ateist’ ve ‘Allah
ehli’ olanlar dışındaki insanların ‘genel halleri’ ele alınırsa, insanlar,
‘Yarı İmanlı’, ‘Cennet Ehli’ ve ‘Sehven Cennetlik’ olmak üzere üç kategoride
özetlenebilir.
Her insanın çocukluk dönemi, fıtratları gereği, ortak
denecek kadar masumiyet içerir. Reşit oluncaya kadar herkes, gerek eğitim ve
öğretim kurumlarından, gerekse aile ve toplum hayatından, alacağını almış olur.
Kendine göre çok sorununu çözmüş olabilir ama birçok sorusu da hala cevap
bekler. İçgüdüsüyle, içinden gelenlerle ve fıtratına kazınanlarla; verilen
aklı, fikri, kalbî duyguları, nefsaniyetiyle, belirli bir ahlak düzeyinde
yaşamını sürdürür. İşinde başarılı ve aile hayatında mutlu olabilir ama bazı
toplumsal soruları kadar bireysel soruları da hala cevap bekleyebilir. Yaşlılık
döneminde hala cevapsız olan sorulara verilecek en iyi cevap, “Böyle gelmiş
böyle gider, çevreye uyum göster yeter!” olabilir. Her üç kategorideki insanlar
da aynı cevapta buluşabilir.
Tanım itibariyle yarım imanlı kişiler, kiminle görüşürse
onunla aynı fikirde olabilir. Cennet ehli ise her yaptığını cennete gitme
hevesiyle yapar veya cennete gidemem kaygısıyla yapmaz. Bir başkasına, bilmeden
yaptığı bir iyilik sayesinde, cennetlik olana da sehven cennetlik denebilir.
İnsanların inançları açısından da farklı olabileceği Bakara suresinin ilk
ayetlerinde açıklanır. İnsanların ‘muhtelif’ yaratıldıkları ise yedi ayette
ayrıca belirlenir. “İstenseydi insanların hepsi, fıtratlarında oldukları gibi,
tevhit ederdi ve bir ümmet olarak yaratılırlardı. Amma velâkin muhtelif olarak,
çeşitli olmak üzere yaratıldılar. Bazıları adil ve tevhit eden, bazıları ise
müşrik ve zalim olmak üzere, halk edildi.”
(42 Fussilet, 8) Farklılıklar, genellikle, aynı fıtratın, koşullara
uygun olarak, çeşitli tecellileri olarak görülür. Hitap elçileredir ama
Kitaplar tüm bireyleredir. Mesaj “Oku, düşün, tefekkür et ve ibret al” şeklinde
herkese aynı olsa da dünyevî gayretlerden uhrevî çalışmalara pek zaman kalmaz.
Eğitim ve öğretim alanları da uzmanlıklar şeklinde olduğu için mesajlara
ilişkin düşünceler genellikle derinleştirilemez.
Tevhit babası Hz. İbrahim semavi dinlerin yani
İslamiyet’in ilk peygamberidir. Sıradan insanlar, peygamberlere eşit düzeyde
yakın veya yabancı kalmıştır. Mesajların tümü bir bütündür ve birbirlerini
tamamlayarak ‘güzel ahlaka’ götürür. Ne Museviliğin Kabalası, ne
Hıristiyanlığın Azizler kültürü, ne de İslamiyet’in Tasavvufu, sıradan insanlar
için yeterince aydınlatıcı olabilmiştir. Bu uzmanlaşma konularında, toplumsal
olarak daima uzak kalınır. Anadolu’nun ‘Erenler Kültürü’ halk ozanlarınca halka
sevdirilir ama her sıradan insanı ‘Ermiş’ olarak görmek mümkün değildir. Aynı
sabır ve gayret herkese uygun gelemez. ‘Kitap öylemi demiş, böyle mi demiş, ne
demek istemiş, nasıl olur da böyle bir şey der?’ gibi çok çeşitli konularda
anlayış ve yorum farklılıkları ortaya çıkar.
En sonunda, ‘Allah ile kul arasına girilmez, herkesin düşüncesi kendine’
denilmesi uygun görülür. Temel fikre en uygun davranış ‘herkesin dini kendine’
deyip, dini, tartışmaya açmamaktır.
Tevhit bakışının odağı olan Tasavvuf ehli arasında, en
küçük bir görüş ayrılığı bulunmuş, bilinmiş ve görülmüş değildir. Hızır, Yusuf,
Mevlana ve Yunus arasında hiçbir fark yoktur. Düşünen akıllar için tevhit,
dinsel ve bilimsel alanı da birleştiren bir ‘ilim’dir. Tevhit ilminin amacı
kendini bilerek kemale erdirmek ve kâmil insan yetiştirmektir. Ermişler keramet
ehli diye düşünülür oysa keramet kişide değil ilimdedir. Büyük Patlama ile
ortaya konan ilim, uygulanırsa görülür, hareket ederse bilinir. Her zerre
bilimsel özellikleriyle tanınır. Zerreler kadar ayrıntılı ‘bilgi’ ama evren
kadar ‘bütün’ olabilen ilim; yok iken bir an içinde var olmuş veya var
oldurulmuştur. Keramet işte bu ilimdedir, her ‘şey’ bu ilimden, bu ilmin içinde
ve bu ilimle var olur. Bilimsel bilgi ve buluşlardan bilinir ki ‘ilim’ kavramı
bir ‘düzenlilik, yasalılık’ içerir. Fizik ve kimya kanunları gibi bilimsel
adlar da ‘doğa kanunları’ gibi genel adlandırmalar da aynı yaslara verilen
adlardır. Yasa kavramı, aklı, bir irade, hüküm veya hükmetme düşüncesine
götürür. Çünkü en küçük zerrelerin bile diğerinden farklı bir ismi, cismi ve
resmi; fiziksel bir özelliği, hareketi ve marifeti vardır. Zaman, ilmin ortaya
çıkışından itibaren başlatılırsa ilimden, salt ‘fizik’ olarak söz edilir.
İradenin bir sahibi vardır denirse, ilimden ‘metafizik’ olarak da söz
edilebilir.
Yasalılık, ‘düzenlilik’, bir İlahi İrade Kanunudur veya Fizik kanunudur
demek zevkinize, keyfinize ve cesaretinize bağlıdır.
Akıl, ‘sebep, olay ve sonuç’ sürecine yatkındır. Her
olayın bir sebebi ve bir sonucu olması mantıklıdır. Bugün akıl, doğadan elde
ettiği bilgilerle, belirlenebilen en küçük zerrenin, örneğin ‘hiçliğin özeti’
olarak bilinen ‘fotonun’, kendine özgü maddesel özelliklerini iyi bilir. Kendine
özgü olanların diğerlerinden farklı olan özelliklerini iyi bilir. Diğer
zerrelerle sürekli iletişim, etkileşim, değişim ve gelişim içinde olduğu
belirlenmiştir. Canlıların nefsanî, kalbî ve ruhanî yasaları dâhil, kısaca,
akıl, her zerrenin diğer her zerreye bağlı ve bağlantı içinde olduğunu
‘Bağlantısal Bütünsellik Modelini’ ortaya koyarak iyi bilir. Tüm ‘Evren’ tam ve
mükemmel, ‘Bir ve Tek Bütün’ olarak, bir ‘İradedir’.
Umarım, ilahi nitelikli bu iradenin kanunlarını bulabilir
ve idrak edebiliriz.
İnsan tanımlanırken madde ve mana, ruh ve beden, olarak
iki âlemden oluştuğu düşünülür. Hatta düşünen akılların zaman içinde
uzmanlaşması nedeniyle, konuya ilişkin maddesel ve ruhsal ilimlerin insanı tanımlamaları
ilgi çeker. Tanımlama amacıyla, ilgili olabilecek tüm bilgileri ortaya koyup,
önce analiz sonra sentez edilmesi uygun olur. Madde ve mana deyimlerinden
başlanabilir. Ezelden ebede gibi, ele alınan konu ‘insan’ olunca tarihsel
boyutuyla ve ‘kutsallık’ kavramıyla da ele almak uygundur.
Güncel bilimsel alanda, ‘madde’ kavramı ‘kütle’
kavramının ardındadır. Madde, ‘kütlesi sıfırdan büyük ve uzayda hacmi olan’
‘şey’dir. Fizikçiler, Higgs (H)
Bozonu olmadan kütlenin yok olduğuna inanır (believe). Higgs Alanı, simetri
kırıcıdır, görülemez ve gözlemlenemez, evrensel bir ortamdır, ‘kütlesiz
parçacıkları farklı kütlelere ayıran’ ortamdır. H Bozonu, alanın
‘kuvvet taşıyıcısıdır’, diğer parçacıklara
kütlesini veren parçacıktır. Kütle, her şeyin kendine özgü özelliğidir. Vakum
ortamında ışığın bütün dalga boyları aynı hızdadır. Prizma ortamı, beyaz ışığı
farklı dalga boylarına ayırır. Prizma, beyaz ışığın, hız-simetrisini kırar. Evrenin Elektromanyetik-EM alanının kuvvet taşıyıcısı da
fotondur. Atomların neredeyse
tamamı boşluktur, %99,9999999999996 boşluktur. Çekirdeği bir bilye ebadında
düşünürsek en yakınındaki elektron neredeyse 800 metre ötede bulunur. Çekirdeği
de aynı oranda büyük bir boşluktur. Atomun çekirdeğindeki boşlukların da içini
dolduran kuvvet alanları vardır, kuvvet alanları enerji taşır.
Elektronlar ile çekirdek arasında
elektromanyetik bir kuvvet alanı vardır. Bu elektromanyetik alan etkileşimi
sayesinde atomlar birbirleri ile bağ yapar ve kimyanın ve yaşamın var olması
mümkün olur. Bilim insanları der ki: “Nasıl oluyor bilinmez ama bozonların
içinde toplanan kuvvetler maddeyi oluşturur”. Bu bedensel temelden sonra, yeşil
yaprakların Güneş ışığını şekere dönüştürmesiyle de canlılığın ve yaşamımızın
temeli atılmış olur.
Birçok kutsal mesajda halk
ediliş öncesi, akıl verilişin öncesi parça, kısım, alan veya bölüm anlamındaki
‘habbe’ ve mahlûk, halk edilmiş ‘şey’, anlamındaki ‘dâbbe’ deyimi geçer.
(2.164; 16.49) Kalp, merhamet, şefkat, sevgi ve aşk gibi duygusal kuvvetlerin
çıktığı bir kaynaktır. Bedensel hareket, iş ve işlemlerin bu kuvvetlerden
kaynaklandığı açıktır. “Nefis habbesinden, kalbe güç veren sadık niyetler
çıkarırız. Meyvenin çiçeğinden meyvenin çıkışı gibi, akıl hurmasının zuhur
etmesinden bilgi ve hakikatler hâsıl olur.” (6.99) “Doğadaki her dâbbe, hareket
eden her canlı, kendine özgü bir sudan yani kendine özgü bir ilimden halk
edilmiştir.” (24.45) “Beden arzında, çeşitli eşkâllerde nefsanî suretler
dâbbeleri ihraç eyleriz.” (27.82) “Siz, Hakk’ın hıfz
edici, ilim yüklenebilen kuvvetlerinden oluştunuz. Siz, bu güç ve kuvvetlerin
cisimlenmiş, şekil ve suret kazanmış halisiniz.”(6.61) “İzdiham eden kuvvetler
gölgeleşip cisimleşir. Kütlenin hakikati bilinirse, kütlenin görünen ışık
enerjisi olduğu idrak edilir. İzafi vücut, Mutlak vücudun ortaya çıkmış,
görünür, aşikâr olmuş sıfatıdır. Her cisim ışır, ışık saçar, ışınım halindedir,
hakikatini görünür kılar, enerji yayarak yanar.” (25.45) “Takat, kuvvet, habbe,
sizin değil, tesir, kuvvet Allah’ındır. Size, kalbinizle bağlantılı olan habbelerle,
ruhanî ve semavî kuvvetlerle, yardım ederiz.”(8.9)
Bir insan vücudu, yaşa göre 10 ile 100 trilyon hücreden
oluşur. Her hücre, binlerce veya milyonlarca atomdan oluşan, binlerce
molekülden oluşur. Her molekülün bir görevi vardır. Hemen hepsinde ortak olan,
hücre duvarında yerleşik bir haberleşme molekülüdür. Bu molekülün işi, bir
atoma, eksi veya artı elektrik yüklü iyonları pompalamak, yüklü atomların
elektriğini, göndermek istediği mesaja göre, kodlamak ve diğer hücreye
göndermektir. Her hücrede, ayrıca, kodlu mesajı alıp kodu çözen, almaçlar ve
yeniden kodlayıp göndericiler vardır. Artı ve eksi yüklü potasyum ve sodyum
iyonlarının pompalanmasıyla oluşturulan elektrik yüklü atomlar, örneğin beyin
hücreleri boyunca, gönderilir. Böylece insan düşünür, okur, öğrenir, konuşur
veya fikir üretir. Sindirim, sinir veya kan dolaşım sistemi gibi her sistemimiz
böylece çalışır. Kalem piller 1,5 volttur. Hücreler arası haberleşme ise 70
mili volt (voltun binde biri) ile yapılır. Nefesle ve besinle alınan, oksijen
dâhil, her atom bünyeden çıkar. Hiçbir canlı bünyesinde hiçbir atom
parçalanmaz. Oksijen karbonla bağlanıp çıkar. Besin olarak enerji aldığımızda
da, oksijen atomunun diğer atomla bağlantı, conta, bağ enerjisini kullanırız.
İnsanî her eylem, iş ve işlemimizin, elektromanyetik (EM) dalgaların
kullanımına bağlı olduğunu, elektriği, yeni keşfettik. Kısaca, bilmediğimiz
şeyleri kullanmışız. Hücre ve moleküllerimiz, içimizde, ayrı canlılar gibi
yaşarlar.
“İçimde bir ben var benden içeri” diyenimiz
oldu. Bünyemizdeki elektriksel dalgalar dışımızdan tespit edilip
kaydedilebilir, müdahale edilebilir. Et ve kemik görünen, protein, vitamin,
madde ve beden, aslında EM dalgalı parçacıklardan oluşur.
Yokluktan,
boşluktan yaratılmışlığımızın bilimsel bulgularla kanıtlanmasından sonra
“Gerçekten hiçbir şey göründüğü gibi değildir” denmesi artık akla daha
yatkındır. “Allah yerin göğün nurudur, ışığıdır, parlaklığıdır” kutsal mesajı,
son bilimsel bulgulardan sonra daha iyi anlaşılır. Işığın EM enerjisinin,
fotonun, bir klorofil molekülü tarafından şekere dönüştürülmesi ve canlıların
da bununla beslenmesi apaçık bir gerçektir. Fikir üretmek, düşünmek, konuşmak,
hafıza kullanmak hep elektriğin kodlanması, gönderilmesi ve alınması esaslarına
bağlıdır. Gerçekler apaçık ortada iken kabullenip kullanmak bile bize yabancı
gelebilir. İnsan beyni, canlılık ve yaşamın “Bağlantısal bütünselliği”,
evrensel boyuttadır, “Kozmik Bilinç” ile bütünleşebilirliği bilimle
kanıtlanmıştır. (1,2) Cüzi irade ve külli irade kavramları daha iyi anlaşılır
olmuştur. Hakkın hakikati böylece anlaşılınca EM alanında uzman olmayanın “Ben”
demesi ve bencillik yapması sorun olabilir.
Umarım, Hakkın hakikatini biz de idrak edebiliriz.
(1)
https://www.google.com/search?q=connectome+projesi+nedir&oq=Connectome&aqs=chrome.3.69i57j0l7.6454j0j7&sourceid=chrome&ie=UTF-8
(2)
http://www.humanconnectomeproject.org/
Tam ve mükemmel, kesin yok ve yokluktan, tam ve mükemmel, kesin ve mutlak
boş ve boşluktan gelir yaşarız. Atom boşluktur, atomun bile olmadığı yerden
geliriz. Geriye doğru bakar, tarihi yazar ve yaşayabiliriz. Geleceğe doğru
bakar, geleceği yazar ve yaşayabiliriz. Sevginin ne kadar güçlü, kuvvetli ve
kudretli olduğunu bilir, sever ve seviliriz. Bedenimizin ne kadar güçlü ve kuvvetli
olduğunu bilir, bedensel iş ve işlemler yapar hareket ederiz. Ruh ve maddemizin
kıymet ve kadrini bilir, ikisinin ayrı zevkine varır ve birlikte keyfini sürer,
yaşarız. Beynimizin, madde olarak, atomlardan oluştuğunu biliriz ama
bilincimizin de olduğuna şahit oluruz. Üstelik bu bilinci kozmik bilinç ile
bütünleştirme cesaret ve bilgeliğini gösteririz. Hafızası boş olarak doğan
beynimiz, zaman içinde bize, evreni kalbimizin içinde bir zerreye
dönüştürebilir. Bu hâl içinde, doğum ve mevt kavramlarını, bilimsel ve dinsel
mesajlar açısından değerlendirebiliriz. Ruh, maddeye bağlı ve bağımlı mıdır?
‘Verilmiş olan maddeye hükmediş iradesi’ sonuçta bilince mi dönüşür?
Zelzele
suresinin tevilinde, çok ayrıntıdaki bir bilimsel gerçeğe değinilir. İnsan
ruhunun yani ‘ilminin’, ‘maddeye hükmedişin’ verilen bir ‘irade’ olduğu
anlatılır. Bu iradenin idrak edilme bilinciyle, maddeden soyunulabileceği
açıklanır. Ruhun, maddeden soyunup, bir bilgi, ‘info’ olarak kalabileceğini
ancak kütle ve maddenin tekrar enerjiye dönüşeceğini, yeniden toprak olacağını
anımsatır.
“İnsan
ruhunun, insanı insan yapan ilminin, maddeden soyunup, temizlenip, maddeyi terk
etmesi, arınması zamanında, hayvanî ruh ve kuvvetler, canlılık ilmi ve canlılık
veren kuvvetler, ıstırap ve acı çeker. Beden ve maddenin, ruhsuz, ilimsiz bir
şey yapamaz sadece bilinçsiz hareket edebilir, kişiliği bozulur. Ruhsuzluk
durumunda, madde, tek düze bir sarsıntı, sallantı ve titreşim içinde olur,
yalnız bilinçsiz sarsıntı ve titreşim içinde oluş vardır. Bu eşkâl, bu tanım
içindeki sarsıntı, sallantı ve titreşim, evvel-i meta manasında olan sakaleyn
yani insan ve diğer canlıların cemidir, toplamıdır. Diğer bir deyişle herhangi
bir ‘şey’ olmadan önceki haldir. Yani madde ve beden arzının, kendisinin kadri
ve kıymetinin bilinmesine sebep olan ervah, mana ve ameller kuvvetlerinin
heyetinin tümünü ve kalpte kökleşen itikatlar meta'larını, kıymetlerini,
değerlerini meydana çıkarır. Bu hal içindeyken insan, «Beden arzının bu suretle
muzdarip olmasının, sarsılıp titreşmesinin sebebi nedir, bunun devası, çaresi,
derdi nedir, bu ıstırap, mizacın inhirafından mı, bozulup değişmesinden mi,
yoksa ahlâtın, içine karışan şeylerin, galebesinden mi ileri gelmiştir?» der.
Böyle durumda, beden arzı, halinin diliyle, hal diliyle, içinde bulunduğu
halinin anlattığı şekilde, haberlerini söyler. O vakit beden arzı, verilen
iradenin nasıl kullanıldığını, evveline ait haberlerini, söyler. Tahkik,
incelendiğinde, görüleceği gibi senin Rabbinin ona işaret eylediğini, ruhun yok
oluşu, ilmin ortadan kaldırılışı ve mevtin, ölümün tahkiki, incelenmesi,
zamanında ıstırap ve harap ile ağırlığının ihracı ile emir eylediğini söyler. Maddenin
içinden bir ‘şey’ oluşmasına ilişkin ilim çıkarıldığı zaman, maddenin kütle ve
ağırlığı da ihraç edilir, ortadan kaldırılır, aslına döner. Ruhun maddeden
soyunması zamanında, beden arzı da ıstırap içinde harap olup ortadan kalkar,
kütlesi ve maddesi de yok olur.
O vakit
insanlar, kimi hayırlı, kimi hayırsız, eşkıya olarak müteferrik,
ayrılmış oldukları halde, bedenlerinin mizaçlarından, mezarlarından, hesap ve ceza yurtlarına sudur ve hareket
ederler. İmdi hayırlılardan zerre miktar hayır işleyen kimse o hayrı görür. Eşkıyadan
zerre miktarı şer işleyen de o şerri görür.
Küfür ve hicap sebebiyle eşkıyanın hayırları yanıltıcıdır, keza iman,
tövbe, galebe-i hayrat, selameti fıtrat ile hayırlıların da şerleri af olunur. (99.1-8)
‘Her Şeyin
Birleşik Bir Kuramı Olarak Sicim Kuramına’ göre, “Madde atomlardan, atomlar da
proton ile nötronun içindeki kuark ve elektronlardan oluşur. Bütün bu
parçacıklar, aslında titreşen küçük sicim ilmekleridir. Sicim kuramı, tek bir
ilkeden - en ileri mikroskobik düzeyde her şeyin titreşen tellerin
bileşimlerinden oluştuğu ilkesi - bütün
kuvvetleri ve bütün maddeyi içerebilen açıklayıcı tek bir çerçeve oluşturur.
Elektron, bir biçimde titreşen bir
sicimdir, yukarı kuark başka bir biçimde
titreşen bir sicim vs. Her hangi bir ‘şey’in ‘info’su asla yok olmaz ama
kütlesi, örneğin kara deliğe düşerek, enerjiye dönüşür.” (1)
Bulunan, bilinen,
tanımlanan her zerre, bilimsel özellikleriyle, titreşimiyle, kendine özgüdür ve
böylece biri diğerinden farklı isim, cisim ve resimdedir. Her parçacığın
bilimsel olarak özellikleri bilinir, öyle oldukları bilinse de neden öyle
oldukları bilinmez. Tüm fizik bilgileri fizik ilmini oluşturduğu gibi tüm
parçacıkların fiziksel özellikleri de ilmi oluşturur, ilimleri nedeniyle öyle
oldukları söylenebilir. Her ‘şey’, Haktan, hakkını, hakça aldığı için var olur.
Madde, canlılık ve insanın ruhu, kendine özgü ilmi, vardır ve Haktan
alınmıştır.
Kemale eren
insanlar, belirli bir bilince ulaşmış olarak kabul edilebilir. Bu bilinç
düzeyi, everensel veya kozmik bilinç ile birleşebilirse ‘Bir ve Tek Bilinç’
olabilir ve parçalardan söz edilemeyebilir. Bir ülkenin tüm elektrik sistemi
bir bütündür, küçük parçaları geçici olsa, ömrü kısa olsa da tüm sistem kalıcı
ve ömrü uzun olabilir. Bir atomun alt parçacıkları var olduğu sürece, bir atom
yok olsa da, yeniden uygun koşullar oluştuğunda, aynı atomdan yeniden oluşabilir.
Hidrojen atomu, aynı bilimsel özelliklere sahip olarak, maddesel düzeyde
yeniden oluşabilir. Canlılık ve insanlar, özellikle de beyin ve bilinç konuları
üzerindeki bilimsel araştırmalar, madde düzeyindeki bilimsel özellikler ile
‘bilinç’ konusunun birbirlerinden çok farklı olduğunu gösterir. Binlerce
atomdan oluşan moleküllerin, milyonlarca elektriksel akımlar oluşturarak,
ortaya koyacağı bilinç, uzun ömürlü olabilir. Ayrıca, insanın mı bilinci
oluşturduğu yoksa bilincin mi insanı oluşturduğu tartışılabilir. İradesi
olmayan atomların bilinç oluşturması yerine, atomların verilen belirli bir
irade çerçevesinde, örneğin DNA ile önce bir canlılık sonra da bilinç
oluşturduğu, kutsal mesajlarla, anlatılıp açıklanmaktadır.
Umarım biz
de, maddeden soyunarak, külli iradenin idraki içinde olabiliriz.
(1)
“Evrenin Zarafeti”, Brian Greene, sayfa 43, 45.
Bilim, doğa ve evren ile yaradılışa ilişkin kutsal mesajları kanıtlar.
Kısaca, ‘bilimin amacı inancı kanıtlamaktır’. “Din ile bilimin ne ilgisi var”
hatta “Dinde aklın yeri yok” diyen vardır. Oysa tahkiki imanın gereği akıl ve
bilimdir. Dinin de bilimin de ilgi odağı
insandır, insan içindir. İnsana hitap, akla ve mantığa uygun, makul ve mantıklı
olmalıdır. Kutsal mesajlar da, bilimsel bilgiler de, evren ve varoluşa
ilişkindir. Kadim bilgiler, bilim açısından İdris Peygamber olarak bilinen
Hermes’e, dinsel bilgiler ise, büyükbabası, Hz. Âdem’e dayanır. İnsanın
gelişimiyle, her iki alanın bilgileri de, yaradılışın temelindeki evrime, değişim
ve gelişime uğrar. Kutsal mesajlar da, bilim de, insanlığın gelişimiyle
birlikte gelişir. Dinde tagayyür, ‘farklılaşarak mükemmele giden belirginleşme’
esastır.
Kişiler, kişiliklerinin bakış açılarına uygun olarak, bilgi ve mesajların
uyumundan veya uyumsuzluğundan söz eder. İçten, kalpten vahiy ile gelen
mesajların da, doğadan elde edilen bilgilerin de kaynağı, ilham veya sezgiler
olmuştur. Bazı despotik kişilerin, kendi çıkarları uğruna, halkı sömürdükleri
dönemlerde, ortak akıl ve kalpten gelen mesajlar, geniş kitlelerce kabul
görmüştür. Doğanın ardındaki, fizik ve kimya gibi, ilme dayalı bilgiler de,
doğa karşısında çaresiz kalınan alan ve dönemlerde gelişmiştir. Düşünen akıl,
gerek kalpten aldığı duygusal, gerekse doğadan aldığı bilimsel, bilgilerin
daima makul ve mantıklısını seçer.
Bilgi ve mesajların kaynağına inen akıl, mesaj ile bilgiler arasında asla
bir tercih yapmaz, ‘akılsızlık’ veya ‘düşüncesizlik’ tercih yapar. Halkı
sömürmek gibi akıl da sömürülerek, bilimsel bilgilerin doğru, mesajların dogma
olduğu söylenir. Aklı, verilen en büyük nimet olarak, amacının dışında
kullanmak yanlıştır. Âlem ve Âdemin halk edilişi, ilimle, ‘İlahi İrade
Kanunları’ ile dünyanın döşenip, yaşama uygunluğunun sağlanması ve insanın
bilinçle donatılarak yaratılması, mesajlar gibi hep akıl için ve akla hitap
eder.
Kutsal mesajlar, aklını kullanan kişilere hitap eder, akılsızlara
olmadığı üzerinde ayrıca durulur. İnsanlığın gelişimine uygun, anlaşılabilecek
şekilde ve anlaşılmak üzere, her şeyin varoluşu açıklanmaya çalışılır. Bu
nedenle, mesajlar, evrenin yoktan, yokluktan ve boşluktan yaratıldığından
başlar. Bilimsel çalışmalar da nihayet bu gerçekleri kanıtlamış bulunmaktadır.
Mesajları içeren kitap bir bilim kitabı değil ama sadece sosyal ilişkileri
düzenleyen felsefe kitabı hiç değildir. Evrende, muhteşemin ihtişamı görülür ve
Grand Dizayn, Büyük Tasarım gibi ifadelerle anlatılır. Hitap, her zaman aklını
kullanan, işleten ve ibret alan kişiyedir; evreni ve kişinin kendisini,
kendisine anlatır, ayna görevi yapar. Kitap, bakana kendini gösterir, okuyup
düşünene kendini bildirir. İnsanı, böylece muhatap alarak, Kitap, ‘Yaratıcısını
bilmek amacıyla, özgür iradesinin verildiğini’ idrak etmeye çağırır. Önce, bir
başka kişiye kulluk etmemesi istenir. Sonra, verilen cüzi iradesinin de külli
irade karşısında fazla geçerli olamayacağının idrak edilmesi öğütlenir.
Bilim, özgür iradenin yokluğunu kanıtlamıştır. İnsanın ne olduğu, nereden
gelip nereye gittiğini açıklamak dinin, aklın, bilimin ve ilmin işidir. İnsan
ile evren, Âdem ile Âlem, ikizdir. Âlem nasıl oluşmuşsa Âdem de öyle oluşur.
Her ikisinde de çok geniş çaplı doğal ve evrensel yasalar geçerlidir. İkizler,
uyumlu bütünleşme için sürekli etkileşim, değişim ve gelişim içindedir.
Gelecekte de geçerli olacak olan Kitabımızın temel konusu insandır.
Rahman Suresi ikinci ayetinin “Kuranı öğrettik”, üçüncünün “İnsanı yarattık”,
oluşu düşündürücüdür. Cenin, yumurtanın döllenişinden itibaren, ilk kırk günde
‘su damlası’, ikinci kırk günde ‘kan pıhtısı’, üçüncü kırk günde ‘çamur’
kavramlarıyla anılır. Bilim kanıtlamıştır ki cenin, ilk dönemde ‘su içinde
damladır’, ikinci dönemde ‘bel kemiğinde kandamlası’ oluşur, üçüncü dönemde ise
‘bedenin eli, ayağı, organları belirginleşir’. Bebeğin önce kalbi oluşur ve
kalp atışı başlar, kalbi durunca da hayatını kaybeder. Tam bir boş ve boşluktan
oluşan atomlar, emirle, su içinde su damlası oluşturur. Kalbin oluşumu, tüm
kuvvetlerin madde ve bedeni oluşturmak üzere toplanması, izdiham etmesi
halidir. Bilim de, ‘ilgili kuvvet alanları içinde’ ‘toplanan kuvvetlerin’,
‘kütle kazanarak’ ‘madde’leştiğini kanıtlar. Kitap da ‘kuvvetlerin izdihamıyla
bedenleşir, temessül ve tecessüm edersiniz’ der. İnsan beyni başlı başına bir
mucizedir. Boş bir madde iken bilgi ve bilinç oluşturmayı başarır. İnsan,
bildiğini bilen tek yaratıktır, ‘konuşma geni ve kemiği’ ile ayrıcalıklı olarak
donatılmıştır. Adı FOXP2 olan genin hükmettiği 116 insan geninin şempanzelerde
olmadığını bilim belirlemiştir. (1)
Ormanda kaybolmuş bir ergen insanın, konuşmayı unutup maymunlaşması,
insanın yaratıldığına delil oluşturabilir. Doğadan, doğa koşullarına uyum
sağlayarak gelmiş olamayacağını kanıtlayabilir. İnsan bedenini, farklı
titreşimlere sahip parçacıklar, irade ilavesiyle toplanıp oluşturur. Çok farklı
bilgi, bilim ve ilmin bütünleşerek oluşturduğu ‘insan bilincini’ geliştirmek,
doğal bir süreç değildir. Akıl, fikir, hafıza, düşünme, fikir geliştirme ve
konuşma, başkalarına öğretme ve öğrenim kuvvetleri, yetenekleri, diğer
canlılara ilaveten, verilmiş nimet olabilir. Gazap ve şehvet kuvvetleri,
elektrik ve manyetik kuvvetleri andırır. Elektriğin fazlası insanı öldürür,
gazabın fazlası da kahreder; şehvet ise cezp edici veya itici, manyetik kutupları
andırır. İnsanı, hangi kuvvetlerin yoldan çıkardığı ve hangi kuvvetlerin doğru
yola ilettiği anlatılır. Elektromanyetik radyasyon, ışınım, evrenin her
köşesindedir ama hiç mesaj taşımaz. Yalnız canlılarda, mesajlaşma amacıyla, bu
ışınım, verilen cüzi iradeyle, kodlanıp çözümlenir, moleküller röle istasyonu
gibi çalışır. Bu bilgi, maddesi kaybolsa da kaybolmaz. Aynı şekilde ruh da
maddeden soyunabilir.
Umarım, biz de doğa ve evreni, dedikleri ve demek istedikleriyle, ‘kozmik
bilinç’ olarak okuyabiliriz.
(1) Konuşma Geni: FOXP2; Konuşma Kemiği: HYOID
BONE
https://www.livescience.com/7973-human-speech-gene.html
İnsan, hayatını, kazancını, bilgisini, aklına borçludur. Herkese
verilmiştir, verilen en büyük nimettir. Âşıklarda pek çalışmaz denir. Evreni ve
doğayı ilmeklerine kadar araştırır, bulur, okur ve anlar. İlham, hikmet ve
sezgiyle güzel sanatlara açılır. Yaratılışın temellerine ulaşır. Temelde, din
de bilim de aklı zorlar, iman edilen kanıtlanır. Akıl, fikir yürütme, bilme
gücü ve ‘kuvveti’ olarak, ilim ortamında amacına ulaşır. Hıfzedici kuvvetleri keşfeder, bedenleştiğini kanıtlar ama genelde ne bulup,
bildiğini keşfedemez, hikmetsiz eremez.
Büyük Patlama, ilk ışık, bulunup okundu. Deterministlik ararken,
“Belirsizlik İlkesi” bulundu. İlkeye göre zerreler yokluktan çıkar, var olur,
yok olur. Yalnız ‘kuvvet’ iken kütle kazanır. Zerrenin, her yerden birden
geçip, ‘eş zamanlı olarak her olasılığı tükettiği’ saptandı. Maddenin de hem
parçacık hem dalga olduğu, durağan olmadığı, kanıtlandı. Her bilimsel bulgu,
muhteşem evrenin ihtişamını ortaya çıkarır. Aklın ‘bilinenler çemberi’
genişledi daha büyük ‘bilinmezler çemberi’ oluştu. Işığın gelişi var, gidişi
yok, ‘her zaman her yerde o ışık vardır, ölçülmeye hazır ve nazırdır’, aynı
ışık, evren 15 milyar yaşındayken de saptanabilir. Akıl, bilgiden ilme,
kuvvetten kütleye ulaşır ama ilmin tümünü bilemez.
Aklı zorlayan konular genellikle ‘Kuantum’ alanındadır. Çift yarık
deneyini Doçent olan eşime anlattım.
Hem parçacık hem de dalga olan ‘foton’ veya ‘elektronun’, gözlem
yapılırsa bir, yapılmazsa iki yarıktan geçişini ve karşısındaki ekranda
bırakacağı iz ve izlerini çok güzel anladı. “Sol taraftan geçmeye doğru yol
alırken son anda sağ yarıktan geçer” deyişim mantıklı geldi. “Sağ yarıktan geçip fosforlu ekrana ulaşmadan
önce uzun bir yolculukla Andromeda galaksisini dolanır. Bu,
durmaksızın devam eder gider. Feynman’a
göre, elektron çıkış noktasını varış
noktasına bağlayan her olası yolu eş zamanlı olarak tüketir” deyince, eşimin
tepkisi “Yok artık!” oldu. (1) Tek olarak yakalayıp incelemesi zor olan
zerrenin, halden hale geçişi aklı zorlar. Ya yeri bilinir ya da hızı, ikisi
aynı anda asla bilinemez. Dalga ve parçacık hallerini de düşününce ‘tespit’
etmek güçtür. “Kütleli, kütlesiz zerre, her zaman her yerdedir ve ölçülmeye
hazır ve nazırdır” kavramı bilimseldir.
Parçacığı, mermi gibi bir ‘şey’ düşünmek kolay, Evreni su dolu bir küre
gibi düşünüp, merkezden küresel dalga halinin hayali çılgıncadır. Parçacık
dalgayı yapan mıdır, dalganın kendisi midir? Bilime inanmak da zormuş. Sormadan
olmaz, parçacık nokta mıdır; dalga küre, hatta evren, midir? “Eş zamanlı,
durmaksızın, her yerde” ifadesini duyunca insanın aklına ‘senin ağzından çıkanı
kulağın duyuyor mu?’ demek gelir. Böyle durumda, ‘turpun büyüğü heybede’ denir.
Bilim insanlarına göre “Higgs bozonu içinde toplanan ‘kütlesiz kuvvetler’, nasıl oluyor
bilinmiyor ama ‘kütle kazanır’ ve maddeleşir.” Bir bilimsel bulgu da şöyle:
“Bir ‘şey’ kara deliğe düşse de ‘infosu’ kaybolmaz ‘olay ufkunda’ kalır, kütle ve
maddesi tekrar enerjiye dönüşür.”
Holografik yapı sayesinde, ‘şey’, kaybolmayan bilgisinin ve kuvvetinin
yeniden kütle kazanmasıyla, yeniden oluşabilir. Kütle kazanan ‘kuvvet’,
yeniden, yoktan, var olur. Parçacık kuvvettir, kuvvet bilgidir, bilgiyi
depolar. Bilgi içeren zerrelerin bir kere var oluşları yeterlidir,
kaybolmazlar. Evrenin oluşumu, zerrelerle bilgi ihracıdır. ‘İnsanın, maddeden soyunup, yeniden
dirilmesi’ böylece, makul ve mantıklıdır.
Bilinmez ve belirsizliklerden,
bilinen atomlar âlemine geçiş görünüşte aklı rahatlatır. Kütlesini düşününce
ise, atomların tam bir boşluk olduğunu kabul etmek zordur. Atomun % 99, 99… (12 adet 9) u boşluktur. Dolu kısımda ne var olduğu da
bilinmez. İnsan, gözlem yaparsa zerre yapmazsa dalga halinde yolculuk yapan
foton ‘seçimini geciktirdiği’ bilinir. (2) Çift Yarık deneyinde, Galaksilerden
gelen bir fotonun, son anda değiştirilecek ‘gözlem’ durumuna göre ‘Süper pozisyon’ hali, yani ‘hem dalga hem zerre’
hali, geçerlidir. Süper determinizm son gelinen nokta. Buna göre ‘özgür irade’ yoktur ve her
olmuş ve olacak Büyük Patlama anında ‘Belirlenmiştir’. Yani, yalnız Allah’ın
dediği olur!
İnsan, bedensel ve zihinsel gelişimi tamamlandığında reşit olur. Bedensel
gelişim, hormonsal dengeyi gösterir. (3) Zihinsel
gelişim ise beyin hücrelerinin, uygun elektrik akımları yaratarak, düşünce,
bilinç üretimidir. Hangi mesajı diğer hücrelere taşıyacak, hangi hormonun, hangi atomlardan yapıldığını, nerede
ve nasıl üretildiğini, biz yeni öğrendik. (4)
Nöron hücrelerimizde, hangi molekülün, nasıl elektrik ürettiğini ve nasıl
mesaj yükleyip diğer hücreye gönderdiğini de yeni öğrendik. DNA maddeye hükmeder, talimat verir ve hücrelere ne zaman, ne yapacaklarını söyler. Moleküler
biyoloji, hormon ve elektronik mesaj üretimi,
‘verilmiş bir irade’ varlığını kanıtlar. Binlerce yıl önce, moleküller,
elektrik üretip kodlamayı biliyor ve kullanıyordu!
Beynimizin ürettiği bilinç diğer beyinlerin ve bitkiler dâhil, tüm
canlıların ürettiği beyin dalgalarıyla etkileşim ve iletişim içindedir. Bu
durumun böyle olduğu ‘Connectome’ Projesiyle kanıtlanmıştır. (5) Projeye göre ‘özgür irademiz’
yoktur. Diğer yandan matematik ilminin son şaheseri ‘Bağlantısal Bütünsellik’ modellemesidir. Modele
göre güneş sistemi ve evrende bulunan bütün galaksiler birbirlerine bağlı,
bağımlı ve bağlantılıdır. Uzay zaman birleşik alanında var olan her ‘zerre’ ve
‘kuvvet’ sürekli etkileşim ve iletişim içindedir.
İlk gidenler Amerika kıtasını keşfedemedi. Bilgi ve zerreden, tüm ilmi
keşif zordur. Ruhumuz, ruhun; ilmimiz, ilmin; bedenimiz, Vücudun; bir parçası
olduğunu, akıl keşfeder. Bağımsız ve özgür görünen ve bilinen davranış ve
sıfatlarımız, yakın ve uzak çevremize, doğa ve evrene, bağlı ve bağımlıdır.
Küllî akıl şefliğinde, cüzî akıl aletini çalar, oynarız. “Allah, yerin göğün
nurudur, ışığıdır, her yerde, her zaman, hazır ve nazır, yoktan var eden, ‘Var Olan’, batın ve zahirdir” gerçeğini
inkâr eden, ya bilimi satan, çıkarına kullanan, ‘dinci’ gibi, ‘bilimcidir’ ya
da Allah’ı idrak ve keşif edemiyordur.
Tüm ilmin bütününü idrak edenin, isim verme hakkı vardır. Her isim ve
sıfat Allah’ındır. Allah, Allah’ın ilmiyle bilinir ancak!
‘Akıl’ bizi, ‘Bilim’ gemisiyle, verene, O’na götürür, birinin O’nu
tanımaması, O’nu bilmediğindendir! Olanı idrakin ödülü, ‘Var Olandır’! Umarım,
ödülümüze kavuşabiliriz.
(1) “Evrenin Zarafeti”, Brian Greene, sayfa
272.
(2)
https://en.wikipedia.org/wiki/Delayed-choice_quantum_eraser
(3)
https://www.vitaminler.com/bilgi-bankasi/hormon-nedir-ne-ise-yarar
(4) https://www.google.com/search?q=hormon+nedir&oq=hormon&aqs=chrome.5.69i57j0l7.6023j0j7&sourceid=chrome&ie=UTF-8
(5) https://aklinizikesfedin.com/insan-connectome-projesi/
Düşünmeye başlayınca kolay durulmaz. Küçükten başlansa büyüğe, geçmişten
geleceğe, zerreden evrene çıkılır. Dinden bilime, bilimden sanata ve müziğe
geçilir. Uzmanların, ‘uzmanlık körlüğüne’ uygun, diğer alanlarda ‘uzmanlık
alanım değil’ demesi beklenir. ‘Bilim İnsanı’ olarak tanınan uzmanlardan,
araştırmalarıyla, ‘bilgi üreten, yeni bilgiye ulaşanlar’ ile ‘bu bilgileri
kullananlar’ arasında büyük fark vardır. Araştırmasına kendini verip adayan,
akıl kapasitesinin ve kendisinin ötesinden gelen; sezgisel, ilhama dayalı
bilgiye ve onun hikmetine eren bilge; ‘Muhteşemin İhtişamını’ görebilir. ‘Bilgi
Kullanıcı Uzmanların’ bazıları ise ‘bilimcidir’, dini sömüren ‘dinciler’ gibi,
kanıtsız, alanları dışında, Allah’ı inkâr etmeleri, ancak bir ayetin gereği
olabilir!
Semavi dinlerin, “Tevhit Babası” olarak bilinen Hz. İbrahim ile başladığı
bilinir. Günlük yaşamın koşullarına, şeraitine uygun kurallar dışında, ana
mesaj, Kabala, Sofizm ve Tasavvufla ortaya konmuştur. Tüm dinî kutsal mesajlar
kısaca özetlenebilir. Her insan reşit olunca, yeterince aklı başına gelince,
muhatap alınır ve aklına hitap edilir. Her şey ile birlikte, “Cüzî” denen bir
“Özgür İrade” verildiği bildirilir. Zaman içinde, doğru yola girdiğinde,
öğretilir ki bu iradenin amacı, parçası olduğu bütünü aramak, bulmak,
bilmektir. Bilince, “Küllî İradenin” yanında cüzi iradenin hükmü olmayabilir.
Var olanın ne amaçla oluştuğu, amacın “Bilinmek” olduğu gerekçesiyle; insan,
‘kendisini ve çevresini’ bilmeye davet edilir.
Kutsal mesajlar, ayetler halinde, deliller olarak, her aşamayı öğretir.
Olmuş ve olacağı içeren Kuran, insanın, fıtratına kazınmıştır. Böylece, insan
yaratılmıştır.
Yeni bilgiye ulaşıp bilgi üretmeyen nasıl üretildiğini bilemez. Einstein
“Allah aşktır” derken, bilimciler inkâr eder, bu da ancak Allah’tandır. Hak
etmedikçe ve istemedikçe vermez. İlk hücrenin, yaşamın sürdürülemeyeceği
koşullarda oluştuğu veya uzaydan indiği iddia edilir. Bilimcilerin tek yasası
“Evrimdir”, Allah’a inanmaz, evrime, tesadüfe inanır. Oysa bilim, “Bütün, parçaların toplamından
büyüktür, arta kalan evrimdir” der. Bu bilimciler, Dünyadan uzaklaşır, geriye bakıp,
“İnsan, o kadar küçüktür ki ihmal dahi edilebilir” deyip, insanın mahlûkun
eşrefi olduğu kavramını reddeder. Oysa uzaklardan bakıp, “Orada ölçülemeyen
küçüklükteki varlık, aslında büyük bir insandır” denebilir. Hatta ‘evrende o
kadar çok muhteşem ve mucizevî olay ve eylemler, değer ve katsayılar var ki
tümünü Allah bile organize edemez’ diyen de vardır. Bilimci, ilmin
‘bütünlüğünü’ göremez.
Küçüğün en küçüğünü ve büyüğün en büyüğünü görmeye ve bilmeye
çalıştığımız günümüze, “Yalnız ve sadece sen varsın Allah’ım” diyen
Firavunlardan geldik. Çin’de, Hint’te, Sümerlerde, Mısır’da, Yöneticilerle
eşdeğerde Rahipler de vardı. O günlerden bugünlere kadar, Nebiler, Veliler ve
evliyalar ile birlikte gelinmiştir. ‘Tanrının Temsilcisi’ veya ‘Gölgesi’
yöneticiler, yerlerini demokrasiye bıraktıkça, rahipler de yerlerini kaybetmiş
olabilir. Güç ve kuvvetin kaynağının gerçek sahibi, ‘Halk’ ortaya çıktıkça,
Hakkın idraki Halka kalır.
Biri Zahir biri Batın; madde ve mana, beden ve ruh kavramları öne çıkar.
Din de insanın aslında zannettiği kadar güç ve kuvvet sahibi olmadığını
belirtir. Böylece, din de bilim de Muhteşemin İhtişamını ortaya koyar ve ikinci
bir varlığın olmadığını kanıtlar.
Yeni bilgiler uzmanlaşmayı gerektirir. Halkın içindeki sıradan kişilerin
bazıları maddi, bazıları da manevi bilgiler üzerinde yoğunlaşır. Maddi ve
manevi ilimlerdeki uzmanlıklar yoğun çalışmayı, sezgilere güvenmeyi, ilhamlara
dayanmayı, vahiy alırcasına odaklanmayı gerektirir. Bilgi üreten
araştırmacıların, kendilerini çalışmalarına adadıkları, yoğunlaşıp
odaklandıkları, sezgi ve ilhamlara ulaştıkları iyi bilinir. Daha önce elde
edilmiş bilgilerin sınırlarına, ufuklarına, varıldığında akıllarına düşen
‘düşüncelerin’ yeni bilgiler olduğu görülür. Zamanının mevcut bilgilerinden
veya tezlerinden farklı olan sezgisel bilgiler, içten gelenlerdir. Bu bilgilere
‘ezoterik’, ‘gizemli’ bilgi denebilir. Bu bilgiler, ufku âlâdan, mevcut
ilimlerin ufkunun ötesinden, gelebilir. İnsanın fıtratında kazılı olan
bilgilerden geldiği de iddia edilebilir. Bazı bilgeler, bu nedenle, “Yeni bilgi
olmaz, insanın yeni hatırladığı bilgi olur” demişler. Rahman Suresi ilk ayeti,
“O Rahmandır, Öğretti Kuran’ı, yarattı insanı” der.
Evrenin oluşumunun temelindeki ilk ışık, EMR-Elektro Manyetik Radyasyon,
Işınım, o andan itibaren ışık hızında hareket eder. Hem de ışıktan daha hızlı
açılım gösterebilen bir ortamda, uzay zaman ortamında, uzam birleşik alanında,
hareket eder.
Günün bilimsel bulguları, evrendeki, ışıktaki, tüm kuvvetlerin, sürekli
bir etkileme, etkilenme, etkileşim ve iletişim içinde olduklarını kanıtlar.
Bilimsel özellikleri açısından farklı olan her element, aslında farklı
‘titreşen bir kuvvet’ olarak tanımlanır. Tüm evrenin, bu nedenlerle, ‘Bir ve
Tek Varlık’ olduğu bilimsel bir gerçektir artık. CERN araştırma merkezinin
bulgularından biri de “Nasıl oluyor bilinmiyor ama Higgs Bozonu içinde toplanan
‘kuvvetler’, kütle ve madde oluşturur” gerçeğidir. Diğer yandan “Siz, izdiham
eden, toplaşan hıfz edici kuvvetlerin görünür olmasıyla tecessüs ettiniz,
bedenleştiniz, tecessüm ettiniz” kutsal bir mesajdır.
Bedensel ve ruhsal, maddi ve manevi, bilimsel ve dinsel, akıl ve hikmete
dayalı tüm ilimler bir bütündür, birbirini kanıtlar ve tamamlar. Yalnız ve
sadece insan, kendini bilen, bildiğini bilen ve bilinç sahibi olan tek
yaratıktır. Fıtratını gerçekleştirerek muhatabını arar. İçinden gelenleri,
tarihsel derinlik ve ufuksal genişlik boyutlarında, bir ve tek bilinç içinde,
birleştirir. İçinden gelenler ile dışında olanların bütünlüğünü kavrayabilir.
Bütünün, parçaların toplamından daha büyük olduğunu idrak eder. İnsan,
parçaların, cüzi bilinçle değil, kutsal bir külli bilinç ile
birleştirilebileceğinin bilincindedir. İnsan, beyninin, maddesel yapısına
karşın, bilinç oluşturabilmesinde, muhteşemin ihtişamını izleyebilir. Hakkın
hakikati birdir, görüntüsünün, yer, zaman ve zemin koşullarına bağlı olarak,
sonsuz ihtişamını yaşayabilen yalnız insandır. Madde beyniyle bilinç, maddî
kalbiyle aşkı yaratır.
Umarım, biz de ufkumuzun ötesinden, ufku âlâdan, gelen bilginin hikmetini,
ilâhî amacını, muhteşemin ihtişamını, idrak edip yaşayabiliriz!
‘Ye, iç, israf etme’ her insanın tavsiyesidir. Kıt ekonomik kaynakların
en verimli kullanımı amaç edinilse de Dünya kaynakları çağımızda çok kötü
kullanılmaktadır. İnsanlığı tehdit altında tutan virüs salgını, bu kötü
kullanımı hatırlatabilir. Virüs nedir, insanlığı nasıl etkiliyor, hikmetini
öğrenmek gerek; can nedir, canlılık nedir; can başka canlı başka, can ama canlı
değil; canlının yaşamında, bedenin önemi nedir? Çevreye zarar veriyorsa, kemale
ermeyen ve ‘insanlığını israf eden’ beşerden söz edilebilir. ‘Evren, dayanışma,
iletişim ve etkileşim içinde bir bütündür, zarar veren zarar görebilir’.
Aklını, yalnız bedensel, nefsanî alanda koşturan, kalbe çıkamayan, zarardadır,
zarar verir, kendini israf ediyor olabilir!
Salgın vesilesiyle bilimsel analizler yeniden değerlendirildi. “İnsanlardan ağaçlara, canlıların hücrelerinde iki ortak özellik vardır,
birisi çekirdekte ‘bilgi depolanması’, ikincisi çevresinde ‘enerji akımı’
olmasıdır. Metabolizma, enerji akımını düzenler, depolanmış bilgiye uygun
çalışır, yeni moleküller inşa eder ve eski molekülleri parçalar verimli kullanır.
Virüsler âleminde, kullanım kılavuzu olan metabolizma ile genler arasındaki
bağlantı kopuktur. Viral genlerin, hücresi, maddesi, vücudu ve metabolizması
yoktur. Virüsün alt parçaları ‘virionlar’, genlerin paketlenmiş disket
halleridir ve cansızdırlar. Virion sadece bir organizasyon, aranjman,
düzenleme, örüntü, yazılım, bir alt programdır.
Virüs ise bir proses, süreçtir, bir ‘şey’ değildir, sanal bir organizmadır.
Virüs bir ‘canlı’ değildir ancak diğer canlıların hücrelerinde canlanır ve
içlerinde sadece kendi bilgilerini üretir. Uygun bir hücreye girdiğini algılar,
hücre içinde bulunan malzemeleri kullanarak hücrenin DNA’sına gider, yapısını
dekoder, çözücü, gibi çözer, kendi bilgisini, ‘habercisini’ ekler, kodlar ve
hücrede, hücrenin ölümü pahasına, yalnız virüsün üretilmesini sağlar.” (1)
Salgının, insan yaşamını çok etkilemesi sorgulanmıştır. Bilgi deposu genler
ile kullanım kılavuzu olan ‘enerji akımı’,
‘metabolizma’, yani kullanım iradesi, ‘verilmiştir’. Verilenler, amacına uygun kullanılmalıdır,
eksiklik ve yanlışlık yanılgıdandır. İnsan, yanılgı içinde midir? Yanılgı,
‘verilenleri’ sahiplenip yalnız nefsi için kullanmak olabilir. Bilgileri,
istenen amaç için kullanmayan, olgunlaşmayan; Haksızlık, ‘insan israfı’,
yapıyor olabilir!
Bilgi, ilim deryasının bir
damlasıdır; damla, deryayı düşündürür, ona götürür. Beyin hücreleri içindeki ve
arasındaki akımlar, adeta bilginin,
enerji olarak akım halidir. Elektrik sinyallerinin üzerine ses ve
görüntü bilgilerinin kodlanıp yüklenmesi televizyonu verir. Dijital bilgi
işlem, günlük yaşamı oluşturur, tüm işlemler için elektrik akımı
kullanılır. Bilgisayardan, ısınma ve
aydınlanmaya kadar hep elektron akışı kullanılır. Kuantum mekaniğinin bilgi yüklü parçacıkları
değerlendirilir. “Devasa madde kütleleri boş atomlardan oluşur.” (2) “Her ‘obje’,
özelliklerinin taşıyıcısı, bilgisinin
deposudur.” (3) Bilgi bilinir, ilim anlaşılır ama uygulamaya geçişin ‘nedeni’
pek anlaşılamaz.
Bilim, ‘neden?’ sorusunu yanıtlayamaz. Bilgileri evrenden toplayan
âlim, ilmin açılımını yaşayan ariftir.
Neyin nasıl olduğu iyi bilinse de nedeni yorumlanamayabilir. İnsan elektriği
keşfetmeden önce, bedenin elektriği kullanıyor oluşu ‘verilmişliği’
gösterebilir. Arif, ilim ile kullanım iradesinin verilmiş olması gerektiğini
idrak eder, ilmi ve iradeyi sahibine teslim edebilir!
Bilginin uygulanışı bir hareketi doğurur, bu fiildir, efaldir; nasıl olduğu
ise onun özelliğini verir bu da sıfatıdır; ne olduğu anlaşılınca da bedeni veya
vücudu, zatı bilinir. “Bilen ile bilmeyen bir olmaz. İlim, sahibinden başka bir şey olmayan, azalarında, zerrelerinde zahir olan, görünen ve onlardan ayrı bir şey olmayandır.
İnsanın, azalarının, zerrelerinin ilminden ayrı bir isim, cisim veya resim olduğunu hayal etmek
gaflettir. Âlim arif, bu durumu kabul
eder, kâfir bunu inkâr eder.” (39 Zümer, 9)
“Biz inananların, enfüs ve afakta, içte ve dışta, görünür ve görünmezde,
müşahede etmelerine yardımcı oluruz. Hatta muhakeme ve delillerle anlamalarına
yardımcı oluruz, böylece, Hakk’ın görünerek, apaçık aşikâr olduğunu idrak
ederler. Yardım ettiklerimizden Hakk’ı eşyada müşahede edenler için Rab yeterlidir.
Hakk’ın efali delillerle, sıfatı tecellileriyle, görünüşleriyle anlaşılır, her ‘şey’ bilgisi kapsamındadır. Her şeyin hakikati Hakk’ın ilminin aynısıdır.
Vücudu ilmi ile oluşur, ilmi zatının
aynıdır ve zatı aynı vücududur. Gayrın,
başkasının vücudu, aynı, görüntüsü ve
zatı, kişiliği de yoktur. Her şey
fanidir, helak olur, yalnız Hakk’ın yüzü, Hakk’ın zatı bakidir.”
“Nefiste, evrende ve çevrede görünen
ve beliren vasıflar, sıfatlar Hakk’ın varlığının ortaya çıkışı iledir.” (41
Fussilet, 53,54)
“Cemden sonraki fark makamında, vahdet ve kesret konusunda yanılmaksızın,
Zatın Birliği düşünüldüğünde, sıfatın kesreti müşahede edilir. Melekleri,
kalplerini ilimle, yani Kuran’la
ihya ettiği has kullarına,
emrinden, ruhundan,
nakşeder, gönderir. Bu nakış,
ilimden ibaret olan ruhun tenezzülü,
âleme inişidir. Ruhun inişi bir
iradenin olduğunu gösterir. Bu irade ise hakiki sıfatlar âleminin kanıtıdır,
cisim ve hareketlerin açıklanmasıdır. Sıfat ve efal âlemleri, isim, cisim ve
eylem, hareket âlemlerinin ortaya çıkışıdır.
Bunların tümü ise cemadat, nebatat ve hayvanat âlemlerinin
oluşumudur. Kısaca, ilimden ibaret olan ruh, irade,
sıfat ve efal âlemlerinin ortaya çıkışıyla âlemler oluşmuştur. İnsan, ilminin aynıdır, organlarının kendine özgü ayrı bir sureti ve
yaşamı yoktur, organların ilminden ayrı bir resmi ve cismi de yoktur” (16 Nahl, 2).
İlmin, sahibinden, yani bulunduğu zerreden ayrı ve gayrı olmadığını kabul
edene âlim, inkâr edene kâfir
denir. İlimden âleme geçişte irade beyanı
olduğu görülür. İlimden ibaret olan ruhun tenezzülü, inişi ve âlemleri oluşturması bir irade
beyanını gösterir, Hakk’ın iradesiyle
inmiştir. Kulların, fıtratlarına nakşedilen ilimle, önce
melekleri, melekeleri, yetenekleri sonra azaları, organları,
bedeni oluşur. İlmin açılımının
böyle sonuçlanmasıyla ortaya çıkana,
zahir olana biz ‘insan’
deriz. (5)
Umarım, biz de insanlığımızı, israf etmeden, idrak edip beşeriyetten,
nefsaniyetten, kalbe yükselebilir ve sonuçta ruha yücelebiliriz.
(1) https://www.economist.com/essay/2020/08/20/viruses-have-big-impacts-on-ecology-and-evolution-as-well-as-human-health
(2)
http://www.evreningercekligi.com/blog/atomlardaki-bosluk
(3) The Economist, S. Hawking's answer to a
paradox, Aug 26th 2015, BY D.J.P.
(4) D. Bohm, “Wholeness and the Implicate Order”,
1980, Routledge & K. Paul
(5) http://necdetaltinay.blogspot.com/2014/05/insan-insa-edilir.html
Güncel, bilim insanlarınca, geniş kapsamlı kabul gören
Standart Modele göre evren Büyük Patlama ile oluştu. İlk andaki sıcaklığın,
yani hareketin, atom altı parçacıkların hareketinin, sonsuz olduğu kabul
edilir. O andan itibaren, saniyeler içinde neler olduğu, nelerin oluştuğu
bilimsel araştırmalar sonucunda belirlenmektedir. Uzayın hacmi iki katına
çıkınca sıcaklığın da yarıya düştüğü bilimseldir! Evrenin, halen, gittikçe
artan hızla açıldığı bilinir. Uzay, daha doğrusu, uzay zaman birleşik alanı,
uzam, boşluğunda hareket eden galaksiler gibi uzam alanı da hareketlidir ve açılmaktadır. Galaksilerin tümü, Laniakea adıyla bir Süper Küme, Bağlantısal
Bütünsellik oluşturur. Evrenle bütünleşik insan beynini de Konnektom Bilimi inceler. İnsan, böylece, evreni ve
yaşamı bütünleyen bir parçadır.
Bilmek için yaratılan, bilen ve bildiğini bilen tek canlı
insandır. Bir gözlem olayında, gözlenenin gözlemciye göre davranışı yalnız
insan için geçerlidir. Yalnız gözleyen insan ise gözlenen foton veya elektronun
davranışı değişir, ya yolunu ya davranışını değiştirir veya seçimini geciktirir.
Bunların hepsi, Kitabımızda, ‘farklılaşarak belirginleşme’, ‘bozunumla
mükemmelleşme’ gibi deyimlerle anlatılır. (21.30-33) Hepsi sürekli etkileşim ve
iletişim içinde bulunan kuvvetlerin halden hale geçişi ile açıklanmaktadır.
Başlıca kuvvetler olarak elektrik, manyetik ve elektromanyetik kuvvetlerden söz
edilir.
Bu kuvvetler ilk andan itibaren hep vardır, verilmiştir, sürekli hareket
halindedirler ve belirli özelliklere, sıfatlara ve yeni sıfatlar kazanma
yeteneğine sahiptir. Kazanabilecekleri sıfatlar arasında bilgi saklama ve bilgi
işleme gibi yalnız insan için çok önemli özellikler de vardır. Kuş gibi uçan ve
balık gibi yüzen araçlardan sonra, atomlara bilgi kodlayabilen moleküller gibi
kuantum âleminde elektrik üretip bilgi işleyen Kuantum Bilgisayarını da ancak
insan yapabilir. (1)
“Suretler, ilmin aynidir. Göklerde ve yerde, bir zerre miktarı ilminden hariç olamaz” (6.59)
“Siz, Hakk’ın hıfz edicilerinden, ilim yüklenebilen kuvvetlerinden, oluştunuz.
Siz, bu güç ve kuvvetlerin
cisimlenmiş halisiniz. Bedenlerinizden
soyunmanız halinde durum apaçık görünür. Cismani organlar, hal lisanı ile
yapılanları hatırlar ve açıklar. Hafıza semavi bir güçtür, yapılanları aşikâr
eder.”(6 Enam, 61) (2)
Beyin hücreleri nöronlar ve Zihin Bilimi alanındaki son bulgular
şaşırtıcıdır. “İnsan beyni büyük bir bilgi işlem merkezi gibi çalışır. Her
nöron diğer 15.000 kadar nöron ile elektriksel haberleşme yapar. Nöronlar,
elektrik üretir, kodlar, mesaj gönderir, mesaj alır, çözümler, anlar ve ilgili diğer
nörona tekrar kodlayıp gönderir. Yani her nöron günümüzün ‘röle istasyonları’
gibi çalışır. Her insan, bir başka ilişkiler halinde olan, özel bilgi işlem
programları topluluğudur. Kişi Bilinci, Kozmik Külli Bilinç içinde yer alan,
onun bir parçası olarak çalışan, Cüzî bir bilinçtir. Beyin, en iyi bilgi
işleyen organ değil, ‘Yaşamın’ kendisi ‘Üst Sistemdir’ ve bilgiyi daha iyi
işler. Özgür irade yoktur.”
“Evrenin tüm kuvvetleri, birbirleriyle, matematiksel olarak
modellenebilir ve Bağlantısal Bütünsellik oluşturacak şekilde bağlıdır. Her
nöron ve her zerre birbiriyle sürekli etkileşim ve iletişim içindedir. Yaşam
Sistemi içinde DNA, RNA ve Proteinler her an birbirlerini değiştirecek şekilde
çalışır. Her şey, her an, bir diğer andan farklı bir ‘hal’ içindedir.” (3)
Sürekli hareketli bir ortamda, hareket halinde, etkileşim ve iletişim
içinde, bulunan ‘kuvvetler’, kendileri bilgi yüklüdür, buna uygun bir özellik
arz eder, bir isim ve bir sıfat taşırlar. Bu taşıma sürecinde, dolaylı olarak,
korona gibi kendisi canlı olmayan bir ‘bilgi’nin taşınmasına da vesile olurlar.
Hareket edenler ile harekete katılanlar, bireysel ve bütünsel düzeyde, daima
belirli bir amaç içindedirler, tesadüf yoktur. ‘Rüzgâr bu yönden dört
şiddetinde esecek’ deyiminde olduğu gibi her ‘kuvvetin’, hareketinin bir yönü
bir de şiddeti, gücü veya kudreti vardır. Kuvvetler zıt yönlerde ve dengeli
olmadıkça durağanlık da yoktur. Her yapılan iş potansiyel enerji olarak
tanımlanabilen bu kuvvetlerin kullanımıyla yapılır. Gıdalardan enerji
alınmasının özünde oksijen atomunun ‘bond’, bağ enerjisinin, gücünün kullanımı
vardır. (4) İşi bitmiş proteinlerin çözülüp, hücre içinde yeni vitaminlerin
üretilmesi işlemleri de atomların bu kimyasal bağlanma enerjisiyle yapılır.
"Bir düşünün bakalım! Allah'ın azabı yakanıza yapışsa yahut o saat
gelip çatsa, Allah'tan başkasına mı yakarırsınız? Doğru sözlü iseniz
söyleyin!" (6.40)
“La havle ve la kuvvete illa billâh” deyişiyle ‘güç ve kuvvetin’ yalnız
ve sadece Allah’a ait olduğu belirtilir.
Evrensel bağlılık, bağımlılık ve bütünselliğe insan da zihin, beyin ve
bilinciyle dâhil olduğuna göre her şeyin özünde ve temelinde yer alan ‘kuvvet’
kavramı vardır. Sürekli iletişim ve etkileşim içinde olan kuvvetlerin izdiham
edip toplanıp maddeleşmesiyle oluştuğumuza göre kendimizi evrenden ayrı gayrı
ve bağımsız düşünemeyiz. Özün özü, ‘Fail Haktır’. Her kuvvetin salınım,
titreşim, yön ve şiddetinin farklılığı; özelliğinin farklılığına, içerdiği
bilginin uygulanışına göredir. Her ilmin ayrı bir uygulanışı vardır. İlim
uygulanırsa ortaya çıkar, zahir olur ve görünür. Maddeden soyunulması halinde geriye ilmi kalır. (5)
Umarım biz de vücut, sıfat ve fiilleriyle ortaya çıkan ilmin Hakkın ilmi
olduğunu idrak edebiliriz. 102020
(1) http://necdetaltinay.blogspot.com/2020/04/habbeden-dabbeye-kendimizi-tanmalyz.html
(2) http://necdetaltinay.blogspot.com/2020/03/say-kanunu-say-ve-ictihat.html
(3) Prof. Dr. Türker Kılıç,
https://www.youtube.com/watch?v=_7HLHNEwq7I
(4) https://tr.wikipedia.org/wiki/Ba%C4%9F_enerjisi
(5) http://necdetaltinay.blogspot.com/2020/05/dogumla-bir-mevtle-bin-yasa.html
Âlimler, analiz ve sentezler
yapar. Arifler de, zaman içinde gelişen bir şekilde, bilinenler ile felsefe,
bilinenin felsefesini, yapar. Önem ve öncelik zaman içinde değişse de bir
noktada felsefe yapan arifler, inanç ile ilgili düşünceleri, belirli bir sonuca
bağladı. Kısaca, “Allah vardır, birdir, tektir ve var olandır!” dendi. İnanç,
bir ve tek sonuca bağlandı ama bilim, sonucu kanıtlamayı sürdürmektedir.
Evrenin, ‘Bağlantısal Bütünsellik’ ve bireylerin, ‘Konnektom’ projeleriyle, Âlemle Âdemin de birlik, vahdet,
içinde olduğu kanıtlanmaktadır. Birlik kavramı içinde, ‘vuslatta’, iki varlık
varmış gibi düşündüren, ‘beraberlik’ kavramı olmayabilir. Kesrette mevcudat
arasında beraberlik, vahdette ise birlik söz konusu olabilir.
“Görme, işitme, dokunma,
tat ve koku alma, beş duyu nedeniyle beş vakit namaz farz olmuştur. Bu
duyular, maddeye yöneltmiş, kalbi işgal
etmiş, ilimden ve ruhtan uzak tutmuş,
nur ve huzurdan perdeli kılmışsa namaz,
rücu için tek yol, farz
olur. Kalbin nefse açılan kapısının,
Sadrın, kapanması ve ruha açılan Fuat kapısının açılması, nura yönelmenin
odaklanması, idrakin tevhidinin, birliğinin sağlanması ve Rabbine yaklaşma
namazlarının kılınması farz olur. Bu namazlar, Rab yönüne açılan beş kapıyı,
nefse açılan beş duyu kapılarının tam karşılarında yer alacak şekilde,
oluşturur. Beş vakit namaz kapıları ile kalbe nur girer ve bu nur zulmeti
siler. Her namaz, bir duyuya kefaret oluşturur.” (11 Hud, 114)
Bünyemizdeki kuark, elektron, nötron, proton, atom,
hidrojen, oksijen su ve DNA
moleküllerinden hatta hücre ve el, ayak gibi organlarımızdan söz edilmez. Bunların hepsi kendilerini, bizim varlığımıza, ilmimize feda etmiş, fani olmuş, fena bulmuş, kendilerini
‘bilgi’leriyle teslim etmiş durumdadır. Her biri bir ‘şey’ iken,
özellikleriyle, şeker küpü gibi, bilgi küpü iken, artık yalnız biz varız, onlar
yok. Bilgileriyle, bizim insanlık ilmimize itaat ederek, tabi olarak, bize biat
etmişlerdir. Hepsi beraberce, bizim birlik ve bütünlüğümüze delildir, şahittir,
kendilerince bize teslim olmuşlar, bize çalışır, bizi anarlar. Bedenimizde bir
biz varız bir de onlar var gibi ikilik oluşturacak şekilde yokturlar. Bu bağlı,
bağımlı ve bağlantılı halleri, beden
dilinde bir anlamda, onların namazları, vuslatları, miraçlarıdır.
Her şey bir ve tek ilmin uygulaması ise, her şeyin bilgisi ilmine tabi
ise, biz bağımsız ve bağlantısız, hür, olmamızı neye borçluyuz? Cehalete mi
acaba?
“İnsanın fıtratına işitme,
anlama, idrak etme ve davete
icabet etme kazınmıştır. Benlik ve
bencillik yapması fıtratları gereğidir.
Bu durumda muhatap alınır ve doğru yola davet edilir. Kesretin vahdet, beraberliğin birlik, olduğunu
anlayarak, bütün içinde, tümde fani
olarak, fıtratınız gereğince yola girin.
Fıtratı yok saymak doğru değil. Yaradılışınız gereğince davete uyun, sülûkta
ilerleyin. Var olup da davet
edilen, edilince, yokluk iddia etmez, varlık ile kabul edip
tehir etmeyin, karşılığını alırsınız. Tümde fani olmak, yokluğun idraki değildir.”
“Sonra kendisine ruhumuzun üflenmesi ve suretimizle tasviri sebebiyle,
insanı, “Başka bir hale girme” haliyle halk edilmiş olarak inşa eyleriz.
İnsanın fıtratından gelen ahdi misaka uyma hali, bir halden diğer hale geçiş
yeteneğidir. Bu yetenekle insan,
evrimsel gelişim alanı olan doğadan kurtulma ve önce yükselerek, sonra da yer çekiminden kurtulup, yücelerek
hal değişimiyle inşa edilir.”(8 Enfal, 24)
“Her bir ‘şey’in, o şeyi diğerinden ayıran, bir özelliği vardır. İnsan,
insanlığı ile insandır. İnsan, insanlığını kaybederse, kendisi de
kaybolur, ona insan denmez. Her özellik Hakk’ın vahdaniyetine, birliğine delildir. Gökler ve yerler adalet ile ayakta
durur. Adalet, kesret âleminde vahdetin
gölgesidir. Eşyanın düzeninde yumuşak huyluluk,
birbirleriyle uyumluluk gibi vahdaniyete, birliğe,
beraberlikte birliğe, götüren özellik mevcut olmasa düzen mevcut
olamaz. Birlikten gelen ve hep beraber
birliğe götüren özellik yok olursa, düzen ve düzenlilik hemen bozulur. İnsan
veya insanların, insanlık özelliğini kaybetmesi durumunda birlik ve beraberlik
içinde yaşamaları mümkün değildir, insanlık düzeni bozulur.” (21 Enbiya, 22)
“Eşyanın tümünü, hakikatini, vasıflarını ve diğer vücudu olan ve olmayan
şeyleri kapsayan, Kur’an aklı olarak
bilinen, kâmil insan istidadını, insanın fıtratında yaratıp kazıyarak Kur’anı
öğretti. Kâmil insan fıtratında toplanmış
olan şey, ayrıntısıyla, fiilen zahir olmuş görünmüştür. Bu zahir oluş rahmanî rahmet değil rahimî
rahmettir.” (55 Rahman, 2) Konuşma yeteneği ile birlikte fıtratına
kazınan akıl, insana özgü, verilmiş,
özel bir nimettir.
Gazap ve şehvet kuvvetleriyle hayat çok canlı ve heyecanlı yaşanır. Konuşma yeteneğiyle tevhit ilmine sahip
olunur, ilim onunla anlatılır, birlik ve beraberlik sağlanır, sevgi ve muhabbet
ortamı oluşturularak, Hakk’ın
hakikatinin idraki sağlanabilir. Gazap ve şehvet kuvvetleri, üstünlük sağlanıp
olumsuzlukları giderilerek, teslim
alınır. Böylece, kalp, akıl
vasıtasıyla ilmin kaynağına, ruha, yücelebilir.
Nefsanî ve hayvani düzeyde sahip olunan el, bel ve dile artık gerek duyulmaz. Her var olan şeyin, Hak’tan hakkını hakça alması nedeniyle var
olduğu idrak edilir. Nutuk kuvvetiyle
alınan haberler, yine nutuk ile
isteyene, hak edene yalansız, apaçık
verilir. Fıtrata kazınmış ahide,
anlaşmaya ve verilen söze kalp,
dil ve hal diliyle evet denir.
Konuşma yeteneği ve akıl yardımıyla, canlılığın yaratılmışlığının ve
insanın inşasının hikmetine varan kişi, kendini önce sezgiye sonra ilhama
bırakabilir. Her şey ve herkes ile beraberce birlik içinde oluş, görünen
kesretin vahdet oluşu, idrak edilebilir.
Umarım, biz de hep beraber, herkes ve her şey ile tüm mevcudat ile
birlikte, Bir Vücut içinde fiiliyle fail, sıfatıyla mevsuf ve vücuduyla mevcut,
olduğumuzun idrakine erebiliriz. 27112020
Beslenme,
sağlıklı yaşam amacıyla besin
unsurlarının, sindirim sistemi yoluyla vücuda alınmasıdır. Bu, sağlıklı yaşam
için, ‘müzik ruhun’, ‘ilim kalbin’ gıdasıdır deyimlerini de çağrıştırır.
Canlılar, enerjiyi kullanma yeteneği olan metabolizmaya sahiptir; enerjiyi,
moleküler düzeyde, formunu değiştirerek kullanır. Gerçek nefes alma, hücrede oksijenin
kullanımı, gerçek beslenme de hücre içinde ihtiyaç duyulan proteinlerin, alınan
besinlerden üretilmesidir. İnsan,
‘bilinç’ üreten canlıdır, beslenmesi amaca uygun olmalıdır. Her şey insan için
insan Hak içindir, Hak, bilinçle bilinmelidir. Halk ediliş, yaratılış ve ruhla
dirilerek yüceliş, varoluşta üç aşamadır. Her şey, bir bilginin uygulanmış
halidir. Bilgi enerjidir, beslenmenin temelinde halden hale geçebilen bilgi
veya ilim vardır denebilir.
“Kendilerine
zulmedenler, ‘nefsin gıdasını
isteriz’ dediler. Ruhun huzuru yerine, Allah’ın sıfatlarıyla
sıfatlanmak yerine, nefislerinin
huzurunu isteyip, nefis sıfatlarıyla sıfatlandılar. Ruhun lütfünden mahrum olarak, daha dar ve paylaştıkça veya zamanla azalan,
nefsanî ve heves ettikleri nimetleri tercih ettiler.” (2 Bakara, 59)
“Hayatı ve beslenmeyi
anlamak için proteinleri anlamak şarttır. Proteinler 20 farklı amino asit
zincirinden oluşur. Proteinin neyi nasıl yaptığı, onun şekline bağlıdır.
Proteinin şekli, onun işini, fonksiyonunu belirler. Belirli bir proteini
üretmek için, amino asit zincirlerini, ‘Protein Üreten Proteinler’ nasıl
kullanıyorsa öyle kullanmak gerekir. Hem aynı atomları ve yapı taşlarını kullanmak
hem de aynı şekilde şekillendirmek şarttır. Bu işlemde bilgisayarların yardımı
kaçınılmazdır.”
“Laboratuarda bir proteinin
şeklinin tahmini için Yapay Zekâ Bilgisayarları kullanılır. Makul düzeyde
karmaşık bir proteinin alabileceği alternatif şekiller ise 10 üzeri 300 (10300) sayısı kadardır.
Çünkü proteinin şeklinin, atomlarının kendi aralarındaki ve bulundukları hücre
ortamındaki, su ve diğer atom, enzim, yapı taşları ve moleküller arasındaki etkileşimlerden
etkilendiği bilinmektedir. Alternatifler değerlendirilirken, sezgilerin
kullanıldığı da bir gerçektir ve aynı nitelik Yapay Zekâya da öğretilir.
Sezgisel kararlar, alternatif yolların değerlendirilmesinde, ‘kısa yollar’
olarak tanımlanan yorumlardır.” (1)
Yukarıdaki bilimsel
makalenin incelenmesi ilginç fikirlere götürebilir. Bilimsel tahminlere göre evrendeki toplam
atom sayısı 10170 kadardır. Sayının değeri 10 kat artırılırsa sayı 10171 olur ve ‘Bilinen
Evrendeki Atom Sayısının’ 10 katı demektir. Işığın bir yılda kat ettiği yola 1
Işık Yılı uzaklık denmesi gibi bu sayıyı ‘Evrendeki Atom Sayısı – EAS’ olarak
tanımlayabiliriz. Bir EAS bilinen evrendeki tüm atomların sayısı, 10 EAS ise
bilinen evrenin atomlarının 10 katı olur. Ancak iş proteinlerin alabileceği
şekil sayısı 10300 e geldiğinde gene okunamaz büyüklükte bir sayı
bulunmuş olur. İnsan aklı zorlansa da bu sayıların büyüklüğünü bir an için
olsun akılda tutmakta yarar vardır. Çünkü bu sayı bir ‘olasılık’ sayısıdır,
alternatiflerin, alternatif yolların sayısıdır. Zar atımında hepsinin aynı
gelme olasılığıdır. Bilgisayarda işlem yapmak istediğimiz bir sayıdır. Bu kadar
işlemi yapabilen bir Yapay Zekâ Robotu ile ancak protein yapılabileceğini
gösterir. Bu işlem miktarına ‘Sezgisel Kararlar’ verme yeteneğinin de eklenmesi
ayrıca şarttır. Niceliksel kararlara nitelik de eklenmelidir. Kuantum
Bilgisayarından beklenen işlem hacmi bu kadar büyüktür.
İşin önemi ve
büyüklüğü, yapmaya ve üretmeye çalışınca çıkmaktadır. Aynı proteini sürekli
üretebilen bir protein, her seferinde zarları aynı atıyor ve hepsinin, örneğin
‘altı’, gelmesini sağlıyor demektir. Bilim ilerledikçe haşyetimiz artıyor
denebilir.
Beslenme süreci, güneş
ışığının şekere dönüştürülmesiyle başlar. Klorofil molekülü, güneş enerjisini,
ışığını, elektromanyetik dalgasını, elektromanyetik enerjisini, itim-çekim
kuvvetini, şekere çevirir ve neden, niçin, nasıl, sorulmaz. Şeker molekülünün oksijeni,
hücrede, mitokondri molekülü içinde, koparılır ve hücreye ‘bağ enerjisi’
kazandırılır. Bu enerji, gerçek nefes alma işlemidir ve oksijen atomu, karbon
atomuyla birleşip, karbondioksit olarak ciğerlerde temizlenir. Açığa çıkan bağ
enerjisi, hücredeki ‘Molekül Yapan Moleküllerce’ üretim sürecinde kullanılır.
DNA’dan alınan reçeteye uygun olarak, ihtiyaç duyulan diğer moleküller
üretilir. Her canlı hücre, dışarıdan alınan elementler, çinko, magnezyum ve
demir gibi metaller, enzim, vitamin ve proteinlerle, ihtiyaç duyulan
moleküllerin üretildiği büyük ve geniş bir fabrikadır. Protein üretimi için
DNA’daki genetik bilgi, tek zincirli bir ‘Haberci RNA’sı oluşturulup üzerine
yazılır, ‘Taşıyıcı RNA’ ile taşınır, ‘Ribozomsal RNA’ tarafından ‘Ribozom’
organzeline, parçacığına teslim edilince, protein anında sentezlenir. Verilen
irade ile hücre içinde bu iş, göz açıp kapama kadar basittir.
İnsan,
bedensel ve zihinsel gelişimle reşit olur. Bedensel gelişim, hormonsal dengeyi
gösterir.(2) Zihinsel gelişim ise beynin, elektrik akımlarıyla, düşünce, bilinç
üretimidir. İnsan bedeninde, hangi mesajı diğer hücrelere taşıyacak, hangi
hormonun, hangi atomlardan yapıldığını, nerede ve nasıl üretildiğini,
Biyolojiden, yeni öğrendik.(3)
Nöron
hücrelerimizde, hangi molekülün, nasıl elektrik ürettiğini ve nasıl kodlayarak
mesaj yükleyip diğer hücreye gönderdiğini de Nörolojiden yeni öğrendik. Oysa
canlılar bu işleri binlerce yıldır yapmaktadır. DNA maddeye hükmeder ve
hücrelere ne zaman, ne yapacaklarını bildirir. Moleküler Biyoloji, protein, hormon
ve elektronik mesaj üretimiyle bize ‘Verilmiş İrade’ ortamını yaşatabilir.
Binlerce yıl önce, moleküller, elektrik üretip kodlamayı biliyor ve
kullanıyordu. Bir hafta önce yayınlanan bir makaleden anlıyoruz ki on
milyarlarca evrenin atomlarının toplam sayısı kadar olasılıkla, proteinler
anında üretilmekte ve beslenmemize sunulmaktadır.
Umarım,
biz de, çok kısa zamanda, şaşmayan bir düzenlilik içinde, aksamadan işleyen
Âlemin düzeninin ihtişamını haşyetle anlar, iradenin kaynağını idrak
edebiliriz.
10122020
(1) https://www.economist.com/science-and-technology/2020/11/30/how-do-proteins-fold
(2) https://www.vitaminler.com/bilgi-bankasi/hormon-nedir-ne-ise-yarar
(3) https://www.google.com/search?q=hormon+nedir&oq=hormon&aqs=chrome.5.69i57j0l7.6023j0j7&sourceid=chrome&ie=UTF-8
Resulümüz Ahmet-i Mahmut-u Muhammed Mustafa (S.A.V.) insanlık tarihine
önemli bir katkıda bulunmuş ve katkısına mührünü vurmuştur. İnsanlık tarihi,
Âdem ile başlar Resul ile Hakk’a ulaşır. Bu ulaşım yolu diğer bütün yolların
özeti ve özüdür. Halkı Hakka ulaştırır ama yolu ve yöntemi kendine özgüdür.
İnsan olmanın düzeni ve insanlığın kullanma kılavuzu olan ‘Kuran’ resule inmiş
ve yaşamında uygulamıştır. Ayetlerin, Âlemde ve Âdemde özel yerleri vardır, bakılırsa,
yerleri bulunup görülebilir.
Ayetlerin bir kısmı “Muhkem”, anlamı değişmez ve
değiştirilemez; bir kısmı da “Teşbih” edici yani teşbihlere dayanan, hikâyeler
gibi anlatılan, olarak açıklanabilir. Bu gerçeği bildiren ayet de vardır zaten.
Bu nedenle olacak, en azından bazıları için, ayetler kadar Resulün açıklamaları
da önem kazanabilir. Yerine, zamanına ve ilgili olaylara göre ayetlerin önem ve
anlamları değişebilir. Marifet, teşbihleri muhkemler ile aynı anlama
getirebilmektir. Günümüze kadar gelen açıklamalara bakıldığında ayetlerin
toplumsal anlamlarında çok farklılıklar olduğu görülebilir. Sosyal yaşantı ve
topluluklar farklı yorumlara ulaşabilir. Oysa bireysel düzeyde yapılan
açıklamalarda hiçbir fark görülemez. Günümüz âşıklarından, Yunus ve Mevlana’ya,
Resule kadar en ufak ayrılık mümkün değildir. Elden ele, ağızdan kulağa geçen
mektup ve mesaj aynıdır ama zarfı farklı olabilir. Her yiğidin bir yoğurt
yiyişi vardır. Süt ve maya aynı olduğu sürece, yoğurt aynı olduktan sonra
herkes farklı yiyebilir. Nasıl yenirse yensin yoğurdun etkisi aynıdır.
“Her şey ilminin aynıdır; şeyin, ilminden ayrı ne ismi ne
cismi ne de resmi olabilir” ayettir. Bilim de aynı gerçeğe gelmiştir. Her
‘şey’, ‘infosunun’ deposudur, ilminin aynıdır. Şey, kara deliğe düşse info
kaybolmaz, yeniden diriliş için, bilgisi kalır. Canlıların özellikleri
DNA’larına genetik bilgi olarak konmuştur. İnsan ise “Fıtrat” ile ayrıca
donatılmıştır. Herkes fıtratına kazınanları gerçekleştirir. DNA ve Fıtrat,
yaşamın koşullarına göre açılım gösterip, içindekileri ortaya koyar. Batında ne
varsa zahire o çıkar. Belki de Halk zahir, Hak batın denmesinin nedeni budur.
Halk, aynen Hak’tır da denir. Her şey Hakk’ın ilminden hakkını, Hakça aldığı
için, aldığı kadar, aldığı şekilde, var olur. ‘İlim, Hakk’ın gölgesidir,
delilidir’.
Resul ile Hak arasında geçen hadislerden biri “Sen
olmasaydın Âlemi yaratmazdım” deyimidir. Âdem, ilk insan ve ilk peygamber
olarak bilinse de, “Âdem, Muhammed’in nurundan yaratılmıştır” denir. Ruhun nuru
olur, ışığın aydınlığı gibi. Bu açıdan bakıldığında tüm madde için “Beden-i
Muhammed’i”, tüm mana için “Ruh-u Muhammed’i” denmesi normaldir. “Mana” tüm
ilim, idrak ve iradeyi kapsayabilir. “Madde” ise mananın görünür hali olabilir.
Kısaca, mana tüm kuvvetlerin toplamı; madde de kuvvetlerin ortaya çıkışı,
potansiyelin kinetiğe dönüşümü, olabilir. Bilimsel bulgular da maddenin,
kuvvetlerin Higgs bozonu içinde toplanmasından oluştuğunu kanıtlamıştır. Benzer
anlamda ‘kalbin, izdiham eden kuvvetlerden oluştuğu' ayetlerde belirtilir.
Vakum ortamında var olup yok olan zerrelerden birinin ani genişlemesiyle
evrenin oluştuğunun bilimsel kanıtları bulunmuştur. Ayet ise ‘var olsun yok
olsun eğlence olsun diye yaratılmadı her şeyin bir amacı vardır’ der.
Rivayete göre, Mekke’nin fethinden sonra sıra Kâbe’deki
putların kırımına gelir. Hz. Ali ile Resul alt kattaki küçük putları kırar ve
sıra yukarıdaki büyük puttadır. Ali, ‘ya Allah’ın resulü çık omzuma kır büyük
putu’ der. Resul ‘ya Ali sen beni çekemezsin, kaldıramazsın sen çık da kır’
der. Ali, Nebi’nin omzuna çıkınca, nübüvvet mührünü görür, başı göğe değer ve
büyük putu anında kırılır. Rivayet edildiğine göre o, ‘benlik putu’ idi. Bütün
savaşlardan sonra Müslümanlar, kâfirlerle yapılan savaşlardan rahata erince;
Resul, ‘sıra geldi savaşların en büyüğüne, Nefis mücadelesine’ demiştir. Kâbe’nin
içindeki eylem böylece dışarıya aksetmiştir.
Somut anlayış ve anlamların, soyut anlatımları çok
gizemlidir. Beden Mekke’sindeki Kalp, Kâbe’yi anımsatabilir. Mekke’den
Medine’ye hicret de, Dünya telaşından beyinsel düşünce aktivitelerine göç edip,
bilinçlenmeye geçme olabilir. Bilinçlendikten sonra, idrakten idraksizliği
görüp, idraksizlikten idraki görebilir insan. Yaşamak için yaşayanlardan
bazıları, yücelmeyi amaç edinebilir. Benliğinin farkına varan bazıları da
benliğinin ötesini merak etmeyebilir. Çokluk içinde, diğer mevcudatla birlikte,
uyum içinde, mutlu olabilir. Kesretin Vahdet olduğuna kulak vermeyebilir.
Nefsiyle barışık yaşamak en kolayıdır.
Savaşların ve mücadelenin en büyüğü olduğu söylenen ‘cihat’ olayına
girmek; gerçekten azim, kararlılık, cesaret, kendini vermek, adamak, tabi
olmayı gerektirebilir. Üstat, dirilmez, yetkililerce ‘diriltilir’ de üstat
olur.
“Mitokondrilerinde mutasyona uğrayan bir gen, genellikle,
20 veya 30 yaşlarındaki erkekleri, 30 veya 50 binde bir ihtimalle, retina
hücrelerini öldürerek, kör eder. Konu Genetik Mühendislik konusudur. Mutasyona
uğrayan genin, normali ile değiştirilmesi düşünülür. Virüslerin hücreye girip
genlerini DNA’lara kopyalamasından yararlanılır. Bir virüs ele alınır ve
kendini kopyalayamasın diye de önce kısırlaştırılır. Kısır virüse normal gen
yüklenir. Virüs gözün retinasına enjekte edilir. Hastanın bir gözüne enjekte
edilse de virüsün, hastanın optik sinirlerini kullanarak, diğer göze de geçtiği
ve onu da iyileştirdiği görülür.” (1) Bu hafta yayınlanan bu
bilimsel makale, insanın doğal olanı araç olarak kullanımı konusunda sınır
tanımadığını gösterebilir. Cansız, yeni bir virüs yaratmak yerine, var olanı,
mevcut olanı, verilen aklıyla, amacına uygun kullanmada sınır yok. “Nimetlerle
kendimi sevdirdim” ayetine uygun bir davranış. Bir adım ötesi nimetleri vereni
aramaktır.
Varsan eğer, baktırır, besletir hepsini / Çık aradan, bakıp da bildirir,
kendini!
Umarım biz de Nübüvvet Mührünü görebilenlerden
olabiliriz. 19122020
(1) https://www.economist.com/science-and-technology/2020/12/12/a-failed-study-shows-a-promising-treatment-for-blindness
“Kaostan düzene” deyimi iyi
bilinir. İlk bakışta kaos, karmakarışık
gibi gelse de aslında “anlaşılması
zor, ilâhî denebilecek kadar, karmaşık düzen” anlamındadır.
Uzay zamanın en başında tam bir kaos varken, zaman içinde, gittikçe
farklılaşan bir başka düzene geçiş söz konusudur denebilir. Entropi kavramına
göre bir bozulma beklenirken sadece bir başka düzene geçiş olduğu bilimsel
gözlem olmaktadır. Eğer uzay zaman
kavramına göre evrenin, mevcut katsayılar içinde, nefes alışıyla sonsuza dek
süreceği öngörülüyorsa “Her anda bir
şe’nde” kavramı akla gelebilir.
Aldığı her gıda insana ‘güçlü
kuvvet’ verir. Yediği besinler, aldığı
nefes, içtiği su, okuduğu kitap, edindiği bilgiler, gücüne güç katar. Açık
sistem olan insanın çevresinden aldığı her şey ‘girdi’ veya ‘gıda’dır,
kuvvettir. Her besin belirli koşullar
altında alınır, işlenir ve daha güçlü
kuvvetlere dönüştürülür. Bedensel, maddî güç de olsa, beyinsel güç de olsa, tüm ‘güçlü kuvvetler’
girdidir. Bünyede, bedensel veya zihinsel işleme sürecinden geçirilip çevreye
çeşitli çıktı verilir; üretim, işleme, tüketim süreklidir. Vücudumuzda en küçük birim denebilecek
atomlardan oluşan bir molekülün bir başka molekülü üretip kodladığı ve
bunu, hücrenin içindeki, ‘seri üretim yapan molekül üretme
fabrikasına’ gönderip aynı proteinden
çok miktarda üretim yapılmasını sağladığı bir gerçektir. Beslenmek, hava, su ve
ateşten çeşitli katkılar alarak güçlü kuvvetimizi geliştirmek zorundayız. Bu
kapsamdaki bütün eylem ve olayların tümü bir kuvvet ‘iletişim ve
etkileşimidir’.
“Beden arzında, bireysel tedbir ve
bedensel ameller sayesinde, yaşanabilecek ortam hazırlanmıştır. Kalp seması ise
sabır, şükür, tevekkül, bağışlama ve muhabbet makamıyla birlikte bilgi, hikmet ve hakikatler ile donatılmıştır. Hakikat nuru,
vehim ve kuruntudan korunmuştur. Vücutta bir şey yoktur. Her şeyin
hazinesi indimizde, katımızdadır. Önce
sureti, şekli ve resmi, külli akılda külli veçhesiyle, her yönüyle,
kaza âleminde resmi çizilir.
Sonra, sebepleriyle birlikte, levha-i mahfuzdaki, muhafaza altındaki,
gaip âlemindeki görüntüsüyle, külli
nefis âleminde görüntülenir. Daha sonra
ayrı ve farklı bir birim olarak ölçülerine göre, miktarına ve vasıflarına
uygun, levha-i kader ve dünya semasında görüntülenir. Kısaca,
külliden cüze, (plan, proje, program ve bütçesine) her şey tasarımına
uygun gerçekleştirilir. Her şey belirli
ölçüde, şekilde, yerde ve zamanda kendine özgü yaradılış ile
indirilir. İlahi nefes rüzgârları, hikmet ve bilgi aşılayıcı, kalplere sefalar verici ve tecellilerin
kabulüne hazırlayıcı olacak şekilde estirildi. Ruh göğünden hakiki ilimler suyu,
(ilim yüklü enerji, aslında enerji yüklü ilim, bilgi enerjidir) indirilerek insanlar ihya edildi. İhya edilmezden önce insanın ilim hazinesi
yoktu. Hayat-ı ilmiye, ilmin hayatı, suyuyla fıtrat makamında kıyam ederek, ayağa kalkarak, hakiki hayat ile ihya edilir,
insan dirilir. Vahdette fâni kılmakla da öldürürüz. Sizin fenanızdan sonra, baki olan vücutları vâris olanlar; ancak biziz.” (15 Hicr, 21-23) Rüzgârlar,
yağmurla suyu dağıtır, suyun ve ışığın, enerjinin, klorofille şekere dönüşümünü sağlar. Verilen
nefesle de enerji hücrelerde yakılarak bedene canlılık kazandırılır.
Kalp, ‘Evren Balonu’ dâhil her şeyi içine alır, Hakkın Arşıdır, arş-ı Allah’tır. Hakkın gölgesi, yokluk
aynasındaki görüntüsü olan ilim, düzen, yasalar, evrene indirildiği için her
şey sırasıyla oluşur, oluşmaktadır. Kalp ilk oluşan evdir, Kâbe’dir, tüm varlık için, her şey için barınaktır. İlim,
kalbe üflenen Ruh, Evrensel İlahî Nefes, özelliği olan enerji, olduğu
için her şey, hareket ve özelliklerini
ilimden alır. Ruhun nuruna, diğer bir deyişle ilmin idrakine, eren kişi;
kesrette, evrenin veya kalbin bir yerinde, bir ‘şey’ ile maddî ve
nefsanî; her yerinde, vahdette, tümünde,
ise ruhanî, rahimsi değil
rahmanî, bütünsel bilgilere ulaşmış
demektir. İlk verilen kutsal nefes veya
üflenen ruhun, ilmin, idrakinde olan insan; kuruntudan, şeytandan arınmış olur. ‘Küresel Nefes’, rüzgârlar, yağmurla suyu dağıtır, suyun ve ışığın, enerjinin,
klorofille şekere dönüşümünü sağlar. ‘Bireysel Nefesle’ de enerji hücrede yakılıp bedene canlılık
kazandırılır.
“İyi ile kötüyü ayırma günü ertelenir.
Büyük kıyamet gelir çatarsa şiddetli yel ile nefsanî güç yıldızları
söner, ruhun nurunun etkisiyle akıl seması yarılır, sıfat tecellisiyle nefis sıfatı dağları, zatın tecellisiyle de nefis, kalp,
akıl ve ruh dağları ve onlarda bulunan eşyanın tümü fani olup savrulur.
Fenadan sonra beka halinde yeniden ihya ile neşredici resuller ortaya
çıktığında, o resuller cemden sonra fark vakti için ertelenir, o da beka hali olan cem vaktinden o vakte
kadar ertelenmiştir.” (77 Mürselat, 13) Akıl semasına verilen nefes ile
‘şiddetli yel’ farklıdır. Nefes ile yaşam başlar ve devam eder. Güneşin
patlamasıyla oluşan yel ile Dünya üzerindeki yaşam sona erer. Yeniden inşa olan
baki kalabilir.
“Arzu ve isteklerinin şiddetli olması halinde, istidadı olanların
nefisleri çamurunu, terbiye ederek ve
arındırarak, kutsallık yönüne uçuşan kuşlar haline getirir, sohbetlerinin bereketiyle, hakiki hayat nefesi ve ilahi ilim nefesini
nefyederim, üflerim. Derhal Allah'ın izni ile şevk ve himmet kanatlarıyla Hak
tarafına uçucu diri bir nefis olur.” (3
Ali İmran, 49)
“Ey insan sen, mevt ile rabbine gitmekte say ve içtihat edicisin, yani
«Nefeslerin, eceline doğru atılan
adımlar kadar» denildiği gibi
nefeslerinle rabbine süratle gidicisin. Yahut rabbine gidici olduğun halde
hayır ve şer amelde ciddi, gerçekten çalışıp,
işleyen ve içtihat edicisin.
Sen, bu çalışmanla Rabbinle buluşan
olursun.” (84 İnşikak, 6)
“Kalbin ruha en yakın yerine ‘ufku
mübin’, ‘açık ve aşikâr ufuk’ denir.
Kalp seması ise sabır,
şükür, tevekkül, bağışlama ve
muhabbetle birlikte bilgi, hikmet ve hakikatler ile donatılmıştır. Hakikat nuru,
vehim ve kuruntudan korunmuştur.
Kalbin ruh ile yakınlık, dostluk
kurulan bu yerde, resul, kutsal nefes ile temas kurdu.” (81 Tekvir, 23-25)
Gerek Bireysel gerekse Evrensel ve Küresel düzeyde, İlahî Nefes, insan ve
âleme, canlılık ve Hakkın ruhuyla diriliş amacıyla, üflenerek verilmiştir.
Umarım biz de İlahi Nefese kavuşup yeniden dirilebiliriz.
Bir kişiyi tanımak başka şey o
kişinin sırlarına da talip olmak bambaşka şeydir. Tasavvuf, evrenin sırlarına
talip olmaktır. Sır herkese verilmeyeceğine göre evren de sırrının kendinde
kalmasını seçebilir. Yedi kat gök, yedi kat dünya ve yedi kat atmosferden söz
edilir. Ayetlerin de açıklamaları makam ve mertebelerine göre olabilir.
Herkesin anladığı anlam başka, az kişinin anlayabildiği anlam başka, hakikat
olarak idrak edilen bambaşka olabilir. Hakikat, evrenin bilimsel gerçeklerinin
bulunması, bilinmesi ve idrakinden öteye, bilinen gerçeklerin ardındaki sezilen
gerçek olabilir. Madde ve enerjinin oluşum, gelişim ve girişimlerini hatta tüm
iletişim ve etkileşimleriyle anlamak zor olabilir. Basiretle bunların ardını
görebilmek daha da zor olabilir. Bu açıdan tasavvuf sabır, sebat ve tefekkür
işidir denebilir. Tevhit ilmidir deyip ayetleri birleştirmek kolaydır, bilimsel
bulgularla evreni anlamak da kolaydır. Bilimsel bulgularla iman edilenleri
kanıtlayıp birleştirmek, tevhit etmek zor olabilir. İnsan, beden ve ruhundan sorumlu
ve yetkilidir. Yetkilerini alıp zevk edip sorumsuzluk olmaz.
Özetle, “Sakfı merfu', levha-i
mahfuza, saklı ve korunaklı levhaya, levha-i kaderden, suretler ve ahkâm nazil
olan, sema-i dünyadır. Dünya semasına nüzulden, aşağı inişten, sonra cansız şeylerde,
hululü, içine gizlice girişi ile şahadet âleminde zahir, aşikâr, olur. Bu da
insandaki mahal-i hayal, tasavvur merkezi, mesabesinde olup mahıv ve ispat, var
oluş yok oluş, levhasıdır.” (52.5)
Kader levhasından, saklı levhaya
suretler, şekiller ve ahkâm, düzen, inen dünya semasına ‘Sakfı Merfu’ denir.
Dünya semasına inişten sonra cansız şeylere dönüşüyle, içine gizlice girişiyle,
görünür âlemde zahir, aşikâr, oluş başlar. Bu da insandaki hayal merkezinde var
oluşa benzer olup, mahıv ve ispat levhasıdır, var olma ve yok olma levhasıdır.
Levha kavramlarının daha iyi anlaşılması için aşı geliştirme çalışmalarına
bakılabilir. Virüsün DNA’sında ‘Bağlantı Genini’ oluşturan ‘DNA Levhasına’, aşı
üretimi sırasında, çeşitli enzim ve moleküllerden trilyonlarca eklenir,
böylece, virüsün ‘haberci RNA’sı’ virüsün kendisini ürettiremez.
İnsan, aklını kullanırsa eğer,
cansız şeylerin, ‘yokluktan boşlukta var oluş ve yok oluş’ gerçeğini, hayal ve
tasavvur edip, deneyebilir ve gözlemleyebilir. Bilimsel deneye göre boş bir
‘vakum’ ortamında saniyenin dört kere milyarda birinde, 10-40ında,
yokluktan boşluğa, parlayıp çıkan pozitron-elektron çifti ‘var olur yok olur’,
çıkıp kaybolur. Parlayıp çıkan parçacıklardan birinin ani şişmesi sonucu
evrenin oluşması ise diğer bir bilimsel kuramdır.
https://www.youtube.com/watch?v=FYf7af2tb5U : “Yokluktan enerji
var olabilir!”
“Bahri mescur, ‘Boşluk Denizi’,
adı geçen ruh, ilim ve cansızlarla ispat olunan eşyanın kâffesinin, tümünün
zahir olduğu, ortaya çıktığı, suretlerle dolu olan heyuladır. Boşluk Denizi,
eşyanın tümünün zahir olduğu, göründüğü, suretlerle dolu olan heyuladır,
görkemli büyüklüktür.” (52.6)
Yokluktan var olup boşluğa çıkan
eşya, ilmin uygulanmış halleriyle, boşluk denizini, kesret âlemini, oluşturacak
şekilde, görkemli büyüklükte, doldurur. Var olup yok olan elektron-pozitron
çiftinin arasındaki boş olasılık denizinin sabit kalması nedeniyle elektronun
elektrik yükü sabittir. Bu sabit milyarda bir az veya çok olsa atom ve eşya
oluşamaz. Bilimsel bulgulara göre bir atomun da % 99, 9 (12 adet 9)u boştur ve
dolu alanın da neyle dolu olduğu bilinmez. Belirli küçük Higgs alanları içinde
toplanan, toplaşan ‘kuvvetlerle dolu uzay zaman boşluğu’ kütle ve madde
oluşturur. Enerjinin toplaşıp dönüşümüyle oluşan madde yine enerjiye
dönüşebilir.
“Ruh seması, sıfat yollarının
kaynağıdır. Her sıfat o sıfatı izleyenleri ruh semasına götürür ve kavuşturur.
Her hal ve makamdan ruh semasına bir kapı vardır.” (51.7) Her bilimsel özellik,
yani sıfat, bir ilmin uygulanışından kaynaklanır. Fizik ilminin ‘Sicim
Teorisine’ göre her zerre, farklı bir ‘titreşim ilmeğidir’, belirli özellikleri
vardır, diğer ilmekten farklıdır, özellikleri, sıfatları, kendine özgüdür. Her
şey bir ilmin uygulamasıdır, özellikleri, isim ve sıfatları bir diğerinden
farklıdır, tagayyür etmiştir, faklılaşarak belirginleşmiştir. Her zerre, var
olduğu için yer tutmaz, tesadüfen kullanılmaz; belirli bir amaç için
kullanılacağından var edilmiş, bir yer ve önem verilmiştir.
“Tabiattan soyunanlar, sıfat
ilimlerinde ve cennetlerindedir.” (51.15) Maddeden soyunmak, maddenin
hakikatini idrak edip geride bırakmakla olur.
Her maddenin, bir bilimsel
özellikle var olduğunun bilinmesi ve ilme götürmesiyle amacına ulaştığını
anlamak gerekir. Madde esaretinden kurtulmak, mana âleminde, kalpte, duyguları
yaşamak ancak gerektiğinde, esiri olmadan, maddeyi kullanmaktır.
“Zahir bedende, ilahi sıfatları
zahir oldukları yerde, müşahede eden yakin sahipleri için ilahi isim ve
sıfatları ortaya çıkaran deliller vardır. İlahi isim ve sıfatların tecellisinde
nefislerinizde de ayetler, deliller vardır. Siz inkâr edip de görmüyorsunuz.
Âlem semasında maddi rızkınız olduğu gibi ruh semasında da manevi rızkınız olan
ilimler ile bunların idrakiyle oluşacak büyük kıyamet vardır. Semada, arz ve
nefsin delillerinin, yüz ve suretlerinin semada bulunması haktır. Sizin
nutkunuz gibi haktır.” (51.20-23) Her zerre itişsel ve çekimsel bir ‘kuvvet’
olarak kendine özgü isim ve sıfatla vardır. Bunları müşahede eden ‘düşünen
akıl’ sahipleri ruha, ilme yaklaşır. Bu isim ve sıfatlar ilahidir, zerreler de
onların delilleridir, tecellileridir. Böylece bedensel nefsanî oluşumlarda
ilimsel deliller vardır. Semada, ruh âleminde, ilim ortamında, beden ve arzın
delilleri vardır. Örneğin, DNA genlerinde milyonlarca yıllık atmosferin karbon
izleri vardır. Fosillerin yaşı bu Karbon izinden saptanır. Ayrıca, canlı
bedenlerin yapı taşlarında, Güneşten önce sönen Süpernovanın üretimi olan
altın, gümüş ve demir gibi ağır metaller vardır. Günün canlıları geçmişin
izlerini ve delillerini taşır.
