25 Aralık 2024 Çarşamba

Malların İnfakı!

Malların İnfakı!

İnsan, Allah’ın Halifesi olarak icat edilmiş, İlim ve ilmi idrak edecek Akıl ile şereflenmiştir. Önce, Bilmek, Kendini bilmek, Allah’ı bilmekle, O’nun efal ve sıfatıyla sıfatlanıp, Vücuduyla Mevcut olduğunun idrakine varmalıdır. Bireysel, bencil, Fiil, Sıfat ve Zatının olmadığını; Fail, Mevsuf, Sıfatlanan ve Mevcut olanın Hak olduğunu idrakle, İnsan, kişisel İnfakla, Nefk, Helakini yaşamalıdır. Bu idrak ile Halifelik görevlerini yapabilir. Hem Hakka karşı hem de Halka karşı Görevleri vardır. Her davranışı, Hak’ta, Hak ile Hak için ve Hakça olmalıdır. Halkın yaşamını, Ruhta Tevhit, Kalpte Adaletle, güzelleştirmelidir!

“Korkacaksanız, yaradılışınızda bulunan aydınlanma yeteneğinizi kullanmamaktan, tefekkürle içinize doğan güzel fikirlerden yararlanmamaktan korkunuz. İçinize doğan ruhani, nurani fikirlerden perdelenmekten çekininiz. İçinize, Ruhtan doğan düşünceleri, nefsi lezzet ve kazançlar ile değişmeyin. Hak ve hakikat, doğru ve gerçek olan ruhanî bilgileri ve kutsal aydınlanmayı, nefsi ve hissî olanlarla karıştırmayın. Ve hazreti ruha teveccüh ve emrine imtisal ile mallarınız olan malumatınız zekâtını, yaşayarak güzel ahlak için, tüm yetenekleri kazanmaları için, hazretinizdeki, sizin hareketleriniz sandığınız, tabii beden güçleri fukaranıza infak edin. Ruhunuza dönerek, ondan gelen kutsal emirlere uyarak içe doğuş yolu ile elde ettiğiniz bilgiler, sizin kazancınız ve hazinenizdir, bu kazancınızın zekâtını, yaşama geçirmeleri için, bilgi fakiri olan doğal bedensel güçlerinize veriniz.” (2 Bakara, 50) “Ve ilimlerinizi, ilimle amel ederek, Allah yolunda infak ediniz, saklamayınız. Ve ilimleri başka vakit için cem etmeyin. O vakit hiç gelmeyebilir. Tesvif, ‘yani ilerde yaparım’ demekten daha zararlı bir şey yoktur. Ve amellerinizde müşahede üzere, gözlem halinde, idrak içinde, olunuz ki Allah, amellerinde Rab’lerini müşahede edenleri, amellerinde Rab’lerine ihlâs edenleri, sever. İlim ile amel ederek müşahede üzere olursanız ihlâs etmiş olursunuz, sevilirsiniz.” (2 Bakara, 195) “Allah yolunda mallarını infak edenlerin, fukaraya verenlerin misali, her filizde yüz tane bulunan yedi filiz bitiren tane gibidir. Hak Teâlâ, üç kısım infak zikrederek ceza ve mükâfat hususunda aralarındaki fark, Allah yolunda infaktır. Bu kısımların, birincisi, Allah yolunda infaktır. O da âlemi mülkte ef’âl tecellisiyle, fiillerin Hakkın fiili olduğunun idrakiyle, olur. İnfakın, ikinci kısmı, sıfat müşahedesi makamında olan infaktır ki, birincisi Allah'ın atasını, bağışlamasını, istemek için olduğu gibi bu da Allah’ın rızasını istemek için olan infaktır.  Üçüncü kısmı,  Zat Şuhut’u makamında olan, Vücudun Allah’a ait olduğunun idrakiyle, Allah ile infaktır. (2 Bakara, 261) “İnfak, sadaka ve nafaka vermek, ‘benliği’ vermek, Allah ile olduğu zaman, dilediğine Hakk’ın sıfatlarıyla sıfatlanması ve Allah'ın hikmetinden infak etmesi için infak hikmetini verir. Ve her kim hikmet verilmişse, o kimseye çok hayırlıdır. Zira hikmet, Allah'ın en hususi sıfatıdır. İmdi, birinci infakın, Sadakanın karşılığı, katıyla fazlasının verilmesi; ikinci infakın, Sıfattan soyunarak, Hakkın sıfatıyla sıfatlanarak, infakın karşılığı sıfat cennetidir. Üçüncü infakın, Allah’ın hikmetinden infak etmesi için yapılan infakın karşılığı, Hakkın Vücudunun bağışlanmasıdır, kişi infakla, Şirki sonlandırıp, Nefk, Helakten sonra, Hakkın Vücuduyla Mevcut olur, aralarında ne fark bulunduğu dikkate değer.” (2 Bakara, 269)