Umarım, eşyanın hakikatini biz de idrak edebiliriz. 10012021
“Din, güzel ahlaktır” bütünleştiricidir. “İnkâr edenler, devenin
yaradılışının, semanın yüksek yüceliğinin, dağların dikilişinin, arzın
yüzeyinin, özelliklerine bakıp görüp idrak etmiyorlar mı? Yani güzellik içinde
zahir olan, açığa çıkan eserlere bakıp ibret almıyorlar mı? Apaçık eserlerden
vuslat, kavuşma ve sıfat tecellisine ulaşmaları gerekir.” (88 Gaşiye, 17) Sanki
gördüğü eserlerin güzelliğini idrak edenler güzelleşirler, eserleşirler!
Yerinde, zamanında ve dozunda
düzenli bir şekilde ihtiyaçları karşılanan nefis güzelleşir, tatmin olur,
nefis bir durumda çalışır.
Sorunlarını böylece çözen kalp artık ruhun nurundan, ilmin idrak ve aydınlığından, yararlanır.
Ruhun nurunu zevk eden kalp yeniden doğar. Aklın ve kalbin, nefsin
emrinde çalıştığı dönemde, etkinlikleri çok azdır. Bu dönem gözden geçirildiğinde her ikisinin
de fonksiyonunun farklı olduğu görülür.
Nefsanî zevklerin artmasına ve biraz duygu katılmasına katkı
sağlarlar. Oysa yeniden doğuş ile
fonksiyonları tamamen değişir. Kalp ruha nefis de kalbe hayran kalır,
eserleşirler.
“Kalpleriniz, ruh nuruyla, ilmin idrakiyle, hayat bulunca, his uykusundan
uyanıp, kutsal âlem fezasında dağılıp
yaşarsınız.” (25.47) “Ruhani güçler âlemine, sizi temizleyen pak ilim suyunu
indirdik.” (25.48, 49) O ilim suyu, hakikatlerin,
unutulmuş olan ahitlerin, verilen sözlerin, kavuşmanın ve aslın güzelliğinin hatırlanması
için indirilmiştir.”
“İlim, suretler, şekiller ve misaller verilerek anlatılmış ama
insanlar suret, şekil ve misallerde
kalmıştır. İnsan, celal perdelerindeki
rahmani rahmet suretlerini görür ama rahimsi rahmeti düşünüp ilmi idrak edemez, küçümser, horlar.” (25 Furkan, 50)
Bilen, bildiğini bilen, farkında
olan yalnız insandır. “Âdemoğullarını,
nutuk ve temyiz, ayırt etme, akıl ve ilim sahibi olmakla takdir
ettik, terkim eyledik, sıfat,
işaret, kerem, ikram sahibi
yaptık. Dünya ve ahrete ilişkin her
türlü ihtiyaçlarını talep ve elde etmeleri için kara ve denizlerde
gezdirdik, sebeplerini onlara kolay
kıldık. Âdemoğluna, başka mahlûklara
verilmeyen değişik cins, rızıklar verdik. Onları mahlûkatımızın çoğundan üstün
kıldık. Âdem, yakin kılındı, tevhit ile donatıldı, ruh ve cesetten oluşturuldu, kemalin
talebinde ruh ile cesette terakki ettirildi;
ruh ve bedende yürütülerek ervah, ruhlar, ilim âlemi denizinde ve cisim
âlemi arzında ilerletildi. Ayrıca ilim
ve bilgilerin en güzeliyle rızıklaştırılıp tüm mahlûklara üstün kılındı.”
(17.70; 2.30) İnsana, konuşma yeteneğiyle bilgi ve kültür aktarımı sağlayan, ‘konuşma geni’ ve ‘konuşma kemiği FOXP2’ ayrıca verilmiştir.
“Her şey Rabbin iradesiyle ve ilmindendir, ilmi her şeyi kapsar, yönetir.”
(6 Enam, 80) “Halinizin,
halden hale döndürülmesine, başka kalıba sokulmasına kadir olan Zattır.
Ruh nuruyla kalp danesini yarıp, kalp danesinden ilimleri ve bilgileri ve kalp
nuruyla nefis çekirdeğini yarıp nefis çekirdeğinden güzel ahlâkı çıkarıcıdır.”
(6.95)
“Ruh semasından ilim suyunu indirir, ilmî imanla iman edenler için büyük
alâmetler vardır.” (6 Enam, 99)
“Kuran, değişmez, bozulmaz, noksansız, afetten korunmuş, kanıtlanmak
üzere, evrenin tümünde apaçık ve
hakikatleri muhkem, sağlam kılınmış bir kitaptır. Hakikatlerini, daha sağlam ve daha güzel olması mümkün
olmayan bir ilim ve hikmet üstüne inşa eder.
Hakikatleri, zahirde, görünürde,
muayyen ve malum, belirli ve bilinen,
miktarda, belirli zamanlarda aşikâr olur.
Takdir ve tertibinde hikmete uygun intizamda, düzendedir. Ayrıntılarından
layıkıyla bilgi sahibi olan ilim ve hikmet sahibince, ahkâm ve ayrıntısı cüzi
âlemde ortaya çıkarılmış, aşikâr edilmiş bir kitaptır.” (11 Hud, 1)
“(Ca’ıl) kelimesi, ibda, yoktan,
örneksiz, yeni ve güzel bir şey icat etmekle tekvinin, yaradılış ve halk edişin
ikisini de kapsar. İnsan, emir ve halk âleminden mürekkep olduğundan ayette
(halukun) denilmeyip (ca’ılün) denilmiştir.” (2 Bakara,29) Hz. Ali «Allah, güzeldir güzelliği sever» buyurmuştur. Rivayete göre Nebi «Allah, halkı
zulmette, bedende, yarattı. Sonra onlara
nurundan saçtı. Nur, idrak isabet eden
hidayet buldu, etmeyen dalâlette kaldı. O nur da Allah'ın boyasıdır. Bundan daha
güzel boya yoktur» demiştir.
Her şey ilminin deposudur ve ilminden ayrı ve gayrı isimi, cismi ve resmi
olamaz, ilmi çekilirse geriye bir şey kalmaz. Enerjiye dönerse maddesi kalmaz.
Her şey Hakkın ilminden hakkını hakça almadıkça halk edilmiş olmaz, ilmi
uygulanmış olmaz. Uygulanınca da uygulamada ilmin güzelliği, en uygun ve en
güzel bir şekilde uygulanmıştır.
Fizik, kimya, matematik bilimlerdir,
Evren bütünselliğindeki, dilimlerdir,
Bilimsel modellemeler güzel değil,
Görünen, modellenendeki güzelliktir.
Umarım biz de güzelliği ve Güzeli idrak edebiliriz.
22012021
Yokluktan boşluğa çıkarak var olan maddenin amacı canlılık, canlılığın amacı ise insanın yaratılmasıdır.
İnsana bilinç yüklenmesinin de bir amacı olabilir. Bilinç ve idrak yeteneğinin gelişimi sayesinde, ‘insanın bedeni vardır ama insan beden
değildir’ denir. Her mücadele veya
küçük, büyük her savaş nefis
düzeyindedir. İnsanın bedeni ve nefsi vardır ama insan, yalnız bu ikisi ile
tanınmak istemez. Akıl ve kalbi, insana insanlığını kazandırır. İnsan,
idrakiyle beden ve nefsinin dışına ve üstüne çıkabilir. Bilinciyle insan, kendisinin dışına ve üstüne çıkarak, evrenin
bile cismini bilir, resmini çizer. İnsan aklı, sonsuzluğu tanımlar ama aşk
karşısında, duracağını da bilir.
Evrensel düzeyde, insanlık bilinci; ‘madde’, ‘canlılık’ ve ‘insana’
dışından ve üstünden bakılmasını sağlar.
Bilinç, bilinenlerin tümünü
içerir. İlmi idrak edenden, bilinen görünür. Aşk, âşık ve maşuku kapsar. Her şey aşktan, aşkta,
aşk için, aşk içindedir. Kendini bilme, insanın elinde değil
yaradılışında, fıtratındadır.
Bilinen kuvvet ve kudretin Allah’a ait olduğu kolayca görülebilir.
‘İstememizi istemese isteyemeyeceğimiz’
aşikâr olur. İlmin her türlü niteliği ve niceliği, ilmin enerjiye
dönüşümü ile ortaya çıkar. Bu da failin
Hak olduğunun kanıtıdır. İnsan
istemese, sevmese ve bilmese hiçbir şey
yapmaz veya yapamaz. Sevgi ve bilgi, aşk ve ilim ayrışmaz bütünlerdir. Var
olan, aşktan doğan ilimdir. Vuslat yolundaki âşık yolcular, aşklarının
hararetinden hiç bir zevk ile kıyaslanamayacak zevk içindedirler.
Onlara sıfat iyiliğinden saf ve benlik zuhuru pisliğinden pak hakiki bir
aşk şarabı olan zat muhabbetinin lezzetli şarabı içirilir.
“Bedenin terkibini, nasıl oluştuğunu, nelerin bir araya gelip nasıl ve ne
olduğunu bilen, her şey için bir kudret ve irade gerektiğini iyi bilir. Yeniden
diriltilen kimse halini ve bedenden tecerrüdünü de, sıyrılıp çıkmayı da, bilir,
bedenin terkibini de bilir. Diriltilen birisi, diğer insanlara örnek
olsun veya delil kılınsın diye diriltilir. Hikmet, müminin gaip olmuş malıdır.
İnsanlar, altın ve gümüş gibi madendirler, bedenle örtünmüş olsalar da aslı ve
özü değişmez. Her kişinin istidadının gerektirdiği kadar ilim, hazinelerinde
saklıdır, gizlidir. Her kişinin fıtratında, ilmin tümü, mükemmelliğe götürecek
şekilde henüz başkalaşmamış halde, mevcuttur. Üzüm taneleri insanı ve onun
kısmî idrakini andırır. Süt ise kişinin
yaşamını sürdürmesi için gereken beslenmeyi sağlar. Şarap, aşk, ilim, bilgi ve
hakikatlere işarettir. İnsan üzüm gibi sıkılır,
suyu çıkarılır ve eski yapısından kurtulup yeni bir yapılanmayla
şarap, insan hakikatinin idraki, elde edilebilir. Şarabın sarhoşluğu, insanı kendinden
geçirerek aşka ulaşmasını sağlar, aşk
ateşi de ilmin bilgiler ve hakikatler halinde ortaya çıkışını
gerçekleştirebilir. İlmin tümünün idraki, incirin kendisine, insanın kısmî idraki ise incirin içindeki
taneciklere benzer. Kişinin kendini bilmesiyle yapısının olgunlaşmak üzere
başkalaşımı gerçekleşir. Bu ilk yapının çöküşü, harap olması ve göçüşüdür. Yapı
taşlarının idraki külli idrake ve ilahi aşka götürür.”
“Bu durum, haviye, göçmeye, göçük oluşumuna ve göçükte ilahi aşk ateşinin
yanmasına, asar ateşine, eserler yaratan yanışa ve yeniden
diriltilmeye gider.” ( 2.259) Süpernova külünden Güneş, oluşur, doğar!
“Kıyametin ilmi, arif olan; ilmi, Allah’ın ilmi ile mahvolan, sonra zatı
Allah'ın zatında fani olan, kimsededir. Yani o kimse, cehil, nasıl bilir, onun
ilmi de zatı da yoktur. Onlar, kıyameti gördükleri vakit ancak bir akşam, yani
Hak nurunun, cesetlerde gurubu veya bir kuşluk, yani Hak nurunun mağribinden
tulûu, batıdan doğuşu, vaktinden fazla durmamış gibidirler. Yani vahdette fena
ile kıyameti görmeleri vaktinde,
kendilerinin asla vücutları olmadığını,
ancak his ile perdeli olarak cisim âleminde veya akıl ile perdeli olarak
canlılık âleminde, vücutlarının bir
tohumdan ibaret olduğunu bilirler.
İyiden iyiye bilirler, işte «iki adımdır,
adımını attığın vakit vasıl oldun» diyenin muradı bu iki âlemdir ki
varlığından geçtiğin anda ve o halde, vasıl oldun demektir.” (79 Naziat, 42-46)
Sen çık, Yaradan kalsın!
“Kendilerine ait kuvvetleri olmadığı için, bireysel fiil ve hareketlerin,
kendilerine ait olamayacağı idrak edildiğinde kıyametleri kopmuş sayılır.
Hareketten gafil olan zamandan da gafil olur. Ne kadar zaman geçtiği
anlaşılmaz. Kıyametten sonraki toplantıda, fiil ve hareketler hissedilmediği için,
zamanın nasıl geçtiği anlaşılmaz. Hareketten gafil olan zamandan da gafil olur.
Ne kadar zaman geçtiğini anlayamazlar. Bu durumda, yaratılıştan gelen nur batıl
olur bilişmeye hidayet bulunmaz, insan kendisinin hiçbir şey bilmediğini idrak
eder.”
“Ölüm halinde kemiklerin nasıl çürüyüp dağıldığına bak. Dirilme zamanında
kemiklerin nasıl toplanıp sertleştiğini ve et giydirildiğini gör. Her uzvun
terkibini, yapı taşlarını anla.” (10 Yunus, 45)
Bireysel fiil ve hareketlerin, kendi kuvveti olmadığı için, kendilerine
ait olamayacağını idrak ettiklerinde kıyametleri kopar. Hareketten gafil olan
zamandan da gafil olur. Ne kadar zaman geçtiğini anlayamazlar. Bu durumda,
yaratılıştan gelen nur batıl olur, insan kendisinin hiçbir şey bilmediğini
idrak eder. Ölüm halinde kemiklerin nasıl çürüyüp dağıldığına bak. Dirilme
zamanında kemiklerin nasıl toplanıp sertleştiğini ve et giydirildiğini gör. Her
uzvun terkibini, yapı taşlarını anla. İlk yaratılışta veriler cüzlerin amacı bu
idraktir, yeniden dirilen Hakkın vücududur.
Umarım biz de üzüm tanesi halimizden, yapımızı idrak ederek, şarap haline
geçebilir, Hakkın vücuduyla dirilebiliriz!
03022021
“Allah’ın eli, Âdem’in arkasına
mesh ederek zürriyetini zerreler halinde Âdem’in arkasından çıkardı ve onlara ‘Sizin
Rabbiniz Ben değil miyim’ dedi. Onlar da ‘Evet Rabbimiz sensin’ dediler.”
Allah’ın eli, âlemin ruhunu, ilmini idrak edebilen kutsal akıldır, külli akıldır.
Akıl, ruhun nuru ile nurlanan, ilmin idrakiyle aydınlanan, kalbin parlak bir mevzii, ‘ışık topu’ gibi,
fikir üretme gücüdür. Kalbin sağ gözü teorik akıl yürütme gücünü, sol gözü pratik
akıl etme gücünü, kalbin kulağı fehimi, idrak gücünü, kalbin dili ise sırrı,
zikri ve fikri temsil eder. Âdem, âlemin kalbidir, insanlıktır. Mesh etme,
Aklın ruhtan aldığı nur, anlayış, idrak ile insanlığı aydınlatmasıdır.
Zürriyetin ihracı, insanlıktan insanları fiile çıkarması ve cüzi akılla
donatmasıdır. İlmin, aydınlattığı insanlarda, görünmesidir. Allah’ın eli olan
akıl, Allah’ın ruhundan, ilminden, nuru, idraki, alarak bireyleri nurlandırdı,
aydınlığa çıkardı, idrake erdirdi, insanı olgunlaştırdı, kemale erdirdi.
Allah’ın, ‘rabbiniz ben değil miyim’ diyerek ahdi, insanların zatlarına tevhit
ilmini koymasıdır.” (2 Bakara, 27 ve hadis!)
Kutsal ve bilimsel mesajların dedikleri aynıdır. “Suretler, ilmin
aynidir. Göklerde ve yerde bir zerre dahi ilminden hariç, ilimsiz, olamaz”
(6.59) “Her şey Hakkın ilmi iledir. Hak, ilim açısından her bir şey'i vâsidir,
yönetir.” (6.80) “Ruh semasından ilim suyunu indirir, ilmî imanla iman edenler
için büyük alâmetler vardır.”
(6.99) “Evvelden geleceğe kadar
tüm mevcudatın vücudu, ilmi sana indirilen bir kitaptadır.” (7.1,2)
“İlim ile detaylandırdığımız, bir
kitap getirdik, yani, ilâhi ilmin gerektirdiği gibi, olgunlaşmaya
yetkili ve elverişli, el ve ayak gibi
organlar, göz ve kulak gibi aletler ve
duygulardan oluşmuş ‘beden-i insan
kitabını’ getirdik.” (7.52)
“İnsanın akıl yürütme âleminde ilim ve idrak nurunu inşa etmiştir.”
(6.1) “Bilenler, bilgileriyle Allah’ı bilir, ancak çoğu bunu bilmez.” (6.37)
İnsan, bedeninden soyunarak, kendine dışından bakabilirse hakikati görür!
“Aklî buyrukları, ruhî aydınlanmayı, kalbî ameli, uygulamayı, kabul etmek
için onlara boyun eğin, benimseyin ve kendinizi Allah’ın huzurunda hissedin.
İlmin kaynağı olan “Ruhtan”, ruhunuzdan akıl yolu ile ruh ve beden arasında
“Aracı”, nebi, “Elçi” olan, kalbinize inen, makul ve mantıklı, akılcı, olmuş ve
olacakları içeren, “Evren-Âdem” kitabını okuyunuz.” (2.50) Maddeden
kurtulabilen, dışından bakabilen, Âdemi evrende görebilir!
“Allah'ın, ruh semasından indirip; cehil, cehalet ile ölmüş olduktan
sonra kendisiyle nefis arzını ihya eylemiş olduğu ilim suyunda; kalp hayatiyle
diri olarak, her birini hayvanî nefis kuvvetleri arzında dağıtmasında; Hakk’a
ait ef'âl rüzgârlarını estirmesinde, hikmetler vardır. Ruh seması ile nefis
arzı arasında fethedilmiş, ele geçirilmiş ve tertiplenmiş olan rabbani
sıfatların tecellisi bulutlarında; vehim şaibesinden soyutlanmış, şeriat nuruyla nurlanmış olan akıl ile
hareket edenlere; elbette pek büyük deliller vardır.” (2.164) Ruh semasından
indirilen ilim suyu ile cahilce benlik yapan birinin hiçbir şey bilmiyorum
diyerek ölümünden sonra aynı ilim ile nefis arzı ihya edilir.
Kalp hayatıyla diri olanların arzda yayılmasında ve Hakkın fiilinin
tecellisinde hikmetler vardır. Ruh semasıyla nefis arzı arasındaki fethedilmiş ve
tertiplenmiş olan rabbani sıfat bulutlarında nurlanmış akıllar için deliller
vardır. Bencil cehil ölür, Hakkın ilmiyle nefis ve kalp ihya olursa akıl nura
kavuşur!
Habil ve Kabil’den Allah’a kurban sunmaları istenir. Somut olmayan,
hayali kurban kabul edilmez. Akılcı, somut kurban kabul görür. Bu duruma çok
kızan hayal ve kuruntu sahibi kardeş, aklı ile güzel işler yapan, sanatkâr ve güzel ahlak sahibi kardeşini
kıskanır ve öldürmek ister. Hayal,
kapsamını genişleterek aklı esir alır. Aklın, ilminin kaynağı olan ruh ile
ilişkisini keserek yeni bilgiler elde edinmesini engeller, böylece, cahil aklın
ölümüne neden olur. Akıl, hayal kurulmasına engel olmaz ancak kendini hayale
kaptıran kişi aklını kullanamaz. Aklı
kullanmamak kişinin normal hayatını etkiler, güzel işler yapamaz, hayali işler
peşinde koşmakla ahlakı da bozulur. Aklın ölümü insanın da ölümüdür hayal
kurması ve kuruntu yapması da mümkün olmaz. Bu durum insanın yaradılış amacına
aykırıdır, her şeyin bir amacı vardır.
Bir insanın böyle ölümü, toplumun hayal âlemine kapılması durumunda, insanlığın
da ölümüdür. Her insan, insanlığı da kapsar. (5.29-32)
Akıl önce duyularıyla algılayıp bildiğini zanneder. Bilinmesi gerekenin
sadece bu olduğunu, ilk görüş ve görünüşle elde edilen eşya bilgisinin esas
olduğunu düşünür.
Kalp gözüyle, basiretle, eşyanın arkasındaki, ardındaki, ruh semasından
inen, Hakkın ilmini görünce hiçbir şeyin ilk algılandığı gibi olmadığını idrak
eder. Geliştirdiği benlikli ve bencil görüşlerin cehalet olduğunu anlayınca, bilmediğini idrak edince, bencil kişiliği ölür. Cehalet ölüsünün her biri; ruh
semasından inip nefis arzını ihya eden ilim suyuyla, kalp hayatıyla diriltilip,
hayvani nefis kuvvetleri arzında dağıtılır. Bu arz ve sema arasında
tertiplenmiş, keşfedilmiş ve fethedilmiş sıfatların tecellisi bulutlarında,
hayal ve kuruntudan arınmış akıllar için deliller vardır. Akıl, Âdemin arkasını
mesh eden, insanlıktan insanı inşa eden kutsal külli aklın cüzi bir parçasıdır.
Güneş değil ışığı görünür gibi akıl değil fikri görülür.
Umarım, biz de “Aklî buyrukları, ruhî aydınlanmayı, kalbî ameli,
uygulamayı, kabul eder, onlara boyun eğer, benimser ve kendimizi Allah’ın
huzurunda hissederiz.”
04022021
“İş
bu Kuran, değişmez, bozulmaz, noksansız, afetten korunmuş, bozulmamak ve
kanıtlanmak üzere, evrenin tümünde apaçık olan ve hakikatleri muhkem, sağlam
kılınmış bir kitaptır. Hakikatlerini, daha sağlam ve daha güzel olması mümkün
olmayan, bir ilim ve hikmet üstüne inşa eder.
Zahirde, görünürde, muayyen ve
malum, belirli ve bilinen,
miktarda, belirli zamanlarda, aşikâr
olur. Takdir ve tertibinde hikmete uygun
intizamda, düzendedir. Ayrıntılarından
layıkıyla haberdar, bilgi sahibi, olan ilim ve hikmet sahibince, ahkâm ve
ayrıntısı, cüzi âlemde ortaya çıkarılmış, aşikâr edilmiş, bir kitaptır.” (11
Hud, 1)
“Celal tecellilerinin kahredici gücü,
gök gürültüsüyle, tespih
eder. Yani bu tecelliye uğrayan
kişi, aklın idrak edemediğini vicdanen
bulacağı gibi, Allah’ı, akılda tasavvur
olunan, hayal edilebilen şeylerden
tespih ve tenzih eder, ayrı tutar, arındırır.
Bu tecelliden kazanılan olgunlukla fiilen hakkıyla hamt etmiş olur.
Diğer bir deyişle aklın idrakiyle, idrakten yoksunluğunu idrak eden nefis,
Hakk’ın kahredici tecellisini tespih ve tenzih eder. Belki de idrakiyle idraksizliği idrak eden,
idraksizlikten, idrak tecellisinin kahrıyla kazanılan olgunlukla, fiilen, söz
ile değil hal ile halen, tespih ve tenzih ederek, hakkıyla hamt etmiş olur.
Külli lütuf’unu kapsayan hakiki kahrının tecellisiyle, ilahi cemalinin
işaretlerini yıldırım gibi indirir. Kendisine tecelli olunan kimsenin vücudu,
çekilip alınarak, nefsinin bakiyesi,
geri kalanı, ifna, yok,
olmuş olur. Bir hadiste
belirtildiği gibi eğer perdeler kaldırılırsa Zatın nuru bakanları yakar.”
“Seven, sevilen, âşık ve maşuk kullarından dilediğine yıldırım isabet
eder. Bu kullar, sıfatların ispatında akıllarıyla tefekkür eder. İdraklerdeki akıl hileleri, nurlu basiretin tecellisiyle ortadan
kaldırılır ve aşkın nuruyla yakılmasında Allah’ın kuvvet ve şiddet sahibi
olduğu kanıtlanır.” (13.13)
“Hakkın batındaki ilim hazinesinde vücudu olmayan bir şey asla zahire
çıkamaz ve vücut bulamaz. Zahir de, batın da O’nundur, O'dur. O her şey'i
bilicidir. Akıl güneşi, vücut gölgesine delil, şahit kılındı. Akıl delili,
vücut gölgesinin hakikatinin vücuttan farklı bir şey olduğunu doğrular,
kanıtlar. Akıl güneşi delalet etmezse, gölgenin vücudu ile hakikati arasında
ayrılık olmazsa, vücut kendiliğinden var olmuş olur. Hariçte vücut ve hakikati
arasında hiç bir fark veya ayrılık yoktur. Gölgenin vücudu olmazsa hiçbir ‘şey’
olamaz, eşya mevcut olamaz. Gölgenin vücuttan gayri bir şeyi, yani hakikati,
olduğuna ancak akıl şahit olur.” (25.45) Doğanın temel yapıtaşlarının
özellikleri tesadüfî ayrıntılar olmak şöyle dursun, uzay ve zamanın dokusuna derinden
sarılmıştır. (Brian Green, ‘Evrenin Zarafeti’)
“Hakkın anlayış ve idrakine
hakikat güneşi denebilir. İlim, fikirlerle anlaşılabilir. Gölge, akıl için bir
belirtidir. Gölgesi düşen bir cisim ışık kaynağını düşündürür. İlim, Hakkın
gölgesidir. Bu nedenle doğrudan Hakk’ın bir parçası olan ve henüz gölgeleşmemiş,
maddeleşip cisimleşmemiş olan ilim ve fikir kutsaldır. Düşünme ve fikir üretme yeteneğini, kutsallık nedeniyle, terbiye etmeye gerek yoktur. Henüz
cisimleşmediği için fani de değil, fena
bulması da gerekli değildir.”
“Temel fikirler, ana fikirler, bir anda zahir olup ortaya çıkar, şimşek
gibi çakabilir. Delilleriyle geri dönüşü kolaylaştırır, temel fikirlerin doğruluğu, diğer mevcut bilgilerle kıyas edilerek,
kanıtlanır.” (27 Neml, 82)
“Ruh
seması, duhan, duman, yani kalpten yükselen latif bir madde idi. Sema, akıl ve
ruh seması, latif bir cevherden, enerjiden, oluşur, beden arzı gibi kesif
cevherden, maddeden değildir. Üçüncü kırk günde yani cenin ana rahminde dört
aylık iken ruh üflenir.” (41 Fussilet,11)
Hadis der ki: “Sizin her birinizin hilkati, yaradılışının hakikati,
anasının karnında kırk gün nutfe, döl suyu, olarak cem olur. Sonraki kırk gün aleka, kan pıhtısı,
olur .” Son bilimsel bulgular Hadisi’ doğrular, kanıtlar niteliktedir. Bebeğin, 12. Haftadan sonra kemik iliğinde kan hücreleri belirir ve kan yapımı başlar.
“Kader âleminden mevcudat âlemine geçen suretleri, kalem kâğıda benzer
şekilde, aklın nefse yazdığı gibi keşfetmek ve oluşumları gözlemlemek nuru,
idraki, sana verilmiştir. Bu iki âlemin keşfi ve gözlemlenmesini göremeyenler
bu nurdan mahcuptur. Sonsuz oluşumlar âleminden sınırlı oluşumlar âlemine
geçişin keşfi ve müşahedesi sana ilahî ahlak ile birlikte verilen kutsal
teyittir. Sana verdikleri ezalara Allah ile sabredersin.” (68 Kalem, 3,4) (Bu
konu, 52 Tur, 5’te ‘Sema-i Dünya’ kavramıyla daha açık anlatılmıştır, tüm mevcudatın halk edilmesi ‘Kader âlemi’
denen ‘Yokluk Âleminden’ ilmine uygun çıkışlar, önce ‘Levha-i Mahfuz’
denen ‘Boşluk Âlemine’ var oluş çıkışlarıyla açıklanmıştır.
Bilim bunu CERN’DE kanıtlamıştır. Vakum ortamında, saniyenin 10-40 kında, elektron-pozitron çifti var olur yok olur!)
“Kuran, anlaşılsın diye Arapça olarak indirilmiştir. İnsanın
yaratılışında vaat edilenler, kitapta tekrar edilmiştir. İnsanın, kitabın
doğruluğuna şahadet etmesi, şahit olması ve onu okumaları beklenir. Hakiki mülk
sahibi olan Allah; kadri takdir olunmak ve
mülkünde işi bozulmayacak derecede azametinin büyüklüğü sonsuzdur ki, hikmeti
gereğince herkese hakkını verir. Habipim; hazinenin merkezinden «ledün ilminin»
telâkkisi sebebi ile zevkinin amaç ve sonucundan dolayı, şevkin heyecanı
zamanında Kuranın sana gelişi ve vasıl olmasıyla, hüküm olunmazdan evvel, Kuran
ile acele etme. Zira ilim ve hikmetin nüzulü, inişi, senin terakki mertebelerinin
tertibine uygun tertiplenmiştir. Ve sen,
talep etmekten, ilim ve irfan
kazanmaktan endişe etme! Zira feyiz, anlayış ve idrak sonsuzdur. Ve tasfiye,
terakki ve tahliye arttıkça feyiz de artar. Çünkü ziyadeyi, daha fazlasını,
istemek, ancak hal duası ve yaratılış lisanı ile olur. Kabulün imkânından evvel
talep ve sualde acele etmek ile değildir. Her ne zaman bir şey'i bilirsen ondan
daha iyisi, çoğu ve gizlisi olan bir şeyi kabulün ziyadeleşir.” (20 Taha, 113,
114)
Umarım, biz de Kuranı, acele etmeden, anlayışımızla idrak edip
kanıtlayabiliriz!
09022021
Günlük yaşantıda geçen birçok terim ve deyim anlamaları düşünülmeden
geçer. Örneğin, alın yazısı, yazgı, kader, nasip, kısmet, pozitif düşünme,
korktuğun başına gelir, yazıldıysa olur, Allah yazdıysa bozsun, bunlardan
bazılarıdır. Kurumların bazılarının kabul törenlerinde “Sizinle aramızda bir
bağ önceden olmasaydı şimdi bu sonuca ulaşılamazdı, ya biz uygun görmez ya da
siz kabul etmezdiniz” gibi konuşmalar geçer. Uzun süre çocuk sahibi olmak
isteyen çiftler de yazgı ortamını yaşar, sonunda çocukları olabilir. Hepsinde
ortak olan önce tam bir yokluk ortamı sonra boşlukta bir şeylerin var oluşu söz
konusudur. Sevilen bir şeye veya bir kişiye kavuşma durumlarında da olan şey
budur. Yokluktan boşluğa çıkarak var olan bir şeyden söz edilir. CERN’de
yapılan deneylerde de bu durum her seferinde gözlemlenir. Bir vakum ortamında
saniyenin 10-40ında yokluk âleminden boşluk ortamına bir
elektron-pozitron çifti çıkar var olur ve hemen sonra yok olur. Güncel olan
aşıda da mRNA, ‘haberci RNA, denen ‘template-levhaya’ trilyonlarca ilave enzim
doldurmak yani yazmak söz konusudur. Kuran’da da “Levha-i Kader denen yokluk âleminden Levha-i Mahfuz âlemi
denen korunmuş ve saklı ortama indirilerek mevcudat oluşturulmuştur” denir.
Kitap bu nedenle tüm evrende her olmuş ve olacağı, kanıtlanmak üzere, içerir.
Her şeyin ilmi, uygulanmazdan önceki hali, Allah’ın indindedir.
“Ya Muhammed, Rabbinin meleklere «Ben, yeryüzünde halife kılıcıyım»
dediğini, hatırla. (İz) kelimesi, ezelden ebede daim ve geçerli olan daimiliğe
işarettir.”
“Allah’ın meleklere sözü, yakin
melekler olan kudretli ve kutsal kişiliklere ve semavî nefisler olan soyut ve
somut ruhlara, Allah’ın iradesinin, Âdem’in icadına ait ve ilişkili olduğu
manasının ilkah edilmesi, verilmesidir. Allah, Âdemin inşasında görev alacak
olan ilim sahibi ve uygulayıcılara Âdemin icat edilmesi iradesini göstermiş,
emretmiştir. Zira kâinatta hadis olan her şeyin, yaratılmazdan evvel kaza-i sabık denilen
ruh, ilim âleminde sonra âlemin kalbi olup levha-i mahfuz tesmiye olunan
kalp, boşluk, âleminde sonra âlemin nefsi olup mahıv-ü ispat levhası ve
dünya seması denilen nefis, varlık, âleminde sureti vardır
(tasarı-düşünce-uygulama). «Her şeyin hazinesi, bizim indimizdedir, her şeyi,
ancak malum miktarda indiririz» mealindeki (15 Hicr Suresi, 21) ayeti kerimesi bu manayı kapsar. İşte âlem-i kevende, oluşum âleminde,
zuhurdan evvel ruh, kalp, nefis âlemlerinde sureti vücut bulmuştur. Allah
meleklere «Ben halife kılıcıyım» demiştir. İmdi, nefsindeki hali itibar eyle
ki, senin, keven-ü şahadet, görünür bedensel âlemin, olan aza ve cevahirinde
zahir olan her sözünün, her işinin gaibi gaibinin maverası ruhundur. Ruhunda,
sonra gaibi gaibinde sonra senin dünya göğün yani sana en yakın göğün olan
nefsinde mevcut olduktan sonra aza ve cevherinde zahir olduğunu görürsün, (ca'ü)
kelimesi, ibda ile tekvinden, yaradılıştan, umumi ve her ikisine şamil,
insanda emir ile halk âleminden mürekkep olduğundan ayette (halikûn)
denilmeyip (ca'ılün) denilmiştir.
Halife, benim ahlâkımla
ahlaklaşmış, vasıflarımla vasıflanmış, olarak benim emirlerimi infaz, mahlûkatımı idare, işlerimi tedbir, nizam ve intizamını zabtı ile halkı bana itaate
davet eder.”
“Ulu Allah sizin var olabilmeniz ve yaşayabilmeniz için yeryüzünü ve gökyüzünü
halk etti. Ciheti süfliye: aşağıda olan, arz,
yeryüzü; Ciheti ulviye: Yukarıda
olan, sema, gökyüzüdür. Birisi beden ve beden azası olan âlemi cismani, cisim
âlemi, ikincisi ruh, ilim âlemidir. Semanın yedi kat olması ruh âleminin
mertebeleridir. 1- Madde, cin âlemi, 2- Nefis âlemi, 3- Kalp, 4- Akıl, 5- Sır-ı
kalp, 6- Ruh, 7- Sır-ı ruh.” (2 Bakara, 29)
“Beden arzında, bireysel tedbir
alma ve bedensel ameller sayesinde yaşanabilecek ortam hazırlanmıştır. Kalp
seması ise sabır, şükür, tevekkül, bağışlama ve muhabbet makamlarıyla birlikte
bilgi, hikmet ve hakikatler ile
donatılmıştır. Hakikat nuru vehim ve
kuruntudan korunmuştur, kötüye kullanan kişileri de parlak bir nur izleyip
yakalatır. Vücutta bir şey yoktur. Her şeyin hazinesi indimizde, katımızda,
yanımızdadır. Önce sureti, şekli ve resmi, külli akılda külli veçhesiyle, her yönüyle resim olunur, kaza âleminde resmi
çizilir. Sonra, sebepleriyle birlikte, levha-i mahfuzdaki görüntüsüyle, külli
nefis âleminde görüntülenir. Daha sonra ayrı ve farklı bir birim olarak
ölçülerine göre, miktarına uygun, vasıflarına uygun levha-i kader ve dünya
semasında görüntülenir. Kısaca, külliden cüze, plan, program ve bütçesine uygun
olarak, her şey tasarımına uygun gerçekleştirilir. Her şey belirli ölçüde,
şekilde, yerde ve zamanda kendine özgü yaradılış ile indirilir. (15 Hicr, 21)
Ses, algılanabilen
periyodik basınç değişimleridir. Ses titreşimle oluşur, titreşim
enerjiye dönüşür. Sesin kuvvetine gürlük denir. ‘Sicim Birleşik Kuramına’ göre, “Madde,
atomlardan; atomlar da
elektron, nötron ve
proton ile içindeki kuarklardan oluşur. Bütün bu parçacıklar, aslında
titreşen küçük sicim ilmekleridir. Sicim kuramı, tek bir ilkeden, “En ileri
mikroskobik düzeyde her
şeyin titreşen tellerin bileşimlerinden
oluştuğu” ilkesiden, ibarettir. Elektron, bir
biçimde titreşen bir
sicim, yukarı kuark başka bir
biçimde titreşen bir
sicimdir. Her hangi bir ‘şey’in ‘info’su asla
yok olmaz ama
kütlesi, örneğin kara
deliğe düşerek, enerjiye dönüşür.” (1)
“Bir
emirle, halen, her
an, oluşmaktaki evrenin, ‘Hadis
olur, fani olur’
şeklinde var ve
yok olması istenmedi, her şeyin
bir amacı vardır.” (21 Enbiya, 16,17) “Ruhsuzluk durumunda,
madde; tek düze bir
sarsıntı, sallantı ve
titreşim içinde olur,
yalnız bilinçsiz sarsıntı ve titreşim içinde
oluş vardır. Diğer bir
deyişle herhangi bir ‘canlı
şey’ olmadan önceki haldir.
Yani madde ve
beden arzının kadri ve kıymetinin
bilinmesine sebep olan ervah, mana ve ameller, kuvvetlerinin tümünü meydana
çıkarır. Böyle durumda, beden arzı, halinin diliyle, hal diliyle, içinde
bulunduğu halinin anlattığı şekilde, haberlerini söyler. O vakit beden arzı,
verilen iradenin nasıl kullanıldığını, evveline ait haberlerini, söyler. Maddenin
içinden, bir ‘şey’ oluşmasına ilişkin,
ilim çıkarıldığı zaman,
maddenin kütle ve
ağırlığı da ihraç edilir, ortadan
kaldırılır, aslına döner.”
“Ruhun maddeden soyunması
zamanında, beden arzı da ıstırap içinde harap olup ortadan kalkar, kütlesi ve
maddesi de yok olur.” (99 Zelzele, 1-8)
“Yer ve gök, maddesiz ve müddetle kayıtlanmaksızın, halk edilmiştir. Yer
ve gök, Allah’ın ilmi ile görünür,
vücudu ile mevcuttur. Zaman ve
mekân ile sınırlı olan aklın itibarı olmasa, arz ve semanın vücudu itibar
olunmazdı. Sema ve arz, Allah’ın
vücudundan ayrı ve gayrı olamaz. Her şey istek ve iradesiyle, “Kûn, ol” emriyle,
ancak söz ve ses duyulmaksızın, arada bir vasıta olmaksızın ve zaman
geçmeksizin birden, sürekli, her an içinde olmaktadır.” (2.117)
“Nutuk, sizin bedenleriniz arzında ve lisanınız üzere zahir olmuş, meydana çıkmış olan ‘mütekellim-i hakikînin’, ‘hakiki kelam
edenin’ sıfatlarından bir sıfattır. Eğer huzur ve görüş sahibi, şahit, iseniz
kalplerinize mütekellim-i hakikî o sıfatla tecelli etmiştir. Nutkunuz, hayvanat
sesleri gibi sedalar olmayıp, hakikî
nutuk ise, kalbinize tecelli eden ‘sıfat’, tekellüm sebebiyle, kelimeler
suretinde yer almış olan rızık-ı maneviniz, size ruh semasından nazil olmuştur.
Ve bu suretle sizin kemaliniz hâsıl olmuştur ve ahret ahvaline onunla hidayet
bulmanız için Hakk’ın nuru size parlamıştır, kalbinize manalarıyla doğmuştur.”
(51 Zariyat, 23)
Arz ve sema, madde ve mana, yer ve gök, önce bitişikti, heyula iken,
görkemli bir hayal ve cismanî bir madde iken, yapışık idiler. Uyumlu
farklılaşma ve başkalaşarak mükemmelleşme sayesinde, sonra,
kısadan uzuna ses ve renk dalgaları gibi ayrıldılar.
Benzer şekilde bebek, nokta
iken, kan pıhtısı oldu, ruh verilip,
insan olma ilmiyle donatılıp, arzı ve semasıyla, yayılıp döşendi. Her ne
yaşanırsa tüm varlık ile yaşanır, kısmî yaşanmaz, organsal yaşanmaz, bir bütün olarak yaşanır. Duygular akılla
yaşanır, aklın kullanımında duygular da
etkindir. “İnsan ile Dünyada, arz ve sema, madde ve suret, farklı olarak yedi
kat olarak hüküm ve takdir edildi.
Semanın her katına amacı, işleri,
araçları, tesir ve tedbirleri
işaret edildi.” (41 Fussilet, 12) Bazı tesirlere karşı da dünya gibi insan da
uyumlu farklılaşıp başkalaşarak, örneğin fazla ışığa karşı bronzlaşarak,
korunur.
Fiziksel de kimyasal da olsa bedenimizdeki her hücremiz, elektrik
oluşturuyor, üretiyor, radyo ve TV istasyonları gibi ses ve görüntü
kodlayıp, diğer hücreye gönderiyor sonra
da mesajları alıp, lisanını ve anlamını
çözümleyip, mesajların gereğini yapıyor. Daha önemlisi bütün bu iş ve işlemler,
hücrelerimizin bir protein veya molekülünün yaptığıdır. Hücrelerarası mesaj alışverişi gibi hücre
içindeki organeller arasındaki mesaj alışverişi de elektrikle olmaktadır. Elektrik
akımının dalgalanması DNA’YI da etkiler ve DNA nöronların yapısını değiştirir.
Diğer bir deyişle elektronların üstünde yaşıyoruz. Elektron bilgi
yüklenebiliyor, taşıyabiliyor, muhafaza
edebiliyor ve hafızadan alıp hatırlama yapabiliyor.
Beden elektriği sinyalleri, atom düzeyinde çalışır. (2) Sinir hücreleri olan nöronların yüzeylerinde, sinyali
oluşturan ve alıp ileten proteinler vardır.
Eksi veya artı elektrik yüklü atomlar, bu proteinlerce, nöronların hücre
duvarlarından, birbirlerine geçirilerek, sinyalleşme başlatılır ve sürdürülür.
Bir hücrenin içinde bir atoma elektron yüklendikçe, hücreler arasındaki denge
bozulur ve bu iyonların bir hücrenin içinden diğerine, hücreden hücreye
pompalanmasıyla, 70 mili volt düzeyinde, bir voltaj, akım dalgalanması
yaratılarak sinyal iletilir. Bir mili volt, voltun binde biridir. Kıyas ile
anlaşılması amacıyla, cep telefonları 5 mili volt ile şarj edilir. Elektronları
kullanan bakır tel yerine, bedenin sinir istemi, yüklenmiş elektriği, iyonları,
genellikle de potasyum ve sodyum iyonlarını,
kullanarak nöronlardan geçirir. İyon, normalden fazla veya az elektron
yüklü atomdur. Görevli proteinler bir atomun elektron yükünü artırabilir veya
eksiltebilir, böylece anot veya katot oluşturabilir. Enerji görülemez,
etkisiyle bilinir. Görülemeyen bilinebilir;
algılanabilir olan ilim, enerjiye dönüşünce EMR, elektromanyetik
radyasyon, yayılımı ışık hızında hareket oluşturur. Hareketi algılama yeteneği de insan
bilincindedir. Bilinç, akıl ve akıl semasında oluşur, aklın hızı, zaman ve
mekân sınırı tanımaz. Bu mesajlarla
hayal eder, düşünür, ses oluşturur, konuşur, hafızaya kaydeder ve hatırlarız.
Umarım, biz de, titreşimleri hisseder, sesi duyar, mesajı dinler, ilmi
idrak edebiliriz. 19022021
(1) “Evrenin Zarafeti”, Brian Greene, sayfa 43, 45.
(2)
https://pursuit.unimelb.edu.au/articles/reading-the-body-s-electrical-signals-to-treat-illness
Mevcudatın arasındaki dayanışma ve yardımlaşma, oluşumun
kaynağından olabilir. Var olanlar içindeki ve arasındaki dayanışma ve
yardımlaşmanın nedeni, oluşumun kendisinin dayanışma içinde vuku bulmasıdır.
Ayetler, tagayyürden, uyumlu farklılaşarak mükemmelleşmeden söz eder. İlmin ilk
uygulanışı, elektro manyetik enerji dolu kuvvetler olarak ortaya çıkışıdır.
Sürekli iletişim ve etkileşim içinde olup da, Higgs bozonu içinde toplanıp
maddeleşip, bedenleşen, kuvvetler; canlı ve cansızların temelini, kaynağını
oluşturur. Canlıların özü DNA Levhasına, maddeye hükmetme iradesi, yazılmıştır.
Bu durum CERN’de yapılan bilimsel deneylerin tümünde gözlemlenir. Bir
vakum ortamında, saniyenin 10-40ında, trilyonda birinde, yokluk
âleminden boşluk ortamına bir elektron-pozitron çifti çıkar, var olur ve hemen
yok olur. Kitapta, “Bir emirle, halen bile oluşum halindeki evrenin, ‘Hadis, var, olur, fani, yok, olur’ şeklinde eğlence gibi oluşması
istenmedi” denilir. (21 Enbiya, 16,17). Kısaca, madde evreninin, “Var olur, yok
olur” halinde rastgele oluşmadığı, belirli bir düzen ve amaç üzere oluştuğu
bildirilir.
Atamızın bir heykeli için kaidesine de önem verilir. Benzer şekilde, eğer
bu âlemde, Âdem icat edilmesi planlandıysa, yerlerin ve göklerin halk edilip
döşenmesi, canlılığın yaratılması ve hepsinden sonra, insanın inşasının
düşünülmesi makul ve mantıklıdır. Heykelin kaidesi maddedir, insanın bedeni ise
canlıdır, üstelik insanı insan yapan öz, manadır, insanlık bilincidir.
“İnsan, böylece esfel-i safilinden, maddenin çukurundan, açılan temelden,
ana rahminden, arş-ı alaya yücelir. ‘İnsanlık ilmi, Allah’ın ilmiyle
bağlantılıdır’ denebilir. İnsan, kuvvet ve kudretini, maddeye ve bedene
hükmetme iradesini doğrudan Hak’tan, gaip âleminden, alıyor olabilir. İnsan,
onun ilmi ile âlim, vücudu ile mevcut, nefsi ile kaim, ayakta, hayatı ile hay,
diri, kuvvetiyle kuvvetli ve hükmü ile iradelidir. “Fıtratı gereğince, her
nefsin kudret âleminden kuvveti ve onu terbiye eden hükümdarlık âleminden gelen
iradesi vardır. Kudret ve kuvveti, ilim ve nurdan, aklıyla ilmin idrakinden
gelir. Hükmü yerine getirme, uygulama azim ve iradesini ise hükümdarlık
âleminden, zaman içinde, yerine ve zamanına göre, gerektikçe, yardım olarak,
alır.” (50. 21)
“Allah, Âdemin inşasında görev alacak olan
ilim sahibi uygulayıcılara, Âdemin icat edilmesi iradesini göstermiş,
emretmiştir. Zira kâinatta hadis olan her şeyin, yaratılmazdan evvel kaza-i
sabık denilen ruh, ilim âleminde, sonra âlemin kalbi olup levha-i mahfuz
denen kalp, boşluk, âleminde, sonra âlemin nefsi olup ispat levhası ve
dünya seması denilen nefis, varlık, âleminde, sureti vardır, tasarlayıp,
düşünüp, uygulamaya benzer. Her şeyin hazinesi, bizim indimizdedir, her şeyi,
ancak malum miktarda indiririz.” (15 Hicr Suresi, 21)
Güncel olan COVID 19 aşısının üretiminde,
mRNA, ‘haberci RNA, denen ‘template-levhaya’, virüsün kendi bilgilerinin
arasına, trilyonlarca ilave enzim, kimyasal ‘harf’, doldurmak, yazmak, söz konusudur.(1) Böylece virüsün üretilmesi engellenir.
Kitap, Levhalardan bilgiler vermesi nedeniyle, tüm evrende her olmuş ve
olacağı, kanıtlanmak üzere, içerir. Her şeyin ilmi, uygulanmazdan önceki hali,
Allah’ın indindedir.
“Nefis, tabii lezzetlere meyil ederek süfli tarafa cezp edilirse, tabiat
perdesi, kalbini mana âleminden koparır, uzaklaştırır. Mana âleminin kuvvet ve
kudretinden yoksun kalır, gereken
yardımdan kesilirse, kalbin iradesi zayıflar. İlmin nurundan, idrakinden,
mahrum kalan iradenin, kuvvet ve kudreti de zayıflar. Bu durumu fark edip ulvi
yöne dönüp, bedenden soyunursa, ilahi nur ve kuvvet yardımına ulaşır. Allah’a
yakınlaşması halinde ise, nebiler gibi bilinmeyeni bilir, kadir olunmayan
şeylere kadir olur. İnsan, kendisine bağış ve ihsan olunmuş olan bedende, ilahi
kuvvet ve kudrete sahip olur, hükümdarlık âlemlerinin vasıflarıyla
vasıflanırsa, sezgi ve ilhama erişir. Gaibi kimse bilemez ama gaipten nida
olunur, yardım alınır, fıtrata nakış olunmuş olanlar okunabilir. Sadık rüyalar
ile vahiy aynı vadidendir. Nefsin tahayyül kuvvetiyle, gaipteki suretler
cesetleşebilir, tecessüm edebilir.” (11 Hud, 69) (48 Fetih Suresi, 27) (80
Abese, 13-16) (85 Büruc, 20,21)
“Göklerde ve yerde bir zerre
miktarı ilminden hariç olamaz. Zatının kâffesine, tümüne, huzuru dolayısıyla,
cemi gaipleri kapsayan hazineler, Hakk’ın indindedir. O gaip hazinelerini
Allah’tan gayri kimse bilemez, ancak o bilir. Yani gaip hazinelerinin kapıları
kilitlidir, anahtarları Hakk’ın elindedir. Hakk’ın gayri, o gaip hazinelerinden
haberdar olamaz. Gaip mekânından şahadet âlemine çıkarılmasının sebepleri;
Hakk’ın kudret ve tasarrufu elindedir. Onun indinde mahfuzdur, saklıdır. O
hazinelerde bulunan gaiplere muttali'
olmak için, Hakk’ın gayrisi, o esbabı çekip almağa kadir değildir. Bu anahtarlar da, Hakk’ın
"Esma-i İlâhisi”dir.
"Apaçık Kitap”, iş bu cüzi oluşumun şahısları ve adetleri
"Sema-i dünya"dan ibarettir.” (6 Enam, 59) (47 Muhammed, 31) (52 Tur,
50,51) (57 Hadid, 1-3)
“Ve kitabın aslı Allah'ın indindedir. Yani, ezeli ve ebedi her olmuş ve
olacak şey'in «vecih-i külli üzere» nakış olunmuş bulunduğu ve mahıv ve ispattan
münezzeh, akıl-ı külden ibaret kaza-i sabık levhası; «Allah’ın indindedir»” (7
Araf, 39) (13 Rad, 39) “Vücutta bir şey yoktur. Her şeyin hazinesi indimizde,
katımızda, yanımızdadır. Önce sureti, şekli ve resmi, külli akılda külli veçhesiyle,
her yönüyle, resim olunur, kaza âleminde resmi çizilir. Sonra, sebepleriyle
birlikte, levha-i mahfuzdaki görüntüsüyle, külli nefis âleminde görüntülenir.
Daha sonra ayrı ve farklı bir birim olarak ölçülerine göre, miktarına uygun, vasıflarına uygun levha-i kader, dünya
semasında görüntülenir. (15 Hicr, 22) (45 Casiye, 28)
Umarım, biz de, harflerden oluşan birer anlamlı ‘kelimetullah’ olarak,
nereden gelip nereye, dayanışma ve uyum içinde, gittiğimizin bilincini idrak edebiliriz. 03032021
(1) https://www.economist.com/science-and-technology/2021/02/06/how-vaccines-are-made-and-why-it-is-hard
Doğada ve Evrende, ilmin uygulanmış hali olarak, bir ‘Düzen’ vardır,
rastgelelilik ve tesadüf yoktur. Düzenin fark edilmesi önemlidir. Örneğin,
Doğada bir ‘altın oran’ uygulaması vardır. Renkler, en sıcağından en soğuğuna,
dalga boyları en kısasından en uzununa kadar düzenli ve uyumlu bir farklılaşma
gösterir. Galaksilerin açılımı ve yerçekimsel güçlerin etkileşimi, belirli bir
matematiksel formüle dayanır. Eşyayı oluşturan enerji kuvvetleri, belirli
ortamda, bilinen koşullarda, kesifleşip kütleleşir, maddeleşir, bedenleşir. Hücreler
arası mesajları ileten 5 mili voltluk elektrik yüküdür. Hücreler arası bu
elektrik alış verişi, sesli ve renklidir. İnsanlığın, son bilimsel keşiflerle
yaptığı renkli TV yayınlarını, nöronlar, ezelden beri hep yapar. İnsan,
kalbinin içinde yaşar!
Mikrodalga ışınımı, X-ray ışınımı gibi
çeşitli Elektro Manyetik Radyasyon-EMR ışınımı dalgalar halinde, küresel
biçimde, yayılır. Her yerden her yere, her zaman sonsuz EMR ışınımı vardır. Bir
göze ulaştığında ‘görülebilir ışık’ olarak görünür. Görünen ışık fotondur,
ışın, ışık hızında ve kuantalar halinde yayılır. Bir kuanta, belirli bir miktar enerjidir.
Böylece fotonun enerjisi ölçülür. Işınım dalga halinde olsa da partikül, parçacık veya foton olarak görünür. Bir ışık kaynağından sonsuz ışın, ışık çıkar.
Işık, prizma veya camdan geçerken kırılır ve dalga boylarına göre ayrılarak
renkler de görünür. Kuantum mekaniğine
girince de dalga özelliği gösteren parçacık ve parçacık özelliği gösteren
dalgalar söz konusu olur. Bilimin “Belirsizlik İlkesi” ile çeşitli gerçeklikler anlatılır, gerçek
bilinenler oluşur. Sanırım en iyi sonuç
şu olabilir “Görünen bilinmedikçe, Bilinen görünmüş olmaz!”
“Arz ve sema, madde ve mana, yer ve gök, ayrılmadan önce bitişikti;
heyula iken yani görkemli bir hayal ve cismanî bir madde iken, yapışık idiler. ‘Uyumlu
Farklılaşma ve Başkalaşarak Mükemmelleşme’ sayesinde, kısadan uzuna, ses ve
renk dalgaları gibi ayrıldılar. Benzer
şekilde bebek, su damlası iken, kan pıhtısı olur, insan olma ilmiyle
donatılınca yani ruh verilince, arzı ve semasıyla, yayılıp döşenir. İnsan ve Dünyada, arz ve sema, madde ve mana,
kuvvetleri farklılaşarak yedi kat olarak hüküm ve takdir edildi. Arz ile
Semanın her katına, amacı, işleri,
araçları, tesir ve tedbirleri,
işaret edildi.” (41.12)
Ayetin açıkladığı gibi Evrende yer ve gök önce bitişik iken sonradan ‘uyumlu farklılaşıp kendiliğinden ortaya
çıkış’ ile yer ve gök ayrılmıştır. ‘Uyumlu farklılaşma’ kavramı en iyi gök
kuşağında görülebilir. Renkler, en kısa dalga boyundan en uzun dalga boyuna
kadar kesiksiz, boşluksuz, atlamasız bir şekilde oluşur. Fotonun açılımı
küreseldir, bir ucu gözde iken, uzun dalganın boyu evrenin fiziksel büyüklüğü
kadardır. Bu açılım, uyumlu farklılaşmayla kendiliğinden ortaya çıkışın
örneğidir. Foton, ‘kuanta’ adlı enerji paketlerini içerir, kütlesi yoktur, hızı
ışık hızıdır. Hem parçacık hem dalga
özelliği gösterir. Her dalga boyu ayrı bir renkte ve ısıdadır. Dalga boyu
kısaldıkça içerdiği enerji ve ısısı artar. Her dalganın enerjisi ölçülebilir.
“Hatta kuramsal açıdan, hacim olarak ifade edilmesi halinde, en kısa dalga boyundaki enerjinin bir
santimetre küpü, evrendeki tüm galaksilerin kütlesel oluşumuna yeterlidir.” (1)
Enerji, Kütleye dönüşür, nedeni bilinmez. Kütle ve enerji neden canlanır da
hayat oluşur? ‘Neden’ soruları kutsal metinlerde açıklanır.
“Allah’ın ayetleri ve sıfatlarına hidayet bularak, Hakk'ı arif olmaları
için, ceset arzında, duygu ve düşünce, kalp ve akıl; havas tarikleri, arzu,
heves ve isteklerine uygun yolları,
var ettik. Ve biz, kalp ve akıl
semasını, üstlerinde atmosfer gibi yükselterek,
ceset arzını, tagayyür etmek,
başkalaşmak, mükemmel olmak için tazelenmek, yenilenmek, üzere oluşturduk ve sehven, yanlışlıkla,
kasıtsız olarak, olabilecek hasar ve hatadan mahfuz kıldık, koruduk.
Akıl seması, her türlü
hayal, tasavvur, duygu ve düşünceleri kapsayacak ve birbirine
bağlayacak şekilde yer alır. Her birisi makul ve mantıklı olarak akla
dayanır. Akılda boşluk bulunmaz, kırılmaz ve bükülmez, kimse aklını terk
edemez. Bütün bunları anlayamayanlar
için akıl seması, ilim ve mana göklerini yani uzayını, delil ve şahitlerinden,
maddi veya bedensel kanıtlarından, uzaklaştırıcıdır. Allah, nefis gecesini ve
ruh güneşinin nuru olan akıl gündüzünü ve gece ile gündüzü içine alan ’Kalbi’
halk eden ve izhar eyleyen, açığa
çıkaran, zattır. Bunların her biri, ulvi bir karargâh veya makamda ve ruhaniyet
semasının bir mertebesinde Allah’a seyir eder.” (21.30-33)
İnsan beyninin ağırlığı, vücudun
yüzde 2 si kadardır ama enerjinin yüzde 25 ini harcar. Beyin, düşünce üretir,
etkendir; madde vücut, düşünceyi uygular, edilgendir. Düşünce gücü, elektronik alet çalıştırır, enerjik kuvvettir. Beyin hücreleri arasında oluşan elektrik
akımı ve EMR alanı kuvvetlerden oluşur. Kutsal metinlerde bu alana ‘Kalp ve
Akıl Seması’ denir. Günlük yaşamda farkında olunmasa da “Ben” denilen ‘şey’
ilgili kuvvetler arası bir denge durumudur. Belirli bir denge durumuna ‘ben’
denir. Nörolojiye göre, ses ve renkler gibi, her şey, sinir uçlarınca algılanır
ve her şey, tamamen bir algıdır, bütünden kopuk ayrı bir ‘benlik’, ‘sen, ben’
yoktur. Her hareket, yeni bir denge durumu yaratır. Hareketleri ve yeni
denge durumlarını, akıl, kendine özgü ‘kıyas’ yöntemiyle anlar. “Kalbin
elektromanyetik alanının çapı yaklaşık 5 metredir. Kalbin elektrik akım
kuvveti, beyin elektrik akım kuvvetinden 60 kat daha güçlüdür. Kalbin
elektromanyetik alan kuvveti ise beyninkinden 5.000 kat daha kuvvetlidir.”
(2,3) Beyin, kalbin içinde ve etkisinde çalışır, EMR alanları etkileşim
içindedir. Kalbin elektrik ve manyetik alan kuvvetlerinin titreşimi
evreninkilerle de etkileşim içindedir. Uyumlu frekanslar birbirini çeker,
sonunda genellikle birleşir, korkulan başa gelir. Olumlu duygu ve düşünceler de
mutlaka gerçekleşir.
Umarım, evrimsel olması istenen evrensel oluşumun hakikatini idrak
edebiliriz!
19032021
(1)
D. Bohm, “Wholeness and the Implicate
Order”, 1980, Routledge & K. Paul
(2)
Sercan
Çetin, https://www.youtube.com/watch?v=E3Sgne96bk0
(3)
https://www.facebook.com/TeslaOsilatoru/videos/740712966726432/
Önce ışık vardı. Büyük
Patlama ile Hakkın ilmi, ışık enerjisi olarak parladı. Hala da ışıktan başka
şey yok, ışık halden hale geçer. Hakk’ın Hakikat Güneşi parlayınca ortam
aydınlanır; elektromanyetik kuvvetler gurup edince de ortam kararır,
maddeleşir, bedenleşir. Tüm mevcudat, Rahmanın hamurundan oluşur. Cemadat,
‘halk edilir’ bu hamurdan, canlılık, ‘yaratılır’ bu çamurdan ve insan ‘inşa’
edilir aynı ruhtan, ilimden. Maddeden bedene, nefisten kalbe ve ruha, ilme ve
bilince geçiş insan için kaçınılmazdır. Maddenin özünün ışık olduğunu,
enerjinin kütleye, kütlenin enerjiye dönüşü bilimseldir. Bedenin içinde ve
dışında tüm hareketlerin temelinde elektromanyetik ışınım olduğu bilinir.
İnsan, kalbinin içinde yaşar! (1)
“İnsan, acilden halk olundu. Hilkatin,
yaratılışın, aslı olan nefis, bir
hal üzere sabit değil, hareketli ve daima ıstıraplı bir şeydir; acele üzerine
mecburen yaratılmıştır. Böyle olmasa; halden hale seyir ve terakki, tekâmül etmez,
gelişmez, mükemmelleşmez. Zira ruh, daim-üs-sebattır, sabittir ve ruhun, nefse taalluku sebebiyle kalbin vücudu hâsıl
olur ve ruh ile nefis sayesinde; kalp, seyirde mutedil olur, dengede durur.
İmdi insan, kendisine sekine ifade eden ruh ve kalp nuru galebe etmeyerek,
nefis makamında kaldığı müddetçe, cibilliyeti, yaratılışı, gereğince insana
acele lâzım gelir.” (21.37-39) Ruh
sabittir, değişmez, halden hale seyir eden nefis ise özündeki ışık nedeniyle,
hareketli, acelecidir. Ruh ve nefsin ortasında, kalpte, ruhun nuru galipse
huzurdadır; kalpte, nefis galipse acelecidir. “Tövbe edip Zat’ında fena
olduktan sonra bağışlanan vücutta bir huzur, sükûnet hissedilir.” (2 Bakara, 248)
Bu kavramlar, ‘Fiil’, ‘Sıfat’ ve ‘Kişilik’
olarak, insanı vuslata götürebilir. İnsanın kişiliği sıfatlarıyla açığa çıkar.
Sıfatları ise fiillerinden anlaşılır. Kuran’da bu kavramlar ‘Efal’, ‘Sıfat’,
‘Zat’ veya ‘Nefis’, Kalp’, ‘Ruh’ makamları olarak anılır. Her makam ise,
‘Tevhidi Efal’, ‘Fena-i Efal’ ve ‘Tecelli-i Efal’ gibi ‘tevhit’, ‘fena’ ve
‘tecelli’ mertebelerine ayrılabilir. İnsanın, genel ve geniş kapsamlı vücuttan,
hatta evren bütünlüğünden, ayrı ve gayrı bir varlığının olamayacağı aşikârdır.
Bu nedenle Zatın tecellisi mertebesinde, kişi zanlarından kurtulur ve aradan
çıkar. Varlığın, Hakk’ın vücudu, sıfatlarla mevsuf olanın, sıfatlananın, Hak ve
fiillerin Hakk’ın yani failin Hak,
olduğu idrak edilmiş olur. Böylece, Zatında fena bulana, Hakkın vücudu
bağışlanır ve kişi huzura kavuşur. Dört Kitabın özeti budur. İnsan, Allah’ı
bilmesi için inşa edilir! (2) Allah
bilindiğinde, ete kemiğe bürünüp isimlerle görünebilir ve “Ene el Hak” ayetini
okuma hakkı kazanabilir. Bilgi ilimden bir parçadır ama uygulama teknoloji
gerektirebilir. Uygulamada Resulün örnek alınması önerilir. Bu nedenle
bilgelerin yolundan gidilebilir. Her daim huzurda olduğunun idrakinde olup
zatında fena bulana Hakkın vücudunun bağışlanacağı müjdelenir.
“O gün melekler ya kahır ya
da lütuf için insan ruhuna iner. Bedenin kahrı ruh, ilim, lütuftur. Bireysel
beden harap olur, o gün, değişmeyen sabit mülk, lütuf ve kahır sıfatlarıyla
sıfatlanan, her şeye istihkakını veren, Rahmanındır. Batıl olan her mülk zail
olmuştur, kimsenin kuvvet ve kudreti yoktur, Rahmanın mülkü zahir olur. Kalp
seması nuru sekine, kalp rahatlığı, bulutu ile yarıldığında ve ‘ruhanî
kuvvetler’ melekleri indiğinde, kalp arşının doruğunda, saltanat, tüm
sıfatlarıyla tecelli eden, Rahmanındır.” (25.25, 26) Bedenin kahrı lütuftur
çünkü kalan ruh, ilim lütuftur; ruhanî kuvvetler, kalp arşına, sıfatlarıyla
tecelli eder.
“Bundan
sonra yapılacak şey içinizdeki Hakka yaslanıp, sabır ile beklemektir. Bu
durumda sabrınız taşsa bile Rabbiniz size melek ve melekeler ile yardımcı
olacaktır. Çıkmış olduğunuz yoldaki zorluklar, mücadelede karşınıza çıkacak
üzüntülere karşı sabır ve ilahi rıza için Allah’a itaat etmeyi, zorluklara
dayanmayı, nefse karşı koymayı gerektirir.” (8.11)
“Ancak,
Hakkın size kuvvet vermesi ve nuru görerek nurlanmak ve size sekine ve bu
isteğin inmesi için, sabır, Hakk’ın emrine karşı gelmemek, menfaat ve ganimete
meyletmemek, nefis korkusundan sakınmak ve nefsin ruh ve kalp sultanını
zorlaması altında kırılması gerekir. Sabır ve onur ruhun sıfatıdır. Hareket ve
acı ise nefsin sıfatıdır. Ruhun gücü kalbe sahip olunca, kalbi nefse karşı
korur. Nurun Zat’ındaki sevgi nuru ile kalp âşık olur ve sükûnete kavuşur. Bu
şekilde kalp, nefis kuvvetlerini yener, nefis sıfatlarının zulümlerini kovar.
Ve nefis de kalbin nuru ile aydınlanır. İşte o zaman rahmet iner ve kalp bu
nurla nefis kuvvetlerini yok ederek ûrûc eder; semanın meleklerine ulaşır ve
tüm meleklerin kuvvetini ve vasıflarını çekip indirir. Meleklerin inmesi,
özellikle, dünyadan tamamen çekilip koparılarak yücelik yönüne tevekkül
edildiğinde ve gazaba uğrandığında yardımcı olmaları içindir. Ancak kalp,
sabırsız davranıp acele eder, bağırıp çağırıp, korkuya yenik düşerse veya
dünyaya meylederse, nefis kalbe galip gelir, kahır ve istila eder, sıfatlarının
zulümleriyle nuru engeller ve o ilişki kopar, yardım da kesilir, melaike de
inmez.” (3,125) (8,11)
“Ve
sen Allah tarafından değerli görüldüğün için senin diğer beşere yardımın ve
onlara feyiz olacak sohbetinin nuru senin namazın olacaktır. Tahkik: senin
büyük hatırın onlara iltifat olacağından onlara feyiz verdiğin nur,
yardımlarının gücü ve sohbetinin bereketi kendilerine sekine inmesine sebep
olur. Kalpleri o nurla rahatlar ve emin olur.
Sekine,
kalpte oluşan bir nurdur, bu nurla kalp, halka döner ve inanç kuvveti bulur.
Şeytanın vesveseleri ve nefsin tahrikleri ve teşviklerinden oluşan acılardan
kurtulur. Çünkü Sekine, nefis ve şeytanın vesveselerini kabul etmez. Allah, onların
yalvarmalarını, günahlarını ve itiraflarını duyar, niyet ve amaçlarını, gizli
kalmış pişmanlıklarını ve üzüntülerini bilir.” (9.103)
“Önce İnsan inşa edilir. İnşa edilen insan, beden ile örtülür, tesettüre
girer. Eskiden ceset olan beden nefsi, artık Ruhun nuru ile aydınlanmıştır.
Bulutun su ve ilimi temsil ettiği gibi, aynı zamanda hayvani ruhu temsil
edebilir. Beden ve ceset maddesinin ilmi idrak edilerek, insani ruh semasına
ulaşılabilir. İnsan ruhu, ilmin kaynağıdır.”
(25.25, 26)
Umarım, özün ışığını ve özün özündeki Hakk’ın
hakikatini, ilmini, idrak edebiliriz!
30032021
(1)
http://necdetaltinay.blogspot.com/2021/03/varolus-renklidir.html
(2)
http://necdetaltinay.blogspot.com/2021/03/dayansmayla-olusum.html
İnsan, cahilden,
cehaletten kaçar, bilmek, öğrenmek,
bilenler ile beraber olmak,
onlarla konuşmak ister. Bilme isteği, bilgisizlikten bilgeliğe
sığınmaktır, Allah’ın âlim ismine sığınmaktır. Bir şeyden kurtulmak için önce
bunu istemek ve gereğini yapmak şarttır.
Daha iyisini isterken, daha iyi
olmayanın da idrakinde olmak gerek. Yani
bir şeyin daha güzeli veya çoğu mümkün olmadıkça eldeki ile yetinilir. Mevcut
ile yetinmek, kanaat etmek daha iyisini aramayı durdurmamalıdır. Çocuklar kendi
aralarında oynarlarken hiçbiri diğerinden sıkılmaz veya halinden şikâyetçi
olmaz. Ancak, çıraklarla veya çocuklarla beraber olmayı isteyip de aralarına
girmiş olan bir büyük, üstat, zamanı gelince ayrılmayı da bilir. Çocukluğun,
çocukluk olduğunun idraki içindedir ve esas yerinin başka olduğunu, kendisinin
bir büyük olduğunun bilinci içindedir. Sürekli çocuklarla birlikte kalması ve
çocukluk, çıraklık etmesi kendisine ve büyüklüğüne zarar verir. Halkın arasına
girmek, halk ile halk olmak, onlardan biri gibi davranmak, sıradan bir insan
gibi olmak, yetişmiş, olgun bir insan için de mümkündür. Samimiyetle
talebelerinin arasına girmiş olan bir öğretmen,
fazla kaldığında, laubalilikle
karşılaşabilir. Buna sebep olmamak için
her an diğerlerinde olmayan
“Öğretmenlik” sıfatına sığınabilir. Cahil ile arkadaşlık edip ona yardım etmeye
çalışan bilge kişi bir süre sonra cehalet karanlığından bilgeliğin aydınlığına
çıkar. Bedensel zevklere meyli olan bir
kalbin bunlara dalıp gitmesi, sonuçta zararlı olacak beden gecesinde kalmasını
doğurabilir. Böylece, nefsanî fiiller, efalden, kalbî duygulara, sıfatlara,
geçilir.
Ancak, aklî, ulvî,
uhrevî ve manevî zevklerin derinliğine ve güzelliğine dalmış, bunları zevk etmiş bir kişi, uzadıkça acı vermeye de başlayan bedensel ve dünyevî
zevklerin karanlığından kurtulmaya, ilâhi nurların aydınlığına çıkmaya, bakar.
Bakmaz ise, bu zevklerini kaybettikçe artık ne çıkmak ister ne de
çıkabilir. Daha iyi olmaya azmetmiş bir
kişi, o yönde iradesini kullanmaya kasteder, azmeder, ancak, daha kolay elde edilebilen
zevklere dalarsa, nefsine uyarsa, azim ve iradesini gevşetir, kaybeder, hayal ve vehimlere kapılır. Nefsin şerrinden, mananın yüceliğine
sığınmasını, kaçmasını bilmeli, bunun kendisi için iyi olmayacağının idrakine
varmalı. Dünyada daha çok şeye sahip olma, yeme içme, şehvet gibi nefsanî
zevklerin verdiği huzur ve mutluluk eğer kalpte yerleşirse kalp artık ilmin
aydınlığından, “İlahi nurun doğuşu” zevklerinden mahrum kalır.
Özet olarak, “Zat güneşinin doğuşundan önce oluşan, sıfat tecellisi nurunun,
aydınlığının, gerçekleşmesi için, beden-vücut gecesinin şerrinden”; “Daha
iyi-doğru-güzele gitmek için gösterilen azim ve iradeye, bedensel zevklerin
vereceği hayal ve kuruntuların şerrinden”; “Kalbî ve bedensel yaşamın sağlıklı
yürütülmesine zarar veren, nefsin şerrinden” korunmalıdır. Kalp, Beden, Nefis üçlüsünün uyumu bir
ihtiyaçtır! (113 Felak S.)
Bilgi, ilim, insanın kaybıdır bulup almalı. Gece, insan, nefsine uyar,
karanlık ve uyku, insanın gaflete düşme halidir. Gaflete düşmezse eğer
uyanıktır, aydınlıktır. Bir yerde, bir kişide akıl var, ortamda da ilim var ise
bu ateş ve barut var demektir patlama kaçınılmazdır.
Bu patlama “Big Bang”ten de büyük olabilir. Birinde var olunur, diğerinde
Yaradan kalır! Bedensel, maddî âlemde, fail ve kalbî duygularla sıfatlanan,
mevsuf, Haktır!
“Siz O’na ve elçisine itaat edin.
Sözünü duyup yüz çevirmeyin. Duymak anlamayı, anlamak uygulamayı
gerektirir. Sadıksanız, gayret, azim gösterin. Hayvandan da beter, duymadıkları hâlde dava edenlerden, sağır ve dilsizlerden olmayın.
Yerdegezenlerin en kötüsü sağır ve dilsiz olanlardır. Yaradılışlarında olan
duyup, anlama, basar ve uygulama yeteneklerini köreltmemiş
olsalardı bunları yaparlardı. Körelme nedeniyle, çabuk yüz çevirenlerde, anlayış ve irade olmaz, hikmet, bunların
göğsünde debelenir, tereddüt eder. Kalpleri, hakikati, huzur ve sükûn içinde
karşılayamaz; hakikati işitip,
anlayıp, kabul edip, basiretle görüp uygulayamazlar. Henüz görmeden, gaibe iman edenler, Hak görünmeden, hakikat bilgisinin
doğruluğuna inananlar, O’na ve elçisine uyunuz, duyduklarınızı uygulayınız.” (8
Enfal, 20)
“İnsan, böylece, esfel-i
safilinden yani maddenin çukurundan,
açılan temelden, ana
rahminden, arş-ı alaya yücelir. ‘İnsanlık ilmi, Allah’ın ilmiyle bağlantılıdır’ denebilir. İnsan, kuvvet ve kudretini, maddeye ve bedene hükmetme iradesini doğrudan
Hak’tan, gaip âleminden, alıyor olabilir. İnsan, onun ilmi ile âlim, vücudu ile mevcut, nefsi ile kaim yani ayakta, hayatı ile hay,
diri, kuvvetiyle kuvvetli ve hükmü ile iradelidir. Fıtratı gereğince, her
nefsin kudret âleminden kuvveti ve onu terbiye eden hükümdarlık âleminden gelen
iradesi vardır.
Kudret ve kuvveti, ilim ve nurdan, aklıyla ilmin idrakinden gelir. Hükmü yerine getirme, uygulama azim ve iradesini ise hükümdarlık
âleminden, zaman içinde, yerine ve zamanına göre, gerektikçe, yardım olarak,
alır.” (50 Kaaf, 21)
Akıl, bir tek iş yapar, o da bilgi alıp işlemesidir. Ortam da tam bu işe hazırdır.
Ortam zaten ilmin uygulanmış halidir. Akıl yuvarlansa ilmin üzerinde yuvarlanır.
Evvelinden ahirine olan da bu, olacak olan da. Başka ne beklenir ki? İnsan var,
insanda arayış var, akıl var, ataleti bozmak yeterli. İnsan, insanı okuyunca,
ayet okunur. İnsanın, bilgili, azimli ve uyanık olması yeterlidir. Her okunan
ayetin doğruluğu, âlemde ve Âdem’de yeri bulunarak, kanıtlanabilir. İnsanın,
hiçbir gayreti boşa gitmez, hak ettiği tam olarak, Hakça verilir.
Umarım, bizim gayretimiz de, vücudu ile mevcut olduğumuzun idrakine
yeterli olur!
08042021
Ateş varsa, ışık ve sıcaklık vardır. Isı, enerji, varsa ateş vardır,
sıcaklık ve ışığını ölçerken, kaç mumluk ışık olduğu ölçülürken, J/s=watt,
(joule per second), ısı ile ölçülmüş olur. (1) Ateşin ısı, ışık ve sıcaklığı, açığa çıkan enerjisi, yananın
ve yangının çeşidine göre çok farklıdır. İnsanın bedensel yangını ile içinin
yanması; eşyanın yanması ile eşyanın oluşumu için gereken yanış, çok farklıdır.
Güneşteki yanma ve sıcaklık, altın ve demir madenleriyle birlikte güneş
sisteminin oluşumu için gereken, bir süpernovanın yanma ve sıcaklığının yanında
sönük kalır. Önce, sıcaklığı sonsuz olan yanma vardı. Sıcaklık ve hareket
özdeştir, birbirlerinin kaynağıdır. Su ısıtılırsa yani enerji verilirse
hareketlenir, sürtünme hareketi yani enerji harcanması da sıcaklığı artırır.
Potansiyel varsa açığa çıkar.
Bir hadise göre “Kişi sevdiği ile haşir olunur, kıyametten sonra onunla
dirilir, ağacın çekirdekten çıkışına benzer.” Bunun nedeni, insan kalbinin,
muhabbet ettiği şeyin suretinde şekillenecek kadar o şeyin, nefsine
kazınmasıdır. Kalpten sevilen kişi, insanın dünyasını doldurur. Ateşin
harareti, yanmanın maddi mi manevi mi olduğuna bağlıdır. Cismanî kuvvetler çok
sınırlı oysa ruhanî kuvvetler sınırsızdır; ruhanî ateşin elemi, cismanî ateşin
eleminden hem daha sürekli hem de daha şiddetli olur. Bu nedenle, «Cehennem ateşi,
yetmiş defa su ile yıkandıktan sonra
faydalanmak için dünyaya indirildi» denir. “O ateş, dinden mahcup olanlar, kâfirler, için ihzar olunmuştur.”
(2 Bakara, 24)
“Kişi
kendini bilince, yapısı değişir, olgunlaşmak üzere başkalaşım gerçekleşir. Bu ilk yapının çöküşü, harap olması ve
göçüşüdür. Yapı taşlarının aslının olmayışının, zan oluşunun, idraki, külli
idrake ve ilahi aşka götürür. Bu
durum, haviye, göçmeye, göçük oluşumuna ve göçükte ilahi aşk ateşinin
yanmasına; asar ateşine, eserler yaratan yanışa ve yeniden
diriltilmeye gider.” (2.259) Bir kişi potansiyeli ne ise onu açığa çıkarır,
uygular. Kişinin kendini bilmesi, zanlarından kurtulmasıdır. Sonsuz ve sınırsız
‘Ruhani Kuvvetlerin’ gücünü idrak edince, bunların elektromanyetik enerji şeklinde
ortaya çıkabileceğini görebilir. Nefsanî ve kalbi duyguların kaynağında ruhani
kuvvetlerin olduğu anlaşılır.
“Beş duyu ile gazap ve şehvet olarak bilinen iki nefsanî kuvvete,
hakikatleri bilinmediği için, ‘yedi gaip’ denir. Bilinmeyen yedi gaip, geceyi
temsil eder. Vücut, hayat,
ilim, irade, semi,
işitme, basar, görme, kudret ve kelamdan ibaret sekiz sıfat,
gündüzü temsil eder. İnsanların, bu yedi
gece ve sekiz sıfat rüzgârlarıyla, zahir ve batınlarına etki edilir, kökleri
kurutulur, hatta katledilir. Kendi nefisleriyle ayakta olduklarını ve
yaşadıklarını düşünenlerin hayatları olmayan ölüler olduğu görülür. İçi boş
hurma kütükleri gibi şeklen kuvvetli fakat hayatları ve manaları yoktur, birer
haviye, göçüktürler, hakiki vücutları ve değer verilecek anlamları yoktur.
İlahi aşk ve şevk ateşi olmadan göçüktekiler yanamaz, şiddetli soğuk ve nefsanî
heves rüzgârlarıyla helak olurlar.” (69 Hakka, 5-7) İlahi, ruhani kuvvetlerin
suyla yıkanmış hali, elektromanyetik kuvvetler olarak bilinir.
Bu kuvvetler, Higgs Bozonu içinde toplanarak maddeyi ve bedeni oluşturur.
Yedi Gaip kuvvetler bunlardan oluşur. Bu kuvvetler, ruhani yani ilahi aşk ateşi
olmadan yanamaz.
“İzdiham eden kuvvetler, gölgeleşip cisimleşir. Kütlenin hakikati
bilinirse, kütlenin görünen ışık
enerjisi olduğu idrak edilir. İzafi vücut, ‘Mutlak Vücudun’ ortaya çıkmış,
görünür, aşikâr olmuş sıfatıdır. Her cisim ışır, ışık saçar, ışınım
halindedir, hakikatini görünür kılar, enerji yayarak yanar.” (25.45) “Nefsin zulmet
gecesi, insanlara libas, elbise kılınmıştır. Bu zulmet, sizi istila ederek, Hakkın zat,
sıfat ve gölgesinin müşahedesinde, sizi setir eder, örter. Siz hakkın
zat, sıfat ve gölgesini müşahede ediyorum diyerek meşgul olur, var olduğunuzu zannedersiniz. Sizi,
hayat ve dünya da, böylece, gaflet uykusunda uyutur. Hadisi şerif:
“Bütün insanlar uykudadır, ölünce intibah eder, pişer, uyanırlar.” Uykudayken,
‘Daimi hakiki hayattan’ gafil olunur.
Kalpleriniz ruh nuruyla hayat bulunca,
his uykusundan sonra, kutsal âlem fezasında, intibah ile intişar eder,
güneş gibi parlayıp, ışık saçıp, dağılıp,
yanarak yaşarsınız.” (25 Furkan, 47) Ölmeden önce ölen, pişer, yanar!
“Birbirinize karşı düşmanlık etmeyiniz. Düşmanlıklar, vücutta, akıl etme
gücü ve vehim, kuruntu, hayal etme gücü arasında oluşur. Uygunluk ve uyumluluk,
lezzet veya menfaat için olursa, bunlardan mahrum kalındığında düşmanlık
başlar. Tevhitten mahcup olduğu ve nefsini sevdiği için her biri günahından
sıyrılmak ister.
Bunlar, arası açık insanların ortasında olan cehennemde, yanarak,
çekişirler.” (50 Kaaf, 28)
Kâmil insan, ruhani kuvvetlerle yanmış, Hakk’ın ruhunun nuru ile
aydınlanmış kişi olarak yanar ve aydınlatır. Süreç aynı süreçtir, her birey bu
sürecin mutlaka bir yerindedir, ama başında ama sonunda. Tasavvuf, gayriyi
yakan ilahi aşk ateşiyle yanıp, yakıcı olmaktır. İnsanın fıtratında, ruhun
nuruyla yanmak vardır. Potansiyel olarak ruhani kuvvetlerin yakıcılığını
hissedebilen insan, maddesel veya bedensel yanışın sönüklüğünü idrak edebilir.
Umarım, biz de ölmeden önce
ölebilir, intibah edip, pişip, intişar edip, yanabiliriz.
28042021
(1)
https://www.khanacademy.org/science/ap-chemistry/thermodynamics-ap/internal-energy-tutorial-ap/a/heat
“Hakiki iman edenlerdenseniz,
müminseniz, kalbinizin iradesiyle, O’na ve resulüne, efal takvası ile yani Allah’ın fiilini görüp
kendi fiillerinden kaçınmakla, itaat ediniz. Ve onlar, Rab’lerine tevekkül ederler.” (8
Enfal, 1-4)
“Gazap, şehvet ve nutuk kuvvetlerinin, rezilliğinden sakınmalı,
faziletlerine dikkat edilmelidir, böylece insanlar eline, beline ve diline
hâkim olmalıdır. Nefsine bağlı kalmaktan ve şehvet kuvvetinin zuhuru
fahişesinden kurtulup, kalbî duygularla dolu kalp evine yüceliş hacda
gereklidir. Gazap, Şehvet ve Nutuk (El-Bel-Dil) olmak üzere bu üç kuvvetle
yapılan her iyi ve kötü işler bilinir ona göre sevap veya günahı yazılır. Ey halis akıl sahipleri, niyet ve
amellerinizde sakının. Çünkü madde kabuğundan ve vehim, kuruntu şaibesinden
halis olan aklın hükmü, sakınmak ve korkmaktır.” (2 Bakara, 197)
“Tevhit ve takvayı, ‘Allah’tan başkasının var olmadığını’, insanlara
haber veriniz. Cemden sonraki fark makamında, vahdet ve kesret konusunda
yanılmaksızın; Zatın Birliği düşünüldüğünde, sıfatın kesreti müşahede edilir.
Melekleri, kalplerini ilimle yani Kuranla ihya ettiği has kullarına, emrinden,
ruhundan, nakşeder, gönderir.
Zatın birliğini beyan edip, ilan edip, ilimden ibaret olan ruhun
tenezzülü, âleme inişi, düşüşü açıklandı. Ruhun inişiyle bir irade gösterildi,
böylece, hakiki sıfatlar âleminin ve meleklerin nasıl var olduğu açıklandı.
Sıfat ve efal âlemleri, isim, cisim ve eylem, hareket, âlemlerinin ortaya
çıkışıdır.
Bunların tümü ise cemadat, nebatat ve hayvanat âlemlerinin oluşumudur.
Kısaca, ilimden ibaret olan ruh,
irade, sıfat ve efal âlemlerinin
ardışık olarak ortaya çıkışı ile âlemler oluşmuştur.” (16 Nahl, 2)
Böylece, ilimden âleme geçişte
irade beyanı olduğu görülür. Burada aklı
zorlayan ilim ile âlem arasının, bilimsel açıdan, nasıl doldurulacağıdır.
Bilimsel olarak kanıtlanan “Vakum ortamında, saniyenin 10-40ında,
yokluk âleminden varlık ortamına, çıkıp, var olup yok olan zerreler” deneyinin
iyi anlaşılması gerekir. “Dinin aslı ve esası tevhit ve takvadır. Takva libası,
elbisesi, Allah’ın sıfatının nurudur. Zira nefis sıfatlarından sakınmak, ancak
Hak sıfatının tecellisiyle olur.” (7.Araf, 26)
“İnsan, bir şeye tabi olursa, ona itaat eder, kulu olur. Dünya, ömrü kısa
olan bir gölgedir, ona tapan gölgenin gölgesi gibidir, tabi olursan
yetişemezsin, terk edersen o sana tabi olur. Gölgenin gölgesinin de gölgesi
yoktur, o kişinin zatı yoktur, bu nedenle mülk ve kudreti de yoktur. Allah'ın
gayrine muhabbet ve iltifat etmezse, rızkını ziyade edip, onun sıfatını mahıv
ile «sıfatımızı ona veririz.» Ve lezzetimizden ilim talim eder ve
kudretimizle onu kadir kılarız. Hadisi kutside, “Kulum bana takva ile yakınlaşırsa
ben o kulu severim, sevdiğim vakit;
işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu
eli, ben olurum” buyurmuştur. Rızık
verdiğimiz kimse; ilim ve hikmet gibi «batın nimetlerden» gizlice; yiyecek ve
içecekler gibi «zahir nimetlerden» de apaçık infak eder, tüketir. Müşrik,
doğuştan dilsiz gibidir. Dilsiz insanın
konuşma yeteneğinin doğuştan olmaması gibi şirk koşan da istidadında akıl ve
idrakten yoksundur.
İnsan ilahi vücudun aracı, hazretinin, var oluşunun, vekilidir. Akla hizmet edene dünya da hizmet eder,
dünyaya hizmet edene dünya da engel çıkarır.
Akıl nefse hâkim olmalı, nefis akla değil. Akıl da kalbin sesini
dinlemelidir.” (16 Nahl, 75, 76)
“Ve sır makamında olan nazarî akıl Davut'unu ve sadır makamında olan
amelî akıl Süleyman’ını hatırla! Davut ve Süleyman’a biz hikmet ve ilim verdik.
«Hikmet-i nazariye ve ameliye» ve «keşif ve muamele» her ikisi, kemali talepte birbirine uyum
gösterir. Takvadan zırh yapmak için Davut’a zırh yapma sanatını öğrettik. Takva
ne kadar güzel, kuvvetli ve metin bir zırhtır.” (21 Enbiya, 78-83)
“Takvanın tüm mertebelerini
geçenler takvada kâmil olurlar. Önce efallerinden sonra sıfatlarından ve
zatlarından sakınırlar. Kamil takva sahipleri, Allah’a ve kullarına dostturlar,
muhabbetleri bakidir. Takvanızın mertebelerini Allah bilicidir.” (49 Hucurat,
13) “İman, Bâtıni ve kalbîdir, İslam ise zahiri ve bedenîdir. Hakiki iman, şek
ve şüpheden arınmış kalpte sabitleşen ve kararlaşan yakınlaşmadır.” (49.15) “Takvanın
evvel mertebesi, haramlardan sakınmak,
ahir mertebesi, benlik ve ikilikten sakınmak olduğu gibi tövbenin de
evveli günahlardan rücû, ahiri de vücut
günahından rücûdur.” (66 Tahrim, 7,8)
“Marifet mahalli ve Rahman'ın arşı olan kalbin vücudu, ancak ruh nurunun
ve nefis zulmetinin uyumlu karışımı ile olur.
Kalp, ruh ve nefsin toplam
karışımından doğmuş bir mevcuttur.”
“Nefsin bedenselliği olmasa kalpte manalar anlaşılıp zapt olunmaz.
Nitekim ruh makamında yalnız safa ve nurluluktan, manalar, zapt ve beyan olunamaz. Ruh, kalp,
nefis bir hakikattir. Beden, hayvani ruh ve hayvanî kuvvetlerin cümlesine nefis
denilir. Bu nedenle nefsin takvası insanlara farz olmuştur.” (91 Şems, 4-8)
Cemadat, nebatat ve hayvanat takvanın kâmil ve mükemmel durumunu yaşar.
Yalnız insana, Gazap, Şehvet ve Nutuk kuvvetlerinin tümü verilmiş ve seçim
yapma hakkı tanınmıştır. Bu hak, ya inanan olarak Hak için veya inanmayan
olarak Halk için kullanılır. Halk aynen Hak’tır. Takva, yalnız insana farz
kılınmıştır. İnsan, ya Allah’ın kulu ya da toplumun bir ferdi olarak ahlak
sahibi olur, iki halde de şirk ve bencilliğinden vazgeçer!
Umarım, biz de takvayı idrak eder, şirk koşmadan Allah’a teslim
olabiliriz.
12052021
Her şey ve herkes, bir diğerinden farklılaşarak belirginleşen, ortaya
çıkan bir ilimdir. S. Hawking’e göre her şey, ilminin deposudur. (1) İnsanın kendini bilmesi, kabul etmesi, rıza gösterip razı olarak,
ilmine itaat edip tabi olması, tevhit ve takvanın uygulamasıdır, salâttır,
namazdır. İlmin, bilinen kısmı bilim! Her şey, ilmine uygundur! Her şeyin
ardında, ilim vardır! Beden, ruhun zahiridir, ikinci, açığa çıkmış, halidir;
ruh da bedenin batınıdır, ilk, gizli halidir!
Madde, ilmin uygulanmış, görünür halidir. (2) Halk, aynen Hak’tır!
“İbadetle aranan, baki kalp saadetini, nefsanî saadetlere tercih
etmektir. Namaz, nefse ve bedene zorlu bir yüktür. Nefis için mal vermek, can
vermekten şiddetlidir!” (2 Bakara, 3) “Rab'lerini talep eden, kalp huzuru,
ruhun Şuhut’u, uyanıklığı ile sırra yönelir. İbadeti Rab'lerine tahsis eden
vahdet, sır ehli, vasıl ve kâmiller, ibadetleriyle, cennet veya sevap değil
ezeli muhabbetle zat-ı ilâhiyi murat ederler.” (6 Enam, 52)
“İnsan, bedeni vardır ama yalnız beden değildir, nefsanî duyguları vardır
ama hayvan değildir, kalbinin huzurlu olmasını ister, ruhunun, ilminin gereğini
idrak eder. Terakkide, ‘her düzeyin ilminin idraki o düzeyin namazıdır’. Nefsin
Rıza, Yatsı Namazını; Kalbin Huzur,
Sabah Namazı izler. Nefsini,
kalbinin sesini dinlemeye ikna eden, hakikatin sır bilgilerini almayı hak eder.
Böylece Sırra Erme, Akşam Namazı kılınır.”
“Benlik ve bencillik yok edilip, hakikat güneşinin batıdan doğuşu
sağlanarak, yüceliş yolunda, Ruhun Şuhut, uyanıklık, İkindi Namazı eda
edilebilir. Hakkın ruhuyla dirilerek, ledün, hakikat ilminin idraki zevkiyle
Şükür, Öğle, Gizlinin Keşfi, Hafa Namazı kılınır. Hakikat güneşinin istivasında,
en tepe noktasında, kul ve namaz yoktur, Cuma hariç. Kuran ile Furkan: Var olan
her şeyin, eşyanın ardında akıl ile bilinecek bir ilmin olduğunu içeren Kuran’ın
bildirilişi ve bu ilmin nasıl uygulandığının Furkan olarak indirilişi
nedeniyle; ilim ve amel, ilim ve uygulamanın, ayrıntılarını idrak ederek,
mutlak salât, mutlak namazı, yerine getir;
ilim ile uygulama arasını birleştir. Her ilim için bir salât vardır.”
(17 Isra, 78; 29 Ankebut, 45) Teori-pratik, ilim-amel, ilim-uygulama,
teknoloji-uygulama arasındaki fark gibi namazlar da bedensel veya ruhsaldır.
Maddeye ve doğaya ilişkin ilimler doğa koşullarına uyum göstermek ve temel
ihtiyaçları karşılamak için geliştirilir.
Konunun daha kolay anlaşılabilmesi için oluşan ilk koşullara gidilmesi
yararlı olur. Yokluktan veya hiçlikten var olan, meydana çıkan, her en küçük
parçacıkta dahi bir özellik vardır. Her şey özelliklerinin toplamıdır,
kendisidir. Parçacığın, artı veya eksi elektrikle yüklü oluşu ve yükün miktarı,
ilk oluşum anında belirlenir. Önceden
belirlenmiş bulunan özellik, bilgi veya
ilim, parçacığın davranışını belirler.
Örneğin, yanıcı olan hidrojenin
ve yakıcı olan oksijenin birleşerek söndürücü özelliği olan su oluşturması,
içlerinde önceden belirlenmiş davranış biçimine uygundur. Parçacık, ilminin
aynıdır, ilmine tabidir ve ona itaat eder.
İnsanlığın gelişiminde, doğanın en çetin koşullarına uyum gösterildiği
apaçıktır. ‘Uyum gösterme yeteneği’, ‘evrim yasaları’ olarak bilinir. Tek
hücreden çok hücreye gelinmesinin temelinde ‘yazılım’ olduğu kanıtlanmıştır. Hayat,
madde veya donanım değil, yazılım temellidir; hayat, maddeyi, eşyayı kullanım
iradesidir; eşya, iradeye itaat eder.
Donanımın yazılıma tabi olması hayatı,
canlılığı, ortaya çıkarmıştır. DNA’da yer alan kütle ve madde,
kendilerine yüklenen bilgiye, içlerinde var olan özelliklerle itaat edince canlılık
oluşur. İlkel, ilk el, denebilecek bilgilerin birikimi, tek hücrenin içinde
canlılığı geliştirerek çeşitlendirmiştir. Bilinçteki her gelişim DNA’yı
değiştirir. Yazılımın ilk halinde dahi, bir gelişim potansiyeli vardır. Bilgi
birikimleri, hücrenin içinde çok çeşitli işlevleri yürütebilecek, protein, RNA
gibi organımsı parça, organel, oluşmasına yol açar. Hücrenin içindeki parçalar
arasında gelişen eşgüdüm ve işbirliği, tek hücrenin bölünmesinden öteye, iki
veya daha çok hücrenin eşgüdüm ve işbirliğine yol açmıştır. Böylece tek
hücreden çok hücreli hayat doğabilir. Bütün bunlar maddenin, ilme, iradeye,
itaatinin sonuçlarıdır. Kısaca denebilir ki insan, bilgilerden oluşan, bilimsel olarak
uygulanmış ilimdir. Bilgiler ilme tabi olduğu kadar, ilim de maluma, bilgilerin
kaynağına, tabidir ve etkileşim içindedir. Bu nedenle, her insan kendine özgü
bir ilimdir. Bilim insanlarınca kanıtlanan ‘elektron ve moleküllerin etkileşim
içinde oldukları’ gerçeği bu kapsamda
düşünülebilir.
“Fıtrat eliyle Allah’ın kendilerine vermiş olduğu akıl kitabı Kuran ilmi,
uygulama amacıyla izhar edilmeli, ortaya çıkarılıp okunmalıdır. Bu fıtrata
kazılı ilmin zuhuru zamanında, ortaya
çıkarılıp uygulandığı zaman, ‘kalp
huzuru’ namazı kılınmalıdır. İlmin,
bu şekilde fıtrata konulmuş olduğu idrakiyle, uygulanması, kalp huzuru
namazının kılınması demektir. Kendilerine ilmin sıfatları verilenler, bunlarla
amel edip, ilmi uygulamaları halinde, efalin terki ile infak eden, nafaka veren
kimseler, kendi efal ve sıfatlarını Hakk’ın efal ve sıfatlarıyla ticaret etmiş
olurlar.” (35 Fatır, 29)
“Vahdet nurunun tecellisi ile davet edilenler, davet edildiği zaman,
fıtratları gereğince, safça icabet ederler ve müşahede namazını kılarlar.
Davete uymalarının kendi iradelerinde olmadığını ve kendi akıllarıyla
perdelenmiş olmadıklarını idrak etmektedirler. O’nun her an bir şe’nde, her şey
ile bir şe’nde ve ona bir nazarı olduğunu,
onda bir sırrı olup o şe’niyet ve sırrın başkası için olmadığını
bilirler. Her şey o şeye özgü bir nazar olduğu için vardır. Herkes, kendisine
özgü bir nazar olduğu için vardır, bunun idrakinde olanlar bu sırrın başkası
için olmadığını bilirler. Bilenler için davete uyarak rızıklaşmak, infak etmek,
Allah için tüketim, kapsamındadır.” (42 Şura, 38)
Umarım, biz de, bizde zahir olan Furkan’ın Kuran’ını, ilmin iradesini,
idrak edebiliriz.
(1)
The Economist, “S. Hawking's answer to
a paradox”, Aug 26th 2015, BY D.J.P.
(2)
https://necdetaltinay.blogspot.com/2016/12/bilginin-evrenselligi.html
Söz, ruhtan, kalpten gelir, dilden çıkar,
Canandan gelir, ruh arınır, kalbi yıkar,
Sözün hâkimi iken, çıkınca seni bağlar,
Doğrusu gönlü sarar, güzeli kalbi
dağlar.
Aranır, bulunur, İlahi İrade Kanunları,
Açıklanır, görülüp, uygulanır sonuçları.
Görünmez bağlardır kanunlar, Haktan,
Hakka götürürler, kalpten geçip, ruhtan.
Aklını kullanır, çok düşünürler,
Yarenler,
Üstatları ve Kitapları var, hepsi
kardeşler,
Geride kalmaz kimse, ikna edilir
bireyler,
Çoğunluk yetmez, oy birliğine
görüşürler.
Her yer ve zamanda Hak görünür temeli,
Görmüyorsan eğer ihtiyacın, ara rehberi.
Her kanun, senden, Allah’a giden yoldur,
Tut birini görürsün yolun yolcusu
boldur.
Kimse demedi yarenler kendileri bağladı,
Kendilerini bağlayıp, yüreklerini
dağladı,
Yeri geldi İbrahim üstat, yürekten
ağladı,
Hepimizin bu gruba bağlanmasını sağladı.
Grup bazen çok azaldı bazen çok çağladı,
Gençler dağıttı Ali Oktay Cever
toparladı,
Zordu işi, ama Yüksel Önür birliği
sağladı,
İlahi İrade Kanunları yüzü aştı bizi
ağarttı.
Kimsenin özel kuvveti ve kudreti,
yoktur,
Tüm eşyanın kaynağı, levha-i yokluktur.
Hakkın görünür halidir ilimle, eşya
yoktan,
Necdet, tevhitte Hak görünsün geç
çoktan.
20062021
A.O.Cever Üstadın katkısı:
“Yarenler”
denilen kutsal emanet,
İhya etti onu,
sevgili Necdet.
Bizlere
İbrahim Türker’den kaldı,
Sağ kaldıkça ona,
ederiz hizmet.
Düşülmüşken cehalet girdabına,
Akıl, fikir dalarsa dünyaya,
Unutulursa rabbe hamt,
Hakka arif olamazsın.
Dünya mülküne çok taparsan,
Fani olanı baki sanırsan,
Hak’tan her daim uzaklaşırsan,
Hakka arif olamazsın.
Ben bilirim, ben yaparım dersen,
Güç kuvvet senin zannedersen,
Allah’tan hiç utanmazsan,
Hakka arif olamazsın.
Mürşidin sözü Hak bilinince,
Hakk’ın zikri duyulunca,
Gaflet uykusundan uyanınca,
Hakka arif olunur.
Allah’ın çağrısı, mütekellimden duyulur,
Hak sana bakar, görünen Hak olur,
Dost sendedir, bilen, bilinen Dosttur,
Hakka arif olunur.
Ölmeden önce ölürsün,
Hakikat güneşini görürsün,
Ahret âlemine geçersin,
Hakka arif olursun.
Fenafillâhtan geçilir,
Vücut Zat’ın denilir,
Bekabillaha erişilir,
Hakka arif olunur.
Hazret mertebesi bilinir,
Sıfat Allah’ındır denilir,
Muhammedî gömlek giyilir,
Hakka arif olunur.
Halk ve Hak belirlenir,
Tenzih tespih tevhit edilir,
Var olan Allah’tır denilir,
Hakka arif olunur.
Vahdet deryasına dalınır,
Âdem olup rızaya erişilir,
Ehadiyet zevk edilir,
Hakka arif olunur.
Her işin, bir
başı, sonu ve amacı vardır,
Kapsamı geniş,
içeriği bol, kapısı dardır.
İstemek, talep,
yetmez, ‘rıza’ kapısıdır,
Eşiği yüksek,
benlikten geçiş, kasıtlıdır.
Olay, eylem ve
oluşumlardan başlanır,
Hareketin aslı,
esası, özü, kuvvetlerdir,
İten, çeken,
etkileşen kuvvet sahiplidir,
Bilimsel özellik
sahibi zerreler ilimseldir.
İlmi hal de denir,
ilimdir uygulanan hep,
Zerre, ilmin
görünen halidir, hepsi sebep.
Nasıl olduğuna
gelince, sıfatıdır saptanır,
Akıl mantıkla,
sıfatlanan kim, hesaplanır.
Levhadan gelip,
ortaya çıkılır, kanıtlanır,
Kuvvet, izdihamla,
maddeleşir ispatlanır.
Geri dönüşü,
maddeden soyunarak olur,
Bir; aynalarla ve
yansımalarla, çok olur.
İş, işlem, fiil ve
sıfatlarını müşahede et,
Tüm mevcudat bir
Vücut’tandır, keşfet.
Gayrisi yok, vücut
bir ise, hakikat birdir,
Yer ve zamanda,
görünen Hak, hakikattir.
Nerde ne zaman kim
ne demiş denemez,
‘Kimden ne denmiş’
hakikattir, geçilemez.
Tevhit budur ve bu
tevhittir, tasavvuftur,
‘Ben derim ki’
diyemeyen, mutasavvıftır.
Resul, evvelini
özetlemiş, dönüş Resuledir,
Bir ve tektir bu
yol, erenler resule ermiştir.
Necdet, kendini
bilen resule erer, Rabbidir,
Çokluk neymiş,
görünen Rab bil Âlemindir!
03072021
Kutsal
mesajlar, akılsıza değil, ‘Düşünen Akıl Sahibi Olgun İnsanlar’ içindir.
Olgunlaşması için gereken her şey, yazılım ve donanım olarak, her insana
verilmiştir. İnsana verilmiş, ihsan edilmiş, ‘insana özgü gen ve konuşma
kemiği’ temeline dayanan, akıl etme, konuşma ve düşünme yetenekleri olgunlaşmak
için yeterlidir. Çevresini tam anlayan ve çevresini tamamlayan insan, kendini
bilerek, nereden gelip nereye gittiğini bulabilir. Kadim zamanlardan beri,
dünyanın her köşesinde, yaşamış olan hemen her topluma, ‘tevhit’ fikri
aşılanmıştır. Son peygamber olarak gönderilen Resul, kendinden önce gönderilen
kutsal mesajları özetlemiş ve düzenlemiştir. Her defasında yanlış anlamaları
düzelten yeni mesajlar gönderilerek doğru yolun açıklanmaya çalışıldığı
apaçıktır.
Bilim
insanları, filozoflar, din adamları ve peygamberler, ayrım yapılmadan, ‘Düşünen
Akıl Sahibi Olgun İnsanlar’ olarak, ihsan edilmiş yetenekleri iyi
kullananlardır. Yer ve zaman ayrımı gözetmeksizin, kimin nerede ne zaman ne dediğine
bakılmaz. Tevhit ilminin gereği olarak, ‘Gayrisi Olamayacağına Göre’, ‘Kimden,
ne zaman, nerede, ne dendiği’ sorgulanabilir. Daima söyleyen, yalnız ve sadece,
Haktır, söylenen hakikattir ama anlaşılan yanlış olabilir. Her insan çevresini
okur ve anlar. Evreni okuyanlar arasında, bilim insanı veya din adamı gibi
ayırım yapılamaz. Herkes aynı yetenekleri, çevresini tanımak ve bilmek için
aynı amaçla kullanır. İlk emir ‘oku’, kendini veya evreni oku anlamındadır.