“O kullar, ‘Ey Rabbimiz biz ef’âl ve sıfatının nurlarına iman ettik, efal ve sıfatımızın olmadığını anladık ve idrak ettik, şimdi sen bizim vücutlarımız günahlarını yani sen vücutlarımıza ‘bizim dediğimiz’ için işlediğimiz Şirk günahını, affet ve kendi Vücudun ve Zatın ile ört, Zatın ile setir et’. Ve bizi, ‘bakiye, kalan, vücut ve hicran, senden ayrılık, ateşi azabından muhafaza eyle, koru’ derler. Hak’ta oluşa ve Hakk’a gidişe kararlıdırlar. Ve mallarından ve fiillerinden, sıfatlarından, nefis ve zatlarından Hakk’ın gayrisini, Haktan başkasını, infak edicilerdir. Vücutlarının batısından, Zat Güneşinin doğması yani vücutlarının hakikatinin ‘İlim’ olduğunun idrakiyle, batıdan Hakikat Güneşinin doğması ile vücutları mağribi kalmayınca kendilerine, ‘Yüzü Baki’ olanın doğuşuyla, cem' makamında Zatıyla Vahdaniyete, Zatının Birliğine, şahit olurlar.  Zira onun gayri olan şahit ve meşhut, şahit olan ve şahit olunan, görülmüş, gören ve görülen, kalmaz.” (3 Ali İmran,  16-21)

İçe doğuş yöntemiyle, tefekkürle, Ruhtan inen bilgiler kazancınız, yegâne malınızdır. Mallarınız olan malumatınızın zekâtını, kendinizin sandığınız el ve ayak gibi doğal bedensel güçler fukaranıza, ruhtan uzak bilgi fakirlerine, infak ediniz. İlim, Hakkın Gölgesidir, İcat edilmiş İnsan ve Halk edilmiş her şey, tüm Evren, İlmullahın, Allah’ın ilminin, uygulanmış halidir. (1) İlimlerinizi, ilimle amel ederek, Allah yolunda infak ediniz. Evrenin ilk hali Plazmadır, zerrelerin oluşumu ve zerrelerden, Atom ve Eşya, sonsuz sıcaklık soğuyup sonradan olmuştur. Kısaca, önce Zat Güneşi doğmuş, onun gurup edişiyle Eşya açığa çıkmıştır. İnsanın, Eşyanın ardında, hakikatinde, özünde, ilmin olduğunu idrak etmesiyle Güneş Batıdan doğmuş olur. Madde olan beyin hücreleri Bilinç üretmez, Bilinç veya Yaşam Sistemi, beyin hücrelerini veya Kalp Kaslarını kullanır. Bilen, “Esas olan Maddedir, Madde Manayı, bilgiyi, üretir” yanılgısına düşmez. DNA’da yüklü ilim, maddeyi kullanır. İnsan, Hakkın fiil, sıfat ve vücuduyla yeniden Dirilmiş olur. Artık, Hakta ve Hakça Adaletli davranabilir. Arif ve Amil olan, Halka karşı Hilafet görevlerini de Hakça yürütebilir.

Halife olmadan Halife gibi davranılamaz. İnsan, tüm zanlarından ve madde esaretinden, İnfakla kurtulup, İlmi ve Hakkı idrak edince, Hakkın İlim, Fiil, Sıfat ve Vücuduyla yeniden dirilir. (2)  Siz, “Ruh” Rabbinden “Akıl” meleği vasıtasıyla “Kalp” Nebi’sine nazil olan, indirilen, makulat kitabını okuyunuz. Aklî buyrukları, ruhî aydınlanmayı, kalbî amel ve uygulamayı kabul etmek için onlara boyun eğin, benimseyin ve kendinizi Allah’ın huzurunda hissedin. İlmin kaynağı olan Ruhunuzdan, akıl yolu ile ruh ve beden arasındaki “Aracı”, nebi, “Elçi” olan, ‘Kalbinize’ inen, makul ve mantıklı, akılcı, olmuş ve olacağı içeren, Doğa-Evren-Kâinat kitabını okuyunuz.” (2 Bakara, 50)

Umarım biz de Kalbimizden, Hakk’ın Gayrisini infak edip, Hak görünebiliriz!

Necdet Altınay, 28122024

(1)     http://necdetaltinay.blogspot.com/2024/12/kontrollu-mukemmellesme.html

(2)     http://necdetaltinay.blogspot.com/2024/11/olgunluk-ornekliktir.html

 

12 Aralık 2024 Perşembe

Kontrollü Mükemmelleşme!

 

Kontrollü Mükemmelleşme!