‘Düşünen
Akıl Sahibi Olgun İnsanlara’ gelişimleri sürecinde, sezgi, ilham veya vahiy
gibi her ne geliyorsa aynı kalp veya ruhtan gelir, aynı yazılım ve donanım
kullanılır.
Ne bilim
insanına ne de din adamına diğerini ‘ötekileştirmek’ yakışır. Her zerrenin veya
atomun temelinde aynı ‘Kuvvet’ vardır ve kuvvetin sahibi bellidir. Bilime göre
kuvvetler ‘toplanarak’ kütle kazanır ve maddeleşir. Kutsal mesajlara göre de
kuvvetler ‘izdiham’ ederek bedenleşir ve cesetleşir yani temessül ve tecessüm
ederler. Her şeyin temelinde Haktan ve hakikatten, Hakkın hakikatinden,
genelden özele, rahmandan rahimsiye, deryadan damlaya bir açılım söz konusudur.
Evrenin oluşum ve açılımında bir amaç vardır. Her şey ‘bilinmek sevildiği’ için
var olmuştur. Bilen insan, bilinen Hak ve Hakkın hakikatidir.
Bugün,
bilimin keşfettiği yani özelliklerinin bilindiği iddia edilen zerreler bile
gözlemlendiğinde, davranışlarındaki titreşimlerle, etkileme ve etkilenme,
etkileşimlerinin ne olduğu bilinirse de neden öyle olduğu bilinemez. Vakum
ortamında, saniyenin 10-40ında, var olup yok olan elektron-pozitron
çiftinin elektronunun elektrik yükünün daima sabit oluşunun nedeni, henüz,
bilinmez. Pozitron ile elektron arasında bir ‘boşluk denizi’ veya ‘olasılıklar
denizi boşluğu’ olduğu iyi bilinir. Elektrona yaklaştıkça elektrik yükünün arttığı
uzaklaştıkça da bu yükün azaldığı iyi bilinir. Atom çekirdeklerinin etrafında
dönen, enerji hatlarında trenler gibi atomdan atoma koşup enerji aktarımını
gerçekleştiren elektronların elektrik yükü sabittir. Biraz az veya çok olması
halinde atomların birleşemeyeceği apaçıktır.
Bu tür
gerçekler üzerinde inşa edilmiş olan ‘yerler ve gökler’ içinde, yaşama uygun
koşulların var oluşu düşündürücüdür. Yaşam için ‘olmazsa olmaz’ olan çok sayıda
koşul aynı anda mevcuttur. Zerreler ve koşullar düzeyindeki mucizevî
gerçeklerin üstüne canlılığın ‘maddesel olmadığı’, ‘yazılımsal olduğu’ gerçeği
de iyi bilinmektedir.
Tüm
canlılarda, metabolizma, gelişim organizasyonu ve çoğalma süreçleri aynı anda
var olmalıdır. Bu karakteristik özellikler, maddeye hükmeden bir iradeyi
gerekli kılmaktadır.
Atamızın
dediği gibi insan ve insanlığın gelişimi ve olgunlaşma süreçleri paraleldir.
Yaratıcı, insanlığın çocukluk ve gençlik çağlarında dolaylı yani peygamberler
aracılığı ile kullarına hitap etmeyi seçmiştir. İnsanlığın olgunlaşma çağında
ise doğrudan içsel temas ile hitap edebileceği için peygamberlik sürecini sona
erdirmiştir. Son kutsal mesajların bütünlüğü olgun insana ‘vuslat’ için yol
gösterme mahiyetindedir. Aşamalar veya mertebeler halinde Hak ve hakikate nasıl
ulaşılabileceğine ışık tutulur, yol gösterilir.
Fethiye’den
Tekirdağ’a beni ziyarete gelen Ezgin Tan kardeşten, son aldığım bir bilgiye
göre arılar her sabah ilk uçuşlarında önce çevreyi keşfeder ve o gün içinde
hangi tür çiçeklerden bal alacağına sanki karar verirlermiş. İlk çiçek hangisi
ise akşama kadar aynı tip çiçeklerden bal alırlarmış. Böylece hem en uygun
döllenmeye hem de balın kalitesine katkı sağlanmış olabilir. Arıların böyle
davranması ne kadar bireysel ise aynı zamanda o kadar da koloni, toplum ve
evrenseldir. Önce okyanusların ‘tek organizma’ olabileceği konusunda
araştırmalar olumlu sonuçlandı. Sonra tüm galaksilerin bir ‘Bağlantısal
Bütünsellik’ içinde oldukları kanıtlandı. ‘İnsan ve Yaşam Bilinçlerinin’ evrensel bütünselliğin bir parçası olduğu da
görüldü. Hatta son küresel virüs salgını, dünyanın ‘olgunlaşmamış insanların
keyfine’ bırakılmadığını gösteriyor olabilir. Kozmik bilinç iş başında
olabilir!
Kendini
bilen olgun bir insanın, Hakkın fiil, sıfat ve vücudunu, kendisine bağışlanma amacına
uygun olarak kullanacağı düşünülebilir. Kendini, Hakkı ve Hakkın hakikatini
bilen olgun kişinin, çevresel ve evrensel düzeyde, hiçbir kişi veya eşyaya,
zarar vermeyeceği açıktır. Yaygın bir anlayış ve hoşgörü içinde bakışla, sevgi,
sohbet ve muhabbet ortamının yaratılabileceği düşünülebilir. Hiç kimse veya
hiçbir şey bir ıssız ada değildir. Her şey ve herkes 1 görünür ama milyonda
veya milyarda 1 olduğu da bir gerçektir. Görünen, görenin görüntüsüdür. Her
görünen tevhit ilmi açısından ‘cemalidir’, tecellisi olarak celali de olabilir.
Abdi Hu! Hakkın abidesi, büstü! Onun kuvvetlerini alır, hareket eder,
sıfatlarını kuşanır, vücuduyla mevcut olarak boy gösterir! Uygun koşulların
oluştuğu ortamda en uygun şeyler olur, olay ve eylemler gerçekleşir. Her şey ve
herkes varlığını Haktan, hakkını, hakça almasına borçludur.
Kendini,
potansiyelini, gerçekleştiren kişi, varoluşunun amacını gerçekleştirmiştir.
İnsan, insan olmasını bilmeli, kendi nefsini, rabbini bilebilmeli,
olgunlaşmalıdır. Açılımları evrensel, davranışları küresel, karakteri
toplumsal, hareketleri bireysel olmalıdır. Kullanacağı güç ve kudretin hakkını
verebilmelidir.
Umarım, biz
de kullandığımız her birim enerjiyi, Hakk’ını idrak ederek kullanırız!
07072021
Bu üç kelime aslında üç kavramdır. Kavramların senteziyle
bir gerçeğe, ‘hakikate’, ulaşılabilir. Bilimsel olarak, madde ve manasıyla,
yazılım ve donanımıyla, gözlemlenebilen, anlaşılabilen, bilinebilen tüm evren
bir ve tek varlıktır. İnananlar için ‘Bir ve Tek Varlık’ Allah’tır ve gayrisi
de yoktur. Allah’ı, gayrisi bilemez, Allah ehli ancak Allah’ın ilmiyle
bilebilir. Varlığın var olmasının amacı yaşamdır. Yaşam ise belirli bir amaç
için var edilen, yaratılan, maddeye canlanma iradesi verilerek başlatılan,
canlılığa aittir. Yaşam, maddeye hükmeden irade beyanıdır, ‘maddesel’ değil,
iradî, yazılımsaldır. Canlılığın amacı ise ‘insanın inşasıdır’. İnsan, kendini
bilir ve bildiğini bilir. Özel olarak olgunlaşmak üzere, özelliklerle
donatılmıştır. Kendine özgü konuşma ve bilinç üretme yetenekleriyle, Allah’ı
bilebilmek için teçhiz edilmiştir. İnsan, kendini bilerek, yaşamı ve
Yaradan’ını idrak ederek, kendinden geçmeyi, fani olduğunu anlayıp fena
bularak, baki olana erebilir. “Allah, (bilinmeyi sevdiği için) Kuran’ı
öğreterek, insanı yaratmıştır.”(55 Rahman, 2,3) Kök hücre benzeri, ‘bir şey’
değil, insandan, ‘her şey’ olabilir. İnsan, ‘hiçlik’ sonrası ‘Hepliktir’!
Varlık nedir, var olan nedir, var olmaktan önceki ve
sonraki hali nasıldır soruları, ‘Düşünen Akıl Sahibi’ her insanı meşgul eder.
Maddesel Galaksiler, ‘Bilinen Evrenin’
ortalama %5idir, geriye kalan ise sırasıyla, % 30-35 ve % 60-65 olmak
üzere, ‘Karanlık Madde’ ve ‘Karanlık Enerjidir’. Her durumda, bilinen her şey
‘belirli özellikler’ halinde bilinir.
Her ‘şey’, fiziksel veya kimyasal, belirli yasa ve kurallara uymasıyla
tanımlanır. Her zerrenin farklı bir titreşimi vardır. Her şey, daha önce
‘Malum’ olan bir ilmin ‘Uygulanmış’ halidir. Tez ve antitezler olarak yürütülen
deneyler sayesinde, her alanda geçerli bilimsel yasalar saptanır. Yasalılık
esastır, kaos, karmakarışık anlamında değil ‘ilahî’ düzen, anlaşılması zor,
‘çok karmaşık’ anlamındadır. İnsan, öğrendikçe bilim ve bilimsellik artar, her
şeyin maluma tabi ilme dayandığı açıktır. Varlık, ilmin uygulanmış halidir.
Varlığın esasının ve özünün ilim olduğu, ‘her şeyin, ilminin deposu’ olduğu bilinir. “İlimden de Hakka varılır, bu nedenle ilim
Hakkın gölgesidir.” (25 Furkan, 45-50; 27 Neml, 82)
Yaşayan canlı bir hücrenin, işin en başında, üç özelliğinin birden, aynı
anda, olması gerektiği bilimsel bir gerçektir. Birinci özellik ‘metabolizma’,
organizmanın içindeki yaşamı sürdürme amacıyla bir dizi kimyasal reaksiyonlar
sistemidir. Organizmalar, genellikle, kendi içindeki faaliyetleri yürütmek için
dış enerji kaynaklarına bağımlıdır. Bazı organizmalar, kendi organik
moleküllerini, basit ham maddelerden veya güneş ışığının enerjisiyle sentez
edebilir. İkinci özellik ise ‘Düzenli Gelişim’ özelliği olup çevresinden ne
alacağı, onu nasıl işleyeceği ve çevresine ne vereceği belirlenmiş olmalıdır.
Üçüncü hayati öneme haiz özellik ise ‘Düzenli Çoğalma Sistemi’ özelliğidir.
Canlı bir hücrenin yalnız ve sadece diğer canlı bir hücrenin çoğalması ile elde
edilebileceği, bilimsel açıdan kanıtlanmış olarak, değerlendirilir. Çünkü
herhangi bir organik molekül bile, henüz, laboratuarda sentez edilememiş
durumdadır.
Şekli önemli basit bir molekülün oluşabilmesi için ‘katlanma olasılığı’
10300 olarak saptanmıştır. Oysa dünya değil bilinen evrendeki atom
sayısının 10170 olduğu bilinmektedir. Canlılığın tüm iradesi, DNA Levhalarında yazılıdır.
Bilmek, insan içindir, insana özeldir. İnsan, bilmek için
vardır, bildiği kadar insandır, mesleği ve işi açısından, bildiği gibidir, ne
biliyorsa odur ve o kadardır, usta veya çırak. Bilip olgunlaşması için her şey
kendisine nimet olarak verilmiş, gereken her şey ile teçhiz edilmiş,
donatılmıştır. Verilenlerle insanın, kendini bilmesi ve olgunlaşması beklenir.
Kendini bilen olgun bir kişinin, madde ve manasını, beden ve ruhunu bilmesi,
Hak ile batılı ayırt eden kişi olması beklenir. Araştırmaları sonucunda,
sezgiye ermiş ve ilham alma deneyimleşmiş ve vahiy alma olgunluğuna ermiş
olabilir. Ancak böyle bir olgunlaşmayı gerçekleştirmiş kişiler, kutsal
mesajlara muhatap olabilir. İnsan, olgunlaşarak ahlak sahibi olmalı ki ‘Güzel
Ahlak’ için dinsel mesajlara muhatap olabilsin. İnsanın, Hakka dönük yüzü önü,
bedenine dönük yüzü ise arkasıdır. Önünü ve arkasını bilmeyene hitap edilmez.
Yeryüzü ve gökyüzü döşenir, canlılık yaratılır ve insan, insanlarca da, ‘inşa’
edilir. Olgun bir insan bile yalnız başına ormana bırakılsa insanlığını
kaybedebilir. İnsan, doğada doğal olarak yetişip olgunlaşan bir canlı değildir.
Âdemoğlu olarak olgunlaşana mesajlar inebilir.
Olgun insanın ruh, kalp ve beden dengesini idrak etmesi
beklenir. İnsan, evreni tam anlayan ve tamamlayandır.
Deryanın bir damlası ve Rahmanın bir rahimsisi olarak özgürlüğünün
sınırlı olduğunu, sezgi ve ilhamlarıyla, bilebilir. Benlik ve bencilliğinden
vazgeçip zekâtını vererek, yeniden doğuşa adaydır. Ses duyulmaksızın, kalbine
inecek bir ‘Oku’ nidasına karşılık, sessizce, ‘Benim neyim var, nasıl
okuyabilirim’ diyebilir. “Sonra sizi,
ruhumuzdan üflenmiş ve suretimizle tasvir edilmiş olarak, diğer yaratılanlardan
“Başka bir hale girebilen” halk olarak inşa eyleriz. İnsan, hakikatte halk olmayan
bir halktır. İnsanın yaradılışından, fıtratından, gelen ahdi misaka uyma hali,
bir halden diğer tüm hallere geçiş yeteneğidir. Bu yetenekle insan, evrimsel
gelişim dışında yücelip, her hale girebilmek üzere inşa edilir. Yani halk edilen
diğer tüm doğadan farklı olarak inşa edilerek yaratılan yaratıktır. Bundan
sonra sizler tabiat açısından ölüsünüzdür. Kısaca, kurtuluşa götüren mevte
ermişsinizdir. Fena ile ölü, büyük kıyamet gününde beka ile dirisiniz, yani,
irade ile ölürseniz, hakikat ile diriltilir, ‘bir canlı’ değil ‘can’
olursunuz.” (23 Mü’minun, 14-16)
Umarım, biz de insanlığımızı, yücelerek idrak edebiliriz.
08082021
Bir canlının canıyla canlandım
Bir canlının kanıyla kanlandım,
Bir canlı olup, ben ayaklandım,
Bir aşığın da narına yakalandım.
Benim
dediğin bak nedir senin,
Fail Hak
ise, fiiller midir senin,
Mevsuf Haksa
sıfatlar mı senin,
Vücuduyla
mevcut, yok, senin.
İraden, ben teslim oldum Bir’e,
Zaten, hepsi emaneten verile,
Akıl verilmiştir bu amaçla bile,
Verilenleri teslim et, idrak ile.
Atar tutar
basar tüm organlar,
Tümü kök
hücreden çıkmışlar,
Bitkisel ve
hayvansal olmuşlar,
Canlar, her
olmuşa doymuşlar.
Her şeyin hakikati varsa, vardır,
Hakk’ını almışsa bil, Hak’tandır,
Her olmuş da üstelik yoktandır,
Yokluk levhasından var olandır.
Önce, canlılardan birisi, insandır,
İradî mevtle gidip canla gelendir.
Canlılardan bir canlı olmak değil,
Olabiliyorsan ‘can’, önünde eğil!
Necdet, can için canlı, sevilendir,
Canlıların dışındakiler evirilendir,
Görünen, görenin görüntüsüdür,
Büyüktür, sen-ben diye görünür!
08082021
Her canlı, hücre veya çekirdek, öncelikle maddeye bağlı ve bağımlıdır.
Maddeye hükmetme iradesi bağışlanması sayesinde, yumurta veya çekirdek, uygun
koşullar altında, gelişir, büyür, bedenleşir; kendine özgü fıtratına uygun
şekil ve usulde, hayattaki yerini alır. Her canlı, varlığını ve neslini
sürdürmesi için maddi ve manevi donanıma sahiptir. Bitki ve hayvanlar âleminde,
her bireysel, koloni veya kümesel ünite, eko sistemi içinde varlığını
sürdürerek yaşar. Genetik yapısında yer alan, yerine göre, hayatta kalması ve
neslini sürdürmesi amacıyla, evrim geçirme veya kendini feda etme,
seçeneklerini kullanır. Yalnızca insan, diğer canlılardan çok ayrıcalıklı bir
şekilde, kendine özgü ve çok özel teçhiz edilmiştir. İnsan, akıl etme, düşünme
ve konuşma yetenekleriyle donatılmıştır. İnsan, bilen ve bildiğini bilen
yaratık olarak kalmayıp özel olarak ‘yaratıcısını bilmek’ üzere ayrıca muhatap
alınıp inşa edilir. Kendini savunma ve teslim etme hakları tanınmıştır.
“Tahkik edildiğinde, incelendiğinde, görülür ki manevi göklerden dünya
göğünü yani insanlığın aklını, faziletler, deliller ve işaretlerle
ziynetleştirdik, donattık, teçhiz ettik. O delil ve işaretleri, vehim ve
kuruntu şeytanlarına yasakladık. O şeytanları, vehim ve kuruntuyu, tabiat
çukurunda mahcup, perdeli, olanlara; cismani âlem haviye’sinde, ocağında,
cehennemin dibinde, zulüm berzahında, alanında, kalanlara, mahsus kıldık.
Kuruntu şeytanının, Nur âleminden uzakta olan ve uzakta kalanlara özel olmasını
sağladık.”
“Şek, şüphe ve kuruntu, nur âleminden uzak, madde âleminde oluşta esas
mesele, sorun, Rablerinden mahcup oluştur. Rabbin eğitim ve öğretiminden sonra
mahcubiyetten kurtuluş mümkündür. Mahcuplar oraya atıldıklarında, ruhanilerin
ve insanların seslerini duymaz, korkunç suretli hayvanların sedalarıyla
bağrışır, birbirleriyle savaşırlar. Cehennem de üzerlerine kaynayarak yükselir.
Nur âlemine şiddetle karşı çıkış nedeniyle, gazap şiddetlenir. Gazap altında
oluşları, resullerin getirdiği hakikatlere karşı koymalarındandır. Hakkı
işitseler, hakkı bilecekler ve itaat edip, nur âlemine kavuşacak ve kurtuluşa
ereceklerdir.” (67.5-8) İnsanın, ‘eğitim-öğrenim’ sürecinden geçip geçmeme
elindedir.
Dünya ile Gökyüzü arasındaki ilişki ne ise insan ile akıl seması
arasındaki ilişki de odur. İnsanlığın aklı da insanlığın etrafında teçhiz
edilmiş, donatılmıştır. İnsan, akıl semasının merkezindedir. Dünya, gök
kubbenin merkezindedir ve madde olarak aşağıda, alttadır. İnsan da akıl
semasının madde kısmıdır, cismanidir, vehim ve kuruntunun bulunduğu yerdir.
Cismani âlem haviyesinde, tabiat çukurunda, kalınırsa kuruntu şeytanı musallat
olur. Akıl semasına çıkılırsa, nur âlemine çıkılmış olur ve kuruntu şeytanından
uzaklaşılmış olur. İnsan, düşünerek, tefekkür ederek, eğitim ve öğretimle,
maddeden arınıp kurtulmalı, akıl semasına yükselmeli; aşağıda, merkezde,
kalırsa cehalet kuyusunda kalmış, cehennemi kaynamış olur. Nurdan, akıldan uzak
ve gazap içinde oldukları için hayvani sedalarla bağrışır, birbirleriyle
savaşırlar, resullerin hakikatlerini anlayamaz karşı koyarlar.
Hakkı işitseler, hakkı bilecekler, itaat edip nur âlemine kavuşacaklar ve
kurtuluşa erecekler. İnsan, kendi iradesiyle, madde çamurundan arınmayı bilmeli,
yükselip yücelmeyi başarmalıdır. Maddi bilgilerin, ilmin tümü iyi bilinmeli ki,
madde esaretinden kurtulmalıdır.
“Kalem, Külli Akıldır. Suretler, levhada nakşolunur. Kalem, nasıl kâğıt
veya levha üzerine yazı yazarsa aynı şekilde külli akıl ile de nefsin üzerine
tüm mevcudat yazılarak halk edilmiş, oluşturulmuştur. Eşya, külli vücut, şekli,
mahiyeti ve ahvaliyle takdir olunur. Kâtip Allah’tır.” (68.1) İnsan, bulunduğu
yere, savunduğu konuma, kendi seçimleriyle gelir.
“Gözleri, ışığı görüp, ışığın ne ifade ettiğini, nereden ve nasıl
geldiğini, ardındaki hakikati görmekten, idrakten acizdir, uzaktır. İdrak gücü
olmayan, nur âlemine bakmaya kadir değildir. Her şeyin sadece göründüğü gibi
olduğunu düşündükleri süfli, maddi âleme bakma zilleti kaplar onları. Hâlbuki
onlar, saadetlerini kazanma kudretleri varken, aletleri, vücutları ve
istidatlarının bekası zamanında, nur âleminden yardım almaya, secde etmeye,
davet edilmişlerdi.” (68.43) Hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Örneğin,
ışığın yeşil renginin dalga boyunu yansıttığı için, yaprak yeşil görünür ama
yeşil değildir, diğer tüm renkleri içerir. Bilgileri anlayarak anlayış gücü
geliştirilir, idrak etme gücü kazanılır. Her şeyin ardındaki nur, idrak âlemini
ve ardındaki hakikati görebilmeyi gerektirir. Hakikati görmek, nur âleminden,
zamanında yardım aldıkça gelişir; insan, öğrendikçe öğrenir. Herkes yardım
almaya davet edilmiştir, ilim Çin’de de olsa alınmalı.
‘Say Kanunu’ gereğince, insan, Çin’e gidip öğrenmeli, ‘öğrenmemi
istiyorsa beni gönderir’ veya ‘doymamı istiyorsa ağzıma besler’ denemez. Kendi
seçimleriyle geldiği, bulunup savunduğu konum, fıtratına uygun olmalıdır.
‘Fena’, ‘beka’ âlemleri çok farklı ve ayrıdır, fenadan beka görülemez.
Her insanın içinde bulunduğu hali ‘savunma’ hakkı vardır. Hak edene, hak
ettiği verilir. Her şey ve herkes, hak ettiğini Haktan, hakça, alır. “Senin
hidayetinle hidayet bulmanın hâsıl olmaması,
senin kusurundan değil, ancak
hidayetin husulünde şart olan haşyet ve yumuşaklığın zıddı olan kalplerin
kasvetinden, katılığından ileri gelmiştir.” (20 Taha, 2) Kesret âleminde, diğer
mevcudata karşı savunulan, vahdet âleminde teslim edilir.
Umarım, biz de, önce kendimizi olgunlaştırır, savunur, akıl semasına
çıkarır; nur âleminden yardım almaya davet edildiğimizde, davete icabet eder,
ilme itaat eder, savunduğumuzu teslim ederek, kurtuluşa ereriz!
Necdet
Altınay, 23092021
Bir bardak su verene ‘su kadar aziz ol’ denir. Su, demir gibi Dünya’ya
gökten indirilmiştir. Oksijen ve hidrojen tüplerinin açılmasıyla su elde
edilmez. Su hayattır. Halk edişin temelidir. Güneş sisteminden önceki, Hidrojen
yakıtını bitirip, altın dâhil tüm madenlere dönüşüp dağılan, süpernova
kalıntılarında, su kütleleri bulunur. Dünyanın ve insanın % 75’i sudur. Susuz
yaşam olamaz, sürdürülemez. Su, ilmin sembolü, her şeyin özüdür. İnsan, önce
rahimde ters olarak tutunan su damlasından, sonra kan pıhtısından ve son
aşamada da çamurdan yaratılıp, ilimle inşa edilir. Susuz ne toprak olur ne de
hava, ateşin de özü sudur, yanıcı Hidrojen ve yakıcı Oksijen suyun özü, H2O
formülüdür.
“Ruh semasından bir ilim suyu iner. Nüfus arzında, bu ilim suyu, hikmet
pınarları şeklinde kaynaklanır. Aynı su, arzda çeşitli amel ve ahlaka güç
kaynağı oluşturur. Su, aslından çok farklı olan kök, sap ve ekin tohumlarına dönüşür. Sonuçta,
isim ve sıfatları farklı olan şeyler ortaya çıkar. Bütün bu tecellilerde, benlik kabuğundan
soyunmuş hakikat sahipleri için büyük bir nasihat ve ibretler vardır.” (39 Zümer, 21) “Kur’an, Furkan olarak görünür; ilim, suret halinde görünür. Surette kalanlar
ilmi göremez. İlim bir düzen içinde surete bürünerek açılım halindedir. İlmin görünür hale bürünüşünü, bürünüyor
oluşunu, görebilmek için ilmi bilmek, surette kalmamak gereklidir.” (41
Fussilet, 5) “Ortada, açıkta, görünür, hadis, zahir, zuhura gelmiş olanın
anlatmaya çalıştığı hafa, gizli olanı, görünür olmaya çalışanı görmeden, hatta
inkâr ederek, surette kalmayınız.”
“Aşikâr olarak görünen ‘arz’, görünmeyen, henüz bilinmeyen ilimden
rızkını alır. Arzın toprak, ateş, hava, su olmak üzere dört temel anasırdan
alacakları takdir edilmiştir. Yeryüzü ve gökyüzü veya arz ve sema olarak
bilinen oluşumlardan biri olarak arz rızkını aldıkça oluşur.” (41 Fussilet, 10)
Sanal parçacıktan çıkan ilk enerji de,
zamanla oluşan kütle ve madde de,
ilminin aynıdır. S. Hawking’e göre her ‘şey’ bilimsel özelliklerinin,
ardındaki ilminin deposudur, kaybolmayan ilminin görüntüsüdür. Evren, sanal
parçacığın görünen halidir, önemli olan, bu parçacığın yüklendiği özellikler ve
özünde taşıdığı Kur’an, ‘Düzen’, fizik ve matematik ilmidir. Bir inşaat
projesinin ismi, resmi, cismi de,
ardındaki ilmin halleridir, aynıdır. “İnsan da fıtratının, fıtratına kazınan
ilminin aynıdır.”(41.53,54) Herkesin ve her şeyin cismi ve ameli, ilmine tabidir,
biat eder, daim secde eder. Kırk sene önce, bir bilge kişi, Bursa’da, Ahmet Hançer, “Mana âleminde ispat
edildi, madde âleminde ispata gidiliyor” demişti. ‘İnanç âleminde söylenenlerin
doğruluğu, bilimsel olarak ispat edilecek’ demiştim.
“Ego, benlik, cahillik, hayvani nefis,
şehvet, gazap ve bencilliklerden
oluşan, ‘Nefsin Semud Kavmi’, ilim suyu tufanında helak olur.” (85 Büruc,
17,18) Kötü huylara Semud kavmi denebilir. Su tufanında kurtuluşa erenler,
öğrenimleriyle, örneğin şehvet iffete dönüşerek, yeni sıfatlarıyla doğup, yeni
ilim ve ruhla dirilerek yaşarlar. Varlık âleminin ardında olup da gece gibi
görünmeyen yedi mertebe, manada olduğu için görünmez.
Vücut, hayat, ilim, işitme, görme, irade, kudret ve kelamdan oluşan sekiz
sıfat mertebesi ise gündüz gibi maddede, zahirde, açıktadır. Bâtıni değerleri
olmayan insanlar, içi boş kuru hurma kütükleri gibidir. Bu insanlardan oluşan
kavmin, hayatları ve manaları yoktur.
Bilgi ve ilim, bilen veya bulanın
değildir. İlim, kişiyi, ilmin sahibine götürür.
Batın ve zahirde görünen ilimle, bireysel kişilikler helak olur, kişi
fena bulur. “Hak, Muhammed suretinde
zahir olur, görünür. Genel rahmeti, bütün eşyaya vücut vererek ve özüne
olgunluğu yerleştirerek, eşyanın tümünü kapsar. Özel rahmeti, olgunluğun
idrakine sahip Muhammed evliyasına özgü, sıfatların, hakikati içeren kitabının,
inişidir. Bu Kitap önce bütünün, tüm var olanın, var olan her şeyin tamamının;
kısaca eşyanın özüne kısaltılarak, öz halinde konduktan sonra; ayetler
indirilerek, ayrıntılı bir şekilde açıklanmış Furkan, uygulama aklı,
kitabıdır.” (41 Fussilet, 1-4) Kuran, ilim, inmiş; Furkan olarak ortaya çıkmış.
İlim, bilenlerin bilmeyenlere sistemli öğretimiyle öğrenildi. Yoğun
öğretim ile öğrenim yoğunlaştı, bilen
ile bilmeyen hızla ayrıştı. Âlim ile cahil arasında uçurum oluştu. Cehaletle
ilişiğini kesenin bencil kişiliği, cahilliği, ölmüş sayılabilir. Bu kişinin ilk
kişiliği, ilim suyunun tufanında helak olur. İyi okullarda, başarılı olan
gençlerin, kısa zamanda kişilik değiştirecek kadar gelişimi dikkat çekicidir.
Başarılı gençte öyle bir kişilik oluşur ki başarısız gençte olabilecek bozuk kişilik
ile bir ilişkisi olamaz.
Muhtemel bu bozuk kişilik tamamen ölmüş,
helak olmuş, hatta ilimle, kişi,
yeniden dirilmiş denebilir. Kitapta adı geçen Semud kavmi ilim suyu tufanında
helak olan cahillik, benlik ve bencillik olabilir.
Âlim sıfatına layık görülen kişilerin bireysel kişilikleri de aynı
‘gürleyen sesle gelen şiddetli rüzgâr ve fırtınayla mahvolabilir’. Âlimler,
hayatlarını uğruna adadıklarına kavuşmaları halinde, âlimlik sıfatlarını da “Bildiklerim benim olamaz, tek bildiğim, hiçbir
şey bilmediğimdir” deyip teslim ederse, arif olur. Bu güzel sıfatlara Âd kavmi
denebilir. Adı geçen kavimlerin durumu,
“Tam teslimiyet içindeki Müslümanlar olarak can veriniz, Ölmeden önce ölünüz”
(2 Bakara, 132) anlamındaki ayet ile de açıklanabilir. Adı geçen bu kavimler, böylece, Allah’ın
rahmetine kavuşmuş olabilir. Ayetler, yaşanan ve yaşanacakları açıklar. Evrensel olayların tümünün ardındaki ilim
aynıdır. Kitabımız, Furkan, uygulama, ilmini
ayrıntılarıyla açıklar.
Umarım biz de, nefsanî davranışlarımızın temelinin ilim suyu olduğunu
idrak edip, fiil ve sıfatlarımızı, tufandan kurtulup, teslim edebilir, arif
olabiliriz.
Necdet
Altınay 03102021
Akıl, bazen çok aciz kalır. Aklın işleme ilkesi itibarî ve izafîdir,
kıyas yapar. Maddenin tanımı: ‘kütlesi, hacmi ve ağırlığı olan şeye madde
denir’. Bu en çağdaş tanım, akıl içindir ama düşünen akla uygun değildir, çünkü
ne olduğu belirlenmiyor, ‘ona madde denir’ deniyor. Aslında madde ve zaman
yoktur, ‘ego’muz gibi zandır. Elektriksel ve manyetik dalgalar, sırasıyla,
gazap ve şehvet güç ve kuvvetleri, vardır. Güçlü kuvvetler maddeye bağlı ve
bağımlı değildir. İnsan bilinci, ruhu, maddeden bağımsızdır, birbirlerinden
ayrılmaları doğaldır ama bu iş, kıyas olmadığı için akla zor gelir. Cansız,
ruhsuz, beden sarsılır, dökülür.
Bölünemez anlamına gelen ‘atom’, maddenin en küçük parçasıdır ama madde
değildir, tam bir boşluk ve yokluktur. Atom altı zerreler, tamamen elektrik
yüklü dalgalardır, elektromanyetik kuvvetlerden başka bir şey değildir. Bilim
burada da ‘parçacık hali gösteren dalgalardır’ deyip çıkar işin içinden. Hayat,
‘maddesel’ değildir, DNA’ya yüklenmiş bir ‘yazılım, irade’ olduğu
kanıtlanmıştır. Donanımın yazılıma tabi oluşu, hayatı, canlılığı, ortaya çıkarır.
DNA, maddeye hükmederek ‘enerji üretir’, ‘yaşar’ ve ‘çoğalır’. Bir hücrede bu
üç işlem aynı anda mevcut olmalıdır. Hayatın, sadece yaşayan bir hücrenin
çoğalmasıyla oluşabileceğini de bilim kanıtlamıştır. Evrim, hücrenin gelişimine
aittir.
Dalgaların, yalnız insan nazarı altında parçacığa dönüştüğü bir
gerçektir. Maddeye nasıl geçilmiş ise cansız maddeden canlılığa da öyle
geçiliverir. Bu konuda kutsal mesajlar daha anlamlıdır.
“Ortada, açıkta, görünür olanın anlatmaya çalıştığı hafi, gizli olanı,
görünür olmaya çalışanı görmeden, hatta inkâr ederek, surette kalmayınız.
Aşikâr olarak görünen ‘arz’, görünmeyen, henüz bilinmeyen ‘ilimden’ rızkını
alır. Arzın, dört temel anasırdan alacakları takdir edilmiştir. Yeryüzü ve
gökyüzü veya arz ve sema olarak bilinen oluşumlar, Haktan rızkını hakça aldıkça
oluşur, açılır, gelişir.” (41 Fussilet, 9,10)
Rivayete göre, Allah’ın nefsiyle kaim, yerine geçen, ayakta olan, hayatıyla
hay, canıyla canlı, ilmiyle âlim, ruhuyla dirilmiş iken cennette yaşayan Âdem,
bedenleşerek dünyaya indirildi. Bedensel nefsaniyeti, canlılığı, Âdem’in
zevcesi, eşidir. Âdemoğluna, ilim halinden tekrar ruha dönebilmesi ihsan
edilmiştir. Bilgiler, kuvvetler halinde uygulandıkça hareket eder,
oynaşır. Bedensel nefsaniyetin, canlılıkta, bilgilerin özelliğine uygun bir
şekilde, farklılaşarak belirginleştiği için ruh ile cilveleştiği söylenir.
İnsanî nefsaniyetin dişiliğinin, eril ruha, her aşamada, aldığı bilgilerin
özelliğine uygun gelişip, bir kalp çocuğu doğurduğu rivayet edilir. Veledi kalp,
akıl aracılığıyla ruhtan aldığı bilgilerle beslenir, büyür ve kendine vaat
edilmiş topraklarda, alanlarda serpilir, hüküm sürer. Bireysel düzeyde, her
kişinin bedeni, kendine özgü bir Mısır ülkesidir. Azan Nil, verimli toprağı
yarıp akar, taşar; ‘sudan gelen çocuk’ Musa, rahimde kalmaz, doğar, vaat edilen
bedeninde yaşar. İnsana, nefsaniyetin her aşamasını, edebiyle, yaşama hakkı
ihsan edilmiştir.
Mısır ülkesinde, emmare nefisle tutulan yolun sonu olmadığı görüldüğünde,
Firavun Nefis, kendini levam ederek, ‘yererek’, bir başka hale geçer;
kendisinin, hayalince, her şeye hükmedemediğini, eksikliğini anlar. Firavunun
bir rehbere ihtiyaç duyduğu, halk
arasında duyulunca, tevhit ilmine hâkim olan İbrahim’in, aklı temsil eden, oğlu Yusuf önerilir.
Beden ülkesi Mısırda, akıl Yusuf’un hükümdarlığı süresince, işlerin
düzelmesi memnuniyet verir ve aklın ülkede hüküm sürmesine izin verilir. Önce
baş tacı yapılan akıl, zamanla sömürülür ve sadece köle gibi çalıştırılıp nefsanî
menfaat için kullanılır. Duygudan yoksun ortamda, sömürü ve kölelikte, kalbe ihtiyaç duyulur. Aklın kalpsizce kullanımı, maddesel zenginlik verse de mutluluk
getiremez. Levama nefsin, sudan yani ilimden gelen oğlu, Hz. Musa, kalp çocuğu olarak, kalbe gerektiği
gibi önem verenleri toparlar. Her yer ve zamanda, iş ve işlemlerin, tüm
hareketlerin, efalin, aynı ilmin uygulaması olduğu, akla gelen fikirlerin kutsallığı, anlaşılır.
Kalp Musa, kendisine vaat edilen topraklara göç edip, Yusuf’un kardeşlerini,
gazap ve şehvet kabileleriyle birlikte, Mısır’dan çıkarır, kalbiyle aklı
kölelikten kurtarır. Akıl aracılığıyla kalbe dolan ilim, kalpte mayalanarak
çoğalır, taşar ve yayılır. Beden ve madde âleminde yalnız ve sadece bir ve tek
ilmin uygulandığının idraki, ayrıca, ilme ulaşma zevk, lezzet ve keyfini de
verir. Levam Nefis, bu aşamada tatmin olup, kalbe ram olur, esas krallığın mana
âleminde olduğunu hissedip yeni bir hal içine girer. Mutmain Nefsin, ruh
babadan olma, kalp çocuğu Hz. İsa; ilmin kendisinin, maddeden, madde
halinden, daha önemli olduğunun idrakine
varır.
Bu aşamada kalp, âlemin tüm sıfatlarının da yine aynı, bir ve tek,
ilmin çeşitli uygulamaları olduğunun idrakine erer. İlmin kaynağı göklerdedir.
Mutmain nefis, emmare ve levam nefislerden sonra, ruhun üçüncü eşidir; Hz.
Yusuf ve Musa’dan sonra, İsa da üçüncü oğuldur. Âlemde olan Âdem’de de olur!
Aynı Rivayete göre, kalp çocuğu rehberinden tevhit ilmini talep eden, nefsaniyetin
aşamalarını yaşayarak, Allah’ın ilmiyle, ruhuyla, zatıyla dirilebilir.
Ebeveynleri, Allah’ın kulu Abdullah ve âmin deyip teslim olan, ilham alan, dördüncü eş Mülheme Nefis sahibi
Âmine hatundan olan ve vaat edilmiş topraklarda özel eğitimle yetişen kalp
çocuğu, dördüncü oğul Resulümüzdür. Miraca çıkıp inerek, Allah’ın kelamını
getiren efendimiz, Hakka ulaşıp dönmüş, ruhun maddeden soyunabileceğini, örnek
olmak üzere, gerçekleştirmiştir.
“Beden arzının kadir ve kıymetinin bilinmesi, beden arzının sırrının
ortaya çıkışı ve aklın bu sırra erişidir. Sırra eriş, kalpte yerleşen bilgi ve
inançlara bağlıdır. Beden ile canlılık hareketleri farklıdır. Bunu fark ediş,
madde ile mananın birbirinden ayrılışıdır, mananın maddeden, ruhun bedenden
soyunuşu, ayrılışı, aklın zanlarından kurtuluştur. Ruhsuz, cansız beden,
sarsıntı geçirir. İnsan ruhu, bilinci, hayvani ruhtan ayrılıp, arınması
sırasında, beden ve ruh ilişkisi bozulur, beden harap olur. Bu durumda beden
arzı, bir çeşit deprem sarsıntısı geçirir ve şiddetle sarsılır.
Beden arzının kadrinin ve kıymetinin bilinmesine sebep olan ilim ve
amellerin tümü, kalpte yer eden ilim ve inançlarla ortaya çıkar. İnsan, beden
arzının ıstırabına anlam veremez, nedenini bilemez. O zaman beden arzı, hal
diliyle haberlerini verir. Bu durumda insanlar da inanan ve inkâr edenler
olarak ikiye ayrılır. Bedenlerinin mizaçlarına göre hesap verme ve ceza çekme
yerlerine doğru hareket ederler. Zerre kadar hayır işleyen hayrını, şer işleyen
şerrini görür.” (99 Zelzele, 1-8)
Umarım biz de tüm beden eşlerimizin kadir, kıymetini ve oğullarını idrak
edebiliriz!
Necdet
Altınay 20102021
Kısa zamanda, çok iş başardın,
Hem öksüz, hem yetim kaldın,
Eşinden de olmuştun, az önce,
Tamamen bana kaldın, bence!
Diyemezsin neden aldın, kime?
Alanı da, vereni de, insan bile!
Soyup da insanı çaresiz fitnesiz,
Teslimini ister bırakıp kimsesiz!
Böylece âlemden sen soyundun,
Habibe benzer, köşeye kondun,
Tabak sevdiği deriye ne yapmış,
Senin için artık bir adım kalmış!
Necdet, tut Memo’nun elinden,
Kurtulunuz, bu suyun, selinden,
Tufan, kurtar bizi Dünya elinden,
Hakiki diriliştir, ötesi, ölümden!
Necdet
Altınay, 21102021
Sır, camı ayna yapar, insanın kendini görmesini, bilmesini sağlar. Ana
sırlar, sıradan sırlarla, sentez edilmeli. Bir insana, “Evrene, çevrene bak,
gördüğünü oku!” dense yapılacak şey basittir. İlk bakışta insan, hayvan, bitki
veya cemadatın tümü toprak, hava, su ve ateşten oluşur. Tüm mevcudatın, belirli
yasalarla, düzenli bir şekilde oluşturulup yönetildiği görülür. Çevrenin ve tüm
evrenin ‘Bağlantısal Bütünsellik’ içindeliği, her zerrenin bir diğeriyle etkileşimde
bulunduğu saptanır. ‘Sicim Teorisine’ göre, her zerre birbirine bağlı, bağımlı
ama farklı, kendine özgü, titreşen, enerji halkasıdır. Zerrenin, nur denen,
parlak, parçacık özellikli, elektromanyetik dalga oluşu bilimsel bir gerçektir.
“Besmele kelimesinde okunan harfler on sekiz, yazılan harfler ise on
dokuzdur. Besmelenin kelimeleri birbirinden ayrılırsa harflerin toplamı yirmi
ikidir. On sekiz harf için on sekiz bin âlemden bahsedilir. Bu âlemler ceberut
(kudret), melekût (hükümdarlık), arş, kürsî, yedi kat gök, toprak, hava, ateş ve sudan oluşan dört anasır ve
cemadat, nebatat, hayvanattır. Diğer bir deyişle, Sultan, Tahtından,
Sultanlığındaki; cansız cemadat, canlı bitki ve hayvanat olarak özetlenen;
toprak, ateş, su ve hava olan dört temel unsurdan oluşan mevcudata; yedi
makamdan hükmeder. Bunlara, başlı başına bir âlem olan ‘insan’ âlemi eklenirse
on dokuz eder. Kelimelerin ayrılmasıyla açığa çıkan üç elif ise hakikatte bir
İlahî âlem olan ama tafsilatta üç olarak ifade edilen efal, sıfat ve zata
işarettir. Hepsi yirmi iki eder. Kısaca, 19 bin âleme, gizlenen fiiller,
sıfatlar ve vücutlar olarak hükmedilir.”
“Zat sıfatla, sıfat efalle, efal de eserlerle perdelenmiş, gizlenmiştir.
Kime, oluşumlardaki eserlerin perdesi kalkarsa, efal tecelli ederse, o kimse
tevekkül eder. Efal perdesi kalkıp sıfat tecelli ettiyse o kimse razı ve teslim
olur. Sıfat perdesi kalkıp zat tecelli ederse o kimse vahdette fani ve
muvahhit, tevhit eden olur, her işlediğini ve okuduğunu besmele çekerek işler
ve okur. Resulün, secdesinde ‘Yarabbi cezandan affına, gazabından rızana,
senden sana sığınırım’ demesiyle bu üç mertebeye işaret ettiği rivayet olunur.”(1
Fatiha, 1)
Yedi makam olarak özetlenen bakış açısının üçü ‘ilmen’, ‘aynen’, ‘hakken’
yakın makamlarıdır. “İbrahim’in, «Ey Rabbim bana ölüleri nasıl dirilttiğini
göster» dediğini hatırla.” (2 Bakara, 260) Bu ayet ve devamında “Kuşlardan dört
tanesini al, kuvvetlerini kendilerine özgü işlerinden men et, asıllarına
döndür, parçalara ayır. Her birinin kafasını toprak, hava, su ve ateş
tepelerine koy veya vücudun beş duyusu ile kol ve bacaklardan oluşan yedi aza
dağına dağıt; çağırdığında her birinin sana koşarak geleceğini göreceksin”
denir. Kısaca, ‘Karga, tavus, kaz ve horozun, sırasıyla hırs, gurur, aç
gözlülük ve şehvetin ilk nefsanî hallerinden aslına döndüğünü, örneğin,
şehvetin iffet olarak sana dönüp secde ettiğini; sen de fenadan sonra
bağışlanmış hakiki hayat ile dirildiğini, göreceksin’ denir. İlmi bilinip idrak
edilenin, geliştirilerek farklı uygulanmış hali, aynen görülür.
“Hak, Âdem’i anne ve babasız
olarak, topraktan takdir ve tasvir edip
«Hayat sahibi beşer ol» diye
irade eyledi. Derhal his ve hareket
sahibi oldu.”
“Bu ayet, ruhun üflendiğine, ruhun emir âleminden bir irade olduğuna ve
bunun için cesedin halk edilmesi gibi madde ve zaman gerekmediğine işarettir.” (3
Ali İmran, 59)
Ateş varsa, ısı, ışık ve sıcaklık vardır. Isı, atom hareketiyle enerji
aktarımıdır; sıcaklık 0C ile ısı ve ışık ise J/s=watt, (joule per
second), Jule ve vat ile ölçülür. (1) Bir kilogram suyu bir derece ısıtmak için bin kalori yani 4.186
Jule ısı aktarımı gerekir. Kilogram ile ölçülen her şey atomlardan, atomlar ise
titreşen enerji halkası olan zerrelerden oluşur. Bilimde ölçüm şart oysa
‘varlık, benlik ve an’ ölçülemez. Madde ve zaman yoktur, tamamen zandır. Bu
gerçek ayetlerde açıkça yer alır. “Evrensel maddî beden arzında, bireysel
tedbir ve bedensel ameller sayesinde, yaşanabilecek ortam hazırlanmıştır.
Vücutta bir şey yoktur. Her şeyin hazinesi indimizde, katımızda, yanımızdadır.
Önce sureti, şekli ve resmi, külli akılda külli veçhesiyle, her yönüyle, kaza
âleminde resmi çizilir. Sonra, sebepleriyle birlikte, levha-i mahfuzdaki,
korunan levhadaki, gaipteki görüntüsüyle, külli nefis âleminde görüntülenir. Sonra
ayrı ve farklı bir birim olarak ölçülerine göre, miktarına ve vasıflarına
uygun, levha-i kader ve dünya semasında görüntülenir. (15 Hicr, 21-23) Akıl,
zihin, ‘manada’ oluşanları, nurları, parlak zerreleri, ‘madde’ âleminde
gördüğünü zanneder.
“Arzu ve isteklerinin şiddetli olması halinde, istidadı olanların;
nefisleri çamurunu, terbiye edip arındırarak, kutsallık yönüne uçuşan kuşlar
haline getirir; sohbetlerinin bereketiyle, hakiki hayat nefesi ve ilahi ilim
nefesini nefyederim, üflerim.”
“Allah'ın izniyle, şevk ve himmet kanatlarıyla Hak tarafına uçucu diri
birer nefis olurlar.” (3 Ali İmran, 49)
“İlahî nefes rüzgârları, hikmet ve bilgi aşılayıcı, kalplere sefalar verici ve
tecellilerin kabulüne hazırlayıcı olacak şekilde estirildi. Ruh göğünden hakiki
ilimler suyu indirilerek insanlar ihya edildi. İhya edilmezden önce insanın
ilim hazinesi yoktu.” (15 Hicr, 22)
“Mutlak vücudun nurunun, kalbe güneş gibi doğuşuyla oluşan Doğunun ve bu
nurun gurubuyla oluşan Batının da Rabbi Haktır. Mevcudat, O’nun nuruyla zuhur
eder, zahir olur, görünür. Her mevcutta, gizlenen Hak’tır, gurup eden nurudur; onunla
tesettür etmesiyle her mevcutta gurubu vardır.
O, doğuş ve gurup ile onu terbiye eder.” (55 Rahman, 17)
Umarım biz de, gurup eden nurun, eşya ile tesettür edenin, sırrına
erebiliriz.
Necdet
Altınay, 04112021
(1) http://necdetaltinay.blogspot.com/2020/12/nefes-kuvvettir.html
(2) http://necdetaltinay.blogspot.com/2021/04/ask-atesi.html
(3) http://necdetaltinay.blogspot.com/2021/10/vaat-edilmis-topraklarda-deprem.html
(4) http://necdetaltinay.blogspot.com/2021/10/suyun-azizligi.html
Eşyanın hakikati idrak edilmeli. Cemadat, taş, toprak atom yığınlarıdır.
Farklı titreşen elektrik halkacıklarından oluşan ‘atom’ Jule ve Vat olarak
ölçülürken çoğulu, ‘atomlar’ olunca, Kilogram olarak ölçülür. Çünkü hacim
oluşturan atom yığınının üstünde atmosfer baskısı oluşur, deniz seviyesinde
ağır, dağ başında hafiftir. Madenlerle canlı bedenler farklıdır. Nebatat ile
hayvanat vücutları da farklıdır ama insan bedeni hepsinden farklıdır. Madde ve
mana, beden ve ruh, yazılım ve donanım kelimelerinin her biri farklı anlamlar
içerir. Yazılımsız donanım bir hiçtir. Ruhsuz beden de cesettir, biliriz ama
bedeni kullanırken ruhun etkisini ne düşünür ne de anlarız. Bedenin elinde ve
iradesinde hiçbir şey yoktur, bedenin kendisi ‘bağış ve ihsandır’. Bedene
hareket etme isteği gönderilirse kuvvet ile desteklenir. Bir şey istemek ilme
dayanır, ‘ceberut’ âlemindendir, kuvvet ise ‘melekût’ âlemindendir. Vahiy ve
sahih rüyalar aynı kaynaktan, ‘ceberut’, kudret, ilim âleminden kaynaklanır.
Mevt ve soyunma sürecinde beden evvel, ruh ahirdir, ahrettir.
“Fıtratı gereğince, her nefsin, ‘kudret âleminden’ bir kaynağı vardır ve
‘melekût âleminden’ onu terbiye eden bir müdürü vardır. Kudret âlemindeki
kaynağından ilim ve nur feyzini, anlayış ve idrakini; melekût müdüründen kuvvet
ve amel, uygulama feyzini yardım olarak alır. Her nefis, ilminden bir saik,
dürtü, istek ve amelinden bir şahit kuvvetle beraber gelir.” (50 Kaaf, 21)
Kısaca ilim, maluma götürür.
Her olay insanın bir azasıyla meydana çıkar, elle yapılır, gözle görülür;
azalar amellere şahitlik eder, ameller ilmine şahitlik eder, ilim malumdan
gelir. “Duygularının içinde yaşayıp, dış ortamda yaptıklarınla çok
meşgulken, maddî ve cismanî perdeni mevt
nedeniyle kaldırınca, işleyen ilmi idrak
edince, daha önce tasdik etmediğin şeye, ahreti görüp, şahitlik edersin.” (50
Kaaf, 21,22) Yapılmak istenen önce ilimle, bilgiyle düşünülür sonra kuvvet ve
kudretle yapılır. Düşünce, rüyalar gibi kudret âleminden; kuvvet, melekût
âleminden, ahretten kaynaklanır.
“Tutmak isteyen, eliyle tutar; beden, cisim ve ceset olarak ‘el’ aradan
çekilirse, soyunulursa, ‘ilim ve kuvvet’ kalır. Ve o nefis için böylece
bedenden soyunmak suretiyle, ceberut ve melekût dizisinde dizildiği vakitler
olur. Bedenden ilim ve kuvvete gidiş Allah’a yaklaşmadır. Kendisine bağış ve
ihsan olunmuş olan bedeninin tedbiri sebebiyle, ceberut ve melekûttan
uzaklaştığı vakitler de olur. İnsan genel olarak tutan bir el görüp onunla
ilgilenerek ‘ceberut ve melekûtun’ suretleşmiş, suretlerin cesetleşmiş, gaibin
suretleşmiş, halini görür. Nitekim sadık rüyalarda görüldüğü gibi aralarında
hiç bir fark yoktur. Zira sadık rüya ile vahyin her ikisi bir vadidendir,
aralarında fark yoktur. Yalnız uyku ve uyanıklık ile fark vardır.” (11 Hud, 69)
İnsan bedeni tamamen ‘bağış ve ihsandır’ çünkü aslında madde yoktur, zaman gibi
zandır, beden ise maddeden çok farklıdır. (1) Ayrıca, beden ile madde, taş ve
toprak arasında da çok fark vardır. Canlı vücut, madenden farklıdır. İkisi de
atomlardan oluşur ama yapıları aynı değildir.
Her ikisi de küçük titreşimlerden oluşur ama vücuttaki titreşimlerin
amaçları vardır, arzu ve isteği vardır, arzu ve isteğini gerçekleştirecek ilave
kuvvete ihtiyaç duyar ve ilminden, ruhundan yardım alır. Bu yardımlar ceberut
ve melekût, kudret ve kuvvet, âlemlerinden, ahretten gelir.
“Nefis, tabii lezzetlere meyil ederek süfli tarafa cezp edilirse, tabiat
perdesi, kalbini, mana âleminden koparır, uzaklaştırır. Mana âleminin kuvvet ve
kudretinden yoksun kalır, insan yardımdan
kesilirse, kalbin iradesi zayıflar. İlmin nurundan, idrakinden, mahrum kalan
iradenin, kuvvet ve kudreti de zayıflar. Kişi bu durumu fark edip ulvi yöne
dönüp, bedenden soyunursa, ilahi nur ve kuvvet yardımına gelir. Allah’a
yakınlaşması halinde ise, nebiler gibi bilinmeyeni bilir, kadir olunmayan
şeylere kadir olur. İnsan, kendisine bağış ve ihsan olunmuş olan bedende, ilahi
kuvvet ve kudrete sahip olur, hükümdarlık âlemlerinin vasıflarıyla vasıflanırsa,
sezgi ve ilhama erişir, sahih rüya görür. Gaibi kimse bilemez ama gaipten nida
olunur, yardım alınır, fıtrata nakış olunmuş olanlar okunabilir. Sadık rüyalar
ile vahiy aynı vadidendir. Nefsin tahayyül kuvvetiyle, gaipteki suretler
cesetleşebilir, tecessüm edebilir.” (11 Hud, 69) (48 Fetih Suresi, 27) (80
Abese, 13-16) (85 Büruc, 20,21)
Resulü ihtiyarlatan ayet: “İlahi Hüviyet, şu ve bunluk, senlik, benlik
ile kayıtlanmaz, kayıtlı olamaz. Halk ol,
Hak ile ol, Hak ile halk ol.” (11
Hud, 112, 113) “Ve ana ve babasını kendi oturduğu tahtına oturtup, kendi
ebeveyninin karşısında ayakta durdu. Ebeveyn ve kardeşleri, Yusuf’a kavuştukları
için Hakk’a şükür secdesi etmek üzere yere kapandı.”
“Yusuf'un hatırına gelerek: ‘Babacığım! İşte evvelce gördüğüm rüyanın
tevili budur’. Ebeveynini taht üzere çıkarması «Akıl ve nefis mertebelerinin,
gazap ve şehvet gibi diğer kuvvetlerin mertebelerinden yukarıda olduğuna ve
akıl ile nefsin kalbe ziyade yakin olduklarına, diğer kuvvetler üzerinde
saltanatlarının kuvvetine» işarettir.” (12 Yusuf, 100) İnsan önce beden lezzetlerine,
ahmaklıkla, düşkünlükle ve düşüncesizce bir istekle atılım yaparak, ‘beni
tabiat’ kuyusuna, ‘benlik’ kuyusuna atılır, düşer. Sonra fıtratına, genlerine
kazınmış olan ilahi meziyetler ve yardımlar sayesinde bu kuyudan çıkarılır,
lütfe erer. Aklı ve nefsiyle fiillerine hâkim olarak güzel sıfatlarla dolu
kalbinin idrakine varır. Ruha ulaşması için yardım almayı kabul ederse, uygun
zeminde ‘evet’ derse, sezgi ve ilhama da kavuşabilir, sahih rüyalar da görüp
Allah’a vasıl olmaya muktedir olabilir.
Umarım biz de verilenlerin ve eşyanın hakikatini idrak edip sahih rüya
görebiliriz.
Necdet
Altınay,18112021
(1) http://necdetaltinay.blogspot.com/2021/11/dort-anasr.html
İnsan, insanlığını, düşünce kudretiyle, mekânında, kuvvetini kullanarak,
hükmedip yürütür. Besmelenin anlamı: “Sultan, Tahtından,
Sultanlığındaki; cansız cemadat, canlı bitki ve hayvanat olarak özetlenen;
toprak, ateş, su ve havadan oluşan, mevcudata; (1) yedi makamdan hükmeder.” İnsan ve insanlığın ‘Kullanma Kılavuzu’
olarak indirilen Kuranda da Allah’ın hitapları, makam ve mertebeye göre ‘Ben’
ve ‘Biz’ olarak geçer. ‘Yerleri ve gökleri halk ettim’, ‘yarattım’, ‘Halife
atayacağım’, ‘Âdeme öğretti’ derken tekil, fakat Kitabın çoğunluğunda, insanın
eğitim, öğretim, inşa işinde, ‘affettik’, ‘dirilttik’, ‘gönderdik’ ifadeleri
‘sizin için, Halifem, Resullerimle yaptık’ yolundaki insana hitaptır. Çünkü ‘vahdette
fani ve muvahhit, tevhit eden insan, her işlediğini ve okuduğunu besmele
çekerek, Allah ile birlikte, Allah’ta, işler ve okur. Benliğinden soyunan kişi
de ‘ben’ diyemez.
Bazı ayetlerdeki hitaplar dikkat çekicidir. 2 Bakara, 29: ‘yarattı’;
2.30: Rabbin meleklere: "Ben, yeryüzünde bir halife
atayacağım"; 2.31: ‘Âdeme öğretti’; 2.52: ‘affetmiştik’; 2.53: ‘mesaj
vermiştik’; 2.55: ‘sizi dirilttik’; 2.59: ‘pislik indirdik’; 2.60: ‘saldırmayın
demiştik’; 2.104: Ey iman edenler! "Bizi davar gibi güt!" demeyin,
"Bize bak!" diye konuşun ve dinleyin; 2.113: ‘aralarında hükmü,
kıyamet günü Allah verecektir’; 2.151: Nitekim size aranızdan bir resul
göndermişiz; 2.213: ‘peygamberleri müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak gönderdi;
Kitap’ı hak olarak indirdi’; 2.253: ‘İşte resuller! Biz onların bazısını
bazısına üstün kılmışızdır.
Allah, onlardan bazısıyla konuşmuştur’. “O Zat, sema ve arzın mülküne
sahip olan zattır.” (25 Furkan, 2) “Ve biz, büyük kıyameti tekzip edenlere,
cehennemi hazırlamışızdır.” (25.11) Kısaca, ‘sıratı müstakimdeki’ insana,
‘fenafillâh’ makamlarında ‘Olgunlaşma’ sürecinde ‘sevdiği’ insan, insanı kâmil,
halife ve resullere ‘biz’ denilip, ‘genel’ değil ‘özel’ hitap edilmektedir.
Genel ve geniş kapsamlı hitaplar tekildir.
“İnsanın fıtratında, Kuranı anlayacak aklı yaratıp nakşederek, kazıyarak,
Kuranı öğretti böylece insanı izhar eyledi.” (55 Rahman, 1,2) “Akıl göğünü, ruh
güneşi mahalline kaldırdı, nefis ve beden arzına, adalet düzenini indirdi ve
itidal vaaz eyledi.” (55.7,8) “Nefis, ayrıca, neslinin devamını sağlayan
maddesini ve ilmini içeren, cismanî lezzetlerin en lezzetlisi olan, cinsel
ilişki lezzetlerinin kuvvetine sahiptir. Kısaca, beden arzı, zahiri ve Bâtıni
zevk ve lezzetlerin kuvvetleriyle donatılmıştır.” (55.10-12) “İnsanın, zahir ve
batınında, beden ve ruhunda, ‘Hakikat Güneşinin’ doğuşu ve batışı vardır,
‘Doğuş’ ve ‘Batış’ ile onu terbiye eder. Rabbinin zatı baki
kalır.” (55.76) Önce Halk zahir, Hak batındır.
“Cem makamında olan tevhitte, hakiki ahret olan ‘ebedî beka’ lazım gelir.
Bu muvahhitler, kesretin tafsilinde ‘cemi’ müşahede eder, bu cemi ile melaike
âleminin batını ve nebi âleminin zahiri olan tafsilattan mahcup olmazlar. Ahkâm
ve maarifle zahir arasını cem eder, istikamet ilmini ifade eden kitaba iman
ederler. İstikamet, fenadan sonra beka makamında sahibinin Allah ile tahakkuk
zamanında, bütün insanî kuvvetler ruhun
nuru ile nurlanır ve bütün güç ve kuvvetler ilahi emir hududunda durur.”
“Kısaca, bu makamda bütün kuvvetler, Hakkın zillinde, gölgesinde olarak,
külliyet ile vahdet, birlik ile bütünlük, dizisinde dizilmiş olur.” (2 bakara,
176) İnsanın fenafillâh yolculuğu burada bitmiş olabilir.
“O muvahhit, kendi ihtiyacı olduğu ve mala muhabbet
ettiği halde malı verir. Malı vermek, yaşadığın, sağlıklı olduğun, malı
sevdiğin, fakirlikten korktuğun halde ve zamanda vermektir. Ölüm döşeğinde
miras paylaştırmak mal vermek değildir. Hakiki muvahhitler, kendi ihtiyaçları
olsa dahi diğer ihtiyaç sahiplerinin nefislerini tercih ederler. Kalplerini malla
meşgul etmemek, Allah’la beraber olarak rızasını kazanmak için verirler. Kerem, ferahla ve sevinçle olan vermektir.” (2
bakara, 176) Benlik soyunmadan bekaya erişilmez!
“Sizi cem makamına hidayet etmesi üzerine Allah'a tazim,
riayet, etmeniz, azamet ve kibrini bilmeniz için ve belki istikametle şükür
edersiniz diye, size bunları emir eylemiştir. Bana teveccüh etmiş olan salik ve
talipler, benim marifetimden sana sual ettiklerinde, hemen, tahkik, ben zahirim.
Bana hal ve istidatları lisanı ile dua edenlerin dualarını kabul eylerim. Benim
icabetimi talep etsinler. Ve tasfiye halinde onların kalpleri aynasından ‘Ben’
tecelli edeceğimden ‘Ben'i müşahede etsinler.” (2 Bakara, 185)
“Allah, vücutta
ondan başka mabut yoktur. Ondan başka her neye ibadet olunsa ibadet, başkasına
vaki olmaz. Bilinsin bilinmesin hep O’na olur. O diridir, kayyumdur, âlimdir.
Ben zahirim, Ben batınım, evvelim, ahirim.” (2 Bakara, 255)
“Hak Teâlâ Hazretleri, zatının muktezası olan adalet ile kaim olduğu
halde, ervah göklerini ve sicim arzını izhar eyleyen Zat-ı mutlaktır, ol
dediği vakit derhal olur.” (6 Enam, 73) Herkes onun ilmiyle âlim, nefsiyle
kaim, ayakta, hayatıyla hay, diri, vücuduyla mevcuttur. Fena makamlarından
sonraki beka makamlarında da yalnız Allah vardır, ‘Ben’ der.
“Fazilet yolu benim
doğru yolumdur. Bu yola ancak bir garaz, amaç, için sağa, sola meyil etmeyerek
doğru olduğu halde benimle kaim olan kimse girebilir. Zira faziletin membaı,
ancak vahdettir. Görülmez mi ki fazilet, ifrat ile tefrit tarafları arasındaki
itidallerden ve vasatlardan ibarettir ki bu itidalleri tayin üzere hakikat ile
sülük ancak Allah'ın dininde, Allah'a doğru, müstakim olan ve Allah Teâlâ'nın,
kendisini hak yola sülûka Tevfik ile teyit eylediği kimseye mümkün olur. Ta ki
o kişi efalinden, sıfatından ve sonra zatından fenaya vasıl ve fenadan sonra
beka halinde Hakk’ın sıfatıyla muttasıf olup, o Hak'la kaim olur. O vakit Hak'ta
Hak ile müstakim olur. Ve o takdirde onun sıratı, Hakk’ın sıratı ve seyri de
Allah'ın seyri olmuş olur. (6 Enam, 153)
İnsan, insan olduğunu anlayıp verilenlerle
ergenleşip ve olgunlaşıp mesaja muhatap olursa, aşikâr ayetlerin mesajlarının
kıymetini ve kadrini bilirse, okuyup anladıkça mesajlar kendini cezp eder,
cezbeye kapılan olgun insan da Allah’a vasıl olabilir.
Umarım biz de sıratı müstakimden geçebiliriz. Necdet
Altınay, 18112021
http://necdetaltinay.blogspot.com/2021/11/dort-anasr.html
Varlığın Haysiyeti
Kendini bilen her insanın bireysel, toplumsal ve insanlık düzeyinde bir
haysiyeti, gururu, şanı, şöhreti, bilinecek kadir ve kıymeti vardır. Evrenini
ve çevresini tamamlayan ve tam anlayan insan, bilir ve bildiğini bilir. Kendini
oluşturan her zerrenin, iletişim ve etkileşim içinde olduğu tüm çevresinin
farkındadır. İnsan, ıssız bir ada değildir. Herkes, insanlığını, kendi çevresel
ortamında, geniş çaplı iletişim ve etkileşim içinde, bedensel ve ruhsal
kuvvetlerine, hükmederek yaşar. ‘Uzay Zaman Birleşik Alanındaki Kuvvetlerden’
bazıları, elektron-pozitron misali, zıt kuvvetler halinde, ‘yokluktan’ ‘boşluğa’ çıkar ve aralarındaki
‘boşluk denizi’ sayesinde, zahir olur, görünür, ‘kaynağından bir nazar iradesiyle’ de,
toplaşıp kütle kazanır, kaynağından kopmayacak şekilde ‘eşyayı’ oluşturur.
Büyük Hadron Çarpıştırıcılarından, proton gibi parçacıkların saniyede 40
milyon defa, hızla, çarpıştırılarak elde edilen bulgularla kanıtlanan bilgilere
göre “Varlığımızı” (1), saniyenin 10-40ında, ‘Yokluktan’ ‘Boşluğa’ var olup
çıkan ve yok olup giden parçacıklara ve aralarındaki ‘Boşluk Denizine’
borçluyuz. Elektronun elektrik değeri, elektronun etrafında polarize olan
pozitron ile elektron arasındaki boşluğa tabidir. Yakında artar, uzakta azalır.
Elektronun elektrik değeri milyarda bir az ya da çok olsa atom oluşamaz.
Evrende hassas denge vardır. Milyarda bir farklı olsa evren olaşamazdı denen
milyonlarca katsayı bilinmektedir. Sistemin dışından yapılan bir müdahale
sonucunda, Higgs bozonu içinde, ‘toplanan kuvvetler’ bir parçacığın
hareketini kısıtlar, parçacık ‘kütle’ kazanır ve hareket etmesi için daha büyük
kuvvetle itilmesi gerekir, böylece madde ve her şey oluşur.
“Her şey ve herkese özgü, irade
beyanı olarak, bir ‘nazar’ vardır.” (42 Şura, 38) Bu ayet, halk edişte,
‘kuvvetler’ üzerinde, kaynağından, bir irade beyanı olduğunu gösterir. “İnsanlar
için vaaz olunan ilk mescit, manevî sadır Mekke'sindeki hakikî kalp,
Kâbe’dir. Hakikî kalbe yönelen ‘kuvvetlerin
izdiham ettiği’, toplandığı yerdir. Buradan bütün vücut feyiz, hayat ve
kuvvet alır. Her azaya giden kuvvetler buradan gider ve âlemlerin sebeb-i hidayetidir.
O sebeple hidayete, vuslata, doğru yola
girilen bir nurdur.” (2 Bakara, 96) İnsanın manevî
sadrında, göğsünde, Mekke’sinde, bulunan hakikî kalbi, Kâbe’sidir.
Özetle, “Sakfı merfu'; levha-i mahfuza, levha-i kaderden, suretler ve
ahkâm nazil olan sema-i dünyadır. Dünya semasına nüzulden, aşağı inişten, sonra
mev’atte, cansız şeylerde, hululü, içine gizlice girişi ile şahadet âleminde
zahir, aşikâr, olur. Bu da insandaki mahal-i hayal, tasavvur merkezi, mesabesinde
olup mahıv ve ispat, var oluş yok oluş, levhasıdır.” (52 Tur, 5) Kader
levhasından, saklı ve muhafaza edilen levhaya suretler, şekiller ve ahkâm,
düzen, inen dünya semasına ‘Sakfı Merfu’ denir. Dünya semasına inişten sonra
cansız şeylere dönüşüyle, içine gizlice girişiyle, görünür âlemde zahir,
aşikâr, oluş başlar. Bu da insandaki hayal merkezinde var oluşa benzer olup,
mahıv ve ispat levhasıdır, var olma ve yok olma levhasıdır. İnsan, aklını
kullanırsa eğer, cansız şeylerin, ‘yokluktan boşlukta var oluş ve yok oluş’
gerçeğini, tasavvur edip, deneyebilir ve gözlemleyebilir. ‘Yokluktan boşluğa
çıkıp var olan zerreler’ bilimsel deneylerde kanıtlandığı gibi ayet de ‘Kader
Levhasından’ ‘Dünya Semasına’ inip aşikâr olan zerrelerden söz etmektedir.
“Bahri mescur, ‘Boşluk Denizi’,
birbirine yakın olup da etrafı çevrili olan ve ispatlanan eşyanın
tümünün zahir olduğu, ortaya çıktığı, suretlerin göründüğü heyuladır, görkemli büyüklüktür.” (52 Tur, 6) Yokluktan
var olup boşluğa çıkan cansızlar, ilmin uygulanmış halleriyle, ‘boşluk denizi’
sayesinde, kesret âlemini, oluşturacak şekilde, görkemli büyüklükte, doldurur.
Bu boşluk denizi, yokluktan boşluğa çıkan elektron-pozitron çiftinin arasında
yer alan boşluk denizini hatırlatır. “Eğer biz ‘var olur yok olur’ mevcudat
olsun isteseydik kudret yönünden bize mümkün olurdu. Lâkin öyle mevcudat,
varlık olsun istemedik, çünkü hikmet ve hakikate uygun olmaz, aykırı olurdu”.
(21 Enbiya, 17) İnsanlar bir düzen içindedir ancak
düzeni bilmezler, kaos derler!
‘Kutsal Mesajlar’, ‘eşyanın’ ‘yokluktan’ ‘boşluğa’ çıkan zerrelerden
oluştuğunu bildirir. Bu durumun, bilimsel olarak elde edilen bilgi ve
bulgularla kanıtlanmış olduğu görülmektedir. Ayrıca ‘eşya’ bir bütündür ve
onları oluşturan ‘kuvvetler’, ‘Uzay Zaman Birleşik Alan Kuvvetleridir’, sürekli
iletişim ve etkileşim içinde olup, uzay zamanı büküp ‘toplanmaları’ bütünlüğü
bozmaz. En önemli husus, bilim insanlarınca, bu kuvvetlerin, Hadronda
çarpıştırma gibi ‘sistemin dışından’ bir etkiyle toplandığının bildirilmesidir. (1)
“İnsan bir bütündür ama kendi
nefsiyle var değildir, her mevcut olan O’nun vücuduyla mevcuttur. Vücudun
bütününden infisam etmek, kopmak, ayrılmak, iki vücut halinde var olmak mümkün
değildir. Akıl kıyasladığı için iki varlık gibi görür. Mümkinat, mevcut olanlar,
Allah’ın efali ve sıfatıdır. İnsan, tüm organlarıyla bir bütün halinde
yaşarken, kendi iradesi dışında bir organı, eli, kolu, hareket ederse onu
duyar, işitir. Akıl bir insanı ayrı bir varlıkmış gibi itibar eder, düşünürse o
insan varlıktan kopmuş gibi olur. İnsanın ayrı bir varlıkmışçasına hareket
etmesi halinde ise ‘Varlık’ onu hemen işitir, çünkü kendi kendine hareket
ettiğinde varlıktan kesilmiş, kopmuş olur. Özgürmüş gibi hareket edildiğinde
niyeti bilinir, sözü işitilir, hareketi duyulur ve hissedilir. Bağımsız gibi
hareket etmenin nedeni maddenin ardındaki, özündeki ilmi bilmemek olabilir.
Hareket ve sıfatların karanlıklarından, hayal, kuruntu ve şüphelerden,
kurtularak ruh âlemi fezasına; ilim ile kalbin ufkuna ve semasına çıkılabilir.
Maddeyi, eşyayı, kişileri mevcudatın tümünden, ‘Vücut’tan, kırık, kopuk ve
bağımsız hayal etmek eşyanın doğasına aykırıdır.” (2.256, 257)
Umarım biz de Hakk’ın, vücudunun
kopmaz bir parçası, sürekli iletişim ve etkileşim içindeki ayrılmaz haysiyetli
bir nazarı (2) olduğumuzu idrak
edebiliriz.
Necdet
Altınay, 02122021
(1) https://www.youtube.com/watch?v=FYf7af2tb5U
(2) http://necdetaltinay.blogspot.com/2017/07/nazarla-olusum.html
Kendini bilen her insanın bireysel, toplumsal ve insanlık düzeyinde bir
haysiyeti, gururu, şanı, şöhreti, bilinecek kadir ve kıymeti vardır. Evrenini
ve çevresini tamamlayan ve tam anlayan insan, bilir ve bildiğini bilir. Kendini
oluşturan her zerrenin, iletişim ve etkileşim içinde olduğu tüm çevresinin
farkındadır. İnsan, ıssız bir ada değildir. Herkes, insanlığını, kendi çevresel
ortamında, geniş çaplı iletişim ve etkileşim içinde, bedensel ve ruhsal
kuvvetlerine, hükmederek yaşar. ‘Uzay Zaman Birleşik Alanındaki Kuvvetlerden’
bazıları, elektron-pozitron misali, zıt kuvvetler halinde, ‘yokluktan’ ‘boşluğa’ çıkar ve aralarındaki
‘boşluk denizi’ sayesinde, zahir olur, görünür, ‘kaynağından bir nazar iradesiyle’ de,
toplaşıp kütle kazanır, kaynağından kopmayacak şekilde ‘eşyayı’ oluşturur.
Büyük Hadron Çarpıştırıcılarından, proton gibi parçacıkların saniyede 40
milyon defa, hızla, çarpıştırılarak elde edilen bulgularla kanıtlanan bilgilere
göre “Varlığımızı” (1), saniyenin 10-40ında, ‘Yokluktan’ ‘Boşluğa’ var olup çıkan
ve yok olup giden parçacıklara ve aralarındaki ‘Boşluk Denizine’ borçluyuz.
Elektronun elektrik değeri, elektronun etrafında polarize olan pozitron ile
elektron arasındaki boşluğa tabidir. Yakında artar, uzakta azalır. Elektronun
elektrik değeri milyarda bir az ya da çok olsa atom oluşamaz. Evrende hassas
denge vardır. Milyarda bir farklı olsa evren olaşamazdı denen milyonlarca
katsayı bilinmektedir. Sistemin dışından yapılan bir müdahale sonucunda, Higgs
bozonu içinde, ‘toplanan kuvvetler’ bir parçacığın hareketini kısıtlar,
parçacık ‘kütle’ kazanır ve hareket etmesi için daha büyük kuvvetle itilmesi
gerekir, böylece madde ve her şey oluşur.
“Her şey ve herkese özgü, irade
beyanı olarak, bir ‘nazar’ vardır.” (42 Şura, 38) Bu ayet, halk edişte, ‘kuvvetler’
üzerinde, kaynağından, bir irade beyanı olduğunu gösterir. “İnsanlar için vaaz
olunan ilk mescit, manevî sadır Mekke'sindeki hakikî kalp, Kâbe’dir. Hakikî kalbe yönelen ‘kuvvetlerin izdiham
ettiği’, toplandığı yerdir. Buradan bütün vücut feyiz, hayat ve kuvvet
alır. Her azaya giden kuvvetler buradan gider ve âlemlerin sebeb-i hidayetidir.
O sebeple hidayete, vuslata, doğru yola
girilen bir nurdur.” (2 Bakara, 96) İnsanın manevî
sadrında, göğsünde, Mekke’sinde, bulunan hakikî kalbi, Kâbe’sidir.
Özetle, “Sakfı merfu'; levha-i mahfuza, levha-i kaderden, suretler ve
ahkâm nazil olan sema-i dünyadır. Dünya semasına nüzulden, aşağı inişten, sonra
mev’atte, cansız şeylerde, hululü, içine gizlice girişi ile şahadet âleminde
zahir, aşikâr, olur. Bu da insandaki mahal-i hayal, tasavvur merkezi, mesabesinde
olup mahıv ve ispat, var oluş yok oluş, levhasıdır.” (52 Tur, 5) Kader
levhasından, saklı ve muhafaza edilen levhaya suretler, şekiller ve ahkâm,
düzen, inen dünya semasına ‘Sakfı Merfu’ denir. Dünya semasına inişten sonra
cansız şeylere dönüşüyle, içine gizlice girişiyle, görünür âlemde zahir,
aşikâr, oluş başlar. Bu da insandaki hayal merkezinde var oluşa benzer olup,
mahıv ve ispat levhasıdır, var olma ve yok olma levhasıdır. İnsan, aklını kullanırsa
eğer, cansız şeylerin, ‘yokluktan boşlukta var oluş ve yok oluş’ gerçeğini,
tasavvur edip, deneyebilir ve gözlemleyebilir. ‘Yokluktan boşluğa çıkıp var
olan zerreler’ bilimsel deneylerde kanıtlandığı gibi ayet de ‘Kader
Levhasından’ ‘Dünya Semasına’ inip aşikâr olan zerrelerden söz etmektedir.
“Bahri mescur, ‘Boşluk Denizi’,
birbirine yakın olup da etrafı çevrili olan ve ispatlanan eşyanın
tümünün zahir olduğu, ortaya çıktığı, suretlerin göründüğü heyuladır, görkemli büyüklüktür.” (52 Tur, 6) Yokluktan
var olup boşluğa çıkan cansızlar, ilmin uygulanmış halleriyle, ‘boşluk denizi’
sayesinde, kesret âlemini, oluşturacak şekilde, görkemli büyüklükte, doldurur.
Bu boşluk denizi, yokluktan boşluğa çıkan elektron-pozitron çiftinin arasında
yer alan boşluk denizini hatırlatır. “Eğer biz ‘var olur yok olur’ mevcudat
olsun isteseydik kudret yönünden bize mümkün olurdu. Lâkin öyle mevcudat,
varlık olsun istemedik, çünkü hikmet ve hakikate uygun olmaz, aykırı olurdu”.
(21 Enbiya, 17) İnsanlar bir düzen içindedir ancak
düzeni bilmezler, kaos derler!
‘Kutsal Mesajlar’, ‘eşyanın’ ‘yokluktan’ ‘boşluğa’ çıkan zerrelerden
oluştuğunu bildirir. Bu durumun, bilimsel olarak elde edilen bilgi ve
bulgularla kanıtlanmış olduğu görülmektedir. Ayrıca ‘eşya’ bir bütündür ve onları
oluşturan ‘kuvvetler’, ‘Uzay Zaman Birleşik Alan Kuvvetleridir’, sürekli
iletişim ve etkileşim içinde olup, uzay zamanı büküp ‘toplanmaları’ bütünlüğü
bozmaz. En önemli husus, bilim insanlarınca, bu kuvvetlerin, Hadronda
çarpıştırma gibi ‘sistemin dışından’ bir etkiyle toplandığının bildirilmesidir. (1)
“İnsan bir bütündür ama kendi
nefsiyle var değildir, her mevcut olan O’nun vücuduyla mevcuttur. Vücudun
bütününden infisam etmek, kopmak, ayrılmak, iki vücut halinde var olmak mümkün
değildir. Akıl kıyasladığı için iki varlık gibi görür. Mümkinat, mevcut olanlar,
Allah’ın efali ve sıfatıdır. İnsan, tüm organlarıyla bir bütün halinde
yaşarken, kendi iradesi dışında bir organı, eli, kolu, hareket ederse onu
duyar, işitir. Akıl bir insanı ayrı bir varlıkmış gibi itibar eder, düşünürse o
insan varlıktan kopmuş gibi olur. İnsanın ayrı bir varlıkmışçasına hareket
etmesi halinde ise ‘Varlık’ onu hemen işitir, çünkü kendi kendine hareket
ettiğinde varlıktan kesilmiş, kopmuş olur. Özgürmüş gibi hareket edildiğinde
niyeti bilinir, sözü işitilir, hareketi duyulur ve hissedilir. Bağımsız gibi
hareket etmenin nedeni maddenin ardındaki, özündeki ilmi bilmemek olabilir.
Hareket ve sıfatların karanlıklarından, hayal, kuruntu ve şüphelerden,
kurtularak ruh âlemi fezasına; ilim ile kalbin ufkuna ve semasına çıkılabilir.
Maddeyi, eşyayı, kişileri mevcudatın tümünden, ‘Vücut’tan, kırık, kopuk ve
bağımsız hayal etmek eşyanın doğasına aykırıdır.” (2.256, 257)
Umarım biz de Hakk’ın, vücudunun
kopmaz bir parçası, sürekli iletişim ve etkileşim içindeki ayrılmaz haysiyetli
bir nazarı (2) olduğumuzu idrak
edebiliriz. Necdet
Altınay, 02122021
(1) https://www.youtube.com/watch?v=FYf7af2tb5U
(2) http://necdetaltinay.blogspot.com/2017/07/nazarla-olusum.html
Say İlahi İrade Kanuna göre çalışma esastır, her şey çalışana, hak edene,
hak ettiği kadardır. “Hakkın batındaki ilim hazinesinde vücudu olmayan bir şey
asla zahire çıkamaz ve vücut bulamaz. Zahir de, batın da O’nundur, O'dur.” (25
Furkan, 45) “Kuran, anlaşılsın diye Arapça olarak indirilmiştir. İnsanın
yaratılışında, genlerinde vaat edilenler, kitapta tekrar edilmiştir. İnsanın,
kitabın doğruluğunu kabul etmesi, şahit olması ve onu okuması beklenir.” (20
Taha, 113, 114) Görüldüğü gibi dünya ve evrendeki her şey Hakkın ilim
hazinesinden çıkar ve var olur. İnsanın, genlerinde yazılı olan bilgiler
uygulanır, Kitap bunları doğrular ve insanın da bunları okuyup, şahit olup,
haysiyet kazanması beklenir.
“İş bu Kuran, değişmez, bozulmaz, noksansız, afetten korunmuş, bozulmamak
ve kanıtlanmak üzere, evrenin tümünde apaçık olan ve hakikatleri muhkem, sağlam
kılınmış bir kitaptır. Hakikatlerini, daha sağlam ve daha güzel olması mümkün
olmayan, bir ilim ve hikmet üstüne inşa eder.
Zahirde, görünürde, belirli ve
bilinen miktar ve zamanda, aşikâr olur.
Takdir ve tertibinde hikmete uygun intizamda, düzendedir. Ayrıntılarından layıkıyla haberdar, bilgili,
kendi cehaletini keşfeden, ilim ve hikmet sahibince; ahkâm ve ayrıntısı, cüzi
âlemde ortaya çıkarılmış, aşikâr edilmiş, bir kitaptır.” (11 Hud, 1)
Genlerindeki bilgilerin uygulanmasıyla var olan insan, ilim ve hikmetle
mükemmel uyumlu düzen ve tertipte, teslimiyette, inşa edilirse, Kuran
düzeninden kaynaklanan haysiyete kavuşur.
“Herkes ruh-nefis çiftinin oğludur. Nefis anne önce bedeniyle meşgul olur
ve kendi kemaliyle ilgilenemez. Bedenle meşguliyetinden basireti açılmaz,
idraki safi olmaz, rüştünü ispat edemez ve kendi kemalinden gafildir. Rüştüne
erince, Nefsin akıl basireti açılır, fıtratındaki aydınlanma başlar, istidadı zahir olur, beşiğinde uykusundan
uyanır ve gaflet uykusundan yakaza, yarı uyanık, haline geçer; cevherinin
kutsallığını anlar, merkezini ve gayesini arar. (46 Ahkaf, 15) İnsanın,
bedensel gelişimi tamamlanıp rüştü kanıtladıktan, aklıyla iyi ve kötüyü ayırt
ettikten sonra nefsinin akıl basireti açılır. Fıtratındaki aydınlanma başlar,
istidadı görünür, gaflet uykusundan uyanır, uyanık hale geçer ve cevherinin
kutsallığını idrak eder. Böylece kendi merkezini bulur ve evrenin merkezinde
olduğunu anlar. Dünya ile Gökyüzü arasındaki ilişki ne ise insan ile ‘akıl
seması’ arasındaki ilişki de odur.
İnsanlığın aklı da, insanlığın etrafında teçhiz edilmiş, donatılmıştır.
İnsan, kendi akıl semasının merkezindedir. (1) Dünya, gök kubbenin merkezindedir ve madde olarak aşağıda, alttadır. (2) Bedensel gelişimden sonra aklın
basireti açılır, gaflet uykusundan uyanırsa insan, cevherinin kutsallığını
idrak ederek, Hakkın vücuduyla haysiyet kazanır.
“Biz, «Ey ateş sen, İbrahim’e hal-i fenaya vusulü sebebiyle serin
ol» dedik. Azgın ve asi olan Nemrut Nefis ve kavmi olan gazap ve şehvet
kuvvetleri, Ruh İbrahim’ini, yani Ruhun mazharı olan vücut incisini, zikir
mancınığına koyarak, tabiat-ı rahim harareti ateşine attılar. Allah, tabiat-ı
rahmin nar-ı hararetini İbrahim’e serin ve selâmet eyledi.”(21 Enbiya, 69)
“Biz İbrahim’i kurtardık, kendisini hidayet, hakiki rızık, kemali
sıfatlar, ilim ve amelle terbiye etmesi sebebiyle, âlemlere mübarek kıldığımız
«beden arzına» gönderdik.” (21 Enbiya, 69) Olgunlaşan insan, idrakiyle,
gönderilen mübarek beden arzında, haysiyete kavuşur.
“Biz, Ruh İbrahim’ini ve akıl Lût’unu, fenadan sonra Hakkın ihsan
edilmiş, bağışlanmış vücuduyla, mübarek kıldığımız tabiat-ı bedeniye arzına,
‘Terbiyeyi Kabule Müsait Olanlar’ için gönderdik. Terbiye ile olgunlaşmaya
müsait olanlar, feyiz ve hidayetle, faydalı mahsuller ve meyveler verecek kadar
kemale erebilir. Böylece kemale erenler, iyi, güzel ve hayırlı ameller işler ve
hükmümün şeraitine, şartlarına, uyarlar. Beden arzı bu amaçla ve nedenle
mübarek kılınmıştır. Bizim İbrahim’i ateşten kurtarmamızın sebebi de müsait
olanlara, olgunluğun vasıflarını kazandıracak hakiki erzakı vermesi, ilim ve
amelle terbiye ve tekmil etmesi içindir.” (21 Enbiya, 71) Yarenlerin “İrşat”,
“Öğrenim ve Olgunlaşma” ortamı, olgunlaşmaya müsait olanlar için mübarek yani
ilahî hayrı bulunan, bereketli kılınan «beden arzı» ortamı olabilir. ‘Öğreten
Öğreniciler’ olup olgunlaşabilirler!
“Allah
yer ile göğün nurudur. Nur, Allah’ın zatıyla zahirdir, kuvvetiyle kütle
kazanır, görünür hale gelip görünür, eşya
da nur ile görünür hale gelip görünür.
Nur, zuhurunun, ortaya çıkışının,
şiddetinden ve eşyanın kendisiyle zahir olması dolayısıyla, mutlaktır ve ilahi
isimlerden birisidir. Zuhurunun şiddetinden gizlidir, ışığın kaynağı görünür
kendisi görünmez. Mevcut olan her şey onunla mevcut olmuştur. Cisimler âlemi, ilahi nurun gurup ettiği, tesettüre girdiği yerdir, örtülü halidir.
İnsanın kemale ermiş, olgunlaşmış halinde, bu nur parlar, yaradılışa uygun
olarak parlayan bu nur ise diğerlerini aydınlatır. Parlayarak aydınlatan nura, nurun nuru,
batıdan doğan hakikat güneşi denebilir. Cahil kişi cisimlerin altında kalmış,
cisimler âlemi dalgasının örttüğü kişidir, altından elini çıkarsa basiretinin
körlüğünden göremez.” (24 Nur, 35) Haysiyet, nurun nuru, ilmin idraki iledir.
“Ve bizim inzal ettiğimiz şu Kuran, sırf tevhide hidayet ve doğru yola
irşat ziyadeliğiyle mübarek bir kitaptır. En yakın yoldan, kemalin en yüksek
derecelerine hidayet eder. Binaenaleyh siz, o kitaba tâbi olunuz ve bütün
mâsivâullahtan, sizi Allah’ı düşünmekten alıkoyan her şeyden, hatta kendi zat
ve sıfatınızdan, bile sakınınız ki size bağışlanmış vücutla, Allah’ta ve
Allah’la, rahmetiyle rahmet olunasınız.” (6 Enam, 155)
Umarım biz de, bize bağışlanacak vücutla, Allah’ta ve
Allah’la, rahmetiyle, haysiyet kazanabilir, haysiyetli olabiliriz.
Necdet
Altınay, 15122021
(1)
http://necdetaltinay.blogspot.com/2021/09/evrenin-merkezisin.html
(2)
http://necdetaltinay.blogspot.com/2021/09/savunma-hakk.html
Kulak ver, kalpten gelen sese,
Cahil cühela, gelmez herkese,
Açılan yeni sayfa, kitabından,
Payına düşendir, hitabından!
Senden
sana, O’na giden yol,
Kendi
sesindir, dediği gibi ol!
Şüpheye,
kuruntuya yer yok,
Var olan
vücut, görünür çok.
Boş değil, çocuktan al haberi,
Dışına aktarır, içinden geleni,
Şaşarsın görüp, nasıl bildiğini,
Okur geliştirir sayfa genlerini.
Genlerde
kazılıdır, aklı, hisleri,
Harfle
yazılı, genlerde bilgileri,
Yeni
deneyim, kazınır genlere,
Okunup
yazılır, yenisi genlere.
Rüşt, ispatlanır, akılla, beyinle,
İçinden dışına döner, bilgisiyle.
Vahdet biter, dünya kesretiyle,
Dönmeli kendine Oku emriyle!
Yanılgı yazma, kendi levhana,
Kötülükler yazılmasın yazgına,
Aldanma sakın, sapkın azgına,
Dönüp içine uğrama bozguna!
Kitap, Âlemle Âdeme, El Kitabı,
Geninde, fıtratında kazılı olanı,
Seni sana okutur, O’nun hitabı!
Necdet, fena bul, bil baki olanı!
Necdet
Altınay, 22122021
Bebeğin DNA’sında, her seferinde bir protein açılır işini yapar, emer,
kıskanır, sever, güler, ağlar, etkiler, etkilenir tepki verir; uyum gösterilen
koşulda RNA ve DNA’sı değişir, gelişir. “Beyin hücresi ‘Nöronlar’ arasındaki,
metrelerce uzun, elektromanyetik dalga lifleri yalnız o ana özeldir, ne daha
önce oluştu ne de sonra oluşacaktır. Bu dalgalar sayesinde yer, içer, duyar,
görür, bilir, bilinçlenir, konuşur, yaşarız. Tüm yaşam iç içe var olmuş bir
kodlamalar uyumudur; yaşam, DNA’dan DNA’ya film aktarımıdır.” (1) Canlı hücre, oksijen atomunu, hidrojenden koparıp karbona
bağlamasıyla, elektrik enerjisi kazanır ve her işini bu enerjiyle yapar. Hücre,
elektrik enerjisini nasıl üreteceğini, mesajını elektromanyetik dalgalar
üstünde nasıl kodlayıp, nereye göndereceğini, iyi bilir. Elektromanyetik
kuvvetler ile onları kullanım iradesi, DNA bünyesinde, Hakça verilmiştir. “Her
şey ve herkese özgü ve özel, irade beyanı olarak, bir ‘nazarım’
vardır.” (42 Şura, 38) (2)
“Fitneci ve münafıkların, kalpleri şek, şüphe ve iki yüzlülük hastalığına
tutulmuştur ve bunlar kalplerine kök salmıştır. Resul de müminlere yardım etmek
ve dini yüceltmekle bunlara kin ve haset etmeyi de yüklemiştir. Rezaletlerin
tümü kalp hastalıkları ve arazlarıdır. Bunlar kalbin zayıflamasına ve helak
olmasına yol açar. Çünkü münafıkların azapları elim ve kâfirlerin azapları
azimdir, büyüktür. Felç olan bir organın duyarsızlaşması gibi kovulmuş,
dışlanmış olan inkârcı kâfirlerin azapları elim ve azim olsa da kalpleri azabı
idrak edemez ve sefasını da süremez; büyük kin, nefret ve elemin şiddetini
kalpleri hissedemez. İkiyüzlü münafıkların ise asılda istidatları sabit ve
idrakleri baki olduğundan, elem ve acının şiddetini hisseder, duyarlar. Çaresiz
yalan ve buna katılmış araz olan müzmin hastalıklar sebebiyle azapları elemli
olur. Böyle kişiler, bütün işlerde ve akılcı lezzetlerde cüzî menfaat, hissî
lezzetler peşindedir, bedensel lezzetlere dalmıştır, dünya muhabbetiyle
meşguldür. Kurtuluşu ve iyiliği, dünya işlerini kendilerine uygun yürütmekte,
geçimlerini kazanmakta bilirler, bütün amaçlarına böylece ulaşabileceklerini
düşünürler. Oysa hissiyat ve idraklerini bozduklarını hissedemezler.” (2
Bakara, 10, 12)
Bir hadise göre “Kişi sevdiği ile
haşir olunur, kıyametten sonra onunla dirilir,
ağacın çekirdekten çıkışına benzer.” Bunun nedeni, insan kalbinin,
muhabbet ettiği şeyin suretinde şekillenecek kadar o şeyin, nefsine kazınmasıdır. Kalpten sevilen
kişi, insanın dünyasını doldurur. Ateşin harareti, yanmanın maddi mi manevi mi olduğuna
bağlıdır. Cismanî kuvvetler çok sınırlı, oysa ruhanî kuvvetler sınırsızdır;
ruhanî ateşin elemi, cismanî ateşin
eleminden hem daha sürekli hem de daha şiddetli olur. Bu nedenle,
«Cehennem ateşi, yetmiş defa su
ile yıkandıktan sonra faydalanmak için dünyaya indirildi» denir.
“O ateş, dinden mahcup olanlar, kâfirler, için ihzar olunmuş,
hazırlanmıştır. İlahî kahır ateşi gazap kızgınlığına tenezzül etmiş gibi olur
ve gazap, insanın ahlakını yakar hem de ateşin yapamadığı tesiri yapar. Bu
nedenle gazap, kötü ahlakı yakıp güzel ahlakı inşa edebilir.
Eğer bunu yapamaz iseniz sizi ateşe götüren inadı terk edip teslim olun
iman ediniz. Ateş imanın makamına konulmuştur.” (2 Bakara, 24) İlk defa
hırsızlık yapanın yüzü kızarır, utanır, sıkılır, acı çeker. Gazap kuvvetleri,
kötülüğü yakabilir, güzel ahlakı, geliştirebilir.
”Kuvvet ve kudretimin, zat ve sıfatlarımla, mevcudatın ilahi düzene uygun
halleriyle, tecellisini gösteren delillerden sonra; hissi lezzetlere
alıştığınız için, cenneti nefsinizle değişmeyiniz.” (2 Bakara, 41) Yaşamın
işleyen ilahî düzenine, nefsiniz ve benliğinizle, engel olmayın; enerjinizi
düzensizliğinizi düzeltmekte kullanınız. “Arzın yarılıp çekirdekten bitki çıktığı
gibi sizi de rahimde, vücudun siyah madde denizinden, ters tutunan damlanın
bedensel maddeden arınmasıyla, kurtarırız. Maddeden kurtulamadığı zaman,
nefsin, madde fesadından helak olduğunu müşahede eder, görür, gözlemlersiniz.
İman ederek, istidadınızda, genlerinizde, olan nuru, ilim ve irfanı, taşıp
yayılan olgunlaşma nurunu tasdik ederek, kabul edip uyarak, içinize doğan
şeylere ikbal ediniz, uyunuz. Güzel ahlak ve tevhidin istidadınıza,
genlerinize, delilleriyle konulması, kazınması ahittir, bu ahde uyulması da
sizin ahde vefanızdır. Nurlu parıltılarla verilen ilim ve irfanı, nefsanî
lezzet ve kazançlarla değişmeyiniz. Nefsanî sıfatlarla ruhani bilgi ve
aydınlığı karıştırmayın. Ruhani kuvvetler ve hisler, nefsanî kuvvet ve
hislerden şereflidir.” (2 Bakara, 50) Bebeklikteki saf ve temiz, arı duru ilahi
düzeni, çocukluk ve gençliğinizde kaybetmişseniz ruhani kuvvet ve hislerinize
tekrar dönünüz.
Bizi aile yapan kan bağı değil, birbirimizin hayatına kattığımız sevinç
ve birlikte gülebilme ve öğrenebilme bağıdır, hislerimizdir. Ruhani kuvvet ve
hisler bütünleştirir, bireysel nefsanî kuvvet ve hisler ise ayrıştırır.
İlk kırk gün içinde, bebeğin
bünyesine giren enerji kuvvetleri önce kalbini oluşturur; diğer organları,
kuvvetler, kalpten geçerek oluşturur. Önce kuvvetler vardır sonra kuvvetler
sıfat kazanır ve vücut oluşturur. Kırk yaşında, Kalp, nefsanî yaşamdan kaçış
yeridir. Nefis, Kalpte, huzur duyar, huzur içinde olur. Kırk yaşında insanı
incelerken, ne tür nefsanî hareketleri olduğundan başlanır ve ne tür kalbî
duygular altında bulunduğuyla devam edilir. Kişilik ve vücudunun kaynağı
araştırılır.
“Ve batınından, ruh'un mahal-i tesirini, ruhun bedene tesir ettiği, bedeni etkilediği yerini ve
ferc-i istidadını, istidadın, açılıp, yarılıp,
çatlayıp bedende ortaya çıktığı yeri;
bedensel kuvvetlerin mütecaviz yani aktif olanlarından hıfz etmiş, öğrenmiş olan kul; zeki ve safi nefsi zikret, tanı, öğren ve
hatırla.” (21 Enbiya, 91) (5) DNA’mızda bir proteinimiz açılır, ruh bedene
tesir eder. Nefsinde yaşadığın gerek bedensel hareketlerin gerekse kalbi
duyguların kaynağına in, nereden geldiklerine, çıktıklarına bak. Fiillerinin de
duygularının da kaynağının ruhun olduğunu göreceksin. Fıtratından ortaya çıkan her şeyin beden ve
nefsinde zahir olup göründüğünü anlarsın. Örneğin, sevgi ve merhamet
duygularının kaynağı ruhun ve fıtratındır, duygularını yaşarken yapılan
hareketler, kendi içini ve ruhunu gösterir.
Her duygunun bir ucu kulda iken,
sonsuzluktaki diğer ucu Allah’tadır.
Batılda kalma, vuslat için Hakka yürü.
Umarım biz de insanı insan yapan akıl ve duygularımızın kaynağını idrak
edebiliriz.
(1) Prof. Dr. Türker Kılıç: http://drturkerkilic.com/video/50-yilda-yasamdan-ne-ogrendim-95
(2) http://necdetaltinay.blogspot.com/2021/12/varlgn-haysiyeti.html
(3) http://necdetaltinay.blogspot.com/2020/02/akl-semas_3.html
(4) https://evrimagaci.org/soru/vmat2-geni-tanriya-inanma-geni-mi-6790
‘Kuvvetler’, dememiz yeterlidir,
‘Elektromanyetik’ de geçerlidir,
Gazap ve şehvet, namı diğerdir,
Her şeyin özü, esası, temelidir!
Tamamlıyorsam ben bu Evreni,
Tam anlıyorsam, ben çevremi,
‘Kuvvetler’, algılanıp bilinmeli,
Ağlayıp, gülerken de sezilmeli.
Tefekkürle, mağaraya kapatır,
Kalpte, kendimle olup, taptırır,
Ses getiren tellerimi, kıpırdatır,
Etkisiyle ve tepkisiyle, yaşanır.
Kuvvetler, kalp dışına taşarmış,
İnsan, kalbinin içinde yaşarmış.
Her duygu bir başka titreşimdir,
Her titreşim etkileyen girişimdir.
İstemeden etkileyip etkilenirsin,
Sistemin bütünlüğü etkileşimdir,
Yaptık, ettik desek de olan olur,
Neden, niçin, denilmesi boştur!
İletişimle etkileşimler bir girişim,
Hepsi bilgi işlem, hem de bilişim.
Değiştirmeye çalışma, yalnız izle,
Müdahil olma, olursan eğer gizle.
Hak kuvvetlerini idrak ile bilensin,
Kuvvetten bilinç oluşturan sensin,
Sen ile çevreni bilip, birleştirensin,
Gitti kesret geldi vahdet diyensin!
Olay ve eylemler olur, olup geçer,
Kendini bilen, yalnız, oturup izler,
Rol verilmişse, oynar ancak gizler,
Necdet, bil, Allah’ındır kuvvetler!
Necdet
Altınay, 01012022
İnsan, diğer
halk edilenler ve yaratılanlar, cemadat, nebatat ve hayvanat, arasında aklı ile
ön plana çıkar ve fark yaratır ama aklıyla duygularını kontrol edebildiği için
bu farkı yaratmıştır. Duygularına hâkim olamayan, hatta onların esiri olanlar
sıradanlaşır, başarıya ulaşamaz, amacına eremez. Nefsinden kalbine çıkamazsa
ruhuna eremez. Seven, sevilir.
“Mal sevgisi, hicapların, örtünün,
en kesifidir, malı sevin, kıskançlık yapmadan, size fitne vermeden; malı vereni
daha çok sevin, malı Allah verdi diye sevin.” (76.8) “Nimetlere şükür, nimetleri
verene karşı sevgi yaratır. Bu sevgi, fıtratın kapısını açar. Sevgi, sevilmeyi
ve aşkı doğurur. Allah, seveni daha çok sever. Söz konusu cennetler,
fıtratlarındaki emel ve ahlakı, miras gibi alıp, ilim ve ilgili koşulları olan
sıfat ve kuvvet şubelerine ayrıldıkları için meyve verenler ve bu meyvelere
sahip olanlar içindir. Korku, sevgi ve aşka dönüşerek, nefisten kalbe ulaştırarak, cennete kavuşturur.” (55 Rahman, 46-48)
“Kalbi, Kâbe’yi, insana emin olarak döneceği selâmet mahalli, yeri kıldık.”
(2 Bakara, 125) “Tevhidim olgunluğa erip, sevgimin olgunlaşması dolayısıyla,
“Habib”, sevgili, oldum. Kalbimde Sevgi, Nefsimde adalet, tam oldu.” (42 Şura,
15) Bilinmek, için kâinat yaratılmıştı, tevhit benimle kemal buldu, sevilen,
sevgili oldum, fıtrat benimle amacına ulaşmış oldu. “Yüce Allah, Kitapla, sevgi ile tevhit ilmini indirmiş oldu. Kitabı, hak ile hakkıyla, hak ettiği şekilde indiren Allah’tır.”
“Ona, kitapla inmesi gereken muhabbet ile tevhit ilmini indirdi. Tevhit
ilmi muhabbetle indi, habip oldu, ilim habipin hakkı oldu, habip ilmi hak etti,
ilminin hakkını verdi, gereğini yaptı, bildi ve bildirdi. Tevhit ilmi, Allah’ın
Habib’inin hakkı oldu. Ve adaleti de indirmiş oldu. “Ruh”ta tevhit ilmi, “Kalp”te sevgi, “Nefis”te,
benlikte, adalet olunca fenafillâh
ve büyük kıyamet yakın olur.” (42 Şura, 16, 17)
“Hz. Cem’de, Hak’tan halka rücu edilir. Rab, halk sureti ile örtündü.
Elçisi, kendi vücudundan fani, Hakk’ın vücudu ile mevcut, hakkın sıfatı ile
mevsuf, sıfatlanmış oldu. ‘Ben senin
suretinle zahir oldum, şimdi halk
suretinde benimle kaim ol, Hak ile halk
ol’. Rabbinin adıyla, O’nun ismi altında, O’nun adına,
namına, hesabına oku, zatının vücudu ile oku. İnsan, rahimde ters olarak tutunup duran su damlası ‘alâk’tan,
alakadan, ilgiden, sevgiden,
yaratılmıştır.” (96 Alâk, 1,2) İnsan ve insanlığın gelişiminde, uygulama
alanında, ilim, ‘Bir arının ısı izini 500.000 km den algılayabilir!’ bir araç
geliştirme aşamasına gelmişse, ilme ve kaynağına az kalmış olabilir! Doğum
üzerindeki araştırmalarıyla kendi doğumunu hayal ve tasavvur etmeyi başaran
insan, ‘Evrenin’ doğumunu izleyebilir.
“Bizi,
hidayet yolunda ve vahdet yönünde yönlendir. Marifet, muhabbet, sevgi ve hakkın
zatının hidayeti sıratında, yolunda, rahimsi, özel, nimetler verilenlerden kıl.
Evvelde, ahirde, batında, zahirde hakkın yüzünü müşahede ettir. Bu yol, fani
olan gölge vücutlarından yok olan nebi, sadık, şüheda ve evliyanın yoludur.”