İnsan, kendisine bağışlanan ilim ve İlmi idrak edecek Aklı kullanmadan öncesi ve sonrası olmak üzere, iki durumda olabilir. İlk durumda yani kendini bile bilmeden önce, Kendisi, Çevresi ve Evreni, karma karışık, sorunlarla doludur. Kendini bilince ise her alanda cevap ve çözümler olabilir. Âlem, Âdem için; Âdem, Allah içindir, Halifesidir. İlim idrak edilince; Evrende, Ruh, İlim, Akıl, Hayal, Hafıza, Tasavvur ve Vicdan ile donatılıp İnşa edilen ‘İnsan’ ile ‘Eşya’ denen Cansız ve Canlılar, Bitki ve Hayvanlar olduğu anlaşılabilir. Eşyanın her zerresinin, en başından itibaren, zaten olması istendiği gibi kontrol altında, olduğu, oluştuğu, görülebilir. Özgür İrade ile Allah’ın Halifesi olarak inşa edilen İnsanın davranışlarının ise ne kadar Allah’ın istediği gibi olduğu, Yaşamında kontrol altında olabilir! Herkes Doğru Yoldadır, İyiler Cennete, Kötüler Cehenneme doğruca götürülür!

“Eşyanın mahiyeti,  özü,  aslı ve esası,  görünen maddenin hakikati, Hakkın gölgesi olan ‘İlim’dir. Nasıl ki gölge; Güneşin, aydınlığın, nurun varlığına delildir;  maddenin her zerresi de enerjiye nispetle, kıyasla, hakkın varlığına, ardındaki bilimsel özelliklere sahip bilgiye, ilme, delildir. Bilinmelidir ki eşyanın mahiyeti ve görünenin hakikati, hakkın gölgesi ve mutlak vücudun sıfatının işaretidir, kanıtının ortaya çıkışıdır. Kütlenin,  görünen enerji olan ışığın hakikati, hakkın gölgesi olan ilme, bilimsel özelliklere, sahip kuvvetlerdir. İzdiham eden kuvvetler, gölgeleşip cisimleşir. Kütlenin hakikati bilinirse, kütlenin görünen ışık enerjisi olduğu idrak edilir. İzafi vücut, Mutlak vücudun ortaya çıkmış, görünür, aşikâr olmuş sıfatıdır. Her cisim, ışır, ışık saçar, ışınım halindedir, hakikatini görünür kılar, enerji yayarak yanar.” (25 Furkan, 45) “İlim, kalpte kök salıp sahibine muhalefeti mümkün olmayacak surette damarlarıyla nefiste yerleşendir. Et ve kan ile karışarak azalarda eseri zahir olan, bedeni kullanan, ilimdir. Hiçbir organ veya aza ilmin gerektirdiği hallerden, ilminden ayrı ve gayrı olamaz. Her şey ilminin aynıdır. Bu ilmi, kâfir oldukları, inanmayı inkâr ettikleri için, cahiller anlayamaz. Bu nasihatleri, kuruntu ve tahayyül sınırlamaları olmayan, saf akıl sahipleri anlar. Çünkü onlar zahirin, davranışların, ilmin eseri olduklarını, ilim ile tahakkuk ettiklerini, ilimle gerçekleştiklerini anlamışlardır. Kuruntu ile karışık akıllar, tezekkür ve tefekkür edemez, bu ilimle tahakkuk edemez ve bu ilmi anlayamazlar. Bu ilim, tereddüt ve şüphe ettikleri için o akıllarda durmaz, gider.” (39 Zümer, 9) “Sizin üzerinize gönderilen hıfz edici kuvvetler, Hakkın kuvvetleridir. Bu kuvvetler, merkezî kontrol altındadır ve yerinden yönetilirler, özgürce hareket ederler. Sizler tabedilmiş ve basılmış nüshalar halindesiniz. Bedenden sıyrılıp çıkmanız halinde, durum size apaçık aşikâr olur. Söz konusu olan kuvvetler, sizlere münasip suretlerle temessül eder, suretleşir, cisimlenir, bedenleşirler. Suretlerin bir kısmı ruhanî latif kuvvetler, bir kısmı da cismanî kesif kuvvetler halinde oluşur. Suretler, hayvanlar bitkiler gibi her çeşit canlılar ve organları halinde de oluşabilir, teşekkül edebilir. Organlar, hal lisanıyla yapmış oldukları işleri, göz gördüğünü, kulak işittiğini gibi, kendilerini söyler. Hafıza, tüm olay ve eylemlerin ayrıntılarıyla nakşolunduğuna işaret edilen, ‘Semavî Kuvvetler’ olarak bilinir. Ruhunun bedenden ayrılması anında, bu nakışların tümü zahir olur, kişinin kendisine görünür. Her kişinin, her ameli ayrıntılı bir şekilde kendisine sayılır, gösterilir.” (6 Enam, 61)   

“Sonra gölgeyi ifna ederek, ortadan kaldırarak, elde tutabiliriz. Her an,  mevcut olan herhangi bir şeyin fena bulması,  evveline,  oluşuna nispetle kolaydır.  Ele alınan her şey,  her an,  başka bir mazharda zahir olur. Var olanın fena bulmasının, onu ortadan kaldırmak olmadığına, o şeyin suret ve hakikatine, ezelde ve ebeden kaydeden akıl şahitlik eder. Akıl Hakkın elidir. Tutuş ve ifna, o şeyin değişime uğramasıdır, tamamen yok olması değildir. Yok, ifna, ediş mevcut olanın bir önceki halini, hakkın eli veya pençesinden ibaret bulunan, akılda bulundurmaktan men etmek ve yeni haliyle kaydetmektir.” (25.46) İnsan, ancak, varlığına inandığı, zannettiği, iradesiyle, maddeden arınıp soyunup, amacına ulaşır, Hakka kavuşabilir. “Mevt ile Hayat, harekâtı iradîyedir; hayat, iradenin olması, mevt ise iradenin olmamasıdır. Yaşam ile Ölümün halk edilmesinin amacı, maluma tabi olan ilmin insanlarda uygulanarak ortaya çıkışıdır. Malumun zuhuru ile zahir olan Allah’ın ilmidir.” (67 Mülk, 2) “İnsana, ilim öğretir ve kudretimizle onu kadir kılarız. İnsan; İlâhi Vücudun vasıtası ve Kudretinin vekilidir.” (16 Nahl, 75) Kutsal hadis: “Kulum, güzel ahlak ile bana yaklaşırsa ben kulumu severim, sevdiğim vakit, işittiği semi sıfatı Kulağı, gördüğü basar sıfatı Gözü, tuttuğu kudretli Eli ben olurum.” (19 Meyem, 96) “Göklerin ve yerin muhafazası, Yaratıcıya ağırlık vermez, manevî âlem onun Batını, suretler âlemi onun Zahiridir, onunla mevcuttur, gayri değildir.” (2 Bakara, 255) “Şaki, kötülük yapan, nardan, ateşten, yanmaktan çıkmaz, ateşin bir tabakasından, derecesinden, diğerine geçer. Şaki, Birlik haysiyetiyle Rabbi ile beraberdir. Rabbi onun nasiyesinden yani perçeminden tutar ve sıratı müstakim, doğru yol üzerindedir. Nefsinin heveslerinden ibaret olan rüzgârının yularından çekerek onu cehenneme sürükler, cehennem ona nimet olur. Kötülüklerle ulaşmak istedikleri küçük ve geçici zevklerle mutlu olur. Bu takdir üzere ebedî şakî olmaz. Keza said, iyilikler yapan, kişiler de bunun gibidir. Zira saîdin intikali de; cennetlerde ve cennetin derecelerindedir. «Ehadiyet-i Zât» da fenası ve «sebehat-i Cemâlde, cemalini görme ateşinde» aşk ateşiyle yanmasıdır. Bu yanmak, «makam-ı müşahede» de Ruhun vücuduyla olmayıp,  şahit ve meşhut, şahit olan ve şahit olunan, Hak olmak ve gayrin, ayn ve eseri baki kalmamak derecesinde; gören göz, işiten kulak, hatırlayan kalp-i beşer olmaksızın, «Şuhûd-i Zâtiy-i Ehâdî» ile olandır.” (11 Hud, 107) Akıl mı bizi, biz mi Aklı kullanırız, İdrakimize kalmıştır!

“Önemli olan maddedir, mana maddenin bir üretimidir!” yanılgısına düşülmezse, her parçacığın bir bilgi ve bilinçle halk edildiği görülür. Bilim, bize evreni indirgeyip anlatır. Aynı kapsamda, Allah ehli, Allah’ı, indirgeyip, “Allah yerin, göğün nurudur” ayetiyle anlatır. Bu ayetten ‘Bilince’ tırmanıp yücelmeyi yalnız insan başarabilir. İnsan, indirilenlerle yetinmeyip, bilgilere tutunup, yücelmeyi bilmelidir. Einstein, “Olabileceğimi olabilmek için, ne olduğumdan vazgeçmeliyim” demiş. İnsan da Hakka ulaşmak amacıyla, Halk olmaktan, benlikten, soyunmalıdır. Var ise de yok ise de, İrademizle, Hakkın eli olan, Aklı kullanırız!

Umarım biz de Hakkın eli olarak verilen Akılla, İlmi İdrak ederek, Hakka ulaşabiliriz!

Necdet Altınay, 14122024

27 Kasım 2024 Çarşamba

Olgunluk Örnekliktir,

 

Olgunluk Örnekliktir,

Var olanlar arasındaki örnek oluş, dayanışma ve yardımlaşmanın nedeni; oluşumun kendisinin, dayanışma içinde ve her şey ve herkesin birbirine örnek olacak şekilde, vuku bulmasıdır. Kuran Ayetleri, oluşumda, tagayyürden, yani ‘bozulmaz, bozulamaz, uyumlu farklılaşarak belirginleşip mükemmelleşme’ deyiminden söz eder. Bu kavram bebeğin yumurtadan itibaren hücre bölünmesiyle gelişiminde iyi görülebilir. İlmin ilk uygulanışı da, elektro manyetik enerji dolu kuvvetler olarak, ortaya çıkışıdır. Sürekli iletişim ve etkileşim içinde olup da, Higgs bozonu içinde toplanıp maddeleşip, bedenleşen, kuvvetler; canlı ve cansızların kaynak ve örneğini oluşturur. Prototip, üretimin örneğidir. Canlıların özü olan DNA Levhasına, maddeye hükmetme iradesi, yazılmıştır. İnsanın inşası için de ayrıca fıtratına, insanı insan yapan yetenekler kazınmıştır. Bilimsel ve teknolojik buluşlara dayanarak yapılan deneylerle, Ayetlerde belirtilen gerçekler, kanıtlanmaktadır.