“Sözle ve
fiilen, söz ve eylemle, sana hitap eder, ibadeti sana tahsis eder, yardımı senden talep eder; seninle sana ibadet ederim. Bu huzur hallerimde, bütün hareket ediş ve
duruşlarımda, seninle sana ibadet eder daim namazda olurum. Her vecih üzere ve
her vecihten, yüzden, cemalini müşahede eylediğimden, daim muhabbet lisanı ile
olurum.” (1 Fatiha, 4,5)
“Bunlar
küllî işlerden ve aklî lezzetlerden, cüzî menfaatler ve hissi lezzetlerle
mahcup, bedenî lezzetlerde dalgın, dünya muhabbeti ile meşgul olduklarından
salâh ve iyiliği, sırf dünya işlerini
kendileri için düzmekte ve geçimlerini kazanmakta bilirler, arzu ve isteklerine
ancak bu suretle kavuşurlar. Hâlbuki hissiyatları ile idraklerini bozduklarını
hissedemezler.” (2 Bakara, 12) “Tümde fani olmak, yokluğun idraki değildir.
Sonra kendisine ruhumuzun üflenmesi ve suretimizle tasviri sebebiyle insanı,
yaradılıştan gelen “Başka bir hale girme” haliyle inşa eyleriz. İnsanın
fıtratından gelen ahdi misaka uyma hali bir halden diğer hale geçiş
yeteneğidir. Bu yetenekle insan, yücelerek hal değişimiyle, inşa edilir.”(8
Enfal, 24) “İnsan gerçekte, böylece, halk edilmeyen bir halktır. Yani halk
edilen diğer tüm doğadan farklı olarak, inşa edilerek, yaratılan yaratıktır.
Bundan sonra sizler tabiat açısından ölüsünüzdür. Doğaya bağlı ve bağımlı
değilsinizdir. Kısaca, kurtuluşa götüren mevte ermişsinizdir. Benlik ve
bencilliğinizden vazgeçme zekâtını vererek yeniden doğuşa adaysınızdır. Sonra
siz kıyameti sugra (küçük) gününde, ikinci defa meydana gelme gününde, hakikat
ile diriltilirsiniz. Fena halinde ölü iseniz kıyameti Kübra (büyük) gününde
beka ile diriltilirsiniz.”(23 Müminun, 14-16)
İnsanı insan
yapan duygular, merhamet, sevgi ve muhabbet, kendini tanıma ve bilmeye
götürmenin ötesinde, nimetleri vereni de sevdirir. Aklı ile bilip algıladığı ve
hisleriyle hissettiği her şeyin kaynağına ulaşmak ister. Bildiklerinin ardında,
hissettiklerinin ötesinde, sezgi ve ilhama hatta vahye kadar ulaşmak ister.
Yaratılış amacının bu olduğunun idraki içinde sahip olduklarının hepsinden
hatta kendisinden vazgeçip amacına ulaşmayı tercih eder. Sevdikçe sevildiğini
idrak edip aşk içinde kendinden, akıl ve duygularından, geçmeyi zevk
edebilir. (2) Hakkın vücuduyla mevcut, ilmi ile âlim, nefsi ile kaim, ayakta ve
hayatıyla hay, diri olan insan, ‘Bilinmeyi Seveni’, ‘Severek Bilmeyi’ bilebilmelidir
ve zevk etmelidir.
Umarım biz
de hislerimize tırmanarak, Yaratana ulaşmayı hak edebiliriz.
Necdet
Altınay, 06012022
İnsanın
gölgesi, insanın varlığına delil; insan, Hakkın delili ve şahididir. Gölge,
güneşin varlığına delildir, madde de Hakk’ın varlığına delildir. Kütlenin,
hakikati bilinirse, görünen ışık enerjisi olduğu idrak edilir. Her cisim ışır,
ışık saçar, ışınım halinde, hakikatini görünür kılar, enerji yayar. Enerji,
iletişim ve etkileşim içinde olan kuvvetler halinde hareket eder, gölgeleşip
maddeleşir. Akıl, Hakk’ın elidir, vücut gölgesinin delili ve şahididir. Akıl,
her mevcudun, Hakkın gölgesinin uzatılmasıyla vücut bulduğunu idrak eder. Akıl
ayrıca, maddeden soyunarak, esaretinden kurtulabilir. Buna da ifna ediş denir
ki akıl, eski halini unutup yeni haliyle kaydederek yapabilir
“Bilinmelidir ki eşyanın mahiyeti ve görünenin hakikati, hakkın
gölgesi ve mutlak vücudun sıfatının işaretidir. Kütlenin, maddenin
hakikati, Hakk’ın ilmi, görüntüsü, gölgesidir. Mutlak vücudun ortaya çıkmış,
görünür olmuş sıfatıdır. Akıl güneşi, vücut gölgesine delil, şahit kılındı.
Akıl delili, gölgenin hakikatinin, vücuttan farklı bir şey olduğunu doğrular,
kanıtlar. Akıl güneşi delalet etmezse, gölgenin vücudu ile hakikati arasında
ayrılık olmazsa, vücut kendiliğinden var olmuş olur. Vücudun, ilminden ayrı ve
gayrı bir ismi, cismi ve resmi olamaz ama farklılığa yalnız akıl şahitlik eder.
Gölgenin vücudu olmazsa hiçbir şey olamaz,
eşya mevcut olamaz. Gölgenin vücuttan gayri bir şeyi, yani hakikati, olduğuna
ancak akıl şahittir.” (25 Furkan, 45)
“Sonra gölgeyi ifna ederek,
ortadan kaldırarak, elde
tutabiliriz. Her an mevcut olan fani bir ‘şey’in fena bulması, evveline,
oluşuna nispetle kolaydır. Ele alınan her şey her an başka bir mazharda zahir
olur. Tutuşun ve yok, ifna, edişin o şeyi tamamen ortadan kaldırmak
olmadığına, o şeyin suret ve hakikatine,
ezelden ebede kaydeden, akıl şahittir. Akıl, Hakk’ın elidir. Tutuş ve
ifna, o şeyin değişime uğramasıdır, tamamen yok olması değildir. İfna, yok,
ediş, mevcut olanın bir önceki halini, hakkın eli veya pençesinden ibaret
bulunan, akılda tutmaktan vazgeçmek ve yeni haliyle kaydetmektir. Nefsin
zulmet gecesi insanlara libas, elbise kılınmıştır. Bu zulmet sizi istila ederek
Hakk’ın zat, sıfat ve gölgesinin
müşahedesinde sizi setir eder, örter. Hayat ve dünyada gaflet uykusunda uyutur.
Hadisi şerif: “İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar.” Uykudayken “Daimî
hakiki hayattan” gafil kalırsınız. Kalpleriniz, ruh nuruyla, ilmin idrakiyle,
hayat bulunca, his uykusundan sonra, kutsal âlem fezasında dağılıp yaşarsınız.
Ruhani güçler âlemine, sizi temizleyen pak ilim suyunu indirdik. O ilim suyu,
hakikatleri, asıl vatanları, unutulmuş olan ahitleri ve aslın güzelliğinin
hatırlanması için indirilmiştir.” (25 Furkan, 46-50)
“Siz, Hakk’ın, ‘hıfz edicilerinden’, ilim yüklenebilen kuvvetlerinden
oluştunuz. Siz, bu güç ve kuvvetlerin
cisimlenmiş, şekil ve suret kazanmış, cisimleşmiş halisiniz. Bedenlerinizden
sıyrılıp çıkmanız, soyunmanız, halinde durum apaçık görünür. Suretlerinizin bir kısmı, size sevap ve
rahatlık veren, ruhani latif kuvvetlerdir.
Bir kısmı ise size azap veren cismani muzlim, zulmetli ve meçhul,
suretlerdir.”
“Cismani azalarınız, organlarınız, hal lisanı ile sizin yaptıklarınızı
hatırlar ve işlediklerinizi söyler.
Hafıza semavi bir güçtür ve ruhun bedenden ayrılması halinde yapılanları
ortaya koyar.” (6 Enam, 61)
“Nutuk kuvveti, ruhun nurunu, ilmin idrakini, içeren manayı kavrama ve
anlatma kuvvetidir. İlahi ilmin tümünün Hakk’ın gölgesi olduğunu, göklerdeki ve
yerdeki her mevcudun bu gölgenin uzatılmasıyla vücut bulup kudret ile halk
edildiğini inkâr ederler.” (17 İsra, 98)
“Onlar ağızları mühürlenmiş ve nutuktan aciz bulunduklarından, asla
yekdiğeriyle söyleşemezler. Birbirlerine bir şey soramazlar.” (28 Kasas, 66)
“Zira hiç bir şey nutuktan hali değildir. Lâkin gafiller anlamazlar.” (41
Fussilet, 20, 21) “Nutuk, sizin beden arzınızda ve lisanınız üzere zahir olmuş
olan ‘Mütekellimi Hakikî’nin sıfatlarından bir sıfattır. Hakk’ın nuru size
işrak eylemiştir, kalbinize doğmuştur. Tüm kuvvet ve kudret Allah’ındır.” (51
Zariyat, 23) Kuvvetler, var olan her şey
ve herkesin temelidir.
“Her zerre, bilgi ve özelliğinin yani ‘info’sunun deposudur, başka bir şey içermez. Nasıl olduğu bilinmeyen bir şekilde, sistemin
kaynağından yapılan müdahaleyle, zerreler gölgeleşip, pıhtılaşıp, katılaşıp
kütle kazanır, maddeleşir. Protonlar,
ışık hızına yakın bir hıza ulaşacak kadar hızlandırıldıktan sonra, saniyede
milyonlarca defa çarpıştırılarak, parçalanır ve kuarklar, zerreler, açığa
çıkar. Sonuçta, ‘madde anti madde ayna evreni’ oluşur. Kuvvetlerle dolu olan
zerrelerin yarıçapı sıfırdır, içleri boşluktur.
Bazı zerreler, protondan 180 kat,
elektrondan 200 kat ağır, biri
diğerinden 100 bin kat büyük olabilir. Higgs Bozonu, kuvvet taşıyıcı boşluktur,
kuvvetlerle doludur, aynaların olduğu şekil oluşturur. Enerji,
bilinmeyen bir şekilde,
gölgeleşir, pıhtılaşır katılaşır, maddeyi oluşturur. Aslen enerji olan
ve madde denilen atom, patlayarak tekrar enerjiye dönüşür.” (1,2) “Doğanın
temel yapıtaşı olan kuvvetlerin özellikleri, tesadüfî ayrıntılar olmak şöyle
dursun, uzay ve zamanın dokusuna derinden sarılmıştır.” (Brian Green, ‘Evrenin
Zarafeti’) (3)
“Her şeyin hakikati Hakk’ın ilminin aynısıdır, vücudu ilmi ile
oluşur, ilmi zatının aynıdır ve zatı
aynı vücududur. (41 Fussilet, 53,54) “İlmin ayrı bir varlığının idraki ise
Hakkın varlığına delildir. Nasıl ki bir eşyanın gölgesi varsa gölge, güneşin
varlığına delildir, aynı kapsamda, ilmin
varlığı da Hakkın varlığına delildir. İlim, böylece Hakkın ‘gölgesidir’.” (39 Zümer, 9) (4) “Halk edilen ve yaratılanların, hakikatlerine
bakılırsa, heykel ve suretlerin, şekil ve biçimlerin cesetleştiği, maddeleştiği
ve hakikatine uygun bir şekilde cisimlendiği görülür. Her şeyin, ilmî bir
hakikati ve o şeyin mevcut olmasına sebep olan bir aslı, özü ve melekûtu, madde
ve manası, hükmü, vardır. Her şeyin bir vasfı ve mazharı demek olan bir zilli,
gölgeleşmiş, maddeleşmiş hali vardır. Şeylerin kendisi ve cesetleri farklıdır
ve bunlar secde edici halde temessül ve tecessüm eder, cisimlenir ve
cesetleşir.” (16 Nahl, 48)
Umarım, gölge
varlığın hakikatini akılla bilerek, Hakkın varlığını idrak edebiliriz.
Necdet Altınay,
20012022
(1) https://bilimfili.com/gercekligin-olculmeden-once-varolmadigi-deneysel-olarak-kanitlandi
(2) https://www.science.org/content/article/quantum-experiment-space-confirms-reality-what-you-make-it-0
(3) https://www.halkkitabevi.com/evrenin-zarafeti-ciltli?gclid=CjwKCAiA9vOABhBfEiwATCi7GND9WmgEmzumJwffhDEJnruw33wgfCPOsLfE4cPywIqKGs808Jg3oBoCLdUQAvD_BwE
(4) http://necdetaltinay.blogspot.com/2017/12/hakkn-hakikati.html
Verilen aklın, insanca kullanımı ve ‘Kaos’ diye bilinen ‘İlahî düzenin’
anlaşılabilmesi, insanlığın yüzyıllarına mal olmuştur. Cansızların halk
edildiğinin ve canlıların yaratıldığının bildirilmesinden sonra, insanın inşa
edilmesi de zaman almaktadır. Evrenin
oluşumunda, ilmin yeri ve öneminden söz eden ayetler, bilimsel deneylerle
kanıtlanmaktadır. Örneğin, var olan her zerrenin sürekli bir iletişim ve
etkileşim içinde olduğunu bilim kanıtlamıştır. İkiz elektron veya atomlar, arada
galaksiler olsa dahi, ayrıca özel bir haberleşme kanalı olmaksızın, aynı anda
durum değiştirir. Bu sonuç, olmuş ve olacakların, amaçlarıyla birlikte, Büyük
Patlamadan itibaren tayin edildiğini, gelecekteki akıbetin ezelde bilindiğini,
belgeler. Doğrusu, zaman yoktur, geçmiş ve gelecek aynı anda mevcuttur, insan
aklı bunu kavrayamaz! İlim, kaynağından itibaren, maluma tabidir. Her hareket
bir amaç içindir.
Kuantumun bilinmez, belirsiz ve olasılıklar ortamından, bilinen atomlar
âlemine geçiş, görünüşte, aklı rahatlatır. Oysa atomların tam bir boşluk
olduğunu kabul etmek bile zordur. Atomun % 99, 99…(12 adet 9) u boşluktur.
Dolu kısımda ne var o da bilinmez. İnsan gözlem yaparsa ‘parçacık’, yapmazsa
‘dalga’ halinde yolculuk yapan fotonun, ‘seçimini geciktirdiği’ kanıtlandı.
Çift Yarık deneyinde, Galaksilerden gelen bir fotonun, son anda değiştirilecek
‘gözlem’ durumuna göre, ‘Süper pozisyon’ hali, yani ‘hem dalga hem zerre’ hali, geçerlidir. (1)
Süper determinizm, son gelinen noktadır.
‘Özgür İrade’ yoktur, her olmuş ve olacak, amacıyla birlikte, Büyük Patlama
anında, ‘Belirlenmiş’, akıbet malumdur.
İnsan, bedensel ve zihinsel gelişimle reşit olur. Bu gelişimler
kendiliğinden olmaz. Bedensel gelişim, hormonsal dengeyi gerektirir. Henüz en küçük bir hormonu üretemesek de bedende, hangi
mesajın diğer hücrelere nasıl taşındığını, hangi hormonun, hangi atomlardan, nerede ve nasıl üretildiğini, yeni öğreniyoruz. (2) Zihinsel
gelişim ise beyin hücrelerinin, uygun elektrik ve akımını üretip aktararak,
düşünce ve bilinç üretmesidir. Nöron hücrelerimizde, hangi molekülün, nasıl
elektrik ürettiğini ve nasıl mesaj yükleyip diğer hücreye gönderdiğini de yeni
öğreniyoruz. Bilimin kanıtladığına göre, uygun ortamda, DNA, yazılıma hükmeder, talimat verir ve hücre içinde, ne
zaman, ne yapılacağını bildirir. Bilim, hormon, molekül ve elektromanyetik
mesaj üretiminin, ‘verilmiş bir irade’ olduğunu kanıtlar. Binlerce yıl önce,
canlı hücrelerdeki moleküller, elektrik üretip kodlamayı biliyor ve kullanıyordu! (3) Bilim, ‘bir hücrenin canlılık kazanabilmesi için aynı anda üç
görevin birden yapılıyor olması gerekir’ sonucuna varmıştır. Bu üç görevden
birincisi ‘elektrik enerjisinin üretimi’, ikincisi bu ‘enerjinin hücresel
faaliyetlerde kullanımı’, üçüncüsü ise ‘hücre çoğalma işlemlerinin
yürütülmesi’. Bilime göre, sonuç olarak, ‘bir canlı hücre, ancak diğer bir
canlı hücrenin bölünmesiyle’ elde edilebilir. Kısaca, her faaliyet, sonuca,
akıbete, uygun yürütülür. Sonuç, sebepleri belirler. Yani, yalnız Allah’ın
dediği olur!
“Habipim, sen kemali tamamlamak üzere gönderildin.” (12 Yusuf, 109)
Hadis: Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim. Herkesin kendine özgü bir
haysiyeti vardır, onun özel istidadı ona özel saadettir ki o saadet onun
akıbetidir, «hakikî hayat» elbet odur. Güzel ahlakı tamamlama akıbetine uygun olarak, Resul gönderilmiştir.
“Sizden evvel, tevhidi efal konusunda enbiyaya inanmayanlara ne olduysa
bundan sonra da o olacaktır. İnanan ve inanmayanların akıbetleri, gelecekte de
evvelden olduğu gibi olacaktır. Bu sözler, insanlara, tevhidi efal ilminin
ayrıntılı beyanıdır. Söz dinleyenlere nasihattir. Onları sıfat ve zat tevhidine
yönlendirmedir. Muvahhit, tevhit eden kimse, belaları Allah’tan bilir. Eğer
derecesi rıza değilse en azından sabreder ve onunla kuvvet bulur.” (2 Bakara, 137-139)
“Biz sana, ulvi yönden kutsal hakikatleri ve ruhani bilgileri rızıklaştırırız.
Muteber olan akıbet, bedensel elbisenden ve nefsanî davranışlarından tecrit
olman ve soyunmandır.” (20 Taha, 132, 133) “Aklın yolu birdir, vehim şeytanının
yolları müteferriktir. Kalplerin dağınıklığı kuvvetleri zayıflatır ve niyetleri
çürütür.” (59 Haşır, 17)
Aklın yolu birdir, çünkü malum olan, vasıfları ayrıntısıyla iyi bilinen,
akıbete götüren, yoldur. Araçların, ilmin ve bilimin akıllıca kullanımıyla,
malum olan ve iyi bilinen akıbete, sonuca, insanlığın hedefine, amacına giden
yolların bütünüdür aklın yolu.
Canlılardan, ‘yer ve zamanın koşullarına uyum gösterebilen, bu yeteneği
geliştirebilen’, hayatta kalır. Hatta neslin hayatta kalması için bireyin
kendini feda etmesi de söz konusu olabilir. Bu kadar önemli ‘Evrim Kuramı’ bir
‘Tesadüfün’ üstüne kurulmuştur. Kuramın temelinde, yaklaşık 3,5 milyar yıl önce
‘Kendini Kopyalayan’ bir molekülün ‘Tesadüfen’ oluştuğu var sayılır, kabul
edilir. Hâlbuki ayetler, yaşam sürecinde, ‘Tesadüfün’ olmadığını özel olarak
belirtir. Hem ‘Evrim’ ve ‘Fedakârlık’ genlerde kazılıdır. Akıl, tesadüfü, bu
kadar önemli bir konuda, kabul edemez. Çünkü hayatta kalmak, yaşamak için
bireysel ölüm dâhil her şeyin gerçekleşmesi bir tesadüfe dayanamaz. Bir
tesadüfle gelen, giderse eğer, yeni bir tesadüfle tekrar gelebilir! ‘Tesadüf’,
olmuş ve olacağın akıbet için olması fikrine terstir.
Bilimsel bulguların ve Kutsal mesajların genel değerlendirmesinden
çıkabilecek akıbet şöyle özetlenebilir. “Yaradan, yaratılışı, bilerek
isteyerek, severek, aşkından ve belirli bir amaca uygun, bilinmeyi sevdiği için
gerçekleştirmiştir. Cansızların yaratılışının amacı canlılık, canlılığın amacı
insan ve insanlığın alt yapısını oluşturmaktır. İnsanın amacı da insanlığı
kemale erdirmek ve kendi olgunluğunu sağlayarak vuslata ermektir.” İnsan,
fotonun tek mi çift yarıktan mı geçeceğini belirlerken ‘İnsanın’ gözlem yapıp
yapmadığına göre geçmesine benzer şekilde, Yaratanı bilip bilmediğimize göre
davranabiliriz! Bilenle bilmeyen bir olmaz!
Umarım biz de bilinmeyi sevmiş de yaratmış olanı bilme akıbetine erebiliriz! Necdet
Altınay, 02022022
(1)
https://en.wikipedia.org/wiki/Delayed-choice_quantum_eraser
(2) https://www.vitaminler.com/bilgi-bankasi/hormon-nedir-ne-ise-yarar
(3) https://www.vitaminler.com/bilgi-bankasi/hormon-nedir-ne-ise-yarar
(4)
http://necdetaltinay.blogspot.com/2020/05/akln-yolculugu.html
(5)
http://necdetaltinay.blogspot.com/2015/10/evren-duzenli-hicliktir.html
Bir duygu imiş aklı tetikleyen,
Cılız bir hismiş, aklı etkileyen,
El öpme, diz çökme kabulüm,
Sevginin reddedilmesi zulüm.
Bilinenlerden farklı ve doğru,
Çekimine kapıldığım bir soru,
Fikirler hep birbirine uyumlu,
Nasıl olur bu, benlik sorunlu?
Ben bana önem verdim hep,
Hakkı bilmek nasıl olur acep,
Denilen de
önce, kendini bil,
Güzelce bağlandı Rabbini bil!
Gönle düşmekle başladı çıkış,
Öğrenip de gör bu nasıl bakış,
İçimdeymiş, Nakkaş ile nakış,
Necdet, ‘bensiz’, O’nadır varış!
Necdet Altınay, 03022022
(NECDET CAN HOŞ SÖYLEDİN
KENDİNİ PÂK EYLEDİN
MELÂMET SON NOKTADIR
ONU DA SEN PEYLEDİN
Ali Oktay
CEVER)
Kalp, ‘Evren Balonu’ dâhil her şeyi içine alır, Hakkın Arşıdır. Hakkın
gölgesi olan ilim, bilimsel yasalar, evrene indirildiği için her şey sırasıyla,
bilimsel yasasına uygun, halk edilir. Kalp, ilk oluşan evdir, Kâbe’dir, tüm
varlık için, her şey için barınaktır. Büyük Patlama ile Evrenin oluşumu başka,
evrende kütle ve madde, galaksi ve yıldızların, oluşumu başkadır. Evrende,
cansız varlıklar, ‘Ol’ emriyle ‘Halk edilir’, Allah’ın vücuduyla oluşur;
canlılar, bir irade beyanı olan nefes verilişle ‘Yaratılır’ ve insan, ruh
üflenerek, inşa edilip, ‘Dirilir’.
“Habipim sen, «Ruh, Rabbimin
emrindendir» deyiver.” (17 İsra, 85) “Söz ve ses duyulmaksızın, bir hüküm,
irade beyanı olan, ‘Kûn, Ol’ emriyle, mevcut olur her şey. Yerler ve
gökler, vasıta olmaksızın, madde ve müddet gerekmeksizin, Allah’ın
vücuduyla, oluşur. Halk, hakikati itibariyle Hak’tır.” (2 Bakara, 117)
İnsan da iş için ‘başla’ emrini verir. “Evrensel maddî beden arzında, ortak ve
bireysel amaçlara uygun, yaşanabilecek ortam hazırlanmıştır. Vücutta bir şey
yoktur. Her şeyin hazinesi indimizde, katımızda, yanımızdadır. Önce sureti,
şekli ve resmi, külli akılda külli veçhesiyle, her yönüyle, kaza âleminde resmi
çizilir. Sonra, sebepleriyle birlikte, levha-i mahfuzdaki, muhafaza altındaki,
gaip âlemindeki görüntüsüyle, külli nefis âleminde görüntülenir. Daha sonra
ayrı ve farklı bir birim olarak, ölçülerine göre, miktarına ve vasıflarına
uygun, levha-i kader ve dünya semasında görüntülenir.
Kısaca, külliden cüze, (plan, proje, program, bütçe ve maketine göre) her
şey tasarımına uygun gerçekleştirilir. Her şey belirli ölçüde, şekilde, yerde
ve zamanda, kendine özgü fıtrat, yaradılış ile indirilir. «Nefehât-ı İlâhiye» rüzgârları, İlahi
Nefes Rüzgârları, hikmet ve bilgi aşılayıcı, kalplere sefalar verici ve
tecellilerin kabulüne hazırlayıcı olacak şekilde estirildi. Ruh göğünden hakiki
ilimler suyu, (ilim yüklü enerji) indirilerek insanlar ihya edildi. İhya
edilmezden önce insanın ilim hazinesi yoktu. İnsan, hayat-ı ilmiye ile ilmin
hayat suyuyla fıtrat makamında, kıyam ederek, ayağa kalkarak, hakiki hayat ile
ihya edilir, insan dirilir. Vahdette fâni kılmakla da öldürürüz. Sizin
fenanızdan sonra, baki olan vücutları vâris olanlar; ancak biziz.” (15 Hicr,
21-23) Hiçbir şey ‘Tesadüfen’ var olamaz. (1) ”Var olanların
tümü «sıfatının mazharlarıdır, göründüğü yerdir» ancak «insan-ı kâmil»
müstesnadır ki o, «Cemal-i zata»
mahsus, ona özel ve özgü kılınmıştır. Bu tadil, mutedil kılınma, sebebiyle,
insan, «Hakka mahsus olan ruhu kabule istidatlı, kabiliyetli» oldu. Ve insana
da «kendi ruhundan nefha eyledi», işte bu nevi insan
ile yaratılış, nihayet buldu, Hak zahir oldu.” (32 Secde, 7-9) (2) “Kendi
olgunluklarının üstünde, olan Âdem’in olgunluğu inkişaf edince, melekler Âdem’e
secde ettiler. İblis, secdeden sakındı, çünkü vehim, kuruntu şeytanı maddeye
tabi oldu, bedenini görüp ruhunu idrak edemedi, Âdem’in hakikatini görüp,
bilemedi.” (38 Sad, 69, 70) “Sizin için ruh semasından hakiki rızkı indirir. O
da kalplerin kendisiyle hayat bulduğu ve kuvvetlendiği ilimdir ki, ne büyük bir
rızıktır.”
“Bu rızık, ilim ile ahvalinin, halinin, öncesini, maddeden soyunarak,
idrak edip, gayriden geçip, Hakka rücu edenler; tezekkür etmek, hatırlamak,
için Hakka dönerler. Ölmüş kalplerin sebeb-i hayatı olan ledün ilmini, ehli has
kullarından dilediğine verir. ‘Kalkış’ günü, kulların, beden ve benlik perdesinden
kurtuldukları gündür.” (40 Mümin, 13-16) Böylece, “Kuran öğretilir, insan inşa
edilir.” (55 Rahman, 2,3)
“Arzu ve isteklerinin şiddetli olması halinde, istidadı olanların
nefisleri çamurunu, terbiye ederek ve arındırarak, kutsallık yönüne uçuşan
kuşlar haline getirir, sohbetlerinin bereketiyle, hakiki hayat nefesi ve ilahi
ilim nefesini nefyederim, üflerim. Derhal Allah'ın izni ile şevk ve himmet
kanatlarıyla Hak tarafına uçucu diri bir nefis olur.” (3 Ali İmran, 49) “Hak'tan mahcup olanlar
görmez mi, yer ve gökler, heyula iken yani ‘görkemli bir hayal ve cismanî bir
madde’ iken, yapışık idiler? Biz bu iki suretin, ayrışarak, oluşumlarının
aşikâr tebayünüyle, ‘uyumlu farklılaşmasıyla’, yer ve gökleri ayırdık. Ervah,
canlılık, mana, gökleri ve uzayı ile beden ve ceset arzı, bir nutfe, su
zerresi, suretinde bitişik idi. Biz, arz ve ervahın tebâyünü, uyumlu farklılığının
kendiliğinden ortaya çıkışıyla, her ikisini birbirinden ayırdık.” (21 Enbiya, 30-33)
Âlem ve Âdem yapışık ikizdi. Büyük Patlamada evrende her şey yapışıktı, uyumlu
farklılaşma ile uzay zaman dokusu, içindeki galaksilerden ayrıştı.
“Ey insan sen, mevt ile rabbine gitmekte say ve içtihat edicisin, yani
«Nefeslerin, eceline doğru atılan adımlar kadar» denildiği gibi nefeslerinle
rabbine süratle gidicisin.”
“Yahut rabbine gidici olduğun halde hayır ve şer amelde ciddi, gerçekten
çalışıp, işleyen ve içtihat edicisin. Sen, bu çalışmanla, Rabbinle buluşan
olursun.” (84 İnşikak, 6) “Kalbin ruha en yakın yerine ‘ufku mübin’, ‘açık ve
aşikâr ufuk’ denir. Kalp seması ise sabır, şükür, tevekkül, bağışlama ve
muhabbetle birlikte bilgi, sezgi, hikmet, ilham, vahiy ve hakikatlerle donatılmıştır. Hakikat nuru, vehim ve
kuruntudan korunmuştur. Kalbin ruh ile yakınlık ve dostluk kurulan bu yerinde,
Resul, ‘Kutsal Nefes’ ile temas kurdu.” (81 Tekvir, 23-25)
İlim, idrak edilinceye kadar kalbe üflenen
Ruhtur, Evrensel İlahî Nefes, özelliği olan enerji, olduğu için her şey,
hareket ve özelliklerini ilimden alır. Ruhun nuruna, diğer bir deyişle ilmin
idrakine, eren kişi, kesrette, evrenin veya kalbin bir yerinde, bir ‘şey’ ile
maddî ve nefsanî; her yerinde, vahdette, tümünde, ise ruhanî, rahimsi değil
rahmanî, bütünsel; bilgilere ulaşmış demektir. İlk verilen kutsal nefes veya
üflenen ruhun, ilmin, idrakinde olan insan, kuruntudan, şeytandan arınmış olur.
‘Küresel Nefes’ rüzgârları, yağmurla suyu dağıtır; su, ışığın, enerjinin,
klorofille şekere dönüşümünü sağlar. Verilen ‘Bireysel Nefesle’ de enerji,
hücrelerde yakılarak, bedene canlılık kazandırır.
Gerek Bireysel gerekse Küresel ve Evrensel düzeyde, İlahî Nefes, Âlem ve
Âdem’e, canlılık ve Hakkın ruhuyla diriliş amacıyla, bir irade beyanı olarak,
üflenerek verilmiştir.
Umarım biz de gayretlerimizle, İlahi Nefese kavuşup, Allah’ın ruhuyla
dirilebiliriz.
Necdet
Altınay, 20022022
(1)
http://necdetaltinay.blogspot.com/2019/04/tesadufen-var-olamaz.html
(2)
http://necdetaltinay.blogspot.com/2020/02/nefes-uflenmesi.html
Hikmet, akılla izi
sürülen, gereği yapılıp hak edilen, ‘eşya’ bilgisi nimetidir, verilir; müminin
gaibidir. Kaynağı kutsaldır, ilahidir, insana özeldir, verilirse nimet, idrak
edilirse akluhikmettir. Ayetlerde tanımlanan fiil ve sıfat tecellilerinin
delilleri, aranıp bulunup izlenirse; ilahi emir uygulanırsa ve hikmet için şart
olan infak hikmeti verilirse; eşyadan soyunup, ‘say’ ile halis öz akla
ulaşılırsa, hikmet verilir. Evrende her şey amaca doğru düzenlenmiştir, sonuca
götüren sebepler gerçekleşir. Yaratanını bilen kâmil insana, sıfatların en
özeli olan hikmetin verileceği müjdelenir. Allah’ın hikmetinden infak edilmesi
için infak hikmetinin verilmesinin cezası, karşılığı, hakkın vücudunun
bağışlanmasıdır!
“Konuşabilmeniz,
ayetlerimizi okuyup anlayabilmeniz, öğrenip anlatabilmeniz, kitabı ve hikmetini
idrak edebilmeniz için kendi cinsinizden bir insanı size resul göndererek sizi
andığımız gibi, zikir olunduğunuz gibi veya hatırlandığınız gibi siz de daveti
kabul ederek, uyarak, iradenizle itaat ederek, beni zikrediniz. Bana doğru
yapacağınız yolculukta, idrakinizin artması ve nimetlerinizin bollanmasıyla, ben
de sizi zikredeyim. Bana olan yolculuğunuza muhabbetle devam ediniz ve doğru
yolda olduğunuza şükrediniz ki ben de irfanınızı ve muhabbetimi artırayım.
Nimetleri alıp da nimetlerin kimden geldiğini bilmemek küfürdür.” (2 Bakara,
151,152)
“Size ef’âl ve sıfat
tecellilerinin delilleri zahir olduktan sonra eğer siz, ilâhi emre teslim makamından düşerseniz,
biliniz ki, Allah galiptir. Sizi kahır eder.
Kahretmesi de, hikmet muktezası üzeredir, hikmetinin gereğidir. Çünkü
muti olan kimsenin ibret alıp itaatini ziyadeleştirmesi için hikmet-i ilâhiye
muhalefet ve münazaa edenlerin, çekiştirenlerin kahrını iktiza eyler,
gerektirir. Bu kabil tam olarak teslim olamayan kimseler, ancak, sıfat
tecellileri cümlesinden hüviyet sıfatı gölgelerinde Allah’ın ve semavi kuvvetler
melekleri suretlerinin tecelli etmesini beklerler. Hâlbuki levhde, levha-i
mahfuzda yalnız bunların ihlâk, helak, olunması işi kaza olunmuştur. Bütün
işler, ancak Allah’a rücû eder, döner. Bu nedenle, herkes, cezasıyla
karşılanır, yani, herkes ve her şey fena ile Allah'a rucû edip döner, Allah’ta
fena bulur ve fani olur. Fena bulduktan sonra Allah’ı görmek istemeleri ve
görmeleri levhalarında, genlerinde, yazılı değildir.” (2 Bakara, 209, 210)
“İnfak, nafaka vermek, ‘benliğini’ vermek, ihlâs ile Allah ile olduğu
zaman, dilediğine Hakk’ın sıfatlarıyla sıfatlanması ve Allah'ın hikmetinden
infak etmesi için infak hikmetini verir. Ve her kim hikmet verilmişse, tahkik o
kimseye çok hayır verilmiştir. Zira hikmet, Allah'ın en hususi sıfatıdır.
Hikmetin, eşyanın en şereflisi ve sıfatın en hassı olduğu fikir edilemez,
düşünülemez, ancak Allah'ın, hidayet nuruyla nurlandırmasıyla akılları vehim
şaibesinden rüsum, resim, şekil ve adetler, nefis hevesleri kabuklarından saf
olan, halis öz akıl sahipleri düşünebilir. İmdi, birinci infakın, nafakada
ihlâsın cezası, karşılığı, katıyla fazlasının verilmesi; ikinci infakın, Hakkın
sıfatıyla sıfatlanarak infakın, cezası sıfat cennetidir; üçüncü infakın,
Allah’ın hikmetinden infak etmesi için infak hikmetinin verilmesiyle yapılan
infakın, cezası hakkın vücudunun bağışlanmasıdır, aralarında ne derece fark
bulunduğu dikkate değer.” (2 Bakara, 269)
“Rabbinin, öğreticinin, eğitimi ve öğretimiyle makul ilimler kitabını,
hikmetlerini, batın ve zahir bilgilerini öğrettiği nebiler gönderilmiştir.” (3
Ali İmran, 48) “Âlimdir, ilim sıfatıdır,
ilmi başka kimse bilemez, Allah’ta fani olanın kalbi, hakkın vücuduyla mevcut
olur. Zira sıfat vücuda tabidir, ilmi de Allah’ın ilmidir.” (4 Nisa, 113)
“İsa’ya, Kutsal Ruhu teyit eden ve levha-i mahfuzda sabit olan hakikatler ve
bilgiler kitabımı, ahval, koşullar ve ahlak makamlarını, soyunma ve arınmanın
ayrıntılarını, Allah’ta sülûk hikmetini, fiiller ve sıfatların tevhidine
götüren batın ve zahir ilimlerini öğrettik.” (5 Maide, 110) “Sana hikmeti
öğreten ve seni konuşma makamına getiren, «hikmet sahibi Allah ben'im.»” (27 Neml, 9) “İlmimizle sıfatlanması
nedeniyle, Davut’a nazari ve ameli hikmeti verdik.” (38 Sad, 20) “Allah,
yüzleşmekten ve muhatap alınmaktan arîdir.” (42 Şura, 51) “Dilemeniz
istenmeden, dileyemezsiniz; iradem, iradeniz olur.” (76 İnsan, 30)
“İnsanlar, ezeldeki fıtratları
itibariyle Hak din üzerine ve bir ümmet idiler. Her doğan, fıtrat üzere doğar,
her doğan çocuğun bir çocukluk dönemi vardır. Sonra farklı arzular ve nefis
sıfatlarının kazanılmasıyla doğası değişir, neşeleri farklılaşır, mekânları ve
yaşam koşullarının başkalaşımı nedenleriyle her biri diğerinden ayrılır. Beden
ve madde ile perdeli, mahcup olanlar, özel zarar ve menfaat kaygısıyla, ‘sırf
diğerinden farklı görüş ve biliş olsun, ayrışma olsun’ diye vahdetten kesrete,
birlikten sonsuzluğa, farklılaşırlar. Oysa tekrar Hak din üzerinde ittifaka,
kesretten vahdete, sonsuzluktan birliğe, karşıtlıktan muhabbete davet için
peygamberler ve kitaplar gönderilmiştir.” (2 Bakara, 213)
‘Allah’ın vücuduyla mevcut, fiilleriyle fail, sıfatlarıyla mevsuf,
ilmiyle âlim, hayatıyla hayat sahibiyiz’ deyip fani olduktan ve fena bulduktan
sonra, Allah’ın veya semavi meleklerin tecellisini görmek istemek ve görmeyi
beklemek; saklı levhada, genlerde, yazılı değildir, böyle bir yazılım yoktur.
Bütün var olanlar sonunda Allah'a döndürülür. Tam olarak
teslim olup, fena bulup fani olarak dönüş, ilahi emrin ve ilahi hikmetin
gereğidir. Hakkın bağışlanmış vücudunda, üflenen ruhun dirilişiyle, bekayı
yaşamak, olgunluğu hak eden kâmil insanın hakkıdır. İlk insan Âdeme de nebi
olarak verilen, diğer nebilere de verilenler gibi, ‘Tevhit’ ilmidir. Resul ile
insanlığın olgunluğu tamamlanmış Hak zahir olmuş, infak hikmeti verilen Resul,
hikmete mazhar, göründüğü yer, olmuştur. Hikmete ermek için gerekeni yapmaktan,
bir anlamda ‘bal yemek için balı üretmekten’, başka çare yoktur!
Umarım biz de delilleri izleyerek,
insanlığın amacına erer, hikmete mazhar olabiliriz!
Necdet
Altınay, 03032022
Doğal olarak insan, doğar, bebeklik, gençlik ve olgunluk çağlarını
geçerek gelişir. Bebeklikte, her şey Bir ve Tek bütündür, sonra ‘şeyler’ birer
ikişer öğrenilir, herkes ve her şeyin farkı belirginleşir. Böylece rahmanîden
rahimsiye, vahdetten kesrete, açılım süreci gider. Öğrenim ve gelişimin bir
yerinde, insan, kutsal mesajla karşılaşır. Kesretten vahdete dönüş başlar.
Ortam ve çevre koşullarına uyum göstermek çok meşakkatli bir iş iken;
hareketlerin, fiillerin ve sıfatların kaynağının bir ve tek olduğu görülür.
‘Kuranı öğrettim, insanı yarattım’ mesajına uygun olarak, insan, olgunlaşmaya
başlar. Allah’ı bildikçe meşakkatlerden kurtulmayı öğrenir. Bu süreç, fıtratın
ve genetik yazılımın gereğidir.
“Kuranın daveti ancak kalbin hicabı, perdeli, halinde ve nefsin vücudu
ile mümkün olabilir. Davete uyup beşeriyetin tümü tamamen fena bulduğunda,
nefsin, Hak ile bekası görülür ve fani olma secdesi edilir, nefis ile mevcut
olunmayıp Hak ile mevcut olunarak; Hak, ikilik ve benlik zuhurundan tenzih
edilir. Bu makamda daimi olarak tespih edilir. Zatın tecelli ettiği gün, büyük
kıyamet günüdür ve o gün hiç kimsenin tahammül edemeyeceği, arkalarında
bırakacağı, meşakkatli gündür.” (76
İnsan, 26,27) “Allah, sizin için meşakkat ve darlık murat etmez. Herkesin
vahdet âleminde olduğu çocukluğundan sonra bireysel tercihler ve koşullar
nedeniyle, kesret âlemine geçenleri, içine girdikleri çirkin nefis
sıfatlarından kurtarmayı diler. Siz, fenadan sonra beka zamanında kemal
nimetine şüküredersiniz.” (5 Maide, 6)
“Biz, insanı, nefis ve hevesi, kalbinin fesadı ve perdesinin kalınlığı, yüzünden
meşakkat üzere halk eyledik.” (90 Beled, 4) “Sizin karşınıza çıkan güçlük,
meşakkat ve musibetlere sabredip, tevhit üzere olarak, yardım dileyip Allah’ın
dostluğunu isterseniz ve tevekkül edici olursanız muradınıza erer, güzelce
korunursunuz.” (3 Ali İmran, 120) “Bazılarının, ’Keşke öyle yapmasaydı, orada
olmasaydı ölmeyecekti’ gibi düşünmeleri, kendi kalplerine meşakkat ve darlık
verir. Eğer onlar muvahhit, tevhit eden, yakın sahibi ise o ölümlerin Allah’tan
olduğunu görüp, bilecek ve sadırları genişleyecektir.” (3 Ali İmran, 156) “Alışmış olduğu ve huy edindiği nefis
karargâhından, hak yoluna girmek üzere, hicret ederse; istidadındaki
meşakkatler, kuruntular, hayaller, hayvanlık, canavarlık gibi nefis
sıfatlarından kurtulur ve göğsünde genişlik hisseder.” (4 Nisa, 100) “Nefsanî
günahlarının ve cismani muhabbet fiillerinin meşakkatlerini yüklenirler. Bu
yükler nefislerinde kökleşirse murat ettikleri şeylerden geri kalır ve yükler
gittikçe ağırlaşır.” (6 Enam, 31) İnsan, meşakkat ve güçlüklerden kurtuluşun
hakikatini aramalı, hikmetini bulmalıdır.
“Senden evvel de, dinleyip dediklerine inanırlar da hicaptan,
perdelenmekten kurtulurlar ve itaat ederler diye, ümmetlere resuller gönderdik.
Hatta nebilerin gelmesine yakın şiddet ve meşakkatlere tabi tuttuk.” (6
Enam, 42) “İman edip de meşakkatlere
katlanarak hicret etmeyenlerle, hicret edinceye, Allah yolunda infak edinceye
kadar, dostluk etmeyin.” (8 Enfal, 72)
“Bedende herhangi bir organın eksik, sakat olması veya hastalık durumu
size nasıl meşakkatli gelirse, resule de sizin azap çekmeniz öyle
meşakkatlidir.” (9 Tövbe, 128) “Gaflete düşene dünyada azap vardır ama ahret
azabı daha meşakkatlidir.” (13 Rad, 34) Meşakkat, nefisten kalbe, akılla ruha
hicrete sevk etmelidir.
“Davut’a gelen vahiylerden biri şöyledir: «Ey dünya, bana hizmet edene hizmet et, sana hizmet
edene de meşakkat çektir.» Kutsal hadislerden biri de şudur: “Bana nafile
ibadetlerle yaklaşana ben de yaklaşırım ve severim, sevince de işittiği kulağı
ve gördüğü gözü olurum.” (16 Nahl, 75) “Allah için sabır, Allah’ta sabır, Allah
ile beraber sabır, Allah’a sabır, Allah’la sabır olmak üzere beş çeşit çok
meşakkatli sabır vardır.” (16 Nahl, 127) “Kuranı, senin meşakkat çekmen için
indirmedik, hidayet bulamayanlar, doğru yola gelmeyenler senin yüzünden değil
kalplerinin katılığındandır.” (20 Taha, 2) “Din, size, ibadeti külfet ve
meşakkat kılmamıştır. Nefis baki oldukça, kalp ve ruhtan kendisinde bakiye
buldukça, ibadet hakiki olmaz ve zevki de tam olamaz. Muhabbeti tam ve safa
sahibi için zaman müsait ve ibadet rahat olur.” (22 Hac, 78) “İnsan ömrü, nefis
denen Tur dağına inip çıkmakla, meşakkatle, geçer. Doruktan, dibe, esfeli
safiline, bedenin çukuruna düşülür.” (74 Müddesir, 26) İnsan, meşakkatli nefis
mücadelesinden dönmeyi bilmelidir.
“İnsanları çarpıp helak eden büyük meşakkat ve bela, ya küçük, ya da
büyük kıyamettir. Çarpan büyük kıyamet ise çarptığı kişiyi ifna eden, zat-ı
ehadiye, bir olan zatın, tecellisidir;”
“beşeriyetin tamamen ifnası hali, değeri ve kadri bilinemeyen bir haldir.
İnsanlar o Şuhut’ta, her şeyde Hakk’ı görmesi halinde, dağılıp parçalanarak hakir ve zelil
olurlar. Çünkü muvahhidin, tevhit
edenin, nazarında, kendisinin kadri ve kıymeti yoktur. «Nazarlarında insanlar,
sivrisinek ve pervane gibi olmadıkça, kişinin imanı kâmil olamaz» denir.
İnsanlara aynı fena ile nazar ettiğinde, insanlar, yanmış ve dağılmış
pervaneler gibi olurlar.” (101 Karia, 1-4)
İnsan için ölmeden önce ölmek, kurtuluşun tek yolu olabilir!
İndirilen Kitap, insanın
olgunlaşmasını amaçlayan öğütleri kapsar. Ruh ve nefsin kalp çocuğu olarak
muhatap alındığında, insan, mahcuptur, perdelidir, örtülüdür, tesettürlüdür.
Dünyaya çıplak, korumasız, bilgisiz, boş beyinle gelen insan; örtünür, korunur,
bilgi edinir, bilinci gelişir; çevresindekilere kıyasla kendinin ne olduğunu
anlar, kendince benlik ve diğerleriyle ikilik oluşturur. Meşakkatlerin
kaynağına indikçe Allah’a yaklaşır, sever, sevilir, mesajları anlayıp
uyguladıkça, benlik ve ikilikten kurtulur. Her şeyde Hakk’ı görmesi halinde kişinin
imanı kâmil, kendisi de insanı kâmil olur.
Umarım biz de meşakkatlerden kurtulur, Hak, biz diye de görünür!
Necdet
Altınay, 16032022
‘Evrende, tesadüfen ışık, kuvvetler, kütle, madde, yıldızlar, dünyalar,
aylar ve bunların üzerinde hareket eden çeşitli vasıflarda şeyler var, hepsi de
tesadüfen hareket ediyor, bakalım ne olacak, görelim ne sonuç çıkacak’ denmez. Tesadüf yoktur. Her hareket,
belirli ve bilinen bir amaç ve sonuca gitmek üzere, olması gereken, sebepler
dizisidir. İnsan, Girdi-Üretim Süreci-Çıktı açık sistemine uygun, amacını
gerçekleştirmek üzere, gerekenleri yapar. İlahî düzen de böyledir. Tesadüfen
olan biten bir şey de yoktur. Yokluktan çıkıp var olan her şey bilinen bir amaç
için var olur. Nihai amacı gerçekleştirmek üzere gereken özelliklerle
donatılmış olarak var olur. İnsanın, özgür iradesinin var olduğunu düşünme
özgürlüğü vardır. Kendisine verilenlerin emanet olduklarını idrak edince zekât
ve sadaka vermesi hakkıdır. Her insanın, kemale erme, kâmil insan olma hakkı
vardır.(1)
Hak, Muhammed suretinde zahir olmuş, görünmüştür. Görünen, Görenin görüntüsüdür!
Nihai olgunlaşma ve gelişim özelliklerini kapsayacak şekilde, bütün mevcudat ve
eşyaya vücut verildi. Bu vücut veriş rahmeti rahmaniye yani genel olan her şeyi
kapsayan, rahmani olan rahmettir.
Rahmani özellikler birbiriyle uyumludur,
tevhit edilebilir, birleştirilebilir. Güncel olan “Bağlantısal
Bütünsellik” kavramıyla tüm galaksilerin bir ağ şeklinde birleştirilmesi bu
nedenle gerçektir. Bununla birlikte, bireye veya kişiye özel olgunlaşma ve
idrake uygun özellikler de vardır. İnsanlık, insana uygundur. Her insana,
insanlığa uygun ama bireysel düzeyde farklı kişilik oluşturan özellikler
verilir.”
“Her eşya da madde, kütle ve
enerjiden oluşur ama masa masadır, cam
da cam. İnsan kemale erer, olgunlaşır, eşyadan da sanat eseri oluşur.
İnsanlığın kapsadığı tüm özellikler ve insan, birbirleriyle tam bir uyum
içindedir. Ancak, insanların, insanlıktan seçip aldıkları özellikler, bireysel
ilişkilerde, ilk bakışta, birbirleriyle uyumlu görülmeyebilir! (41 Fussilet,
1-4)
Kuran, ilmin tümünü kapsayan kitaptır. Bu kitap bütünün, eşyanın, özüne
konduktan sonra, ayrıntılı ayetleri indirilen Furkan, uygulama aklı, kitabıdır.
Kuran, Arapçadır ama tüm beşeriyete müjdeleyicidir. Furkan’ı ise eşyadan,
düşünen akıl sahipleri okuyabilir. Nefis sıfatları oluşur ve kalınlaşırsa,
araya girer, eşyayı görmekten ardındaki ilmi göremeyen için kitap ile aralarına
perde girmiş olur. Habip, bir beşerdir
ama vahiy gelen beşerdir.
Kendisine, ‘varlığınız iddiası
günahıyla’ şirk etmemeniz vah yedilir. Kutsal âleme yönelmeye götüren, yönelten,
yaradılıştan gelen nurunu ve ebedi hayat madeninin, kaynağının, değerini; doğal
bedensel duygularla değişip örtenler, ahreti de inkâr ederler. Vahdetin
tahakkuk etmesi, ortaya çıkması için bireysel benlik ve ikilik sıfatlarının
mahvı ile nefislerini tezkiye etmeyen, yani zekât olarak verip temizlemeyenlere
azap vardır. Zekâtı Allah’ın kabul etmesi için dua edilir. Arızî, sonradan olan, suret ve maddeyi görüp de
bunların ardındaki ilmi idrak edememek yüzünden küfür, inkâr, edilir. Beden
arzını halk edip, onu zatına perde kılıp örtünen Zattan; beden perdeleri
yüzünden, mahcup olan, göremeyen, sizsiniz.” (41 Fussilet, 5-9)
“Madde ve surette kalıp gayr ile oluyor, gayrı tanıyorsunuz, etki
edemeyecek eşyaya tesir nispet ediyor, yakıştırıyor, gayrı etkili
zannediyorsunuz. Halık, Yoktan Yaratıcı, isim ve sıfatlarıyla âlemleri böyle
terbiye eder.” (41 Fussilet, 5-9)
Bizimle sizin aranızda cinsiyet ve vasıflara dayanan münasebet, ilişki,
vardır, dünya ve ahrette biz sizin evliya ve ahbabınızız. Aynı şekilde, Haktan
mahcup ve perdeli olanlarla şeytanlar arasında da münasebet, ilişki, alaka
vardır. İstidadınızın gereği olan kemale ererseniz, sizden kaybolana, terk
ettiğiniz nefsanî fiil ve sıfatlara, şevkiniz olmasın, aramayın, tekrar sahip
olmayı istemeyin. Her ne isterseniz efal ve sıfat cennetlerinde o şey sizin
için hazır olur. Allah, sizin için kendi efal, sıfat ve zatını; sizin efal,
sıfat ve zatınızı iptal edip, size vererek, merhamet ve rahmet edendir. (41
Fussilet, 31, 32) «Kur'an'ı Biz inzal eyledik, indirdik ve elbet onu Biz
hıfzediciyiz, koruruz» buyrulmuştur. (15 Hicr Suresi, 9)
Biz inananların, enfüs ve
afakta, içerde ve dışarıda, batın ve zahirde, görünür ve görünmezde, Hakkı müşahede
etmelerine yardımcı oluruz. Hatta muhakemelerine, deliller ile anlamalarına, yardımcı oluruz.
Böylece, Hakk’ın görerek, apaçık aşikâr olduğunu idrak ederler. Yardım
ettiklerimizden Hakk’ı eşyada müşahede edenler için Rab yeterlidir. Efali,
fiilleri, delillerle, sıfatı tecellileriyle, görünüşleriyle, anlaşılır, her şey
bilgisi kapsamındadır. Her şeyin hakikati, Hakk’ın ilminin aynısıdır, vücudu
ilmi ile oluşur; ilmi zatının aynıdır ve zatı aynı vücududur. Gayrın vücudu,
aynı ve zatı da yoktur.”
“Her şey fanidir, helak olur, yalnız Hakk’ın yüzü, Hakk’ın zatı bakidir.
Nefiste ve çevrede görünen ve beliren vasıflar, sıfatlar, Hakk’ın varlığının
ortaya çıkışı iledir.(41 Fussilet, 53,54)
Güzel söz söylemek ve kabahat örtmek, arkasından eziyet yapılan sadakadan
hayırlıdır. (2 Bakara, 263) Her yenilen yemek, vücutta kendi cinsinden işler
doğurur, yemek haram ise yiyen kişiyi haram işlere; mekruh ise mekruh, iğrenç,
şeriatta hoş görülmeyen, işlere; mubah, işlenmesinde sevap günah olmayan
şeyler, ise mubah işlere; haz veren kabilinden ise haz alınacak işlere, davet
eder. (2 Bakara, 276) Bütün yemekler düşünen akıl sahiplerine asıl hükmüyle
helâl olmuştur. Akıl, zarar veren ve helak eden şey’in haram olduğuna hükmeder.
(3 Ali İmran, 93)
Hem parçacık hem de dalga olan
‘foton’ veya ‘elektronun’, insan gözlem yaparsa bir, yapmazsa iki yarıktan geçişini ve
karşısındaki ekranda bırakacağı iz ve izlerini anladı. “Sol taraftan geçmeye
doğru yol alırken son anda sağ yarıktan geçer ve kararını geciktirebilir”
deyişim mantıklı geldi. “Sağ yarıktan geçip fosforlu ekrana ulaşmadan önce uzun
bir yolculukla Andromeda galaksisini dolanır. Feynman’a göre, elektron, çıkış
noktasını varış noktasına bağlayan her olası yolu eş zamanlı olarak tüketir”
deyince, rahmetli eşimin tepkisi “Yok
artık!” oldu. (2) “Kütleli, kütlesiz zerre, her zaman her yerdedir ve ölçülmeye
hazır ve nazırdır” kavramı bilimsel, ateistlik bilimsel olmayabilir!
Umarım biz de emanetimizi zekât olarak verip çıkarız aradan kalır
Yaradan!
Necdet
Altınay 02042022
(1) http://necdetaltinay.blogspot.com/2020/05/akln-yolculugu.html
(2) “Evrenin Zarafeti”, Brian Greene, sayfa
272.
Dün yaşananlar, bugünün; bugün yaşananlar da yarının sebepleridir. Her
şey, belirli ve bilinen bir akıbete gider. İlahi nefes ile hayat verilenler,
emanetlerini zekât olarak verip, meşakkati durdurup, kurtuluşa ererse,
kendileri için en hayırlısı olur. Mevcudatın tümünde görülen her çeşit
olgunluk, Hakkın cemal ve celal sıfatlarıdır. Hırsızlığın doruğu, polisliğin de
doruğudur. Bedensel zevk ve lezzetlerden, kalbî duyguları yaşamaya yücelerek;
dostluk, sevgi ve muhabbet, sefa ile safi olursa, ilmin ve muhabbetin kaynağına
yaklaşılmış olur.
“Beden arzında, bireysel tedbir alma, bedensel iş ile işlemler ve hareket
sayesinde yaşanabilecek ortam hazırlanmıştır.
Kalp seması ise sabır,
şükür, tevekkül, bağışlama ve muhabbet makamlarıyla birlikte
bilgi, hikmet ve hakikatler ile donatılmıştır. Hakikat nuru vehim ve kuruntudan
korunmuştur. Vücutta bir şey yoktur. Her şeyin hazinesi indimizde, katımızdadır.
Önce sureti, şekli ve resmi, külli akılda külli veçhesiyle, her yönüyle, resim
olunur, kaza âleminde resmi çizilir. Sonra, sebepleriyle birlikte, levha-i
mahfuzdaki görüntüsüyle külli nefis
âleminde görüntülenir. Daha sonra ayrı ve farklı bir birim olarak, ölçülerine
göre, istenen miktarda, vasıflarına uygun, levha-i kader ve dünya semasında
görüntülenir. Kısaca, külliden cüziye, her şey tasarımına uygun
gerçekleştirilir. Her şey belirli ölçüde, şekilde, yerde ve zamanda kendine
özgü yaradılış ile indirilir.”
“İlahi nefes rüzgârları, hikmet ve bilgi aşılayıcı, kalplere sefalar
verici ve tecellilerin kabulüne hazırlayıcı, olacak şekilde estirilir. Ruh
göğünden hakiki ilimler suyu indirilerek insanlar ihya edilir. İhya edilmezden
önce insanın ilim hazinesi yoktur. İnsan, ‘Hayat-ı İlmiye’, ilmin hayatı,
suyuyla fıtrat makamında, kıyam ederek hakiki hayat ile ihya edilir. Vahdette
fâni kılmakla da imâte eder, öldürürüz. Sizin fenanızdan sonra, baki olan
vücutları vâris olanlar ancak biziz.” (15 Hicri, 21-23) Önce ‘Kaza Âleminde’
kapsamlı resmi çizilir. Sonra,
sebepleriyle birlikte, levha-i
mahfuzdaki görüntüsüyle, ‘Külli Nefis Âleminde’ görüntülenir. Daha sonra farklı
bir birim olarak, ölçülerine göre, istenen miktarda, vasıflarına uygun, levha-i
kader ve ‘Dünya Semasında’ görüntülenir. Kısaca, Plan, Program, Bütçe,
Uygulanır!
“Anlayışları nedeniyle «Rahman isminin feyzini, ilmini, kabule mahsus
olan» Rahman’ın has kulları, nefisleri huzur içinde tatmin olmuş, hareketleri
benimsemeye, üstlenmeye, ‘ben’ demeye, çekinen kimselerdir. Bu kimselerden
istenen tek şey ‘ben’ dememe beyanıdır. Bunlar, hareketlerin, akıl ve organlarının,
emniyet içinde olduklarına kararlılıkla inandığı için, sakindir. Yeryüzünde
yavaş gezenlerdir. Ve onlar, sefalet
ehli olan cahiller, kendilerine hitap ettikleri vakit «cahillerin sözlerini
teslim edip kabul ederler». Rahmet ile dolu ve sefaletle zuhur etmekten uzak ve
kalp nuruyla kuvvetlenmiş olan nefisleri, «cahillerin ezasından müteessir ve
muzdarip olmaktan âli olduğundan» cahillere karşı muaraza, itiraz, etmezler.
Onlar, «riyazet ile fani» «kalbin sıfatları ile kaim», «hayat-ı ilahiye ile hay, diri»
olurlar.” (25 Furkan, 63,64)
“Diri oldukları halde «Rab’lerine
itaat edip onunla kalarak ve nefis makamında irade ile meyyit, ölü, olurlar» ve
ettikleri duaya uygun «hal lisanıyla»: «Ey Rabbimiz, bizden cehennem azabını
men et, zira cehennem azabı bir hükümdür ve cehennem fena bir makam ve
karargâhtır» derler.” (25 Furkan, 63,64)
“Selâm, gönülleri şen olan, yaratılışları eksiksiz, temizlenip seçilen,
has kullarına özeldir. Varlıkların tamamında görülen tüm olgunluk, Hakkın cemal
ve celal sıfatları olup, bu olgunluklarda gayrın nasibi yoktur. Has kullarından
seçip saf kıldığı kullarının zatlarının sefası ve aynlarının, hakikatlerinin,
istidat noksanlığından ve perdelenmekten temizlenmiş olması, Hakkın o kullarına
selâmıdır.” (27 Neml, 59) “Has kulların ‘selâmün âleyküm’ demeleri, Hakkı
kabule mani olan afattan Allah size selamet, kurtuluş, versin demektir. Biz,
sefahat, sefalet ehli, düşkün, olmakla yok olmaya mahkûm kişilerin muhabbetini
talep etmeyiz, çünkü onlar bizim muhabbetimizden faydalanmazlar.” (28 Kasas,
55)
“Allah’tan başka evliya dostlar edinenlerin misali ev yapan örümcek
misali gibidir. Uhrevi yaşamın kaynağı, Zatın Tekliği ve İlahi Muhabbettir. Bu
dostluk, sevgi ve muhabbet; terkibin zevali zamanında, terkip olunan şeyden
kurtulduktan sonra, maddeden soyunduktan sonra, kalp ve ruh makamında; nefsin,
beden perdelerinden kurtuluşu zamanında, sefa ile safi olabilir. Çünkü o
makamda muhabbetin kaynağına yaklaşılmış olur. Kıyamet gününde ise büsbütün
safi ve sırf ilâhi muhabbet olur.” (29 Ankebut, 41)
“Ey müminler, Allah’a tabi olup doğru söz söyleyin, sözde doğruluk sıdk
ve sevaptır. Sadık oluş her saadetin mayasıdır, her kemalin, olgunluğun,
aslıdır, çünkü kalbin sefasındandır. Kalbin sefası ise tüm olgunlukların ve
tecellilerle aydınlanmanın kabulünü gerektirir.” (33 Ahzab, 70)(Y) “Allah
dostları, konuşma ve görüşmelerinde bilişirler. Biliştiklerinden, tevafuk, uyum
ve uygunluk, içinde olurlar, zatlarından soyundukları için sevişirler. İrfan,
anlayış ve idrakin sefasıyla sefalaşırlar, dünya ve ahret işlerinde yardımlaşırlar.
Bu dostluk, canı gönülden olan samimi dostluktur. Bu dostluklar, Enbiya,
Evliya, Şüheda ve Asfiyanın, olgun, kâmil insanların muhabbetleridir.” (43
Zuhrüf, 67)
Umarım bizim de dostluğumuz, kalp ve ruhumuzda, sefa ile safi olabilir ve
biz de bilişir, sevişir, tevafuk, uyum içinde, samimi dost olabiliriz.
Necdet
Altınay 14042022
Atamızın dediği gibi ‘insan ve insanlığın gelişimi paraleldir’. Bir
bebek, önce ebeveynlerinin hayalinde belirir, istenir ve ‘olsun’ denir. Doğa
incelenerek, yoktan ve yokluktan birçok şey var edilir, bilinenlere uygun ve
uyumlu, çok şey gerçekleşir. Her seferinde, önce altına yapıp üstüne oturan,
bakıp göremeyen, eliyle tutamayan, yürüyemeyen, hareketsiz, sıfatsız ve
kişiliksiz, kalpsiz ve boş beyinli bir ‘bebek varlık’ elde edilir. Sonra
görülür ki bu varlık en sorumlu ve en yetkili olacaktır. Dünyaya ve evrene
anlam katacak, mana verecek ve her şeyi önemli kılacak, kâmil bir insana
yücelecektir.
İnsan, geriye bakarak, doğayı okuyarak, kendini bilir. Âdem ve Âlemin
ikiz olduğunu idrak edip, kıyasla âlemi öğrenir. Dünya, yıldız ve galaksileri;
kuantum âleminde zerreleri inceler. CERN’DE, tam bir boşluk ve yokluk yani
vakum ortamında, hızlandırıp çarpıştırdığı atom altı parçacık deneylerinden, evrenin
oluşumuna ilişkin sonuçlar çıkarır. Yokluktan, vakum ortamına, saniyenin 10-40ında,
zerrelerin çıkıp var olup yok oldukları deneyimleşir. Büyük Patlama, var olan
bir ‘şey’in patlaması değil uzay-zaman birleşik alanının patlamasıdır, bu boş
‘barınak’ta, kalp Kâbe’sinde, Beytullahta, ‘ol’ emriyle, hareket başlar. Enerji
hareketi, belirli özellikler yani sıfatlar yüklenmiş zerrelere aittir.
“Protonların içinde üçer adet bulunan kuarkların çarpıştırılmasından ortaya
çıkan ‘w bozonu’ Hidrojen atomundan 90 kat daha ağırdır, ‘z bozonu’ ise daha da
ağırdır.
Bu w bozonun içinden geçen kütleli elektronlar kütlesiz nötrino olarak çıkarlar.”
(1) Hareket sıcaklıktır, ‘ol’dan sonra oluşan zerreden, hız ve hareketini
ayırmak mümkün değildir. Fiil ve sıfatlar, vücuttan, mevcudatla birlikte,
akıbetleri dâhil, verilmiş olarak ortaya çıkar ve var olur. İkiz atom
deneyleriyle, bilim kanıtlamıştır ki neyin, nasıl ve ne olacağı, evrenin ilk
oluşumunda ‘belirlenmiş’ durumdadır. (2) Bilimin kanıtladığı gerçekler bizi ‘hakikate’ götürür!
Her şeye barınak olarak var olan uzay zaman, uzam, balonunun içinde ilk
oluşan, yani yokluktan çıkıp var olan, kuvvet ve enerji yüklü ışığın, foton
gibi alt parçalarıdır. Işığın hızı sabittir, öyle olması istenmiş! Bugün,
ışıktan daha hızlı yayıldığı veya genişlediği bilinen tek şey uzamdır,
barınaktır, evrendir. Işık, ‘elektrik’, ‘manyetik’ ve ‘elektromanyetik’ olmak
üzere üç temel kuvvetten oluşur. Ayette, “Kuvvetlerin ‘izdiham’ etmesiyle
tecessüm ettiniz, cisimleştiniz, bedenleştiniz” dendiği gibi; (3 Ali İmran, 96)
kuvvetler, belirli alanlarda, Higgs Bozonu içinde, toplaşarak maddeyi
oluşturur. Geriye sadece, yeşillikte, klorofilin, fotonu, ışık enerjisini,
şekere çevirmesi kalır. Enerjiden ışığa, ışıktan maddeye ve klorofil ile de
canlı bitkiye geçişi idrak eden insan için artık Âdem ve Âlemi anlamak çok
kolay ve her şey apaçıktır. Bir canlı hücrenin oluşması için aynı anda üç
fonksiyonun birden var olması gerekir. ‘Dışından enerji alan’, içinde bu ‘enerjiyi
amaçlarına uygun kullanan’ ve ‘çoğalmasını bir sisteme bağlayan’
canlı hücreden ötesi zamana bırakılabilir.
Hücrelerimizin her biri tam teşekküllü bir fabrikadır. Bedenin ihtiyaçları karşılanırsa, aklı başında bir insan oluşur. Bu
gerçekler ışığında, ‘ben’ diyen insan oluşması için o insana ihtiyaç yoktur!
Kâmil insanın ‘inşası’ özeldir. Senin var olman için sana ihtiyaç yoksa var olmak için bir şeye muhtaç olmayan Yaratan
vardır sadece, başkası, gayrisi yoktur. (Özgür İrade: 6 Enam, 61)
“Eşya ve görünen mevcutlar,
ezeldeki ilimlerinin açığa çıkmış halidir. Eşyanın aslı ve esası, görünen maddenin
hakikati, Hakk’ın yokluk aynasındaki görüntüsü, ilmi, gölgesidir. İlmin görünür
haline ‘gölgenin uzatılması’ denir. Vücudun, ilminden ayrı ve gayrı bir
ismi, cismi ve resmi olamaz ama
farklılığa yalnız akıl şahitlik eder.” (25 Furkan,45) “Sıfatının tecellisi,
ortaya çıkışı, için ‘nefehat-i Rabbaniye rüzgârlarını’, ‘şişirici rüzgârları’
gönderir.” (25 Furkan, 48) Boş barınak olan evrenin içinde enerjiyi aniden
şişiren rüzgâr esebilir. Bir bardağın tasarım, üretim ve malzeme bilim ve
teknolojisinden ayrı bir ismi, cismi ve resmi olamaz, akıl da buna şahittir. ‘Şey’,
infosunun, bilgisinin, deposudur. (3)
Bir anlamda, nefsi terbiye oruç, ilme tabi olup itaat namaz, bir şeyi
yerinde, zamanında, dozunda yapmak hac, sorana bilgi vermek zekât, iyi doğru
güzeli ikrar kelimeyi şahadettir. “Sonuç olarak, bu idrak, aşk ile soyunma ve
kavuşma halidir. Bu hal içinde iken
abdın vücudu yoktur. Hak yakin geldiğinde, vücut biter. Vücut yoksa namaz
kılınamaz. Buna, güneşin tulû’u, doğuşu,
birden bire zuhuru, bir şeye
aniden vakıf olup bilme, hali denir.”
“Güneşin doğuşu zamanı, abdın, kulun, vücuduna vahdet güneşinin
istivasından zevali yani en tepe, doruk, noktasından sonrası zamanıdır. Vahdet
güneşi kulun vücudunda en tepe noktasındayken namaz kılınamaz çünkü orada Hak
yakindir, kul yoktur. Namaz için vücut gerekir. Cem makamından önce yani halk
ile mahcup olarak, fark-ı evvel, ilk
fark, benlik, ikilik zamanında, tevhidi idrak etmekten önce de; cemden sonra
fark-ı sani, ikinci fark halinde, beka zamanında da; abdın vücudunun gölgesi
var olunca, namaz vacip olur. İnsan, yalnız cem hali içindeyse Abd-i Hu’dur, abidesidir,
delilidir. Namazların en evveli ve en lâtifi Hafi, gizlilik, makamındaki
‘soyunma ve kavuşma namazı’, “Öğle” namazıdır.
Namazların en makbulü, ‘salâtı vüsta’ olanı, ise ‘asır namazı’, ‘Ruh
makamında Şuhut namazı’ olan “İkindi” namazıdır. Ruhen, her yerde ve her şeyde
Hakk’ın görünmesi namazıdır. Ruh ve hafi
makamlarında şeytanın gireceği bir yer olmadığından öğle ve ikindi namazlarında
okumalar gizlidir. Ruhun nuru, ilmin
idraki içinde, kalp aydınlığında, gece
ve gündüz meleklerinin buluşmasıyla namaz kılınır. (4) Bu namaz,
kalp makamında kılınan huzur namazıdır. Kalbin hayatı, hakiki aşktır. Yakin
olunca batından bir aşk ve şevk kopar. Namazda, kıyamet koparcasına kıyama
durulur, aşk içinde, aşkta, âşık ile maşuk kavuşur. Kalp makamında, ruh, beden
ve nefsin idrakine varılır. Nefis makamında, baş eğme ve teslim olma namazı,
“Yatsı” namazıdır. Nefis, kalp ve sır gibi şeytanın vesvese etmesi mümkün olan
makamlara alâmet kılınan yatsı, sabah ve akşam namazlarında, şeytanı engellemek
için okumalar yüksek sesle yapılır. (17 İsra, 78; 15 Hicr, 99) (21 Enbiya,
30-33)
Umarım biz de namazı miraç olan mümin, ‘abide’, olup Hakkın hakikatini idrak edebiliriz.
Necdet
Altınay 24042022
(1)
https://www.economist.com/science-and-technology/2022/04/16/experiments-contradicting-the-standard-model-are-piling-up
(2)
http://necdetaltinay.blogspot.com/2017/07/nazarla-olusum.html
(3)
The Economist, Stephen Hawking's
answer, Aug 26th 2015, BY D.J.P.
(4)
http://necdetaltinay.blogspot.com/2019/02/namaz-vakitleri.html
Uzay zaman
birleşik alanının, uzam boşluğunun, var olmak üzere, Büyük Patlama halinde,
zuhurundan, ortaya çıkışından, sonra; ruhsal, bilimsel, ‘kuvvetler’, kütle
kazanıp, maddeleşti varlıklar oluştu. Oluşum, enerji, kütle, madde, bitkiler,
hayvanlar ve insanlar âlemi olarak gerçekleşti. Var oluşta döngüsel yasalılık
esastır. ‘Her şey sonuçta aslına döner’ temel yasadır. Evrimden de kapsamlı
olan “Tagayyür etmek” dinde esastır. Anlamı, ‘uyumlu farklılaşarak, başkalaşıp,
belirginleşip, mükemmele, tevhide dönerek, maddeden soyunarak, Hakka ulaşım,
vuslattır’. Cürüm ise, ‘hata, isyan, kanuna aykırı hareket’tir. Evrensel
yasaların amacı, insanın, oluşumu ve olgunlaşarak, Hakka dönüşü olabilir.
“İşlediklerini, kendi sıfatları olarak işleyip, sıfatları ile mahcup
olanların yolunun zahir olması, açığa çıkıp belli olması için, sana sıfatımızı
beyan eyledik, kendi sıfatımızla mevsuf kıldık. Bu mahcupların, cürüm ve
kabahatleri de bundan ibarettir.” (6 Enam,
55,56) “Ve «Ey kavmim siz, nefis sıfatları hicap ve günahından tövbe, istiğfar,
edin ve şirk sebebiyle, heveslerinize tâbi olma günahlarınızı, Rabbinizin
örtmesini talep ediniz.» Sonra da tevhide yönelerek, tecrit olup soyunarak ve
tenevvürle, aydınlanarak, Hak yoluna sülük etmekle, doğru yola girmekle, ona
rücû ediniz. O’na dönerseniz, Ruh semasını, hakikat ilmi ve yakin bilgisi
sularıyla, size gönderir ve sizin istidat kuvvetinizi, kemal kuvvetiyle de
ziyade eder.”
“Ve siz ‘nefis sıfatınızın zuhuru ve tabiata tabi olup dünyaya
muhabbetle, süfli yöne teveccühünüz sebebiyle, mücrim, hata yapan, günahkârlar olarak, Haktan i'raz etmeyin, yüz
çevirmeyin’.” (11 Hud, 52) Bilerek,
isteyerek, bilinçli olarak
Olgunlaşma Sürecine ‘evet’ demeden önce insan doğada, doğal olarak
yaşarken ‘yer-içer-yatar-kalkar-savaşır-sevişir’. “Hidayete erince, insanın, arz
ve seması değişir. Kalp veya Efal
makamında Doğanın tümü değil yalnız ‘iyi-doğru-güzel’ olanlarını seçer. Şehveti
iffete, açgözlülüğü kanaate dönüşür. Tabiat arzı nefis arzına, kalp seması da
sır semasına dönüşür. Doğa ile kalbi arasında yaşarken, güzel nefsi ile sırrı arasında yaşamaya
başlar. Kendi efalinin olmadığını kabul edip Hakkın efaline tevekkül eder,
kabul etmekten başka çarenin olmadığını anlar. Sıfat makamına yükselince, nefis
arzı kalp arzına yükselir, sır seması da ruh semasına yükselir. Tevekkülün
yerini de rıza alır, her şeye razı olunur. Zatın keşfinde ise rıza seması,
tevhit semasına dönüşerek, gayrisi mevcut olmayan hal alır. Tecelli ile vahidül
kahhar zahir olur.” (14 İbrahim, 48) “Habipim; ‘sizi, size vekil tayin edilen
ölüm meleği öldürür’ deyiver. Yani, her ne kadar, zalim ve nefsanî sıfatlar ile
mahcup olsalar da fıtrattan tamamen düşmedikçe; cüzi kişiliğin sonunda dönüp
geleceği yer olan «külli insanlık» sizi öldürür.” (32 Secde, 11,12) Rüştünü
kanıtlayıp benlik geliştiren herkese bir ölüm meleği vekil tayin edilir.
Fıtratına kazılan değerleri tamamen kaybetmedikçe, her insanı ‘insanlık’ doğru
yola getirir ve nefsanî benliğini öldürür.
Bireysel kişiliğin bağışlanma kapısı kapanmadıkça, benlik ve ikilik yapma
derecesi aşırı olmadıkça, külli nefis yani insanlık, insanı doğru yola
sokabilir. Benlik ve ikilik aşırı dereceye varmışsa gazap meleği, nefsanî
kişiliği öldürür, bedeninden ayırır. Çünkü aşırıya kaçan bireysel kişilik,
görme ve işitme duyularını köreltir ve ‘seni gördük ve işittik Rabbim’
diyemezler ve rücu temenni edemezler. Adaletin gereği olarak sürekli narda,
ateşte ve cehennemde olurlar.
“Nefsanî şehvet ve gazap kuvvetlerine yenik düşerek arsız, avare,
serseri, hilekâr, sahtekâr, günahkâr, kibirli, hırslı, şımarık, cimri gibi
niteliklerle anılan mücrimler; nefsanî ve bedensel açıdan öyle tanındıkları
gibi; kalp ve ruh açısından da doğru düşünememek, yanlış bilgilere sahip
olmakla da cahil olarak bilinirler. Böylece alt taraftan da üst taraftan da
azap içindedirler. İşte bu durum, cismani tabiatın, esveli safilin çukurunun,
dibidir. Alt tarafta ateş yanarken üstten de kaynar su dökülüyor
denebilir.” (55 Rahman, 41-44)
“İmdi: dünya göğü yarıldığı vakit; semai dünya, nüfusu hayvanidir, dünya
seması hayvani kişiliktir, onun inşikakı, yarılması, ruhun zevali zamanında,
ruhtan boşalmasıdır. Zira insanî ruhun, hayvanî nefse nispeti, hayvanî nefsin
bedene nispeti gibidir; beden, nefis ile hayat kazanır, nefis de ruh ile hayat
kazanır; bu nedenle ruhun bedenden ayrılması sebebiyle, ruhun zevali zamanında,
hayvani ruh yarılır.” (55 Rahman, 37) “O gün aza dağları, kemikler gibi
bedensel organlar, ‘dağılmış toz, atılmış pamuk gibi olur’.” (70 Mearic, 9)
Beden, nefis ile canlanır, nefis de ruh, ilim ile canlanır. Her zerre,
Haktan, Hakkın gölgesi olan ilimden, hakkını, hakça aldığı için, kendine özel
ve özgü belirli özelliklere sahip olarak yoktan, yokluktan, var olur. Zahir
olan ilim ile zerre ortaya çıkar var olur, ilmin zevali, sona ermesi, yok
olmasıyla da zerre yok olur. Örneğin, foton ve nötrinoların kütlesi yoktur,
elektron ve protonların kütlesi vardır. Tümünün var olması için ortak özelliği,
ilim kazanarak, bilimsel vasıflar, sıfatlarlarla ‘tagayyür’ etmeleridir.
Böylece her zerre bir diğerinden farklılaşarak belirginleşmiştir. Bir zerrenin
içinden ruhu yani ilmi, diğer bir deyişle bilimsel özellikleri, yarılıp
çıkarsa, zevale ererse, nasıl var olduysa aynı şekilde yok olup giderse; geriye
zerrenin kütlesi kalmaz yok olur, zerre mevt olur, ‘dağılmış toz, atılmış
pamuk’ gibi olur. Enerjinin kütleye ve kütlenin enerjiye dönüşümü bilimsel bir
gerçektir. Kara deliklerin ‘olay ufkunu’ geçen kütleler, ‘infoları, bilgileri’
olay ufkunda kalarak, kara deliğe düşer ve enerjiye dönüşürler. (1) Belki de
kara deliğe düştükleri için kütle enerjiye dönüşmez ama ‘ruhu zevale’ erince,
yani ilmi sona erince, çıkıp gidince, kütle ‘inşikak, inşirak edip, yarılıp’,
kara delik oluşur. İlimdir, bilgidir etken olan, tesir eden, gelip giden, var
olup yok olan ve kütle, madde edilgendir, tesir edilir, etkilenir. Bilgi, info,
kuvvettir, Hakkındır, Haktan gelir, Hakkı bilir, kemale eren insan da, Hakkı
bilince, Hakka döner!
Umarım biz de insan olarak, kemale ererek, Hakka dönüşü
gerçekleştirebiliriz! Necdet Altınay
25052022
(1)
The Economist, Stephen Hawking's
answer. Aug 26th 2015, by D.J.P.
Âdem, topraktan takdir ve tasvir edilip
«Hayat sahibi beşer ol» diye irade beyanıyla hayat buldu. Ruhunun verilmiş
olduğu ve ruhunun, ilminin, emir âleminden olduğu, kendisine bildirilmiştir.
Tekrar Hakka dönüş ile müjdelenmiştir, Hak, Âdemi, yaklaştırmak için
uzaklaştırmıştır. Geri dönüşü istenmeseydi geri dönemezdi. Âdemoğlu insan, eril
ruh ve dişil bedenin çocuğu olan kalptir. Kalbin ufku ruh semasıdır. Sema, ilim
suyu bulutlarıyla yüklüdür. Beden arzı, bu su ile yeşerir, hayat kaynağı olur.
Nimetlerden yararlanan insan, nimetleri vereni arar, bulur, bilir; azgınlık
etmez, yolunu şaşırmaz. Kulun fenası halinde Hak, kendi vücudunu bağışlayarak,
zatıyla baki kılar. Böylece, kul, emanetin sahibi olarak, ‘yardımı ancak senden
talep eder, seninle sana ibadet ederiz’
der.
“Külli vücudun, ilim ve hikmetin,
sahibi Allah’tır.” (2 Bakara, 2) “Allah, her şeyi muhit olan, kaplayan,
kapsayan, büyük arşın sahibidir. Her şeye hükmü ve emri o büyük arştan gelir.” (9
Tövbe, 129) “Allah, insanın vücudu ve işlerinin, her şeyinin, sahibidir.
Kendisi zuhur edince, her şeyi kahır, yok, eder.” (114 Nas, 2) “Belki manevî
âlemin bütünü, O’nun batını ve suretler, şekiller, eşya âleminin bütünü, onun
zahiridir. Göklerin ve yerin, ayrı, gayrı, vücudu yoktur, bütün mevcudat, her
şey, onunla mevcuttur. Hiçbir şey Haktan
gayri değildir, her şeyi, her zaman, her yerde görür, bilir, işitir. Kendisinin
var olması için bir şeye ihtiyaç duyan ‘muhtaçtır’, muhtaç olan kendi kendine,
kendiliğinden var olamaz.”
“Böylece var olanın bütünden
infisamı, kopması, ayrılması, bağımsız olması, mümkün değildir, ‘özgür’ olması
tamamen zandır. Çünkü O’nda, cüzlere ayrılmak, ikilik, yoktur, înfisam
tabirinde bir lâtife, yani güzellik vardır ki, infisam, bir şeyin ayrılmayarak
kırılması, kopması demektir. Mümkün olanların tümü, Allah'ın ef’âli veya
sıfatıdır.” (2 Bakara, 255)
“Hak, Âdem'i topraktan takdir ve
tasvir edip «Hayat sahibi beşer ol» diye irade eyledi. Derhal his ve hareket
sahibi oldu. Bu ayet, ruhun nefyine ve ruhun, ilmin, emir âleminden olup,
cesedin halkı gibi madde ve müddet açısından sonraya bırakılmış olmadığına işarettir.”
(3 Ali İmran, 59) “Âdem, Rabbi cihetinden bir takım nurlara, Hükümdarlığında
nasıl Hükmettiğine, ilişkin anlayışlara ulaştı. Yani Âdem, Rabbinden ilim,
ahlak, bilgi talep etti. Allah, Âdem’in tabiat elbisesinden sıyrılmak, meleküti
nurlar sırasında dizilmek, manayı idrak ederek, kutsal olgunluğa ulaşmak ve
hakiki ilimle süslenmek suretiyle, kendine rücu etmek istemesini kabul etti.
Âdem’e rücu’u ilka eyledi, onu rücu edici kıldı, makbul olan tövbe budur, Âdem
tarafından kaynaklanan değil. Kullarına gazabında rahmet eder. Âdem’e gazabını,
Âdem’in kemaline ve Hakk’a rücu’una sebep kılmış ve yaklaştırmak için
uzaklaştırmıştır.” (2 Bakara, 37)
“Allah, Hâkim ve Kadir olarak, ruh
erkeğini ve nefis dişisini halk etti ve Kalp olarak siz doğdunuz. Bazınız ruh
tarafına, bazınız da nefis tarafına meyletti. Bu nedenle çalışmalarınızın
sonucu muhtelif ve müteferriktir.” (92 Leyl, 3)
“Allah’ın ikramı sonsuzdur, zat ve
sıfatı ile mevcut olup, zatını ve sıfatını sana bağışlamıştır. Fenadan sonra,
ikramının anlaşılması için bekada, zatı ve sıfatı seninle zahir oldu. Seni,
sıfatların en şereflisi olan ilim sıfatı ile seçti, ilmini öğretti ve
olgunluğundan hiçbir şeyi senden esirgemedi.” (96 Alak, 3)
“Kuran, ancak cümle âlemler içinde
sizden, yalnız sülük yolunda istikameti dileyen kimse için zikir ve nasihattir.
Sıratı müstakim de ancak Hakk’ın olduğu tariktir, yoldur. Binaenaleyh hiç kimse
o yola girmeyi dileyemez. Ancak Allah'ın dilemesiyle diler, zira Allah'ın
yoluna ancak onun iradesi ile sülük olunur, girilir.” (81 Tekvir, 26-28) “Kul efâlindan
sıyrılıp soyunduğunda, efâliyle tecelli eder; sıfatından vazgeçtiğinde, Hak
sıfatlarını verir, kulun fenası halinde,
Hak vücudunu bağışlayarak zatıyla baki kılar. Böylece, ‘yardımı ancak senden
talep eder, seninle sana ibadet ederiz’
derler.” (1 Fatiha, 4)
“Kötülüğü sahiplenmezsiniz zaten,
fazilet sahibi olduğunuzu düşünmek günahtır.” Fazilet sana Allah'ın fazlı ve
ihsanıdır.” (74 Müddesir, 7) “Nutuk, sizin bedenleriniz arzında ve lisanınız
üzere zahir olmuş olan, mütekellimi hakikînin, kelam sahibinin, sıfatlarından bir
sıfattır. Eğer huzur ve Şuhut sahibi iseniz, kalplerinize mütekellimi hakikî, o
sıfatla tecelli etmiştir. Nutkunuz, hayvan böğürmeleri gibi sedalar olmayıp
hakikî nutuk ise, kalbinize tecelli eden sıfat-ı tekellüm sebebiyle, kelimeler
suretinde münderiç, içinizde bulunan, manevi rızkınız, size ruh semasından
nazil olmuştur. Hayvan sesleri gibi nutuklar ise hakikatte nutuk değildir.”
“Ve bu suretle sizin kemaliniz hâsıl
olmuştur ve ahret ahvaline onunla hidayet bulmanız için Hakk’ın nuru size işrak
eylemiştir, Kalbinize manaları doğmuştur.” (51 Zariyat, 23) “Siz bir şeyi
dileyemezsiniz, ancak benim meziyetimle dilersiniz. Ben onları dilerim ki,
onlar beni dilerler. Binaenaleyh iradeleri benim irademin gerisine çekilmiş
olur. Belki iradeleri, onlarda zahir
olan iradem olur. Kemallerini ortaya çıkararak, ilmin onlarda ibrazını bilici
hikmet sahibidir.” (76 İnsan, 30) “İnsan ruhu terakki eder, derece atlar ve
makam sahibi olur. İnsan ruhunun son derecesi zatın tevhidinin keşfidir, bu makamda büyük kıyameti kopar. Cem
makamında, zatın Şuhut’una vararak şahit olur. Şuhut ile gözlemle, şahit olur.
Şuhut olunan zatın birliğidir. Damlaların her biri senettir, varlığa, deryanın
ehadiyetine, birliğine, delildir. Deryanın birliğinde, ehatlığında fani olan, fena bulan damlanın
kadrini, ehat olan Allah’tan başka kimse bilemez. Deryanın birliğine şahit olan
damla, şehit olur, şahit olunan deryadan başkası da bu durumu bilemez, takdir
edemez. Şahit olunan ve şahit olan aynıdır, itibardan başka bir fark
yoktur. Allah’ta fani olanı, Allah’a şahit olanı, ancak, şahit olunan
Allah bilebilir.” (85 Büruc, 1-3)
“Akıl, insanın ruhunda ve nefsinde
etkilidir. Aklın, özellikle, nefis zulmetini delip etkili olması halinde, nefis,
basiret sahibi olur; bu anlayış ve idrak ile hidayet, doğru yolu, bulur.” (86 Tarik, 1) “Bütün
yiyecek ve içecekler akıl sahiplerine asıl hükmüyle helâl olmuştur. Zira akıl,
eşyanın, mutlaka kulların menfaati için halk olunduğuna hükmeder.”
“Buna binaen bilinecek şeyler
cümlesinden olan bir şey, ‘bilinmek için’ halk olunmuştur. Zira akıl, zarar
veren ve helak eden şey’in haram olduğuna hükmeder.” (3 Ali İmran, 93)
Umarım biz de, Hakkın huzurunda ona
şahit olur ve kalbimizde tecelli edeni idrak ederek şehit olabiliriz!
Necdet Altınay, 10062022
“İnsanlar, iştiha, arzu, ettiği, ilgi duyduğu, şeylerin
muhabbeti ile tezyin olundu, onların sevgisiyle donatıldı, teçhiz edildi. İlgi
duydukları, ilgisini çeken, şeyler sevdirildi. İnsan, âlem-i ulvî ile âlem-i
süfliden terkip olunmuş, ulvi ve süfli âlemlerin karışımından oluşmuş ve
doğmuştur. Bu doğuşu ve neşesiyle, insanın fıtratı hicaplaşmış, perdelenmiştir.
Tabii perdeler, bedenî örtüler ve hissî lezzetler acı suları ve hayvani
şehvetler keskin rüzgârlarıyla, asli, esas olan tabiatının ateşiyle tutuşmuş ve
basiret nuru sönmüştür. Buna binaen garip vatanlarında ve zulmet diyarında çeşitli
güçlük ve meşakkatlerle müptelâ olmuş bir halde yurt edinmeye çalışır. Bu halde
iken bir fark ve temyiz nurunun parladığına ve âlem-i akıldan bir yıldırım
ışığı gördüğünü sanıp ayni zamanda kendisini çağıran heves ve şeytana tesadüf
ederek, ona tabi oluverir. İçinde gözlerin lezzetlendiği ve nefislerin
iştahlandığı şeyler bulunan, tenezzül ettiği bir menzile, güzel bir bahçeye
tesadüf edip hemen orayı vatan tutarak, o meskenden razı ve memnun olur. İşte
şehvetin aldatıcı hali budur. Zikir olunan arzular ve bu arzuların kendisine
tezyin olunmasından o kimse bulunduğu âlem-i süfliden faydalanarak aldanır. Bu
durum âlem-i süfli hayatının kemalidir, en iyi halidir ki, onunla ahret
hayatının faydalarından ve âlemi ulvînin kemalinden mahcup olur, perdelenir, engellenir,
mahrum kalır. Ahret hayatının daha ziynetli, kıymetli, daha lezzetli ve daha
safalı olduğunu, üstelik bununla beraber baki olduğunu anlayamaz.”
“Eğer o kimseye tevfik-i ilâhî ve
imdat sırrı yetişirse, o vakit ulviyetin merkezine hareket etmesi için
batınından bir aşk ve şevk kopar. Sönmüş olan basiret nuru ateşi
parlar, envar-ı ilâhiye lem'aları, ilahi
aydınlanma kıvılcımları çakar, işrakât-ı kudsîye, kutsal güneşin ışıkları
birbirini takibe başlar. Basiret nuru nurlanır, merkez ve meskenindeki,
kaynağındaki, talepten men eden, alıkoyan, hicaplar, perde ve engeller incelir,
içinde bulunduğu sefası kederlenerek, evvelce safa zannettiği şeyler, karanlık
olur. Ve ruhanî cüz'ün, cismani cüz üzerine galebesiyle, galip gelmesiyle, nefsindeki heves ateşi sakin olur. Hakiki
hayatın kuran suyunun lezzetini tadıp,
artık acı suya sabredemez. Ve tatlı sudan içtiği kupalarla kalbi yakin
hatıralarına başlar. Güneşin ziyasından mahrum kalan bir kimse olduğunu anlar.
Öteden beri güzel ve tatlı bulduğu şeylerden sakınarak, oradan göç etmeğe karar
verir. Ve hareket edip yürümeğe başlar, ta ki aynen yakin sabahının nuru
aydınlandığı ve vahdet güneşinin tulu-u zamanı geldiği vakit gözlerinin
hayrette kaldığı, vasfında aklının
dehşete daldığı bir cennet görür. Ve gözlerin görmediği, kulakların işitmediği,
kalp-i beşerin hatırlayamadığı lezzetlerin husulünden sonra, güneşin doğmuş
olduğu bir halde, şifa buldukta, o cennette birçok dostlar ve ahbaplar bulur.
Ve kendisinin yuvası ve esas karargâhı o makam olduğunu bilir ve ünsiyet
bularak dar ü kararda mülkü Gaffar'ın, kullarına mağfireti çok olan Allah,
civarında Kuddüs mahallesinde nazil olur. Ve ona vecih-i kerim nurları parlar.
Kalbine umumî olan rıza ruhu hulul eyler.”
“İşte «Salih amel ile mevsuf,
sıfatlanmış, olanlar için Rab’leri indinde daim ve baki ve müebbet, ebedi,
oldukları halde altından ilim nehirleri akan cennetler, temizlenmiş pak çiftler
ve Allah'tan rıza vardır» mealindeki ayetin manası bu beyan olunan keyfiyetten
ibarettir. Allah kulların ahvalini görücüdür, imdi ayetteki cennetler, ef'âl
cennetleri, çiftler âlem-i Kuddüs ruhani sıfatları, Rıdvan da sıfat
cennetleridir. (3 Ali İmran, 14, 15)
“Muttakiler, takva sahipleri, haramdan kaçınanlar, iman edenler, taklidi, tahkiki, ilmen, aynen ve
hakken olmak üzere beş sınıftır. Bunlara, cennetlerde, tagayyür etmemiş,
bozulmamış, şek, şüphe, vehim, kuruntu bulaşmamış sudan, ilimden, nehirler
vardır. Yeryüzünün su ile hayat bulması gibi iman edenler de bozulmamış su
nehirleriyle, kalplere hayat veren, hakikate ilişkin bilgilerden oluşan bu ilim
ile Hakkın hakikatine ulaşırlar. Bu ilim ve bilgi nehirleri, kalp makamına
vasıl olan, Hakkın sıfatlarıyla sıfatlananlara özel ve özgüdür. Nefis
sıfatlarından geçip, kalp makamına ulaşanlara, bozulmamış sütten nehirler
vardır. Canlılık, efal, hareket ve fiil veren su; yerini, amellere hikmet katıp
sıfat kazandıran ilimlere bırakır. Sıfatın tecellilerini müşahede edip zatın
cemalinin Şuhut’una, her şeyde Hakkın
görünüşüne, eren kâmiller için zat ve sıfat muhabbeti şarabından nehirler
vardır. Ruh ve cem makamında, Hakkın
cemaline dalıp, gömülüp, boğulmaya arzulu olup, kendi sıfatından sakınan
âşıklar için önce nurlu ve kutsal, ballı, tatlılıklar, sonra zat ve sıfat
muhabbeti şarabından nehirler vardır. Zat,
sıfat ve efal tecellilerinde çok çeşitli lezzetler vardır.”
“Tevhit ilmi sütüyle beslenen kişi
önce tagayyür etmemiş, bozulmamış, saf su ile efalinden, sonra nurlu ve kutsal
ilimle ballı sıfatlarından, sonunda muhabbet şarabı ile kendi zatından geçer.” (47 Muhammet, 15)
“Hararet, aşk ve şevk ile beraber,
vahdetten kaynaklanan, cennetteki bir muhabbet kaynağıdır. Vuslat yolundaki
salik, talip ve her şeyi bir tarafa bırakmış olan âşıklar, aşklarının
hararetinden hiç bir zevkin kıyas olunamayacağı bir zevktedirler. Efalde, ilahi
kudreti ve hükmedişi izlerler, sıfatta ise eserleri, güzel sıfatlı hurileri
izlerler. Burada devamlı kalabilirler.” (76 İnsan, 18, 19) “İnsan vücudunun
aslı, madde, mana veya ulvi, süfli olmak üzere, iki âlemden oluşturulur. Hangi
âlemde ve halde olursa olsun insan, kendisine emanet verilmiş ve sonra kendi
başına terk edilmiş değildir. Emanet edilen şevk ve muhabbet, sürekli
gelişim içindedir. Örneğin kimse, sıfat makamında Zat’tan perdeli şekilde terk
edilmez. Keşfetmeyi alışkanlık haline getiren salikin, âşık olması için,
kendisine Zat’ın tevhidi keşfettirilir ve perdesi kaldırılır. Böylelerine,
muhabbetin ateşiyle benliğinin erimesi ve sırrın letafet kazanması için Zat
tecellisi yolu engellenir. Sonra, keşfinin mükemmel olması için yolu açılır ve
Hakk’ı keşfetmesi sağlanır.” (93 Duha, 2, 3)
“Var olan her şeyin, eşyanın ardında,
akıl ile bilinebilecek bir ilim vardır. Bunu vahiy edilmiş Kur’an bildirmiş, bu
ilmin nasıl uygulandığı da sana Furkan olarak indirilmiştir. İnsan, ilim ve
amel, ilim ve uygulamanın ayrıntılarını idrak ederek namazı (salât) yerine
getirir ve ilim ile uygulama arasını birleştirir.”
“İlmin ve uygulamanın idraki olan
namaz, her düzey için yerine getirilir.
En evveli beden namazı olan “Yatsı”dır, Nefsin rızasına “Yatsıdan sonra vitir
namazıdır”; kalbin huzuruna “Sabah”; sırra ermeye “Akşam”; benlik ve
bencilliğin yok edilmesi ve hakikat güneşinin parlaması için yüceliş yolunda
ruhun Şuhut’una şahit olup, uyanıklığına, “İkindi”; Hakk’ın ruhuyla dirilip, itaat ve hakikat ilminin
aşkı, zevkiyle şükretmeye “Öğle” namazları kılınır. Hakikat güneşi en tepeye
yükseldiğinde kul ve namaz yoktur.” (29 Ankebut, 45) Güneş tepedeyken, Cuma
namazı kılınabilir.
Umarım, aşk ve şevkle, uygulanıştan
ilmi idrakle namaz kılarak, Hakkı keşfederiz!
Necdet Altınay 26062022
“Seyr-i sülûktan, doğru yola
girdikten sonra yapılacak şey içinizdeki Hakk’a yaslanıp, sabır ile beklemektir. Bu durumda sabrınız taşsa bile Rabbiniz size
melek ve melekeler ile yardımcı olacaktır. Çıkmış olduğunuz yoldaki zorluklar,
cihat, mücadelede karşınıza çıkacak üzüntülere karşı sabır ve ilahi rıza için
Allah’a itaat etmeyi, zorluklara dayanmayı, nefse karşı koymayı gerektirir.
Ancak, Hakkın size kuvvet vermesi ve nuru görerek nurlanmak ve size sekine,
huzur ve bu isteğin inmesi için, sabır, Hakk’ın emrine karşı gelmemek, menfaat ve ganimete meyletmemek, nefis
korkusundan sakınmaktır. Nefsin, ruh ve kalp sultanlarının zorlaması altında
kırılması gerekir. Sabır, sebat ve onur ruhun sıfatıdır. Hareket ve acı ise nefsin sıfatıdır. Ruhun gücü kalbe sahip olunca, kalbi nefse
karşı korur. Nurun Zat’ındaki sevgi nuru ile kalp, ruha âşık olur ve
sükûnete kavuşur. Bu şekilde kalp, nefis kuvvetlerini yener, nefis sıfatlarının
zulümlerini kovar. Ve nefis de kalbin nuru ile aydınlanır, mutmain olur. İşte o zaman rahmet, Ruh semasından ilmen
yakin suyu, iner ve kalp, bu nurla, ilmin idrakiyle, nefis kuvvetlerini yok
ederek, ûrûc eder; semanın meleklerine ulaşır ve tüm meleklerin kuvvetini ve
vasıflarını çekip indirir. Meleklerin inmesi, özellikle, dünyadan tamamen
çekilip koparılarak yücelik yönüne tevekkül edildiğinde ve gazaba uğrandığında
yardımcı olmaları içindir. Ancak kalp, sabırsız davranıp acele eder, bağırıp çağırıp, korkuya yenik düşerse veya dünyaya
meylederse, nefis kalbe galip gelir,
kahır ve istila eder, sıfatlarının zulümleriyle nuru engeller ve o ilişki
kopar, yardım da kesilir, melaike de inmez.” (3 Ali İmran, 125)
Halil kendisinde gayrilik bakiyesi
tevehhüm, vehim olunmaya, kuruntuya düşmeye, yakın olan bir muhiptir,
sevendir. Habib ise kendisinde bu cihet
tasavvur olunmayan bir mahbup, sevilendir.
İşte bu sebeptendir ki, Halil aşk ateşine atılmış Habib bu ateşe
atılmamıştır.
“Akıl, kalbe ezelden âşıktır.” (12 Yusuf, 94) “Nurun Zat’ındaki sevgi
nuru ile kalp, ruha âşık olur ve sükûnete kavuşur. Bu şekilde kalp, nefis
kuvvetlerini yener, nefis sıfatlarının zulümlerini kovar. Ve nefis de kalbin
nuru ile aydınlanır, mutmain olur.” (3 Ali İmran, 125) “Ruh semasından
aşk ateşi gelerek nefislerini yer bitirir ve ifna, yok, eder.” (3 Ali
İmran, 181) “İstisna hükmüyle cennetten çıkmak öyle bir şeydir ki o da
saîdin; «Ehadiyet-i zât» da fenası ve
«sabahat-i cemâlde, cemalin güzelliğinde» aşk ateşiyle yanmasıdır. Ki bu
yanmak, «makam-ı müşahede» de Ruhun
vücuduyla olmayıp, şahit ve meşhût,
şahit olunan, Hak olmak ve gayrin, ayn
ve eseri baki kalmamak derecesinde; gören göz, işiten kulak, hatırlayan kalp-i
beşer olmaksızın, «Şuhûd-i Zâtiy-i Ehâdî» ile olandır.” (11 Hud, 108) “Akıl;
ancak fıtrata hidayet bulabilir ve ancak maarife, bilgi bilmeye, hidayet
edebilir. Amma cemal nuruyla nurlanmak
ve visal, vasıl olma, talebine şevk ve celâl ve cemâlin kemâline belki cemalin
celâline ve celâlin cemaline aşk zevkiyle lezzetlenmek, ancak hidayet-i
Hakkaniye nuru ile müyesser olunabilen bir iştir. Şüphesiz bizim ona
talimimiz dolayısıyla Yakup, ilim sahibidir,
ayan ve şuhud sahibi değildir.”
“Lâkin insanların çoğu bunu bilmeyip,
kemâli «Akılda olan ilimden ibarettir» zan ederler, yahut mana: Havas
insanları, aklı küllinin ilmini bilmezler.” (12 Yusuf, 68)
“Allah'tan sabır «Sabr-ı anillah»; «İnsanlıktan soyunup, İlahi nurla
nurlanan», kendi kalpleri ve vasıfları kalmayan, çok arzulu ve istekli
aşıklardan olanların sabrıdır. «Ehl-i ayan ve müşahedeye» mahsustur. Kendilerine Cemâl-i îlâhi güzelliğinden
bir nur parladığı vakit, yanıp, fâni olurlar. Bu da; muhip olanların,
sevilenlerin, hallerindendir. Bu sabırdan daha meşakkatli bir şey yoktur. Ve
tahammülü en ağır bir sabırdır. Eğer muhip buna takat getirirse; hafi, yani,
gizlenmiş olur ve eğer takat getiremezse mahbupta fâni ve helak olur. «Sabır-ı
billah», Yani; «Allah ile sabırda» Hakk'ın,
kendilerini bilkülliye ifna ederek,
«benlik ve ikilik» bakiyesinden
bir şey bırakmadığı sonra da zatından vücut bağışlayarak, «istikamet makamında» Hak ile kaim ve Hakk’ın sıfatıyla fail olan
«temkin ehline mahsus sabırdır.» Bu sabır, «Ahlâk-ı îlâhiyeden» olup, hiç bir
kimsenin onda nasibi yoktur. Bu sabır,
«benim sabrım olup, benim kuvvetimle takat getireceğini» beyan buyurmuştur. İşte bu sabra, Habib-i
Ekrem’in, kuvveti vefa edemediği için;
Nebi «Hud suresi beni kocalttı» buyurmuştur. Bu sabrın sahibi, eşyayı:
«ayn-i Hak» ile görür, eşyadan her ne sâdır olursa «fiilullah» görür ve onların
üzerine zahir olan herhangi bir sıfatı; Hakk’ın tecellilerinden bir tecelli
görür. Beni onlarla gördüğün gibi, sen de benim seyrimle gidici, benim ile ve
emrim ile kaim olduğun halde, onlarla ol.” (16 Nahl, 127)
“Ceset arzındaki kemik, sinir, kas ve
etten oluşan tüm parçalar; tabii kuvvetler, hayvan ve insan ağaçlarından oluşan
tüm bahçeler; nefsanî heves şaraplarının sıkıldığı şehevî kuvvetler, aşk ile
muhabbet şaraplarının sıkıldığı aklî kuvvet üzüm bahçeleri; bitkisel kuvvet
ekinleri ve diğer zahiri ve Bâtıni hurma bahçeleri, aynı su ile sulanır. Göz,
kulak, burun delikleri gibi kökleri bir dalları farklı; lisan, fikir, vehim,
zikir aletleri gibi farklı görünen ama kökleri de ayrı olanların tümü, hepsi de
‘hayat’ denen bir su ile sulanır.” (13 Rad, 4) “Ruhul-kuddûs, kusursuz,
noksansız, kutsal ruh, ilim, semasından, ilim suyunu inzal edip, indirdiğinde,
Kalp vadilerinde, kalplerdeki istidatlar miktarınca, sel halinde aktı. «İlim
seli», «nefis arzında» «kötülük sıfatlarını» ve «rezaletler köpüğünü»
oluşturur. Maarif ve keşifler, nefsin kemali olduğu için, nefis onlarla
ziynetleşir, değer kazanır ve «fazilet kazanır». Nefsin yararlanması
dolayısıyla, bilgi ve hakikatler sebebiyle, hâsıl olan «faziletlerin doğuşunu»
talep için, «aşk ateşinde eridiklerinde», bilgi ve hakikatler ve aşkı coşturan
mana ve keşiflerde de, «selin köpüğü» gibi habaset vardır, aşırıya kaçılıp,
gurur oluşabilir, benlik ve ikilik yaratılabilir.” (13 Rad, 17)
“Vuslat yolundaki salik, talip ve her şeyi bir tarafa bırakmış olan
âşıklar, aşklarının hararetinden hiç bir zevkin kıyas olunamayacağı bir
zevktedirler. Ve Rab’leri, onlara sıfat
iyiliğinden ve derinden saf, bakiye ve benliğin zuhuru pisliğinden pak, sırf
hakikî bir aşk şarabı, zat muhabbetinin lezzetli şarabını içirmiştir.” (76
İnsan, 18, 21)
Umarım, kalbimiz ruha âşık olur, aşk
ateşinde erir, lezzetli aşk şarabından içeriz! Necdet Altınay, 03072022
Âdem’e,
ruhundan ruh üflemiş,
Hayatıyla
diri, canla canlanmış,
İlmiyle
âlim, nefsi ile kaim imiş,
Yalnız insan
ilimle inşa edilmiş.