“Kur’an, değişmez, bozulmaz, bozulamaz, noksansız, afetten korunmuş, kanıtlanmak üzere, evrenin tümünde Mevcudat ile Apaçık olan ve hakikatleri muhkem, sağlam, kılınmış bir kitaptır. Hakikatlerini, daha sağlam ve daha güzel olması mümkün olmayan, bir ilim ve hikmet üstüne inşa eder.” (11 Hud, 1) Büyük Hadron Çarpıştırıcısında, proton gibi parçacıkların saniyede 40 milyon defa, hızla, çarpıştırılarak elde edilen bulgularla kanıtlanan bilgilere göre “Varlığımızı”, saniyenin 10-40ında, trilyonda birinde, ‘Yokluktan’ ‘Boşluğa’ var olup çıkan ve yok olup giden parçacıklara ve aralarındaki ‘Boşluk Denizine’ borçluyuz. (1) Elektronun elektrik değeri, elektronun etrafında polarize olan pozitron ile elektron arasındaki ‘Boşluğa’ tabidir. Yakında artar, uzakta azalır. Elektronun elektrik değeri milyarda bir az ya da çok olsa atom oluşamaz. Evrenin dengesi hassastır. ‘Milyarda bir farklı olsa evren oluşamazdı’ denen milyonlarca katsayı bilinir.

‘Sistemin dışından, Nazar gibi, yapılan müdahale’ ile Higgs bozonu içinde ‘toplanan kuvvetler’ bir parçacığın hareketini kısıtlar; parçacık ‘kütle’ kazanır ve hareket etmesi için daha büyük kuvvetle itilmesi gerekir; böylece Eşya, Madde ve Dünya, her şey oluşur. “Sakfı merfu'; levha-i mahfuzdur, levha-i kaderden, suretler ve ahkâm nazil olan sema-i dünyadır. Dünya semasına nüzul, aşağı inişten sonra cansız şeylerde, hululü, içine gizlice girişi ile şahadet âleminde zahir, aşikâr, olur. Bahri Mescur, ‘Boşluk Denizi’,  birbirine yakın olup da etrafı çevrili olan ve ispatlanan, eşyanın tümünün zahir olduğu, ortaya çıktığı, suretlerin göründüğü heyuladır yani görkemli büyüklüktür.” (52 Tur, 5, 6) Kader levhasından, saklı ve muhafaza edilen levhaya suretler, şekiller ve ahkâm, düzen, inen dünya semasına ‘Sakfı Merfu’ denir. ‘Yokluktan boşluğa çıkıp var olan zerreler’ bilimsel deneylerde kanıtlanmıştır. Ayet de ‘Kader Levhasından’ ‘Dünya Semasına’ inip aşikâr olan zerrelerden söz etmektedir. Kitapta, “Bir emirle, oluşum halindeki evrenin, ‘Var, olur; Yok, olur’ şeklinde eğlence gibi oluşması istenmedi” denilir. (21 Enbiya, 16,17). Kısaca, Maddi Evrenin, ‘Yokluk Âlemindeki’ örneğine, prototipine, uygun oluştuğu bildirilir. Zerreler, Kader Levhasından, Yokluktan, Dünya Semasına çıkar, Higgs Bozonunda, Boşluk Denizinde, kütle kazanıp Eşyayı oluşturur. Kuvvet ve Kudretin Kaynağı Haktır; İlim, Hakkın gölgesidir. O’ndan gelir, O’na gideriz!

“Her şey ve herkese özgü, irade beyanı olarak, bir ‘nazar’ vardır.” (42 Şura, 38) Bu ayet, halk edişte, ‘Kuvvetler’ üzerinde, ‘Kaynağından, Sistemin dışından, yapılan bir müdahale’ denilen bir ‘İrade Beyanı’ olduğunu gösterir. ‘Uzay Zaman Birleşik Alanındaki Kuvvetlerden’ bazıları, elektron-pozitron misali, zıt kuvvetler halinde, ‘Yokluktan’ ‘Boşluğa’ çıkar ve aralarındaki ‘Boşluk Denizi’ sayesinde, zahir olur, görünür, ‘kaynağından bir nazar iradesiyle’ de, toplaşıp kütle kazanır, kaynağından kopmayacak şekilde ‘Eşyayı’ oluşturur. İnsan ise Allah’ı bilmesi için inşa edilir! (2) “(Ca’ıl) kelimesi, ibda, yoktan, örneksiz, yeni ve güzel bir şey icat etmekle tekvinin, yaradılış ve halk edişin, ikisini de kapsar. İnsan, emir ve halk âleminden mürekkep olduğundan ayette (halukun) değil  (ca’ılün)  denilmiştir.” (2 Bakara, 29) Yokluktan, Hakkın Nazarı yani İrade Beyanıyla, var olanlar, örneğine uygundur.

 İnsan, böylece esfel-i safilinden, maddenin çukurundan, açılan temelden, ana rahminden, arş-ı alaya yücelir. ‘İnsanlık ilmi, Allah’ın ilmiyle bağlantılı’ olabilir. İnsan, Kuvvet ve Kudretini, maddeye ve bedene hükmetme iradesini, doğrudan Hak’tan, gaip âleminden, alıyor olabilir. İnsan, onun ilmi ile âlim, vücudu ile mevcut, nefsi ile kaim, ayakta, hayatı ile hay, diri, kuvvetiyle kuvvetli ve hükmü ile iradelidir. “Yer ve gökte bulunan bütün mevcutlar tespih eder, izafî vücuduyla, halden hale geçen mevcudiyetiyle, acizden olgunluğa eriş sürecine örnek oluşturur.” (57 Hadid, 1,2) “Allah, Âdemin inşasında görev alacak olan ilim sahibi uygulayıcılara, Âdemin icat edilmesi iradesini göstermiş, emretmiştir. Her şeyin hazinesi, bizim indimizdedir, her şeyi, ancak malum miktarda indiririz.” (15 Hicr Suresi, 21) Seyri süluk, Hakka yolculuk veya Olgunlaşma süreci, Tevhit İlminin uygulanması, Kuranda açıklandığı şekilde yürütülür. Bu süreçte, Resul örnek alınır. İnsanın benliğinden, bedenden soyunup arınması esas alınır. Arınıp temizlendikçe Kalpte Hak görünür. “İnsan, Allah’a yakınlaşması halinde, nebiler gibi bilinmeyeni bilir, kadir olunmayan şeylere kadir olur. İnsan, kendisine bağış ve ihsan olunmuş olan bedende, ilahi kuvvet ve kudrete sahip olur, hükümdarlık âlemlerinin vasıflarıyla vasıflanırsa, sezgi ve ilhama erişir. Nefsin tahayyül kuvvetiyle, gaipteki suretler cesetleşebilir, tecessüm edebilir.” (11 Hud, 69) (50 Kaaf, 21) (48 Fetih Suresi, 27) (80 Abese, 13-16) (85 Büruc, 20,21)

Allah bilindiğinde, kişi, ete kemiğe bürünüp isimlerle görünebilir, “Ene el Hak” ayetini okuyabilir. Bilgi ilimden bir parçadır ama uygulama teknoloji gerektirebilir. Uygulamada Resulün örnek alınması önerilir. Eşya ve Canlılar birbirine; Resul, insanlara örnektir. Her daim huzurda olduğunun idrakinde olup, zatında fena bulana Hakkın vücudunun bağışlanacağı müjdelenir. İnsanların olgunlaşma çabaları ortaktır, Tevhit İlmiyle yükselerek Allah’a yücelme gayretleri örnek teşkil eder. Amacımız, Hak ile olgunlaşmaktır.

Umarım bizim gayretlerimiz de, birbirimizi örnek alarak, amacımıza ulaştırabilir!

Necdet Altınay, 30112024

(1)     https://www.youtube.com/watch?v=FYf7af2tb5U

(2)   http://necdetaltinay.blogspot.com/2021/03/dayansmayla-olusum.html

14 Kasım 2024 Perşembe

İnsan, Halifedir!

 

İnsan Halifedir!

İnsanın yaratılışının temelinde, “Ben, Yeryüzünde bir Halife yaratacağım!” kutsal deyimi vardır. Diğer canlılar gibi halk edilmemiş, yoktan, yeni, örneksiz, iyi, güzel ve faydalı olarak icat edilmiştir.Halife, benim ahlakımla ahlaklaşıp, sıfatımla sıfatlanıp, emirlerimi yerine getirir, mahlûkatımı idare eder, işlerimi yürütür, kural ve düzenimi korur, halkı bana ibadete davet eder.” (2 Bakara, 29) Olgunlaşma, İlahi Aşk içinde, Resul rehberliğinde olursa Arif, olmazsa Âlim olur. Âlime, imandan önce, inkâr etme hakkı tanınmış olabilir.