Denir,
müşahede edemiyorsan,
Her şeyde
Hakkı göremiyorsan,
Bir rehbere
ihtiyaç duyuyorsun,
Vuslatsa
amaç, ne duruyorsun!
Bilge Hacı
Bey demişti ki iyi bak,
En
sevdiğinde bulursun mutlak,
Denedim,
seni hep sen sandım,
Nefse,
yüzüne bakıp, aldandım.
Nefsi nefsim
sandım ilk görüşte,
Yanıldım,
çok utandım, bilince!
Oysa ben,
seninle hayattaydım,
Kalp
gözüyle, şimdi mi baktım?
Ruh, aşk ile
kalbimde, kaynıyor,
Bedene dar
gelip de, çıkamıyor,
Gözlerim
dolup, taşarak ağlıyor,
Kalbim bu
zevki ilk defa yaşıyor!
Ruhun,
kalpte dolup, taşıyorum,
Önce sanki
seninle yaşıyordum,
Oysa şimdi
hep seni yaşıyorum!
Aşkta vuslat
mı, yok oluyorum?
Dedim, ne
haldeyim bilmiyorum,
Hayatın bu
gerçeğine şaşıyorum.
En
sevdiklerin başına toprak attı,
Hepsi, tamam
oldu deyip bıraktı.
Bedenini
mezara bırakıp geldiler,
Kalbime
sığamayanı bilemediler,
Umarım, hep
senle dolu olurum,
Aşk içinde,
Hak görünür, kalırım!
Varlığımızın
kaynağı bir ve tekse,
Yaradılışımızın
amacı bilinmekse,
Mevtle giden kaynaktan gelense
Hakikati
anlamayız ne hikmetse!
Necdet Altınay, 17062022
Aşkla Vuslat
Molekül, organel, hücre ve
organlardan oluşan bedensel bütünlük içinde oluşan bilinç, ‘düşünen akıl’
sahibi ise, idrak eder, bilir ki, bu alt sistemler, insana, nimet olarak
‘verilmiştir’. Genler, doğa, çevre bilinçli kişiyi, kişiye gerek duymadan,
emaneten oluşturur. İnsan, bunu idrak etmeli. “Biz, vücudumuz günahlarından
sana rücu eyledik, bize bu dünyada fenadan sonra bekada adalet, ahrette
müşahede takdir et.” (7 Araf, 156) Evrenin amacı insan oluşturup inşa etmek; olgun
insanın amacı ise kendini ve Rabbini bilmektir!
“Var olan her şeyin, eşyanın ardında,
akıl ile bilinebilecek bir ilim vardır. Bunu Kur’an bildirmiş, bu ilmin nasıl
uygulandığı da Furkan olarak indirilmiştir. İnsan, ilim ve amelin, ilim ve
uygulamanın, ayrıntılarını idrak ederek namazı (salât) yerine getirir ve ilim
ile uygulama arasını birleştirir. Namaz, teslimiyet, zikir, tabi olmak, itaat
etmek ve ulvî ilişki eylemlerini içerir. İlmin ve uygulamasının idraki olan
namaz, her düzey için yerine
getirilir. Bedenin idraki ‘Yatsı’;
Nefsin rızası ‘Vitir’; kalbin huzuru “Sabah”; sırra erme “Akşam”; benlik ve
bencilliğin yok edilmesi ve hakikat güneşinin parlaması, yüceliş yolunda ruhun
Şuhut’u, uyanıklığı, ‘İkindi’; Hakk’ın ruhuyla dirilerek, itaat ve hakikat
ilminin zevkiyle şükretmekle “Öğle” namazları kılınır. Hakikat idrak edilince,
ayni vahdette, kul ve namaz yoktur.” (29 Ankebut, 45) Güneş tepede ise,
gölgeler yoksa yalnız Cuma namazı kılınır.
“İnsan ile şeytandan başka hiçbir
mahlûkta küfür bulunamaz. Kâffesi, hepsi, Allah'ın emirlerine uyar ve itaat eder.
Şeytan, küfrünün hakikatinde Allah'ın iradesi olduğuna inanır, bu da ayni
imandır. Yalnız insan, kendi iradesi ile hicaplaşır, perdelenir, örtünür,
tesettüre girer.” (3 Ali İmran, 83) “Sizden şeytanın vesvesesini gidermek,
yakin kuvvetiyle kalplerinizi kuvvetlendirip göğsünüzü sakin tutmak ve o
kuvvetle ayaklarınızı sabit kılmak için, size Ruh semasından ilmen yakin suyunu
indirdiğini hatırlayınız. Çünkü korku ve tehlike yerlerinde sebat ve şecaat,
ancak yakin kuvvetiyle olur.” (8 Enfal, 11)
“Şevkinin şiddetinden kendine özgü
çalışması ve gayretiyle, nefsini terbiye
ederek, Allah yolunda, menfaat
beklemeksizin, çalışıp ilerleyenler, içtihat ederler. Bu nefisler, fikir ile
bilgileri birleştirip, nazar çakmağını çakarak, faal akıl nuruyla iştigal,
meşgul olma, uğraşma, ateşini çıkarır. İlahî tecelli sabahının nurunun,
anlayışının, idrakinin, ortaya çıkışıyla ve eserinin sürekli görünüşüyle;
nefsin, vehim ve hayal vesveseleri, şehvet ve lezzet eğilimleri, ortadan
kalkar. Nefsin efal ve sıfatının tümü yağma edilir. Büyük kıyamet sabahında,
aşk ile Hakk’a şiddetli yönelme nedeniyle, bedeni geride bırakıp, kalp ve ruh
dostluğuna dönüş, beden toprağının tozunu atar ve bedenden toz koparır. Yani
ifna ve helak ederek, tecelli sabahının nuruyla, cemi aynı zata dâhil ve aynı
cemde gark olurlar. Beden toprağını o
derece latif hale getirirler ki cemi zata dâhil olurlar. Çünkü miraç beden ile olmuştur, vasıl olma
ancak beden ile olur. Hakka, hakkın nimetleriyle vasıl olunur. Hakka ulaştıran
malı çok sevmesi nedeniyle, insan, Hakka arkasını, mala önünü, döndüğünden
cimri olur ve şen şakrak güler yüzlü olamaz, Hak’tan mahcuptur. Beden
kabirlerinde bulunan nefis ve ruhları dirildiği zaman sadırlarında gizlenmiş
olan tüm niyet, sıfat ve ameller ortaya çıkar, herkes hak ettiği karşılığı
alır.” (100 Adiyat, 1-8)
“Siz,
tabiatın, doğanın maddesel,
bedensel, şeylerinin kendisini görüp de ardındaki ilmi görmezseniz, tabiat
cehenneminin ateşini görürsünüz. Daha sonra ilmin de üstünde olan zevk ve
vicdan ile o ateşi aynen yakin olarak zevk edeceksiniz. Bunun üzerine nimetin
ne olduğunu takdir edecek, fani, gelip geçici, lezzetler mi yoksa baki olan
uhrevi nimetler mi daha kıymetli olduğunu anlayacaksınız. İlmen yakin
mertebesine varmış olsanız, ilmen yakin olarak bilseniz, bedensel ve duygusal
olgunlaşma, şehvet ve kuruntuda boğulma rezaletleri içindekilere özel, tabiat
cehennemi ateşini görürdünüz ve bu rezaletlerden tamamıyla sakınırdınız. Diğer bir deyişle, yediklerinizin, yalnız damak tadı yerine, verdiği güç ve kuvvetle geliştirebileceğiniz
düşünce ve fikirleri görebilseniz, bu fikirler ile o yiyeceklerin ardındaki
(protein ve vitamin moleküllerini oluşturan) ilmi idrak etseniz, geçici lezzetlerde
kalmamış olursunuz. (Yiyeceklerden alınan protein ve vitamin moleküllerinin
beyinde oluşumunu tetiklediği, lezzet, zevk, haz veren seratonin ve melatonin moleküllerinin
ardındaki ilmi idrak edip, bilgi işlem sürecinin, bilincin, kıymetini bilirsiniz.)
İlmin kıymetini bilmemek halinden, bilmek haline geçilirse, bilmemek halinin
nasıl bir hal olduğu daha iyi anlaşılır. Maddede, eşyada, lezzette ve yiyecekte
kalmanın zararları görülür. Lezzetin faniliği, geçiciliği, diğer bir lezzeti
iticiliği, böyle düşünmenin sığlığı ortaya çıkar. İlmî yakınlığı bilseniz
şevkinin şiddetinden, aşk ateşinin yakışından, cenneti ve cehennemi görürsünüz.
Sonra o şevk ile aynen yakin ve müşahede rütbesine terakki ederseniz, aşk ateşinin
hakikati ayanen, apaçık, görünür.” (102 Tekasür, 6-8) İlmen yakınlık aşk
ateşine götürür, aynen yakınlık ise aşk ateşinin hakikatini apaçık, görünür
kılar!
“Ebrara, iyi niyetlilere, ikram
edilen şarabın mizacı, sırf hakiki aşkın yüce makamındandır ki o da cem
halinde, mertebesinde, sunulur, kâfur denilir ve zat muhabbetidir, cennet
meşrubatının en güzelidir, vücut rütbelerinin en âlâsıdır, vasfının suretinden
tecerrüdü, soyunulması, nedeniyle deresiz ve oluksuz akar. Ebrar, iyi niyetli
sadıklar, için ikram, sıfat makamında, sıfat muhabbetinde olduğu gibi zat
muhabbetinde de vardır. Zatı da müşahede ettikleri için şarapları, zat
muhabbeti ile karışık olabilir. Doğru yolda, sıratı müstakimde, yaklaşmakta ve
yakınlaşmış olanlara, tafsil makamında ehli istikamette olanlara ebrar, sadık,
denir bunların hakikatleri ve içtikleri ile cem makamında ehli istiğrak, gark olmuşların
hakikatleri ve içtikleri farklıdır. Zat muhabbeti, vücutsuz, efal ve sıfatın
üstünde, deresiz, oluksuz (kütlesiz, maddesiz, meysiz) akar. Ebrar için sıfat
makamında sıfat muhabbeti olduğu gibi zat muhabbeti de vardır, zatı da müşahede
ettikleri için, karışıktır. Mukarrebler,
yakınlaşmış olanlar, tafsil
makamında doğru yolda olup da tevhidi zata vasıl olanlar, Allah ile kaim olan
kâmillerdir. Cem makamında ehli istiğrak, gark olmuş, dalmış, olanların şarabı nispetsiz, farksız,
beyaz ve halistir, saftır
kâfurdur.” (83 Mutaffin, 27-29) Aşk ateşinin hakikatini görene, aşkın yüce
makamında olan sadıklara, Ebrar denir ve şarap ikram edilir. Cem makamında
ikram edilen ise kâfurdur!
Umarım, nimetlerin ardını, ilmini,
idrakle, aşk ateşinin hakikatini apaçık görebiliriz!
Bil, ilmî ve aynî yakine dek,
Ruhun, ruha
geldiyse denk,
Yoktur pek,
mekâna gerek,
Aşk ile
müebbet muhabbet!
Necdet
Altınay, 27072022
Molekül, organel, hücre ve
organlardan oluşan bedensel bütünlük içinde oluşan bilinç, ‘düşünen akıl’
sahibi ise, idrak eder, bilir ki, bu alt sistemler, insana, nimet olarak
‘verilmiştir’. Genler, doğa, çevre bilinçli kişiyi, kişiye gerek duymadan,
emaneten oluşturur. İnsan, bunu idrak etmeli. “Biz, vücudumuz günahlarından
sana rücu eyledik, bize bu dünyada fenadan sonra bekada adalet, ahrette
müşahede takdir et.” (7 Araf, 156) Evrenin amacı insan oluşturup inşa etmek; olgun
insanın amacı ise kendini ve Rabbini bilmektir!
“Var olan her şeyin, eşyanın ardında,
akıl ile bilinebilecek bir ilim vardır. Bunu Kur’an bildirmiş, bu ilmin nasıl
uygulandığı da Furkan olarak indirilmiştir. İnsan, ilim ve amelin, ilim ve
uygulamanın, ayrıntılarını idrak ederek namazı (salât) yerine getirir ve ilim
ile uygulama arasını birleştirir. Namaz, teslimiyet, zikir, tabi olmak, itaat
etmek ve ulvî ilişki eylemlerini içerir. İlmin ve uygulamasının idraki olan
namaz, her düzey için yerine
getirilir. Bedenin idraki ‘Yatsı’;
Nefsin rızası ‘Vitir’; kalbin huzuru “Sabah”; sırra erme “Akşam”; benlik ve
bencilliğin yok edilmesi ve hakikat güneşinin parlaması, yüceliş yolunda ruhun
Şuhut’u, uyanıklığı, ‘İkindi’; Hakk’ın ruhuyla dirilerek, itaat ve hakikat
ilminin zevkiyle şükretmekle “Öğle” namazları kılınır. Hakikat idrak edilince,
ayni vahdette, kul ve namaz yoktur.” (29 Ankebut, 45) Güneş tepede ise,
gölgeler yoksa yalnız Cuma namazı kılınır.
“İnsan ile şeytandan başka hiçbir
mahlûkta küfür bulunamaz. Kâffesi, hepsi, Allah'ın emirlerine uyar ve itaat eder.
Şeytan, küfrünün hakikatinde Allah'ın iradesi olduğuna inanır, bu da ayni
imandır. Yalnız insan, kendi iradesi ile hicaplaşır, perdelenir, örtünür,
tesettüre girer.” (3 Ali İmran, 83) “Sizden şeytanın vesvesesini gidermek,
yakin kuvvetiyle kalplerinizi kuvvetlendirip göğsünüzü sakin tutmak ve o
kuvvetle ayaklarınızı sabit kılmak için, size Ruh semasından ilmen yakin suyunu
indirdiğini hatırlayınız. Çünkü korku ve tehlike yerlerinde sebat ve şecaat,
ancak yakin kuvvetiyle olur.” (8 Enfal, 11)
“Şevkinin şiddetinden kendine özgü
çalışması ve gayretiyle, nefsini terbiye
ederek, Allah yolunda, menfaat
beklemeksizin, çalışıp ilerleyenler, içtihat ederler. Bu nefisler, fikir ile
bilgileri birleştirip, nazar çakmağını çakarak, faal akıl nuruyla iştigal,
meşgul olma, uğraşma, ateşini çıkarır. İlahî tecelli sabahının nurunun,
anlayışının, idrakinin, ortaya çıkışıyla ve eserinin sürekli görünüşüyle;
nefsin, vehim ve hayal vesveseleri, şehvet ve lezzet eğilimleri, ortadan
kalkar. Nefsin efal ve sıfatının tümü yağma edilir. Büyük kıyamet sabahında,
aşk ile Hakk’a şiddetli yönelme nedeniyle, bedeni geride bırakıp, kalp ve ruh
dostluğuna dönüş, beden toprağının tozunu atar ve bedenden toz koparır. Yani
ifna ve helak ederek, tecelli sabahının nuruyla, cemi aynı zata dâhil ve aynı
cemde gark olurlar. Beden toprağını o
derece latif hale getirirler ki cemi zata dâhil olurlar. Çünkü miraç beden ile olmuştur, vasıl olma
ancak beden ile olur. Hakka, hakkın nimetleriyle vasıl olunur.”
“Hakka ulaştıran malı çok sevmesi
nedeniyle, insan, Hakka arkasını, mala önünü, döndüğünden cimri olur ve şen
şakrak güler yüzlü olamaz, Hak’tan mahcuptur. Beden kabirlerinde bulunan nefis
ve ruhları dirildiği zaman sadırlarında gizlenmiş olan tüm niyet, sıfat ve
ameller ortaya çıkar, herkes hak ettiği karşılığı alır.” (100 Adiyat, 1-8)
“Siz,
tabiatın, doğanın maddesel,
bedensel, şeylerinin kendisini görüp de ardındaki ilmi görmezseniz, tabiat
cehenneminin ateşini görürsünüz. Daha sonra ilmin de üstünde olan zevk ve
vicdan ile o ateşi aynen yakin olarak zevk edeceksiniz. Bunun üzerine nimetin
ne olduğunu takdir edecek, fani, gelip geçici, lezzetler mi yoksa baki olan
uhrevi nimetler mi daha kıymetli olduğunu anlayacaksınız. İlmen yakin
mertebesine varmış olsanız, ilmen yakin olarak bilseniz, bedensel ve duygusal
olgunlaşma, şehvet ve kuruntuda boğulma rezaletleri içindekilere özel, tabiat
cehennemi ateşini görürdünüz ve bu rezaletlerden tamamıyla sakınırdınız. Diğer bir deyişle, yediklerinizin, yalnız damak tadı yerine, verdiği güç ve kuvvetle geliştirebileceğiniz
düşünce ve fikirleri görebilseniz, bu fikirler ile o yiyeceklerin ardındaki
(protein ve vitamin moleküllerini oluşturan) ilmi idrak etseniz, geçici lezzetlerde
kalmamış olursunuz. (Yiyeceklerden alınan protein ve vitamin moleküllerinin
beyinde oluşumunu tetiklediği, lezzet, zevk, haz veren seratonin ve melatonin moleküllerinin
ardındaki ilmi idrak edip, bilgi işlem sürecinin, bilincin, kıymetini bilirsiniz.)
İlmin kıymetini bilmemek halinden, bilmek haline geçilirse, bilmemek halinin
nasıl bir hal olduğu daha iyi anlaşılır.”
“Maddede, eşyada, lezzette ve
yiyecekte kalmanın zararları görülür. Lezzetin faniliği, geçiciliği, diğer bir
lezzeti iticiliği, böyle düşünmenin sığlığı ortaya çıkar. İlmî yakınlığı
bilseniz şevkinin şiddetinden, aşk ateşinin yakışından, cenneti ve cehennemi
görürsünüz. Sonra o şevk ile aynen yakin ve müşahede rütbesine terakki
ederseniz, aşk ateşinin hakikati ayanen, apaçık, görünür.” (102 Tekasür, 6-8)
İlmen yakınlık aşk ateşine götürür, aynen yakınlık ise aşk ateşinin hakikatini
apaçık, görünür kılar!
“Ebrara, iyi niyetlilere, ikram
edilen şarabın mizacı, sırf hakiki aşkın yüce makamındandır ki o da cem
halinde, mertebesinde, sunulur, kâfur denilir ve zat muhabbetidir, cennet
meşrubatının en güzelidir, vücut rütbelerinin en âlâsıdır, vasfının suretinden
tecerrüdü, soyunulması, nedeniyle deresiz ve oluksuz akar. Ebrar, iyi niyetli
sadıklar, için ikram, sıfat makamında, sıfat muhabbetinde olduğu gibi zat
muhabbetinde de vardır. Zatı da müşahede ettikleri için şarapları, zat
muhabbeti ile karışık olabilir. Doğru yolda, sıratı müstakimde, yaklaşmakta ve
yakınlaşmış olanlara, tafsil makamında ehli istikamette olanlara ebrar, sadık,
denir bunların hakikatleri ve içtikleri ile cem makamında ehli istiğrak, gark
olmuşların hakikatleri ve içtikleri farklıdır. Zat muhabbeti, vücutsuz, efal ve
sıfatın üstünde, deresiz, oluksuz (kütlesiz, maddesiz, meysiz) akar. Ebrar için
sıfat makamında sıfat muhabbeti olduğu gibi zat muhabbeti de vardır, zatı da
müşahede ettikleri için,
karışıktır. Mukarrebler, yakınlaşmış olanlar, tafsil makamında doğru yolda olup da tevhidi
zata vasıl olanlar, Allah ile kaim olan kâmillerdir.”
“Cem makamında ehli istiğrak, gark
olmuş, dalmış, olanların şarabı
nispetsiz, farksız, beyaz ve halistir, saftır kâfurdur.” (83 Mutaffin, 27-29) Aşk
ateşinin hakikatini görene, aşkın yüce makamında olan sadıklara, Ebrar denir ve
şarap ikram edilir. Cem makamında ikram edilen ise kâfurdur!
Umarım, nimetlerin ardını, ilmini,
idrakle, aşk ateşinin hakikatini apaçık görebiliriz!
Bil, ilmî ve aynî yakine dek,
Ruhun, ruha
geldiyse denk,
Yoktur pek,
mekâna gerek,
Aşk ile
müebbet muhabbet!
Necdet
Altınay, 27072022
“Hararet, aşk ve şevk ile beraber,
vahdetten kaynaklanan, cennetteki bir muhabbet kaynağıdır. Vuslat yolundaki
salik, talip ve her şeyi bir tarafa bırakmış olan âşıklar, aşklarının
hararetinden hiç bir zevkin kıyas olunamayacağı bir zevktedirler. Efalde, ilahi
kudreti ve hükmedişi izlerler, sıfatta ise eserleri, güzel sıfatlı hurileri
izlerler. Burada devamlı kalabilirler.” (76 İnsan, 18, 19) “İnsan vücudunun
aslı, madde ve mana veya ulvi ve süfli olmak üzere, iki âlemden oluşturulur.
Hangi âlemde ve halde olursa olsun insan, kendisine emanet verilmiş ve sonra
kendi başına terk edilmiş değildir. Emanet edilen şevk ve muhabbet, sürekli
gelişim içindedir. Örneğin kimse, sıfat makamında Zat’tan perdeli şekilde terk
edilmez. Keşfetmeyi alışkanlık haline getiren salikin, âşık olması için,
kendisine Zat’ın tevhidi keşfettirilir ve perdesi kaldırılır. Böylelerine,
muhabbetin ateşiyle benliğinin erimesi ve sırrın letafet kazanması için Zat
tecellisi yolu engellenir. Sonra, keşfinin mükemmel olması için yolu açılır ve
Hakk’ı keşfetmesi sağlanır.” (93 Duha, 2, 3)
“Seyr-i sülûktan, doğru yola
girdikten sonra yapılacak şey içinizdeki Hakk’a yaslanıp, sabırla beklemektir. Bu durumda sabrınız taşsa bile Rabbiniz size
melek ve melekeler ile yardımcı olacaktır. Çıkmış olduğunuz yoldaki zorluklar,
cihat, mücadelede karşınıza çıkacak üzüntülere karşı sabır ve ilahi rıza için
Allah’a itaat etmeyi, zorluklara dayanmayı, nefse karşı koymayı gerektirir.” (3
Ali İmran, 125)
“Ancak, Hakkın size kuvvet vermesi ve
nuru görerek nurlanmak ve size sekine, huzurda bu isteğin inmesi için, sabır,
Hakk’ın emrine karşı gelmemek, menfaat
ve ganimete meyletmemek, nefis korkusundan sakınmaktır. Nefsin, ruh ve kalp
sultanlarının zorlaması altında kırılması gerekir. Sabır, sebat ve onur ruhun
sıfatıdır. Hareket ve acı ise nefsin
sıfatıdır. Ruhun gücü kalbe sahip
olunca, kalbi nefse karşı korur. Nurun Zat’ındaki sevgi nuru ile kalp, ruha
âşık olur ve sükûnete kavuşur. Bu şekilde kalp, nefis kuvvetlerini yener,
nefis sıfatlarının zulümlerini kovar. Ve nefis de kalbin nuru ile
aydınlanır, mutmain olur. İşte o
zaman rahmet, Ruh semasından ilmen yakin suyu, iner ve kalp, bu nurla, ilmin
idrakiyle, nefis kuvvetlerini yok ederek, ûrûc eder; semanın meleklerine ulaşır
ve tüm meleklerin kuvvetini ve vasıflarını çekip indirir. Meleklerin inmesi,
özellikle, dünyadan tamamen çekilip koparılarak yücelik yönüne tevekkül
edildiğinde ve gazaba uğrandığında yardımcı olmaları içindir. Ancak kalp,
sabırsız davranıp acele eder, bağırıp
çağırıp, korkuya yenik düşerse veya
dünyaya meylederse, nefis kalbe galip
gelir, kahır ve istila eder, sıfatlarının zulümleriyle nuru engeller ve o
ilişki kopar, yardım da kesilir, melaike de inmez.” Halil kendisinde gayrilik
bakiyesi tevehhüm, vehim olunmaya, kuruntuya düşmeye, yakın olan bir muhiptir,
sevendir. Habib ise kendisinde bu cihet
tasavvur olunmayan bir mahbup, sevilendir.
İşte bu sebeptendir ki, Halil aşk ateşine atılmış Habib bu ateşe
atılmamıştır. (3 Ali İmran, 125) “Akıl, kalbe ezelden âşıktır.” (12 Yusuf, 94) “Ruh semasından aşk ateşi
gelerek nefislerini yer bitirir ve ifna, yok, eder.” (3 Ali İmran, 181)
Kutsal mesajlar, kâmil insan olma
yolundaki insana, yol göstermek üzere, delil olma niteliğindedir. Seyri sülûk
yolunda, soyut kavramlarla, somut adımlar atılmasını önerirler. Hareket, fiil,
iş ve işlemler, sıfat ve kişiliğin; ruh, ilim, akıl, kalp, nefis ve beden
üzerindeki yansımalarını kapsar. Örneğin, ‘güzel’ sıfatı, ruh, akıl ve nefsi
farklı titreştirir.
“İstisna hükmüyle cennetten çıkmak
öyle bir şeydir ki o da saîdin;
«Ehadiyet-i zât» da fenası ve «sabahat-i cemâlde, cemalin
güzelliğinde» aşk ateşiyle yanmasıdır. Ki bu yanmak, «makam-ı
müşahede» de Ruhun vücuduyla
olmayıp, şahit ve meşhût, şahit olunan,
Hak olmak ve gayrin, ayn ve eseri baki
kalmamak derecesinde; gören göz, işiten kulak, hatırlayan kalp-i beşer
olmaksızın, «Şuhûd-i Zâtiy-i Ehâdî» ile olandır.” (11 Hud, 108) “Akıl; ancak
fıtrata hidayet bulabilir ve ancak maarife, bilgi bilmeye, hidayet
edebilir. Amma cemal nuruyla nurlanmak
ve visal, vasıl olma, talebine şevk ve celâl ve cemâlin kemâline belki cemalin
celâline ve celâlin cemaline aşk zevkiyle lezzetlenmek, ancak hidayet-i
Hakkaniye nuru ile müyesser olunabilen bir iştir. Şüphesiz bizim ona
talimimiz dolayısıyla Yakup, ilim sahibidir,
ayan ve şuhud sahibi değildir. Lâkin insanların çoğu bunu bilmeyip,
kemâli «Akılda olan ilimden ibarettir» zan ederler, Havas insanları, aklı
küllinin ilmini bilemezler.” (12 Yusuf, 68) Hak edene, celalin cemaline
âşık olma zevki verilir!
“Şevkinin şiddetinden kendine özgü
çalışması ve gayretiyle, nefsini terbiye
ederek, Allah yolunda, menfaat
beklemeksizin, çalışıp ilerleyenler, içtihat ederler. Bu nefisler, fikir ile
bilgileri birleştirip, nazar çakmağını çakarak, faal akıl nuruyla iştigal,
meşgul olma, uğraşma, ateşini çıkarır. İlahî tecelli sabahının nurunun,
anlayışının, idrakinin, ortaya çıkışıyla ve eserinin sürekli görünüşüyle;
nefsin, vehim ve hayal vesveseleri, şehvet ve lezzet eğilimleri, ortadan
kalkar. Nefsin efal ve sıfatının tümü yağma edilir. Büyük kıyamet sabahında,
aşk ile Hakk’a şiddetli yönelme nedeniyle, bedeni geride bırakıp, kalp ve ruh
dostluğuna dönüş, beden toprağının tozunu atar ve bedenden toz koparır. Yani
ifna ve helak ederek, tecelli sabahının nuruyla, cemi aynı zata dâhil ve aynı
cemde gark olurlar. Beden toprağını o
derece latif hale getirirler ki cemi zata dâhil olurlar. Çünkü miraç beden ile olmuştur, vasıl olma
ancak beden ile olur. Hakka, hakkın nimetleriyle vasıl olunur. Hakka ulaştıran
malı çok sevmesi nedeniyle, insan, Hakka arkasını, mala önünü, döndüğünden
cimri olur ve şen şakrak güler yüzlü olamaz, Hak’tan mahcuptur. Beden
kabirlerinde bulunan nefis ve ruhları dirildiği zaman sadırlarında gizlenmiş
olan tüm niyet, sıfat ve ameller ortaya çıkar, herkes hak ettiği karşılığı
alır.” (100 Adiyat, 1-8)
Molekül, organel, hücrenin organları,
hücre ve bedenin organlarından oluşan bedensel bütünlük içindeki bilinçli insan,
‘düşünen akıl’ sahibi ise, idrak eder, bilir ki, bu alt sistemler, insana,
nimet olarak ‘verilmiştir’. Genler, doğa ve çevre bilinçli kişiyi, kişiye gerek
duymadan, emaneten oluşturur. İnsan, bunu idrak edip: “Biz, vücudumuz
günahlarından sana rücu eyledik, bize bu dünyada fenadan sonra bekada adalet,
ahrette müşahede takdir et” demeli. (7 Araf, 156) Evrenin amacı insan
oluşturmak; dinin amacı olgun insan, kâmil insan olmak isteyeni inşa edip
kendini ve Rabbini bilmesini sağlamaktır!
Umarım biz de kendimizi
bilip, dünya ve ahrette Haktan hakkımızı, aşkla alabiliriz!
Necdet
Altınay 15102022
Elektrik, manyetik ve
elektromanyetik, başlıca kuvvetler, kendine özgü, fiziksel veya kimyasal,
ilminin özelliklerini taşıyan bilgi küpüdür. Kütlesi enerjiye dönüşse dahi
bilgisi kalıcıdır. Bilimsel olarak, kuvvetlerin belirli bozonlar içinde
toplanmasıyla maddeleşme, tecessüm, bedenleşme, oluşur. Yazılım, donanımdan
çekilirse de, donanım çöker. Hayvani oluşumdan öteye, bir denge ve ölçü
fikriyle inşa edilen insan, bu fikir geri alındığında aslına döner. Ayet der
ki: “Hayvanî ruh seması, insanî ruh
semasından ayrılırsa tükenip yarılır,
biter, hevesi de kalmaz dağılır, saçılır. Cisimleşen unsurların ve
cesedi oluşturan parçaların her birinin,
bedenin harap olmasıyla, aslına dönmesini önleyen berzahlar, hayvanî
ruhun zevaliyle akar, bu nedenle de her şey aslına döner. Beden kabirleri
karıştırılınca, içinde bulunan bilgi,
ilim ve cisimleşen, cesetleşen kuvvetler açığa çıkar. Belirli bir denge ve ölçü
içinde birleştirilip bir araya getirilen parçalardan oluşturulup inşa edilen
insan, nesiyle gurur duyup, nasıl mağrur olup, neyi inkâr edebilir.” (82
İnfitar, 1-6) Bedenin, cesedin, harap olmasıyla her şey ilim haline geri döner.
Böylece, insanın kendine özgü bir şeyinin olmadığı belli, insan nesiyle gurur
duyar, mağrur olur, ‘ben der’ deniyor. Bedeni, ölçülü, dengeli inşa edilip,
hafıza, akıl, fikir, idrak, hikmetle donandığı için Allah’a saygı duymalıdır.
“Oku, keremi, ikramı bol, cömert ve
uludur Rabbin. Zat ve sıfatı ile mevcut olup zatını ve sıfatını sana
bağışlamıştır. Eğer seni fena halinde, cemde, baki kılsaydı, onun hiç bir
sıfatı zahir olmazdı, seni sıfatlarının en şereflisi olan ilim sıfatı ile seçti
ve kemalinden, olgunluğundan, hiç bir şeyi senden esirgemedi, ilmini talim
eyledi, öğretti. (96 Alak, 3) “Ey müminler, siz Hak'ta fâni olurcasına,
verdiğiniz sözden, seyri süluktan dönmez,
Allah’a itaat edersiniz. Allah da sizin için Furkan aklı olarak, hak ile
batılı ayıran bir nur hâsıl eder. Allah, ‘vücûd-i mevhub-i Hakkanîyi’, Hakkın
bağışlanmış vücudunu ve Furkan aklını, uygulama aklını ve ilmini, vermekle büyük
fazilet ve kerem, ikram sahibidir.” (8 Enfal, 29)
“Kabul ettiği sonsuz suretleri,
şekilleri, derecelerin, mertebelerin, en aşağısına göndericidir. Ta ki kalbe
varit ve vasıl olan, inen kemal, olgunluk, nuru, tabiat eserine vasıl olunca, artık bu nur ile
nurlanarak, iniş fiiline son verir. İşte kalpten nefse nur-u ilahînin
parlamasından ve yıldırmasından, nefsinin kahrına ve fiilinden menine ve yeter
yeter diyerek kalbe muvafakatine, uyum göstermesine, tabi olmasına, onu
zorlamaya, kudret ve kuvvet sahibi olan Rabbi, izzet kademi ile tabir
olunmuştur.” (50 Kaaf, 30) Her türlü nefsanî ve bedensel zevkin sonunda daima
bir acı duyulur. Her şeyin ‘azı karar çoğu zarar’ denir. İşte bu hal, nefsin,
kalbe hâkim olarak, kalbin ruhtan bilgi almasını kesmesi halinde bile kalbin
içinden gelen, fıtratına uygun, ilahi bir nurun parlaması, bir sıfatın ortaya
çıkışı hali, Allah’ın insana yaradılıştaki bir izzeti ve ikramıdır.” (69 Hakka,
12)
“Aniden ortaya çıkan bu ilahi nurla,
nefis, fiillerini durdurur ve kalbe rıza gösterir. Bu hal ile donatıldığı için
insan, Rabbine saygı duymalıdır. “Rahmana arkanızı döndüğünüzde, şeytana uyup,
onu dinleyip, ona tabi olduğunuzda dahi fıtratınızdaki şeraiti, nakşedilenleri,
size unutturmayız, bulunduğunuz yerin yanlış olduğunu hatırlatıp, hakiki
yerinizin kutsi âlem olduğunu bildiririz, ahdinize, tevhide, fıtratınıza
döndürürüz.” (69 Hakka, 12)
Örneğin: “Züleyha, Yusuf’u aşk
yapmaya davet etti, o da, önce meyledip sonra, ilham geldiğinde, ‘sahibime bu
kötülüğü yapamam’ deyip kaçtı, kadın kovaladı, kapıda gömleği yırtıldı ve
kocasıyla karşılaştılar. Bu olaylar, Nefsin
“Pişmanlık duyma” halinin
varlığının ve ortaya çıkışının bir işaretidir. İnsanın gelişiminde öyle haller
olur ki, nefsi kalbini kaplar, onu
istila eder, kendi sıfat ve
lezzetleriyle, hatta bunları süsleyerek, kalbi etkiler, yanlışı doğru gösterir, kendine özgü,
perdeleyen sıfatlarıyla kalbin ruha dönük nur yollarını kapatır. Neden yanlış
olduğu bilgisi ruhtan gelmese de kalp yanlış olduğunu içten hissederek anlar.
Yanlış yapan, yanlış olduğunu bilerek yapar. Yanlışı yapmaktan, pişman olup
dönerse, fıtratına uymuş, Allah’a saygısından haksızlık yapmamış olur.” (12
Yusuf, 23) İnsan, fıtratının donatılmış olduğunu, yeri ve zamanı gelince, sezgi
ve ilhamlarla, keşfeder.
“Nefis, tabii lezzetlere meyil ederek
süfli tarafa cezp edilirse, tabiat perdesi, kalbi mana âleminden koparır,
uzaklaştırır. Mana âleminin kuvvet ve kudretinden yoksun kalır, gereken yardımdan kesilirse, kalbin iradesi
zayıflar. İlmin nurundan, idrakinden, mahrum kalan kalp iradesinin, kuvvet ve kudreti de zayıflar. Bu durumu fark edip ulvi yöne dönüp, bedenden
soyunursa, ilahi nur ve kuvvet yardımına ulaşır. Allah’a yakınlaşması halinde
ise, nebiler gibi bilinmeyeni bilir, kadir olunmayan şeylere kadir olur. İnsan,
kendisine bağış ve ihsan olunmuş olan bedende, ilahi kuvvet ve kudrete sahip
olur, hükümdarlık âlemlerinin vasıflarıyla vasıflanırsa, sezgi ve ilhama erişir.
Gaibi kimse bilemez ama gaipten nida olunur, yardım alınır, fıtrata nakış
olunmuş, nakşedilmiş, olanlar okunabilir. Sadık rüyalar ile vahiy aynı
vadidendir. Nefsin tahayyül kuvvetiyle, gaipteki suretler cesetleşebilir,
tecessüm edebilir.” (11 Hud, 69) (48 Fetih Suresi, 27) (80 Abese, 13-16) (85
Büruc, 20,21) İnsan, kendini çaresiz hissettiğinde, sorunların içinde çözümsüz
kaldığında, kalbinin iradesinin, kuvvet ve kudretinin zayıfladığını idrak
ettiğinde, anlamalı ki bunun nedeni nefsidir. Nefsinin, kalbe hâkim
olmasındandır. Bedensel sıfatlardan kaçarak ruhuna yaklaşırsa, sezgi ve ilhama
erişir, ilahi kuvvet ve kudrete sahip olur, şükreder, saygı duyar.
Zerrenin kütlesi enerjiye dönüşse
dahi bilgisi kalır. Şeker gider tadı kalır. İnsanın, belirli denge ve ölçü
içinde sentez edilen maddesel ve bedensel varlığında inşa edilen kişiliği,
yazılımı, manevi varlığı, geri alınırsa anıları kalır. Kendisine Hakça verilen
maddi ve manevi varlığında yaşarken, daima kendi bünyesinde bir diyalog
içindedir. ‘Kalbinin sesini dinle’ ikazıyla yaşamını sürdürürken, bilge bir
kişinin ‘bir ben var benden içeri’ deyimini hatırlar. Hata yaptığında, kararsız
kaldığında, çaresizlik hissettiğinde içinden bir ses, bir nida, duyar. Sıfat ve
kişiliğinin hareketlerini, fıtratına nakşedilmiş donanımı iyi, doğru ve güzel
inceleyebilirse, hareketinin yönünü tayin edebilir; nefis değil ruh yönünü
tercih ederse, sezgi ve ilhamları, akıl ve hikmeti izleyip, Hakka yaklaşabilir.
İnsan, asla yalnız değildir, tek başına terk edilmemiştir, fıtratının
yönlendirdiği, ulvi âleme güvenebilir.
Umarım biz de rahmanî rahimsinin
idraki içinde, özgürmüşçesine yaşayabiliriz.
Necdet
Altınay 13102022
Somut gerçekler, araştırılıp
bulunabilir, incelenebilir, yaşamdaki yeri belirlenebilir, bilimsel bilgi ve
bulgularla kanıtlanabilir, akıl ve bilgiye dayandığı için kutsal mesajlarda da
yer alabilir. ‘Varoluş’, bu gerçeklerden biridir. Evvelinde, hakkında hiçbir
şey bilinmezken, bir hiçlik-yoklukta
iken, bir şey, bir konu, önce akıl ve hayal, Külli akıldan, Kaza âleminden,
Cüzi akıl, Kader âlemine düşer, sonra ilgili ilim ve bilgisiyle, Nefis Âleminde
gerçekleşir.
“Kur’an, değişmez, bozulmaz, bozulamaz,
noksansız, korunmuş, kanıtlanmak üzere, evrenin tümünde, apaçık olan ve
hakikatleri muhkem, sağlam kılınmış bir kitaptır. Hakikatlerini, daha sağlam ve daha güzel olması mümkün
olmayan, bir ilim ve hikmet üstüne inşa
eder. Zahirde, görünürde, muayyen ve malum, belirli ve bilinen, miktarda, belirli zamanlarda aşikâr olur.
Takdir ve tertibi, hikmete uygun intizamda, düzendedir. Ayrıntılarından lâyıkıyla
haberdar, bilgi sahibi, olan ilim ve
hikmet sahibince, ahkâm ve ayrıntısı
cüzi âlemde ortaya çıkarılmış, aşikâr edilmiş bir kitaptır. (11 Hud, 1) “İlim, tüm mevcutlar için gereklidir,
her mevcut kendine özgü bir ilmin uygulaması, bilgisinin deposudur. Keza,
uygulaması olmayan ilim gerçek ilim değildir. Uygulaması olmayan bir ilim,
geçici olup, kalbi güçlendirmez. Her şey ilminin aynısıdır. İlmi, organlar ve
objelerden ayrı düşünen cahil, inkârı nedeniyle kâfirdir. Zerrenin, ilminden
ayrı ismi, cismi ve resmi olamaz. Diğer yandan, ‘vehim’ ile karışık olan
akıllar, tezekkür edemez ve bu ilim ile aşikâr olamazlar, bu ilmi anlayamazlar.”
“İlmin ayrı bir varlığının idraki ise Hakkın varlığına delildir. Nasıl ki
bir eşyanın gölgesi varsa, gölge, ışığın
varlığına delilse, aynı şekilde, ilmin varlığı da Hakkın varlığına delildir.
İlim, böylece Hakkın ‘gölgesidir’.” (39 Zümer, 9) (3 Ali İmran, 96)
Varoluşun, bilimsel açıklaması vardır.
“Evren kavramı, bir Uzay-Zaman, ‘Uzam Balonunu’ ve ‘Galaksiler’ gibi bunun
‘İçindekileri’ kapsar. Önce ‘ani bir genişlemeyle, Patlamayla, Uzam Balonu
oluşmuş ve sonradan bu ‘Boşluğa’, kendine özgü bilgi, ilmi ve özelliğiyle
oluşan mevcutlar doluşmuştur. “Evren, yoktan, yokluktan var olmuştur. Küçük kütleli
zerrelerin yokluktan çıkıp, kısa bir süreliğine, var olduğu sürekli görülür,
deneylerle kanıtlanır. Zerreler, çok az miktarda enerji taşırlar ve bir an için
var olup yok olurlar. ‘Ani Genişleme Kuramına’ göre küçük bir zerrenin sonsuz
derecede ani genişlemesi sonucunda, 13,8 milyar yıllık bilinen bu ‘Evren’
oluşmuştur.
Yokluktan herhangi bir ‘Şey’ olmuş değildir, Evren hala bir ‘Hiçlik’, ‘Yokluktur’,
sadece ‘Düzenli Yokluktur’. İsviçre’deki Büyük Hadron Çarpıştırıcısında, CERN’de,
kanıtlanmıştır ki ‘yokluk’ sadece enerjinin olmamasıdır, ‘fizik yasalarının
olmaması’ değildir. Çünkü ‘Uzay Zamandaki’ bir ‘Boşluk’, tanımlanmış bölgede
enerjinin olmadığını gösterir, ama Uzay Zamanda ‘fiziksel yasalar’ her zaman,
‘Doğanın’ matematiksel olarak tanımlanması için vardır. Belirli bir zamanda bir
şeyin ya enerjisi, hareketi ya da hızı ölçülebilir. Hızı bilinirse enerjisi
bilinmez, enerjisi bilinirse hızı bilinemez. Bu, geçerli olan ‘Belirsizlik
Kuramıdır’. Yokluktan yaratılan küçük miktardaki enerji, ani bir şişme ile
bugün bilinen evreni oluşturur.
Bu süre içinde, E=MC2 formülüne göre, ‘Kütle’
içindeki pozitif enerji (E) ile ‘Gravite’, ‘Yer Çekimsel’ formundaki negatif
enerji (M) birbirine eşittir, birbirini dengeler. Toplam enerji böylece
‘sıfır’dır.” (1) (55 Rahman, 19)
Yokluktan var olup boşluğa çıkan
cansızlar, ilmin uygulanmış halleriyle,
boşluk denizini, kesret
âlemini, oluşturacak şekilde, görkemli büyüklükte, doldurur. Bilimsel bulgulara
göre bir atomun % 99,9 (12 adet 9)u boştur ve dolu alanın da neyle dolu olduğu
bilinmez. Uzay zaman boşluğundaki belirli küçük alanlar içinde toplaşan, enerji
yüklü ‘Kuvvetler’, kütle ve madde oluşturur.
Enerjinin, toplaşıp dönüşümüyle oluşan madde, yine enerjiye dönüşebilir.
Yokluktan boşluğa çıkıp var olan cansızlar,
ilmin uygulanmış halleriyle, ‘boşluk denizi’ sayesinde, kesret âlemini,
oluşturacak şekilde, görkemli büyüklükte, doldurur. Bu ‘Boşluk Denizi’,
yokluktan boşluğa çıkan elektron-pozitron çiftinin arasında yer alan,
‘Olasılıklar Denizi’ de denen, ‘Boşluk Denizini’ hatırlatır. (2)(3) Kütlenin,
hakikati bilinirse, görünen ışık enerjisi olduğu idrak edilir. Her cisim ışır,
ışık saçar, ışınım halinde, hakikatini görünür kılar, enerji yayar. Enerji,
iletişim ve etkileşim içinde olan kuvvetler halinde hareket eder, gölgeleşip
maddeleşir. Akıl, Hakk’ın elidir, vücut gölgesinin delili ve şahididir. Akıl,
her mevcudun, Hakkın gölgesinin uzatılmasıyla vücut bulduğunu idrak eder. Akıl
ayrıca, maddeden soyunarak, esaretinden kurtulabilir. Buna da ifna ediş denir
ki akıl, eski halini unutup yeni haliyle kaydederek yapabilir.
Varoluş, Kuranda da açıklanır. “Eğer
biz ‘var olur yok olur’ mevcudat olsun
isteseydik kudret yönünden bize mümkün olurdu. Lâkin öyle mevcudat, varlık,
olsun istemedik, çünkü hikmet ve hakikate uygun olmaz, aykırı olurdu.” (21
Enbiya, 17,18) “İnsanlar bir düzen (order) içindedir ancak düzeni bilmezler,
kaos derler! Batıl inancı, yakin olmanın kanıtı ve keşfiyle değiştiririz. Hak,
batılı kökünden söker, batıl derhal zail, yok olur. Ve hemen mevcudatın fâni
olduğu görülür, hakikat zahir olur. Önce her
şey, ilmiyle, Kaza Âleminde, Külli Akılda resmedilir, Sonra Levha-i Mahfuz
denen Külli Nefis Âleminde şekil ve sebepleriyle oluşturulur, Sonra şekilleri,
miktarı ve vasıfları, sıfatları ayrıntısıyla, Kader Levhası da denen Dünya
Semasında çizimleriyle yer alır.” (15 Hicr, 21) “Sakfı
merfu', levha-i mahfuza, levha-i kaderden, ilmin suretleri ve
ahkâmı nazil olan sema-i dünyadır.
Dünya semasına nüzulden, aşağı
inişten, sonra ilmin, cansız şeylere, hululü, içine gizlice girişi
ile ilim şahadet âleminde zahir, aşikâr, olur. Bu da insandaki mahal-i
hayal, tasavvur merkezi, var oluş yok
oluş, levhasıdır.” (52 Tur, 5) “Bahri mescur, ‘Boşluk Denizi’, adı geçen ruh,
ilim ve cansızlarla ispat olunan eşyanın kâffesinin, tümünün, zahir olduğu, göründüğü, canlı
cansız suretlerle dolu heyuladır, görkemli büyüklüktür.” (52 Tur, 6) (4)
Varoluşun, levhadan levhaya nüzulü, inişi, yazılıdır hatta bazı levhalarda
kanıtlanmış şekliyle, DNA’nın A, T, G, C harfleri gibi bilinen şekilde,
yazılıdır. Her zerrenin bir sembolü, harfi, vardır.
Umarım, bilimsel ve kutsal gerçekleri
idrak ederek ‘Hakkın Hakikatine’ ulaşabiliriz. Necdet
Altınay 30102022
(1)
By PAUL
BALDWIN EXCLUSIVE,
Mar 10, 2016. https://www.express.co.uk/news/science/612340/Origin-of-the-universe-riddle-solved-by-Canadian-physicists-and-er-it-wasn-t-God
Boşluk Boş mudur? (https://www.youtube.com/watch?v=FYf7af2tb5U)
http://necdetaltinay.blogspot.com/2021/02/kuran-kantlanr.html
http://necdetaltinay.blogspot.com/2022/01/golgeden-hakka.html
Akıl ve fikir yürütmede kimsenin
kontrolü, kuvveti ve kudreti yoktur. Fikirlerin çıkışı ve uçuşması maddeye
bağlı değildir, eşya ile ilgili olsa da fikirler eşyaya dayanmaz. Yerde ve
gökte, gizli olan büyük kıyametin ilmi;
eşya, nefis, kalp, sır, ruh, hafa, gaybül gaybtan oluşan yedi makamın sırrı;
yer ve göğün gizli hakikati; ceset ve ruh âlemlerinin ilmi Allah’ındır, Allah’a mahsustur. Varlık âleminin ardında
olup da gece gibi görünmeyen yedi makam, manada veya batında, perde arkasında
olduğu için görünmez. Vücut, hayat, ilim, işitme, görme, irade, kudret ve
kelamdan oluşan sekiz sıfat mertebesi ise gündüz gibi maddede, zahirde,
açıktadır. İnsan, yedi makamda, sekiz sıfatı, Allah’ın kudretinin vekili ve
şahidi olarak yaşar. Hakikat Güneşinin doğup batışıyla, kalpte, mana, maddeye
hükmeder.
“Mevt ile hayat, harekâtı iradîyedir;
hayat, iradenin olması, mevt ise iradenin olmamasıdır. Yaşam ile ölümün halk
edilmesinin amacı maluma tabi olan ilmin insanlarda uygulanarak ortaya
çıkışıdır. Malumun zuhuru ile zahir olan
Allah’ın ilmidir.” (67 Mülk, 2) “İnsana, ilim öğretir ve kudretimizle onu kadir
kılarız. İnsan; İlâhi Vücudun vasıtası ve kudretinin vekilidir.” (16 Nahl, 75) Kutsal hadis: Kulum, güzel ahlak ile bana yaklaşırsa ben
kulumu severim, sevdiğim vakit, işittiği semi sıfatı kulağı, gördüğü basar
sıfatı gözü, tuttuğu kudretli eli ben olurum» (19 Meyem, 96)
“Bu vücutta Zülkarneyn; vücudun iki boynuzuna, yani, Doğu ve Batısına
sahip olan kalptir. Kalbi, «beden arzında» kudret ve tasarruf sahibi kıldık. Güneşin battığı
yere gelince, Ruh güneşinin «beden maddesinden» ibaret bulunan çamur ile
karışık bir suda gurup eder olduğunu gördü. Ve o çukurun yanında «nefsanî bedensel
kuvvetler» ve «Ruhani kuvvetler» kavmini buldu.” (18 Kehf, 86) Parlayan ve
aydınlatan Ruh Güneşi, ışığın, çamur ile karışık, kütle kazanmış madde
denizinde gurup etmiş, ışığın maddeleşmiş durumda olduğunu gördü. Kalp, bu
çukurda, Doğu olarak enerji kuvvetlerini ve Batı olarak kütle kuvvetlerini
buldu. Ayet der ki: Hakikat Güneşinin doğduğu yer olarak Doğunun, ışık enerjisi
olduğu anlaşılmalı; Hakikat Güneşinin gurup ettiği yer olarak da Batının, kütle
yani madde denizi anlaşılıp idrak edilmelidir. Işığa enerji yükleyerek
‘Yaratılışın’ başlatılması Kudret, İrade, gösteriminin başlangıcıdır. “Allah, bütün kudret ve kuvvetlerin kaynağıdır.” (39
Zümer, 36) “İlmi, bütün eşyada nafizdir,
işleyendir. «Hayat, ilim, irade, kudret,
semi, basar, kelâm» sıfatları, sıfatların anasıdır.
Size verilen bu
sıfatlarla Hakk’ın sıfatlarına şahit olursunuz.” (20 Taha, 7) (15 Hicr, 87)
“İnanmayanlar, ‘Öldükten sonra
yeniden diriliş olur mu?’ derler. Oysa insan ve âlem, durum ve koşulların
değişimiyle, her anda başka, yeni bir hilkattedir, yaradılışta, oluşumda ‘halkı
cedid’ kapsamında, her anda bir şendedir. Âlemdeki oluşuma, ibret almak üzere
bakan kimse, değişim ve yeniliği inkâr edemez.” (2 Bakara, 107)
“Rububiyeti, Hakk’ın, hak edene hakkını
vermesini, efal ve tecellileri, göremeyenler anlık yeniliği inkâr edebilir.” (13
Rad, 5,6) “Allah'a, ancak tevhit edenler dua eder, diğerleri, vücudu ve kudreti
olmayan, Hak olmayan bir hayale dua eder.” (13 Rad, 14) “Göklerde ve yerde
kudret ve kuvveti ile tasarruf edici ancak O'dur. Göklerin ve yerin küllisi,
tamamı, O’nun batını ve zahiridir. O’ndan başka bir şey yoktur ki, size yardım ve sahiplik edebilsin.” (2 Bakara,
107)
Var olan herhangi bir şeyin var
olması için ‘zaman’ ihtiyaç duyulan bir
şey değildir. Atomun veya suyun var olabilmesi için belirli bir zamanın geçmesi
gerekmez. Var olan, zamana gerek olmaksızın var olur. Zaman, bağımsız bir
değişken değildir, uzay ile birlikte “Birleşik Alan” oluşturur. ‘Uzay Zaman’,
uzam, bir bütündür. Proton nötron birleşmesi, zaman değil ama “Güç” ister.
Kuvvet ve kudret yok ise ortamda, kuantum fiziğinin elemanları gibi, “Şeyler”,
birbirini çekip itmez ve birleşemez, atom bile oluşamaz. Hidrojen atomu için proton, nötron ve
elektrondan birer tane gerek, ama ayrıca
bir birim zaman gerekmez. Zaman, insan aklı içindir ve itibarî, izafîdir.
Kuvvet ve kudret esastır, temeldir.
İnsanlar ayetleri uygulamaz, ayetler
insanların yaptıklarını ve yapacaklarını, olan ve olacakları, açıklar. Evren, gökyüzü ve yeryüzü ile ilgili ayetler, güncel
bilimsel bulgulara uygun ve uyumludur. “Kudretle icâd ve hikmetle tasarruf
ancak O’nundur. Kûn, Ol, ilim, irade,
kudret sıfatlarıyla olur.” (16 Nahl, 40) “Evreni güç, kuvvet ve kudretimizle
biz kurduk, onu genişletmekteyiz.” (51
Zariyat, 47)
“Gaz ve toz halinde bulunan evrene ve
yeryüzüne ‘isteyerek veya istemeyerek gelin’ dedik, ikisi de ‘isteyerek geldik’ dedi.” (41 Fussilet, 11). “Sema,
arza bitişikken onu ayırdık.” (21 Enbiya, 30) “Düşünüp, ibret alabilmeniz için her şeyi çiftler
halinde yarattık.” (36 Yasin, 36; 51
Zariyat, 49). “Yeryüzünü canlandıran suyu gökyüzünden indirdik.” (2 Bakara, 164)
“Gördüklerinden de ibret alamazlar. Bu nedenle kalp ve ruh yönünden gelebilecek
herhangi bir duygu ve bilgi, bedensel zevk ve lezzetlere düşkün olanlara tesir
etmez, etkili olmaz. Oysa sema ve arzın halk edilmesinin amacı yeniden
diriliştir. İlahi sıfatlardan mahrum kalışlarının nedeni yeniden dirilişe
inanmamalarıdır. Bu nedenle de Hakk’ın
kudretinden de mahrum kalırlar.” (17 İsra, 97,98)
Doğanın ve çevrenin neden, niçin gibi
sorularına ve amaçlarına takılıp cevap aranabilir. Felsefe yapılarak çeşitli
görüşler tartışılabilir. Evrenden, çevrenden ve kendi âleminden geri çekilmeye
başladıysan arınmaya çalışıyorsun demektir. Tabiat ateşini hisseden yanmaya da
başlar. Hayat boyu süren çabanın aslında bizim olmayan güç, kuvvet, kudret ve
bir enerji ile mümkün olduğunu anlayabiliriz. Sonradan ‘Evrim’ denen
‘Tagayyürün’ yani ‘farklılaşarak belirginleşip mükemmelleşmenin’ hüküm sürdüğü
düzlemden, önce hakikat ilmi ile yükselip sonra da hakikate doğru yücelmek
mümkündür.
Umarım biz de Hakka yücelmenin bir
yolunu bulabiliriz!
Necdet Altınay 12112022
Her açık sistem, bir üst sistemin alt
sistemi ve her alt sisteminin de üst sistemidir. Alt ve üst sistemler birbirini
tamamlar ve bütünler. Örneğin, sindirim sistemi ağız, mide ve bağırsak alt
sistemlerini kapsar. Hepsi bir bütündür, birbirini tamamlayıp bütünler ve
birbiriyle etkileşim ve iletişim içindedirler. Aynı ilişkiler, ‘aklıma bir
fikir geldi’ denildiğinde düşünülen, ‘akıl’ ve ‘fikir’ sistemleri arasında da
görülür. Fikir üretim sistemi, aklın dışında ve üstündedir. Akla düşen bir
fikir, üstten alt sisteme indirilir. Akıl daha sonra bir fikri analiz edip,
kıyaslayıp, parçalara ayırarak, inceleyip, ölçüp biçer. Çocuk sahibi olmak
isteyen bir insanın henüz bir arkadaşı bile olmayabilir. Gerisi sonradan akılla
tamamlanır.
“İnsanlara gönderilen on iki vekil,
beş dış duyu; görme, işitme, koklama, dokunma, tat alma ve beş iç duyu; adalet,
vicdan, zekâ, hayal ve fikir gücü ile teorik ve pratik akıldan ibarettir. Eğer
siz ruh, kalp ve melekût, hâkimiyet, imdadından gelen akıl ve ilhamla, isabetli
fikirler ve doğru hatıralarla, akıl ve fikir resullerine hürmet edecek
olursanız, fena ile zatınızı da teslim ile Allah'a iyi bir ödünç verirseniz,
sizden hicaplarınız olan zat, sıfat ve
ef’âlinizin vücutlarını elbette setir eder, örterim.” (5 Maide, 12) “Musa, ruh
semasından, ilim, hikmet ve mana yağmurunun inmesini istedi. Biz de, beden
arzında, dünyasında, ayakta durmasını sağlayan nefis asasını, fikir ile aklın
kaynağı olan dimağ taşına vurmasını emir eyledik.” (2 Bakara, 60)
“Nefis asasını, fikir ile dimağ
taşına vurunca, beş zahiri duygu, beş
Bâtıni duygu ve teorik akıl ile pratik akıl olmak üzere, insanın başlıca on iki
duyusundan, on iki göz ilim kaynadı. İnsanların her birisi bir ilmin kaynağını
bilir, âlim, sanatkâr olur, böylece, Allah’ın vermiş olduğu ilim ve amel, düşünce
ve davranış, rızıklarından yararlanın, cehaletle, yeryüzünde fesatlık yapmayın.”
(2 Bakara, 60)
“Ruhu temsil eden Ümran, karısı olan
cismani tabiat yani bedensel kuvvetlerin karnındaki mutmain nefis kızını Allah’a
adak olarak adadı. Nefis kızı kutsal ve temiz olunca, Allah adağı kabul etti ve
fikir Zekeriya’sını ona kefil kıldı. Fikri temsil eden Zekeriya, ne zaman dimağ
mihrabındaki nefis Meryem’inin yanına girse, manevi rızkını, hakikatleri, Nefsi
temsil eden Meryem’in yanında bulurdu. Bu nedenle, o anlarda, Fikir Zekeriya’sı
kendisinde gelişen mananın içeriğini talep eder ve tabiat kirinden arınmış, bu
güzel manevi hakikatleri idrak eden güzel bir oğlu olmasını isterdi. Duası
kabul edildi ve Fikir, olacak olan oğlu Akıl Yahya’sı ile müjdelendi. Ruhu
temsil eden Ümran’ın manevi kutsal hakikatler ile beslediği, büyüttüğü, Nefis
kızı Meryem sonunda ‘Kalp’ kelimesiyle müjdelendi.” (3 Ali İmran, 38,39) “Dünya
ve ahrette sözü geçen ve dinlenen birisi olarak, külli manayı ve kutsal
bilgileri idrak ederek Hakk’a kıyam eden, Hakk’ın tecellilerini ve keşiflerini
kabul edici olarak nur ile mesh edilen, Meryem oğlu İsa, Kalp Çocuğu olarak
doğmuştur. (3 Ali İmran, 45)
Ayetlerde anlatıldığı gibi fikirlerin
kaynağı ruhtur; akıl, fikirleri idrak için verilmiştir. Fikirler ruhtan
doğarlar, kutsal ve etkindirler, edilgen olan nefisten Akıl Yahya’sı ve Kalp
Çocuğu İsa’nın doğmasına sebep olurlar. “Allah, ‘İşte böylece dilediğini halk
eder’. Yani cezbeye, çekimine, kapılıp keşiflerde bulunana, seven ve sevilenlerin
hallerinde olduğu gibi başka bir beşerin talim ve terbiyesi olmaksızın, kalp
makamını bağışlar.” (3 Ali İmran, 47)
“O şaşkın kimsenin, akılcı nazariye,
akılcı ameliye ve fikir gibi hidayete çağıran refikleri, arkadaşları, vardır.
«Yol budur, Bize gel» diye davet ederler, fakat heves ve arzularıyla kalp
kulağı tıkanmış olduğundan, onların
sesini işitmezler.” (6 Enam, 71) “Hiç bir şey’i Allah’a şerik etmeyiniz. Zira şirk,
kuvve-i nutkiyenin, nutuk, konuşma, kuvvetinin yani fikir, izan ve idrak
kuvvetinin, fikirde hatasından ve aklı kullanımdaki ve delili anlamaktaki
kusurundan ileri gelir.” (6 Enam, 151) “İç ve dış duyular, gözler, kulaklar ve
burun gibi kökleri bir kendileri ayrı kuvvetlerdir. Lisan, fikir, kuruntu ve zikir
ise kökleri de kendileri de farklı kuvvetlerdir. Bu kuvvetlerin hepsi de hayat
suyu ile sulanır.” (13 Rad, 4)
“Eshâb-ı kehf ile «bedenin harabından
sonra, baki kalan, insanın ruhaniyetinin» murat olunması da caizdir. ‘Eshab-ı kehf;
üçtür’ diyenler için ‘ruh, akıl, kalp’ olabilir. Köpek de; mağaranın kapısına
sımsıkı bağlanan nefistir. Beştir
diyenlerin sözü ‘ruh, kalp, akl-ı nazarî,
akl-ı amelî ve enbiyada bulunan ve enbiyadan olmayanlarda «fikirden»
ibaret olan kuvve-i kudsiyeye, kutsal kuvvete’, işarettir.” (18 Kehf, 10)
“Kıyas terkibinde; ancak fikir ile
külliyatı cüz'iyata zam edebilir. Fikirsiz, «külliyatı cüz'iyata zam edemez.»
Fikir vasıtasıyla iki âlemin, ahvalini ihata ve her ikisinin hayretini cemi'
eyler.” (27 Neml, 22) Örneğin, ‘araba fikri’ olan arabayı parçalarına
ayırabilir ve tekrar birleştirerek araba yapabilir. “Fikir çakmağının
çakmasıyla yaktığımız kutsal mana ateşini ve onun ağacı olan ‘Fikir Kuvvetini’ siz
mi inşa eylediniz, yoksa biz mi inşa ediciyiz?” (56 Vakıa, 71-73) “Allah’a
yaklaştı, fena ile Cebrail’in makamından ilerledi ve zatta fena bularak Sebahat
ile yüzerek, yandı.” (53 Necm, 3)
“Allah, onların üzerine, ruhun nuruyla nurlanmış zikir ve fikir
kuşlarını, ebabilleri, gönderdi ki o kuşlar, akıl ve şer’in kalemi ile her biri
üzerine ismi yazılmış, meselâ zillet
kibri, tevazu böbürlenmeyi, savm, oruç,
şehveti, inkıhar gazabı giderici,
taşları atarlar.” (105 Fil, 3) Fikir üretme gücü, insana verilen kutsal
kuvvetlerden biridir.
Bilim insanları der ki ‘Evreni anlamak
isteyen enerjiyi, titreşimi ve frekansı iyi bilmelidir’. Yoktan veya yokluktan
yaratılan evrenin nasıl oluştuğunu kanıtlamak üzere, vakum ortamı yaratılarak
zerrelerin yokluktan boşluğa çıkıp var olduğu ve yok olduğu deneyler yapılır.
Uzay zaman birleşik alanına, uzam boşluğuna, zerreler dolar. Gaz ve toz bulutu,
çekim gücüyle göçerek ateş olır, sonuçta Güneş olup yanar. Bu konseptte eksik
olan, zerrelere yüklenmiş olan “İlimdir.” Her zerre yüklü olduğu ‘bilgi’ ile
hareket eder. Bu ilim ilmullahtır, malumdur, bilinendir, Allah’ın bildiğidir,
ilim maluma tabidir.
Her zerrenin ilim yüklü enerjisi,
titreşimi ve frekansı farklıdır, öyle tagayyür etmiştir, ‘farklılaşarak
belirginleşip mükemmelleşmiştir’. “İnsan, bir ‘Fikir’ ile gaflet uykusundan
intibah eder, uyanır, ısınıp ateş alır harlar, pişer; kalp ruh nuruyla hayat
bulunca kutsal âlem fezasında intişar eder, Güneş gibi parlayıp yanar.” (25
Furkan, 47) Hâkimiyet veya hüküm Levhasında yazılı olanlar Kader Levhasına indirilir. Her şeyin temelindeki Kuvvet ve Kudreti, O’nun vekili olarak kullanırız. Aklını iyi kullanan, hikmete, ilhama hatta vahye ulaşabilir!
Umarım bizim de, bir fikir ile ham
taşımız pişer de Güneş gibi parlayıp yanarız!
Necdet
Altınay 23112022
Beden,
kalbin, maddeye bağlı ve bağımlı, kesif, cisimleşmiş kısmıdır. Kalp için,
bedenin sağlık ve sıhhati önce gelir. Nefis, bedenin kemalini, olgunluğunu sağlamaktan sorumludur ama önce
sağlık. Beden sağlığı sağlanmadıkça nefsin, manevi
olgunluğunu sağlayıcı basireti açılmaz, idraki saf olmaz ve rüştünü ispat
edemez. Ulvi bilgilerden rızkını almadığı sürece de nefis, yetim sayılır.
Yetimler, nikâhlandığı zaman rüştünü kanıtlamış olur ve kendilerine hakları
olan ilim malı verilir. Doğal olarak insanın çocukluk evresinde, bedensel organları yeterince gelişinceye
kadar, insanlık konusunda olgunlaşması beklenmez. Bu devrede nefis, bedenle
meşgul, onunla dalgındır ve kemalinden gafildir. Sağlıklı bedende nefis, ruh
ile bağlantı kurar, ulvi bilgiler edinir. Doğru bilgi iyi uygulanır.
“Rahman, sıhhat ve rızık gibi zahirî
ve genel kapsamlı nimetleri verendir. Rahim ise ilim ve bilgi gibi Bâtıni
nimetlerin kişiye özel hayırlarını verendir. Bütün mevcudat, kendi özellik ve
hassasiyetleriyle kemallerini, olgunluk ve mükemmeliyetlerini, kuvveden fiile,
kavramdan gerçekliğe, çıkarmaya çalışarak Hakkı tespih ve hamt ederler. Bu
amaçla, ihtiyaç duyulan her şeyin verilmesi rububiyettir.” (1 Fatiha, 1) “Saadet
üç kısımdır. Biri kalbe, biri bedene, biri de beden etrafındaki şeylere aittir.
Kalbe ait olan saadetler, hikmet, marifet, bilgi, ilmî ve amelî kemallerdir.
Bedene ait olan saadet, sıhhat, kuvvet, tabii şehvetler, cismani lezzetlerdir.
Beden etrafındaki şeylere ait saadet, mallar ve sair sebeplerdir.
“Zenginlik, büyük bir nimettir ve
zenginlikten daha büyük nimet, sıhhattir ki, sıhhat, kalbi kuvvetlendirir.” (2
Bakara, 3) “Allah’a tevekkülünün sıhhati hususunda Nuh’un haberini tilâvet et,
oku ki senin halini onunla itibar edip anlasınlar. Eğer sizin yakinen imanınız
sahih oldu ise itaat etmek şartıyla Allah’a tevekkül ediniz. Zira tevekkülün
sıhhatinin şartı, kuvvet sahibi olmamanın idrakidir.” (10 Yunus, 84) “İlim ile
amel edilir, iyi, doğru ve güzel bir bilgi uygulanırsa yapılan iş ve işlemler
iyi, güzel ve doğru olur. İnanış, şüphesiz bir şekilde ve itikat, sıhhatli
olursa ancak amelin en iyi hali olur. İnanış sıhhatli olmazsa kemale erdirecek
amel de mümkün olmaz.” (16 Nahl, 97) “Meskeniniz sıhhat ve mizacın itidali ile
güzel bir beldedir.” (34 Sebe, 15) Yani vücudunuz, bedeniniz sizin yuvanızdır,
sağlıklı ve sıhhatli ise inanışınız, tevekkülünüz, kalbiniz sıhhatli olur.
Atomların çekirdeklerinde bulunan
protonların iç basınçlarının, Büyük
Okyanusun en derin yeri olan Maryana Çukurundaki basıncın trilyonlarca katından
daha fazla olduğu belirlenmiştir. Bu nedenle protonları oluşturan ‘Quarkları’
birbirinden ayırmak mümkün değildir. Kuarklar güçlü itim-çekim kuvvetleridir.
DNA molekülünün 25.000 civarında olan genlerden oluştuğu bilinir. Kuark atomun,
DNA da hücrenin çekirdeğinde bulunur. Hücre, kendi başına çevresinden enerji
alan, aldıklarını içinde işleyen veya yakan,
bölünerek kendini oluşturan, artık ve atıkları toplayıp atan gibi alt
sistemleri, organelleri, organcıkları,
bulunan, bir açık sistemdir. Çevresinden girdi alıp işler ve çevresine belirli
çıktılar verir. Hücre, çevresini etkiler ve çevresinden aldıkları sinyallerle
etkilenir, etkileşim içinde yaşayan canlı bir organizmadır. Hayatı ve hayatını
sürdürmek için gayretleri olan bilinçli bir yapısı vardır. Hücrenin bilinçli faaliyetlerine
biz sadece yardımcı olabiliriz.
Sağlıklı ‘Beslenme’ ile sıhhat
kazanma süreci, güneş ışığının şekere dönüştürülmesiyle başlar. Klorofil
molekülü, güneş enerjisini, ışığını, elektromanyetik dalgasını, elektromanyetik
enerjisini, itim-çekim kuvvetini, şekere çevirir. Şeker molekülünün oksijeni,
hücrede, mitokondri molekülü içinde, koparılır ve hücreye ‘bağ enerjisi’
kazandırılır. Bu enerji, gerçek nefes alma işlemidir ve oksijen atomu, karbon
atomuyla birleşip, karbondioksit olarak
ciğerlerde temizlenir. Açığa çıkan bağ enerjisi, hücredeki ‘Molekül Yapan
Moleküllerce’ üretim sürecinde kullanılır. Beslenme, sağlıklı yaşam amacıyla,
besin unsurlarının, sindirim sistemi yoluyla vücuda alınmasıdır. Canlılar,
enerjiyi kullanma yeteneği olan metabolizmaya sahiptir; enerjiyi,
moleküler düzeyde, formunu değiştirerek kullanır. Gerçek nefes
alma, hücrede oksijenin kullanımı,
gerçek beslenme de hücre içinde ihtiyaç duyulan proteinlerin, alınan
besinlerden üretilmesidir. İnsan,
‘bilinç’ üreten canlıdır, beslenmesi amaca uygun olmalıdır. Her şey
insan için insan Hak içindir, Hak, bilinçle bilinmelidir. Cansızın halk edilişi,
canlının yaratılışı ve ruhla dirilerek yüceliş, varoluşta üç aşamadır. Her şey,
bir bilginin uygulanmış halidir. Bilgi
enerjidir, sıhhatin temelinde halden hale geçebilen bilgi veya ilim vardır
denebilir.
Sağlık için yaptıklarımız, Yaratılışın,
amacına ulaşmasına yardımcıdır. (1)
Oruç tutarak, nefsini kontrol edene,
hücrelerdeki yenilenme süreci sonucunda, daha sağlıklı bir bünyenin
verilmesi, onun kalbî duygulara daha fazla
zaman ayırmasını sağlar. Kalbin güçlenmesiyle de ruhsal ve ulvî duygulara
geçilmesi beklenir. Yaratıcının huzurunda ve huzur içinde oluş duygularıyla,
verilmiş akıl, fikir, bilgi ve ilim yeteneklerinin kıymeti daha iyi
bilinebilir. ‘İnsanın içi ve dışının bilinçle dolu oluşu bilinci’ mükemmel bir
duygudur. Akıl, fikir, bilgi, bilim ve ilimden maluma, bilince, geçiş insanı
nihai amacına ulaştırabilir. Ancak küllî ilmin malum olan bilinci ile maddesel
olanların, cansızların halk edilmesi,
canlı olanların yaratılması ve insanın inşa ediliş süreci anlam
kazanabilir.
Özet olarak, “Zat güneşinin
doğuşundan önce oluşan, fecir, sıfat tecellisi nurunun, aydınlığının,
gerçekleşmesi için, beden-vücut gecesinin şerrinden”; “Daha iyi-doğru-güzele gitmek için gösterilen
azim ve iradeye, bedensel zevklerin
vereceği hayal ve kuruntuların şerrinden”; “Kalbî ve bedensel yaşamın sağlıklı
ve sıhhatli yürütülmesi, nefsin zarar veren şerrinden” korunmalıdır. Kalp, Beden,
Nefis üçlüsünün uyumu bir ihtiyaçtır! (113 Felak S.)
Umarım biz de Yaratılışın doğal akış
sürecini idrak ederek uyum gösterebiliriz. Necdet
Altınay 10122022
http://necdetaltinay.blogspot.com/2020/12/beslenme-sureci.html
Kelam, konuşma, nutuk kuvvetinin,
anlayış ve idrak iradesinin, çok özel bir halidir. Nutuk kuvveti, ilmin
idrakini içeren, manayı kavrama ve anlatma kuvvetidir. Bu kuvvete sahip olanlar
arasında kelam edilir. ‘Bilinmek’ için ‘Yaratılışın’ amacına ve özüne uygun
kelam edilir. Manayı kavrayan ve anlatmak isteyen, anlamasını istediğine, Allah
sevdiğine, kelam eder. Kör, sağır ve dilsize kelam edilemez, ariften arife
kelam olabilir. İlim, ilimden nasibi olana anlatılabilir. İlimden hazzı ve
bilgiden nasibi olmayan, âlim ve arifi
ve onların ilmini bilemez. Kuran, Allah kelamıdır ve sana fena bulman ve
yeniden dirilerek bekaya geçmen için indirilmiştir. Bu kitap, ilim olarak,
bütünün, eşyanın, özüne konduktan sonra ayrıntılı ayetleri indirilen Furkan, uygulama
aklı, kitabıdır. Kuran, eşyanın özüne Furkan olarak konan uygulamanın, ilim
olarak anlatımıdır. Allah, hiç bir beşere kelam etmedi, vahdette fena bulan bir
insanla ancak vahiy yoluyla veya sıfat perdesi arkasından konuşur, ya da bir
resul gönderip ona vahiy eder. Tur, Hz. Musa’ya kelam olunan dağdır yani akıl
ve nutuk mazharı olan insanın dimağıdır. Görünen, Görenin görüntüsüdür!
“Maddenin çekimine kapılan, Dünya
hayatına dalan kişi, hidayetten kör, hak söz söylemeye dilsiz ve haklıyı,
makulü, işitmeye sağırdır. Zira nutuk ile murat olunan manayı idrak edemez,
çünkü anlayacak ve fehim edecek kalp sahibi değildir. Anlaşılamayan bir şeyden
söz etmek nasıl mümkün olabilir?” (17 İsra, 97,98)
“Hidayet eden kelam, ne ilham
tarikiyle Hak’tan, ne de insanların kelâmından işitmek yolundan ve ne de ibret
almakla basar tarikinden gelebilir. Nutuk kuvveti, ruhun nurunu, ilmin idrakini,
içeren manayı kavrama ve anlatma kuvvetidir. İlahi ilmin tümünün Hakk’ın
gölgesi olduğunu, göklerdeki ve yerdeki her mevcudun bu gölgenin uzatılmasıyla
vücut bulup kudret ile halk edildiğini inkâr ederler. Bu nedenle de öldükten
sonra tekrar diriltilme kudretini inkâr ederler.” (17 İsra, 97,98) “Araştıran
ve inceleyen ilim sahipleri, kitabın hakikatini apaçık görür. Gözlerinde perde
olan mahcubun, arifi ve kelamını, dediklerini anlaması mümkün değildir. Çünkü
bir şeyi anlayan kişi ona kendisinde bulunan manalardan bir mana verebilir ve
verdiği o mana ile anlayabilir. İlimden hazzı ve bilgiden nasibi olmayan, âlimle
arifi ve ilimlerini bilemez.” (34 Sebe, 6) “Biz, Davut’u kuvvetlendirdik. İlmimizle
vasıflanması sebebiyle ona nazari ve ameli hikmeti, marifet ve şeriatı, yani
ahkâmı beyan eden kelamı verdik.” (38
Sad, 20) “Allah, Hak ve sadıktır, biri diğerine benzeyen, sana ve senden evvelki
peygamberlere nazil olanları içeren, bir kitap olduğu halde, sözün en güzelini
ikişer ikişer olarak tenzil eyledi, indirdi. Kuran ayetleri, sana kalp makamında, fani edip fena bulduran
ve fenadan sonra baki kılan olarak, nazil olduğu için Kuran ayetlerinin tenzili,
indirilişi, Hak ve halk itibarıyla mükerrer olur, iki defa indirilmiş olur.” (39
Zümer, 23) “Ayetleri, bazen ‘Ben’ diyerek Hak ve bazen de ‘Biz’ diyerek Halk
tilavet eyler, okur. Kalbe gelen ve eseri bedene nazil olan nurlu anlam ve
idrakiyle hareketlenmesi dolayısıyla, o kitaptan, Allah’ı bilen ve haşyet ehli
olanların tüyleri ürperir.” (39 Zümer, 23)
“Her kim, nurundan mahcup olup da,
kelamını anlamaz ve manasını görmezse onun için başka bir hidayet edici yoktur.
(39 Zümer, 23) Kuran, olgunlaşmak isteyene, kuvvetlerini dönüştürmek üzere,
örneğin şehveti iffete çevirmek için, önce kemale ermek için, sonra baki
kılmak, bekada kalmak için indirilmiştir.
“Allah, hiç bir beşere kelam etmedi, bir
insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur. Ya da resul gönderip
vahiy eder. İnsana, Allah’ın söz söylemesi ancak şu üç halde olabilir. Birinci
hal: insan vahdet makamına ulaşırsa ve onda yok olup sonra beka makamında
Hakk’ın vücuduyla hakikat olarak dirilirse, vasıtasız olarak ona vahiy olunur. “Sonra
iyice yaklaştı ve sarktı. İki yayın beraberliği gibi, belki ondan da yakındı. Böylece
vahiy etti kuluna vahiy ettiğini, buyurduğu gibi.” (53 Necm, 8-10) İkinci hal:
Kalp perdesinde ve sıfat tecellileri makamında olup Allah’a yalvarma,
konuşma, gizliliği görme, dostluk yolu
üzere yüce Allah, ona konuşmuş olur. Hz. Musa’nın halinde olduğu gibi konuşur.
Sıfat örtüsüyle perdelenmiş olduğu için göremez.” (42 Şura, 51) Böylece muhatap
alınan insan, hala Hakka yüz çevirip, diğer kulları muhatap alır. “Tur, Musa’ya
kelam edilen dağdır. O dağ akıl ve nutuk mazharı olan insanın 'Dimağı’dır.” (52
Tur, 1) “İnkâr edenlerin kalpleri taştan daha katıdır, çünkü dağa indirilseydi ‘İlahi
Kelam’dan dağ bile etkilenir, paralanırdı.” (59 Haşır, 21)
“Kuran, benlik ve ikilikten uzak,
Haktan gayrı olan batıl ile karışık olmayan vahdet, cem makamından
indirilmiştir ve hakken yakindir. Kalp makamından indirilseydi ilmen yakin, ruh
makamından indirilseydi aynen yakin olurdu.” (69 Hakka, 38-52) ”Kalbin, ruha en
yakın halinin yeri, ufku mübin, Kutsal Nefesin Kuranı indirdiği yerdir.” (81
Tekfir, 23) ”İnsan, «Kelimetullah» ise Kelam, Kelimeler, söz de insanın en
olgun halinin özelliklerinin anlatımıdır. Furkan, ilmin uygulanmış hali Evren
ise Kuran, Evrenin ilminin anlatımıdır.” (1 Fatiha, 1) Kuran, ikiz olan ‘İnsan’
ve ‘Âlemi’ anlatır.
“Bu Kitap, Arapçadır ama Hakk’ın
Kelamıdır ve tüm beşeriyete müjdeleyicidir. Hak, Muhammed suretinde zahir olmuş,
Halk olarak görünmüştür. Nihai olgunlaşma ve gelişim özelliklerini de
kapsayacak şekilde, bütün mevcudat ve
eşyaya vücut verildi. Bu vücut veriş rahmeti rahmaniye yani genel olan her şeyi
kapsayan, rahmani olan, rahmettir. Rahmani özellikler birbiriyle uyumludur,
tevhit edilebilir, birleştirilebilir.” (41 Fussilet, 1-4) Güncel olan
“Bağlantısal Bütünsellik” kavramıyla tüm galaksilerin bir ağ şeklinde birleştirilmesi
bu nedenle gerçekleşebilir. Tüm Evren Bir ve Tek bütündür, her zerre ötekiyle
sürekli etkileşim ve iletişim içindedir ama her zerre farklı bir titreşimdir.
Bununla birlikte, bireye veya kişiye özel olgunlaşma ve idrake uygun özellikler
de vardır. İnsanlık, insana uygundur. Her insana, insanlığa uygun ama bireysel
düzeyde farklı kişilik oluşturan özellikler verilir. Her eşya da madde, kütle ve enerjiden oluşur ama masa
masadır, cam da camdır.
İnsan kemale erer, olgunlaşır, eşyadan da sanat eseri oluşur.
İnsanlığın kapsadığı tüm özellikler ve insan, birbirleriyle tam bir uyum
içindedir. Ancak, insanların, insanlıktan seçip aldıkları özellikler, bireysel
ilişkilerde, ilk bakışta, Hak kelamına karşı kör, sağır ve dilsiz olan
mahcuplara, birbirleriyle uyumlu görülmeyebilir!
Umarım,
kelamın idrakiyle, olgunlaşma özelliğimizi gerçekleştirip, vasıl
olabiliriz!
Necdet
Altınay 24122022
Kitabımız Kuran, Allah kelamıdır,
akla, akıllı olana, aklı buluğa erene, hitap eder, olgunlaşmak isteyene nasihattir.
Hitabı duyan akıl, fıtratı uyandırır, istidat harekete geçer, ezelde fıtrata
kazınan ‘ahde’, vefa gösterip Hakkı arar. Kuvvet ve Kudretin sahibini arayıp,
hareketlerini ve sıfatlarını, emanetler olarak iade edip, vücudunu Hakka, kendi
iradesiyle, benlik ve ikiliklerinden vazgeçerek, teslim eder. Tevekkül
göstererek, kişi razı olunca, Allah da ondan razı olur. Efal, sıfat ve
zatlarını, Allah’ta fena bulup, fani olarak, teslim edenler, altlarından şeriat,
ahlâk, tevekkül ve tevhidi efal ilimlerinin nehirleri cereyan eden, akan,
cennetlerde yaşarlar, işte bu en büyük saadet ve mutluluktur. İstidat ve idrak
ne kadar kuvvetliyse, mutluluğun olgunluğu ve lezzeti de o derece kuvvetli
olur.
“Mutluluk, Kalbe-Bedene-Ortama ait olmak
üzere üç tiptir. Kalbe ait mutluluk: Hikmet, Marifet, ilmî ve amelî kemaller,
olgunluklar. Bedene ait mutluluk: Sıhhat, Kuvvet, Tabii şehvet, Cismani
lezzettir. Ortama ait mutluluk: Mal, mülk, zenginliktir. Züht ve ibadetle
aranan baki kalp saadetini kazanmak için beden ve beden etrafındaki
saadetlerden sakınmalı. Namaz, nefse ve bedene zorluca bir yüktür. Malı vermek
ise nefse sevimli olan haricî saadetlerden yüz çevirmektir ki, buna züht denir.
Nefis için mal vermek can vermekten şiddetli olur! Cömertlik fazilettir, bundan mahrum kalmamak için infak, sahip olunan
malın tümüne değil, yalnız bir kısmına tahsis kılınmıştır.” (2 Bakara, 3)
“Herkese hak ettiği verilir.
İstihkak, biri ruhanî, diğeri bedenî olan, iki uhrevî, ahrete ait, saadet
olabilir. Allah, bünyenin şiddeti ve kuvvetin fazlalığı olan bedeni saadet ve
ilimden ibaret olan ruhani saadeti, hak edene verir.” (2 Bakara, 247) “Her
kişinin ezeldeki istidadı, fıtratın aslı ve esası itibariyle birdir. Ancak
yaradılıştan itibaren her insan bir diğerinden her şeyiyle farklıdır, tektir,
özeldir, farklı bir bütündür. Her insanın yaradılışı, diğerinden farklı bir
olgunluk ve mutluluk gerektirir. Bir insanın bir başkası gibi olgunlaşması ve
mutlu olması hayaldir, hayalidir. Sebep,
şartlar ve sonuç olarak sürecin tümü bir kişiye özeldir. Her kişi için birlik,
bütünlük ve teklik geçerli olduğu için olgunluk ve mutluluk da farklı
olacaktır.” (4 Nisa, 32) “Çalışmadan, şans oyunlarıyla, kemali ve mutluluğu
talep etmek haramdır.” (5 Maide, 3) “Nefis meralarından, nefsanî olan her
şeyden, kalbe hicret eden, kalbî duyguları benimseyen ve nefis aleyhine
hakikate ilişkin ilimlerle kalbe yardımcı olan, ilim sahipleri, cemal ve celal
müşahedeleriyle, Hakkın sıfatlarıyla sıfatlanırlar. Sıfatın keşfinde ve
Allah’ın en büyük kapısı olan rıza makamında sabredenlerden, Allah razı olmuş
ve onlar da Allah’tan razı olmuştur. Bunlar için altlarından tevekkül, rıza ve
bunlara münasip ilim nehirleri akan efal ve sıfat cennetleri hazırdır. İşte
saadet ve mutluluğun en büyüğü budur.” (9 Tövbe, 100) “Yalan ve iftira, insanı
insan yapan nutuk, konuşma, yetenek ve özelliğinin kötüye kullanılması olduğu
için, insanı hayvandan aşağı iten şeydir. Her güzelliğin aslı, her beğenilenin
maddesi ve hayır ve saadetin malik ve sahibine olan sadakat, her kemalin kaynağıdır.
Sadakatin aslı da fıtrattaki ahde vefadır.” (9 Tövbe, 119) (11 Nur, 11-26)
“Fıtrata sadakat, Hakkın, “Tüm âlem
senin için, sen benim için!” sözünde gizlidir. Sadakat, kemal ağacının kökü,
ahval yemişlerinin tohumu gibidir.” (9 Tövbe, 119) (11 Nur, 11-26) Her şey Âdem
için Âdem, Hak içindir, arayıp bulmalı, vuslata ermelidir, insanın mutluluğunun
kaynağı budur.
”Sizi tevhide davet ederiz ve
yardımcı oluruz, şüphe etmeyin. Allah’a yaklaşırsanız şüphe etmezsiniz.
İstidadınızın gerektirdiği ‘Amaç ve mutluluk’ nedeniyle size bir kemal,
olgunlaşma, tayin olunmuştur, bu sizin manevi ecelinizdir.” (14 İbrahim, 10)
“Herkes, kendi çalışmasıyla ve bildiği harflerle yazdığı, kendi kitabını okur.
Hak ve batılı, doğru ve yanlışı ayırabilen ‘Akıl Resulünü’ göndermedikçe
kimseye azap edilmez, aklı olmayana ceza yoktur. Daveti işiten akılda, istidat
harekete geçer ve daveti kabul eder.” (17 İsra, 13, 15) “İstidat ve idrak ne
kadar kuvvetliyse, mutluluğun olgunluğu ve lezzeti de o derece kuvvetli
olur.”(17 İsra, 75) “Yalnız ben varım, Allah ben’im. Büyük kıyameti
gösterseydim, insan gayret ve çalışmasının değeri kalmazdı.” (20 Taha, 14, 15)
“Efal, sıfat, zatın fenası ölümlerinden her biri iradi bir ölüm ise de, lâkin
bunlar daha saf, leziz, iştahlı ve mutlu bir hayattır ve her biri bir
cennettir. Vücudu hakkanî ile Rabbinden vücut verildiler. İşte bu, büyük bir
feyiz, anlayış ve idraktir, saadettir ki ondan büyük feyiz ve saadet olamaz.
Allah âlimdir.” (44 Duhan, 56, 57) “O cennetlerin altlarında şeriat, ahlâk,
tevekkül ve tevhidi efal ilimlerinin nehirleri cereyan eder, akar.” (61 Saf,
12)
“Ve sizi tevekkül ve nefsin sair
makam ve menzilleri gibi güzel meskenlere dâhil eder. İşte bu saadet,
zikrolunan cennetlerde bu makamlara nail olamayan kimselere nispetle, büyük bir
saadettir, mutluluktur.” (61 Saf, 12)
İnsan,
hayatını kazanmak, geçimini sağlamak için çalışır, gayret gösterir. Mutlu olmak daima aklının bir
köşesindedir. (1) Mal, mülk edinmek ve zengin olmak üzere, önce ortama ait
mutluluk peşinde koşulur. Sonra bedensel sağlık, kuvvet ve güç sahibi olmak,
doğal ihtiyaçlarını karşılamak ister. En sonunda sıra ‘Hikmet, Marifet, ilmî ve
amelî kemaller, olgunluklar’ elde etmeye gelir. İnsan hayatında, yalan ve
iftirasız mutlu olmak, zorlu bir süreçtir. Hakkın kelamını işitip nasihatlerini
dinlemek ve uygulamak süreci kolaylaştırır. Benlik ve bencillikten uzaklaşarak,
ikilikten vazgeçerek mutluluğun kaynağı belirlenmiş olabilir. (2)
Tevhit ilmine sarılarak idrak artırılırsa, mutluluğun derecesi de artar.
Allah’ın kelamından şek ve şüphe edilmemesi halinde, doğru yoldaki yolculuk da
mutlu bir şekilde sürdürülür. Nefsanî alandan kalbe hicret edilir. Hikmet,
Marifet, ilmî ve amelî kemaller, olgunluklar aranırsa, Kitabımızda, Tevhit
İlminde, bulunabilir.
Umarım, biz de aradığı
ruhanî ve bedenî saadeti bulan ve vasıl olanlardan olabiliriz. Necdet Altınay 07012023
(1) http://necdetaltinay.blogspot.com/2014/05/cennetten-dusus.html
(2) http://necdetaltinay.blogspot.com/2019/12/ezoterizm-nedir.html
Kuran, fıtratına, kalbine kazınmışa,
genlerine harflerle yazılmışa uyana, kalbinin sesini dinleyene, kendini
bilmesi, içindeki olgunluğu ortaya koyabilmesi için nasihattir. Ne yapıp ne
yapmayacağını söyleyerek, insanlıktan yaratılan insanın, bir anlamda, böylece,
ezelde verilen sözünde durmasına, olgun insan olmasına yardımcı olur.
Nimetlerin verilmesinin amacı vereni bilmektir. Nefsin ve bedensel zevklerin
amacı ise iyilik, doğruluk, güzellik gibi kalbi duygularla, kalbe yücelmektir.
Kalpten ruha geçiş ise bilgilerle ilmin idrakine ve aydınlığına vararak
yücelmekle olabilir. Böylece, göz ile görmekten kalp ile görüşe, basirete
geçilebilir. Davranışlar görsel ve nefsanî, basiretle bilgi edinme kalbî, aydınlanma
ve idrak ise ruhîdir. Ledün ilmini gayrisi bilemez, Rab bilebilir. İnsan,
delillerle, hak yoluna hidayet edilir, bencillik ve ikilikten geçebilene Hakkın
vücudu bağışlanır.
“Kuran, sırf tevhide hidayet ve doğru
yola irşat ziyadeliğiyle mübarek bir kitaptır.
En yakın yoldan, kemalin en yüksek derecelerine hidayet eder. Zat ve
sıfatınızdan bile Allah'a sakınınız, vücud-u mevhub, Hakkın bağışlanmış vücudu
ile Allah'ta ve Allah ile istikamet rahmetiyle rahmet olunasınız.” (6 Enam, 155) “Habipim, kıymeti bilenemeyecek
kadar büyük ve vasıfları tam olarak bilinemeyen sıratı müstakime, seyri süluka,
sen de dilediğini hidayet edersin.” (42 Şura, 52) “Sana, takdir, tezkiye ve
tasfiye ile olgunluğun her çeşidinin, büyük kıyametin koparcasına olgunlaşmanın,
sende bulunması ve fiilen açığa çıkarılması için hidayet etti.” (87 Âlâ, 3)
“Allah, münafıkların istidat nurlarını giderdi. Mala
düşkün münafıklar hidayeti verip dalaleti aldılar. Bunlara ilim, amel, hikem ve
maarif, bilgi, ahlâk ve hakikatte zengin olmaları, Allah indinde yakınlık ve
keramet bularak yüz yüze olmaları için nur ve beka âleminden anapara, kapital,
sermaye verilmişti. Ticaretleri kârlı ve kendileri hidayet ehli olamadılar.” (2
Bakara, 17) “Onları hidayet olunmuş kılmak sana vacip değildir. Sana vacip
olan, hidayeti tebliğdir.” (2 Bakara, 272) “Nizamın tertibi hükmü ve zahir ve
batın olgunluğunun ortaya çıkışı için, bazısının hidayeti bazısının mahrumiyeti
gereklidir. Bunun için senin değil ancak Allah'ın hidayet-i asliye ile kalp
kulağını açmış ve nuru fıtrat ve sıfat istidadı ile kendisine hayat-ı hakikîyi
bağışlamış olduğu kimse icabet ve kabul eder.” (6 Enam, 35) “Gözün görmesine
sebep olan nur basar, kalbin görmesine sebep olan nur basirettir. Her kim
Rabbinden gelen bu nurlarla görücü oldu ise görmesinin ve hidayet bulmasının
faydası ve görmemesinin zararı kendi nefsinedir.” (6 Enam, 104) “Ezeldeki
fıtratları itibariyle tüm insanlar bir ümmet idiler. Bu fıtrat üzerine vahdete
yönelik idiler, asli hidayetlerinin nuru gereğince aydınlanmış idiler. Farklı
mizaç ve arzular, adet ve davranışlar nedeniyle farklılaştılar.” (10 Yunus, 19)
“Hidayetleri sana ait değil Allah'a aittir. «sana münasip olan kimse, senden
hidayeti kabul eder, münasip olmayan
kabul etmez» (13 Rad, 7) “Dalâletini
murat eylediği kimsenin «hidayeti» ve hidayetini dilediği kimsenin «dalâleti»
mümkün değildir.” (14 İbrahim, 4)
“Vaktaki Rabbi, Musa'nın vücudu
dağına tecelli edince; dağı parça parça ve mütelaşi kılıp Musa, bayılarak düştü,
fâni oldu, ayılınca «Seni tenzih ederim, eneiyetimin, benliğimin, zuhuru
günahından sana rücu ettim» demiş, hidayet ve Allah'ın temkini ile istikamet
bulmuştu.” (19 Meryem, 143)
“Ruhun hidayeti, ahval, müşahedeler,
gözlemler ve aydınlanma iledir. Kalbin hidayeti, bilgi edinme, keşiflerde
bulunma ve sırra erme iledir. Nefsin hidayeti, ahlâk, davranışlar ve edep iledir.” (21 Enbiya, 73)
“Yani benim halimi ve hidayetimin kıymetini ve bana mahsus verilmiş olan ledün
ilmini Rabbimden gayri kimse bilemez. Ben, nefsimden Rabbimde fâni ve benim
gayrim de halimden mahcup olduğundan ne ben, ne de gayrim bilir, ancak Rabbim
bilir.” (28 Kasas, 85) “Habipim, de ki: ‘Kuran gaibe iman edenlere hidayettir.”
(41 Fussilet, 44) “Ben kullarıma zulüm edici değilim, zira istidadı bağışladım
ve istidada münasip olan kemali bildirip kazanılması yoluna hidayet eyledim.
Belki siz, kemale karşı olan şeyleri kazanmakla ve nuru zulmette koyup, bakiyi
fani ile değiştirmekle, nefislerinize zulmedicilersiniz’.” (50 Kaaf, 29) “Biz o
insanı delilleri ile hak yoluna hidayet ettik.” (76 İnsan, 3) “Bu fenayı
sırftan sonra halkı hidayet ve Hakk’a davet için Rabbin, sana vücudu hakkanîyi,
Hakkın bağışlanmış vücudunu, verecektir.” (93 Duha, 5)
“Sizin kesrete dönüşünüzde, Hakkın
izniyle ve şeriatın koşullarına uyarak, nefsinize lezzetli tatlılığı talep
etmek ve nefsin hazlarıyla zevk almanızda, mutlu olmanızda, sizin için günah ve zarar
yoktur. (1) Çünkü o vakitte nefis isyan halinde değildir. Hakkın nuruyla
nurlandığından, haz ve lezzet, kalbe etki etmeye, kalbi kuvvetlendirmeye ve
kalbi duyguların gelişimine yardım eder. Kalbi duygular cemale şuur, cemalini
görme, yeridir ki gayrin oraya vusulü haram kılınmıştır. Yani ‘Hafa’ olarak
bilinen ‘Ruhun Sırrında’ Allah’ın cemalini müşahede ediniz. Çünkü bu makamda
olan zikir müşahededir. Sizi, mertebe itibariyle zikrine hidayet eylediği gibi
Allah’ı zikir edin. Zira Allah önce, nefis ile olan lisan zikrine, sonra sıfat
tecellileri ilimlerinin keşfedilmesi demek olan sırrın zikrine hidayet eder.
Sonra zat nurunun mülahazasıyla beraber sıfat tecellileri nurlarının müşahedesi
olan ruhun zikrine, sonra ikiliğin bekasıyla beraber zat cemalinin müşahedesi
olan gizliliğin zikrine, sonra bakiyenin kalkması ile şuhud-i zatî olan zatın
zikrine hidayet etmiştir, ulaştırmıştır. Her ne kadar siz, marifetullah
Arafat’ına ulaşmazdan ve orada durmazdan evvel bu zikirlerden gafil idiniz.
Fakat Allah, sizi hidayet eyledi. Hidayet eylediği gibi zikir ediniz. Ondan
sonra siz, her hangi bir şahıs gibi sair insanların yürüdüğü ibadetler ve
şeriat yollarından aşağıya ininiz.” (2 Bakara, 198) Son, başa dönüştür!
“Bizi, ‘hidayet üzere sabit, vahdete
giden doğru yol ve yönde kararlı kıl. Bilgi edinerek sevgi, sohbet ve
muhabbetle, Hakkın Zatına götüren sırat köprüsünde, kendilerine kişiye özel,
rahimsel, nimet verilenlerden eyle. Böylece, evvelden, ahiren, zahirinde ve
batınında, Hakkı Şuhut edip, baki yüzünü müşahede ederek, gölgesel vücudunu,
fani, yok eden Nebinin, sadıkların, şüheda ve evliyanın yolunda olmamızı sağla,
seninle, senden, sana sığınırız, Rahmanî Rahimsin’ diyenlerden eyle.” (Fatiha
Suresi)
Umarım biz de nefsimizden, kalp
yoluyla, ruhumuza yücelten hidayete erebiliriz!
Necdet
Altınay 21012023
(1)
http://necdetaltinay.blogspot.com/2023/01/mutluluk-ftrattandr.html
“Hakk’ın delili, gölgesi, olan ilimden ilk halk edilen cevherin, Celalî nazarla hayâsından, edebinden, taşıp yayılmasından, sonra
uygulanmış olarak açığa çıkan, ilmi hıfzedici kuvvetlerin izdihamıyla temessül ve tecessüm ettiniz. (1) ilimden başka bir şey olmayacak şekilde, bedenleştiniz.” (2) Diğer bir deyişle, “Önce hiçbir şey yoktu,
vakum ortamında, yoklukta, var olan ilmin, zuhurunun şiddetinden görünmeyecek
şekilde, hakkını Hak’tan hakça, adaletle, alarak, ortaya çıkışıyla; bir
‘şey’ var oldu ve ışık, parıltı, aydınlık,
nur oluştu. Nurun, fotonun maddeleşmesiyle her şey halk olundu, canlılık
yaratıldı ve insan inşa edildi.” (3) Adalet, ruh güneşinin, kutsal bedende gurup etmesiyle sonradan
oluşan karanlıkta, farklı titreşimler halinde, kuvvetlerden, oluşan zerrelerin
temelidir.
“Emanetleri ehline, sahiplerine
veriniz. İlk önce istidadınızın hakkını ödeyin. İlk yaptıklarınız içinizden
gelenlerdir, fıtratınıza uygun olarak yaparsınız. Yaptığınız iş ve işlemler,
eylem ve olaylar, daima bir kuvvete dayanır. Bu kuvvetlerin hakkını verin,
kuvvetlerin sahibinin siz olmadığını bilin. Her işin ve eylemin bir sıfatla
yapıldığını ve hiçbir sıfatın size ait olmadığını, tüm sıfatların Allahın
olduğunu, idrak edin. En sonunda tevhitte fani olup, vücudun Hakka ait olduğunu
anlayın. Fenadan sonra bekaya döndüğünüzde, insanlar arasında hüküm verirken,
eşyanın da Allah’ta kaim olduğunu bilerek, Allah’ın adaletiyle sıfatlanarak
hükmedin. Nefsiyle kaim olan, ebeden adalete kadir olamaz. Allah sizi bilir,
işitir ve görür.” (4 Nisa, 58)
“İnsanlara gönderilen on iki vekil,
beş dış duyu; görme, işitme, koklama, dokunma, tat alma ve beş iç duyu; adalet,
vicdan, zekâ, hayal ve fikir gücü ile teorik ve pratik akıldan ibarettir. Eğer
siz ruh, kalp ve melekût, hâkimiyet,
imdadından gelen akıl, hikmet ve ilhamla, isabetli fikirler ve doğru
hatıralarla, akıl ve fikir resullerine hürmet edecek olursanız, fena ile
zatınızı da teslim ile Allah'a iyi bir ödünç verirseniz, sizden hicaplarınız
olan zat, sıfat ve fiillerinizin
vücutlarını elbette setir eder, örterim.” (5
Maide, 12) “Hak terazisinin dili
adalet sıfatıdır, bir kefesi his, kalp âlemi, diğer kefesi akıl âlemidir.” (7
Araf, 8) “Ceset arzı, kemik dağları ve damar nehirleriyle döşendi. Ahlak ve
idrak yemişleri olarak da zulüm-adalet ve soğukluk-hararet gibi zıtlıklarla
süslenmiştir. Ruh cesetle örtüldüğü gibi ruhaniyet gündüzü de cismaniye gecesi
ile örtülmüştür. Böylece düşünenler için delil ve işaretler konmuştur.” (13
Rad, 3) “Her bir ‘şey’in, o şeyi diğerinden ayıran bir özelliği vardır. İnsan,
insanlığı ile insandır. İnsan, insanlığını kaybederse, kendisi de kaybolur, ona insan denmez. Her
özellik Hakk’ın vahdaniyetine, birliğine, delildir. Gökler ve yerler adalet ile
ayakta durur. Adalet, kesret âleminde, vahdetin gölgesidir. Eşyanın düzeninde
yumuşak huyluluk, birbirleriyle uyumluluk gibi vahdaniyete, birliğe,
beraberliğe götüren özellik mevcut olmasa düzen mevcut olamaz. Birlikten gelen
ve birliğe götüren özellik yok olursa düzen ve düzenlilik hemen bozulur. İnsan
veya insanların, insanlık özelliğini kaybetmesi durumunda birlik ve beraberlik
içinde yaşamaları mümkün değildir, insanlık düzeni bozulur.” (21 Enbiya, 22)
Uyumsuzluk yaşayan insan, akıl,
hikmet ve ilhamla, akıl ve fikir resullerine hürmet etmemiş, vahdaniyeti ve Hak
terazisinin dili olan adalet sıfatını, kesret âleminde, vahdetin gölgesi, olan
adaleti kaybetmiştir. Ruh gündüzü-cisim gecesi, zulüm-adalet ve
soğukluk-hararet gibi zıtlıkları, delilleri, görememiştir.
“Biz, kıyamet günü için hazırlanmış
adalet terazilerini koyarız. Allah’ın terazisi, vahdetine lâzım gelen bir
sıfatı ve vahdetinin zilli demek olan adaletidir ki «ervah gökleri» ve «madde, eşya yeri» o adaletle kaim ve
müstakim olmuştur. Eğer adalet olmazsa;
emir-i vücut nizamı, tertibi, mahdut üzere kararlaşmaz. İmdi adalet;
eşyanın tümünü kapsayınca, her mevcuda, haline ve yükleneceği miktara göre, adaletten
hakkı isabet etmiştir.” (21 Enbiya, 47) “Olgunlaşma amacıyla verilen yetenek ve
kuvvetleri, adaletle, bu amaç için kullanmayan sevilmez ve hesap sorulur.” (22
Hac, 38) “Hak Teâlâ, sıfatının zuhuru kılmak suretiyle; her şey’in halkını,
zuhurunu güzel kılan «zatı celil, yüce ve âlâdır.» Zira güzellik, sıfata
mahsustur. Var olanların tümü «sıfatının mazharlarıdır, göründüğü yerdir.»
Ancak «insan-ı kâmil» müstesnadır ki o, «Cemal-i zata» ihtisas etmiş, mahsus
bulunmuştur. Bu sebepten; «İnsan-ı kâmil», tesviye ile yani, Ahsen-i takvim ve
mizacın pek adaletlisi ile mutedil kılınmıştır, iki tarafı bir edilmiştir. Bu
tadil, mutedil kılınma, sebebiyle, «Hakka mahsus olan ruhu kabule müsait» oldu.
Ve insana da «kendi ruhundan nefha eyledi» ve işte bu nevi insan ile cemadatı
halk ediş, nebatatı ve hayvanatı, canlıları, yaratış ve insanı inşa ediş,
nihayet bulup, Hak zahir oldu.” (32 Secde, 7,9)
“Biz, Kuran’ı kutsal gecede indirdik.
Kutsal gece, sonradan oluşan bir karanlıktır. Resulün bünyesinin, ruh güneşinin
nurunu örtmesiyle; ruh güneşinin, Resulün bünyesinde gurup etmesiyle, sonradan
oluşmuştur. Âlemdeki hidayet ve adalet, rahmet ve bereket, o bünye-i saadet
sebebiyle ortaya çıkmıştır ve Resul'ün rütbe ve kemali, olgunluğu da o bünyeyle
arttığı için leyle-i mübarek, bereketlenen, çoğalan, kutsal gece olarak
sıfatlanmıştır. Nitekim kadir gecesi denmesi de bu sebepledir. Resulün kadri, değeri nefsini bilmesinden ve
kemalinin, ancak nefsiyle zahir olmasından gelir. Miracı da cesedi ile
olmuştur. Zira cesedi olmasaydı mertebelerde tevhide kadar yükselmesi mümkün
olmazdı. Kutsal gecede kitapların inzali, gerçeklerin tümünü kapsayan Kuran
aklının ve mevcudatın düzenlenmesi, sıfatın tafsilatını ve velayetinin
kurallarını açıklayan, isimlerin manasını, fiillerin ahkâmını doğrulayan,
Furkan aklının, Muhammed’in bünyesine inzaline işarettir. Yahut gerçekten her
olmuş ve olacağı içeren kitap olan ruh-u Muhammed’inin, suret-i Muhammedi’de
inzaline yahut Kuran’ın inzaline işarettir. Mevcut, Vücudun elçisidir, irsal
edilmiş halidir, ilmin zahir olmuş kısmıdır, mevcudat akıllı bir şekilde
düzenlenmiştir, Kuran aklıyla, onun
inzali, inmişliği ile tertiplenmiş, Furkan aklı haline dönüşmüştür. Büyük
kıyamet zamanında, insan; aramızda kalan bu duhanı da, duman perdesini de,
kaldır, aynî imanla iman ederim derse, akıl Resullüğünü de geride bırakmış,
geçmiş, Allah indinden kendisine verilen ilimle eğitilmiş, ilmi ile âlim,
hikmetini arif olur.” (44 Duhan, 3)
Umarım biz de Allah’ın kendi ruhundan
nefha edilip, hikmetini arif olabiliriz.
Necdet
Altınay 04022023
(1) https://necdetaltinay.blogspot.com/2018/07/hakikatin-golgesi-insanlkhali-deyip.html
(2) https://necdetaltinay.blogspot.com/2017/04/rahmani-rahim.html
(3) https://necdetaltinay.blogspot.com/2019/03/ilim-ve-insan-kanttr.html
İnsanın, Rabbini bilsin diye inşa
edilmesi istenir. İnsan da bildiği için, bildiği kadar ve bildiği gibi bir
insandır. Bilgisini uygular, bildiğini söyler, bildiğini yapar, bilgisini
geliştirir, bu amaçla donatılmıştır, fıtratını gerçekleştirir. En sonunda,
bilenin kendisi olmadığını ve bilgilerinin kendisine ait olmadığını,
kendisinden konuşanın kim, kimin kulu ve abidesi, olduğunu idrak eder; kendi
davranışlarına bile rıza gösterir, razı olur, manalar kalbine doğar, kemale
erer, olgunlaşır. İçinden geleni işler, genlerini gerçekleştirir, çevresine
uyar. Tevhit ilmini bir bilenden, nutuk yeteneğiyle, öğrenebilir. Her şey,
insana, verilmiştir.
“Yaradılış, fıtrat, eksiksizdir, her
şey önceden olması istendiği üzere, olmuş ve olacak, fıtratta yazılıdır. Var
olan, çok görünse de tümü, bir ve tektir, Fıtrat Vaki ve Bakidir. Tevhit
ilminin yolu ve yönü fıtrata kazınmıştır. Kuran, insanın kullanma kılavuzudur.
Resulün fıtratındaki olgunluğu, hikmetiyle birlikte, içeren Kuran, Furkan
olarak ortaya çıkmak üzere, ayrıntılı bir şekilde, cem mahzeninden, aziz ve
rahim olan zattan, indirilmiştir.” (36 Yasin, 1-3,5) Kuran’ın bir ayetinde, Allah’ın,
Âdemoğullarına verdiği söz, ‘ahdi misak’ olarak bildirilir. (2 Bakara, 27)
Diğer bir ayetinde de ‘Ahdi Misak’, ‘Elestü birabbiküm’ olarak anlatılır. (7
Araf, 172) Bu durumu, Resul de şöyle açıklar “Allah, eli ile Âdem’in arkasına
mesh ederek zürriyetini, neslini, zerreler halinde Âdem’in arkasından çıkardı
ve onlara «Sizin Rabbiniz Ben değil miyim?» dedi. Onlar da «Evet, Rabbimiz, sensin»
dediler.”
Allah’ın eli, ‘Saf, Kutsal Akıl’dır,
Âdem ise ‘Konuşan Külli Nefis’, Âdem’in arkasını mesh etmesi, sırtını
sıvazlaması, aklın, ruhanî bilgilerle, küllî nefse tesiri ve onu nuru ile
tenviri, aydınlatmasıdır. Zürriyetinin ihracı ise insanlıktan, insanları yaratmasıdır. Ahdin misakı, Allah’ın sözünde
duruşu, tevhit delillerini akıllara rekzi, kazımasıdır, bu amaçla, tüm bilimsel
bilgi ve bulgular Kuranı kanıtlar. İnsanlar, her ne zaman cismani perdelerden
soyunsalar, bedensel ve maddesel şeylerin ötesine geçseler, ‘Tevhit İlmi’, en
vazıh, açık ve en zahir, görünür, bir şey olarak, kendilerine inkişaf
edercesine, keşfolurcasına, tebeyyün eder, aşikâr olur. Bu ilim, kendilerine zaruri olmuştur.
“Bela” yani
«Evet» demeleriyle
icabetleri, zatlarıyla tevhit ilmini
kabul edip olgunlaşmalarıdır.
“Nefsin zulmet gecesi insanlara
libas, elbise, kılınmıştır. Bu zulmet, sizi istila ederek, Hakkın zat,
sıfat ve gölgesinin müşahedesinde, sizi setir eder, örter. Siz hakkın
zat, sıfat ve gölgesini müşahede ediyorum diyerek meşgul olur, var olduğunuzu
zanneder, düşünür durursunuz. Sizi, hayat ve dünya da, böylece, gaflet
uykusunda uyutur. Hadisi şerif: “Bütün insanlar uykudadırlar, ölünce intibah
ederler, pişerler, uyanırlar.” Uykudayken “Daimi hakiki hayattan” gafil
kalırsınız. Kalpleriniz ruh nuruyla hayat bulunca, his uykusundan sonra, kutsal
âlem fezasında intişar eder, güneş gibi yanıp, (foton gibi) yayılıp,
dağılıp, yanarak yaşarsınız.” (25
Furkan, 47)
“Yeniden yaratıp yeniden dirilten,
manevi olarak ihya eden biziz. İstidatları, manayı içerir ve zatlarında hakikat
gizlidir. Bu hakikat ve manayı araştırmaları, aralarında konuşmaları beklenir.
Böylece, hakikat ve mananın ortaya çıkartılması ve fiile ihraç edilerek kâmil
insan olmaları için yeniden diriltilirler. Bu diriltme intibahın, pişmenin
evvelidir, buna kemale erenler ‘yakaza’ derler.” (18 Kehf, 19)
“Mearic, Miraçlar, Merdivenler,
mutluluk halleri demektir ki, o da itidal ile tabiatlar, huylar makamından,
manadan madde, maden makamına, sonra
nebatat makamına sonra hayvan makamına, hayvan makamından bazısı bazısının
fevkinde, üstünde, mertebeler ve dereceler halinde, insan makamına, getiririz. Sonra
nefis menzilinden ve kalp menzilinden, ehli sülukûn işaret eylediği intibah,
uyanıklık, yakaza, tövbe, inabe, hak yoluna girme, mürşide biat, gibi sülük
menzillerinde, sonra fenayı efal ve sıfat mertebelerinde ilerletiriz. Ta fenayı
zata kadar la buud, helak olma ve la yehza, uyanıklık, terakki mertebeleridir.
Çünkü sıfatta fena makamına tekabül eden mertebelerden sonra Cenabı Hakk’ın,
her sıfat hizasında terakki edilecek bir mertebesi vardır. İnsan vücudunda
bulunan, arz ve semavî kuvvetler ile insan ruhu, kıyamet-i kübrada, büyük
kıyamette, Hakkın Zatı camiasına, ezelden ebede kadar sürüp giden zamanlarda
uruc eder, yücelir.” (70 Mearic, 3, 4)
“Âlim, amil ve arifi kâmilin, Allah'a
daveti sahih olur.” (41 Fussilet, 33) “Ruh”ta tevhit ilmi, “Kalp”te sevgi,
“Nefis”te, benlikte, adalet olursa fenafillâh ve büyük kıyamet yakın olur.” (42
Şura, 17)
“Resulün eli, müminlerin ellerinden
üstündür. Rıza, irade-i Hak’ta iradenin fenası demektir ki, o da fena-i sıfatın
kemalidir.” (48 Fetih, 9) “Nutkunuz, mütekellimi hakikînin sıfatıdır. Eğer
huzur ve Şuhut sahibi iseniz, kalplerinize mütekellimi hakikî o sıfatla tecelli
etmiştir. Hakikî nutuk, kalbinize tecelli nedeniyle size ruh semasından nazil
olmuştur. Ve bu suretle sizin kemaliniz hâsıl olmuştur, Hakk’ın nuru size işrak
etmiştir, kalbinize manaları doğmuştur.” (51 Zariyat, 23) “İbadet marifet,
bilginiz, kadardır, arif olmayan ibadet etmez.” (51 Zariyat, 56) Görünmeyenin Abdi,
kulu, Abidesi Olmaz. “Şahsın kemali, ilim ve amel ile nevin, toplumun, halkın,
insanlığın, kemali kılıç ve kalemle hâsıl olur.” (57 Hadid, 25) “Nuru kemali,
olgunluğun idraki, nuru fıtrî ile bulunur ve kemali ancak kâmil bilir, bu
sebepten «Allah'ın gayrisi Allah'ı bilemez»” (65 Tegabun, 6) “Madde deryasının
suyu azgınlaşıp tufan olduğunda, biz sizi, olgunluk ilim ve uygulamasından
oluşan şeriat gemisinde yüklenip taşıdık.” (69 Hakka, 11) “Olgunlaşmak üzere, ibret
için görmek, bilmediğini sorup öğrenmek
üzere biz, ona iki göz, bir dil ve iki dudak gibi alet-i bedeniye nimetlerini
vermedik mi?” (90 Beled, 8-9) “Seni sıfatlarının en şereflisi olan ilim sıfatı
ile seçti ve kemalinden, olgunluğundan, hiç bir şeyi senden esirgemedi.” (96
Alak, 3)
Allahın, Elçisiyle ve Kitabıyla,
demek istedikleri kısaca özetlenebilir. Ey düşünen akıl verilmiş insan,
çevrenden, Dünya ve Evren Ormanından çıkıp, bana ulaşman için seni nimetlerimle
besledim, büyüttüm, genlerinle donattım, çevrene işaretler ve delililer koydum.
Beni, elçi, veli ve evliyalarıma
uyarak, kitaplarımı okuyarak, ara, bul, bil ve ol; vasıflarımla vasıflan,
kuvvetlerimi kullan, sıfatlarımla sıfatlan, ilmimle âlim, amil, arif ol, Halifem
ol. Cisimsel ve bedensel perdelerden soyununca, sen keşfedercesine aşikâr olan
tevhit ilmini fark edebilirsin. Gaflet uykusundan uyandıkça pişmenin zevkine
erebilir. İstidadında gizli olan mana ve hakikati bulabilir, Güneş gibi
yanabilirsin. Nutuk yeteneğinle, ruh semasından kalbine tecelli eden,
‘mütekellimi hakikiyi’ idrak edebilirsin.
Umarım biz de genlerimizde ve
çevremizde gizlenenlere ulaşıp, hakikate erebiliriz!
Necdet
Altınay 18022023
İnsan, doğuşunda, fıtratında, çok şey
ile donatılmıştır. Doğuşta, genler ile verilenler verilmeseydi, insan, canlı
bile olamazdı. İnsanlara, ilminin kaynakları olarak, beş dış duyu; görme,
işitme, koklama, dokunma, tat alma ve beş iç duyu; adalet, vicdan,
zekâ, hayal, fikir gücü ile
teorik ve pratik akıldan ibaret on iki vekil gönderilmiştir. Doğuşta boş beyin
ile doğan bebek bu kaynaklarla elde ettiği bilgileri öğrenir ve bilir, hatta
bazı şeyleri olmadan önce dahi bilebilir. Eğer, fıtratına kazınmış olan tevhit
ilmini öğrenip, hakikati keşfedebilir ve Allah’ta, Allah ile kendinden fani
olabilirse, yeniden dirilebilir ve bağışlanmış vücut içinde, beka âleminde,
Allah’ın ilmiyle, olacakları, olmadan önce bilir ve görebilir.
“Kuranı, ilmi, öğretti, insanı
yarattı.” (55 Rahman, 2,3) “İnsanın ilmi yoktu, Allah, ilmini insana öğretti ve
bilgelik sıfatını ona bağışladı.” (96 Alâk, 5) “Biz bir şeyi murat ettiğimiz
zaman ‘ol’ dememiz yeterlidir, o şey hemen mevcut olur. Allah’ın iradesi, ilmi,
kudreti arasında fark yoktur, belirli bir şekilde, belirli bir zamanda, belirli
sebeplerle, o şeyin olacağını bilir. Mevcut olan her şeyde irade, kudret ve
ilim sıfatları görülür. İnsanlar da bir şeyi yaparken, bilgiden başka, alete
ihtiyaç duymazsa ilim, irade ve kudret sıfatları aynı olurdu, ilim maluma,
bilinene, tabi olurdu.” (16 Nahl, 40) “Ruhlara savaşma azmi veren, kalpleri
takviye eden malumatı ilahiyedir. İlahi bilgiler, keşiflerde lezzet verir.” (37
Saffat, 41,42)
“İnsanlara ilmin kaynakları olarak
gönderilen on iki vekil, beş dış duyu; görme, işitme, koklama, dokunma, tat
alma ve beş iç duyu; adalet,
vicdan, zekâ, hayal, fikir gücü ile teorik ve pratik
akıldan ibarettir.” (5 Maide, 12) “Kalbin görmesine sebep olan nura "basiret" denir.”
(6 Enam, 104) “Her nefis, ilminden bir dürtü ve amelinden bir şahit ile gelir,
ilim batın, amel zahirdir. Çünkü herkes ilgisini çeken şeye ve ilmiyle yapmayı
tercih ettiği şeye cezp edilmiş olur. İnsanı o şeye sevk eden, ister vehim ve
kuruntusu, ister cismani, ister ruhani olsun, ister aklı, ruhu, muhabbeti,
kalbi veya fıtratı olsun, mutlaka şuurundan ve hükmünden kaynaklanmıştır.
Kendisine galip gelen ilmi, onu malumuna götürür. El ellediğine, dil
söylediğine, göz gördüğüne, şahittir. İlim maluma, sebep sonuca tabidir.” (50
Kaaf, 21) “Yer ve göklerde bulunan bütün mevcutlar Allah’ı tespih eder. Her
mevcut, sabit ve izafi olan vücuduyla imkândan, mümkün oluştan ve fani oluştan,
Allah’ı tenzih eder. Mükemmelliğe götüren özel başkalaşımı ile aciz oluştan ve
olgunluğunu ortaya çıkaramamaktan, tertip ve düzeni ile tüm eksikliklerden
tenzihini izhar eder, ortaya çıkarır. Allah,
tüm mevcutları bir oluşuma zorlayan ve sonra da fani olup yeniden
diriltmek üzere kahreden kuvvetler ile olgunlaşmalarını tertipleyen hikmetin,
sahibidir. İzafi vücutların kaynağı olan zattır. İzafi vücutların imkân ve
ihtiyaçlarının onda son bulduğu zattır. Her şey Allah ile mevcut ve Allah’ta
fanidir, her şeyin evveli ve ahiridir. Sıfat ve efaliyle harici âlemlerde zahir
olandır, var olandır, var olan varlıklardır. Zatıyla, varlıklarla örtünmesi
sebebiyle, batındır.
Her şeyi bilir zira her şeyin
mahiyeti, aslı, ilminin, aynıdır; o şey, bilinen suretlerinden bir surettir.
Eşya suretlerinin tümü levha-i mahfuzdadır, saklı, giz’li levhada, yokluktadır.
Suretlerle beraber, suretlerle nakşolunmuş olan levhanın mahiyetini, özüyle,
ilmiyle bilir. Hakk’ın yokluktaki ilmi, zatının ilmiyle aynıdır. Allah sizinle
görünür ve siz onunla mevcut olduğunuzdan, nerede olsanız O sizinledir.” (57
Hadid, 1-4) Biz kiminle!?
“Velayet makamına, Hazreti Cem'e uruc
ile rücû, ancak Hakk’adır.” (67 Mülk, 15) “Gayrin girmesi haram olan evi,
Hazreti Cem Kâbe’sini, Allah, insanlara, hakiki mevtlerinde, içinde
yaşayacakları ve hayatı, kudreti ve diğer sıfatları ile halleri, durumları,
iyileşecek bir mahal, yer, kılmıştır. Beka âleminde, bağışlanmış ikinci
vücut ile hakiki hayatta kıyam ettiğiniz zaman, gaip ve şahadet âlemlerinde
eşyanın hakikatini bilen Hakk’ın ilmiyle bilirsiniz.” (5 Maide, 97) “Ben,
«ayn-i cem'» de cemi-i sıfat ile mevsuf olan «Zât-ı Ehad’e» davet ederim. Belki
ben; «Allah ile benden faniyim» bu nedenle,
yoluna davet eden O'dur. Bu yola yalnız ben davet ederim ve bu yolda
bana tâbi olanlar davet ederler ve her kim ki buraya davet ederse, o bana tabi
olandır.” (12 Yusuf, 108) “Basireti arayan talipleri terbiye ile zekâtı veriniz
ki, bu, halinizin şükrü ve makamınızın ibadetidir. Ve bunu nefsinizden
görmeyerek Allah ile olmak, Allah’ın ahlakıyla ahlaklaşmak suretiyle, işbu irşatta
Allah’a yapışınız. Allah’a dayanınız. Hakikat ile istikamet makamında Mevlâ’nız
ve imdadın devamı ile irşatta yardımcınız ancak o Allah’tır. Allah, ne güzel
Mevlâ, ne güzel yardımcıdır.” (22 Hac, 78)
“Belki insan, kendi nefsi üzerine
delil ve ispattır. Nefsinin amellerinin bekası, zatında kökleşmesi ve ‘güzeli
gören göz’ gibi sıfatı azasının sureti olarak kendi ameline şahittir, hariçten bildirilmeğe gerek yoktur.” (75
Kıyamet, 14)
“Sema’ya tekrar tekrar nazar
edin, bakın, her açıdan bakın, görülmesi düşünülen, talep edilen, beklenen
şey görülmez. Faydası yok, usanıncaya kadar tekrar et, gör, hakikat rücu eder,
eninde sonunda ortaya çıkar. Çünkü fikir kaynar ve dolaşırsa, yerinde durmayıp
gezer ve evrenin çeşitli açılardan görünüşü düşünülürse; bir yerde durmayıp
gezilirse, çeşitli açılardan bakılırsa; sema, her açıdan farklı görünmez.
Fikirlerin çatışması ve incelemenin tekrarı, hakikatin ortaya çıkmasına sebep
olur. Semada çatlak, yırtılma bulunamaz, nazar ediş ve inceleme devam ettikçe
beklenen, umulan görüş bulunamayınca, nedametten başka bir şey ifade etmeyince,
aynı beklentiyi devam ettirmekten çekinilir, imtina edilir. Evrenin imtina
edilen, beklenen görüş gibi bir vücudunun olmadığını kabul etmek çok zor olur.”
(67 Mülk, 4) Her nereden bakılırsa bakılsın, evren, bakılan açının merkezinden,
büyük patlama olmuşçasına, bakılan nokta, evrenin merkezi gibi görünür. Görülmesi tahmin edilen şey görülmez,
tahminlerde pişmanlık duyulur, nedamet gösterilir. Bir balonun yüzeyinde
bulunan galaksilerden bakılıyor gibi, balonun yüzeyinde duruyor gibi, evrene
bakıp bir görüntü tahmin edilir ama evrene her noktadan bakışta aynı şey
görülür, Büyük Patlamanın merkez noktasından bakılıyor gibi görünür.
Evrenin her noktası, evrenin
açılımının, uzayın genişlemesinin merkezidir. Her nokta merkezdir, evrenin
merkezidir. Her kes, bakmasını ve incelemesini bilen, her insan, evrenin
merkezidir.
Umarım, Allah ile kendimizden fani
olup, Allah’ın ilmiyle bilir, olacakları görebiliriz!
Necdet
Altınay 04022023
Fatiha suresi, Kuranın özetidir.
Müslüman olduktan sonra yüzünden okunan duanın, Müslüman olmak için tersinden
okunması önerilir. Böyle okuma sırasında önce ‘Ben’ diye başlar dua, ortasında
‘seninle, senden, sana, sığınır; seninle sana ibadet ederiz’ denir ve en
sonunda ‘O’, ben yoğum sen varsın, diyerek bitirilir. Son bölümde, ‘Sadece
Rahmanî, genel, madde âleminde veya sadece manevi âlemde kalanların değil,
kendilerine rahimsi, özel, nimetler de verilen, evvelde, ahirde, zahirde ve
batında, Hakk’ı Şuhut edip, şahit olup, Hakk’ın baki yüzünü müşahede edip,
görüp, fani vücutları gaip olan Nebinin, sadığın, şühedanın ve evliyanın,
yollarına ilet bizi’ denilir. ‘Kuranı öğrettim, insanı inşa ettim’ ayetleri
gerçek olur, insana bahşedilen, ‘Bilgelik’ sıfatı duanın kabulüyle gerçekleşir.
“Kaza,
Belâ, Allah’ın bir kamçısıdır, halktan kesilip Hakk’a teveccüh etmeleri,
kullarını zat-ı ilâhîyesine sevk, için; en çok enbiyaya, sonra evliyaya, sonra
onlara mümasil olanlara yöneliktir.” (3 Ali İmran, 154) “Siz şeytan ve
evliyasından değil sadece benden korkunuz.” (3 Ali İmran, 175) “Evliya,
Allah'ı, Allah onları sevdiği için sever. Nimet verdiği için veya korktukları
için sevenler nimet vermediği veya korkmadıkları zaman sevemez. Sıfatları için
sevenler, sıfatlar değişince sevemez. Amma Zat muhabbeti, Zat’ın bekasıyla
bakidir. Tecellinin değişmesiyle değişmez, Zat'ı seven, lütuf zamanında Lâtifi
sevdiği gibi, kahır zamanında Kahhar’ı da sever. Aralarında fıtri münasebet ve
ezeli muhabbet rabıtası ve zati cinsiyet olduğundan, o kavim, müminlere de
tevazularında sevgi ve merhamet sahibidir ve gayet yumuşaktırlar.” (5 Maide,
54)
“Allah’ın
evliyası öyle kimselerdir ki, imanı hakiki ile iman ederler. Bekada,
benliklerinin zuhurundan sakınırlar.” (10 Yunus, 63) “Kubbelerim altında benden
gayri kimsenin bilemediği evliyalarım vardır. Onların şanları, kendileri,
Allah’ta helak olmuştur.” (18 Kehf, 21) “Enbiya ve evliyanın gazabı, Hakk'ın
sıfatı onlarda zahir olduğu içindir.” (20 Taha, 97) “Kemale erenlerde parlayan
nur, asılda parlayan sabit istidat nuru üzere zait olan bir nurdur ki, güya kat
kat olmuş nurdur. Allah her şeyi bilir, evliyasına, yardım ve hidayetiyle,
bildirir ve keşfettirir.” (24 Nur, 35) “Evliyalar, Benim gayrime ve gayrimin
ispatına iltifat etmeksizin, beni tevhit eder. Ve hiç bir şey'i Bana şerik
kılmazlar.” (24 Nur, 55) “Allah’tan gayri evliya dostlar edinenlerin misali,
zayıf ev yapan örümcek misali gibidir. Uhrevi muhabbetin kaynağı, Zatın Birliği
ve İlahi Muhabbettir.” (29 Ankebut, 41) “Resul; müminlere nefislerinden
evlâdır. Çünkü Nebi; «müminlerin hakiki
vücutlarının ve olgunluklarının kaynağıdır.» Ve evvelden olan kutsi idrak
istidadının ve sonradan olan kutsallık idrakine dayanan olgunluklarının
kaynağıdır. Böylece Nebi, müminlerin hakiki babasıdır. Fıtratlarında müminler
ile Hak arasında vasıta ancak odur. İlk yaratılan nur onundur. Onsuz, Hakkın
feyzi, idraki, müminlere vasıl olmaz, kurtulmuş olamazlar, necatları ancak onda
fena iledir.” (33 Ahzab, 6) “Enbiyayı
vahiy ile evliyayı ilham ile elçiler kılmıştır. Teorik, kuramsal, akıl ile
pratik, uygulamalı, akıl insanın iki kanadıdır. Anlama, görme, hareket etme
hayvani nefsin üç kanadıdır.” (35 Fatır, 1) “Sen, bil külliye, Allah'ta fani
olduğun için ne zatın, ne sıfatın, ne fiilin ve ne de dinin vardır. Eğer bunlardan birisi mevcut olsa hakikatte
din halis olamaz.” (39 Zümer, 3)
“Rahmani, genel, rahmet, bütün eşyaya
vücut vererek ve özüne olgunluğu yerleştirerek eşyanın tümünü kapsar. Evliya, genel
rahmete, zatın tevhidine ve gerçek olgunluğun idrakine sahiptir. Muhammed'ine
mahsus rahimsi, özel, rahmet ile de mevsuftur, vasıflıdır.” (41 Fussilet, 2) “Eğer Allah dilemiş olsaydı,
kadere binaen insanların kâffesini, tümünü, fıtrat üzerine millet-i vahide,
hepsini muvahhit, tevhit eden, kılardı. İşi hikmet üzere bina ederek, bazısını muvahhit, adil,
bazısını da müşrik ve zalim kıldı.” (42 Şura, 8) “İstidat ne derece
kuvvetli olursa, başlangıçta, o nispette nefsanî sıfatı kuvvetli olur.
Aydınlanmanın parlaklığı karşısında sıfat kalmaz, saklanmak mümkün olmaz, çok
evliyayı böyle yakmışızdır.” (50 Kaaf, 36) “Evliyasına, sema ve arzdan tecelli eden
Zat-ı ecel, yüce ve âlâdır. Allah, her şeyde hazır ve zahir, evliyasına her
zerrede tecelli edendir. Bunun için iman eden,
iman etmiş, inkâr eden inkâr
etmiştir.” (85 Büruc, 9)
Kuran, insana var olduğunu
zannettiren en önemli üç hususun ‘Efal’, ‘Sıfat’ ve ‘Zat’ olduğunu söyler.
Şöyle ki, ‘varım, çünkü istediğim gibi hareket ediyorum, yiyor, içiyor,
tutuyor, geziyorum’ der. İkinci olarak, ‘çok çeşitli sıfatlara sahibim, ana,
baba, evlat, eş, meslek sahibi, iyi, kötü davranışlarım var, güzel, çirkin,
sıfatlarım var’ diyebilir. Son olarak da, ‘bir vücudum var, maddi ve manevi
benliğim ve kişiliğim, kimliğim, zatım vardır’ der.
Anadolu
Halkından duyulur, ‘Gökten iğne düşse, gayriye değmez’, ‘Halk, aynen Hak’tır’,
‘Fail, Hak’tır’, ‘Mevsuf, vasıfları olan, her sıfatla sıfatlanan, Hak’tır’,
‘Mevcut olan Hak’tır’.
Ayetler de tüm bu deyişleri teyit
eder. ‘La havle ve la kuvvete’ hiç kimsenin kuvvet ve kudreti yoktur, tüm
kuvvet ve kudret Allah’a aittir. Tüm isim ve sıfatlar, ‘esma ve müsemma’,
Allah’ındır. Her mevcut olan, Allah’ın vücuduyla mevcuttur, O’na muhtaçtır.
Bilimsel ve teknolojik bilgi ve
buluşlar da tüm bu fikirleri kanıtlar. Evrende bilinen başlıca kuvvetler
‘elektrik, manyetik ve elektromanyetik’ kuvvetlerdir. Bilim insanlarınca
kanıtlanmıştır ki, nasıl oluyor bilinmiyor ama kuvvetlerin Higgs bozonu içinde
toplanmasıyla ‘madde’ oluşuyor. Kısaca, insan, madde ve manasıyla, kendisini de
oluşturan hiçbir kuvvetin sahibi değildir. Aslında ne bir hareketi, efali, ne
de bir isim veya sıfatı üstlenebilir. Ayette denildiği gibi “İnsan, Allah’ın
hayatıyla hay yani diri, ilmiyle âlim, nefsiyle kaim, vücuduyla mevcuttur.” (2
Bakara, 255) Ayrı bir varlıkmışçasına var olduğunu iddia etmesi tamamen bir
‘zan’dır. İnsanın, ‘zan’larından kurtulması tam bir imandır!
Evliya, kendisinde Allah’ın tecelli
ettiği insandır, her insanın amacı ‘Evliya’ olmaktır!
Umarım, Kuran’dan Tevhit İlmini öğrenip idrak ederek,
amacımıza ulaşabiliriz! (1) Necdet
Altınay 18032023
(1)
http://necdetaltinay.blogspot.com/2023/02/insan-olmaldr.html
Rahman, genel, Var Olan, Vücut;
Rahim, özel, oluşan mevcut, cezbe, çekim, kuvvetlerdir. Bilimsel açıdan,
Evrende, Elektrik, Manyetik ve Elektromanyetik olarak başlıca üç Enerji kuvveti
vardır. Kuran’da da buna paralel ve karşılık üç Rahimsi kuvvet, sırasıyla
Gazap, Şehvet ve Nutuk kuvveti vardır. Kuvvetler, Yokluktan, Mana âleminden,
Madde âlemine geçiştir. Aydınlık, parlaklık ve nur olarak bilinen ‘Işık’ üç
kuvveti de kapsar. Dinde tüm kuvvetler de Ruhun Nurudur, Hakk’ın gölgesidir.
Bilim, ‘Işık, Kuvvetler, Higgs Bozonu içinde toplaşır madde oluşur’ der;
ayetler de, ‘İnsanların, izdiham eden kuvvetlerle temessül ve tecessüm edip bedenleştiğini’
açıklar. (1) Görelilik Kuramına göre Dünya, Ay’ı elastik bir lastikle çekmez;
oluşan kütle, uzay zamanı büker, Ay, düz çizgide hareket eder ama Dünya bu
çizgiyi büktüğü için Ay, Dünyanın etrafında döner. Benzer şekilde oluşan
Nefsanî kuvvetler, kalbi çeker, istila eder. (2) Bu
kütle ve bükümler, zahirde, Güneş her ikisini yutunca, enerjiye dönüşür. Kalbe,
Ruh Nuru intişar edip, Hakikat Güneşi doğunca, Batında da, zanlar kalkar, Hak
zahir olur, Hak’tan gayri, ne insan kalır ne de çekim!
“İşte böylece Allah, dilediğini halk
eder. Yani, cezbe ve keşif ile mahbupların, sevilenlerin ve bazı muhiplerin,
sevenlerin, hallerindeki gibi talim ve terbiye olmaksızın, kendisine kalp
makamını bağışlar, nefsin çekiminden kurtarır.” (3 Ali İmran, 47) “Kuran'ı dinlemekle kendilerinde ümit
uyanır, cezbeye kapılırlar. Vecde, kendinden geçişle ve tevhit ile Hak yoluna girmeye
soyunurlar.” (6 Enam, 51)
“Dinleyenin dinleme iradesi, konuşanın
kelâmını cezp eder ve dinleyen kimselerin kabulü, söyleyenin sevincini artırır ve kelâmın da
açılmasını sağlar.” (11 Hud, 12) “Uhrevî nasipleri peşinden gidenlere, dünyada da
bir şey noksan kılınmaz.” (11 Hud, 15) “Kalp, akla dayalı delillerle tezekkür
ederse, ruha ulaşır, ruh nuru zuhur eder ve kutsal nur kalbe doluşur. Bu
durumda, nefis, kalbi kendi cihetine cezp
eder ve kalbi istila ederse, kalple çekişirse, ruh nuru, nefsi de kalbe tâbi
kılar, sonra kalp vasıtasıyla nefiste de nur, zuhur eder. Kalbin nuru ile
nurlanmak ve makamına ulaşmak için, nefis, kalbe âşık olur. O takdirde nefsin
bütün kuvvetleri etkilenir, tabii kuvvetler bile etkilenir.” (12 Yusuf, 25, 29)
“Abdin fenayı talep için sır makamında münacatını işitici, istidadının kuvveti
ve Şuhut, şahit olma, mahalline teveccühünü ve kuvvet-i muhabbet ve kemal-i
şevk ile ona incizabını, cezp edilişini, görücüdür.” (17 İsra, 1) “Âdemoğullarını
nutuk ve temyiz, ayırt etme, akıl ve ilim sahibi olmakla takdir ettik. Ayrıca
ilim ve bilgilerin en güzeliyle rızıklaştırıp tüm mahlûklara üstün kıldık.”
(17.70; 2.30) “Nutuk kuvveti, ruhun nurunu, ilmin idrakini, içeren, manayı
kavrama ve anlatma kuvvetidir. İlahi ilmin tümünün, Hakk’ın gölgesi olduğunu,
göklerdeki ve yerdeki her mevcudun, bu gölgenin uzatılmasıyla vücut bulup
kudret ile halk edildiğini inkâr ederler.”
(17.98) “Onlar ağızları
mühürlenmiş ve nutuktan acizdirler, söyleşemezler.” (28 Kasas, 66) “Zira hiç bir şey nutuktan hali, muaf
değildir.” (41 Fussilet, 20, 21) “Nutuk sizin bedenleriniz arzında ve lisanınız
üzere zahir olmuş olan mütekellimi hakikînin sıfatlarından bir sıfattır.
Hakk’ın nuru size işrak etmiştir, manası
kalbinize doğmuştur.” (51 Zariyat, 23)
“Ta ki süfli yöne çekimden, ortaya
çıkan ortamdan, tövbe ve istiğfar suyuyla yıkanıp temizleninceye kadar, namaza
yaklaşmayınız.” (4 Nisa, 43) “Allah’tan başka kimsenin kuvvet ve kudreti
yoktur.” Kuvvetler, var olan her şey ve herkesin temelidir. “Ey ilmî imanla
iman etmiş olanlar, siz gaflet uykusundan kalkıp hakikî münacat ve huzur ve
Hakk’a teveccüh, yönelme, namazına niyet ettiğiniz vakit, yüzlerinizi
yıkayınız. Yani, kalplerinizin nefsinize bakan yüzlerini, aslında temiz ve temizleyici
güzel ahlâk koşulları, edep ve terbiye ilimleri suyu ile nefis sıfatları
pisliğinden temizleyiniz. Ve ellerinizi, yani kudret ve kuvvetlerinizi, şehvetleri
tatminde kullandıklarınızı, maddelere meyil etme pisliğinden, dirseklere kadar,
yani kuvvetlerinizin hukukunu ve yararlarını idrak derecesine kadar
temizleyiniz. Ve ruhlarınızda, dünya muhabbeti ve âlem-i süfliye teveccüh,
yönelme, sebebiyle hâsıl olan, kalbin kederlenmesi ve tagayyür etmesi tozunu, hidayet nuruyla silkiniz. Genelde ruh,
taalluk sebebiyle kederlenmez, belki ruhun nuru, kalpten hicapla uzaklaşırsa,
kalp zulmette kalıp kararır. Ruh nurunun intişar etmesi veya yayılması için,
kalbin ruh tarafına gelen âli cihetinin cilâlanması kâfi gelir. Zira kalp
ikiyüzlüdür. Bir yüzü ruha nazırdır, bakar ki, bu ayette o yüze baş demekle
işaret olunmuştur. İkinci yüzü nefis kuvvetlerine nazırdır, o da ayak ile
işaret olunmuştur. Ve ayaklarınızı yıkayınız, yani tabii bedensel kuvvetleriniz
açısından, lezzetlerde ifrat ve şehvette düşkünlük tozlarını gidermekle
temizleniniz. Bedeni, ayakta durabileceği bir itidal derecesinde temizleyiniz.
Bu beyana göre lezzetlerde ifrat ve
şehvette inhimak, düşkünlük, etmiş olanlar,
kalplerinin kendileriyle huzur ve münacata, dua etmeye, müsait
olabileceği bir safhaya dönüşüne kadar, tabii kuvvetlerini riyâzât ve ahlâk
ilimleri suyuyla yıkamağa muhtaçtırlar. Ve lezzet ve şehvet dalgınlıkları,
itidale yakın olanlara ise yalnız silmek kâfi gelir. Eğer sizler cünüp, yani
ulvî yöne yüz çevirdi iseniz ve tamamen süflî yöne cezp edilme, çekilme ve
nefse meyil ederek Hak’tan uzak oldunuz ise derhal örtünmeyi ve uzaklığı
gerektiren karanlık ortamdan ve çirkin sıfattan, külliyetinizle, tamamen,
temizleniniz. Allah, rahmetiyle, sizin üzerinize meşakkat, güçlük ve darlık
kılmayı murat etmez. Ve lâkin sizi nefsanî sıfatlardan temizlemeyi murat eder.
Ve beklenir ki, sizler fenadan sonra beka zamanında istikamet ve adalet
hakkıyla kıyam sebebiyle, kemal nimetine şükür edersiniz.” (5 Maide, 6)
Umarım biz de cezp edilir, vecde
içinde kendimizden geçer, Allah’a vasıl olabiliriz!
Necdet
Altınay 02042023
(1) http://necdetaltinay.blogspot.com/2017/10/temessul-ve-tecessud.html
(2) http://necdetaltinay.blogspot.com/2017/06/hayatn-kuvvetleri.html
Her
mevcut, belirli amaçla yokluktan var olur. İnsan da Hakka rücu etmek üzre
yaratılır; esveli safiline, tabiatın, bedenin, çukuruna, rahme hubut eder,
iner. Amacı, hidayet ile Allah'a vuslattır, yücelmektir. İyi, doğru, dürüst
gayretlerle, say, çalışma, kanununa göre, salih amel ile olgunlaşmasını
tamamlar. Sırat köprüsünden geçer gibi seyri süluk, Allah yolunda olgunlaşma,
sürecinden, geçmesi beklenir. Bu yolda ve Hak yönünde gidilirse yaşam cennet
olur; tersine gidilirse, yaşam, öne çıkarılan, vesvese, zorluk ve engeller
nedeniyle, cehenneme döner. Fıtratına ve genlerine yazılanların hayata
geçirilmesi için donatılmış olan insana verilenler, doğru yönde, salih amelle
gidilirse, yardımcı olur. Nefis, önce bedensel gelişimi tamamlar sonra kendi
sırrına erer. Kuran ilmi ve Resulün uygulama örneğine uygun, kâmillerin
rehberliğinde de, hubuttan hidayete erişilir. (1)
"Habibim,
Kuran, sana indirilmiştir ve has kullarımıza senden miras kılınmıştır. Bu
kitaba ancak senden ve senin vasıtan ile vasıl ve varis olunur. Bu kullara, bu
son ve mükemmel kemal ve istidadı veren sensin. Bunların sair ümmetlere
nisbetleri, senin sair enbiyaya olan nisbetin gibidir." (35 Fatır, 32)
"Kuran, müminlere, çeşitli lütufları nimet olarak verir, inanmayan,
perdeli mahçuplara da çeşitli kahırlarla, zorluk çıkararak hidayet eder. Vasıl
olanları ifna ile galip olan kuvvet sahibidir ve vasıl olanlara beka zamanında
sıfatıyla in’am eden, nimet veren, nimet sahibi, O'dur." (34 Sebe, 6)
"İlim uygulanmak
ister, ilim amel ile ortaya çıkar, görünür, amaca ulaşır. Salih amel, ilim
merdiveninin basamaklarıdır, Allah'a yüceltir. ilim uygulanmaz ise kaçar,
göçer, unutulur. (35 Fatır, 10)
"Habibim
de ki: Bilenle bilmeyen bir olur mu? Nefis makamında alim bilir, muti, tatmin
olur, cahil bilmez kâfir olur, bilseydi gayrile Haktan mahçup olmazdı. Vehim ve
tahayyül kısırlarından safî olan akıl sahipleri, Kitaptan nasihat alır."
(39 Zümer, 9) "Hakiki ilim ve aynî ile iman eden, kendi sıfatlarından
soyunup, tezkiye ve tasfiye ile Allah'ın sıfatlarıyla sıfatlanıp salih amel
işleyenlerle, Rahman, dostluk ve muhabbet eder." (19 Meryem, 96) Kutsal
Hadise göre "Kulum bana, ben onu sevene kadar yaklaşırsa, işittiği kulağı,
gördüğü gözü ve tuttuğu eli ben olurum." "Eğer bir kul Allah'a
yönelirse , Allah da, kullarının kalplerini o kula yönlendirir."
"Hamd ü sena, methetmek ve övmek, Allah'a aittir. Kitabı, Habibinin
kalbine indirerek, Allah Resulüne hamd etmiş, onu methetmiş ve Resül,
karşılığında, 'Elhamdülillah' demiştir. Hak, kâmil kulunu Kayyum tayin etti,
yani emrettiği gibi istikamet tayin etti. Ehli fena muvahhitlere karşı olan
zahirî kahrın, batını lütuftur. Kahır ile Lütufun gölgesi Gazap ile Şehvettir,
kahrı sonucunda, Şecaat ve İffete dönüşürler. Böylece kulun imanı tam ve ameli
salih olur." (18 Kehf, 1,2) "Bildiği ile amel edeni, Allah,
bilmediğine varis kılar. İlmen yakın olana, aynen ve Hakkel yakın derecesi
verilir. İlim ve fazilet sahibi salih kişileri, Kalp cennetiyle müjdeler."
(19 Meryem, 76)
"Dünya ehli, faniyi
baki, kötüyü iyi, madumu, olmayanı, mevcut, şerri hayır addeder, onlar, hata ve
batıl ehli yalancılardır. İlahi emirlere vakıf olmadan, gafletten henüz
uyanmadan, yapılan günahları, Allah affeder. Şirki imana, rezaletleri
faziletlere tebdil eden, çevirenler, hakiki tövbe ile Allah'a dönmüş
olur." (25 Furkan, 70-72)
"Beden
ve organlarının gelişimlerini tamamlamadan, Nefis, kendini geliştiremez.
Bedenin gelişimini bitirdikten sonra Nefis, kendi olgunlaşmasıyla
ilgilenebilir, Nefsin basireti açılır, fıtratı ve istidatı zahir olur.
Beşiğinde gaflet uykusundan uyanır, yakaza, yarı uyanık, hale geçer. Böylece
cevherinin kutsallığını anlar, amacını idrak eder. Fıtratının nurları işrak
ettikçe, kalbine ruhun nuru doğdukça, olgunlaşma talebi, arzu ve isteği artar,
şiddetlenir. Kutsal ruh, rüşdünü görürse, Nefsin hakikate ilişkin ilim ve hüküm
mallarını vermeye başlar. Nefis, ebeveyni olan Ruh ve Bedenine verilmiş olan
nimetlere şükür eder. Nefis, ruh ve bedenin sırrına vakıf olur, erişir ve kendi
kemali zahir olur, görünür, mertebelerle yücelir. Bu nedenle anne babaya saygı
ve ihsan vacib olur." (46 Ahkaf, 15) "Ruh İbrahim'ine Kalp İshak'ını
ve Nefis Yakup'unu bağışladık. Kalbin hidayeti, bilgi kazanmak, keşiflerde
bulunmak ve sırra ermekledir; Nefsin hidayeti, güzel ahlak, iyi ve doğru
davranış, edeple, terbiye iledir." (21 Enbiya, 71-73) "İstidat ne
kadar kuvvetli ve kendisinde mümkün ve gizlenmiş olgunluk ne kadar tam ise
kurtuluş sıkıntısı da o kadar büyük olur. Nefsani ve bedensel akıl Nuh'unu,
görkemli cismani madde denizinden kurtarmak güç olmuştur.” (21 Enbiya, 76-78)
“Sır makamındaki nazari
akıl Davud'unu ve sadır makamındaki pratik, uygulamalı, akıl Süleyman'ını
hatırla. Yırtıcı hayvani nefislerinden kurtulabilmek için ilim, idrak, güzel
ahlak, edep ve terbiye, ibadetleriyle gayret göstermişlerdir." (21 Enbiya,
76-78)
"Din,
Tevhit, Adalet ve Ahiret İlmidir. Din, değişmeyen ilim ve uygulamadır. Şeriat
ise değişen zaman, durum ve hallere ilişkin kaidelerdir." (42 Şura, 12,13)
"Hakk'a vusul, ermek, kolaydır, ama Hak üzre beka, daim kalmak, istikamet
ve ubudiyetle, kullukla, Hak'la Hakk'a sabretmek, çok zordur." (103 Asr, 3) "İman edenlerden ameli
salih olanları, faziletli olup iyilik edenleri, tevhitte fena makamına
ulaşanları, nefis arzında halife kılacağız." (24 Nur, 55) "Üç tür
Kıyamet vardır. Tabii Mevt zamanında, Nefis cennetinde, eserler bırakılır, iş
ve işlemler ile iyilikler yapılır. İradî Mevt zamanında, Kalp cennetinde arzu
ve istek duyulan güzel ahlak makamlarında sıfat tecellileri müşahede edilir.
Mevti ekber zamanında, Ruh cennetinde, cemalini görmenin zevki yaşanır,
fenafillah için Allah yolunda mücadele edilir. Hangi derecede iman ederse
etsin, salih amel işleyenlerin efal ve sıfat günahlarını zat nuruyla
örteriz." (29 Ankebut, 5-7) "Arzda, Yeryüzü Hükümdarlığını, Doğal
Kuvvetleri, bunlardan soyunmuş olan İnsanlık Nüfuzunu, Halkedişin Olgunluğunu
bilir. Semadan indirilen ilim, bilgi ve ruhani hakikatleri; semaya yükselen
salih amelleri ve güzel ahlakı bilir. Semanın nurani olgunluğuyla rahmet edici;
arzın zulüm edici hallerini bağışlayarak rahmet edicidir." (34 Sebe, 2)
"Arif olmayan alimin
Allah'ı tasavvuru ile arif olan alime tecelli eden Allah arasında büyük fark
vardır, tecelli haşyet uyandırır. (35 Fatır, 28) "Kemal, ilmî ve amelî
olmasa, davet sahih olamaz. Sahih olsa da Allah'a, yani cemi sıfat ile mevsuf
Zatına olamaz. Zira amel etmeyen bir alim davet ederse daveti, Allah ismine
olur. Alim olmayan bir salih amel sahibi davet ederse daveti Gafürür Rahim
ismine olur. Alim, amil ve arif kâmilin ise, Allah'a daveti sahih olur."
(41 Fussilet, 33)
Umarım,
biz de fikir, zikir, şükür, salih amel ve haşyetle amacımıza ulaşırız!
Necdet
Altınay, 15042023
(1) https://necdetaltinay.blogspot.com/2023/03/evliya-olgunlugu.html
İrfan,
'Bilmek, anlayış, tecrübe ve zekâdan ileri gelen zihnî kemal, olgunluktur'.
İlim, her yönüyle bilmektir. İrfan ve marifet ise; çeşitli yönleriyle
bilmektir. Fıtrî istidat eseri olarak, inceleyerek, tefekkür edip, bilmektir. Buna
"İlmi Ledün" de denir. İslamiyet, ilim, irfan, şuhud, şahit olma ve
zevk dinidir. İnsanın mesaisinden, «çalışmasından» gayri hiçbir şeyi yoktur.
Allah, «Ben ins ve cinni bana arif olsunlar diye halk ettim» buyurur. İnsanın
amacı, Hak'ka arif olmak, Hak'kı bulmak, Hak'kı bilmek, Hak'tan olmaktır.
“Arzın
yarılıp, çekirdekten bitki çıktığı gibi sizi de, rahimde, vücudun siyah madde
denizinden, ters tutunan damlanın bedensel maddeden arınmasıyla, kurtarırız.
Maddeden kurtulamadığı zaman, nefsin, madde fesadından helak olduğunu müşahede
eder, görür, gözlemlersiniz. İman ederek, istidadınızda, genlerinizde, olan
nuru, ilim ve irfanı, taşıp yayılan olgunlaşma nurunu, tasdik ederek, kabul
edip uyarak, içinize doğan şeylere ikbal ediniz, uyunuz. Güzel ahlak ve
tevhidin istidadınıza, genlerinize, delilleriyle konulması, kazınması ahittir,
bu ahde uyulması da sizin ahde vefanızdır. Nurlu parıltılarla verilen ilim ve
irfanı, nefsanî lezzet ve kazançlarla değişmeyiniz. Nefsanî sıfatlarla, ruhani
bilgi ve aydınlığı karıştırmayın. Ruhani kuvvetler ve hisler, nefsanî kuvvet ve
hislerden şereflidir. İnsan, ruh, ilim aleminden taşıp yayılan olgunlaşma
nuruyla ilim, irfan sahibi olur. Nurun kalbinize dolmasını, nefsin lezzet ve
kazancıyla değişmeyiniz.” (2 Bakara, 50)
“Mallarınız olan
bilgilerinizin zekâtını, tabii beden kuvvetleri fakirinize veriniz. Siz, «ruh»
Rab'binden «akıl» meleği vasıtasıyla «kalb» Nebi'sine nazil olan makûlat
kitabını okuyunuz." (2 Bakara, 50) "Göklerde ve yerde olan mevcudatın
tümü Allah'ın dinini kabul etmiştir. Her şey isteyerek, yalnız insan ve şeytan
kerhen, istemeyerek, kabul etmiştir. Şeytan, isyanını, kabahatini, bilir ve
kerhen iman eder ve küfrünün hakikatinin de Allah'ın iradesi ile olduğuna
inanır, bu da ayni imandır." (3 Ali İmran, 83) Yalnız insanın, ilim ve
irfan sahibi oluncaya, olgunlaşıncaya, kadar imanı tam değildir. "Herkes
ve her şey Hakk'ın ilmi ile alim, fiili ile fail, vücudu ile mevcuttur; nefsi
ile kaim, ayakta, hayatı ile hay, diri, kuvveti ile kuvvetli, gücü ile güçlü,
kadri ile kadirdir; hükmü ile zayıf ve fakirdir. Herhangi bir kemâl, ilim,
irfan yine Hakkın kemâli, ilmi ve ma'rifeti, bilgisi ile kâmil, âlim ve arif
olmuştur." (28 Kasas, 70) "Allah’ı alim ve arif olanlar haşyet eder.
Allah'ın azametiyle kendisine tecelli eylediği kimse, hakkıyle Allah’tan haşyet
eder. Arif olmayan alime hasıl olan huzur tasavvuru ile arif olan alime sabit
olan tecelli arasında çok büyük bir fark vardır. İlim ve irfanın mertebeleri
hasebiyle haşyetin sayılmıyacak mertebe ve dereceleri vardır." (35 Fatır,
28) "Hak, Muhammed suretinde zuhur etmiş, zahir olmuş, görünmüştür. Bütün
eşyaya vücut vermiş, özüne olgunluğu yerleştirmiş, ilim, irfan ve bilgelik
sıfatını, Muhammet evliyasına özgü bağışlamıştır." (41 Fussilet, 1,2) "Cennette
boş laf işitilmez, ilim, keşif, zevk ve vicdan, tevhid ve irfan suları
kaynaklarından beslenen nehirler vardır." (88 Gaşiye, 10) Verilmiş
nimetlerden yararlanın, onları kullanın, zikredip, şükredin.
“Konuşabilmeniz,
ayetlerimizi okuyup, düşünüp anlayabilmeniz, öğrenip anlatabilmeniz, kitabı ve
hikmetini idrak edebilmeniz için kendi cinsinizden bir insanı size resul
göndererek, Kuran'ı onun lisanında indirerek, sizi andığımız gibi, zikir
olunduğunuz gibi veya hatırlandığınız gibi siz de daveti kabul ederek, uyarak,
iradenizle itaat ederek, beni zikrediniz. Bana doğru yapacağınız yolculukta,
idrakinizin artması ve nimetlerinizin bollanmasıyla, ben de sizi zikredeyim.
Bana olan yolculuğunuza muhabbetle devam ediniz ve doğru yolda olduğunuza
şükrediniz ki ben de irfanınızı ve muhabbetimi artırayım. Nimetleri alıp da
nimetlerin kimden geldiğini bilmemek küfürdür.” (2 Bakara, 151,152)
“Allah
dostları, konuşma ve görüşmelerinde bilişirler. Biliştiklerinden, tevafuk, uyum
ve uygunluk, içinde olurlar, zatlarından soyundukları için sevişirler. İrfan,
anlayış ve idrakin sefasıyla sefalaşırlar, dünya ve ahret işlerinde
yardımlaşırlar. Bu dostluk, canı gönülden olan samimi dostluktur. Bu
dostluklar, Enbiya, Evliya, Şüheda ve Asfiyanın, olgun, kâmil insanların
muhabbetleridir.” (43 Zuhrüf, 67) Dostluğunuz samimi, irfan ve idrak ile
sefanız daim olsun.
“Kuran, anlaşılsın diye Arapça olarak indirilmiştir.
İnsanın yaratılışında vaat edilenler, kitapta tekrar edilmiştir. İnsanın,
kitabın doğruluğuna şahadet etmesi, şahit olması ve onu okumaları beklenir.”
(20 Taha, 113, 114)
“Hakiki mülk sahibi olan
Allah'ın; kadri takdir olunmak ve mülkünde işi bozulmayacak derecede azametinin
büyüklüğü sonsuzdur ki, hikmeti gereğince herkese hakkını verir. Habipim;
hazinenin merkezinden «ledün ilminin» telâkkisi sebebi ile zevkinin amaç ve
sonucundan dolayı, şevkin heyecanı zamanında Kuran'ın sana gelişi ve vasıl
olmasıyla, hüküm olunmazdan evvel, Kuran ile acele etme. Zira ilim ve hikmetin
nüzulü, inişi, senin terakki mertebelerinin tertibine uygun tertiplenmiştir. Ve
sen, talep etmekten, ilim ve irfan kazanmaktan endişe etme! Zira feyiz, anlayış
ve idrak sonsuzdur. Ve tasfiye, terakki ve tahliye arttıkça feyiz de artar.
Çünkü ziyadesini, daha fazlasını, istemek, ancak hal duası ve fıtrî, yaratılış
lisanı ile olur. Kabulün imkânından evvel talep ve sualde acele etmek ile
değildir. Her ne zaman bir şey'i bilirsen ondan daha iyisi, çoğu ve gizlisi
olan bir şeyi kabulün ziyadeleşir.” (20 Taha, 113, 114)
İnsan,
aslında ve esasında, ben doğdum diyemez, doğurulur; büyüdüm diyemez, büyütülür;
okudum, öğrendim diyemez, okutulur, öğretilir ve eğitilir; reşit oldum diyemez,
kendisine, 'sen artık reşit oldun' denir. Aslında hemen her şeyi verilmiştir,
bir kısmı doğuştan genleriyle, bir kısmı sonradan çevresiyle verilmiştir ve
'farklılaşarak belirginleşip mükemmelleşmesi' için teçhiz edilmiş,
donatılmıştır. Ruhanî, manevî aleminden taşıp yayılarak Tevhit İlmi halinde
akan, ilim ve hikmet nüzulü, inişiyle oluşan, nehirde, akış yönündeki Sıratı
Müstakimde, çabalayıp yüzerek ilerlediği 'Olgunlaşma Sürecinde' irfan sahibi
olur, Hakkı bulur bilir ve Hak'tan olduğunun idrakine varır. (1)
Umarım,
irfan sahibi bir kâmil olarak, Hak'tan olduğumuzu idrak edebiliriz!
Necdet
Altınay, 26042023
(1) http://necdetaltinay.blogspot.com/2023/02/insan-olmaldr.html
Bilim, ‘her obje, ilminin aynıdır’
der. Dr. S. Hawking, “Her obje bilimsel özelliklerinin deposudur, bilgisinin,
ilminin taşıyıcısıdır, kütlesi kara deliğe düşse de bilgi asla kaybolmaz” der.
(1) Bilim insanları, maddeyi oluşturan enerjinin, ‘yokluktan, boşlukta var oluş
ve yok oluş’ gerçeğini, hayal edip,
deneyip, gözlem yapabilir. CERN, İsviçre’de, yapılan ‘Bilimsel Deneye’ göre,
boş bir ‘vakum’ ortamında, saniyenin dört kere milyarda birinde, 10-40ında,
yokluktan boşluğa, pozitron-elektron çifti parlayıp çıkar, ‘var olur yok
olur’, kaybolur. Parlayıp çıkan
parçacıklardan birinin ani şişmesi sonucu evrenin oluşması ise diğer bir
bilimsel kuramdır. Çünkü evrende eksiler artıları, anti madde de maddeyi yok
eder, kalan değer sıfırdır. “Yokluktan enerji var olabilir!” (2) İnsan ve insanlığın gelişiminde, uygulama alanında, ilim, ‘Bir
arının ısı izini 500.000 km uzaktan algılayan’ James Web Teleskopunu geliştirmişse,
‘Hayal Etmenin’, ilim kaynağı olduğunu kanıtlamış olabilir! Hayalî ‘Sanal Dünyada’
dolaşırız. Hayalî ‘Yapay Zekâ’, insanı korkutur, insan medeniyetinin ‘İşletim Sistemi’ şifresini kırmış ve insanın,
lisanını öğrenmiş, ‘Düşüncesini’ okumuştur! (3)
“Gördüklerinden de ibret alamazlar.
Bu nedenle kalp ve ruh yönünden gelebilecek herhangi bir hayal, duygu ve bilgi,
bedensel zevk ve lezzetlere düşkün olanlara tesir etmez, etkili olmaz. Oysa
sema ve arzın halk edilmesinin amacı yeniden diriliştir. İlahi sıfatlardan
mahrum kalışlarının nedeni, yeniden dirilişe inanmamalarıdır.” (17 İsra, 97, 98)
“Sakfı merfu', levha-i mahfuza, saklı
ve korunaklı levhaya, levha-i kaderden, suretler ve ahkâm nazil olan, sema-i
dünyadır. Dünya semasına nüzulden, aşağı inişten, sonra cansız şeylerde,
hululü, içine gizlice girişi ile ilim, şahadet âleminde zahir, aşikâr, olur. Bu
da insandaki mahal-i hayal, tasavvur
merkezi, mesabesinde olup mahıv ve
ispat, var oluş yok oluş, levhasıdır. ‘Bahri mescur, Boşluk Denizi’, adı geçen
ruh, ilim ve cansızlarla ispat olunan eşyanın tümünün zahir olduğu, ortaya
çıktığı, göründüğü, suretlerle dolu olan heyuladır yani görkemli büyüklüktür.”
(52 Tur, 5, 6) “Biz, inananlar için, ilmin kaynakları olarak, görme,
işitme, dokunma, tat alma ve
koklamadan ibaret beş dış duyu. Adalet,
vicdan, zekâ, hayal ve fikir etme gücü olmak üzere beş de
iç duyu. Ek olarak teorik, kuramsal akıl ve pratik, amelî, uygulamalı akıl,
olmak üzere 12 vekil gönderdik. Herkes bir ilim üzerinde uzmanlaşır.” (5 Maide,
12) “İlim, hiçbir organ için gereksiz olamaz, hiçbir organ ilimden ayrı
oluşamaz, ondan ayrılmış olamaz. Nefis tarafından karşı konulan, gereksizliği düşünülen, gaflete düşülmesi
mümkün olan, akılda kalmayıp çıkıp giden ve resmi yalnız hayal edilebilen
ilim, gerçek ilim değildir. Uygulaması
olmayan ilim, gerçek ilim değildir. Böyle bir ilim kalıcı olmayan, çabuk
kaybolan, tasavvur edilebilen, hayali bir ilimdir. Böyle ilim kalbi güçlendirmez,
açlığını gidermez, doyurmaz. Âlim, ilmin ‘şey’ ile aynı olduğunu, ayrı ve gayri
olmadığını bilendir. Her şey ilminin aynısıdır. Cahil, ilmin azalardan,
organlardan, objelerden ayrı ve gayrı olduğunu zanneder, bu nedenle, inkâr
eden, kâfirdir. Bu ayetten,
kuruntu, vehim ve hayal kusurları
olmayan akıl sahipleri ders alır.” (39 Zümer, 9)
“Çünkü zahirin kendisinden müteessir
olduğu ilim ile tahakkuk etmişlerdir.
Vehim ile karışık olan akıllar, tezekkür ve bu ilim ile tahakkuk edemez
ve bu ilmi hıfz edemezler, anlayamazlar.” (39 Zümer, 9) İlim kuvvetleri,
yokluktan boşluğa, ‘Kalbe’, çıkar, ‘Maddeyi’ ve ‘Eşyayı’ oluşturur.
“Her şey, o şeye özgü bir nazar olduğu için vardır.
Herkes kendisine özgü bir nazar olduğu için vardır, bunun idrakinde olanlar, bu
sırrın başkası için olmadığını bilirler.” (42 Şura, 38) Bilimin ulaştığı son
güncel bulgu: “Gözlem yapan ile gözlenen birbirinden ayrılamaz.” Enerjinin
dalga fonksiyonunun ancak insan gözlemi altında çöküp, parçacık özelliği
göstermesi ilginçtir. Ele alınan bu
bilgiler ışığında, ‘bilgi’ler ve özelliklerin maddeyi oluşturduğu ve insana
verilen akıl, fikir, hayal ve düşünme yeteneklerinin de “Bilinç” oluşturduğu,
açıktır. İnsanın bilinçli gözleminin,
enerjinin dalga açılımını parçacık haline dönüştürdüğü gerçektir. İnsana
bahşedilen bilinçli nazar, gözlemleme ve basiretin varoluşa büyük katkıda
bulunduğu böylece kanıtlanmaktadır. “Yokluk, gizlenip sırlanarak, sır tutarak,
izafî vücut bariz, apaçık olmuştur. Yokluk boşluk değildir, yoklukta, eşyanın
ilmi vardır, ilim ışık olarak görünür
hale geçer. Nur, hariçte zahir olan vücuttan ibarettir. Eşya ve görünen vücutlar, ezeldeki
ilimlerinin açığa çıkmış halidir. Her mevcut bir ilimle görünür; mevcut, ilmin,
bilginin, görünür halidir. Her şey hak
ile zahir olmuş, görünmüştür. İlmin görünür haline ‘gölgenin uzatılması’
denir. Yokluk, her şeyin, batındaki vücut hakikatinin sabit bulunduğu ‘levhi
mahfuzdur’, ‘sırf yokluk’ değildir.” (25 Furkan, 45)
“Hakkın batındaki ilim
hazinesinde vücudu olmayan bir şey asla zahire çıkamaz ve vücut bulamaz. Her şeyin bilgisini içeren yokluk, sır
tutarak, önce enerjiye ve ışığa sonra eşyaya dönüşür, görünür hale gelir.
Eşyanın aslı ve esası, görünen maddenin hakikati, Hakk’ın, yokluk aynasındaki
görüntüsü, gölgesidir. Gölge, güneşin varlığına, madde de Hakk’ın varlığına
delildir. Bilinmelidir ki eşyanın mahiyeti ve görünenin hakikati, Hakk’ın
gölgesi ve Mutlak Vücudun sıfatının işaretidir. Mevcutlar, nur ile hariçte
zahir olur görünür. Mevcudat, ezeldeki ilmin izhar edilmiş halidir. Kütlenin,
görünen enerji olan ışığın, maddenin hakikati, Hakk’ın ilmi, görüntüsü,
gölgesidir. Kütlenin hakikati bilinirse,
kütlenin, görünen ışık enerjisi olduğu
ve Hakk’ın ilmi idrak edilir. Mutlak
vücudun ortaya çıkmış, görünür olmuş sıfatıdır. Her cisim ışır, ışık saçar,
ışınım halindedir, hakikatini görünür kılar, enerji yayar. Sonra, ‘akıl
güneşini’ Vücut gölgesine delil kıldık. Akıl delili, gölgenin hakikatinin,
Vücut’tan farklı bir şey olduğunu doğrular, kanıtlar. Akıl güneşi delalet
etmezse, gölgenin vücudu ile hakikati arasında ayrılık olmazsa, mevcut kendiliğinden
var olmuş olur, Vücut, mevcut olur ki bu mümkün değildir. Bir ‘şey’
kendiliğinden mevcut olamaz. Mevcudun,
ilminden ayrı ve gayrı bir ismi,
cismi ve resmi olamaz ama farklılığa yalnız akıl şahitlik eder.” (25
Furkan, 45)
Akıl, Fikir ile Hayal Etme ‘Gücü’
önemli ilim kaynağıdır. İnsanlık, ‘Hayal’ ederek, ilmini geliştirmiş, mikro ve
makro kozmozda ayrıntıları deneyip gözleyecek aletler geliştirmiş, varoluşun ve evrenin sırrını çözmüş, Hakikat
Güneşi ‘Eşyadan’ doğmuştur.
Umarım, hayal edip, eşyanın
hakikatini, ilmi, idrak edip, Hakka ulaşabiliriz!
Necdet
Altınay 13052023
(1) The Economist, Stephen Hawking's answer, Aug 26th 2015, BY D.J.P.
(2) https://www.youtube.com/watch?v=FYf7af2tb5U
(3) https://www.economist.com/by-invitation/2023/04/28/yuval-noah-harari-argues-that-ai-has-hacked-the-operating-system-of-human-civilisation
Ayetlerin dedikleri ve bilimsel
deneylerin gösterdiği gibi ‘Hayal’ henüz bilinmeyen yeni bilgilere
ulaşmanın bir yoludur ve yöntemidir. (1) Araştırma ve Geliştirme, ARGE,
uzmanları birer tefekkür uzmanıdır. Bilinenlerden bilinmeyenlere ulaşırlar.
Öyle derin düşünür, tefekkür ederler ki kafalarındaki tüm bilinenleri atıp,
beyinlerinde hayalî bir vakum ortamı oluştururlar. Böylece bu vakum ortamı
‘Boşluğuna’, ‘Yokluktan’ yeni bilgiler, ilim kırıntıları çıkıp gelsin isterler.
Örneğin, E=MC2 diyen kişi bu formülü galaksiler arasında
okumamıştır. Önce aklını bilinenlerden boşaltmış, tefekkür etmiş, derin
düşünmüş hem de günlerce, sonunda sezgi, ilham gelmiş hatta vahiye ulaşmış
olabilir. Bu durumu herkes yaşayabilir.
Âlem ile Âdem ikizdir denir. Âlemde
olan her şey Âdemde de vardır. Önce havanın basıncını ölçen kişiler iki yarım
küreyi birleştirip içindeki havayı boşaltarak vakum ortamı oluşturdular. Sonra
CERN, İsviçre’de, vakum ortamı oluşturarak bu boşluğa yokluktan çıkıp gelip var
olan yok olan elektron-pozitron çiftlerini gözlemlediler. Bunu Evrenin
oluşumunu anlamak amacıyla yaptılar. Aniden oluşan uzay zaman birleşik vakum
ortamına yokluktan var olup çıkan ve anında yok olan zerrelerden birinin ani
genişlemesiyle evrenin oluştuğu kuramını geliştirdiler. İlk bakışta akla uygun
gelmeyen bu halin doğru olabileceği makul görüldü. Çünkü evrendeki artılar ve
eksiler veya madde ile anti madde birbirlerini götürdüğünde geriye ‘olamayacak’
bir şey kalmaz denmektedir.
Bütün dinlerde Namazın farz olduğu
bilinir. Allah kavramı ile herhangi bir şey düşünülmez. Namaz, müminin
miracıdır denir. Hakkıyla namaz kılan kendini veya çevresini düşünemez. Namaz
kapsamında, kişisel bir vakum ortamı oluşturulduğu düşünülebilir. Aynı
kapsamda, ‘Uzak Doğuda’ yapılan ve Batıya yayılan Meditasyonda da sistem
aynıdır. ‘Mantra’ denilen herhangi bir anlam taşımayan bir kelime üzerinde
odaklanarak bilinenlerden uzak bir vakum ortamı yaratılmak istenir. Meditasyon
yapan kişilerin beyinsel elektromanyetik dalgalarını saptayarak ne
düşündüklerini belirlemeye çalışmak istendiğinde düşünme aktivitesinin olmadığı
görülmektedir. Sonuçta, meditasyonla, insanın yenilendiği hissine kapıldığı
düşünülür.
Tasavvufta ‘Vuslat’ kavramı vardır,
Hakkı bilmek, Hakka ermek, Hak ile buluşmak anlamlarını taşır. Tevhit ilmi,
insanın kendini vermesini, kendinden vazgeçmesini ister. Anadolu erenlerinin
ocaklarında Kuran ilmi öğretilir. Dervişlere alması gereken dersler verildikten
sonra özümlemeleri beklenir ve uygulamaya geçilmesi önerilir. Bu amaçla
‘Halvete Giriş’ kavramı anlatılır. Halvetin kırk gün gibi uzun bir süreyi
kapsadığı bilinir. Küçük bir hücrede, minimum ihtiyaçları karşılanarak, Dünya’dan
elini eteğini çekerek, tefekkür etmesi beklenir. Atamızın tercüme ettirdiği
Tevilatı Kaşaniye kitabında anlatıldığı gibi her insana ‘Benlik’ kazandıran
‘Efal-Sıfat-Zat’ kavramlarının aslında Allah’a ait olduğu ilmi öğretilir. Bu
makamlar Fenafillâh makamlarıdır. Bunların yerine Hakkın efali, Hakkın
sıfatları ve Hakkın zatıyla yeniden dirilmesi beklenir.
Kuranın bu makamları ayetlerde
anlatılmıştır. Yeniden dirilişin Hakkın efal, sıfat ve zatıyla olabileceği
öğretilir. Halvete giren kişinin tefekkürle oluşturduğu
vakum ortamında Hakkın verdikleriyle, Hakka kavuşur. (2)
Bir hafta boyunca bireysel
ibadetlerle Hakka yaklaşan Müslüman’ın Cuma namazından çıkışta, artık giren
kişi olmadığı, Hakkın olanlarla çıkıp nasibini araması beklenir. Cuma namazında
cem olunur, tevhit olunur, bir ve bütün olunduktan sonra Rahmanî rahim olarak,
everenin bir tamamlayıcı zerresi olarak cumadan dağılması beklenir. Cuma
namazında kişinin bireyselliği bırakacağı Cuma suresinde anlatılır. Benlik
olarak bildiklerinin geride bırakılarak vakum ortamı halinde bir boşluk
yaratılarak, evrenin yaratılışında olduğu gibi yokluktan varlığa geçiş kavramı
açıklanır.
Önce din adamlarınca deneyimleşen
hayalî halvet, sonra vakum odalarında bilim insanlarınca denenmiştir. Aynı
kavram Âlem ve Âdem olarak makro ve mikro düzeylerde yaşanabilmektedir.
Umarım biz de hayal ile halvet
ortamında ‘benlikten’ vazgeçerek, hakka kavuşabiliriz.
Necdet
Altınay 13052023
(1) http://necdetaltinay.blogspot.com/2023/05/ilim-kaynag-hayal.html
(2) http://necdetaltinay.blogspot.com/2023/03/evliya-olgunlugu.html
“Âlemdeki bir yolculuğun tevili ve
tefsiri, Âdem için de geçerlidir. Hz. Musa’nın Hızır ile yolculuğu, Âdemin
kendinden Rabbine olan yolculuğu ile tevil edilebilir. Reşit biri, maddeden
manaya, Nefisten Kalbe, yolculukla olgunlaşır. ‘Manevi Olgunlaşma İradesi’
gösterdiğinde kendisine manevî, Bâtıni, ledün ilminin tüm kutsal bilgileri,
‘Beşer’ aracılığı olmadan verilir, bu ‘İrade’, kişinin Hızır’ıdır. Olgunlaşmak,
senden sana bir yolculuktur. Başlangıçta, Maddeye dönüklük ve ihtiyaç duyuş
nedeniyle Sabredilmesi güçtür. Yaradılışta verilen güç, irade ve kararlılık
sayesinde, ‘inşallah sabrederim’ denip yolculuğa başlanır. İyilik, doğruluk,
güzellikten ayrılmadan, güzel ahlak ile yola çıkılır. Hakikate ulaşmak amacıyla,
Madde ve Mana denizinde, Beden Gemisine binip yolculuğa başlanır. Bedensel
ihtiyaç ve zevklere az önem verildiği için, eskisine oranla ihmal edildiği
için, önce, Beden gemisi yara alıp zayıflamış zannedilir. ‘Gemiyi batırmak
mı istiyorsun?’ denerek, ‘Bedensel zevklerden’ mahrum kalındığı için
şikâyet edilir. Hak, hukuk, adalet ve vicdana uygun davranmak yeterli bulunmaz;
doğru, dürüst, iyi olmakla yetinilmez. Olgunlaşma yolunda daha azimli ve
kararlı olmak, iradesine hâkim olmak gerektiği hususunda uyarı ve teşvik görülür.
‘Hata ettim özür dilerim’ denerek ‘Hatayı kabul etme’ fazileti gösterilir. Aza
kanaat edip iyilik, doğruluk ve güzellikle yetinince, her şeyin
daha çoğunu isteyen Hayvani Nefis ölür. ‘Çocuğu niye öldürdün’ denilse
de böylece, ‘Acımasızlığı’ ölüp yeniden dirilerek ‘Merhamete’, vahşi ‘Şehveti’
ölüp yeniden dirilip ‘İffete’, dönüşerek ‘Efal’ makamı geçilir.” (18 Kehf, 78)
“Kalp, nefse acır,
önce nefsin isteklerini kabul edip arzularını karşılarken, nefsin
iyiliği için, Nefis, disiplin altında tutulur. Bu, ruhsal bir tefekkürdür. Yine,
hata, kabul ve itiraf edilir. Kalbe hâkim Nefisten, nefsin ram ve âşık olduğu
Kalbe, ‘Sıfat’ makamına, geçilir.” (18 Kehf, 78)
“Kalp, nefse hâkimiyet sağlayınca, nefis kalesi fethedilince, önceleri nefse hizmet eden, onun zevk ve
ihtiyaçlarını sağlayan, beş duyumuz gibi, bedensel güçler topluluğu ile
karşılaşır. Üzerine hakikat güneşi doğmakta olan kalp, gerçeğin ışığını görmüş ve ısısını
hissetmiştir. Hakikatin, sabır ve şükür gibi, doyum olmaz zevklerini tadan kalp, artık daha fazla ilim, adalet, iyilik,
güzellik, merhamet, hoşgörü ister. Yeni fethedilen nefis kalesi ahalisinden,
yani, görme, işitme, koklama, dokunma ve tat alma duyularından da ruhani kutsal
gıdalar temin etmelerini ister. Bedensel beş duyu ise, kutsal aydınlanmaya,
ilahi bilgiler elde edilmesine, manevi bilgiler sağlanmasına, cemal ve celal
tecellisine katkı yapamayacağı gibi bunlara karşıdırlar. ‘Hayvani Nefsin’
kesilip kurban edilmesinden sonra, tatmin olmuş, kanaat eden, ‘İnsani Nefis’;
madde ile mana, ruh ile beden arasında,
yeniden inşa edilmeyi bekler, ‘Sıfat’ makamından ‘Zat’ makamına geçilir.
Hayvani nefis harabesinin ötesinde, inşa edilmeyi bekleyen bir duvar vardır.
Hayvani nefis, sahibini hayvana yakınlaştırır, İnsani nefis ise sahibini Hakk’a
ve hakikate yakınlaştırır. İnsani nefis duvarının onarımı, hakikate ulaşma
amacıyla yapılan yolculuğun en önemli dönüm noktasıdır. Para, makam ve güç
anlamını yitirir. İyilik, baskıyla, zorla, bir şey karşılığında olamaz.” (18
Kehf, 78)
“Fazilet, İlahî ahlakla ahlaklaşmak
ve İlahi sıfatla sıfatlanarak nur âlemine çıkıştır. Sıfat perdesi açılır, Gaip
idrak edilir, Allah’ta fenadan sonra, Allah ile hareket edilir. İnsanî nefisle,
ilahi sıfatla, Kalp, Zülkarneyn, yolculuğu ile nur âlemine çıkılabilir.” (18
Kehf, 78)
“Bu vücutta Zülkarneyn; vücudun iki
boynuzuna, yani Doğu ve Batısına, sahip olan ‘Kalp'tir. Biz Kalbi, Gönlü, mana
ilminin ve bu ilmin uygulanışından ortaya çıkan hazine mallarının tümünü elde
etmeye, birleştirmeye, Doğu ve Batıdan istediği yöne gidebilmeye yetkili ve
yetenekli kıldık. Her gönlün, içinde bulunduğu olgunluktan, istediği herhangi
bir olgunluğa erişebilmesi için en uygun yolları gösterdik. Zülkarneyn,
«seyrifillah» ile bir yol tuttu. Maddi ve Manevi kâinatların arasında yüceldiğinde
gördü ki “Asli makamı ve mertebesi” burasıdır. Doğu ve Batıda seyri ise,
maddeye tenezzül ediş ve manaya yüceliş seferidir. İstediğini yapabileceği
zaman ilk tercihi süfli âleme yönelmek oldu ve bedeniyle ilgilendi. İlk
yolculuğu, güneşi izleyerek, doğudan batıya yaptı ve Ruh-Güneşinin kavuştuğu
yeri gördü. İzleme ve inceleme sonunda, güneşin karaların ötesindeki denizden battığı
gibi, ruhun da nutfe-cenin denen çamur ile karışık bir kaynak suyunda, karanlık
cisim, rahim ile çok iyi bir uyum içinde bulunan ve bedenin maddesinden ibaret
olan çamur ile karışık bir suda gurup ettiğini gördü. Bu su bir çukurda idi ve
çukurun başında “Bedensel Nefsanî Güçler” ile “Ruhani Güçler” kavimlerini,
topluluklarını gördü. “Ey Zülkarneyn, bu topluluklara istersen hazlarını ifa
ile iyilik; istersen, perhiz, kahır, uzaklaştırma ile azap edebilirsin” dedik.”
(18 Kehf, 83 -109)
“Zülkarneyn, ‘Şehvet, gazap, vehim ve
hayaller ile geçimsizlik ve zorbalık yapanlara karşı güzel ahlak anlayışını
getirerek azap edeceğiz’ dedi.” (18 Kehf, 83
- 109)
“Sonra, maddeden arınarak, Allah’a yücelme
yolunu tuttu. Ruhun, yani ‘Hakikat Güneşinin’ doğuşunu gördü; bu Güneşin,
adalet, vicdan, zekâ, hayal, akıl, fikir, sezgi, ilham ve kutsal güçlere
doğuşunu gördü. Bunların, ruhun nuru ile aydınlanıp mananın tümünü idrak ettikleri
için “Hakikat Güneşi” ile aralarında bir perde kılmamıştık. Zülkarneynin, ilim,
bilgi, olgunluk ve faziletini biz ilim açısından kaplamışızdır. Yani, Kalp, tüm
âlemleri kapsadığından, bizim gayrimiz kalbi kaplayamaz. Bu nedenle, Allah’tan
başka, kalbin bildiğine vakıf olan bir mevcut yoktur. Onun için kalbe
“Arşullah” denir. Yücelme yolunu tutan,
Doğuya giden kavimle, maddeyi seven Batıya giden kavmin yolları ayrılır.
Aralarına, ‘Neden duvarı onardın’ dense de bir Set inşa edilmelidir. Bu
set, şeraitin sınırı, hikmetli davranışa dayanan kalbin hicap duyması, ar, namus,
ayıp, utanma, duygularıdır. Zülkarneyn:
Bu “Set yığını kanunu”, kul için emniyet ve beka açısından rahmettir,
Fenafillâh ve Bekabillahı yaşatır. ‘Hâl-i Fenada’, «Kıyameti Kübra» ve Hakk’ın zuhuru sebebiyle, o makamda; ilim
ve hikmetin irtifaı, yücelmesi ve gayrin, fiilinin intifası, yok olması ve «Efal-i
İlâhinin tecellisi» hâli vardır. Hâl-i Bekada’, «vucûd-i hakkani» ile icat,
diriliş, vardır; Sur da nefiy olunur, üflenir ve kâffesini, tevhit, istikamet
ve temkinde, nefisleri ile değil, Allah ile olmakta cem eyleriz. «Kıyamet-i Kübra»
sahibine; kâfirlerin cehennem ateşinde yandıkları, zahir olur, görünür.” (18 Kehf, 83
- 109)
Umarım, Olgunlaşma Yolculuğunda, Kalbimiz, Fena ve
Beka hallerini yaşatabilir!
Necdet
Altınay 27052023
Cihat, bilinçle, iradeyle, kalbin,
nefisle yaptığı savaştır. Âlemin, Elektrik, Manyetik ve Elektromanyetik
kuvvetlerine karşılık Âdem’in de, sırasıyla, Gazap, Şehvet ve Nutuk kuvvetleri
vardır. Kuvvetler, ruhun, ilmin görünür halidir, verilmiştir, tüm fiillerin, iş
ve işlemlerin kaynağıdır. Kuvvetlerin Doğal halleri vahşi olabilir. Örneğin,
elektrik doğada şimşek ve yıldırımdır. Elektromanyetik kuvvet olan ışık,
klorofil ile şekere dönüşür, canlılığı besler, Elektromanyetik top ise cisim
fırlatır öldürür. Nutuk kuvveti de kötüye kullanılırsa Diktatör yaratır, helak
eder, iyi kullanılırsa halkı cehaletten kurtarır, ilme, bilime, bilgeliğe
yüceltir, Hakka ulaştırır. Kuvvetlerin, Âdem’deki en doğal hali bedendir ve
nefistir.
“Nefis mücadelesi büyük cihat olarak
tanımlanır. Savaşların en uzun soluklusu,
çatışmaların en kanlı geçenleri, kalpte yürütülen iyilik ile kötülüğün
çarpışmalarıdır. Bireysel çapta ve bir
kalbin içinde yürütülen çarpışmalarda iyi sıfatlara karşı birleşen kötü
sıfatlar, iyilere karşı üstünlük sağlarsa, birbirlerine düşerler. Böylece mücadele de büyür, kalbe hâkim
oluncaya kadar sürer. Nefsin, terbiye edilmemiş ilk hali, madde gibi katı ve
zalimdir; şehvet ve gazap güçleriyle aklı ve kalbi emrine alır, menfaati için
çalıştırır. Bedensel ve dünyevî her şeyi sevdirir, bencillik eder.
Firavun-Emmare Nefis, aklı kullanarak, her şeyin daha fazlasını ister. Sahip
olduğu şeylerin zevkini çıkarıp, lezzetine vararak bunları kalbe güzel, akla makul, göstermeye çalışır. Karşı çıkma
gayretlerini zulüm ile bastırır.” (22 Hac, 39,40)
“İnsanın, fıtratına kazınmış olan
güzel ahlak değerlerinin kalpten sökülüp atılmasına karşı koyması, mücadele etme isteğini gösterir. Bir anlamda,
“Kendine yardım eden, Rabbine yardım eder. Sana savaş açanlara ve sana zulüm
yapanlara karşı savaşmana izin verildi. Allah, kendine yardım edene yardım
eder!” (22 Hac, 39,40). Akıl, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, güzel ile
çirkini ayırt etmeye, reşit olmaya başlayınca nefse etki edebilir. Nefsin
kaprislerinin sonuçlarını gösterebilir. Benlik ve bencilliğinin, ruhanî güçleri
ezdiğini ve üzdüğünü açıklar. İyi, doğru ve güzeli gördükçe, nefis de istediklerinin
bunlar olduğunu anlar. Akılcı bilgilerin lezzetini alır, ruhtan kaynaklanan,
ilim nehirlerinden akan sütün kalp çocuğu için daha iyi olacağını anlar. Kalp
Çocuğunun iyi yetişmesi için teslim olur, kalbe ram olur, zulmünden vazgeçer.
Bedensel nefsaniyet, canlılık, Âdem’in eşidir. Nefis, doğru yol olan seyri
sülûktaki her tekâmül aşamasında, Ruh Âdem’e bir oğul, kalp çocuğu, verir.
Levam etme aşamasında Hz. Musa’nın, mutmain aşamasında Hz. İsa’nın, mülheme,
ilham alma, aşamasında ise Hz. Muhammet’in kalp çocuğu olarak verildiği rivayet
edilir.
“Seyr-i sülûk ile doğru yola girince yapılacak
şey içinizdeki Hakk’a yaslanıp, sabır ile beklemektir. Rabbiniz size melek ve
melekeler ile yardımcı olacaktır. Çıkmış olduğunuz yoldaki zorlu cihatta,
mücadelede, karşınıza çıkacak üzüntülere sabredin ve ilahi rıza için Allah’a
itaat edin, zorluklara dayanın, nefse karşı koyunuz. Ancak, Hakkın size kuvvet
vermesi ve nuru görerek nurlanmak ve size sekine, huzur ve bu isteğin inmesi
için, sabredin.” (3 Ali İmran, 125)
“Hakk’ın emrine karşı gelmeyin, menfaat
ve ganimete meyletmeyin, nefis korkusundan sakının. Nefsin,
ruh ve kalp sultanlarının zorlaması altında kırılması gerekir. Sabır,
sebat ve onur, ruhun sıfatıdır. Hareket ve acı ise nefsin sıfatıdır.” (3 Ali
İmran, 125)
“Ruhun gücü kalbe sahip olunca, kalbi
nefse karşı korur. Nurun Zat’ındaki sevgi nuru ile kalp, ruha âşık olur ve sükûnete kavuşur. Bu
şekilde kalp, nefis kuvvetlerini yener, nefis sıfatlarının zulümlerini kovar.
Ve nefis de kalbin nuru, idraki ile aydınlanır, mutmain olur. İşte o zaman
rahmetle Ruh semasından ilmen yakin suyu iner ve kalp, bu nurla, ilmin idrakiyle,
nefis kuvvetlerini yok ederek, ûrûc eder, yücelir; semanın meleklerine ulaşır
ve tüm meleklerin kuvvetini ve vasıflarını indirir. Meleklerin inmesi,
özellikle, dünyadan tamamen çekilip koparılarak yücelik yönüne tevekkül
edildiğinde ve gazaba uğrandığında yardımcı olur. Ancak kalp, sabırsız davranıp
acele eder, bağırıp çağırıp, korkuya yenik düşerse veya dünyaya meylederse,
nefis kalbe galip gelir, kahır ve istila
eder, sıfatlarının zulümleriyle nuru engeller, yardım da kesilir, melaike de
inmez.” (3 Ali İmran, 125)
“Ruh semasından aşk ateşi gelerek
nefislerini yer bitirir ve ifna, yok, eder.” (3 Ali İmran, 181) “İstisna
hükmüyle cennetten çıkmak öyledir ki saîdin, iyinin; «Ehadiyet-i zâtta-Zatın
Tekliğinde» fenası ve «sabahat-i
cemâlde, cemalin güzelliğinde» aşk ateşiyle yanmasıdır. Ki bu yanma,
«makam-ı müşahedede, gözlem makamında» Ruhun vücuduyla olmayıp, şahit ve meşhût,
şahit olunan, Hak olmak ve gayrin, ayn ve eseri baki kalmamak derecesinde.” (11
Hud, 108)
“Gören göz, işiten kulak, hatırlayan kalp-i beşer
olmaksızın, «Şuhûd-i Zâtiy-i Ehâdî, Tek Zata Şahitlik» ile olandır.” (11 Hud,
108) “Akıl; ancak fıtrata hidayet bulabilir ve ancak bilgi bilebilir. Amma
cemal nuruyla nurlanmak, cemalin idrakiyle aydınlanmak ve visal, vasıl olma, talebine
şevk ve celâl ve cemâlin kemâline; belki cemalin celâline, güzelliğin şiddetine
ve celâlin cemaline, varoluş şiddetinin güzelliğine, aşk zevkiyle lezzetlenmek,
ancak hidayet-i Hakkaniye nuru, Hakkın yardımının idraki ile müyesser
olunabilen, kavuşulabilen, bir iştir. Her ilim sahibi, apaçık şahit olan, değildir.
İnsanların çoğu, kemâli, «Akılda olan ilimden ibaret» zanneder, aklı küllinin
ilmini bilmez.” (12 Yusuf, 68) “Ruhul-kuddûs, kusursuz, noksansız, kutsal ruh,
ilim, semasından, ilim suyunu inzal edip,
indirdiğinde, Kalp vadilerinde, sel halinde aktı. «İlim seli», «nefis
arzında» «kötülük sıfatlarını» ve «rezaletler köpüğünü» oluşturur. Maarif ve
keşifler, nefsin kemali olduğu için, nefis onlarla değer ve «fazilet kazanır».
Nefsin yararlanması, bilgi ve hakikatler sebebiyle, hâsıl olan «faziletlerin
doğuşunu» talep için «aşk ateşinde eridiklerinde» bilgi ve hakikatler ve aşkı coşturan mana ve
keşiflerde de, «selin köpüğü» gibi habaset vardır, aşırıya kaçılıp, gurur oluşabilir, benlik ve ikilik yaratılabilir.” (13 Rad, 17) “Vuslat yolundaki
salik, talip ve her şeyi bir tarafa
bırakmış olan âşıklar, aşklarının hararetinden hiç bir zevkin kıyas
olunamayacağı bir zevktedirler. Ve Rab’leri, onlara sıfat iyiliğinden ve
derinden saf, bakiye ve benliğin zuhuru pisliğinden pak, sırf hakikî bir aşk
şarabı, zat muhabbetinin lezzetli şarabını içirmiştir.” (1), (76 İnsan, 18, 21)
Umarım biz de cihatta başarılı ve
âşık olup vuslata, Tekliğe, Hakka, erebiliriz!
Necdet Altınay 10062023
(1)
http://necdetaltinay.blogspot.com/2022/07/askla-vuslat.html
Her şey diğeriyle kıyaslanarak
öğrenilir, bilinir. Bu alanda Kuran’daki ‘Tagayyür’, ‘Her şey, farklılaşarak
belirginleşip mükemmelleşir’, kavramı önemlidir. Kendi âlemimiz, dünyamız ve
evrendeki her şey bu şekilde öğrenilir. Ama kendimizi bilmek için kıyas bir
düzeye kadar geçerlidir. Özellikle, olgunlaşma sürecine, seyri sülûk
aşamalarına, geçişten sonra kıyas yeterli olmayabilir. Kıyasla bilme artınca,
kıyassız bilişle, ‘Kendini bilen Rabbini bilir’ aşamasına gelinebilir. Çünkü
Allah’ın, ‘Resulümü ben bilirim, beni ise gayrisi bilemez’ kutsal deyimi
geçerlilik kazanır. Allah, ilmullah, Allah’ın ilmiyle bilinebilir, bildirilirse
eğer. Bildiklerimizle düşünebilir, düşündüklerimizi uygulayabilir olunca,
tefekkür edip sezgilere ve ilhamlara erişince, akıl hikmete erince, vahiy bile
alınabilir, ihsana, idrake ulaşılabilir.
Düşünür ve görüş sahibi olanlardan
alıntı yapılır, o der ki bu der ki gibi duyulan, okunan fikirler paylaşılır.
Kaynağından hayal, akıl ve fikir sahibi olunanlar anlatılırken öyle sorular
sorulur ki sizin cevaplarınıza siz de şaşırabilirsiniz. Ağzınızdan çıkan
fikirler okuyup duyduklarınız olmayabilir. Hatta ‘bunları ben biliyor olamam’
denebilir. Tefekkür ederek kaynağa ulaşmış olabilirsiniz. Emme basma tulumba
misali, kaçan suyunuz dolunca, kaynaktan yeni ve taze su çıkarabilirsiniz.
Çıkan bu fikirlere sahiplik edemezsiniz, işte bu ezoterik bilgidir, içinizden,
derinliğinizden, kaynağından çıkmıştır. Böyle bilgiler sezgiseldir, ilham
almışsınızdır, size verilmiştir, Hakkın ihsanıdır.
“Biz, inananlar için, ilmin
kaynakları olarak, görme, işitme, dokunma, tat alma ve koklamadan ibaret beş dış duyu.
Adalet, vicdan, zekâ,
hayal ve fikir etme gücü olmak üzere beş de iç duyu. Ek olarak teorik,
kuramsal akıl ve pratik, amelî, uygulamalı akıl, olmak üzere 12 vekil
gönderdik. Herkes bir ilim üzerinde uzmanlaşır.” (5 Maide, 12) İlmin kaynağı
Haktır, ilim, Hakkın gölgesidir!
Kuran, insana kendisinin var olduğunu
zannettiren en önemli üç hususun ‘Efal’, ‘Sıfat’ ve ‘Zat’ olduğunu söyler.
Şöyle ki, ‘varım, çünkü istediğim gibi hareket ediyorum, yiyor, içiyor,
tutuyor, geziyorum’ der. İkinci olarak, ‘çok çeşitli sıfatlara sahibim, ana,
baba, evlat, eş, meslek sahibi, iyi, kötü davranışlarım var, güzel, çirkin,
sıfatlarım var’ diyebilir. Son olarak da, ‘bir vücudum var, maddi ve manevi
benliğim ve kişiliğim, kimliğim, zatım vardır’ der. “İnsan, Allah’ın hayatıyla
hay yani diri, ilmiyle âlim, nefsiyle kaim, fiiliyle fail, sıfatıyla mevsuf,
vücuduyla mevcuttur.” (2 Bakara, 255) Kişinin, ayrı bir varlıkmışçasına var
olduğunu iddia etmesi bir ‘zan’dır. İnsanın, ‘zan’larından kurtulması tam bir
imandır!
Ayetlerin dedikleri ve bilimsel
deneylerin gösterdiği gibi ‘Hayal’ henüz bilinmeyen yeni bilgilere
ulaşmanın bir yoludur ve yöntemidir. (1) Araştırma ve Geliştirme, ARGE,
uzmanları birer tefekkür uzmanıdır. Bilinenlerden bilinmeyenlere ulaşırlar.
Öyle derin düşünür, tefekkür ederler ki kafalarındaki tüm bilinenleri atıp,
beyinlerinde hayalî bir vakum ortamı oluştururlar. Böylece bu vakum ortamı
‘Boşluğuna’, ‘Yokluktan’ yeni bilgiler, ilim kırıntıları çıkıp gelsin isterler.
Örneğin, E=MC2 diyen kişi
bu formülü galaksiler arasında okumamıştır. Önce aklını bilinenlerden
boşaltmış, tefekkür etmiş, derin düşünmüş, hem de günlerce, sonunda sezgi,
ilham gelmiş hatta vahye ulaşmış, kendisine ihsan olarak verilmiş olabilir. Bu
durumları herkes deneyerek yaşayabilir.
Tasavvufta ‘Vuslat’ kavramı vardır,
Hakkı bilmek, Hakka ermek, Hak ile buluşmak anlamlarını taşır. Tevhit ilmi,
insanın kendini vermesini, kendinden vazgeçmesini ister. Anadolu erenlerinin
ocaklarında Kuran ilmi öğretilir. Dervişlere alması gereken dersler verildikten
sonra özümlemeleri beklenir ve uygulamaya geçilmesi önerilir. Bu amaçla
‘Halvete Giriş’ kavramı anlatılır. Halvetin kırk gün gibi uzun bir süreyi
kapsadığı bilinir. Küçük bir hücrede, minimum ihtiyaçları karşılanarak,
Dünya’dan elini eteğini çekerek, tefekkür etmesi beklenir. Atamızın tercüme
ettirdiği Tevilatı Kaşaniye kitabında anlatıldığı gibi her insana ‘Benlik’
kazandıran ‘Efal-Sıfat-Zat’ kavramlarının aslında Allah’a ait olduğu ilmi
öğretilir. Bu makamlar Fenafillâh makamlarıdır. Bunların yerine Hakkın efali,
sıfatları ve zatıyla yeniden dirilmesi beklenir. Kuranın bu makamları ayetlerde
anlatılmıştır. Yeniden dirilişin Hakkın efal, sıfat ve zatıyla olabileceği
öğretilir. Halvete giren kişinin tefekkürle oluşturduğu
vakum ortamında Hakkın verdikleriyle, Hakka kavuşur. (2) “Yokluktan, enerji,
‘Boşluk’ ortamına, çıkıp var, sonra da hemen yok, olabilir!” (3)
Özel-Genel:“Yedi kat gökler ve yer ve
bunlarda bulunanlar Hakk’ı tespih ederler.
Her şeyin, diğerinde olmayan bir özelliği
ve gayrinde olmayan, ona özel bir olgunluğu vardır ki, o kemal, hâsıl olmadıkça onu arzular ve talep
eder. Hâsıl oldukça, onu hıfz edip muhabbet eder, hatta olabilecek olsa bile
daha ilerisini istemez.” (17 İsra, 44)
Ehad, Vahit, Samet: “De ki, Hu olarak
bilinen Allah birdir, mutlak birliğin hakikatidir ki sıfat itibar olunmaksızın,
sıfatları düşünülmeksizin zat demektir. Zat ile sıfatın arasında ancak akıl
ile fark bulunabilir. İhlâs, birliğin hakikatini, kesret, çokluk, şaibesinden
kurtarmaktır. İyilik kötülüğün, güzellik çirkinliğin delili, şahididir. Vahit,
kesret sıfatlarıyla beraber zattır. Her damla su bir diğerinden, örneğin,
mineral, bakteri veya tuz içermesi nedeniyle, farklı olsa ve damlalardan oluştuğu
bilinciyle derya dersek Vahit, damlaları
düşünmeksizin derya dersek Ehad, deryanın kendisi aslında damlaların olduğunun
senedidir, delilidir, Samettir.” (112 İhlas, 1)
Fatiha suresi, Kuranın özetidir.
Müslüman olduktan sonra yüzünden okunan duanın, Müslüman olmak için tersinden
okunması önerilir. Böyle okuma sırasında önce ‘Ben’ diye başlar dua, ortasında
‘seninle, senden, sana, sığınır; seninle sana ibadet ederiz’ denir ve en
sonunda ‘O’, ben yoğum sen varsın, diyerek bitirilir.
Son bölümde, ‘Sadece Rahmanî, genel,
madde âleminde veya sadece manevi âlemde kalanların değil, kendilerine rahimsi,
özel, nimetler de verilen, evvelde, ahirde, zahirde ve batında, Hakk’ı Şuhut
edip, şahit olup, Hakk’ın baki yüzünü müşahede edip, görüp, fani vücutları gaip
olan Nebinin, sadığın, şühedanın ve evliyanın, yollarına ilet bizi’ denilir.
‘Kuranı öğrettim, insanı inşa ettim’ ayetleri gerçek olur, insana bahşedilen,
‘Bilgelik’ sıfatı duanın kabulüyle gerçekleşir.
Umarım biz de aklı ve kıyası
geçebilir, kalpten görür, bildiriliriz de bilge olabiliriz!
Necdet Altınay 04092023
(1)
http://necdetaltinay.blogspot.com/2023/05/ilim-kaynag-hayal.html
(2)
http://necdetaltinay.blogspot.com/2023/03/evliya-olgunlugu.html
(3)
https://www.youtube.com/watch?v=FYf7af2tb5U
İnsan, yalnız bir araya gelmiş madde
veya atom topluluğu değildir. Maddesiyle birlikte manası, ruhu, ilmi, yönetim
ve işletim sistemi, bilinci, vardır. Hayat, iradî hareketler bütünüdür. Mevt
ise iradi hareketlerin olmaması halidir. İlim, elektromanyetik dalgalar halinde
uygulanan kuvvetler şeklinde görülür duruma geçerek, uygulanmış olur. Tagayyür,
yani ‘farklılaşarak belirginleşip mükemmelleşme’ kavramına göre verilmiş kütle,
eşya, madde, gelişir. Bu dalgasal kuvvetlerin, toplanmasıyla oluşan maddeleşme
ve bedenleşme, insanda, ruhun zevcesi olan, maddesel nefsi oluşturur. Ruh ve
maddeye, ‘Hayvani Nefis’, canlılık verir. Nefis de, yedi Yıldızın maddesel
gelişimine paralel, yedi aşamada kemale erer. Her aşamayı bir Nebi simgeler,
sırasıyla, Âdem, İdris, Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed. Bireysel düzeyde,
bedensel azalar ve organlar, gelişimini tamamlayınca, ‘Nefis’, gelişmeye
başlar, merkezini ve amacını arar. İnsan da böylece, olgunlaşmaya ve insanı
kâmil olmaya başlar. Büyük bir dairenin çemberinden, merkezine doğru, daha
küçük daireler halinde, hareket edercesine, geniş çevresinden, kesretten
vahdete, kendi merkezine, doğru hareket eder. Bu inşa ve ifnanın sırrına eren,
müşahede eden, kemale erebilir ve Kehf suresinin sırrını kavrayabilir. Kuran,
Âlem ve Âdem üçüzdür, özdeştir!
“İnsan, vahdete ne kadar yaklaşırsa,
dairenin çevresinden merkeze doğru gelircesine, muhabbet kuvveti de o derece
kuvvetli olur. Müminler arasındaki yakınlaşma imanın kuvvetine bağlıdır.” (8
Enfal, 62-63)
“Hakk’ın gayri bir şey yoktur. Onda,
sizden başkası yoktur, ancak siz varsınız. Onların hepsi helak olsalar bile
senin için bir beis, sakınca yoktur. Biz mükemmelliğe, kemale, erişilmesi için
eşyanın tümünü ademden, yokluktan, vücuda ihraç eder, çıkarır, sonra da hepsini
ifna eyleriz, yok ederiz. Biz efal ve sıfatımızın tecellisi ile beden arzında
olanları kuruturuz. Yani nefis ve sıfatları, hakiki mevt veya tabii mevt ile
ifna, yok, ederiz. Bu inşa ve ifnanın sırrına eren kemale erer. «Eshab-ı kehf»
daima Emr-i Hak ile kaim olan yedi kâmil kimsedir.” (18 Kehf, 5-9)
“Bedensel gelişim tamamlanınca, nefis de kendi kemalini tahsil etmeye,
olgunlaşmasını tamamlamaya zaman bulur ve gaflet uykusundan uyanarak,
cevherinin kutsallığını anlayarak, merkezini ve amacını arar. Nefis, fıtrata
güveni tam olduğu için kendi âleminin geleceğini arar ve fıtratının nurları
parlar, olgunlaşma isteği şiddetlenir. Nefsin rüştünü görürse, Kutsal Ruh,
nefse, hakikat ilmini ve hüküm mallarını verir.” (46 Ahkaf, 15) “Sakfı Merfu', levha-i mahfuza, levha-i kaderden, ‘Yokluk Âleminden’, ilmin suretleri ve ahkâmı nazil
olan sema-i dünyadır. Dünya semasına nüzulden, aşağı inişten, sonra ilmin, cansız şeylere hululü, içine gizlice girişi ile ilim şahadet
âleminde zahir, aşikâr, olur. Bu da insandaki mahal-i hayal, tasavvur, hayal merkezi, var oluş yok oluş,
levhasıdır.” (52 Tur, 5) “Bahri Mescur,
‘Boşluk Denizi’, Vakum Ortamı,
adı geçen ruh, ilim ve
cansızlarla ispat olunan eşyanın kâffesinin, tümünün, zahir olduğu, göründüğü,
canlı cansız suretlerle dolu heyuladır, görkemli büyüklüktür.” (52 Tur, 6)
CERN, İsviçre’de yapılan bilimsel
araştırma sonuçları, yaratılan ‘Vakum Ortamına’, ‘Yokluktan’ zerreler halinde,
kütlesi olan ‘Kuvvetlerin’, sürekli, var olup yok olmakta olduğunu
kanıtlamaktadır. (1) Toplam enerjisi sıfır olan Evrenin, bir zerrenin ani
genişlemesi sonucunda var olduğu, Bilim İnsanlarınca ileri sürülür. (2) Kuran
kanıtlanır!
”O zatî mutlak, vahdetten kesrete
doğru, bir merkezden çıkan, tabaka tabaka
yedi sema halkeyledi.” (67
Mülk, 3) “Sema’ya tekrar tekrar nazar edin,
bakın, her açıdan bakın, görülmesi düşünülen, talep edilen, beklenen
şey görülmez. Faydası yok, usanıncaya kadar tekrar et, gör, hakikat rücu eder,
eninde sonunda ortaya çıkar. Çünkü fikir kaynar ve dolaşırsa, yerinde durmayıp
gezer ve evrenin çeşitli açılardan görünüşü düşünülürse; bir yerde durmayıp
gezilirse, çeşitli açılardan bakılırsa; sema, her açıdan farklı görünmez.
Fikirlerin çatışması ve incelemenin tekrarı,
hakikatin ortaya çıkmasına sebep olur. Nazar ediş ve inceleme devam
ettikçe beklenen, umulan görüş bulunamayınca, nedametten başka bir şey ifade
etmeyince, aynı beklentiyi devam ettirmekten
çekinilir, imtina edilir. Evrenin imtina edilen, beklenen görüş gibi bir
vücudunun olmadığını kabul etmek çok zor olur. Ayrıca, Semada çatlak, yırtılma
bulunamaz.” (67 Mülk, 4) Nereden bakılırsa bakılsın, evren,
bakılan açının merkezinden, büyük
patlama olmuşçasına, bakılan nokta,
evrenin merkezi, görünür. Görülmesi tahmin edilen şey görülmez, tahminlerde
pişmanlık duyulur, nedamet gösterilir. Bir balonun yüzeyinde bulunan
galaksilerden bakılıyor gibi, balonun yüzeyinden, evrene bakıp bir görüntü
tahmin edilir.