İlmin,  bilimseli ve kutsalı birdir. “Suretler, ilmin aynidir. Göklerde ve yerde bir zerre miktar ilminden hariç olamaz” (6 Enam, 59) “Her şey Rabbimin ilmi iledir. Rabbim ilim cihetinden her bir şey'i vâsidir, yönetir.” (6.80) “Ruh semasından ilim suyunu indirir, ilmî imanla iman edenler için büyük alâmetler vardır.” (6.99) “Evvelden geleceğe kadar, tüm mevcudatın vücudu, sana indirilen bir kitaptır. Yani, ilmi sana indirilen bir kitaptır.” (7 Araf, 1,2) “İlim ile detaylandırdığımız, bir kitap getirilmiştir, yani, ilâhi ilmin gerektirdiği gibi, olgunlaşmaya yetkili ve elverişli, el ve ayak gibi organlar, göz ve kulak gibi aletler ve duygulardan oluşan, ‘beden-i insan kitabı’ getirildi.” (7.52) “İnsanın akıl yürütme âleminde, ilim ve idrak nuru inşa edilmiştir.” (6.1) “Her halk edilen şey, gösterişli ama etkisiz maddeden halk edilmiştir.” (6.2) “Bilenler, Allah’ın bilgileriyle Allah’ı bilir, ancak çoğu bunu bilmez.” (6.37) “Siz, Hakk’ın, ‘hıfz edicileri’ yani ‘ilim yüklenebilen’ kuvvetlerinden oluştunuz. Siz, bu güç ve kuvvetlerin cisimlenmiş, şekil ve suret kazanmış, cisimleşmiş halisiniz.  Bedenlerinizden sıyrılıp çıkmanız, ‘soyunmanız’ halinde durum apaçık görünür. Suretlerinizin bir kısmı size sevap ve rahatlık veren ruhanî latif kuvvetlerdir. Bir kısmı ise size azap veren cismanî muzlim, zulmetli ve meçhul, suretlerdir. Cismani azalarınız, organlarınız, hal lisanı ile sizin yaptıklarınızı hatırlar ve işlediklerinizi söyler.  Hafıza,  semavi bir güçtür ve ruhun bedenden ayrılması halinde yapılanları ortaya koyar.”(6 Enam, 61) “Biz, «akıl semasında» ‘madde denizini araştırıp inceleyen akıl’, ‘hareketleri araştırıp inceleyen akıl’, ‘yetenekleri araştırıp inceleyen akıl’ ve ‘izinden giderek kaynağına ulaşan akıl’  gibi aklın makam ve mertebelerini yerleştirdik. Akıl semasını ilim ve bilgi ile donattık ve kuruntulardan arındırdık. Akıl semasına, madde denizine ilişkin ilim,  yeteneklere ilişkin bilgiler, teorik ve uygulamalı bilimler yerleştirildi. Akıl ufku, aklın hükmüne uygun çakıldığında parlak bir ışık izleyecek şekilde yerleştirildi. Alıp kaçanı kovalar ama Hakka ulaşmak isteyeni de şimşeğiyle idrake ulaştırır.” (15 Hicr, 16-20) “Beden arzında,  bireysel tedbir ve bedensel ameller sayesinde yaşanabilecek ortam hazırlanmıştır. Kalp seması ise sabır, şükür, tevekkül, bağışlama ve muhabbet makamlarıyla birlikte bilgi,  hikmet ve hakikatler ile donatılmıştır. Kısaca, külliden cüze, (plan, proje, program ve bütçesine) her şey tasarımına uygun gerçekleştirilir. Her şey belirli ölçüde, şekilde,  yerde ve zamanda kendine özgü yaradılış ile indirilir. İlahi nefes rüzgârları, hikmet ve bilgi aşılayıcı,  kalplere sefalar verici ve tecellilerin kabulüne hazırlayıcı olacak şekilde estirildi. Ruh göğünden hakiki ilimler suyu, (ilim yüklü enerji) indirilerek insanlar ihya edildi. İhya edilmezden önce insanın ilim hazinesi yoktu.” (15 Hicr, 21-23) Âlim, horozsuz yumurtaya benzetilebilir!