Evrene her noktadan bakışta aynı şey
görülür, Büyük Patlamanın merkez noktasından bakılıyor gibi görünür. Evrenin
her noktası, evrenin açılımının, uzayın genişlemesinin merkezidir. Her nokta
merkezdir, evrenin merkezidir. Herkes, bakmasını ve incelemesini bilen her
insan, evrenin merkezidir. (3) Kendini bilen, evreni bilir, Rabbini bile bilir,
belki de bilen Hak’tır!
Bilimsel ve teknolojik buluşlar,
ayetlere yeni anlamlar katabilir. Örneğin, 67 Mülk suresinin 4.cü ayetini tam
olarak anlamak için bugün ulaşılan, bu linkteki, bilgiye ihtiyaç duyulur. (3) Burada, kısaca, “Kişisel
olarak evrenin merkezinde olabiliriz” deniyor. Tam da ayetlerde bildirildiği
gibi bedensel gelişimini tamamlayan insan, kesretten vahdete, çemberin dışından
merkeze doğru, arayışa geçer. Nereden gelip nereye gittiğini anlar. Çevresinde
gördüklerinin, aynı merkezden kaynaklandığını anlar. Her şeyin bildiği ve
gördüğü gibi olduğu, var olanın bir ve tek bütün olduğu, aşikâr olur. Evvelde,
ilk önce, merkezden, ‘Yokluktan’, ‘Boşluğa’ her ne çıkmış ise hala sadece o
vardır, ikinci bir varlık da yoktur. Var Olan, Bir ve Tektir!
Umarım, gelişimle olgunlaşır,
Rabbimizi bilebiliriz!
Necdet
Altınay 06092023
(1)
Boşluk Boş mudur?
(https://www.youtube.com/watch?v=FYf7af2tb5U)
(2)
By PAUL BALDWIN EXCLUSIVE, Mar 10,
2016.
https://www.express.co.uk/news/science/612340/Origin-of-the-universe-riddle-solved-by-Canadian-physicists-and-er-it-wasn-t-God
(3)
https://www.youtube.com/watch?v=BOLHtIWLkHg
Din söyler, bilim kanıtlar. Bilimsel
olan değişim ve gelişimi, ‘Tagayyür’, farklılaşarak belirginleşip
mükemmelleşme, kavramı açıklar. Hiçbir şey yok iken, Yoklukta, Uzay Zaman
Boşluğu denen vakum ortamının ani şişmesiyle, Yokluktan Boşluğa, cenin gibi,
nutfe ilim yüklü enerji damlasının çıkıp var oluşundan sonra, tüm evren oluştu.
Büyük Patlamanın böyle olduğunu açıklayan çok sayıda bilimsel deney ve bulgular
ile çok sayıda kutsal mesaj vardır. Hakikat, Hakkın hakikatidir, Hakkın ilminin,
Kuran olarak indirilip, Furkan olarak görünmesiyle eşya oluşmuş, insan inşa
edilmiştir. “Atomların neredeyse tamamı
%99,9999999999996’sı boşluktur. Evrendeki tüm maddeyi oluşturan enerji,
bir santimetre küpü doldurmaz. Maddenin oluşumundaki matematiksel formüller ve fiziksel yasalar,
DNA’yı hatırlatan ‘düzen’, ilk oluşum anında, enerjinin içinde, nutfe
şeklindedir.”
«Allah, en evvel bir cevher, enerji
halk eyledi, cevhere celâli ile nazar edince, cevher, hayasından eriyerek
kısmen su ve kısmen ateş oldu» (11 Hud,
7) “Bahri mescur, ‘Boşluk Denizi’, ilimden
ibaret olan ruh ve cansızlarla ispat olunan eşyanın kâffesinin, tümünün,
zahir olduğu, ortaya çıktığı, göründüğü, suretlerle dolu olan heyuladır
yani görkemli büyüklüktür.” (52 Tur, 6) “İlim hiçbir organ için gereksiz
olamaz, hiçbir organ ilimden ayrı
oluşamaz, ondan ayrılmış olamaz. Âlim, ilmin ‘şey’ ile aynı olduğunu, ayrı ve
gayri olmadığını bilendir. Her şey ilminin aynısıdır. Vehim ile karışık olan
akıllar, tezekkür ve bu ilim ile tahakkuk, edemez ve bu ilmi hıfz edemezler, anlayamazlar.” (39 Zümer, 9) “Her var olanın bir
amaç için var edildiği, tesadüfün olmadığı, bilinmeli. Eğlence olsun diye,
rastgele veya amaçsız bir şey var olamaz.
Hiçbir şey kendiliğinden var olamaz.” (80 Abese, 1-6) Dr. Stephen
Hawking de, “Her obje, ilminin aynıdır ve kendi özelliklerinin deposudur,
bilgisinin, ilminin taşıyıcısıdır, kütlesi kara deliğe düşse dahi bu bilgi asla
kaybolmaz” der. (1) Büyük Patlamada, aniden şişen Uzay Zaman Boşluğunun, vakum
ortamının, içine, Yokluktan, ilim yüklü enerji nutfesi çıkıp gelmiş ve Evren
oluşmuştur. Bu bilgi kaybolmayacağı için, ‘hiçbir şey ölmez, her şey yaşar’
denir. İkiz foton, elektron ve atomlar üzerinde yapılan çok çeşitli deneyler
sonucunda, ‘her şeyin, evrenin oluşumunda, önceden belirlendiği’ bilimsel
olarak kanıtlanmıştır. (4)
İlimden ibaret olan ruh, her şeye ve
herkese, kendisine özgü özellik verir. Sicim teorisine göre de her zerrenin
titreşimi farklıdır. Bilimsel deneye göre boş bir ‘vakum’ ortamında saniyenin
10-40ında, yokluktan boşluğa, parlayıp çıkan pozitron-elektron
çifti ‘var olur yok olur’, çıkıp
kaybolur. “Yokluktan, Boşluğa, bilgi, ilim yüklü enerji çıkıp var olur.” Parlayıp çıkan bu
parçacıklardan birinin ani şişmesi sonucu evrenin oluşması ise diğer bir
bilimsel kuramdır. Zıt kutupların birbirini sıfırlaması nedeniyle, elektrik ve
manyetik kuvvetler ile madde ve anti madde toplamı aslında tam bir “Hiçliktir”
ama Matematik ve Fizik gibi yasalar gerçek olduğu için “Düzenli Hiçliktir.”
Bilimsel Kuramlardan biri de Evrenin nutfesi denebilecek Enerjinin içinde, DNA
örneğine benzer, Kuran ‘Bilgisi’ bulunur, çekirdeğin veya ceninin açılımı gibi
bu bilgi de açılıp yayılarak, Kuran südur ederek, Evreni ve eşyayı oluşturur.
DNA da atomlardan oluşan, bilgi yüklü moleküllerdir.
“Mülk âlemine, kudret eliyle, kuvvet ve kudretiyle hükmeder. Yaşam ile
ölümün halk edilmesinin amacı maluma tabi olan ilmin insanlarda uygulanarak
ortaya çıkışıdır. Malumun zuhuru ile zahir olan Allah’ın ilmidir.” (67 Mülk,
1,2) “O’nun, her an, her şey ve herkes ile bir şe’nde, bir neşede ve her şeye,
herkese bir nazarı ve bir sırrı vardır. Herkes kendisine özgü, her şey o şeye
özgü, bir nazar olduğu için vardır.” (42 Şura, 38) Aslında maddenin olmadığı ve
elektronların, gözlem altında, ‘algılandığını, nazarı, algılayarak’ parçacık
özelliği gösterdiği, çarpıcı bilimsel gerçektir. “Her şeyin, belirli bir zamanda, belirli bir süre için, belirli bir
şekilde, oluşması için emrimiz olur. Emrimiz, göz atıp bakmamız, basar gibi
kelime-i vahidedir, şeriatta o emre “Kûn” denir. Bu basar, nazar ediş, o
mevcudu da içerecek şekilde, tüm varlık içindir. Vücut icat edilir ve bunun
üzerine defaten o zamanda o vecih üzere
‘şey’in vücudu vacip olur. Bütün
işlenenler nüfus levhalarında sabittir.”
(54 Kamer, 50, 51) “Fenadan sonra
beka halinde esma hazretinde ve zat ile sıfat arasında fark makamında ve sıfat
ile vücut memleketinde, her var olan
‘mevcut’, hikmete uygun ve
yardıma muhtaç olacak şekilde, yönetilir. Ahsen-i veçhe ve edhemi nizam üzere
müdir, belirli bir düzen içinde ve en iyi bir şekilde yönetmeye kadir olan
muktedirin mülkünde olanların, tüm olay, eylem ve işleri; irade, arzu ve hükmü
üzere yönetmeye ve iradesince etkilemeye kadir ve kendisine hiç bir şey
imkânsız olmayan, muktedir padişahın indindedirler.” (54 Kamer, 54)
“Hak,
Muhammed suretinde zahir olur görünür. Genel rahmeti bütün eşyaya vücut
vererek ve özüne olgunluğu yerleştirerek eşyanın tümünü kapsar. Özel rahmeti,
zatının tevhidi ve gerçek olgunluğun idrakine sahip Muhammed evliyasına
özgü sıfatların, tekliğin zatından bütün
hakikati içeren hepliğin kitabının inişidir. Bu Kitap önce bütünün, tüm var
olanın, var olan her şeyin tamamının; kısaca eşyanın özüne kısaltılarak, öz
halinde konduktan sonra ayetler indirilerek ayrıntılı bir şekilde açıklanmış
Furkan, uygulama aklı kitabıdır. Kur’an,
Furkan olarak görünür, ilim suret
halinde görünür. Surette kalanlar ilmi göremez. İlim, bir düzen içinde surete
bürünerek açılım halindedir. İlmin görünür hale bürünüşünü, bürünüyor oluşunu,
görebilmek için ilmi bilmek, surette kalmamak gereklidir.” (Fussilet 41, 1-5)
Genel olan Rahman, özel hal olan Rahim halinde görünür!
“Ortada, açıkta, görünür, hadis,
zahir, zuhura gelmiş olanın anlatmaya çalıştığı hafa; gizli olanı, görünür
olmaya çalışanı görmeden, hatta inkâr ederek, surette kalmayınız. Aşikâr olarak
görünen ‘arz’; görünmeyen, henüz bilinmeyen ilimden rızkını alır. Arzın toprak,
ateş, hava, su olmak üzere dört temel anasırdan alacakları takdir edilmiştir.
Yeryüzü ve gökyüzü veya arz ve sema olarak bilinen oluşumlardan biri olarak arz
rızkını aldıkça oluşur. Sonra ‘sema’nın
icadı kast edildi. ‘Sonra’ kavramı zamanı içermez, çünkü oluşumda zaman yoktur,
yön ve oluşturulanların farklılığına işaret eder. Sema çeşitli yönlerden arzdan
farklıdır, örneğin, sema latif, arz kesiftir. Sema manadan, yazılım veya
tasarım gibi latif bir cevherden oluşur. Arz ise donanımdır, kesif bir maddeden
oluşur. Her ikisi birden, zaman farkı olmaksızın, fiilen mevcut olur.” (41 Fussilet, 9-11)
“Eğer biz ‘var olur yok olur’ eğlence misali mevcudat
olsun isteseydik kudret yönünden bize mümkün olurdu. Lâkin öyle mevcudat,
varlık, olsun istemedik, çünkü hikmet ve hakikate uygun olmaz, aykırı olurdu.
İnsanlar ‘İlahi’ bir düzen içindedir ancak düzeni bilmezler, kaos derler! Batıl
inancı, yakin olmanın kanıtı ve keşfiyle değiştiririz. Hak, batılı kökünden
söker, batıl derhal mahıv ve zail olur. Ve hemen mevcudatın fâni olduğu
görülür, hakikat zahir olur.” (21
Enbiya, 17,18) “Hak'tan mahcup olanlar görmezler mi ki, gökler ve yer, heyula,
yani görkemli bir hayal ve cismanî bir madde iken, yapışık idiler? Biz bu
suretlerin, ayrışarak, oluşumlarındaki aşikâr uyumsuzluğu ile gökleri ve yeri
ayırdık. Ervah, canlılık, mana gökleri ile ceset arzı, bir nutfe suretinde
bitişik olmuşlardı. Biz, arz ve ervahın tebâyünü, karakterlerinin uyumsuzluğu,
nedeniyle, kendiliğinden ortaya çıkararak, her ikisini birbirinden
ayırdık, cenin ve Büyük Patlamada olduğu
gibi. Yani biz, nutfeden her hayvanı halk ve izhar eyledik.” (21 Enbiya, 30)
“Biz, inananların, içerde ve dışarıda,
görünür ve görünmezde, müşahede etmelerine yardımcı oluruz. Hatta
muhakemelerine, deliller ile
anlamalarına yardımcı oluruz. Böylece, görerek, apaçık Hakk’ın aşikâr olduğunu
idrak ederler. Yardım ettiklerimizden Hakk’ı eşyada müşahede edenler için Rab yeterlidir,
efali delilleriyle, sıfatı tecellileriyle, görünüşleriyle anlaşılır, her şey
bilgisi kapsamındadır. Her şeyin ‘Hakikati’, Hakk’ın ilminin aynısıdır, vücudu
ilmi ile oluşur, ilmi zatının aynıdır ve
zatı aynı vücududur. Gayrın vücudu, aynı ve zatı da yoktur, batıldır, zandır.
Her şey haliktır, yaratılandır, yalnız Hak Halık’tır, Yaratandır, Hakk’ın yüzü,
Hakk’ın zatı bakidir. Nefiste ve çevrede görünen ve beliren vasıflar, sıfatlar,
Hakk’ın varlığının ortaya çıkışı iledir.” (41 Fussilet, 53, 54)
Bilimsel ve teknolojik çalışmalar,
araştırma ve deneyler, Evrenin işleyişindeki Matematik ve Fizik gibi yasaları
bulur ve geliştirir. Işığın sönüklüğünden yaşını, evrenin yaşını bulur,
galaksilerin serüvenini bilir ama şimdilik kuantum alanında şaşkınlığa uğrar.
Örneğin, “Protonlar, ışık hızına yakın bir hıza ulaşacak kadar
hızlandırıldıktan sonra, saniyede
milyonlarca defa çarpıştırılarak, parçalanır ve kuarklar, zerreler, açığa
çıkar. Sonuçta madde anti madde ayna evreni oluşur. Kuvvetlerle dolu olan zerrelerin yarıçapı sıfırdır, içleri boşluktur.
Bazı zerreler protondan 180 kat, elektrondan 200 kat ağır, biri diğerinden 100
bin kat büyük olabilir.” Şaşırtıcı ama gerçek, ‘Parça’, ‘Bütünden’ büyüktür!
Görünen, görenin görüntüsüdür.
Umarım, bize de, bizden de, Hak görünür! Necdet
Altınay 28102023
(1) The Economist, Stephen Hawking's answer, Aug 26th 2015, BY D.J.P.
(2) The Economist, Quantum theory, Oct 24th 2015.
(3) D. Bohm, “Wholeness and the Implicate Order”, 1980, Routledge & K.
Paul, sayfa 242.
(4) Expres UK, Historic Discovery,By Paul Baldwin, Octber 16, 2015.
(https://www.express.co.uk/news/science/612340/Origin-of-the-universe-riddle-solved-by-Canadian-physicists-and-er-it-wasn-t-God
Bilimsel olarak, “Geçmiş ve gelecek
aynı anda mevcuttur, ama insan aklı bunu idrak edemez.” Bunu söyleyen Einstein,
ayrıca, “Her zerre diğer bir zerreyi algılar, üstelik insan tarafından
‘algılandığını da algılar’ der. Fenafillahta zaman vardır, Bekada yalnızdır
Allah!
“İnsanların, insan olduklarını henüz
idrak edemedikleri tarihi bir zaman dilimi vardır. Zaman içinde doğadaki diğer
canlılardan ayrıldı ve verilmiş yetenekleri sayesinde gelişimini tamamladı. Biz
o insanı, deliller ile Hak yoluna yönelttik. İnsani duygular ile donatıp, uygun
koşullarda en uygun davranışlarda bulunması için gereken bilgi, beceri ve
nimetleri verdik. İnsanlardan bir kısmı, nimetler sayesinde, nimetleri verene
kavuşmak isteyip şükretti ve yönelttiğimiz yönde ilerledi. Diğerleri sadece
nimetleri aldı ve onları gördü ama nimetleri vereni aramadı, kavuşmak istemedi.
Biz hepsini görsel ve akılcı delillerle doğru yola yönelttik. Kimseyi kayırmadık,
kimseye ayrımcılık yapmadık, hepsine eşit mesafede kalıp eşit davrandık.” (76
İnsan, 1-3) “İnsanın vücudunda bulunan bedensel ve manevi kuvvetler ile ruhu ve
ilmi, büyük kıyamette, Hakkın huzuruna, ezelden ebede kadar sürüp giden süreler
boyunca, yükselir ve yücelir. Emrin urucunda buyrulduğu gibi bu kabil
makamlarda, miktarı muayyen murat olunmamıştır. Bu Hakka uruca niyetlenme
süresince, azap vaki olduğundan, eziyetlere katlanıldığından, sen, sabrı cemil
ile sabret.” (70 Mearic, 4) “Zamanda bulunan, zaman ile beraber, zaman içinde,
olan hadiselerin kaynağı ve sebebi olarak bilinen dehre kasem ederim. İnsanlar,
tagayyür edişi yani farklılaşarak belirginleşip mükemmelleşmeyi, zamandan
bilip, zamanın yaptığını zannedip, olaylar ve koşullarda etkili olduğunu
düşünürler. Nitekim «Bizi ancak dehr helak eder» derler. Hal şu ki hakikatte
müessir olan yalnız Allah’tır. Nebi, «Dehre sövmeyiniz, zira dehr ancak Allah'tır» buyurur. Yüce
Allah, sıfat ve efal ile dehr mazharında zuhur eyler. Olay ve eylemleri dehr’den
bilerek, Hak'tan mahcup, perdeli, olan insan elbette hüsran ve ziyan
içindedir. Çünkü böyle bilerek, dünya
hayatını mahcup olarak yaşar ve bakiyi faniye tercih ederek, fıtrat nurunu ve
asli hidayetini, istidadı ezelisini, hüsrana, zarar ve ziyana uğratır. Yalnız
Allah'a iman eden, ilmen yakin ile iman eden ve dehr hicabından kurtulup,
Allah'tan gayri müessir olmadığını bilen, malları olan istidat, yaradılış, nuru
ile kemal, olgunlaşma, nurunu kazanır. Zatın tevhidi ile sıfat ve fiillerini de
tevhit eder. Çünkü sabit olan Hak ancak budur. Hak üzere ve Hak ile dünyanın
tamamına sabredenler hüsranda değildir. Hakk’a vusul, ermek, kolaydır, ama Hak
üzere baki kalmak ve Hak'la sabretmek azizdir. Fetvayı kelâm, nevi insan
hüsrandadır, ancak ilim ve amelde kâmil ve bunlarla mükemmel olanlar hüsranda
değildir. Asr'ın bir anlamı da daraltmadır. O halde, temiz ve saf oluncaya
kadar belâ, mücahade ve riyazat ile Allah’ın insanları daraltmasıdır. Posa ile
baki beşeriyetle perdeli, maddede kalan, ruha, ilmine yücelemeyen insan,
hüsrandadır. Ancak ilim ve amel ile vasıflanan, posa ve tortusu gittikten
sonra, baki kalan saflığa, gereken önemi vererek, yakınlıktan ibaret olan Hakk’ın
sabitliğini idrak eden ve işbu belâ ve riyazetle sıkılmağa sabredenler,
hüsranda değildir. Bu nedenle Nebi, «Belâ, enbiya, evliya ve emsalleri içindir»
keza «Belâ, Allah'ın kullarını onunla kendisine sevk ettiği bir kırbacıdır»
der. (103 Asr, 1-3) Dehr, Fenada, beşeri insanlarca hissedilir; Bekada yalnız
Allah vardır, zaman yoktur!
“Mahcuplar,
“Bizim hissi hayatımızdan başka hayat yoktur, tabii ölüm beden ile olur,
bedensel hislerimizin hayatı ile yaşarız, bunlardan başka ölüm ve yaşam yoktur”
derler. Sizi dirilten ve öldüren, tekrar ebedi hayat ile ihya edecek olan dehr,
zaman değildir, Allah’tır.” (45 Casiye, 24-26) “Hayvani ruh yarıldığında,
insani ruh, ruh semasına çıkarak, Kadiri Mutlak’ın emrine bağlılığını görür.
İnsani ruh, Hakkın emrine bağlılığına lâyıktır.” (84 İnşikak, 1,2) “Beden arzı,
kendisinden çekilip çıkan ruhtan geriye kalanlarla çok değişik bir maddesel hal
içinde kalır. Kendisinde bulunan ruhun, kuvvetleri de alıp boşalması sonucunda,
tabiatıyla hayat,
mizaç, terkip ve şekil gibi eserler ve arazın tümünden de mahrum kalır. Beden
arzı da, bu ceset haliyle, Kadiri Mutlak’ın emrine bağlı kalışa lâyıktır.” (84
İnşikak, 3-5) “Ey insan, sen uğraşıların ve nefes alışlarınla, mevt ile Rabbine
gitmektesin. Amma sureti insanîyede iken, yemin edenlerden kılınmak suretiyle, nefis
kitabını, aklı yemini ile alıcı, nefis kitabında olan aklı Kurani manalarını
okuyucu olarak, kitabı sağından verilen kimse olabilirsin. (84.7) Yani
fıtratındaki Kuran’ı henüz sağ iken okuyanlardan olabilirsin. “Fıtrat nurunu
baki ve hâkim kılanlar, sohbet ve refakatler, arkadaşlıklar ile doyurulmuş
olarak, huzurlu, mutlu ve ferah olarak yakin ehline inkılâp edecektir.” (84.9)
“Zira o kimse, yaşayıp
öleceğine, onu ancak dehrin helak edeceğine, inandığından ba's, yeniden
diriliş, sebebi ile hayata, Rabbine hiç bir vakit rücû etmeyecek sanıyordu.”
(84 İnşikak, 14) Sağlığında, ölmeden önce ölmeye ve insanı, zamanın değil
Allah’ın öldürdüğüne inananlar, yeniden dirilişe de inandığından, fıtrat nurunu
baki ve hâkim kılarak, seyri süluk ile sohbet ve muhabbetle, huzur içinde
yücelirler.
“Ortada, açıkta, görünür, hadis,
zahir, zuhura gelmiş olanın anlatmaya çalıştığı hafa; gizli olanı, görünür
olmaya çalışanı görmeden, hatta inkâr ederek, surette kalmayınız. Aşikâr olarak
görünen ‘arz’; görünmeyen, henüz bilinmeyen, ilimden rızkını alır. Arzın
toprak, ateş, hava, su olmak üzere dört temel anasırdan alacakları takdir
edilmiştir. Yeryüzü ve gökyüzü veya arz ve sema olarak bilinen oluşumlardan
biri olarak, arz, rızkını aldıkça oluşur. Sonra ‘Sema’nın icadı kast edildi.
‘Sonra’ kavramı zamanı içermez, çünkü ‘oluşumda’, yaradılışta, zaman yoktur, yön ve
oluşturulanların farklılığına işaret eder. Sema çeşitli yönlerden arzdan
farklıdır, örneğin, sema latif, arz kesiftir. Sema manadan, yazılım veya
tasarım gibi latif bir cevherden oluşur. Arz ise donanımdır, kesif bir maddeden
oluşur. Her ikisi birden, zaman farkı olmaksızın, fiilen mevcut olur.” (41 Fussilet,
9-11)
İnsan, önce beşer ve şaşar haldedir.
Aklı sayesinde, tagayyür eder yani farklılaşarak belirginleşip mükemmelleşir.
Âlim olur, fıtratının gereğince, maddenin sırrına erer, enerjiyi ve DNA misali
‘Oluşumun’ bilgisine ve Kuran ilmine hâkim olarak , ‘Vasıl’ olup, ‘Arif’ olur.
Umarım, âlim olarak, kendisiyle
kendisini görüp, bilip, işitip, vasıl ve arif olabiliriz!
Necdet
Altınay, 11112023
‘Tüm Evreni, maddesi, eksi ve
artısıyla dolduran enerji, bir santimetre küpü doldurmaz’ bilimsel gerçektir. Bu gerçek, ‘Tevhit İlmi, Âleme
indirildi, Mevcudat olup göründü’ gerçeği ile birleşebilir. Yokluktan ani bir
‘Şişme’ ile oluşan Uzama, Uzay-Zaman Birleşik Alan Boşluğuna çıkan, ‘DNA misali
Evrenin Özü’ denebilecek, ‘Tevhit İlmiyle Yüklü Enerji’; içinde, Evrendeki her
şeyi Hakça oluşturabilecek her şeye sahiptir. Örneğin, fizik kimya gibi tüm
‘Doğa Yasaları’ bu ilmin içindedir. (1) Bu ilim, DNA’nın maddeye
hükmettiği gibi maddeyi oluşturan ‘Doğal Kuvvetlere ve Yasalara’ hükmeder.
Muhabbet ve Adalet âleme, Tevhitle iner. İnsandan beklenen, ‘Ölmeden önce
ölmek’ kavramına uygun, sağ iken; İlim Kitabını, sağından almak, yani duygu
dolu kalbine indirmektir. Böylece, Ruhundaki Tevhit ilmi, İnsanın Kalbinde
Muhabbet ve Nefsinde de Adalet oluşturur.
“Her bir ‘şey’in, o şeyi diğerinden
ayıran, kendine özgü bir özelliği vardır. Her özellik Hakk’ın vahdaniyetine,
birliğine delildir. Gökler ve yerler adalet ile ayakta durur. Adalet, kesret
âleminde vahdetin gölgesidir. Eşyanın düzeninde yumuşak huyluluk, birbirleriyle
uyumluluk gibi vahdaniyete, birliğe, beraberliğe götüren özellik mevcut olmasa
uyumlu düzen mevcut olamaz. Birlikten gelen ve birliğe götüren özellik yok
olursa, düzen ve düzenlilik hemen bozulur.” (21 Enbiya, 22) “Biz, kıyamet günü
için hazırlanmış adalet terazilerini koyarız. Allah’ın terazisi, vahdetine
lâzım gelen bir sıfatı ve vahdetinin zilli, gölgesi demek olan adaletidir ki
«ervah gökleri» ve «madde, eşya yeri» o adaletle kaim ve müstakim olmuştur.
Eğer adalet olmazsa; emir-i vücut nizamı, tertibi, düzeni mahdut üzere, belirli
bir şekilde, kararlaşmaz. İmdi adalet; eşyanın tümünü kapsayınca, her mevcuda,
haline ve yükleneceği miktara göre, adaletten hakkı isabet etmiştir.” (21
Enbiya, 47) “Hak terazisinin dili adalet sıfatıdır, bir kefesi his, kalp âlemi,
diğer kefesi akıl âlemidir.” (7 Araf, 8) “Ceset arzı, kemik dağları ve damar
nehirleriyle döşendi. Ahlak ve idrak yemişleri olarak da zulüm-adalet ve soğukluk-hararet
gibi zıtlıkla süslenmiştir. Ruh cesetle, ruhaniyet gündüzü de cisim gecesi ile
örtülmüştür. Böylece, düşünenler için delil ve işaretler konmuştur.” (13 Rad,
3) “Sana verilmiş olan tevhit, muhabbet ve adaletten ayrılıp başkalarının
arzularına tabi olma. Tevhit muhabbeti, muhabbet de adaleti gerektirir. Ruh
semasındaki tevhidin kalpteki gölgesi muhabbet, nefisteki gölgesi adalettir.”
(5 Maide, 48) “İnsanlara, ilmin kaynakları olarak gönderilen on iki vekil, beş dış duyu; görme, işitme, koklama,
dokunma, tat alma ve beş de iç duyu; adalet, vicdan, zekâ, hayal ve fikir,
feraset ile teorik ve pratik akıldan ibarettir. Eğer siz ruh, kalp ve melekût,
hâkimiyet, imdadından gelen akıl ve ilhamla, isabetli fikirler ve doğru
hatıralarla, akıl ve fikir resullerine hürmet edecek olursanız, fena ile
zatınızı da teslim ile Allah'a iyi bir ödünç verirseniz, sizden hicaplarınız,
perdeleriniz, olan zat, sıfat ve ef’âlinizin vücutlarını elbette setir
eder, örterim.” (5 Maide, 12) Her zerre
bilgisinin deposu olarak, enerjisini ve bilgisini tevhit ederek, var olur.
Enerji ve bilgisini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Âdem olarak, Vücuduyla
mevcut, ilmiyle âlim oluruz. Âlem ile Âdem ikizdir, Âlem de indirilen Tevhit
İlmiyle oluşmuştur. Her zerre, ilimden ve vücuttan hakkını, Hak’tan, hakça
alarak oluşur.
“Ahdi evvelde malum ve gayb-ü
istidatta mahzun bulunan tevhidi ezelîyi sabıkı tasdik edici olduğu halde, evvelce
Tevrat ve İncil’i de böylece insanlara hidayet olmak üzere inzal etmişizdir. Ve
sonra fark itibariyle Hak olan Akl-ı Furkanî olarak bilinen tevhidi tafsili
inzal eyledi ki, bu tevhit tafsili, istikametin menşei ve davetin mebdeidir,
kaynağıdır.” (3 Ali İmran, 3, 4) “Ey Rabbimiz, biz senin inzal ettiğin tevhit
ilmine ve nur feyzine iman ettik.” (3.50) “Evvelinden sonuna, ezelden ebede,
kadar mevcudatın tümünün vücudu, ilmi sana inzal olunan bir kitaptır.” (7 Araf,
1-2) “Ruhul-kudûs semasından, ilim suyu inzal edilir.” (13 Rad, 17) “Emanetleri
ehline, sahiplerine veriniz. İlk önce istidadınızın hakkını ödeyin. İlk
yaptıklarınız içinizden gelenlerdir, fıtratınıza uygun olarak yaparsınız.
Yaptığınız iş ve işlemler, eylem ve olaylar, daima bir kuvvete dayanır. Bu
kuvvetlerin hakkını verin, kuvvetlerin sahibinin siz olmadığını bilin. Her işin
ve eylemin bir sıfatla yapıldığını ve hiçbir sıfatın size ait olmadığını, tüm
sıfatların Allahın olduğunu, idrak edin. En sonunda tevhitte fani olup, vücudun
Hakka ait olduğunu anlayın. Fenadan sonra bekaya döndüğünüzde, insanlar
arasında hüküm verirken, eşyanın da Allah’ta kaim olduğunu bilerek, Allah’ın
adaletiyle sıfatlanarak hükmedin. Nefsiyle kaim olan, kendi varlığının olduğunu
iddia eden, ebeden adalete kadir olamaz. Allah sizi bilir, işitir ve görür.” (4
Nisa, 58) “Olgunlaşma amacıyla verilen yetenek ve kuvvetleri, adaletle, bu amaç
için kullanmayan sevilmez ve ondan hesap sorulur.” (22 Hac,
38) «Sıratı müstakim» de nefiste adaletin husulünü, kalpte muhabbetin
vücûdunu, Ruh’ta vahdetin şuhûdunu müstelzim olan, gerektiren; «tevhit»
yoludur.” (23 Müminun, 71) "Din, Tevhit, Adalet ve Ahret İlmidir.
Din, değişmeyen ilim ve uygulamadır. Şeriat ise değişen zaman, durum ve hallere
ilişkin kaidelerdir." (42 Şura, 12, 13) “Yüce Allah, Kitabı hak ile inzal
eden zattır. O’na, ihtiyaç duyacağı muhabbet ve tevhit ilmini de inzal eyledi.
İlm-i tevhit, Habib-i Allah’ın, sevdiği kulunun, hakkı oldu. Ve adaleti de
inzal eyledi, indirdi. “Ruhta” tevhit ilmi, “Kalp”te sevgi, “Nefis”te,
benlikte, adalet olursa fenafillâh ve büyük kıyamet yakın olur.” (42 Şura, 17)
İnsan, fıtratında Kuran ilmiyle doğar
ve Tevhit ilmiyle inşa edilir. Olgunlaşıncaya kadar pek hatırı sayılmaz ve
dikkate alınmaz. Kendi kıymetini kendisi bilinceye, kulluğunu idrak edinceye
kadar âleme bakışı da farklı olur. Muhabbet ve Adaletle tanıştıkça bunların
kaynağını, Tevhit ilmini, arar. Öğrendikçe olgunlaşır, olgunlaştıkça Allah’ın
ilmine sarılır.
Umarım biz de Adaleti, Akıl ve
Nefsimizde hâkim kılar, Tevhit ilmini idrak ederiz!
Necdet Altınay 25112023
(1)
Expres UK, Historic Discovery,By Paul Baldwin, Octber
16, 2015.
(https://www.express.co.uk/news/science/612340/Origin-of-the-universe-riddle-solved-by-Canadian-physicists-and-er-it-wasn-t-God
Bilim, Dini kanıtlar. “Hakk’ın
delili, gölgesi olan ilimden halk edilen ilk cevherin, yani Büyük Patlamada Tevhit İlmiyle
yüklü ilk Enerjinin, Celalî nazarla taşıp yayılmasından sonra, uygulanarak
açığa çıkan ilmi hıfzedici
kuvvetlerin izdihamıyla temessül ve tecessüm ettiniz. İlimden başka bir şey olmayacak şekilde bedenleştiniz.” Kısaca, “Önce
Yokluk vardı, Yokluktan ani olarak genişleyen Uzay-zaman vakum ortamında, ‘oluşan’
Tevhit İlmi yüklü yarım cm3 Enerji, Kozmik Yumurta, zuhurunun
şiddetinden görünmeyecek şekilde, ortaya çıktı. Yumurtanın DNA’sındaki ‘şeyler’
ışık, parıltı, aydınlık, nur oluştu; nur maddeleşerek her şey halk olundu,
canlılık yaratıldı, kendini ve Rabbini bilecek insan inşa edildi.” Böylece,
sebepleri de yaratılarak Âlemin yaratılış amacına ulaşıldı, ‘Bilinme’
gerçekleşti.
“Eğer biz ‘var olur, yok olur’
mevcudat olsun isteseydik öyle olurdu. Lâkin istemedik, çünkü hikmet ve
hakikate aykırı olurdu.” (21 Enbiya, 17,18) “ Hakk’ın
arşı, mai, bir çeşit su, sıvı, üzerindeydi. Arş, akl-ı evvel, akıl öncesi bir
durumdan ibarettir; ilm-i evvel, ilim öncesi durum üzerine bina kılınmış, inşa
edilmiş ve ilme dayanan cisimler âleminin vücut olarak öncesidir. Altı yön veya
altı gün gizlilik, gizli kalma müddetidir. Yer ve göklerin halk edilmesi de
Hakk’ın mevcudat ile gizlenmesidir. Arşın su üzerinde oluş hali, Hakk’ın
gizlenmesi öncesi zahir olan ve nâsâ, insanlara, malum olan, ilim ve akıl
öncesi haldir. Halis amel eden insanlara bazen, olacak olanlar malum olur, bir
ihsan olarak, bir ilham olarak iner, bazı şeyleri, olmadan önceki halini
bilirler. Arşın, ilmin rumuzu olan ‘su’ üzerinde olmasının anlamı da nâsâ malum
olup bilinmesindendir.” (11 Hud, 7) Bir hadis
der ki: “Yüce Allah, en evvel bir cevher, enerji halk etti, cevhere celali ile
nazar edince cevher hayâsından eriyerek, taşıp yayılarak, kısmen su kısmen ateş
oldu.” Cevher hayâsından, saygı ve edebinden taşıp yayılarak, kısmen su ve
ateşe, bir anlamda ‘plazma’ya, maddenin dördüncü hali, plazma haline, dönüşmüş
denebilir. “Ahdi evvelde malum ve gayb-ü istidatta mahzun bulunan tevhidi
ezelîyi sabıkı tasdik edici olduğu halde, evvelce Tevrat ve İncil’i de böylece
insanlara hidayet olmak üzere inzal etmişizdir. Ve sonra fark itibariyle Hak
olan Akl-ı Furkanî olarak bilinen tevhidi tafsili inzal eyledi ki, bu tevhit
tafsili, istikametin menşei ve davetin mebdeidir, kaynağıdır.” (3 Ali İmran, 3,
4) “Ey Rabbimiz, biz senin inzal ettiğin tevhit ilmine ve nur feyzine iman
ettik.” (3.53) “Evvelinden sonuna, ezelden ebede, kadar mevcudatın tümünün
vücudu, ilmi sana inzal olunan bir kitaptır.” (7 Araf, 1-2) “Ruhul-kudûs
semasından, ilim suyu inzal edilir.” (13 Rad, 17) “Her şey, o şeye özgü bir
nazar olduğu için vardır. Herkes kendisine özgü bir nazar olduğu için vardır,
bunun idrakinde olanlar bu sırrın başkası için olmadığını bilirler.” (42 Şura, 38)
“Yokluk,
gizlenip sırlanarak, sır tutarak, izafî vücut bariz, apaçık olmuştur. Yokluk
boşluk değildir, yoklukta eşyanın ilmi vardır, ilim ışık olarak görünür hale
geçer. Nur, hariçte zahir olan vücuttan ibarettir. Vücut nurdan, ışıktan
oluşur, ışır. Eşya ve görünen vücutlar, ezeldeki ilimlerinin açığa çıkmış
halidir. Her mevcut bir ilimle görünür; mevcut, ilmin, bilginin görünür
halidir. Her şey Hak ile zahir olmuş, görünmüştür. İlmin görünür haline
‘gölgenin uzatılması’ denir. Yokluk, her şeyin batındaki vücut hakikatinin
sabit bulunduğu ‘Levha-i Mahfuzdur’, ‘sırf yokluk’ değildir.” (25 Furkan, 45)
Bilimsel olarak da ‘Varlık’, ‘Yokluktan’ çıkıp var olur!
DNA maddeye hükmeder. Ana rahminde yumurtanın döllenmesinden 25 gün sonra önce
kalp, 32 gün sonra el ve kollar, 36 gün sonra omurga, 52 günde
retina-burun-parmaklar oluşur. Kalpten sonra oluşanlar ‘Kalbin’ kontrol ve
denetiminde kalır. Büyüme bu hızda 9 ay devam etseydi bebek 1,5 ton olurdu.
Doğumda 90.000 km damar oluşur. Bebeğin oluşumunun matematiksel modelini
anlamak mümkün değildir. (*)
“Hakkın batındaki ilim hazinesinde vücudu olmayan bir
şey asla zahire çıkamaz ve vücut bulamaz. Her şeyin bilgisini içeren ‘Yokluk’,
sır tutarak, önce enerjiye ve ışığa sonra eşyaya dönüşür, görünür hale gelir.
Eşyanın aslı ve esası, görünen maddenin hakikati, Hakk’ın, yokluk aynasındaki,
görüntüsü, gölgesidir. Nasıl ki gölge, güneşin varlığına delildir, madde de Hakk’ın
varlığına delildir. Bilinmelidir ki eşyanın mahiyeti ve görünenin hakikati,
Hakk’ın gölgesi ve Mutlak Vücudun sıfatının işaretidir. Mevcutlar, nur ile
hariçte zahir olur görünür. Mevcudat, ezeldeki ilmin izhar edilmiş halidir.
Kütlenin, görünen enerji olan ışığın, maddenin hakikati, Hakk’ın ilmi,
görüntüsü, gölgesidir. Kütlenin hakikati bilinirse, kütlenin, görünen ışık
enerjisi olduğu ve Hakk’ın ilmi idrak edilir. Mutlak vücudun ortaya çıkmış,
görünür olmuş sıfatıdır. Her cisim ışır, ışık saçar, ışınım halindedir,
hakikatini görünür kılar, enerji yayar. Sonra ‘Akıl Güneşini’, ‘Vücut Gölgesine’
delil kıldık. Akıl delili, gölgenin hakikatinin Vücut’tan farklı bir şey
olduğunu doğrular, kanıtlar. Akıl güneşi delalet etmezse, gölgenin vücudu ile
hakikati arasında ayrılık olmazsa, mevcut kendiliğinden var olmuş olur. Vücut,
mevcut olur. Bir ‘şey’ mevcut olamaz. Mevcudun, ilminden ayrı ve gayrı bir
ismi, cismi ve resmi olamaz ama farklılığa yalnız akıl şahitlik eder.” (25
Furkan, 45) “Kur’an,
değişmez, bozulmaz, bozulamaz, noksansız, korunmuş, kanıtlanmak üzere, evrenin
tümünde, apaçık olan ve hakikatleri muhkem, sağlam kılınmış bir kitaptır.
Hakikatlerini, daha sağlam ve daha güzel olması mümkün olmayan, bir ilim ve
hikmet üstüne inşa eder. Zahirde, görünürde, belirli ve bilinen miktarda,
belirli zamanlarda aşikâr olur. Takdir ve tertibi, hikmete uygun intizamda,
düzendedir. Ayrıntılarından lâyıkıyla haberdar, bilgi sahibi, olan ilim ve
hikmet sahibince, ahkâm ve ayrıntısı cüzi âlemde ortaya çıkarılmış, aşikâr
edilmiş bir kitaptır.” (11 Hud, 1) “İlim, tüm mevcutlar için gereklidir, her
mevcut kendine özgü bir ilmin uygulaması, bilgisinin deposudur. Uygulanamayan
ilim gerçek ilim değildir, böyle ilmi, kalp idrak etmez, kalbi güçlendirmez.
Her şey ilminin aynısıdır. İlim, kalpte kökleşir, damarlarda ve nefiste
yerleşir, organ ve objelerden ayrı düşünülemez, et ve kan ile karışır, sahibine
muhalefet etmez. Zerrenin, ilminden ayrı ismi, cismi ve resmi olamaz. ‘Vehim’
ile karışık akıllar, ilim ile aşikâr olamaz, ilmi anlayamaz. İlmin ayrı bir
varlığının kalben idraki ise Hakkın varlığına delildir. Bir eşyanın gölgesi
varsa, gölge, ışığın varlığına delilse, aynı şekilde, ilmin varlığı da Hakkın
varlığına delildir. İlim, böylece Hakkın ‘gölgesidir’.” (39 Zümer, 9) (3 Ali
İmran, 96) (16 Nahl, 48) (7 Araf, 179)
Umarım, ‘Bilinme’ amacını aklımızla anlar, kalbimizle
hikmetiyle idrak edebiliriz!
Necdet
Altınay 09122023
(*)https://www.ted.com/talks/alexander_tsiaras_conception_to_birth_visualized?language=tr
Yokluktan indirilen, tevhit ilmiyle
yüklü bir damla enerjiden olan Evrende, bitki gibi bittik, maddeden
soyunduk, amacımıza ulaşınca, helak olup yokluğa dönebiliriz. (1) Hakkın
hayatıyla diri, ilmiyle âlim, vücuduyla mevcut olduğumuzu idrak edip, helak
olup aradan çıkarsak, kalır yine Yaratan. Bilinmeyi sevdiği için yaratıldık,
O’nu bilerek fena bulup, aşk içinde fani olup, helak olursak, umarım, yeniden
diriltiliriz; bilemezsek, helak olup gideriz. Biliş sürecinde her türlü yardım
var, yazılım ve donanım fıtratımızda. Seçim hakkı bizim!
“Var olan her şeyin ve herkesin
varoluşunun bir amacı vardır ve amaca ulaşılmasıyla varoluş amacı ortadan
kalkar ve helak kaçınılmaz olur.” (17
İsra, 16) “Şu dünya, su dolu bir denizdir. Eğer bedenin harap olduğu zaman
binecek bir gemi yaptınsa, kendi âleminde kurtuluşa erersin. Yapmadınsa, o suda
gark olup helak olursun.” (11 Hud, 38) “Ego, benlik, cahillik, hayvani nefis,
şehvet, gazap ve bencilliklerden oluşan, ‘Nefsin Semud Kavmi’, ilim suyu
tufanında helak olur.” (85 Büruc, 17,18) "Akıl göğünün, kesretin ilmini içeren,
külli ilim kuyularının, kuvvetlerin, süfli âleme dökülen ilim suyu kapaklarını açtık.
Nuh’un nefsi, külliyen ilim olmuşçasına, nefis arzında, kesret âlemindeki
mevcudata ilişkin tüm cüzî ilim kaynaklarını kaynattık. Takdir edilen
helaklerine kadar, akılları göğünden yağan ve arz nefislerinden kaynayan iki
ilim de uyumlu bir şekilde birleşti. Biz Nuh’u, külli ilmi içeren şeriat gemisine
yükledik. Gemi, cahilleri
boğan cehalet dalgalarında yüzer.
O, şeriat ile
amel ve istikametle
necat buldu. Kavmi ise cehalette cahil
kalıp, inkâr ve isyan etmeleri sebebiyle, heyula, madde denizinin cehalet
dalgalarında gark ve helak oldu. O şeriat
ve davetin asarını, eserlerini, ibret alanlara, apaçık ayetler olarak bugüne
bıraktık.” (54 Kamer, 11-16) “Beş dış duyu ile gazap ve şehvet olarak bilinen
iki nefsanî kuvvete, hakikatleri bilinmediği
için, ‘yedi gaip’ denir.
Bilinmeyen yedi gaip, geceyi temsil eder. Vücut, hayat, ilim, irade, semi,
işitme, basar, görme, kudret ve kelamdan
ibaret sekiz sıfat,
gündüzü temsil eder. İnsanların, bu yedi gece
ve sekiz sıfat
rüzgârlarıyla, zahir ve batınlarına etki edilir, kökleri kurutulur,
hatta katledilir. Kendi nefisleriyle ayakta olduklarını ve yaşadıklarını
düşünenlerin, hayatları olmayan ölüler
olduğu görülür. İçi boş hurma
kütükleri gibi şeklen kuvvetli fakat
hayatları ve manaları yoktur, birer haviye, göçüktürler,
hakiki vücutları ve
değer verilecek anlamları yoktur.
İlahi aşk ve şevk ateşi olmadan göçüktekiler yanamaz, şiddetli soğuk ve nefsanî
heves rüzgârlarıyla helak olurlar.” (69 Hakka, 5-7) “Sevilenin, sevgilinin sevdiği de sevilir,
sevgilidir. Bu nedenle, Allah’ı sevenler, Resulünü de sevsin, ona tabi olsun,
biat etsin. Böylece, Allah da onları sever ve sakınır.” (3 Ali İmran, 30, 31)
Efendimiz der ki: “Benim Ehl-i Beyt’im Nuh’un gemisi gibidir. Her kim o gemiye
binerse kurtulur. Her kim muhalefet ederse gark olur. Sefine, gemi, ilim ile
amelden oluşur.” “Her kim bir şeyi severse, ona itaat eder, onun için çalışır;
ona ibadet etmiş olur. Hadisi kutsi: «Bana yaklaşan kulu severim, sevdiğim
vakit işittiği kulağı, gördüğü gözü ben olurum», buyurur. (16 Nahl, 75)
Bu sebepten «Dünya
gölge gibidir, eğer tâbi olursan yetişemezsin ve eğer terk edersen; o sana tâbi olur.» insan; Vücûd-u İlâhinin vasıtası, aracı ve
hazretinin, varlığının, vekilidir.
“Şevkinin şiddetinden kendine özgü çalışması
ve gayretiyle, nefsini terbiye ederek,
Allah yolunda, menfaat
beklemeksizin, çalışıp ilerleyenler, içtihat ederler. Bu nefisler, fikir ile
bilgileri birleştirip, nazar çakmağını çakarak, faal akıl nuruyla uğraşma ateşini
yakar. İlahî tecelli sabahının,
idrakinin ortaya çıkışıyla ve eserinin sürekli görünüşüyle; nefsin, vehim ve
hayal vesveseleri, şehvet ve lezzet eğilimleri, ortadan kalkar. Nefsin efal ve
sıfatının tümü yağma edilir. Büyük kıyamet sabahında, aşk ile Hakk’a şiddetli
yönelme nedeniyle, bedeni geride bırakıp, kalp ve ruh dostluğuna dönüş, beden
toprağının tozunu atar ve bedenden toz koparır. Yani ifna ve helak ederek,
tecelli sabahının nuruyla, cemi aynı zata dâhil ve aynı cemde gark olurlar.
Beden toprağını o derece latif hale getirirler ki cemi zata dâhil olurlar.
Çünkü miraç beden ile olmuştur, vasıl olma ancak beden ile olur. Hakka, hakkın
nimetleriyle vasıl olunur. Hakka ulaştıran malı çok sevmesi nedeniyle, insan,
Hakka arkasını, mala önünü, dönerse, cimri olur ve şen şakrak, güler yüzlü
olamaz, Hak’tan mahcuptur. Beden kabirlerinde bulunan nefis ve ruhları
dirildiği zaman sadırlarında gizlenmiş olan tüm niyet, sıfat ve ameller ortaya
çıkar, herkes hak ettiği karşılığı
alır.” (100 Adiyat, 1-8) “Mearic,
Miraçlar, Merdivenler, mutluluk halleri demektir ki, huylar makamından, manadan
madde, cemadat makamına, sonra nebatat makamına, sonra hayvan makamına, hayvan
makamından bazısı bazısının üstünde, mertebeler ve dereceler halinde, insan
makamına, getiririz. Sonra nefis menzilinden ve kalp menzilinden, ehli sülukûn
işaret eylediği intibah, uyanıklık, yakaza, tövbe, inabe, hak yoluna girme,
mürşide biat, gibi süluk menzillerinde, sonra fenayı efal ve sıfat
mertebelerinde ilerletiriz. Ta fenayı zata kadar helak olma ve uyanıklık, terakki
mertebeleridir. Çünkü sıfatta fena makamına tekabül eden mertebelerden sonra
Cenabı Hakk’ın, her sıfat hizasında terakki edilecek bir mertebesi vardır.
İnsan vücudunda bulunan, arz ve semavî kuvvetler ile insan ruhu, kıyamet-i kübrada,
büyük kıyamette, Hakkın Zatı camiasına, ezelden ebede kadar sürüp giden zamanlarda
urûc eder, yücelir.” (70 Mearic, 3, 4) “Arzın yarılıp, çekirdekten bitki çıktığı gibi sizi de,
rahimde, vücudun siyah madde denizinden, ters tutunan damlanın bedensel
maddeden arınmasıyla, kurtarırız. Maddeden kurtulamadığı zaman, nefsin, madde
fesadından helak olduğunu müşahede eder, görür, gözlemlersiniz. İman ederek,
genlerinizde olan nuru, ilim ve irfanı, taşıp yayılan olgunlaşma nurunu, kabul edip uyarak, içinize doğan şeylere uyunuz. Güzel ahlak ve
tevhidin istidadınıza, genlerinize, delilleriyle konulması, kazınması ahittir;
bu ahde uyulması da sizin ahde vefanızdır. Nurlu parıltılarla verilen ilim ve
irfanı, nefsanî lezzet ve kazançlarla
değişmeyiniz. Nefsanî sıfatlarla, ruhani bilgi ve aydınlığı karıştırmayın.
Ruhani kuvvetler ve hisler, nefsanî kuvvet ve hislerden şereflidir. İnsan, ruh,
ilim, âleminden taşıp yayılan olgunlaşma nuruyla ilim, irfan sahibi olur. Nurun kalbinize dolmasını, nefsin lezzet ve kazancıyla değişmeyiniz.” (2
Bakara, 50) Bitki gibi cemadatta olup koptuk, hayvani nefsimizle büyüdük, insan
olarak inşa olabiliriz.
Umarım seçimimizi doğru yapar,
helakimizden sonra diriltiliriz!
Necdet
Altınay 23122023
(1) Enerji Damlası: David Bohm, “Wholeness and The Implicit Order”, s.242.
(İsteyene ‘Pdf’ gönderebilirim)
Her zerre, bir diğerinden farklı bir
titreşimdir, elektrik, manyetik ve elektromanyetik olmak üzere başlıca üç
kuvvete, farklı ölçülerde sahip ve bunları yöneten info, bilginin deposudur.
Her zerre, her an, farklı, şiddetli, bir zuhur ediş, tagayyür içinde,
farklılaşarak belirginleşip mükemmelleşme içindedir. Genel anlamda, her
mevcudat, böyle devinim içinde olan zerrelerden oluşarak, hassas dengesini
korur. İnsan, bitki ve hayvanların gazap ve şehvet kuvvetlerine ek olarak
verilen, ‘Nutuk’ kuvvetiyle de donatılmıştır. Ruh, ilim ve bedeninin arasında,
‘Nefsanî Canlılık’ taşıyan insandan, ayrıca Kalp ve Ruha yüceliş ile inşa
olunması beklenir. Evrenin temelini oluşturan enerjiye yüklü ‘Tevhit İlminin’
tümünü idrak edip açığa çıkaran insandan, hassas denge içinde, Kendini Bilip
‘Yaratıcıyı Bilmesi’ istenir.
“İnsanın fıtratında, Kuranı anlayacak aklı yaratıp
nakşederek, kazıyarak, Kuranı öğretti böylece insanı izhar eyledi,
ortaya çıkardı, yarattı.” (55 Rahman, 1,2) “Akıl göğünü, ruh güneşi mahalline
kaldırdı, nefis ve beden arzına, adalet düzenini indirdi ve itidal vaaz
eyledi.” (55 Rahman, 7,8) “Tatsız ve
tuzlu olan kaba somut cisim denizi ile tatlı ve lezzetli olan soyut ruh, ilim,
denizi indirilmiştir. Bu iki denizi, insan vücudunda karşılaştırıp buluşturduk.
Aralarında, ne hayatın cevheri, canlılığın, letafetinde, ne de madde cesedinin
kesafetinde olan ve berzah diye adlandırılan, hayvani nefis canlılığı vardır.
Maddi ve Ruhi Denizlerin arasında, berzahta, ne latif ne de kesif denebilen
nefsanî canlılık bulunur. Nefis her ikisinden de dengeli yararlanır, ne madde
denizi, ne de mana denizi, nefis üzerinde tam hâkimiyet kurar. Diğer bir
deyişle, ne ruh bedeni latif, ne de
beden ruhu kesif, yapabilir. Dilediğine kadir olan halkın halikını tesbih
ederim.” (55 Rahman, 19) “Kâbe, Âdem zamanında inmiştir yani Kalp, Âdem’in
vücudunda zuhur etmiştir. İlk önce Kâbe’nin, doğu ve batısında olmak üzere iki kapısı
vardı yani Âdem, tevhit ilminin başlangıç ve sonuna, ahretine ilişkin bilgilere
ulaştı, nur ve zulmet âlemlerinin marifeti zuhur etti. Âdem’in, Hint
toprağından Kâbe’yi ziyarete gelişi, perdeleyen tabiat âleminden var ediş ve
yaratışı, ruh ve madde veya madde ile mana dengesini idrak ederek, itidal ile
Kalp makamına yücelişine işarettir.” (2 Bakara, 127) “Ey insanlar aklın tasvip
ettiği adalet kanunu üzere ihtiyaç ve zaruret miktarında, şerait’in izni ile
helâl ve temiz olmak üzere, süfli yön olan nefis âleminde ve beden arzındaki
lezzet ve zevklerden tadınız. Ve temiz ve sağlıklı olmasına özen göstererek,
itidal derecesinden israf etmeyiniz. Ey insanlar, Şeriatta emir olunduğu üzere
her şeyde Allah’ın indirdiği itidal ve adalete tabi olunuz.” (2 Bakara, 168,
170) “Nimetleri alıp da Hakka arkanızı dönmeyiniz, şükrediniz. Meskeniniz
sıhhat ve mizacın itidali ile güzel bir beldedir.” (34 Sebe, 15) “Kalp ikiyüzlüdür. Bir yüzü ruha bakar
ki, o yüze baş denebilir. İkinci yüzü nefis kuvvetlerine nazırdır, ona da ayak denebilir. Ve ayaklarınızı yıkayınız, yani tabii
bedensel kuvvetleriniz açısından, lezzetlerde ifrat ve şehvette düşkünlük
tozlarını gidermekle temizleniniz. Bedeni, ayakta durabileceği bir itidal
derecesinde temizleyiniz. Bu beyana göre lezzetlerde ifrat ve şehvette
düşkünlük etmiş olanlar, kalplerinin, kendileriyle huzur duyacak ve dua etmeye
müsait olabileceği bir safhaya dönüşüne kadar, tabii kuvvetlerini riyazet ve
ahlâk ilimleri suyuyla yıkamağa muhtaçtırlar.” (5 Maide, 6) İlahi ilim suyu ile
temizlenip Hakka yaklaşın ve şükredin.
“Ortada, açıkta, görünür, olanın
anlatmaya çalıştığı hafi, gizli olanı, görünür olmaya çalışanı ilmini, görmeden,
hatta inkâr ederek, surette kalmayınız. Aşikâr olarak görünen ‘arz’,
görünmeyen, henüz bilinmeyen ‘ilimden’ rızkını alır. Arzın, dört temel
anasırdan alacakları takdir edilmiştir. Yeryüzü ve gökyüzü veya arz ve sema
olarak bilinen oluşumlar, Haktan rızkını hakça, dengeli bir şekilde, aldıkça
oluşur, açılır, gelişir.” (41 Fussilet, 9,10) Atamızın tercüme ettirdiği
Tevilatı Kaşaniye kitabında anlatıldığı gibi her insana, ‘Benlik’ kazandıran
‘Efal-Sıfat-Zat’ kavramlarının, aslında Allah’a ait olduğu, ilmiyle öğretilir.
Bu makamlar Fenafillâh makamlarıdır. Bunların yerine insanın, Hakkın efali,
Hakkın sıfatları ve Hakkın zatıyla yeniden dirilmesi beklenir. Bu makamlar, ayetlerde anlatılmıştır.
İnsanın, Yeniden Dirilişinin, Hakkın
efal, sıfat ve zatıyla olabileceği öğretilir. Halvete giren kişinin, tefekkürle
oluşturduğu vakum ortamında, Hakkın verdikleriyle, Hakka kavuşur. (1)
“Hakk’ın delili, gölgesi, olan tevhit
ilminden ilk halk edilen cevherin, Celalî nazarla hayâsından, edebinden, taşıp
yayılmasından, sonra uygulanmış olarak açığa çıkan, ilmi hıfzedici kuvvetlerin
izdihamıyla, temessül ve tecessüm ettiniz. (2) ilimden başka bir şey
olmayacak şekilde, bedenleştiniz.” (3) Diğer bir deyişle, “Önce
hiçbir şey yoktu, vakum ortamında, yokluktan, var olan, ortaya çıkan Tevhit İlmi
yüklü enerji damlası, zuhurunun şiddetinden görünmedi. Hakkını, Hak’tan, hakça,
adaletle, alarak, ortaya çıkışıyla; bir ‘şey’ var oldu ve ışık, parıltı, aydınlık, nur oluştu. Nurun, fotonun
maddeleşmesiyle her şey halk olundu, canlılık yaratıldı ve insan inşa edildi.” (4) İtidal, Adalet ve
Denge, ruh güneşinin, kutsal bedende
gurup etmesiyle sonradan oluşan karanlıkta, farklı titreşimler halinde,
kuvvetlerden oluşan zerrelerin temelidir.
İnsan, araştırır, inceler, bir meyve
ağacının çekirdeğindeki, DNA’sındaki; ilmin, dört anasıra, toprak, hava, ateş
ve suya, hükmederek, ağaç ve meyveyi, amacına uygun olarak yetiştirip,
mükemmelleştiğini bulur, idrak eder. Ancak, insan, bunu kendisine uygulayıp,
kendisindeki tohumun ilminin, fıtratının mükemmelleşmesini, Kitapta okumasına
rağmen, sağlayamaz. Kendi maddesinden soyunup, kurtulup, kendi ilminin idrakine
ermekte güçlük çekebilir. Kitapta anlatılan ve açıklanan, Sıratı Müstakim
olarak bildirilen, Seyri Süluk aşamalarından, biri zahir iken biri batın olan,
Hak ile Halk dengesini sağlayarak, geçmek gerekir. Farklılaşarak belirginleşip
mükemmelleşme işinde, denge kurarak, başarılı olup, Kendini ve Rabbini bilmesi,
İnsanın Yaratılışının, inşasının, amacıdır.
Umarım biz de, Yaratılış amacımıza,
sıratı müstakimden dengeli geçerek, ulaşabiliriz!
Necdet Altınay 06012024
(1)
http://necdetaltinay.blogspot.com/2023/03/evliya-olgunlugu.html
(2)
https://necdetaltinay.blogspot.com/2018/07/hakikatin-golgesi-insanlkhali-deyip.html
(3)
https://necdetaltinay.blogspot.com/2017/04/rahmani-rahim.html
(4)
https://necdetaltinay.blogspot.com/2019/03/ilim-ve-insan-kanttr.html
İnsan, Dünyaya getirilir doğdum der,
büyütülür büyüdüm der, öğretilir bildim der,
aklı verilmiştir akıllandım der, tüm yetenekleri verilmiştir yetenekliyim
der, hayatı ihsandır, kendisi bağışlanmıştır. Cemadat halk edilmiş, canlılık
yaratılmış ve insan inşa edilmiştir. Nehirde akan kütüğün ‘Gidiyorum’ deme
hakkı vardır. Hayatın ‘Doğal Süreç’ akışının farkına varan insan, ‘Özgürüm’
deme hakkına sahiptir. Ruh ve Bedenin arasında ‘Nefsanî Canlılık’
yaratılmıştır. Ahit olarak verilen ‘Süreci’, idrak ederek sürdürmemiz ahde vefadır!
Günlük hayatta, özde, İslam’a
tabiyizdir. Kurallara uymak, nefsi terbiye etmek, oruç tutmaktır. Ruha, ilme,
tabi olmak, itaat etmek namaz kılmaktır. Bir şeyi yerinde, zamanında, dozunda
yapmak için incelemek, araştırmak hacca gitmektir. Kişiliği oluşturan
bilgilerden isteyene veya ihtiyacı olana vermek zekâttır. Yapılan iyi, güzel ve
doğru şeyleri dil ile ikrar edip anlatmak, kelimeyi şahadettir. Herkes içinden
geleni yapar, fıtratına uyar, din de
budur, düzen de, Kur’an da onu der. Yapıyoruz bari bilerek, idrak içinde
yapalım. İnsanın bedeni vardır ama yalnız beden değildir, nefsanî duyguları
vardır ama hayvan değildir, kalbinin huzurlu olmasını ister, ruhunun, ilminin,
gereğini idrak eder. Her düzeyin idraki o düzeyin namazıdır denebilir. Nefsin Rıza,
Yatsı namazını, Kalbin Huzur, Sabah namazı izler. Nefsini, kalbinin sesini
dinlemeye ikna eden, sır bilgileri almayı hak eder. Böylece Sırra Erme, Akşam
namazı kılınır. Benlik ve bencillik yok edilip, hakikat güneşinin batıdan
doğuşu sağlanarak, yüceliş yolunda, Ruhun Şuhut, uyanıklık, İkindi namazı eda
edilebilir. Hakkın ruhuyla dirilerek, ledün, hakikat, ilminin idraki zevkiyle
Şükür, Öğle, Gizlinin Keşfi Hafa namazı kılınır. Hakikat güneşinin istivasında,
en tepesinde, gölge, kul ve namaz yoktur, Cuma hariç! Özet olarak, bünyemizdeki
kuark, elektron, nötron, atom, hidrojen,
oksijen ve su kütlesinden, hatta DNA, hücre, kalp ve beyin gibi organlarımızdan
söz edilmez. Bunların hepsi kendilerini bizim varlığımıza, ilmimize feda etmiş,
fani olmuş, fena bulmuş, kendilerini bilgileriyle teslim etmiş durumdadır. Her
biri ‘ayrı bir şey’ iken, özellikleriyle, küp şeker gibi bilgi küpü iken, artık
yalnız biz varız onlar yok. Bilgileriyle, bizim insanlık ilmimize itaat ederek,
tabi olarak, bize biat etmişlerdir. Hepsi de bizim birlik ve bütünlük,
vahdetimize delildir, şahittir, kendilerince bize teslim olmuşlar, bize çalışır,
bizi anarlar. Bedenimizde, ‘Biz’ ve ‘Onlar’ var gibi ikilik oluşturacak şekilde
yokturlar, mevte ermişlerdir. Bu bağımlı ve bağlantılı halleri, beden dilinde
bir anlamda, onların, namazdaki miraçlarıdır. Her şeyle, herkes ‘Bir İlmin’
uygulaması, ‘Bir ve Tek’ bütünün parçası ise, her şeyin bilgisi ve işleyişi,
ilmine tabi ise biz bağımsız ve bağlantısız, hür, olmamızı neye borçluyuz?
Cehalete mi? Hakikati bilip idrak edersek, Hak’tan ‘Kopukluğumuz’ kalır mı?
“Günlük hayatta, çevresinde
muhteşemin ihtişamını görerek, kalp huzuru içinde oluşu ve huşu duyuşuyla,
namaz kılan kişi, Hak ile meşgul olduğundan, faydasız şeylerden kaçar, yüz
çevirir ve benlik sıfatından vazgeçerek, zekât vererek, huzur ve hazlarının
fazlasından kaçınır. Lezzet, şehvet ve hazlarının, hukukunu koruyan yakin
sahibi müminler, kurtuluşa götüren mevte ererler, Hukukun dışına çıkıp fazlaya
kaçanlar, nefsin tüm isteklerini yerine getirenler, nefislerine düşmanlık
ederler.” (23 Mü’minun, 1-7)
“Tevhit İlmini İdrak Edene, her yönde
Hakk’ın yüzü görünür, perdeler ortadan kalkar. Her iş ve eylem ilmin bir
uygulamasıdır. Nefsin oluşumu, canlanması, hayat bulması ve yaşaması ilimle
olur. Maddeyi ilimden ayrı düşünmek yanıltır.” (39 Zümer, 9) “Kütlenin,
maddenin, hakikati bilinirse, kütlenin, tevhit ilmi yüklü ışık enerjisi olduğu
idrak edilir. Mutlak vücudun ortaya çıkmış, görünür olmuş, sıfatıdır. Her cisim
ışır, ışık saçar, ışınım halindedir, hakikatini görünür kılar, enerji yayar.
Akıl güneşi, vücut gölgesine delil, şahit kılındı. Akıl delili, gölgenin
hakikatinin, vücuttan farklı bir şey olduğunu doğrular, kanıtlar. Akıl güneşi
delalet etmezse, gölgenin vücudu ile hakikati arasında ayrılık olmazsa, vücut kendiliğinden var olmuş olur. Vücudun,
ilminden ayrı ve gayrı bir ismi, cismi ve resmi olamaz ama farklılığa yalnız
akıl şahitlik eder. Gölgenin vücudu olmazsa hiçbir şey olamaz, eşya mevcut olamaz. Gölgenin vücuttan gayri
bir şeyi, yani hakikati, olduğuna ancak akıl şahittir. Tüm güç, kuvvet ve
kudret Allah’a aittir. Sonra gölgeyi ifna ederek, ortadan kaldırarak, elde
tutabiliriz. Her an mevcut olan herhangi bir fani ‘şey’in fena bulması,
evveline, oluşuna, nispetle kolaydır. Ele alınan her şey, her an, başka bir
mazharda zahir olur. Tutuşun ve yok, ifna, edişin o şeyi tamamen ortadan
kaldırmak olmadığına; o şeyin suret ve
hakikatini ezelde ve ebeden kaydeden akıl şahitlik eder. Akıl, Hakk’ın elidir.
Tutuş ve ifna, o şeyin değişime uğramasıdır,
tamamen yok olması değildir. Yok, ifna, ediş mevcut olanın bir önceki
halini, hakkın eli veya pençesinden ibaret bulunan, akılda tutmaktan men etmek
ve yeni haliyle kaydetmektir. Nefsin zulmet gecesi insanlara libas, elbise kılınmıştır. Bu zulmet, sizi istila
ederek Hakk’ın zat, sıfat ve gölgesinin müşahedesinde, sizi setir eder, örter.
Hayat ve dünyada, gaflet uykusunda uyutur. Hadisi şerif: “Bütün insanlar
uykudadır, ölünce uyanırlar.” Uykudayken, “Daimî Hakiki Hayattan” gafil
kalırsınız. Kalpleriniz, ilim, ruh,
nuruyla hayat bulunca, his uykusundan sonra, kutsal âlem fezasında dağılıp
yaşarsınız. Ruhani güçler âlemine, sizi temizleyen pak ilim suyunu indirdik. O
ilim suyu, hakikatlerin, asıl vatanlarının, unutulmuş olan ahitlerin ve aslın
güzelliğinin, hatırlanması için indirilmiştir.” (25 Furkan, 45-50) Âlemde her
ne var ise, aynı, Âdemdeki ‘şeyler’ gibidir!
Allah’ın, ilmiyle âlim, nefsiyle
kaim, vücuduyla mevcuduz. Kalp Çocuğu, eril Ruh ile dişil Nefsin evladıdır. Firavunun
annesi Nefsi Emmare, azgın; Hz. Musa’nın annesi Levvame, levm edilen, kınayan; Hz. İsa’nın annesi Mutmain, huzura
eren; Hz. Muhammed’in annesi Mülheme, ilham alan, makamında denir. “Resul’ün kalbinin
ruha açılan kapısı, Şuhut’ta, şahit oluşta, ruh makamına yücelmiş, tüm sıfatlarıyla
Zatı müşahede edici, Hakk’ın vücuduyla mevcut olan kalptir. Resul’ün gönlü, cem
makamında görmüştür. Burada kul yoktur.
Cem’i vücut, vecih-i bakidir, cem'i sıfat ile mevcut Zat demektir.” (53
Necm, 11)
Umarım, biz de, hayatın akış
sürecini, vuslat idraki içinde, sürdürürüz!
Necdet
Altınay 20012024
Cemadat, Nebatat, hayvanatla İnsan,
Oluşturur Evreni, baştanbaşa her an,
Yoktur tesadüf, yalnız insana verilmiş,
Nutuk ile olmuş insanı kâmil ve ermiş.
Nefsiyle kaim, vücuduyla mevcut biz,
İlmiyle âlim ve de arif olursak, biliriz,
Yoktur gayrisi, zanlarımızla şirk ederiz,
Beşer aklıdır şaşar, biliriz zannederiz.
Yalnız akıl bilir mevcutla ilmin farkını,
Şey’in olamaz ismi cismi resmi ilimsiz,
Akıl çözer, mevcudat ile ilmin çarkını,
Hak gölgesidir ilim, var olmaz bilgisiz.
Gölge uzarsa, vücut mevcudata döner,
Akıl Güneşidir kanıtlar, olmazsa söner,
Her varlık bilgisinin küpüdür, özü bilgi,
Maddeden soyun, akıl yaşatsın idraki.
Kalbin parlak bölümüdür bilendir Akıl,
Hakkın elidir, akıl, tutar, kalamaz atıl,
Her an yeni bir şendedir, yeniyi tutar,
Tutarsa Hakkın eli Hakkı, Benliği atar.
Böylece, zannı bırakıp hakikati tutuş,
İbadettir hem, ‘Bencillikten’ kurtuluş,
Fani oluş, fena buluştur işte bu tutuş,
Hakkın eli akıl Hakkı tutarsa vasıl oluş!
Necdet Altınay
17012024
Altın ve demir gibi ağır metallerin
oluşumu için Güneşin basınç ve sıcaklığının yeterli olmadığı bilimsel bir
gerçektir. Güneş sisteminden önce bu bölgede bir Nötron yıldızının olduğu, çok
büyük bir sıcaklık içinde ve basınç altında, en parlak döneminde patlayıp geniş
bir çevreye, büyük bir toz ve gaz bulutu şeklinde, ayetin dediği gibi ‘atılmış
yün ve pamuk misali’ dağıldığı da bir gerçektir. Kısaca, Nötron yıldızı, parlak
bir ışık iken, Güneş sistemi halinde; Batı’dan, maddeden tekrar doğmak üzere,
gurup etmiş, Dünya oluşmuştur. Işığın içindeki elektrik, manyetik ve
elektromanyetik kuvvetlerin, izdihamı, toplanmasıyla, kütle kazanıp
cisimleşmiş, maddeleşmiş ve bedenleşmiştir. Bedenimizde bile, bu nedenlerle,
ağır metaller bulunur. (1) Çeşitli atomlar, Evrenin ilk oluşumundan gelen,
bilgi, sevgi ve muhabbet kodlarıyla, DNA’mızı oluşturmaktadırlar. Din de Bilim
de bunu böyle açıklar!
“Tevhit İlmi Kitabı, sevgi ve
muhabbet koduyla, enerjiye yüklendi ve ilk indirilen cevher zuhur etti, ortaya
çıktı. De ki: Bilinmek, için kâinat yaratılmıştı, tevhit benimle kemal buldu,
sevdim, sevilen, sevgili oldum, fıtrat benimle amacına ulaşmış oldu. Böylece
benim tevhidim ve muhabbetim olgunlaştı. Ruhun, tevhit ilmi olarak idrakiyle,
ruhta vahdet ve kalpte muhabbet tam oldu, nefiste de adalet zuhur etti. Vahdet,
muhabbet ve adaletimin kemali nedeniyle sevildim habip oldum. Tevhit İlmi habibullahın
hakkı oldu. Hak, Muhammed'le zahir oldu. Hak, zahiren ve batınen Muhammed’dir. Zira kalbin tecerrüdü, sıyrılıp
soyutlaşması, ilmin zuhurudur.” (42 Şura,1,2; 17) (55 Rahman, 19) “Hakk’ın delili, gölgesi, olan
tevhit ilminden halk edilen ilk cevherin; Celalî nazarla hayâsından, edebinden,
taşıp yayılmasından sonra, uygulanmış olarak açığa çıkan; ilmi hıfzedici
kuvvetlerin izdihamıyla, temessül ve tecessüm ettiniz, cisimleştiniz. İlimden başka bir şey olmayacak
şekilde, bedenleştiniz.” (25 Furkan, 45) “Elçisinin kalbi, kaaf, var olanların tümünü kapsayan
arştır; elçinin aklı, kesrette var olanların tümünü ayrıntılarıyla ve fiile
çıktıkça bilir, her şeyi kapsar, ilmine erer. Arzda vücut bulup mevcut olan ve
fıtratlarını gerçekleştiren her şey önce istidatları ile arşta var olur. Arşta
istidat olan, arza fıtrat olarak iner.” (50 Kaaf, 1) “İlim Kalbin malıdır,
ruhtan ilmi sevgiyle birlikte alır, ilmi sever ve sevdirir, Kalp ilim ile önce
kendini güçlü kılar, güçlendirir, bilir ve sever, sevdikçe bilir, bildikçe
sever. Kalp, ilim ve sevgisiyle, ruhani kuvvetleri besler, nefsanî kuvvetlere
vererek, zekâtını vererek, onları ruh babalarından yetim bırakmaz böylece
onları, şehvet ve dünya esaretinden kurtarır, gayra nazardan nefsini temizler.”
(2 Bakara, 177) “Takvadan zırh yapmak için Davut’a zırh yapma sanatını
öğrettik. Takva ne kadar güzel, kuvvetli ve metin bir zırhtır.” (21 Enbiya,
78-83) “Takvanın tüm mertebelerini geçenler takvada kâmil olurlar. Önce
efallerinden, fiil, iş ve eylemlerinden sonra sıfatlarından ve zatlarından,
yani vücutlarından, sakınırlar. Kamil takva sahipleri, Allah’a ve kullarına
dostturlar, muhabbetleri bakidir. Takvanızın mertebelerini Allah bilicidir. İman,
Bâtıni ve kalbîdir, İslam ise zahiri ve bedenîdir. Hakiki iman, şek ve şüpheden
arınmış kalpte sabitleşen ve kararlaşan yakınlaşmadır.” (49 Hucurat, 13,15) “Takvanın
evvel mertebesi, haramlardan sakınmak,
ahir mertebesi, benlik ve
ikilikten sakınmak olduğu gibi tövbenin de evveli günahlardan rücû, ahiri de
vücut günahından rücûdur.” (66 Tahrim, 7,8)
“Marifet mahalli ve Rahman’ın arşı
olan kalbin vücudu; ancak ruh nurunun, ilmin idrakinin ve nefis zulmetinin
uyumlu karışımı ile olur. Kalp, ruh ve nefsin toplam karışımından doğmuş bir
mevcuttur. Nefsin bedenselliği olmasa kalpte manalar anlaşılıp zapt olunmaz.
Nitekim ruh makamında yalnız safa ve nurluluktan, manalar, zapt ve beyan
olunamaz. Ruh, kalp, nefis bir hakikattir. Beden, hayvani ruh ve hayvanî
kuvvetlerin cümlesine nefis denilir. Bu nedenle nefsin takvası insanlara farz
olmuştur.” (91 Şems, 4-8)
Haberleşmede, baştan sona, ilk ve son
mesajın anlaşılması süreci bir bütündür. Harflerden olan kelime, kelimelerden
oluşan ifade, ifadelerden çıkan anlam ve toplam mana bir bütündür. Harf ve
kelimelerden oluşan bir Kitabın dediği ve demek istedikleri bir bütündür. Her
haber, mesajlar, mesajları gönderen ve alanlar, mesajlara anlam verme ve
anlamlardan bir mana, bir haber çıkarma işlemleri, bir bütündür. Elektronik bir
mesajı ‘göndermeç’ gönderir, ‘almaç’ alır, depolanan bilgiler hafızadan alınıp
hatırlanır, manalar verilir, anlam kazandırılır. Elektronik mesaj, fotonlardan
oluşan ışığın bir ışını halinde gönderilir. Elektrik, manyetik ve elektromanyetik
dalga ve parçacık halinde yayılan ışığın ışınında kodlu halde giden veya
gönderilen mesaj, bir almaç, örneğin bir sonraki nöron hücresi, tarafından algılanır. (2)
Her algılayan ‘almaç’ mesajı anlayıp tekrar kodlayıp gönderir. Bu olaylar
mesajın gideceği hedefe kadar tekrarlanır. Hedefe varan mesaj, son defa
algılanıp depolanır. Örneğin beyinde toplanan mesajların tümü depodan alınıp
anlam kazandırılır. Bilgisayar örneğinde, ‘0’ ve ‘1’ler halinde kodlanan
mesajlar, depolanıp bir bütün halinde anlam kazandırılmasa, ‘0’ ve ‘1’ler bir
anlam vermezler. İşte ayette geçen “Nitekim ruh, ilim, makamında yalnız safa ve
nurluluktan, manalar, zapt ve beyan olunamaz. Ruh, kalp, nefis Bir Hakikattir”
ifadesi anlam kazanır. Bedenleşme ve kütle kazanım yani maddede ilmin, ışığın,
gurup edişi, olmasa, ruh ve ilim anlaşılmaz, Nefis olmasa, Kalp ve Ruh
anlaşılamaz. Bu nedenle ‘Ruh, Kalp, Nefis bir Hakikattir’. İlk önce Sevgi
kodlarıyla kodlanıp indirilen Tevhit İlmi Güneşi, Nefsanî Bedene dönüşen Ruh,
Kalpte İdrak ile uygulanmış ve anlaşılmıştır. Ruh, bedende grup etmese ve
tevhit ilmi Güneşi Batı’dan doğmasa, Kalpte idrak edilemez.
“Allah’ın bilgisi, sevgisi ve yardımından,
ibaret olan Sırat Köprüsü; kendilerine özel olarak verilen nimetle, evvelen,
ahiren, zahiren ve bâtınen, Hakkın baki yüzünü Şuhut edip, müşahedelerinde fani
vücutlarından gaip, yok, olan Nebi ve velilerin yoludur, takva ve seyri süluk
da denebilir.” (1 Fatiha) Varoluş sürecinin tümü, İnsan için tasarlanmıştır.
Din ve Bilim aynı Hakikati söyleyip açıklar. Evrenin ilk anında, sevgi ve
muhabbetle kodlanarak ortaya çıkan ve Tevhit İlmiyle, DNA misali, sarmaş dolaş
olan, kudret ve kuvvetler, toplaşarak kütle oluşturur. Kütle, Boşluğu büker,
ışığı çeker, maddeleşme oluşur, ruhun ilmi Kalbi, Kalbin idraki Nefsi
oluşturur. İnsan, Hakikati idrak ederek nura, ilme kavuşur.
Umarım, aklımız Batı’dan doğan
Güneşle Tevhit İlmini anlar, Kalbimiz de idrak eder!
Necdet Altınay O3012024
(1)
http://necdetaltinay.blogspot.com/2024/01/varolusun-hassas-dengesi.html
(2)
https://pursuit.unimelb.edu.au/articles/reading-the-body-s-electrical-signals-to-treat-illness
İnsanlar, ezelde, daha saf ve temizdi
belki de. Kalplerden tozu toprağı, kiri, pası, silmek, temizlemek bugünkü kadar
zor değildi. Gittikçe nefsanî lezzet ve zevklerin çoğaldığı gözlenebilir. Emme
basma tulumba misalinde; su, önceleri yüzeyde olabilir, tulumbaya bugünkü kadar
su doldurmak gerekmeyebilir. Evvelde, düşünüldüğünde, her şeyin ardındaki ilim
kolayca görülebilir, idrak edilebilirdi. İnsanların içi dışına aksedebilir,
yansıyabilirdi. Bugünlerde, ‘şey’lerin ardındaki ilmi açığa çıkarmak için, daha
derin düşünmek, tefekkür etmek gerekli olabilir. Kendini huzurda, huzur içinde
ve huzurlu hissedenler, içindekileri dışına çıkarmakta zorlanmaz. İçindeki
güzel düşünceler, akseder, nakşolur, nakış olur, açığa çıkar, sanat olur.
Kalpteki sevgi çevreye yansır. İçtekinin dışa yansıması, aksetmesi, sanat ve
mimarlık olurdu. İlk insanların, Doğada, korktukları için Tanrı fikrine
sığınmalarını düşünmek tarihi yanılgı olabilir. Tanrı, yansımış kulu olmuştur.
Tanrı kulunu sevdiği, bildiği ve gördüğü için kul da Tanrıyı sever, bilir ve
görür. Bu da gerçek bir yansımadır. Halk, aynen Haktır, batını Hak, zahiri
Halktır; Hak, Halk olarak görünür!
“Vücutta evvelde, ahirde, zahirde,
batında, Allah’tan başka mabut, ibadet edilen, yoktur. Ondan başka her neye
ibadet olunsa ibadet, başkasına vaki olmaz. Bilinsin bilinmesin hep O'na ibadet
edilir. Çünkü O'ndan başka mabut ve mevcut yoktur. Her mevcut olan O’nun
aynadaki aksidir, aksetmesi, yansımasıdır. Allah, hay yani diridir, var
olandır, diri olandır, canlı olandır, yaşayandır. Hayatı, zatının aynı ve her
hay, diri olan şey ancak O’nun hayatıyla hay olur, diriliğiyle diri olur,
canıyla canlanır. Allah, nefsiyle kaim olan, duran, kayyumdur, hakemdir. Ve her
kaim olan şey, onunla kaimdir, kendi adına O’nun yerine geçer. Allah'ın kıyamı olmasa
bir şey vücutta kaim olmaz; hayatta kalamaz, ayakta duramaz, kimse kimsenin
yerine geçemez.” (2 Bakara, 255) Allah, kulunu sevmeden, Kul, Allah’ı sevemez! Kul,
Allah’ı sevmedikçe, Allah kulunu sevmez! Ya kulum, seni zikrettiğim gibi sen de
beni zikret! Önce, ezelde, Allah kulunu sevmiş de yaratmıştır ki kul Allah’ı
sever! Allah, yokluk aynasına bakmış da Vücudu, mevcudat olarak görünmüştür! Görünen,
Görenin Görüntüsüdür! Allah’ım ne büyüksün, Ben diye de görünürsün!
“Kitabı indiren Allah, sıfatlarının
tümünün, nefsinde uygulanıp gerçekleştirilmesi nedeniyle, nefsine mutmain,
tatmin, olarak şükretti. Şükrettiği nefsi, Abd-i Hu, kulu, olarak, Muhammet’e
tahsis etti. Yani, İlahi olgunluk, Celali ve Cemali sıfatların tümünü,
Muhammet’in zatı, vücudu, üzerinde izhar etti, zahir kıldı, gerçekleştirdi,
ortaya çıkardı, yaşattı. Bu zahir ediş, Muhammet’i, Mutlak kemali, olgunluğu,
olgunluğun istidadını bilfiil Muhammet üzerinde uygulamak demektir. Kuran’ın
MUHAMMET’E inzali: hakikatin ve vahdetin tümünün, gizli hazinesinden, insan
nesli üzerine ibrazı, aktarımıdır. Kitapla cem'in ibda'ı, yaradılışı ve hakikatin
ibrazı, nüzul ve ûruç, iniş ve yücelme, itibariyle bir yansımadır. «İnzal»
hakikatte: Allah’ın, «Nebi’sine hamt etmesidir.» Zira «ğaybul-ğaybte» gizlenmiş olan manası, MUHAMMED’İN kalbine
inzal olunmadıkça, inmedikçe, «MUHAMMED’İN ALLAH’A HAK hamdiyle hamt etmesi»
mümkün olmazdı.” (18 Kehf, 1)
“Hak Teâlâ, «O, abd-i kâmilini, olgun
kulunu» Muvahhit, tevhit eden mümin ve Hak’ta fâni olmaları için «Kayyum» yani emrettiği
gibi istikamet sahibi kıldı. Yani, MUHAMMED’İN, tüm insanların bazılarını kahrı
ile korkutup kötülükten alıkoyarak, bazılarını lütuf ile müjdeleyerek, gazap ve
şehvet sıfatlarının, şecaat ve iffete dönüşmesi için «Allah» «MUHAMMED’İ Kayyum
kıldı».” (18 Kehf, 2) “Müminlerin tümü, hay ve kayyum olan Zat’a teslim oldular.
Hepsi Hay ve Kayyum’un kudret ve kahrına tabidir ve mülkünün esaretindedir. Ne
kendi nefsiyle ve ne de gayri bir şeyle hayat bulur, ne de kaim olur. Hayat ve
kıyamı, ancak Onunladır. İstidadını körelten ve fıtratının sefasını sürmeyerek
«nefsine zulüm» edenin yüzü kararır ve karalığı sebebiyle «nuru kabul etmek
imkânı» ortadan kalkan kimse, muhakkak Hakk’ın nurunun rahmetinden ve şefaat
edicilerin şefaatinden mahrum kalmıştır. Temizlik ve arınma ile güzel ameller
işleyen kimse, hakiki imanının kalıcı olması halinde, kendisinde hâsıl olan
kemalin noksan olmasından korkmaz.” (20 Taha, 111, 112) Fıtratın sefası
sürülmelidir.
Bir süre nefis orucu tutanda, Gazap
ve Şehvet kuvvetleri şiddetlenir. Şeb-i Aruz, Gerdek Gecesini ve Hz. İbrahim’in
‘Rabbim ölüleri nasıl dirilttiğini göster’ nidasını hatırlatır. Kendi âleminde,
kibir Kartalı, hırs Kargası, gösteriş Tavusu ve obur Kazın sıfatlarını
yaşayarak çevresinde dolaşır. Halden hale geçip, her anda bir şende olarak,
sevmek istediğinde sevilmek isteyen bir eşi, tüm canlılar arasında, arar. Nutuk
yeteneğiyle aradığı nitelikte birini bulur. İşbirliği içindeki Gazap ve Şehvet
kuvvetlerinin, Nutuk kuvvetine yardım ettiğinin farkındadır. Aramada baş döner,
canavar nefis azar, beşer akıl şaşar, gönlü akar, bendini aşar, göz güzel
çirkin görmez, kulak doğru yanlış dinlemez. Arayan sonunda bulur, çünkü ondan
sonra aramaz. Çok sev ki seni sevsin, hem sevilmek istesin. Sevilmek isteyeni
sevmek aşka gider. Artı ve Eksi yüklü elektrik ile Güney ve Kuzey kutuplu
manyetik kuvvetlerin buluşup kavuşması misali, öyle bir süre geçer ki zıt
kutuplar kaybolur, Birlikte Benlik kalmaz, gerdekte kendinden geçer. Halden
hale geçişler son bulur, aşırılık gider, kişilik biter. Sevgi, aşk ısıtıp
yakmış, akıl yitmiş, kalp atışı, kan akışı hızlanmış, Nefis, tatmin, mutmain
olmuş. Maddeden soyunup, arınır, fani olup fena bulur, kalbe, ruhun nuru, ilmin
idraki yansır, halin hoşluğu tüm varlığı kaplar. Vahşi kuşlar ölür, küllerinden
yeniden doğuşta, onların yerini; kibirsiz, hırssız, alçak gönüllü, kanaatkâr,
kalbe ruhtan haber veren güvercin ve muhabbet kuşları alır. İnsanı esir eden
kuşlar gitmiş, hizmet edenler gelmiştir. Gazap ve Şehvet, yırtıcı kuvvetler
ölür, Şecaat ve İffete dönüşür. İstidat gerçekleşir, fıtrat sefası ‘Benliksiz’
sürülür. İnsan, yansıma sonunda, şükür ve zikir ile olgunlaşabilir!
Umarım, biz de küllerimizden yeniden
doğup, Hakka, idrakle, vasıl olabiliriz!
Necdet Altınay 17022024
Hakikati idrak etmesi
amacıyla yaratılıp donatılan insan, buluğ çağına geldikten sonra kendini bilmek
için olgunlaşmayı seçip seçmemesi konusunda serbest bırakılmıştır. Bireysel, kendine özgü, yetki ve
yetenekleriyle, verilen akıl, fikir ve düşünme gücüyle ya nimetlerin peşinde
koşup verilenleri alıp gidecek ya da geriye dönüp nimetleri vereni arayıp
bulacaktır. Bireysel bencil fiil, sıfat ve vücudunu, Nefis, Kalp ve Ruhunun
sonsuz rengiyle, kendi çapında kullanmayı seçerse, her alanda sınırlı
kalacaktır. Nimet, yetki ve yeteneklerinin kaynağına yolculuk yapmayı seçerse,
elindeki emanetleri teslim edecek, yerlerine Yaratıcının fiil, sıfat ve vücudu,
kullanmasına izin verilecek ve özgürleşecektir. Bireysel düzeyde, kabzetme ve
bastı, darlıkla azlığı ve bollukla bereketi, hak ettiği ölçüde verilir. Az ile
yetinebilir, bedensel olan Mevt ile cismani hisler olan hayatı, hafızası olan
Akılla yani Hakkın Kabzasıyla, elinden alınarak bolluk ve ferahlık da
yaşayabilir.
“Şuurunuzun, nasip ve kısmetinizin açılıp
kapanması elinizdedir, düşüncelerinize ve yaptıklarınıza bağlıdır. Siz kendi
sıfatlarınıza karşılık olarak Hakkın sıfatlarını indirebilirsiniz. Bireysel ve
bencil sıfatlarınızdan vazgeçerseniz, Hakkın sıfatlarıyla sıfatlanırsınız. Hakkın
sıfatlarının nüzulünü ve sizde zuhurunu talep edebilirsiniz. Elinizde mevcut
olanlara kıskançlık edip etmemenize bağlıdır. Allah, kıskançlığınız kadar size
darlık ve azlık, cömertliğiniz kadar misliyle size bolluk ve çokluk verir.” (2
Bakara, 245) “Cebrail, insan aklı ve fikri; Mikail, bitkilerin ruhu ve aklı;
İsrafil, hayvanatın ruhu ve aklı; Azrail, insan ruhu ve aklıdır, vakti zamanı
gelince, kabzederek, Allah’a teslim eder.” (2 Bakara, 87) “Ölüm Meleği, iyi
ahlak sahibi, hayır ehli, Salih kişilerin ruhunu, halim, selim, mülayim
görünerek, kabzeder ve buyurun cennete der. Kötü ahlak ve çirkin sıfatlı, şer
ehli şakilerin ruhları, korkunç görünümlerle kabzedilip cehenneme gönderilir.
Nefis perdelerinden kurtulup kalp makamına eren, fıtratının aslına dönüp nurlanan
kalp sahiplerinin ruhları, kamu vicdanı da denen ölüm meleği tarafından ayrıca
kabzedilir. Kalp makamından Şuhut mahalline yücelen ve Rableri ile kendi
aralarında perde kalmayan tevhit ehli kişilerin ruhunu Allah kabzeder ve onları
nefsine haşreder.” (3 Ali İmran, 97; 32 Secde, 11; 39 Zümer, 42; 19 Meryem, 85; 16 Nahl, 28)
“Olgun bir insanın Kalbinin, Nefsine tam hâkim olması, nefsin Gazap ve Şehvet
Kuvvetlerinin her çeşidinin tümüne dirayetle Hükmetmesi ve vücut Memleketini,
birlik, dirlik ve beraberlik içinde iyi idare etmesi beklenir. Hükmedemez ve
hâkim olamazsa, bu Kuvvetler, işbirliği ve eşgüdüm içinde, kalbi esir edip,
kuvvetlerin her biri kendine özgü lezzetleri talep edip, bölünüp, birbirleriyle
savaşarak, Kalbi kabzetmeye kadar götürebilir.” (6 Enam, 65) “Kulların
istidatlarına muttali olan Allah, kullarından dilediğine rızkı çoğaltır ve
genişletir ve dilediğine, kabzedip, darlık verir ve noksan eyler.” (13 Rad, 26)
“İzafi vücut ile gölgenin nasıl uzatıldığının farkında mısın? Bil ki eşyanın mahiyeti, aslı, esası, özü ve
ayan, apaçık, olanın hakikati yani ilmi, “Hakkın gölgesidir” ve “Mutlak
vücudun” sıfatının âlemi oluşturmasının işaretidir. Görünen eşyanın hakikati
olan ilim, Hakkın gölgesidir. Eşya, Mutlak vücudun sıfatlanmış halidir. Vücudun
hakikatinin sabit bulunduğu yer Ümmül Kitaptır, Levhi Mahfuzdur, Gaip, adem,
Yokluk Alemidir, Hakkın Hazinesidir. Gölgenin uzatılması, ilim ile her şeyin
zahir oluşudur.” (25 Furkan, 45)
“Gölge uzatılarak, Hakkın kendisi,
yoklukta gizlenmekten izafi vücut fezasında bariz olmuş, görünmüştür. Hariçte
zahir olan vücuttan ibaret olan nur ismi ile eşyanın ve görünen mevcutların,
ezeldeki ilmin halinin izhar edilmesidir, açığa çıkarılmasıdır. Mevcutlar nur
ile hariçte zahir olur görünür.
Mevcudat, ezeldeki ilmin izhar edilmiş halidir. Yokluk, adem, vücut
hazinesidir, sırf yokluk değildir. Hakkın ilim ve gaip hazinesinde olmayan bir
şey asla zahir olamaz, vücudu mümkün olamaz. Her şey, icat ve ıslah, gaip âleminde sabit olan şeyi izhar ve ifadan
ibarettir. «îcâd ile idam, yok etmek»,
ancak gaipte sabit olan şey'i izhar ve ifadan ibarettir, başka bir şey
değildir. Sonra ‘akıl güneşini’ ‘Vücut gölgesi’ne delil kıldık. Akıl delili,
‘Gölgenin Hakikati’nin, ilminin, ‘Gölgenin Vücudu’nun gayri, başkası, olduğuna
şahitlik eder. ‘Akıl güneşi’ delalet etmezse; ‘gölgenin vücudu’ ile
‘hakikati’, ilmi, arasında ayrılık olamaz, bu durumda Vücut, mevcut olur.
Hâlbuki hiç bir ‘şey’ kendiliğinden mevcut olamaz. Zira zıllin, ‘gölgenin vücudu’ olmasa ‘şey’ olamazdı. Kısaca,
gölgenin vücudundan gayri bir şey mevcut olamaz. Zira gölgenin vücudu olmasa
şey olamazdı. Binaenaleyh zillin, gölgenin, ilmin, vücuttan gayri bir şey
olduğuna ancak akıl delalet eder. Sonra zilli ifna etmekle, kolayca bir kabzetmek ile o zilli biz
kabzederiz. Zira mevcudattan her anda
fâni olan her bir ‘şey’in fena bulması geçmişine, oluşumuna, kıyasla daha
kolaydır. Her kabzedilen şey de zaten az sonra başka bir mazharda zahir olacaktır.
Kabzetmenin, ifnanın, görüneni ıslah etmek değil, belki o şey’in suretini ve
hakikatini, ezelden ebede hıfz edici
hafızası olan akıldan ibaret «Hakk’ın kabzasında» öyle intişardan, yanmak,
ışımak, parlamaktan, men etmektir. Zahir de, batın da O'dur. O her şey’i
bilicidir.” (25 Furkan, 45, 46) “Marifetinin hakkı ile Allah'ı arif olmadılar.
Allah'ı nefislerinde tasvir, takdir ve her nasıl tasavvur ederlerse, o tasavvur
ettikleri şey, kendileri gibi mahlûktur. Hâlbuki Arz, Hükümdarlığının kahredici
kudretinin kabzasında ve tasarrufundadır. Gökler de O'nun kudretinde ve
kahrındadır, dilediği gibi tasarruf eyler ve onlarla dilediğini işler. Tevhitte
fena ve kıyameti Kübra gününde şahidin Şuhut’undan gökleri dürüp ifna, yok,
eder. ‘Tevhit Şuhut’unda, görüşünde, eşyanın tümü fanidir. Her tasarruf, fiil, Hakkın
kudretiyledir, her sıfat Hakk’ın sıfatıdır. (39 Zümer, 67) “Mevti tabii beden
ile olur ve hayat, cismani hislerle yaşanır.
Başka mevt ve hayat yoktur.” (45 Casiye, 24)
Maddenin tümü, bilimsel olarak da
izafidir, gözlemciye göredir, her anı değişkendir; hakikati, ilmi, değişmez ama
şekli her an değişim içindedir. Tabii Mevt bedensel, hayat ise cismani
hislerdir. Hakkın Kabzası olan hıfzedici, hatırlayıcı akıl, mevcudu bir şekilde
tutar, eşya fani olup fena bulursa, oluşumuna kıyasla kolayca akılda bireysel
haliyle intişarı, ışıması, yanması, men edilip yeni, Hakkın fiili, sıfatı ve
vücudu, haliyle tutulur o kadar.
Umarım biz de hıfzedici aklımızda
Hakkın Hakikatinin yanmasını idrak edebiliriz!
Necdet Altınay 02032024
Amaçlarına, başarıyla
ulaşanlar minnet duyar, şükreder. Genlerinden, fıtratından, istidadından gelen
bilgi ve yeteneklerle insan ne olabilecekse onu olmalı, kendini
gerçekleştirmelidir. Eşyanın bile olgunluğunun ortaya çıkışı, eşyanın hamt
etmesidir. Bâtının, zahire çıkışı için Allah hidayet eder, yardımcı olur ki,
kendisi methedilsin, şükredilsin. Her şey bir âlemdir. Âlem ilmi kapsar. Kendi
ilminin idrakine eren kişi maddesinin, nebatat ve hayvanatının kıymetini bilir,
insan olduğuna şükreder, kemale erişine hamt eder, kendisine daha fazla hidayet
edilmesi için dua eder. Hak, kuluna tecelli eder. Ruh nuruyla, ilmin idrakiyle,
hakiki hayatla diriltilen pişmiştir, artık hep yanar!
“Sana, takdir, temizleme ve tasfiye
ile bir anlamda olgunluğun her çeşidinin, büyük kıyametin koparcasına
olgunlaşmanın, sende bulunması ve fiilen açığa çıkarılması için hidayet etti.” (87
Âlâ, 3) “Ey müminler, o küffarı siz katletmediniz lâkin onları Allah katletti.”
Bu ayetle müminlerin fiillerini kaldırıp Allah'ı ispat ederek, onları tevhit-i
ef'ale hidayet etti.” (8 Enfal, 17) “Hakiki iman edenlerdenseniz, müminseniz,
O’nun emrini kalbinizin iradesiyle kabul edebilmenizin kolay olması amacıyla,
O’na ve resulüne nefisleriniz sıfatını yok ederek, fenası ile yok bilerek, yok olduğunun idraki ile itaat ediniz.
“Habipim, kâfire toprağı attığın zaman onu sen atmadın ancak Allah attı”
örneğinde olduğu gibi, fiili kendinize nispet etmeden, nefsiyle değil Allah ile
atan Muhammet’tir idrakinde olduğu gibi itaat ediniz. Bir bütünün parçası
olduğunuzu idrak ederseniz, parça ile bütün iki etmez! “Eşyanın, tüm
mevcudatın, söz ve hal diliyle hamt etmesi, amaçlarını gerçekleştirmesiyle ve
olgunluklarının zuhuruyla, ortaya çıkarılmasıyla, olur. Mevla’ya hak ettiği
şekilde, methederek, minnet duymak ancak gayelerine kavuşanlarca olur. Bütün
mevcudat, kendine özgü özelliklerinin kemallerini, olgunluklarını, kuvveden
fiile çıkararak, tasarımdan uygulamaya geçirerek, (Isra, 44 te de belirtildiği
gibi) Hakkı tespih ve hamt eder. Eşyanın tespih etmesi, Hakkın birliğine
delalet ederek, delil olarak, Hakkı şirkten, noksan sıfatlardan ve acizlikten
tenzih etmekle olur. Rahman olarak, sağlık ve rızık gibi zahiri ve genel
nimetleri veren; Rahim olarak da bilgi ve ilim gibi Bâtıni ve hususi, özel
nimetleri verendir. Hakk’a alâmet, işaret, olan ve Hakk’ın bilinmesine sebep olan
her şeye âlem denir. Âlem kelimesi, Hakkın gölgesi olarak bilinen ve eşyanın
kaynağı olan, ‘ilim’ manasını kapsar. Eşyanın, var olan her şeyin, ilmin
zuhuru, zahire çıkışı ile olduğuna Akıl şahittir. İzafi, değişken, var olup yok
olabilen eşyanın, maddenin, fena bulup fani oluşu, hıfzedici, hafızası olan ve
Hakkın Kabzası denilen Akılda tutuluşuna bağlıdır. Celali nazar, bakış ile eşya
kendi özelliğiyle de tutulur; aslı, esası, özü ve hakikati olan Hakkın Gölgesi
Vücut olarak da tutulabilir. Akılda Hakkın Vücudu olarak tutulduğunda,
Hak kullarına kelamında sıfatı ile tecelli etmiş olur. (1) Kul, Hakkın kuvvet
ve kudretini görerek, kuvvet ve kudretin Hak’tan başka kimsenin olamayacağını
idrak eder. Böylece, Hakka, Hak ile ibadet edileceğini anlar ve her vecihten,
yüzden, Hakkı müşahede ederek, daim namazda olurlar. Marifet, bilgi, muhabbet,
sevgi ve Hakkın Zatına Hidayet olan bu Sırat Köprüsü, kendilerine genel ve özel
nimetler verilen; evvelde, ahirde, zahirde, batında, Hakkı Şuhut eden, gören;
Nebinin, sadıkların, şehitlerin ve evliyanın yoludur.” (1 Fatiha Suresi)
“Mearic, Miraç, mutluluk halleri
demektir ki, o da itidal ile tabiatlar, ilim, his ve huylar makamından maden,
cemadat, makamına, sonra nebatat makamına sonra hayvanat makamına yücelirler.
Sonra hayvan makamından bazısı bazısının fevkinde, üstünde, mertebelerde,
derecelerde, insan makamına yücelirler. Sonra nefis menzilinden ve kalp
menzilinden ehli sülukûn işaret eylediği intibah, uyanıklık, yakaza,
tövbe, inabe eder, hak yoluna girerler. Mürşide biat ederek sülük menzillerine
girer, sonra fenayı efal ve sıfat mertebelerinde ta fenayı zata kadar la buud,
helak olma ve la yehza, uyanıklık, terakki mertebelerinde yücelirler.” (70
Mearic, 3)
“Biz onları, manevi olarak ihya
ettik, hakikatte, hakiki ilimle, yeniden dirilttik. İstidatlarında,
fıtratlarında, kendilerine verilmiş olan mananın, zatlarına, kişiliklerine,
gizlenmiş hakikatin, ilmin, ibraz edilmesi, ortaya çıkarılması, fiilen
gerçekleştirilmesiyle; kâmil olmaları, olgunlaşmaları için, yeniden
diriltildiler ki bu diriltme intibahın evveli, yakaza hali olarak bilinen,
gaflet uykusundan uyanış, pişmeden önceki haldir.” (18 Kehf, 19) “Nefsin zulmet
gecesi insanlara libas, elbise, kılınmıştır. Bu zulmet, sizi istila ederek,
Hakkın zat, sıfat ve gölgesinin müşahedesinde, sizi setir eder, örter. Siz
hakkın zat, sıfat ve gölgesini müşahede ediyorum diyerek meşgul olur, var
olduğunuzu zanneder, düşünür durursunuz. Sizi, hayat ve dünya da, böylece,
gaflet uykusunda uyutur. Hadisi şerif: “Bütün insanlar uykudadırlar, ölünce
intibah ederler, pişerler, uyanırlar.” Uykudayken, “Daimi hakiki hayattan”
gafil kalırsınız. Kalpleriniz, ruh nuruyla, ilmin idrakiyle, hayat bulunca, his
uykusundan uyandıktan ve piştikten sonra,
kutsal âlem fezasında intişar eder,
güneş gibi yanıp, ışık ışını gibi yayılıp, dağılıp, yanarak yaşarsınız.” (25 Furkan, 47)
İnsan, Hak yolunda
helak, fena bulup yok olmakla ihya edilmeyi hak eder. Seyri süluk veya sırat
köprüsünden geçen, müminin namazı miraçtır denildiği anlamda, Miraca çıkabilir
ve Hakkın kuluna tecellisine tanık olabilir. Kendini bilen, nur içinde Rabbini
bilir.
Umarım, biz de
hamlığımızı bilir, pişmeyi idrak eder, yanmayı sürdürebiliriz!
Necdet
Altınay 16032024
(1) http://necdetaltinay.blogspot.com/2024/02/ozgurluk-hakknzdr.html
Gelecek, geçmişte gizlidir. Sonuç,
Başlangıcın açığa çıkmışıdır. Sonuçta, Başlangıç zahir, amaç batın, gizlidir,
Başlangıçta amaç zahir, Sonuç batındır. Adam olacak olan, bebekliğinden
bellidir. İnsan, doğuştan insandır. Allah, Âdemin sırtını sıvazlayarak
zürriyetini, neslini, belirlemiştir. Âdemoğlu, olgun insan olması için maddi ve
manevi donatılmıştır. Her şey, kuvvetlerden oluşan ‘info’sunun, bilgisinin,
maddeleşip açığa çıkmış halidir. Yaşam koşulları farklı ve zor olsa da insan,
olgunlaşmasını bilmelidir. Ruhun, ilmin, nuru, Kalpte idrak edilmeli, zahire
çıkarılmalıdır. İstidadında, fıtratında, emanet edilenler, sahibine,
gerçekleşerek teslim edilmelidir. Halk ile arz ve sema olup örtünen hüviyet,
Hak olarak zahir olmalıdır. Evvelde Halk zahir, Hak batın; sonuçta Hak zahir,
Halk batındır.
“Emanetleri ehline, sahibine, veriniz.
Önce istidadınızın hakkını ödeyin. İlk yaptıklarınız içinizden gelenlerdir,
fıtratınıza uygun olarak yaparsınız. Kemale erme, olgunlaşma, yolunda yaptığınız
iş ve işlemler, eylem ve olaylar, daima bir kuvvete dayanır. Bu kuvvet ve
kudretin sahibinin, siz olmadığını, Allah’ın olduğunu, bilin. Her işin ve
eylemin bir sıfatla yapıldığını ve hiçbir sıfatın da size ait olmadığını, tüm
sıfatların Allahın olduğunu, idrak edin. En sonunda tevhitte fani olup vücudun,
Hakka ait olduğunu anlayın. Fenadan sonra bekaya döndüğünüzde, insanlar
arasında hüküm verirken, eşyanın da Allah’ta kaim olduğunu bilerek, Allah’ın
adaletiyle sıfatlanarak, hükmedin. Kendi Nefsiyle kaim olan, adalete kadir
olamaz.”
“Allah, sizi bilir, işitir ve görür.”
(4 Nisa, 58) “Halk arasında Allah’ın sana gösterdiği adaletle hâkim olman için,
sana sıfatın ayrıntısının ve tecellisinin nasıl olabileceğinin ilmini inzal
eyledik, indirdik. Ezelde senin istidadında, Hakk’ın marifetinin, bilgisinin,
kemali nakşedildi, nakış gibi kazındı, sana emanet edildi. Allah'ın emanetini
eda etmeyerek, nefislerinin haklarını koruyarak, hıyanetlik etmiş olan zalim ve
hainleri müdafaa etme.” (4 Nisa, 105)
“Siz, sıfatların tecelli makamı olan Kalbe dâhil olun, çünkü Kalp, ruhani
semasıyla, arz sayılır. Kalbe girip makam edinmek, istidadınızda size emanet
kılınmıştır. Nefsinizi arkada bıraktıktan sonra, menfaatiniz için veya
lezzetlerine dalmak için, kalıcı olmak üzere, beden kasabasına tekrar dönmeyin.
Dönerseniz, kalbin nurlarını ve güzelliklerini, bedenin zulmet ve
çirkinlikleriyle değişmiş, ziyan etmiş, olursunuz.” (5 Maide, 21) “Hak Teâlâ,
sizi, nefsi külliyeden ibaret olan bir nefisten inşa eden Zat’tır. Beden
arzında zuhur etmesi, görünmesi istenmiştir, fenası halinde ise cemi Zatta
emanet olduğu anlaşılır. Biz nefsin zuhuru ve emanet kılınması ayetlerini,
idraklerinin sefası ve Kalplerinin aydınlanması için fıkıh, derin anlayış,
sahibi olan kimselere ayrıntılı açıklamışızdır.” (6 Enam, 98) “Ey müminler,
ezeldeki ilk istidadınızın gerektirdiği gibi Allah’ın ahdine uygun, size emanet
olarak verdiği bilgi ve hakikate sahip olduğunuzu bilerek, ahdinize vefa
gösterip, Hakikati idrak edip kemale ererek, olgunlaşarak, ortaya çıkarmak,
gerçekleştirmek yerine; nefsinizin sıfatlarıyla gizlenerek emanete hıyanetlik,
ahde vefasızlık, etmeyiniz.” (8 Enfal,
27)
“Allah, kuvvetler halinde, kendisinde
Allah'ın emaneti olarak verilen ilmi, kemali, itaatle eda etmeyen ve ahde
vefasızlık ile kalbe hainlik eden ve nimetleri kötüye kullananları sevmez.” (22
Hac, 38) “Olgunlaşma amacıyla verilen yetenek ve kuvvetleri bu amaç için kullanmayan
sevilmez.”
“Gayrisine kıyasla, aslı ve evveli
ilim olan, Hakiki İlahi Sıfat ile Evvelin ve Başlangıcın Kaynağı, İzafi Sıfat
olan, İlahi Zat tarafından; insanlar, soyut ‘Hakka Verdikleri Söz’ ve zahir
amelleri nedeniyle; nefsanî duygular içinde, gaflet uykusunda ve perdelenmiş
durumda terk edilmezler. İnsanlar, tabiatlarına emaneten bırakılmış ve
istidatlarında saklanmış olanların zahir olması, ortaya çıkması, için çeşitli
belalar ve nefsi terbiye ile imtihan edilirler. Kutsal hadise göre: “Ben gizli
bir hazineydim, zahir olmaya muhabbet ettim, aşikâr olmayı sevdim ve halkı
izhar ettim, görünür kıldım.” Gizli hazine, olgunlaşan insanlarda apaçık
yaşanır. İnsanlara, muhabbeti nedeniyle, nimetlerini sundu. İlahi Zatın sonuçta
görünmesi, evvelde Başlangıç oluşunun gereğidir.” (29 Ankebut, 1)
“Hüviyet, arz ve sema olarak örtündü.
Arz ve sema, hüviyeti kabule istidatları, özünü idrak etme bilinci,
olmadığından, hakikati zahir etme, ortaya çıkarma şeklinde taşımaktan kaçındı
ve korktu. İnsan ise istidadının kuvveti ve taşımaya kudreti sebebiyle emaneti
yüklendi. Hakikatin hüviyetini, nefsine yakıştırarak, hatta intihal etti,
kendisinin olmadığı halde benimsedi, sahiplendi.”
“Allah’ın hakkını benimseyip intihal
ettiği, nefsiyle zahir olduğu, için de zulüm sahibi oldu. Benlik ve bencilliği
nedeniyle, hüviyeti bilemediği için çok cahil oldu. Yaradılışındaki nurun
zuhurunu, ortaya çıkıp parlayışını, engelledi. O nurun hakkını bilemeyip
vermeyen münafık oldu. Yaradılış perdelerinin kesafeti, yoğunluğu, nedeniyle de
Hak ile olamayıp gayri ile kaldıkları için şirk sahibi müşrik oldular. Tövbe
eden müminler, Hakkı arif olup, bilip, kemali izhar ile ortaya çıkarıp
olgunlaşarak emaneti eda eyler, gerçekleştirip sahibine teslim eder.” (33 Ahzab
(97). 72, 73)
Aklı başına gelen, kendini bilip
insan olmaya başlayan, reşit olan kişi, Hüviyetin, Kişiliğin, Zatın, arz ve
sema ile örtünüp gizlenmekte olduğunu idrak etmeye başlar. Kendi ruhunun,
ilminin ve beden ile cisminin Başlangıçtan, Haktan, geldiğini anlar. Verilmiş
olan ilim ve yeteneklerin tümünün açığa çıkışını sağlar. Kendine emanet
edilenlerle her ne olabilecek ise onu olup, kendini gerçekleştirip, gerçek sahibine
teslim ederek, Halk zahir olduğunda batın olan Hakkı zahire çıkarır. (1)
Umarım bizden de, emanetlerimizle
kendimizi gerçekleştiririz de, Hak görünür!
Necdet Altınay 30032024
(1) http://necdetaltinay.blogspot.com/2024/03/ham-piserse-yanar.html
Akıl, insana verilen en büyük
nimettir. Aklını kullanan kendini de Yaratanını da bilebilir. Beyin, beş iç ve
beş de dış duyulardan bilgi toplar, değerlendirir, anlam kazandırır. Ama
basiretli görüşle Varlığın ardındaki hakikati idrak eden Kalp gözü akıldır.
Nefsine hâkim olabilen Kalp, Ruha açılım ile ruhun nurunu, ilmin idrakini, akıl
ile sağlayabilir.
“Hakk’ı işitmeğe, Hakk’ı görmeğe,
Hak’la söylemeğe sebep olan akıl nurundan kalpleri yoksun olduğundan onlar,
hakikaten sağır, dilsiz ve kördürler. Kalplerinde aklın nuru, idraki, olmadığı için
şuur yerleri olan göz, kulak ve dillerinden kalplerine giden yollar kapalıdır.
Kalbin nuru olmadığından göz, kulak ve dilden istenen faydalarından haz alamaz
ve istifade edemezler. Bu nedenle münafıklar, sağır, dilsiz ve kördürler.” (2
Bakara, 18,19) “Ahdin misakı olan sözleşme ile Allah, tevhit ilmini akıllara kazımıştır.
Böylece, insanlar, cismani perdelerden soyundukça, tevhit ilmi, yeni
keşfedercesine, kendilerine aşikâr olur. “Bela” evet demeleri ise insanların
zatları ile tevhit ilmini kabulleridir. Her insan, insanlığın bir parçasıdır,
kendinde kısmen insanlık vardır, akıl verilmiştir, aklını kullanarak ilmini
artırabilir, ilmi arttıkça, bedenden ruha yücelebilir, insanlığını
geliştirebilir, tefekkürle, ilim, yeniden
keşfedercesine aşikâr olur. Tevhit ilmini idrak yeteneği verilmiştir, bu yeteneği
insan kullanmalıdır, O’nu ispat etmeye, olgun, kâmil insan olmaya, söz
vermiştir, sözünde durmalıdır.” (2 Bakara,27)
“İki Âlem vardır, birisi beden ve
beden organları olan cisim âlemi,
ikincisi ruh âlemidir. Semanın yedi kat olması ruh âleminin
mertebeleridir. 1- Madde âlemi, 2- Nefis âlemi, 3- Kalp, 4- Akıl, 5- Kalbin
Sırrı, 6- Ruh, 7- Ruhun Sırrı. Tasavvuf açısından akıl ruhtur, ruhtandır,
ruhanîdir; akıl, konuşan nefsin akıl erdirme gücüdür. “Akıl, ruhun nuru ile
nurlanan, ilmin idrakiyle aydınlanan, kalbin parlak bir mevziidir.” “Kalp de, idrak
eden, düşünen, konuşan nefisten, insanlıktan, ibarettir.” (2 Bakara, 29) “Siz,
«ruh» Rabbinden «akıl» meleği vasıtasıyla «kalp» Nebi'sine indirilen, makul,
akla dayanan, kitabı okuyunuz.” (2 Bakara, 50) “Vehim şaibesinden arındırılmış,
şeriat nuruyla nurlanmış, olan akıl ile akıllanmış olanlara elbette pek büyük
deliller vardır.” (2 Bakara, 164) “İnsan bir bütündür ama kendi nefsiyle var
değildir, her mevcut olan O’nun vücuduyla mevcuttur. Vücudun bütününden infisam
etmek, kopmak, ayrılmak, iki vücut halinde var olmak, mümkün değildir. Akıl,
kıyasladığı için iki varlık gibi görür. Mümkün, mevcut olanlar, Allah’ın efali
ve sıfatıdır. İnsan, tüm organlarıyla bir bütün halinde yaşarken, kendi iradesi
dışında bir organı, eli, kolu, hareket ederse onu duyar, işitir. Akıl, bir
insanı, ayrı bir varlıkmış gibi itibar eder, düşünürse, o insan, Varlıktan kopukmuş
gibi algılanır. İnsanın ayrı bir varlıkmışçasına hareket etmesi halinde ise
‘Varlık’ onu hemen işitir, çünkü kendi kendine hareket ettiğinde varlıktan
kesilmiş, kopmuş olur. Özgürmüş gibi hareket edildiğinde niyeti bilinir, sözü
işitilir, hareketi duyulur ve hissedilir. Bağımsız gibi hareket etmenin nedeni
maddenin ardındaki, özündeki ilmi bilmemek olabilir.”
“Hareket ve sıfatların
karanlıklarından, hayal, kuruntu ve şüpheden,
kurtularak ruh âlemi fezasına; ilim ile kalbin ufkuna ve semasına
çıkılabilir. Maddeyi, eşyayı, kişileri, mevcudatın tümünden, ‘Vücut’tan, kırık,
kopuk ve bağımsız hayal etmek eşyanın doğasına aykırıdır.” (2 Bakara,256, 257)
“Bütün yiyecekler akıl sahiplerine
asıl hükmüyle helâldir. Zira akıl zarar veren ve helak eden şey’in haram olduğuna hükmeder.” (3
Ali İmran, 93) “O Ayetlerden biri de İbrahim makamı, yani Ruh Nurunun kalbe ulaştığı
yer olan akıl vardır.” (3 Ali İmran, 97) “İnsanlara gönderilen on iki vekil,
beş dış duyu, görme, işitme, koklama, dokunma, tat alma ve beş iç duyu, adalet,
vicdan, zekâ, hayal ve fikir gücü ile teorik ve pratik akıldan ibarettir. Eğer siz ruh,
kalp ve melekût, hâkimiyet, imdadından gelen akıl ve ilhamla, isabetli
fikirler ve doğru hatıralarla, akıl ve fikir resullerine hürmet edecek
olursanız, fena ile zatınızı da teslim ile Allah'a iyi bir ödünç verirseniz,
sizden hicaplarınız olan zat, sıfat ve
ef’âlinizin vücutlarını elbette setir eder, örterim.” (5 Maide, 12) “Âdem’in,
biri sırf akılcı Habil ve diğeri sırf hayalci Kabil olmak üzere iki oğlu vardır
ve her ikisinin de ikizi kızdır. Âdem, Kabil’i, Habil’in ikiziyle, Habil’i de
Kabil’in ikizi ile evlendirmek ister. Âdem’in amacı yalnız aklını kullanmayıp
aklını hayal ile süsleyen ve yalnız hayali davranışlar yerine akılcı hayaller
kurabilen torunlar sahibi olmaktır.” (5 Maide, 27,28) “Varlıklar, mevcudat,
eşya ile mahcup, perdeli, engelli olanlar, hisleri ile kalırlar. Var olanların
kendi kendine hareket ettiklerini zannederler.”
“Bu mertebeyi geçip de
varlık perdesini yırtan, hareketin kuvvet ve kudretten olduğunu görüp anlar.
Aklı, İlahi hidayet nuruyla hidayet bulan kimsenin ise Basiret gözü de açılır,
kuvvetlerin ardında, bilimsel özelliklere sahip bilgi ve Hakkın gölgesi olan
İlim olduğunu, İlmin sahibinin de Hak olduğunu anlar. Hareket etme iradesinin,
varlıkta ve varlığın kuvvet ve kudretinde olmadığını, Kudretin de sahip olunan
bir şey olduğunu görür. Böylece, İradenin, İlmin sahibine, Varlık olarak
görünene, ait olduğunu, Hakkın, Halk olarak göründüğünü, idrak eder. Ve
hakkıyla «La ilahe illallah» der.” (6 Enam, 75) Resimden, ressama ve
ressamlıktan, ressamın Zatına, kişiliğine gidilir. “Gökyüzünden inen yağmur
suyu ile çeşitli otlar, meyve ve sebzeler, bitkiler, nebatat, çıkardığımız gibi
aynı şekilde, ruh semasından inen ilim suyu ile de her sınıf ahlak ve fazilet, nefis
yeşilliği, güzel ve parlak ziynetler, şerif ameller, sadık niyetler çıkarırız.
Hurma salkımı gibi akıl erdirmelerle bilgiler elde edilir, hakikatlere
ulaşılır. Hakikatlere ulaşma, ruh nurundan, ilmin idrakinden, zuhur ettiği için
kendiliğinden olmuş gibidir. Çeşitli koşullar altında oluşan zevkler,
eğlenceler, üzüm bahçeleriyle, şırası sarhoş eden kalp muhabbetlerinin
çeşitleri ortaya çıkar. Tefekkür zeytinini, sadık kuruntu narını ihraç ederiz.
Seyri sülûk halinde, sıratı müstakim, doğru yol üzerinde, çeşitli mertebe ve
rütbelerde, gizli ve açıkta, zevkler ve lezzetler ihraç ederiz.”
“Sebze, meyve ve
yemişlerde olduğu gibi vusul, vasıl olma, ulaşma zamanında, her şeyin kemaline,
olgunluğuna itibar ve iltifat ediniz. Şu saydığımız ayetler ve ahvalde, ilmî
imanla iman edenler için büyük deliller vardır.” (6 Enam, 99)
Okumayı, bilgi edinmeyi, öğrenen,
kâinatı okuyabilir ve her şeyi öğrenebilir. Maddi ve bedensel perdelerden
soyunabilen insan, Kalpten Basiretli görüşe, Hakikati idrak edebilen akla erip,
Ruha, ilme ve idrake ulaşabilir.
Umarım biz de basiretle gören akla
ulaşıp, tevhit ilmiyle, Halkta, Hakkı görebiliriz!
Necdet Altınay 13042024
İnsanlar, tabiatlarına emaneten
bırakılmış ve istidatlarında saklanmış, olanın zahir olması, ortaya çıkması,
için çeşitli belalar ve nefsi terbiye ile imtihan edilir. Aslı ve evveli ilim
olan, Hakiki İlahi Sıfat ile Evvelin ve Başlangıcın Kaynağı, İzafi Sıfat olan,
İlahi Zat tarafından; insanlar, soyut ‘Hakka Verdikleri Söz’ ve zahir amelleri
nedeniyle; nefsanî duygular içinde, gaflet uykusunda terk edilmez. Rahmani
nimetler olarak verilen eşya, bitki ve hayvandan farklı kılan Rahimsi
nimetlerle, insan, sınavdadır, Hakkı Hakça yaşamalıdır.
“Biz onları, iyilikler ve kötülükler
ile imtihan eyleriz. İmtihan denilen belâ, nimetin hem bolluğu ile hem de
darlığı ile olabilir.” (7 Araf, 168) “Rabbi, İbrahim’i kalp, sır, ruh, hafa,
vahdet gibi ruhani mertebelerle ve bu mertebelere geçmeğe sebep olan teslim,
tevekkül, rıza ve bunların, ilimleri
gibi ahval ve makamlar ile imtihan ederek İbrahim’in, fenaya kadar sülûku
ilâllâh ve fillah ile bu kelimatı tamamladığını tezekkür ediniz.” (2 Bakara,
124) “Biz elbette sizleri birçok şeyle ve birçok şekilde sınayacağız ve imtihan
edeceğiz. Benden korkarak,
korkutularak, mallarınızı
kaybederek, nefsinizi güçlendiren şeyleri eksilterek ve kalbinizi güçlendiren
şeyleri kaybederek sınanacaksınız. Benimle olma iradesinin kuvveti ve benim
muhabbetimin lezzeti sebebiyle alışmış ve alışkın oldukları şeylerle olmamaya
sabredenleri müjdele.” (2 Bakara, 155, 156)
“Bu nedenlerle uykusuz kalanlara, bir
derece uyananlara, bir musibet isabet ettiğinde onun kudretimin etkisiyle
olduğunu düşünüp olayda sıfatımın tecelli ettiğinin idrakini yaşarlar. Böylece,
kendilerinde tasarruf sahibi olduğum mülk olduğunu yakinen bilerek “Biz O’ndan
gelir, O’na döneriz” diyerek, benimle bende Halik olduklarını müşahede ederler.”
(2 Bakara, 155, 156) “Tâlût, askerlerine dedi ki, ‘Allah, sizi bir su ile
imtihan edecektir’. Bu su, ‘Doğal Cisimler’ suyudur. Her kim, o sudan ifrat
derecede kanıncaya kadar içerse, o kimse benden değildir. Çünkü tabiat ehli ve
arzularının kulu olanlar, mahlûkatın en zayıfıdır. Ve her kim, bu sudan
tatmazsa, o bendendir. Ancak haris ve
düşkün olmayarak zaruret ve ihtiyaç miktarıyla kanaat edenler müstesnadır,
onlara zarar yoktur.” (2 Bakara, 249) “Müminler, Kuranın ilmiyle âlim olur ve
ahlakıyla ahlaklaşır, Allah’a iman eder yani Allah’ı ceman tevhit eder.
Meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ederek mazharlarına,
tecellilerine razı olarak, vahdetini, kesret suretlerinde müşahede edici olarak
Allah’ı tafsilatıyla tevhit ederler. ‘Bizim vücut ve sıfatlarımızı senin vücut
ve sıfatlarınla setir ve imha eyle ve en büyük günah olan şirk yani vücutlarımız
günahlarını setir eyle, ört ve fenadan sonra bağışlanmış vücut ile bize rahmet
et’ derler.” (2 Bakara, 285) “Allah,
sana kitabı indiren zattır. O kitabın bazı ayetleri, yalnız bir anlamı olan ‘Muhkem’ ayetlerdir, kitabın
aslıdır; bazı ayetleri ise iki ve daha fazla manaları olabilecek, hak ve batıl
şüphesi uyandıran ‘Müteşabih’ ayetlerdir. Bunun nedeni Hakkın, biri mutlak
diğeri izafi olan iki yönü vardır.” (3 Ali İmran, 7)
“Birisi, halkın fenasından sonra baki
olan, mutlak yönüdür, hiçbir değişikliğe uğraması, çoğalması, kırılıp iki
olması, hali yoktur. Diğer yönünde ise Hak ile batıl karışıktır, herkesin
istidadı, kendine uygun yönünü geliştirir, tercihlerine göre imtihan edilir.
Arif olan için bir yüz vardır, diğerleri aynalardan görünüşlerdir. Müteşabih
ayetlerin tevilini yalnız Allah bilir, arifler de Allah’ın ilmi ile iman nuru
ile bilir. Halis akıl sahipleri düşünebilir.” (3 Ali İmran, 7)
“Kalbin ikbali zamanında haliyle
mevsuf, içinde bulunduğu halin sıfatlarına bürünmüş olan kimse sadıktır. ‘Fail
Haktır’ deyip Hakkı fail gören, her fiilin failinin Hak olduğunu gören sadıktır.
İmtihan olunduğu zaman, üstlenilmediğinde iltifat olunur, imtihanda halâs
bulursa, kurtulur, selamete ererse o vakit sahih olur.” (3 Ali İmran, 143) “Sizi
kolayca ulaşabileceğiniz bir takım huzur ve haz verici şeylerle elbette imtihan
eder ki, bu imtihan Allah’ın kendisinden gaip halinde kimin korktuğunu,
ayrıntılı ilmi ile bilmesi içindir. Zira korku fiil kabilinden olan hataya
taalluk ettiği için, ancak gaibe iman
edenlere mahsustur. Amma huzur halinde azamet tecellisiyle olana haşyet denir.
Zat tecellisi ile olana heybet denir. Buna binaen korku nefsin, haşyet kalbin,
heybet ruhun sıfatıdır.” (5 Maide, 94) “Allah, emrinin infazına muktedir kılmak
için sizinle kendi olgunluğunu ortaya koyan, arzda sizi halife kılan "Zat-ı
âlâ”dır. İstidat olarak verdiği kemalin de, sizi imtihan etmek, kendisinde
zahir olan kemalâtın, olgunluğun, hakkıyla kimde kaim olup, kimde olmayacağını
ve kendi sıfatını gizleyerek, Hak’kın sıfatını izhar edinceye kadar kemalât
yoluna sulukta kimin hakkıyla kaim olup, İlâhi Emanetleri eda edici olacağını
ve kimin kaim olamayıp, hain olacağını yoklar. Rabbiniz, sizin nefisleriniz
sıfatını setir eden, mağfiret sahibi ve o kemalâtı sizde izharı ile Rahmet eden
merhamet sahibi olması için, istidatlar derecelerinin farklılığı nedeniyle,
olgunluğu da farklı olur ve bazınızı, bazınızın üstünde yükseltmiştir.” (6
Enam, 165) “Gayrisine kıyasla, aslı ve evveli ilim olan, Hakiki İlahi Sıfat ile
Evvelin ve Başlangıcın Kaynağı, İzafi Sıfat olan, İlahi Zat tarafından;
insanlar, soyut ‘Hakka Verdikleri Söz’ ve zahir amelleri nedeniyle; nefsanî
duygular içinde, gaflet uykusunda ve perdelenmiş durumda terk edilmezler.
İnsanlar, tabiatlarına emaneten bırakılmış ve istidatlarında saklanmış
olanların zahir olması, ortaya çıkması, için çeşitli belalar ve nefsi terbiye
ile imtihan edilirler. Kutsal hadise göre: “Ben gizli bir hazineydim, zahir
olup aşikâr olmayı sevdim ve halkı izhar ettim, görünür kıldım.” Gizli hazine,
olgunlaşan insanlarda apaçık yaşanır. İnsanlara, muhabbeti nedeniyle,
nimetlerini sundu. İlahi Zatın sonuçta görünmesi, evvelde Başlangıç oluşunun
gereğidir.” (29 Ankebut, 1) “Çocuklarınız ve malınız fitnedir, bağımlılık yapar,
imtihandırlar. Şükrederek, Allah için sevmez, onlara öncelik tanırsanız, isyan
etmiş olursunuz. Onlarla perdelenmeyin; muhabbetlerinde fazlaya kaçmayın, makul
olun sabredin, sabrın karşılığı büyük olur. Allah’ın sizi, mal ve evlatlar ile
imtihan ettiğini biliniz. Onları, Allah’ın razı olduğu yerlerde harcayınız,
istendiği şekilde muhabbet edip kullanınız.” (64 Tegabun, 15,16)
Allah, gizli bir hazineydi, zahir olup aşikâr
olmayı sevdi ve Halkı izhar, görünür, kılıp, Halk olarak göründü. Gizli hazine,
olgun insanlarda apaçık yaşanır. İnsanlara, muhabbeti nedeniyle, nimetlerini
sundu, onlar da nimetlere şükredip, zikrederek, Hakkı, Hakça yaşadılar. İlahi
Zatın sonuçta görünmesi, evvelde Başlangıç oluşunun gereğidir.
Umarım
bizden de, yaratılışın amacı gerçekleşir, Hak görünür, Hakça yaşanır!
Necdet Altınay,
11052024
Kuran konuşur, bilim kanıtlar. Bilim
der ki: “Yokluktan, boşlukta var olup yok olan zerrelerden birinin ani
şişmesiyle evren oluştu. Önce sonsuz hareket yani sıcaklık vardı, soğuma
başlayınca, Elektro Manyetik Radyasyon (EMR) kuvvetleri toplaşıp, aynasal
âlemde maddeleşti, atom, yıldız ve galaksiler oluştu. Kütle tekrar enerjiye
dönüşünce, madde aslına dönmüş olur.” Kutsal mesaj der ki: “Allah, bilinmeyi
sevdi, insanı inşa etmek amacıyla, yokluk aynasına baktı, Halk olup göründü.
Tebdil ve ‘tagayyür’ ediş yani değişim ve ‘farklılaşarak belirginleşip
mükemmelleşme’ sonucu, insanda zan, vehim ve kuruntudan oluşan perdelenme
keşfedilir. Hicap, perde, kaldırılınca Hak görünür, batıl yok olur.” Bilimsel
olarak, kuvvetlerin, anında bozunan Higgs Bozonu içinde maddeleştiği
keşfedildi. Evrende soğuma başlayınca, ışığın EMR kuvvetlerinin maddeleştiği
anlaşıldı. Sabit Enerjinin bir kısmı ‘Tagayyür” eden hale dönüşür. Atomlardan
yıldız ve galaksiler, yer ile gök oluşur. ‘Sabit ve Tagayyür’ kavramlarına
benzer şekilde, Kuranın, Muhkem ve Teşbihsel ayetleri aynı anlayışı verecek
şekilde idrak edilmelidir. Tüm Evren, yalnız ışıktan yani ‘Nur’dandır.
“Kuran, katıksız, Hakk’ın gayri olan
batıl ile karışıklığı olmayan, Hakken yakındır, ayni cemden, vahdet makamından
kaynaklanır, kalp makamından olsaydı ilmen, ruh makamından olsaydı aynen yakın
olurdu. Zatın tevhidini ispatlamak için nebi ile önce “Kul” ve “Resul” sonunda “Hak”
ilişkisi kuruldu.” (69 Hakka, 51,52)
“Kul-resul-hak bir oldu, tevhit edildi. İkilik ve benlikle
perdelenmemek için kendi zatın ile Allah’ı tenzih et ve “Gayrı” bir şeyin
olmadığını kabul et.” (69 Hakka, 51,52) “Hepiniz cennetten düşünüz!” dedik.
Hakk’ın iradesi olmasa İblis kadir olamazdı. Böylece, kaza ve kader sırrını
idrak et! “Elbette size benden hüda, doğru yolu gösterici, gelecek, her kim
hüdama tabi olursa onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar. Hubut,
düşüş, olmasaydı hüdaya tabi oluş, yüceliş de olmazdı, iyi ile kötü ayrılmazdı,
ceza evi olan cennet ile nar batıl olurdu, belki de mevcut olmazdı. Hüda,
şeriattir ki her kim tabi olursa onlara korku yoktur. Hüdaya tabi olmak
anlayışı, idraki içinde kişinin basireti
cilalanır, şehvet ve lezzetlerinden teselli bulur, kalbi müşahedelere, aklî ilimlere ve nefsî
vicdanlara hidayet olduğundan, yok olan dünya nimetlerine de mahzun olmaz.” (2
Bakara, 38) “Ve ilim ve bilginizi, batıl olan nefsanî şehvetlerinizle yemeyiniz.
Yâni maârif ve malûmatınızı, hissi ve hayalî maksatların iktisabı ile nefsin
lezzetlerini tahsilde sarf etmeyiniz.” (2 Bakara, 188) “Müşahede ile Ruh
makamında ve keşiflerle Kalp makamında ve cihat ile Nefis mekânında, değişim üzere
her koşulda, Allah'ı zikrederler ve vehimden halis olan akılları ile ervah ve
ecsad, canlılık ve cisimler, âleminin izharında tefekkür ederler. Şuhut
zamanında ise «Ey bizim Rabbimiz, bu halkı batıl, yani senin gayrin olan bir
şey olarak izhar etmedin» derler. Zira batıl ancak Hakk’ın gayri olan şey
demektir. Belki Halkı, kendi esma ve sıfatının görünür yeri kıldın. Gayrinin
mevcut olmasından seni tenzih ederiz.” (3 Ali İmran, 191)
“Akıl semasını, ilim ve bilgi ile
donattık ve kuruntulardan arındırdık. Akıl semasına, madde denizine ilişkin
ilim, yetenek bilgileri, teorik ve uygulamalı bilimler, yerleştirildi. Akıl
ufkundan, aklın hükmünü, saklıca dinleyen ‘bencillikle’ çalarsa, onu parlak bir
ışık izler ve çalan hemen yakalanıp tard edilir, şirk koştuğu saptanır.” (15
Hicr, 16-19) Her şey, Allah’tandır, O’ndan gelir, O’na gider!
“Eğer biz ‘var olur yok olur’ mevcut olsun isteseydik kudret yönünden bize
mümkün olurdu. Lâkin öyle mevcudat, varlık, olsun istemedik, çünkü hikmet ve
hakikate uygun olmazdı”. (21 Enbiya, 17) “Allah; gayrin vücudunu ispat ile
yapılan, şirkten âli ve münezzehtir. Cem’den sonra fark makamında, ne vahdet ile kesretten, ne de kesret ile
vahdetten, perdeli olmaksızın,
ayn-i Ehadiyet-i Zâtta
«kesret-i sıfatı» müşahede
edildiği için, «ayn-ı cem'de» Şuhut ettiğini ayrıntılı gösterdi.
Kalpleri onunla ihya eylediği ilmi yani Kuranı, nakış halinde, «Âlem-i
em'rinden» ziyade inayetiyle, has kullarından dilediğine indirir, gönderir.” (16
Nahl, 1,2) Zatın Birliğinde sıfatın kesretini görebilene, Kuranı, ilmi,
indirerek şahit olması sağlanır. “Habibim de ki: Tebdil ve tagayyür etmeyen, değişmeyen
ve farklılaşıp belirginleşerek mükemmelleşmeyen, sabit «Vücûd-i vâcib-i
Hakkani», Hakkın Vacip Vücudu, geldi. Ve fena ve tagayyür ve zevali kabil olan
«vücud-i beşeriye-i imkâni», şartlara, eldeki imkânlara, göre oluşan beşeri
vücut, zail, yok, oldu. Belki fâni;
ezelde fani ve baki; daima baki olduğu cihetle, mümkün olan vücut, asılda
fâni idi.” (17 İsra, 81)
“Önce sabit olup da sonradan
fanileşmiş olmayan, ezelde fani olan fani kalır, baki olan baki kalır. Ancak
biz, fâsid ve bâ'tıl bir tevehhüm, kuruntu ile muhtecib, perdelenmiş, olmuştuk,
işte, bu hicap keşif olundu.” (17 İsra, 81) Var Olan hep vardı, sonradan yok
olan da hiç olmadı!
Işık, bir Foton akışıdır. Foton ise,
ışığın temel birimi, kuvvet taşıyan, kütlesiz ve yaşam süresi sabit olan, dalga
özelliği gösteren, temel parçacıktır, cisimciktir. Elektron veya foton, her iki
yarıktan aynı anda geçer. Elektronları veya fotonları, geçiş noktalarında,
yarıklardan geçerken ölçüp gözlemeye, kaydetmeye çalışırsak, birinden ya da
ötekinden geçiyor gibi davranır, dalga deseni kaybolur. Gözlemlemezsek, ikisinden, iki yarıktan birden geçer, dalga deseni oluşur. (1) Fotonun en bariz özelliklerini şöyle sayabiliriz: Durgun
kütlesi sıfırdır; ışık hızıyla gider; ışık hızıyla gittiği için fotonlar için
zaman durgundur; etkileşimlere parçacık olarak girebilir ancak dalga olarak
yayılır. Kütlesi sıfır olduğu
halde, diğer parçacıklar gibi kütle çekiminden etkilenir. Zamandan
etkilenmediği için evrim geçirmeyen tek maddedir. Fotonun kütle çekiminden
etkilenmesinin nedeni, kütleçekiminin kütleli
cisimler etrafındaki uzay-zaman dokusunu
bükmesidir. Işık da bu uzay-zaman içinde
hareket eden bir dalga/parçacık olduğu için, bükülen uzay zaman dokusundan
etkilenir. (2)
Anında bozunan, yani bir anda var olup yok olan, sınırları
belirsiz, Higgs Bozonunun, Higson’un, varlık amacı, Maddenin Yapıtaşı olan
Fermiyonlara kütle kazandırmaktır, böylece madde oluşur. Madde, Kara deliğe
düşünce aslına, enerjiye, ışığa, dönüşür. Görünen, Görenin görüntüsüdür!
Umarım biz de, zan alanımızı
keşfeder, varlığımızla gururlanmaz, Hak görünürüz!
Necdet Altınay 25052024
(1) https://www.youtube.com/watch?v=9i7obuVFzVA
(2)
https://tr.wikipedia.org/wiki/K%C3%BCtle%C3%A7ekim
İnsan, Dünyadan, madde âleminden,
protein ve vitamin dolu gıdalarla bedensel olarak büyür, gelişir, güçlü
kuvvetli, kocaman veya şişman olur. Ruhundan kalbine inen İlim ve bilgi
rızıklarını yüklenerek ise bilen, bilgili, bilgiç, bilge, yüce, büyük, ulu, insan
olur. Allah, Rezzak’tır, insana, istediklerinden hak ettiğini, gıda veya rızık
olarak verir. Âdem ve oğullarına, Allah’a rücu etme, dönme, izni, yeteneği ve
imkânı tanınmıştır, isteyen bu hakkını kullanabilir. Nefsanî ve cismani
örtünmesinden soyunup sıyrılarak, Hakkın efali ve sıfatıyla sıfatlanıp, Zatında
fena bulup, Kalbi pişer ve Ruh semasında nurlu yanarak yayılır.
“Ey insanlar, yeryüzünü yatak,
gökyüzünü bina kılan ve yağmurlarla yemiş rızkı veren, sizden evvelkileri
yaradan Rabbinize ibadet edin! Tevhid-i Ef’ale davet eden kutsi hadis: ‘Halkı
halk ettim ve nimetlerimle kendimi onlara sevdirdim’. İbadet şükürdür. Şükür
nimet karşılığında olur. Tüm nimetlerin Hak’tan, tüm fiil, hareket, iş ve
işlemlerin, Allah’tan olduğunu müşahede ederek, görerek, ef’alde şirkten uzak
olun. Fail Hak’tır.” (2 Bakara, 21) “Ve biz, ‘Ey Âdem, sen ve zevcen, eşin,
cennette sakin olun’ dedik. Âdem kalp,
zevcesi nefistir. Nefse, aydınlanmadığı hallerde kara olan, cismani hayat
kelimesinden, Havva denir. Kalp, cisimle ilgili olmasaydı Âdem denilmezdi.
Kalp, nefsin pişmesiyle oluşur. Âdem ile Havva’nın içinde yaşamaları emir
olunan cennet, Kutsi bir bahçe olan ruh seması âlemidir. Yani, ‘Ey Kalp ve
Nefis, Siz, ruh semasını tercih ediniz ve o cennetten hangi mekânda ve ne suretle
dilerseniz bolca yiyiniz’ dedik. Rızıklar ve yemişler helaldir. Zulüm, hak ve
hazzın noksan olması, eksik kalması, haz alınmamasıdır. Nurun zıttı zulmettir.
Zalim, zulüm edendir. Nur âlemindeki nasibinizden almadığınız kısım,
bilmediğiniz her ilim kaybınız, her kayıp kendinize bir zulümdür, zalim
olursunuz, idrak edemediğiniz her şey, yaradılış nurunuzdan noksan kalandır.” (2
Bakara, 35) Kendini bil, Kendini bilen, Rabbini bilir. “Şeytan, cismani
lezzetleri iyi gösterip aldatarak, Âdem ve Havva’yı cennetten tabiat çukuruna
kaydırdı, ruh-i daimden, sürekli ruh halinden, çıkardı. Semada, ruh, ilim, bir
bütün olarak zevk edilir. Dünyada ise maddi, doğal cisimler, tek tek yenir veya
zevk edilir. Mahrum kalınan haz, kişiyi
mevcut hazzından, almakta olunan hazdan ve/veya kendi hazzından, men etmeğe
çalışır. İşte bu sebeple aralarında buğuz ve adavet, düşmanlık, olur. Ve sizin
için, bu süfli yönde, Dünyada, doğada, Kübra, büyük ve sugra, küçük, denilen
iki kıyametten birinin kopması vardır. Kalp ile nefsin, mevt-i iradî yani
iradeyle ölüm, ölmeden önce ölmek ile süfli yönden kurtulun veya mevt-i tabii,
doğal ölüm ile huzurun, zevklerin, kesilmesi zamanına kadar faydalanın.” (2
Bakara, 36) “Âdem, Rabbi cihetinden bir takım nurlar, ceberut ve melekût,
hâkimiyetle hükmediş, mertebeleri ve soyut ruhları karşılayıp kabul etti. Yani
Âdem, Rabbinden, doğaya hâkim olup hükmetmek üzere, ilim, ahlak, bilgi talep
etti. Allah, Âdem’in tabiat elbisesinden sıyrılmak, kutsal olgunluğa ulaşmak ve
hakiki ilimle süslenmek suretiyle, kendine rücu etmek istemesini kabul etti.
Âdem’e rücu’u ilka eyledi, onu rücu edici kıldı. Kullarına, gazabıyla rahmet
eder. Âdem’e gazabını, Âdem’in kemaline ve Hakk’a rücu’una sebep kılmış ve yaklaştırmak
için uzaklaştırmıştır.” (2 Bakara, 37) Bedenden soyunan Kalp pişer ve Ruh
semasında nurlu ışık halinde yayılarak yanar, İlahi İlmini saçar.
“Ve dilediğin kimseye zahir ve batın
nimetlerin tümünü yahut yalnız birisinden hesapsız, rızık verirsin.” (3 Ali
İmran, 27) “Ey ilmî imanla iman edenler, siz Allah’a yolculuğunuzda, kusur ile
Allah'ın size helâl ettiği sıfat tecellilerini ve ahval keşiflerini haram
kılmayın. Allah’ın size rızık verdiği tecelli ediş ilimlerini, ahval ve makamlar
bahşişlerini, temizce ve bol bol kalplerinizin gıdası kılın. Bu kemal ve
tecellilerin, Hak'tan ve Hak için olduğunu bilerek olgunlaşınız.” (5 Maide, 86-88)
“Allah, «canlılık semasını» ve «ceset
arzını» yaratan ve «kutsal âlem» semasından ilim suyunu indirip,
o su ile size rızık olması ve kalbinizin kuvvetlenmesi için «nefis arzında» «hikmet ve fazilet yemişlerini» çıkaran zattır.”
(14 İbrahim, 32) “Ve o cennetlerde, onların daima rızıkları vardır. Yani, «Kalp
cennetinde»; «ruh güneşi nurunun zuhuru sabahında» ve «nefis cennetinde»; «ruh
güneşinin gurubu akşamında» onların rızıkları vardır.” (19 Meryem, 62) “Biz
sana, ulvi yönden kutsal hakikatleri ve ruhani bilgileri rızıklaştırırız. Senden
istenen, bedensel elbisen ve nefsanî davranışlarından soyunmandır.” (20 Taha,
132, 133) “Cihat bıçaklarıyla «Allah’a kurban» edilmiş Hayvani Nefislerinden
soyunarak, «Allah’ın verdiği rızıklarla», keşif ve tecellilerle aydınlanma
günlerinde, Hakk’ın sıfatıyla sıfatlanıp, Allah’ın ismini zikrederler.” (22
Hac, 28)
“Fıtrat eliyle Allah’ın kendilerine
vermiş olduğu akıl kitabı, Kur’an ilmi, uygulanarak izhar edilmeli, ortaya
çıkarılıp, okunmalıdır. İlmin, bu şekilde yani fıtrata konulmuş olduğu
idrakiyle uygulanması, Kalp Huzuru Namazının kılınması demektir. Kendilerine
ilmin sıfatları verilenler, bunlarla amel edip, ilmi uygulamaları halinde, efalin terki ile infak eden, nafaka veren
kimseler, kendi efal ve sıfatlarını Hakk’ın efal ve sıfatlarıyla ticaret etmiş
olurlar.” (35 Fatır, 29) “O rızkı Allah bilir,
gayri bilmez, O rızık da, kalplerinin gıdası olan Malumatı İlahiyedir,
İlahi Bilgilerdir. O rızık gayetle lezzet vericidir.” (37 Saffat, 41, 42) “Bizi,
iradi mevt edenler olarak, günahlarımızı itiraf ettikten sonra, iki neşede iki
defa inşa eyledin. Tecellilerinle bize sıfatının ayetlerini, delillerini,
gösterirsin ve ruh semasından hakiki rızık olan ilmi indirirsin, bu rızık ile
rücu edenler tezekkür, tefekkür ederler. Ölmüş kalpleri yeniden dirilten ledün
ilmini ilkah eder, aşılar, öğretir. Talak, ayrışma, günü kulların beden
perdelerinden kurtuldukları ve zahir oldukları gündür.” (40, Mümin, 11-16) “Yakınlaşma
amacıyla tevhit ilmini tahsilden sonra tarikata, seyr ü süluka, usulüne uygun
doğru yola, gir. Çünkü yola girmeden önce affedilmek ve bağış dilemek, zanlara
dayalı taklidi iman ile olmaz, ilmî iman ile olmalıdır. İmanda sebat, kararlılık,
rızkı verilmemişse, kimse usulüne uygun yola giremez.” (47 Muhammed, 19)
Kuran,
insana iner, ilminin idrak edilip, uygulanması, Kalp Huzuru Namazının
kılınmasıdır. Ruh semasından inen İlahi Bilgiler, tefekkür edenin hakiki
rızkıdır. Efalin terki ile infak
eden, nafaka veren, efal ve sıfatını, Hakk’ın efal ve sıfatlarıyla
ticaret etmiş olur.
Umarım biz de, Doğru
Yola girip Sırat Köprüsünden geçer, Hakka rücu edebiliriz!
Necdet Altınay 08062024
Yeni önerilen ‘Bilimsel Kurama’ göre:
“Enformasyon, bilgi, Evrenin temel yapı taşıdır ve
fiziksel bir kütleye sahiptir. (1) Fiziksel gerçeklik, temelde bilgi
parçacıklarından oluşur. Bilginin kütlesi vardır ve her temel parçacık, evrenin
bilinen yapı taşı olarak, insanların DNA sına benzer şekilde, kendisi hakkında
bilgi deposudur. Bilgi içeren her parçacık, düşük enerjili kızılötesi fotona,
nura, dönüşür.” Kutsal Mesajlara göre de: “Tevhit İlmi, sevgi ve muhabbet
koduyla indirildi, böylece, enerji olarak bilinen ilk cevher zuhur etti, ortaya
çıktı ve kalbi oluşturdu. Bebeğin rahimdeki gelişiminde ilk oluşan uzuv, tüm
kuvvetlerin izdihamı, toplanmasıyla, oluşan kalbidir.(2) Diğer azaları
oluşturan kuvvetlerin tümü, kalpten geçerek kodlanır. Kalbin tecerrüdü,
yokluktan soyutlaşıp oluşması, matematik, fizik, kimya, tüm ilmin zuhurudur.
İlmin, yokluktan boşluğa ilk çıkışında, DNA örneğine uygun, bir kütlesi ve
kodlarını içeren parçacık hali vardır.” Bilime göre Yokluktan, Vakum Ortamına; Ayete göre de Levha-i Mahfuzdan,
Uzay boşluğuna veya Arştan Arza, İlim iner, enerji diye bilinir. (3) Kalp, İlmi
idrak ettikçe yumuşar, perdelenirse katılaşır, sertleşir.
“Tevhit İlmi Kitabı Kuran, sevgi ve
muhabbet koduyla, ilk indirilen cevher olarak zuhur etti, ortaya çıktı. De ki: ‘Bilinmek
için kâinat yaratılmıştı, tevhit benimle kemal buldu, sevdim, sevilen, sevgili
oldum, fıtrat benimle amacına ulaştı. Böylece tevhidim ve muhabbetim olgunlaştı.
Ruhun, tevhit ilmi olarak idrakiyle, ruhta vahdet ve kalpte muhabbet tam oldu,
nefiste de adalet zuhur etti.” (42 Şura,1,2; 17) (55 Rahman, 19)
“Vahdet, muhabbet ve adaletimin
kemali nedeniyle sevildim habip oldum’. Tevhit İlmi habibullahın hakkı oldu.
Hak, Muhammed’le zahir oldu. Kalbin tecerrüdü, sıyrılıp soyutlaşması, ilmin
zuhurudur.” (42 Şura,1,2; 17) (55 Rahman, 19) “Hakk’ın delili, gölgesi, olan tevhit
ilmi İlmullah’tan halk edilen ilk cevherin; Celalî Nazarla hayâsından,
edebinden, taşıp yayılmasından sonra açığa çıkan; ilmi hıfzedici kuvvetlerin
izdihamıyla, temessül ve tecessüm ettiniz, cisimleştiniz. İlimden başka bir şey
olmayacak şekilde, bedenleştiniz.” (25 Furkan, 45) “Elçisinin kalbi, kaaf, var
olanların tümünü kapsayan arştır; elçinin aklı, kesrette var olanların tümünü
ayrıntılarıyla ve fiile çıktıkça bilir, her şeyi kapsar, ilmine erer. Arzda
vücut bulup mevcut olan ve fıtratını gerçekleştiren her şey önce istidadı ile
arşta var olur. Arşta istidat olan, arza fıtrat olarak iner.” (50 Kaaf, 1)
“İlim Kalbin malıdır, ruhtan ilmi sevgiyle birlikte alır, ilmi sever ve
sevdirir. Kalp, ilim ile önce kendini güçlü kılar. Kalp, ilim ve sevgisiyle,
ruhani kuvvetleri besler, nefsanî kuvvetlere zekâtını vererek, onları ruh
babalarından yetim bırakmaz böylece onları, şehvet ve dünya esaretinden
kurtarır, gayra nazardan nefsini temizler.” (2 Bakara, 177) “Ey Habibim senin, beşerî
vücûduna değil, ilâhî bağışlanmış, vücuduna tabi ilâhî bir sıfat olan kâmil bir
rahmetle sıfatlanmış olman sebebiyle, sen onlara yumuşak oldun. Eğer Allah
yardım ederse size galip olacak bir kimse yoktur.” (3 Ali İmran, 159, 160)
“Evliya, Allah'ı, Allah onları
sevdiği için sever. Nimet verdiği için veya korktukları için sevenler nimet
vermediği veya korkmadıkları zaman sevemez. Zat muhabbeti, Zat’ın bekasıyla
bakidir. Tecellinin değişmesiyle değişmez, Zat’ı seven, lütuf zamanında Lâtifi
sevdiği gibi, kahır zamanında Kahhar’ı da sever. O kavim, müminlere de
tevazularında sevgi ve merhamet sahibidir ve gayet yumuşaktır.” (5 Maide, 54)
“Diğer bir kısım kimseler de vardır
ki onlar, günahlarını itiraf ederler, günahın itirafı, istidat nurunun bekası
ve nefsin yumuşaklığı ve kendisinde günah melekesinin kökleşmemiş olması
demektir. Zira itiraf, tövbe ve rücu’un melekî ve günahın fenalığını görmenin
delilidir ki, bu görmek ancak kalp gözünün açılmış ve basiret nurunun parlaması
ile olabilir. Çünkü zulmet katlanır ve rezalet kökleşirse, günahı kabahat
saymaz, günah olarak görmez. Belki haline münasebeti dolayısıyla o günahı iyi
bir iş görür. Günahın, günah olduğu bilinirse, onda mutlaka bir hayır vardır.”
(9 Tövbe, 102) “Ağlayarak secde ederler ve Kur'ândan etkilenip duygulandıkları
için hükmüne tabi olurlar, Kur'ân onların huşuunu ve yumuşaklığını artırır.”
(17 İsra, 109) “Her bir ‘şey’in, o şeyi,
diğerinden ayıran bir bilgi ve bilimsel özelliği vardır. İnsan, bilinçli
insanlığı ile insandır. İnsan, bilincini kaybederse, kendisi de kaybolur, insan
denmez. Her özellik Hakk’ın vahdaniyetine, birliğine delildir. Gökler ve yerler
adalet ile ayakta durur. Her şey, kendini var eden, kendine özgü bilgisel özelliğini,
hakkını, Haktan, hakça, alamazsa var olamaz.” (21 Enbiya, 22)
“Adalet, kesret âleminde, vahdetin
gölgesidir. Eşyanın düzeninde yumuşak huyluluk, birbirleriyle uyumluluk gibi
vahdaniyete, birliğe, beraberliğe götüren özellik mevcut olmazsa adil düzen
mevcut olamaz. Birlikten gelen ve birliğe götüren özellik yok olursa, düzen ve
düzenlilik hemen bozulur. İnsanların, insanlık özelliğini kaybetmesi durumunda
birlik ve beraberlik içinde yaşam mümkün olmaz, insanlık düzeni bozulur.” (21
Enbiya, 22) “Dünyada rahman sıfatıyla zahiren, ahrette rahim sıfatıyla batında
hamt O’nadır. Şahadet âleminin tertibini, düzenini hikmetiyle, gaip âleminin
batınında ilmini letafetle hâkim kılan O’dur.” (34 Sebe, 1) “Farklı kişilik ve
ahlaka sahip kişileri izleyen ile bir kişiye teslim olmuş biri kıyaslanamaz.
Teslim olan tevhit eder, sırra erer, bir amacı vardır. Hakkın veçhinden,
yüzünden, başka her şey Allah’ta fanidir, ölüdür.” (39 Zümer, 29, 30)
“Nasihati, kabule yatkın ise kabul eder. Tezekkür etmek, herkese açık olsa da
herkese fayda vermez, istidadı olan, müsait olan, içindir. Fıtratı salim,
kalbi, nefsi ve tabiatı yumuşak, istidadı kabule müsait ise ruh nurundan
etkilenir ve nasihati kabul ederek faydalanır.” (87 A’lâ, 9,10) “İlahî İlim,
tövbe ve istiğfar, güzel ahlak ilmi, suyu ile yıkanın, abdest alın, boy abdesti
alın, Kalbinizi, nefsinizi paklayın, arının, Kalp ve Nefsinizi, ilmi idrak edip
yumuşatınız.” (4 Nisa, 43; 5 Maide, 6)
Yeni Bilimsel Kurama göre maddenin,
katı, sıvı, gaz ve plazma hallerine ek olarak beşinci hali vardır: ‘Bilgi’
halidir. Bilgi içeren parçacık, düşük enerjili fotona, nura, dönüşür,
kaybolmaz. Ani şişen Uzay-Zaman boşluğuna, Yokluktan, Levha-i Mahfuzdan,
Arştan, İlahî Bilgi-İlim, Tevhit İlmi, inerek Evreni, Vahdeti, Kesreti, İnsanı
ve Bilinci oluşturur.
Umarım biz de indirilen İlahi Tevhit
İlmini idrak ederek Kalbimizi yumuşatabiliriz!
Necdet Altınay, 27072024
(1) https://www.port.ac.uk/news-events-and-blogs/news/new-experiment-could-confirm-the-fifth-element
(2) http://necdetaltinay.blogspot.com/2020/02/akl-semas_3.html
(3) https://www.google.com/search?q=bo%C5%9Fluk+bo%C5%9Fmudur&oq=bo%C5%9Fluk+bo%C5%9Fmudur&aqs=chrome..69i57j33i10i160.22108j0j7&sourceid=chrome&ie=UTF-8#fpstate=ive&vld=cid:03c5f97e,vid:FYf7af2tb5U,st:0
“Sizin içinizden tarikat ortamı gibi
insanları hayra davet eden âlimler, amel
edenler, arif ve dinde istikamet sahibi
bir cemaat olmalıdır. Zira Allah'ı bilmeyen bir kimse, hayrı bilemez, çünkü
mutlak surette hayır, insanlar için nevi hasebiyle mümkün olan Hakk’ın bilgisi
ve Hakk’a vusulden, vasıl olmaktan, ibaret olan kemâli mutlaktır. İzafî hayır da, mutlak hayra ve kemâle ve yahud herkesin
kendisine mahsus istidadı gereğince ona mahsus olan kemâle ulaşmasına vesile
olan şeydir. Buna binaen davet olunmağa lâyık olan hayır, ya Hak Teâlâ'dır ve
yahut Hakk’a vusul yoludur. Ve o cemaati maruf ile emir eder ve kötülüklerden uzaklaştırırlar. Maruf,
kendisiyle Hakk’a yakın olunan ve dinde vacib veya müstehab bulunan bir şeydir.
Münker, sahibini Hak'tan uzaklaştıran ve failini asi ve mezmum ve kusurlu kılan
herhangi haram ve mekruh şeydir, şimdi tevhit ve istikamet sahibi olmayan kimse
için davet makamı ve maruf ile emir ve münkerden nehiy makamı da yoktur. Zira muvahhit olmayan kimseler çok defa
Allah'ın gayrinin taatine davet eder ve dinde istikamet sahibi olmayan her ne
kadar muvahhid olsada çok kerre kendi indinde ma’ruf ve nefsül emmarede münker
olan şeyi emreder ve çok kerre kendi indinde münker olub nefsül emirde maruf
olan şeyi nehiy eder. Meselâ cem makamına baliğ oluşta Hak ile halktan hicaplaşan
kimse çok defa bazı müskirat ve insanların mallarında tasarruf gibi bir haramı
helâl kılar ve halka tevazu, ihsana
mükâfat ve bu gibi helâl ve belki mendub ve müstehab olan şeyleri haram kılar.”
“İşte şunlar, hicapları kalmamış olan felah sahipleridir ve
yeryüzünde Allah'ın halifeleri olan havastır. (3 Ali İmran, 104) Toplumda,
Hakkı bilip bilgisiyle amel edenler olursa, Halka Hakkı öğretecek kimseler
olursa, kötülüklerden sakındırır ve iyiliklere yönlendirir, Hak bilgisini
öğretir. Tevhitte, Cem makamına yücelip, “Hak ile halktan hicaplaşan kimse, Cem
ile tafsilden, Vahdet ile kesretten, Bütünü görüp parçaları, ayrıntıları göremeyen
kimse” Hakkı bilip, Halkta, Hakkı göremeyen, Halkı başkası gören, Halkta Hakkı
bulamayandır, henüz Allah’ın sıfatları ile sıfatlanamamış, Halkın özde Hak
olduğunu idrak edemeyendir. Her şey ilimden halk olunur, ilim Hakkın
gölgesidir. kudsîde «Her kim bana bir karış yanaşırsa ben ona bir
arşın yanaşırım, bana bir arşın yanaşana ben bir kulaç yanaşırım ve bana
yürüyerek gelene ben koşarak gelirim» ve yine «Ben beni zikir edenin ve bana
şükür edenin enîsi, arkadaşıyım ve bana itaat edenin itaat edicisiyim» buyurmuştur. Hakk’a teveccüh ile Allah'a itaat
ettiğiniz gibi, ona göre feyzin ifâzası, taşıp yayılması ile ve size ikbal ile
Allah Teâlâ da size itaat eder. Hicabın zevali, yokluğu, kadar onlara tecelli
eder.
Resule İtaat
“Allah Teâlâ Hazretleri sizleri nefsinden sakındırır, cezalandıracağı
işleri işlememeleri için bu âyet-i kerime tekrar olunmuşdur. Allah Teâlâ kullara
yardım edicidir, bu sebepten evlâdını helak olmaktan sakınan müşfik peder ve
valide gibi kullarını fenalıklardan sakındırır.”
“Habibim de ki «Eğer sizler Allah
Teâlâ’ya muhabbet eder oldu iseniz, bana tabi olunuz ki, Allah Teâlâ sizleri sevmiş olsun» Muhammed
Sallâllahü Aleyhi ve Sellem Allah Teâlâ'nın Habib'i olunca Allah'a muhabbeti
iddia eden her kimseye Muhammed’e tabi olmak lâzım gelir. Zira mahbubun mahbubu
da mahbuptur, Sevilenin sevdiği de sevilir. Buna binaen Nebi Aleyhisselâm'ın
muhabbeti vacip olur. Nebi'nin muhabbeti ise ancak ona mutabaat ve kul ve amel
ve ahlâk ve hal ve siyret ve akide cihetinden onun yoluna sülük ile yolunda
gitmekle olabilir. Ve muhabbet da'vası yürüyemez, ancak bu suretle yürüyebilir.
Zira Muhammed Aleyhisselâm muhabbetin kutbu ve mazharıdır, göründüğü yerdir ve Muhammed’in
yolu muhabbetin tılsımıdır. İmdi Muhammed’in yolundan nasibi olmıyan kimsenin
muhabbetten de nasibi yoktur, muhabbet davasında olan kimse Muhammed’e hakkıyla
mutabaat ettiği vakit onun batını, sırrı, kalbi ve nefsi, Nebi'nin batınına ve
sırrına ve kalbine ve nefsine münasib olur. Hazreti Nebi Aleyhisselâm ise
muhabbet mazharıdır. Bu münasebet sebebiyle mutabaat eden kimse için
mütâbaattan nasibi mikdarınca Allah’ın muhabbetinden bir hassa olmaklık lâzım
gelir. Bu suretle Allah Teâlâ Hazretleri kendi muhabbetini o kimseye ilka eder
ve o muhabbetin nuru Nebi’nin batınından o şahsa sirayet ederek, geçerek, o
şahıs da Allah’ın mahbubu ve muhibbi, sevdiği ve habibi olur. Ve eğer Nebi’ye
mutabaat etmezse onun batını Nebi'nin batınına muhalif olup, mahbupluk
vasfından uzaklaşır ve pek süratle kalbinden muhiplik, sevgisi, de zail
oluverir, biter. Çünkü eğer Allah Teâlâ onu sevmemiş olsa idi, o da Allah'ı
muhip olamayacaktı.”
“Ve Habib'ine geçmiş ve gelecek
günahlarını mağfiret eylediği gibi sizin günahlarınızı setir etmiş olsun.
Muhammed'in mütekaddim, önceki, olan günahı zâtı ve müteahhir, sonraki, olan
günahı sıfatıdır. Ona tebaiyyet edenlerin, O’na tabi olanların günahları da
böylecedir, zat ve sıfat günahları affolur. Nitekim hadis-i kutside Hak Teâlâ
Hazretleri «Kul nevafil sebebiyle bana mütemadiyen yanaşır tâki, ben o kulu
severim, îmdi ben o kulu sevdiğim vakit onun işiddiği kulağı ve gördüğü gözü, söylediği sözü ben olurum, benimle işitir,
benimle görür, benimle söyler» demektir. Böylece, önceki ve sonraki, kişisel
zat ve sıfat, günahları af olur. Allah Teâlâ sizin zatlarınız ve sıfatlarınız
günahlarını mahv eden mağfiret sahibidir. Size zât ve sıfatınızdan daha hayırlı
vücut ve sıfât-ı hakkaniyeyi bağışlayan merhamet sahibidir. Size kendi sıfat ve
zatınız yerine geçecek Allah’ın zatı ve sıfatını bağışlar. (Etî'ullahe
verresûle) Sözünün manası da Allah'ın
Resul’üne itaat edin, demektir. Zira her kim Resule itaat ederse muhakkak Allah'a
itaat eyledi, buyrulmuştur. (3 Ali İmran, 30-32)
Bölünmeyin, Birleşiniz,
“Tevhit üzere toplanık olduğunuz
halde «Elestü birabbiküm» sözündeki
ahdinize, (Allah’ın ipine) yapışınız. Ve sakın arzularınızın ihtilâfı,
farklılığı, sebebiyle tefrikaya düşmeyiniz, bölünüp parçalanmayınız. Zira Hak'tan
tefrik ve dağınıklık, ancak tabiatın farklılığı, heveslere kapılma ve
kuvvetlerin birbirini itip çekmesiyle olur. Muvahhit ise kalbi Hak nuru ile
nurlandığı ve kalbin feyzinden, anlayışından, nefsi de nurlanmış olduğu için
tefrikadan, bölünmekten, uzak bir mekândadır. Binaenaleyh kuvvetler yekdiğerine
teslim ve sadık olurlar. Kalplerde muhabbeti müfit olan tevhide, sizleri
hidâyet etmesiyle, Allah'ın size olan nimetini zikir edin, hatırlayın. Siz nefsanî
hicaplar ve tabii perdelerle ihticâbınız dolayısıyla, birbirinize düşmanlar ve
şirkini kabul eden ve zulmeti tabîiye çukuruna düşmekle zail olan nurdan ve küllî
maksatlardan uzak idiniz. Allah Teâlâ Hazretleri, nuru ile nûrlanmak için Allah'ta sevişmekle
kalpleriniz arasını te'lif eyledi. Bunun üzerine Allah'ın nimetiyle hemen siz
Allah'ta sadık din kardeşleri oldunuz. Ve siz ateş dolu bir çukurun kenarında
idiniz ki, o da tabiat-ı zulmaniye çukuru ve mahrumiyet azabı mahallidir. Aranızda
sizi ruh makamı sidresine ve zât cenneti rahatlığına eriştiren hakikî bir
ulaşımla sizi o çukurdan kurtardı. İşte böylece lâtif sıfatların ve anlayış ve
idrakin parlak tecellisi ile size âyetlerini
beyan eder. Me'muldür ki,
zât tecellisine ve cemâline hidâyet bulursunuz.” (3 Ali
İmran, 103)
Zattan Cem’e Geçiş,
“O kullar, ‘Ey Rab’bimiz biz ef’âl ve sıfatının nurlarına imân ettik;
efal, fiil, iş ve işlemlerimizin ve herhangi bir sıfatımızın olmadığını anladık
ve idrak ettik. Şimdi sen bizim vücutlarımız günahlarını, ‘bizim’ dediğimiz
vücutlardan dolayı, benlik ve bencillikle işlemiş olduğumuz günahları, affet ve
kendi vücudun ve zatın ile ört, zatın ile setir et, bizim vücutlarımızın yerini
al’ derler. Vücudun da sana ait olduğunu, mevcut olanın da biz olmaksızın sen
olduğunu, bize idrak ettir. Ve bizi, ‘bakiye vücut ve hicran, senden ayrılık ve
gayrilik ateşi azabından muhafaza eyle, koru’, derler.”
“Senden ayrı olarak var olduğumuzu
düşünerek, senden ayrı oluşun ateşiyle yanmayalım. Onlar mücahede, cihat
ederler, mücadele ederler ve riyazet, kanaat ediş, gamlarına sabır ederler.
Hak’ta ve Hakk’a sulûkta sebat ederler. Haktan, Hak olarak, Hakka gitmeye
kararlıdırlar. Ve mallarından ve fiillerinden, sıfatlarından, nefis ve zatlarından
Hakk’ın maadasını, Haktan kalan başkasını, infak ederler, dağıtırlar. Haktan
başka gördükleri her şeyi dağıtır, yalnız Hak kalır. İdrakin en doğrusu ve en
iyisi olan Büyük Kıyametlerinin kopuşu sabahında, nurun tecelli edişi
günlerinin sabahının seherinde, geriye benliklerinin kalmaması için af
dilerler. Vücutlarının özünden, batısından, zat güneşinin doğması, vücutlarının
hakikatinin ilim olduğunun idrakiyle, zat güneşinin doğması ile vücutları
mağribi, batısı, kalmayınca kendilerine, yüzü baki olanın doğuşuyla, cem'
makamında, zatının birliğine, Hak şahit oldu. Zira onun gayri şahit ve meşhut,
şahit olan ve şahit olunan, görülmüş, gören ve görülen, kalmadı.”
“Sonra Vahdetten Kesret makamına geri
döndü. Kesrette, ayrıntılar âleminde, gayri ile beraber Nefis ile Vahdaniyete,
Kesretin de Vahdetine şahit oldu. Cem’in gayrinde, Kesrette zahir oluşun
ayrıntısında, Vahdetin gölgesi bulunan Kesret suretlerinde, her Hak sahibinin istidatları
ve istihkakları kadar kemalinden, olgunluk, hakkını aldığına, kaplarının izin
verdiği kadar, onlarda tecelli ederek, adaleti sağlayarak, Vahdaniyete, Birliğe
şahit oldu. Hem Vahdette hem de Kesrette, her iki âlemde de şahit ve şehit
olunan yerde de O’ndan başka mevcut yoktur.”
“Cem itibariyle her şeyi kahredip
kimsenin kendisine erişemediği izzet sahibidir. Hikmetiyle her şeyi tedbir
ederek Kesret âleminde olanlara lâyık oldukları kemali veren hikmet sahibidir.”
“Tahkik Allah’ın indinde din ancak
kendi nefsiyle kararlaştırdığı işbu tevhittir. Zira Hakk’ın dini İbrahim
Aleyhisselâm'ın (eslemet vechullah) yâni
«Ben nefsimi ve cümle varlığımı Allah’a teslim eyledim ve benliğimden
soyundum, Allah’da fani oldum» dediği
gibi zâtları Allah Teâlâ’ya teslim etmek dinidir. Allah Teâlâ Hazretleri Habibi Muhammed Aleyhisselâm'a
da Eğer ehl-i kitap sana muaraza ederlerse, karşı gelirlerse, sen de ki, «Ben zatımı Allah’a teslim eyledim ve bana
tabi olanlar da buna muvaffak oldular» mealindeki, ayetiyle emir buyurmuştur.”
(3 Ali İmran, 16-21)
“Sen varsın ve 1’sin,
Matematiktensin, farklı bir Nota olarak Müziktensin, ayrı bir renk isen
renklerden birisin. Matematik, Müzik, Renk Kartelâsı ve Evren seninle tamam
olur. Bir bilgisin, ilim seninle tamam olur. Bir ve Tek Bütünün ayrılamaz ve
bölünemez bir parçasısın!”
İnsan,
esveli safilinden, aşağının aşağısından, maddenin, bedenin çukurundan,
yüceliğin doruğuna çıkmak üzere; İlim, Akıl, Fikir Üretme, Hayal Etme,
Hatırlama gibi her türlü sıfatla donatılmıştır. Reşit olduğunda Kutsal
Mesajlara muhatap kılınmış, fıtratına, genetiğine, dipten doruğa çıkış için
gereken her tülü sıfat, Allah’ın sıfatlarının tümü, kazınmıştır. Gereğinde,
elinden tutulmuş, ‘Bilen ile Bilmeyen bir olmaz’ ilkesi gereğince, İlmullah,
Allah’ın İlmi öğretilmiştir. Hz. Muhammet, hem Kulu hem de Resulüdür. Kuran,
Makamlar ve Mertebeler halinde, Olgunlaşma, Seyri Süluk, Sırat el Müstakim,
Doğru Yola girenlere nasihat ve yol göstermeleri, ayrıntılarıyla kapsar. Konuya
ilişkin bazı ayetler ele alınmıştır. Okumak, okuyup anlamak, idrak edip
uygulamak ve vuslat kişiye kalmıştır!
“Habibim, sen
de ki, hayır ve şerrin tümü Allah'ındır, Allah’tandır.” (4 Nisa, 78) “Kaaf,
mevcutların tümünü kapsayan, İlahî Arş olan, Muhammed’in Kalbine işarettir.
Kalp, Rahmanın Arşıdır. «Müminin Kalbi, Allah'ın arşıdır ve Ben yerlere göklere
sığmadım, lâkin mümin kulumun kalbine sığdım» buyurmuştur. Sad, Muhammed'in
suretidir. Kalbin, Sad denilen bedensel yönünün ardında
Kaf denilen manevî, ilim, vardır. Her ikisi mevcudatın tümünü kapsar, birisi
manevî diğeri maddî yönünü oluşturur. İlim esastır, Madde, İlmin, görünür,
uygulanmış, halidir. Henüz gündüz olmayan sabah veya henüz gece olmayan akşam
vaktinde ayrıntılarıyla görülemeyen madde bir bütün halinde algılanır.”
“Bu madde dağına Sad ve
dağın üzerine oturduğu ilim dağına, vadisine de Kaf denebilir. Muhammed’in
Kalbi, Vücudun tümünü ayrıntısıyla kapsayan Kuran Aklını yani istidadı evveli
içerir. Sad, tüm mevcudatı maddi yönden kapsayan dağdır. İlmin tümünü idrak
eden Kalp, Rahmanın arşıdır ve bu Kalp de Sad dağını kapsar, içine alır. Sad
dağı, Kaf dağının üzerindedir ve Kaf dağının ardında Anka vardır. Bu durum ise
yerlere ve göklere sığmayan Rahmanın, mümin kulunun kalbine sığdığını gösterir.
Kalbi bilmeyen, Rabbi bilemez. (50 Kaaf, 1; 38 Sad, 1) Her şey enerjiden
oluşur. Kütle Enerjiye dönüştüğünde Bilgi Baki kalır. İnsan maddeden soyunabilir,
İlim baki kalır. Sad, aslında enerjidir, bedensel ve maddi suret, kütle gibi
enerjiye dönüşebilir; Kaf, kütlesi olan ilimdir, canlılığı verendir, ardında
Anka vardır. Kalbe sığan, Sad, Kaf’a dönüşür, Kaf, Baki kalır! Dönüşüm,
süreklidir, her an Halkı cedid oluşur!
“Ervah, canlılık, Semalar gibi
‘Eşyanın Evveli’, ilk eşya, halk edilen ilk şeyleri ve onların hakikatini idrak
edin. Allah'ı, Hak marifeti, bilgisi
ile ‘Arif’ olun ve halkı evvelinin icadını, İlimden ve yakinden bilin. Her anda yeniden yenilenen yeni
Halktan şüphe etmeyin, her anda Halkı Cedidi, yenilenen yeni halk edilişi ve
yeni halk edileni, müşahede edin, görün, yeniden dirilişi inkâr etmeyin, ölümü,
zamandan bilmeyin. Biz, insana, şah damarından daha yakınız.” (50 Kaaf, 2, 15;
55 Rahman, 29)
Görünen, Gözde oluşan bir görüntüdür,
Hak gözünde ise bu görüntü, Hak görülür; görüntü oluşan Göz, Halk gözü ise aynı
görüntü Halk görünür. Görünen, Görenin İlmidir, Görüntüsüdür! Göz, görüneni,
Kalp basiretle, idrakle ardını görür! Kalpte, Sad; Sadın ardında, Kaf ve Kafın
ardında Anka vardır, Anka, Halkı Cedid olarak, yeniden yenilenen bir şekilde
oluşur, küllerinden yeniden doğar.
“Kalp, Ruh ve Vahdet;
yani Ef’al, Sıfat ve Zat makamları Ayetlerde tanımlanır. Kalbin ufku, Ruh
Semasıdır. Kalpten ruha çıkmak, kalpten ruh semasına çıkıp sonuna, ufku alaya,
apaçık ruha, ufku mübine, açılmak, demektir, ufkun sonuna yaslanmaktır. Değişmesi
ve yanıltması mümkün olmayan, İlmin doğruluğu, sabit ve muhkem, emin oluşu,
mertebeler halinde inişi, zanları ortadan kaldırır. Her makamda tekrarlanan,
örneğin, Efal makamında, Fena-i efal, tevhidi efal ve tecelli-i efal şeklindeki
mertebeler, bireysel bencillik zanlarını yok eder. Bu durum, Kutsal Ruhun
tesirini gösterir. Resul, var olduğu, zuhur ettiği
yerden, böylece, fani olup fena bularak, gurup ettiği zaman, huzura çıktığında,
zahir oluşundan, varlığından, eser kalmaz, itibar edilecek bir şeyi bulunmaz.
Kalbin ufkuna çıktığından, vasıl olduğundan itibaren, ufkun en tepe noktasına,
ufku alaya, kadar, Kutsal Ruh öğretir. Üç makam, üçer mertebe halinde geçildiğinde,
varlıktan, var olma zanlarından eser kalmaz. Resulü, Ruhulkuds, Kutsal Ruh,
talim eyledi, terbiye etti, her şeyi öğretti. Nebi, Kutsal Ruhu, en güzel
suretinde iki defa görmüştür. Birisi, Hazreti Ehadiyet’e yücelişinde, diğeri
oradan inişindedir.” (53 Necm, 1-7)
Akıl, Kalbin bilgi işleyen bölümüdür. Akıl, bilgiyi anlar; Kalp ise,
basiretle, İlmi idrak eder. İlim, Ruhtur; Hakkın Gölgesi olarak, Kutsaldır.
İlim, Kaf, kütlesiyle suretlere dönüşür; Sad, suretler, anlaşıldıkça İlim idrak
edilir; İlim, suretler ve eşya ile kendini öğretmiş olur. Her zerre, farklı bir
titreşim, farklı bir bilgi ve yok denecek kadar az veya çok bir kütlesi olan,
bilimsel özelliklere sahip, Bilgi Küpüdür, Evrenin Yapı Taşıdır. Eşya, madde,
kütleli Kuvvetlerin toplanmasıyla, ayetin dediği gibi ‘izdihamı’ ile ilimden,
bilgi veya bilgilerden oluşur. Önce Kaf, Sad haline gelir, sonra ise Sad, Kaf
haline dönüşür. Aynı şekilde İnsan, maddeden soyunur, yüzerek yanıp, Anka gibi
küllerinden yeniden doğar, Arif olur, Hakkın Bağışladığı Vücut ile yeniden
küllerinden dirilir.
“Sonra, Allah’a yaklaştı, Ruh, Sıfat,
makamından terakki ederek, Resul, ufkun ötesine geçti. İşte burada, Cebrail:
‘Ben buradan öteye bir parmak geçersem yanarım’ dedi. Ruh (Sıfat) makamının
ötesi, Zatta fena ve ihtirak, yanmaktır. Resul, maddeden soyunarak, Vahdette
fena ile Ruh, Cebrail, makamından terakki ederek, geçerek, Allah’a yanaştı,
yaklaştı. Ruh makamının ilerisi Zatta fena bulmak ve maddeden soyunarak, uzay
zaman boşluğunda yüzen Gaz ve Toz bulutu misali, yüzerek yanmaktır. Resul
Aleyhisselam, fenadan sonra beka halinde, Vücudu Mevhub-u Hakkani, Hakkın
Bağışladığı Vücut ile Hak'tan Halka rücu ile ciheti insanîye meyletti,
insanlığa yöneldi. Böylece, Nebi de Zat makamında yanarak fena buldu ve Hakkın
bağışladığı vücut ile Bekaya geçti yani Haktan Halka rücu etti, insanlığa
meyletti.” (53 Necm, 8)
Her derecede, Fena, Tevhit ve Tecelli
olmak üzere, üç mertebe yücelerek; Efal, Sıfat ve Zat makamlarını,
derecelerini, geçip, yücelen kişi; Halk ve Hak Kavislerini geçerek, Kalbin
Ufkunun ötesine geçip, Fena bulup Fani olabilir, Zatta yanarak, yüzerek yanıp,
bedenden soyunmuş olur. Böylece, Sad dağı ortadan kalkmış, Kafdağı kalmış,
Anka’ya ulaşılarak yeniden, yanıp kül olup, küllerinden, doğmuş olur.
Bağışlanan vücut ile insanlığa rücu eder. (Anka
kuşu ile
ilgili bir hikâye şöyledir: “Rivayet olunur ki, kuşların hükümdarı olan Simurg
(Zümrüd-ü Anka ya da Phoenix), Bilgi Ağacı'nın dallarında yaşar ve her
şeyi bilirmiş. Bu kuşun özelliği gözyaşlarının şifalı olması ve yanarak kül
olmak suretiyle ölmesi, sonra kendi küllerinden yeniden dirilmesidir.) (1)
“Resul, Halk ve Hak itibar edilen
hayalî iki kavse bölünmüş değildir. Vücudu içine alan daire oldu. Aşağı inişte,
dairenin ilk kavisine Halk itibar edilir, mahlûkatın suretleri açıktır ama
hüviyetleri gizlidir. Allah’a tedricen yaklaştıkça mahıv ve fena olunan kavis
ise Kavsi Ahirdir, Haktır. Ezelden ve ebeden üzerinde sabit olunan kavis Kavsi
Evveldir, ilk kavistir. Halk için, fenadan sonra kendisine hibe edilen vücudu
cedid, yeni vücut ile hadis olan, var olan, kavis ise Kavsi Ahirdir, ikinci
kavistir. İki kavisi, birbirinden ayıran hayali ve zan olan ikilik
düşüncesidir; birbirine kavuşturan ise ikilik zannının ortadan kalkışı ve
Kesretin Vahdette yok oluşudur. Diğer bir deyişle, Kesrette, hakiki Vahdetin
tahakkukunu, gerçekleştiğini, görmekle, Zat ve Sıfatın Ehadiyeti, Birliği,
idrak edilir.” (53 Necm, 9-11)
“Böylece, Zat ve Sıfatın Birliği,
dairenin bölünmediğini gösterdiğinde, Baki Olanın, Resule, iki kavisten daha
yakın olduğu idrak edilir. Yani aslında kavislerin hayali, zan, olan Zat ve
Sıfatın varlığı nedeniyle ortaya çıkar, zanlar kalkınca hayali kavisler de
ortadan kalkmış olur. Zan ve hayallerin kalkmasıyla oluşan Vahdette, Allah,
Resulüne, Cebrail vasıtası olmadan hitap eder. Bu hitap ile Nübüvvet sahibine,
keşfi mümkün olmayan İlahi Sırlardan dilediğini vahyeder. Resulün Gönlünün,
Fuad’ının, Cem Makamında, Zatını müşahede eden, Hakkın Hibe ettiği vücut ile
mevcut olan Kalptir. Cemi' Cem'i Vahdette küllisi fani olduğundan Fu’adda,
gönülde, Abid de, Kul da, yoktur. Cem’i Vücuda, vechi baki tesmiye olunur,
denir; Vücudun bütününe Baki Yüz denir, denir ki cem'i sıfat, sıfatların tümü
ile mevcut Zat demektir.” (53 Necm, 9-11)
İnsan, evvelinde, zerre kütle, madde, bedenle ve boş bir beyinle başlayıp
doğar. Fıtratında, Allah’ın sıfatlarının tümünü kapsayan insanî olgunluğun
tamamını kapsayan İlim kazınmış haldedir. Aklı başına geldikçe, bilgiler
edinir, olgunluğun yolunu tutar, insan olmaya başlar. Kutsal Kitaplara ve
Hitaplara muhatap olur. Kalbinin ufkuna çıktıkça, ufkun ötesine yayılmaya ve
ufku alaya yaslanıp yücelmeye gayret eder. Yolculuğunda, Kutsal Ruh, eğitim ve
öğretimine yardımcı olur. Hak ettikçe, Hak ettiğini, Hakça, Haktan alır. İlk
Kavis, Halk Kavisi, belirginleşmeye, aşağı doğru inişe başlar ama aslında insan
yukarıya doğru Allah’a yücelmeye başlar. Bireysel bedeninden soyundukça iniş
devam eder, soyunma bitince de kendine Halkı Cedid, Hakkın Bağışladığı Vücut,
verilir, bu durumda ise Hak Kavisi, yukarıya doğru çıkışa geçer, insan ise
insanlığa doğru rücu etmeye başlar.
Zan ve hayalî olan Kavisler ortadan
kalkar. Öyle bir an gelir ki Kalbinin Ruha açılan Kapısı, Fuad’ında, Kul yoktur
artık, geriye Baki Yüz, Sıfatların tümüyle mevcut Zat, kalır. Bu hal içinde
Allah, Kulu veya Resulüne, İlahî sırlardan dilediğini vasıtasız vahiy eder.
İyi bilinir ki “Allah, kuluna şah
damarından daha yakındır; Şirk, yani ikilik yapacak şekilde Benlik,
affedilmeyen tek günahtır.” Kavislerin ortadan kalktığı hal içinde iken
Fuadında Kul yoktur, mevcut olarak sadece Zat kalır; Kul çıkar aradan Kalır
Yaradan; bu durumda Allah, Kuluna, İlahi sırlardan dilediğini vahiy edebilir.
Resulü gören, Allah’ı görür!
Necdet Altınay 22092024
(1) https://www.google.com/search?q=anka+ku%C5%9Fu+hikayesi&oq=anka+ku%C5%9Fu&aqs=chrome.3.0i355i433i512j46i433i512j0i512l3j0i433i512j0i512j46i512j0i512l2.7912j0j7&sourceid=chrome&ie=UTF-8
Herkes ve her şey belirli bir
‘Bilgi’nin uygulanmış halidir. Hiçbir şey tesadüfen oluşmaz. Bilgi, Evrenin
temel yapı taşıdır, az ya da çok bir kütlesi vardır, kuvvetlerinin
toplaşmasıyla madde veya mevcutlar oluşur. Her zerrenin, belirli bilimsel
özelliklere sahip farklı bir titreşimi vardır. Canlıları cansızlardan ve
canlılar ile cansızları birbirlerinden ayıran tek özellik de her birinin
kendine özgü bilgileridir. Aynı kapsamda insanları da birbirlerinden ayıran
özlerindeki bilgilerdir. İnsan, kendini ve başkalarını özlerindeki bilgilerden
tanımalıdır. Aksi takdirde yanılır, yanlış anlar, yanılgıya düşer, anlam
vermesi imkânsız olur. Özlerindeki bilgiye ulaşmadan, insanları, hareketleri,
davranış ve sıfatlarından tanımaya çalışmak en zor yolu seçmektir ve yanılma
kaçınılmazdır. İlim, bilgilerden oluştuğuna göre Doğanın ardındaki ilim ve
fenne ulaşmak, fizik, kimya gibi bilimsel ilmin kaynağının da İlahî olduğunun
idrakine varmak en doğrusu olabilir.
İnsan, bilir, bildiğini bilir,
bildiğini, okur söyler ve uygular, hatta bildiği ve uyguladığı kadar insandır.
En büyük günah ‘Şirk’tir. Şirk, Allah’ın yanına ‘Gayri’ bir varlığı koymak, en
az iki varlık varmışçasına düşünmektir. Bu duruma en bariz örnek, ‘İkilik’
yaparak, iki varlık varmış gibi ‘Benlik’ veya ‘Bencillik’ yapmaktır. Bu yanlış
bir bilginin uygulanmış halidir. Yani, İlim Allah’ındır, ilmin uygulanmış hali
Evrendir, tüm Kâinattır, Benlik yapacak ayrı ve gayri bir ilim veya bilgi
yoktur.
Benlik ve bencillik yapmak, olmayan,
var zannedilen, yanlış bir düşünceyi uygulamak ve insanın kendine ‘Kötülük’
yapmasıdır. Yanlış bir bilginin doğru uygulanması mümkün değildir. Şirk
yapmakta ısrar Kalbi katılaştırır, yanlış düşüncenin kökleşmesini sağlar. Bu
konuda ileri gitmek, Allah’ı ve Allah’a imanı inkâr etmektir. Doğru zannedilen
yanlış bilginin üstüne bina edilen düşünceler aklı da esir eder. Böylece Hayat
çok nazik, hassas bir denge üzerine kurulur. Kendisinin olduğuna, esas ve tüm
gerçeğin bu olduğuna ve Allah’ın olmadığına inanılır. Hatta ‘İnanmıyorum, öyle
olduğunu biliyorum’ denir. Bakara Suresinin ilk ayetleri insanların 7 Sınıfa
ayrılabileceğini ve ilk Sınıfın da şirk içinde olup ‘İnkâr Edenler’ olduğunu
açıklar.
Ayetlere göre ikinci Sınıf insanlar
‘Münafıklardır’. Bu tür insanların kendilerine özgü temel bilgi ve düşünceleri
yoktur. İnkârcıların yanında onların haklı olduğunu, İman edenlerin yanında da
onların haklı olduğunu kabul ve beyan ederler. Bu iki Sınıf insanlara Kitap,
‘Dünya Ehli’ der. Kendi Dünyalarını kendileri kurar ve kendi kurdukları
Dünyanın içinde yaşarlar. Sonradan kendilerince öğrendikleri ilim önemli, ilmin
kaynağı önemli değildir. İlim, Evrende vardır ve tek gerçektir, bunlar için,
nerden geldiğinin hiç önemi yoktur. Dünya Ehli grubu, ‘Cennet Ehli’ Grup izler.
Benlikleri olan bu grup da iki sınıf insandan oluşur. Birincisine ‘Günahkâr’,
ikincisine ‘Cennetlik’ denebilir. Günahkârlar, hataları kadar Cehennemde kalır
sonra cennete geçerler. Cennetlikler ise her yaptıkları ve yapmadıkları cennet
içindir.
Doğru bildikleri bilgiler ve ilim
sayesinde, uygulayabildikleri kadar iyi ve iyilik; yapamadıkları kadar kötülük
içinde bulurlar kendilerini. Yapmak istedikleri hep iyiliktir ama kendilerini
istemeden de olsa kötülükler içinde bulabilirler.
Üçüncü Grup insanlara, Kitap,
Ehlullah, ‘Allah Ehli’ der. Bu gruptaki iki Sınıf insanın birinci sınıfına,
Allah’ı sevip O’na iman edenlere, kısaca, Allah’ı ‘Sevenler’ denebilir. Bu iki
sınıf insanın ortak olarak, ‘Sen, Cenneti, isteyene ver; bana Seni gerek Seni!’
diyenler olduğuna inanılır. Tüm fiillerin Failinin, tüm sıfatların Mevsufunun,
sıfatlananın ve tüm mevcudatın Vücudunun Hak olduğuna inanırlar. (1) Bu Bilgi ve İnançlarında azimle
sebat etmeleri sayesinde Sevenlerin en sonunda bir kısmının Allah tarafından da
sevildiği Kitapta müjdelenir. Böylece sevenlerin en azından bir kısmına
‘Sevilenler’ denebilir. Hatta ‘Kulum bana nafile, fazladan, yaptığı ibadetlerle
yaklaşırsa; Ben onu severim, sevince tuttuğu Eli, konuştuğu Dili, işittiği
Kulağı olurum’ diyen ayetler vardır. Kendi Efal, Sıfat ve Zatından sıyrılıp,
maddeden soyunabilenlere, öze inebilenlere, Hakkın Efali, Sıfatı ve Vücudunun
bağışlandığı müjdelenir. (2) Böylece, Kulun her tuttuğu,
işittiği ve gördüğü Hak’tır, kötülükler, yanılmalar ve hata yapmalar bitebilir.
Seven sevildiğinde Aşk oluşur! Bu Aşk ile Allah Resulüne ‘Habipim’ diyebilir.
Halk olarak görünen Hak’tır! Hak, son makam, Yedinci Makamdır. Kimse kimseyi öldüremez, Allah
demedikçe; Allah demez, Kul Allah dedikçe!
İnsanlar, bazen, ‘bilgi sahibi
olmadan görüş sahibi oldukları’ söylenerek suçlanır. Oysa araştıran ve
araştırmalarıyla güvenilen bilgilere ulaşan kişilerin görüşlerini dinleyerek
görüş sahibi olmak gayet makul ve mantıklıdır. Elde ettikleri bilgilerin en
uygun şekilde değerlendirilmesi sonucunda ileri sürülen görüşler, doğru
bilgilere dayandığı için, doğru olabilir. Anadolu Halkı, Anadolu Erenlerinden
çok şey öğrenmiştir. Ermişler ve Dervişler en büyük Hakikati, “Gökten iğne
yağsa Gayriye değmez!” diyerek özetlemişlerdir. Yedi Sınıf insan Yedi Makam
olarak da düşünülebilir. Bilgi ve görüş elde edip uygulayarak Sınıf
atlanabilir, Dipten Doruğa kolayca da çıkılabilir. “Bana bir adım yaklaşana ben
iki adım yanaşırım!” deyimi kutsaldır. Halkın, “Elinden, belinden, dilinden bilerek
veya bilmeyerek, bu aciz, aslında olmayan, kulunun işlediği günahları sen affet
Yarabbi!” duası da kabul görebilir. Anadolu’da böyle saf ve temiz insanlara
sıkça rastlanabilir.
Kötülüğün ve kötülerin
davranışlarının, bilgi eksikliği ve yanlışlığından kaynaklandığı aşikârdır.
İnsan, önce taklit sonra da tahkik, araştırma ve inceleme, yaparak öğrenir.
Öğrendikçe de kötülüklerden kurtulup iyiliklere, maddeden, madde ve bedene
bağlılık ve bağımlılığından kurtularak, öze, manevî ve ulvî âleme yücelebilir.
İmanın kaynağı inkârdır, Bilgeliğin temelinde Cehalet vardır! Hak gözünden Hak;
Halk gözünden, Halk görünür!
Umarım biz de Cehaletten, Şirkten,
öğrenerek kurtulup, Bilgeliğe yücelebiliriz!
Necdet Altınay 19102024
(1)
http://necdetaltinay.blogspot.com/2021/03/isktan-huzura.html
(2)
http://necdetaltinay.blogspot.com/2024/09/insan-yaratcdr.html
İnsanın arınması, Nefsin, Kalbin ve
Ruhun arınması olmak üzere, üç aşamalıdır. Kötü davranışlardan arınma Nefsi,
kötü duygulardan arınma Kalbi paklar. Ruhun maddeden arınması ise İlahi aşka kadar götürebilir.
İnsanın ilim ile şereflenmesi, Doğadan, maddeden ve hayvani canlılıktan arınmış
olduğunun idrakine varması olabilir. İnsan olmak belirli bir düzeyde peşinen
arınmışlıktır. İnsan olmak için verilenler göz ardı edilemez.
“Arzın yarılıp çekirdekten bitkinin
çıktığı gibi sizi de rahimde, vücudun siyah madde denizinde ters tutunan
damlanın bedensel maddeden arınmasıyla, kurtarırız. Maddeden kurtulamadığı zaman, nefsin, madde
fesadından helak olduğunu gözlemlersiniz. İman ederek, istidadınızda,
genlerinizde, olan nuru, ilim ve irfanı, taşıp yayılan olgunlaşma nurunu tasdik
ederek, kabul edip uyarak, içinize doğan şeylere ikbal ediniz, uyunuz.
Güzel ahlak ve tevhidin istidadınıza,
genlerinize, delilleriyle
konulması, kazınması ahittir, bu ahde uyulması da sizin ahde vefanızdır.
Nurlu parıltılarla verilen ilim ve irfanı, nefsanî lezzet ve kazançlarla
değişmeyiniz. Nefsanî sıfatlarla, ruhani bilgi ve aydınlığı karıştırmayın.
Ruhani kuvvetler ve hisler, nefsanî
kuvvet ve hislerden şereflidir.” (2 Bakara, 50) “Âlimdir, ilim sıfatıdır, ilmi
başka kimse bilemez, Allah’ta fani olanın kalbi, hakkın vücuduyla mevcut olur.
Zira sıfat vücuda tabidir, ilmi de Allah’ın ilmidir.” (4 Nisa,
113)
“İsa’ya, Kutsal Ruhu teyit eden ve levha-i mahfuzda
sabit olan hakikatler ve bilgiler kitabını,
ahval, koşullar ve ahlak
makamlarını, soyunma ve arınmanın ayrıntılarını, Allah’ta sülûk hikmetini, fiiller ve sıfatların
tevhidine götüren batın ve zahir ilimlerini öğrettik.” (5 Maide, 110) “Sana
hikmeti öğreten ve seni konuşma makamına getiren, «hikmet sahibi Allah ben'im»”
(27 Neml, 9) “İlmimizle sıfatlanması nedeniyle, Davut’a nazari ve ameli hikmeti
verdik.” (38 Sad, 20) “Allah, yüzleşmekten ve muhatap alınmaktan arîdir.” (42
Şura, 51) “Dilemeniz istenmeden, dileyemezsiniz; iradem, iradeniz olur.” (76
İnsan, 30) «Allah» «MUHAMMED’İ Kayyum kıldı».” (18 Kehf, 2) “Müminlerin tümü,
hay ve kayyum olan Zat’a teslim oldular. Hepsi Hay ve Kayyum’un kudret ve
kahrına tabidir ve mülkünün esaretindedir. Ne kendi nefsiyle ve ne de gayri bir
şeyle hayat bulur, ne de kaim olur. Hayat ve kıyamı, ancak Onunladır.
İstidadını körelten ve fıtratının sefasını sürmeyerek «nefsine zulüm» edenin
yüzü kararır. Temizlik ve arınma ile güzel ameller işleyen kimse, hakiki
imanının kalıcı olması halinde, kendisinde hâsıl olan kemalin noksan olmasından
korkmaz.” (20 Taha, 111, 112) Fıtratın sefası sürülmelidir. “O’nu sevenler,
kendilerinde yeterince sebep, donanım ve kudret bulursa, yaradılışlarında gizli
olan hakikat, bilgi, ilim ve erdemler sayesinde, temizlenme ve arınmayla ‘Benlikli’
fiili ihraç etmeye ilişkin verdikleri sözü yerine getirmiş olurlar. İnsan
olarak insanlıktan yaratılmış, akılla
donatılmış oldukları için, önce âlim, sonra kâmil insan, arif olurlar. Böylece
kendini gerçekleştirmiş, verdikleri sözü yerine getirmiş olurlar.
“Onlar, verdikleri sözü tam bir
biçimde yerine getirirler”. (76 İnsan, 7) “Biz,
inananlar için, görme, işitme, dokunma, tat alma ve koklama gibi beş dış duyu ve
adalet, vicdan, zekâ,
hayal gücü, fikir, gibi beş de iç duyuya ek olarak teorik, kuramsal ve
pratik, amelî, uygulamalı ilim olmak üzere 12 vekil gönderdik.” (5 Maide, 12) İnsan,
ilmini artırarak kirlenebilir de arınabilir de ‘Benlik’ yapmasına bağlıdır.
Bilgiyi benimseyebilir ama İlim Allah’ındır!
“Nefis asasını, fikir ile dimağ
taşına vurunca, dimağından on iki göz ilim kaynadı. İnsanların her birisi, bilim insanı veya sanatkâr olarak, ehil
olduğu ilmin kaynağını bildi. İnsan nefsi, bu on iki ilim kaynağından,
kirlenerek de temizlenerek de çıkabilir. İlim kaynaklarını yanlış kullanmak
huzursuzluk verir. Huzursuz ortamlarda, kötü niyetlerle kullanılacak bilgi ve
ilim kaynakları, insanlar için kötü sonuçlar doğurur.” Huzurda, huzur içinde olunan
ortamlarda, iyi niyetle yararlanılacak ilim kaynakları, kişi ve topluma yararlı olur.” (2 Bakara, 60)
“Namaz, huzur nuru ile batınları nurlanmış ve Hakk’a teveccüh ile nefis
cehennemine düşmekten kurtulmuş olsunlar diye farz kılınmıştır. Toplumsal
arınma amacıyla da haftanın sonunda Cuma günü toplu ibadet farz kılınmıştır.” (2 Bakara, 64) Her yeni bilimsel buluş, bu on iki ilim kaynağına tabi olarak, biat ederek, yapılan çalışmalarla elde edilir.
“İnsan ruhunun, insanı insan yapan ilminin, maddeden soyunup, temizlenip,
maddeyi terk etmesi, arınması zamanında, hayvanî ruh ve kuvvetler yani
canlılık ilmi ve canlılık veren kuvvetler, ıstırap ve acı çeker.
Beden ve madde, ruhsuz, ilimsiz, bir
şey yapamaz, sadece bilinçsiz hareket edebilir, kişiliği bozulur. Ruhsuzluk
durumunda, madde, tek düze bir sarsıntı, zelzele, sallantı ve titreşim içinde
olur. Bu tanım içindeki sarsıntı, sallantı ve titreşim, insan ve diğer
canlıların tümü için geçerlidir. Yani bu durum, madde ve beden arzının,
kendisinin kadri ve kıymetinin bilinmesine sebep olan ervah, mana ve amelî
kuvvetler heyetinin tümünü ve kalpte kökleşen itikat ve inançlarını,
kıymetlerini, değerlerini, meydana çıkarır. İnsan ilmi ve cesedi ayrışmış olur.
Böyle durumda, beden arzı, halinin diliyle, hal diliyle, içinde bulunduğu
halinin anlattığı şekilde, ömür boyunca biriken haberlerini söyler. O vakit beden
arzı, bireye verilen iradenin nasıl kullanıldığını, evveline ait haberlerini,
söyler. Maddenin içinden bir ‘şey’, insan, oluşmasına ilişkin ilim çıkarıldığı
zaman; ruh, ilim, bakidir ölmez, maddeyi, cesedi, kütle ve ağırlığıyla, ihraç etmiş
olur, kendisi aslına döner. Ruhun maddeden soyunması zamanında, geride kalan
beden arzı da ıstırap içinde harap olup; hava, toprak, ateş ve su ayrışarak,
ortadan kalkar, kütlesi ve maddesi de yok olur, toprak olur. O vakit insanlar,
kimi hayırlı, kimi hayırsız, eşkıya olarak müteferrik, ayrılmış, oldukları
halde, bedenlerinin mizaçlarından, mezarlarından, hesap ve ceza yurtlarına
sudur ve hareket eder. İmdi hayırlılardan zerre miktar hayır işleyen kimse o
hayrı görür. Eşkıyadan zerre miktar şer
işleyen de o şerri görür. Küfür ve hicap sebebiyle eşkıyanın hayırları
yanıltıcıdır, keza iman, tövbe, selameti fıtrat ile hayırlıların da şerleri af
olunur.” (99 Zelzele, 1-8) İnsan cesedi, mahşerde, ömrü boyunca, fıtratı
gereği, aldığı her hazzı ve çektiği her eziyeti bildirir!
Her ‘Şey’ ve Herkes, ‘Bilgisin’
deposudur. Bilgi kütlesinden ayrılıp onu ihraç ederse, kütle aslına, enerjiye,
dönüşür, Bilgi baki kalır, İlme katılır.
Umarım bizim de amacımız, Allah’ın
İlmine ulaşıp arınarak, gerçekleşebilir’!
Necdet Altınay,
30102024
Her
mevcut olan, kişi veya eşya bir ve tek vücudun bir zerresi, ilmin bir bilgisi,
öyle bir ‘Bilgi’ ki Evrenin Yapı Taşıdır ve bir Kütleye sahiptir, deryanın bir
damlasıdır. Var olması istenmiş veya sevilmiş ki olmuştur. Bilgi, başlıcası
Elektrik, Manyetik ve Elektromanyetik olmak üzere ‘Kuvvetler’den oluşur ve bu
Kuvvetlerin toplanmasıyla, ayetlerin deyimiyle, ‘İzdihamıyla’, Temessül ve
Tecessüt, yani maddeleşme ve bedenleşme oluşur. Plan, program, bütçe gibi
aşamalar olarak her olan önce ruh, kalp ve nefis âlemlerinde var olmuştur. Her
birey de ilimden gelir, bilgiyle, ilme gider. Her insan, insanlıktan yaratılmış
ve akıl verilmiştir. Aklı ile yaşamak, aklını kullanmak zorundadır. Algı
yetenekleriyle elde etmeye başladığı bilgileri, aklı ile birleştirip yeni bilgi
ve sentezlere ulaşır. Yaşam koşulları değiştikçe yeni bilgiler elde etme
zorunluluğu insanları olgunlaşmaya zorlar. Olgunlaşıp toplum içinde yükseliş
bir noktadan sonra yerini yücelmeye bırakır. İşte bu noktada evrim bitmiş
devrimsel olgunlaşma süreci başlamıştır. Olgunlaşma süreci, insanlık
mesleğidir.
Tüm “Olgunlaşıp yücelme süreci”, “İnsanın
kendini bilmesi” içindir. “Sıradan” olarak yola çıkmış, güzel sıfatlarla
sıfatlanmış, güzel ahlak sahibi olmuş, “Modern, mümin, Kâmil İnsan” olmuşsa
kalbinde Kur’an okunur. Olgunlaşıp
yücelme süreci, altı (33) makam veya Hz. Âdem’den Hz. Muhammet’e altı bin yıl
sürebilir. İki taraf, Hak ile halk, Âdem’in arınması sonrası, tesviyede
buluşur, Kâbe’de buluşma gibi kalpte buluşur, halkta Hakk’ı görerek buluşur ve
böylece insan “Ruhu kabule uygun” hale gelmiş olur. Uygun olana, Hak ettiği
verilir. Allah’ın ölümsüz ruhu ile dirilen kişiye veli, insan-ı kâmil denir.
Aslında kâmil insan olunmaz, “Ol!” emri ile oluşur. Bilen için, “Bilinen”
Allah’tır.
Hak’sızlık,
ahlaksızlık ve Allahsızlık olur. Sıradan insan, ama kurum ama kuruluş içinde,
kâmil insan olma peşindedir. Modern insan da “Ahlaklı olgun insan olmak için
peygambere, kitabına hatta Allah’a ihtiyacım yok” dese de “Güzel ahlak”
peşindedir. Onun için adaletsizlik ahlaksızlıktır. Haksızlık ile ahlaksızlık
“İnanç” temelinde fark yaratmaz. “Din, güzel ahlaktır” bütünleştiricidir. Kâmil
insan, Hakk’ın ruhunun nuru ile aydınlanmış kişi olarak yanar durur, çevresini
aydınlatır. Süreç aynı süreçtir, her birey bu sürecin mutlaka bir yerindedir,
ama başında ama sonunda. İnsan “Maymundan”, maymunluktan gelirmiş, doğru,
bazıları henüz gelememiş, hala geliyor olabilir, ne fark eder, geliyor ya ümit
var demektir, biz kendimize bakalım. Farklılıkları görmek ve bilmek, tevhidi
idrak içindir. Birisi veya bir grup diğerinden farklı diye çamur atıp
kaçılamaz. Her birey “İnsanlığın olgunlaşma çağında”, tek kişilik olmak üzere,
tekke de olabilir mabet de, demokrasi ile kimseyi kötü görmeden, kimseye çamur
atmadan, bireyin “İnsan olma, tesviyede buluşma” hakkı korunur! İnsan ve insanlığın gelişimi paraleldir. İnsanlığa elçi ve
Kitap inmiş. Biz de kendimizi insanlık kadar geliştirebilirsek, kalbimizde
resule ve kitabına yer verebilirsek, umarım bizden bekleneni yapmış olabiliriz.
Kalbimizde Kitap okunursa, amellerimizle O’na “Uygun” olabiliriz.
Umarım biz de kendimizi
bilebiliriz! Okumaya çalışırken yazmadan edemedim. Sevgili okurlar, sizi
seviyorum, sevgiler.
Çocukluk ve gençliğinizi yeterince
yaşadığınızı düşünüyorsanız sıra olgunlaşmaya gelmiştir. Herkes gibi önce iş,
eş, mevki makam, ev bark, araba almaya ve toplumda sevilen bir kişi olmaya
çalışılır. Yeterince “oldu” iseniz sıra “olgunlaşmaya” gelmiştir. Doğal gelişim
süreci “evrimsel” yükseliş, yerini bir noktada yücelişe yani “devrimsel”
olgunlaşmaya bırakmalıdır.
Halk,
halk ozanlarının sazı ve sözüyle olgunlaşır. Halktan birinin iddiaları zayıf ve
kırılgan olduğu için “sivrisinek saz” misali “benliklerinden” geçiverirler. Çok
bilen âlim kişilerin bilgilerini boyamak zor olur. Âlimin arif olması kurum
veya kuruluşlarda uzun ve zahmetli “olgunlaşma süreçlerini” gerektirir. Tabii
canım, “ne gerek var, insan olsun yeter, kâmil insan olmasa da olur” da
denebilir.
Kitap,
kurum ve kuruluşların amacı ortaktır, maymunluktan gelmiş olanı Hakk’a ve
hakikate erdirmek, insan olmasını sağlamaktır.
Not:Necdet
Altınay, Sakarya, Pamukova, Turgutlu Köyünde 1946 yılında doğdu. ODTÜ İşletme
Bölümünde askeri öğrenci olarak okudu, 1968’de mezun oldu, 1975’te aynı
bölümden MBA derecesini aldı. Gazi Ü. İşletme Fakültesi Doktora programına
katıldı. İlk tayin olduğu Genelkurmay Savunma Araştırma Daire Başkanlığında
araştırma uzmanı olarak 22 yıl çalıştı, bu ilk ve son resmi görevinden emekli
yarbay olarak, 1989 yılında ayrıldı. Görevli iken Türkiye’yi, emekli iken yedi
yıl Türk Savunma Sanayisini, NATO’nun çeşitli kademelerinde temsil etti. Yedi
sene özel bir firmada, on beş sene de tekstil alanında kendi danışmanlık
firması ‘ALTEK’ de çalıştı. Halen, denildiği gibi, emekliliğin tadını çıkarmaktadır.
Blog: http://necdetaltnay.blogspot.com/
(Görüş ve Öneriler ile Sipariş
adresi: necdet.altinay@gmail.com)