“Arzu ve isteklerinin şiddetli olması halinde,  istidadı olanların nefisleri çamurunu,  terbiye ederek ve arındırarak, kutsallık yönüne uçuşan kuşlar haline getirir, sohbetlerinin bereketiyle, hakiki hayat nefesi ve ilahi ilim nefesini nefyederim, üflerim. Derhal Allah'ın izni ile şevk ve himmet kanatlarıyla Hak tarafına uçucu diri bir nefis olur.”  (3 Ali İmran, 49) “Ey insan sen, mevt ile rabbine gitmekte say ve içtihat edicisin,  yani  «Nefeslerin,  eceline doğru atılan adımlar kadar» denildiği gibi nefeslerinle rabbine süratle gidicisin. Yahut rabbine gidici olduğun halde hayır ve şer amelde ciddi, gerçekten çalışıp,  işleyen ve içtihat edicisin. Sen, bu çalışmanla Rabbinle buluşan olursun.” (84 İnşikak, 6) “Allah, (bilinmeyi sevdiği için)  Kuran’ı öğreterek,  insanı yaratmıştır.”(55 Rahman,  2,3) Bu nedenle, Kuran öğrenilmez, öğretilir; insan olunmaz, inşa edilir. Kuran öğreniminde Rehber şarttır. “Sizi cem makamına hidayet etmesi üzerine Allah’a tazim, riayet, etmeniz, azamet ve kibrini bilmeniz için ve belki istikametle şükür edersiniz diye, size bunları emir eylemiştir. Bana teveccüh etmiş olan salik ve talipler,  benim marifetimden sana sual ettiklerinde,  hemen,  tahkik,  ben zahirim.  Bana hal ve istidatları lisanı ile dua edenlerin dualarını kabul eylerim.  Benim icabetimi talep etsinler. Ve tasfiye halinde onların kalpleri aynasından ‘Ben’ tecelli edeceğimden ‘Ben'i müşahede etsinler.” (2 Bakara, 185) “Hak Teâlâ Hazretleri, zatının muktezası olan adalet ile kaim olduğu halde,  ervah göklerini ve sicim arzını izhar eyleyen Zat-ı mutlaktır, ol dediği vakit derhal olur.” (6 Enam, 73) “Herkes onun ilmiyle âlim, nefsiyle kaim, ayakta, hayatıyla hay, diri, vücuduyla mevcuttur. Fenadan sonraki bekada da yalnız Allah vardır, ‘Ben’ der. O diridir, kayyumdur,  âlimdir.  Ben Zahirim, Ben Batınım, Evvelim, Ahirim.” (2 Bakara, 255) Yalnız Âlim, bunları kendisi için söyleyebilir.

Bilmek, insan içindir, insana özeldir. İnsan, bilmek için vardır, bildiği kadar insandır, mesleği ve işi açısından, bildiği gibidir, ne biliyorsa odur ve o kadardır, usta veya çırak. Bilip olgunlaşıp Arif olması için her şey kendisine nimet olarak verilmiş, gereken her şey ile teçhiz edilmiş, donatılmıştır. Verilenlerle insanın, kendini bilmesi ve olgunlaşması beklenir.  Kendini bilen olgun bir kişinin, madde ve manasını, beden ve ruhunu bilmesi, Hak ile batılı ayırt eden kişi olması beklenir. Araştırmaları sonucunda,  sezgiye ermiş ve ilham alma deneyimleşmiş ve vahiy alma olgunluğuna ermiş olabilir. Ancak böyle bir olgunlaşmayı gerçekleştirmiş kişiler,  kutsal mesajlara muhatap olabilir. İnsan, olgunlaşarak ahlak sahibi olmalı ki  ‘Güzel Ahlak’  için dinsel mesajlara muhatap olabilsin.  İnsanın,  Hakka dönük yüzü önü,  bedenine dönük yüzü ise arkasıdır.  Önünü ve arkasını bilmeyene hitap edilmez.  Yeryüzü ve gökyüzü döşenir,  canlılık yaratılır ve insan,  insanlarca da,  ‘inşa’  edilir.  Olgun bir insan bile yalnız başına ormana bırakılsa insanlığını kaybedebilir.  İnsan, doğada doğal olarak yetişip olgunlaşan bir canlı değildir. Âdemoğlu olarak olgunlaşana mesajlar inebilir.

Umarım biz de İlahi Aşk içinde, Resulün rehberliğinde, Hakka ulaşabiliriz!

Necdet Altınay, 16112024

(1)   http://necdetaltinay.blogspot.com/2024/09/insan-yaratcdr.html

 

27 Ekim 2024 Pazar

Kendimizi Bilmenin Neresindeyiz?

 

İÇİNDEKİLER

İÇİNDEKİLER. 1

ÖNSÖZ. 11

TEVHİT İLMİNİN UYGULAMALARI 13

Okumak Düşünmektir. 14

Akılcı Din ve Bilim.. 19

Tasavvuf İlimdir. 24

İnsan ilimdir!. 26

Muhkem Ayetler. 28

Fatiha’nın Gizemi 30

İslâm Âlemi!. 36

Tanrı’yı İnsan Yaratmış!. 40

Arif ile Âlim.. 44

İnsan İtaat Eder. 48

İnsan İnşa Edilir. 52

Cennetten Düşüş. 54

Namaz Herkesin Hakkıdır. 57

Doruk Noktası 59

Kabarcık. 63

Yıldırımla Yüceliş. 65

Başkası Yok. 67

Uzay Zaman Gerçeği 69

İnsan Kendini Gerçekleştirmeli 73

Kendini Uygulama Sanatı 77

Yokluk Varlıktadır. 85

Sırattan Yıldırım Gibi Geçiş. 88

İnsan Üç Boyutludur. 93

Zaman Zandır, Esas Olan An’dır. 97

İnsan Atom Yığını Değildir. 102

Sonrasını Biliriz. 107

Kendine Yardım Ediş. 111

Gece ve Gündüz Yoktu. 115

Rahmanî Işınım.. 119

Evren Düzenli Hiçliktir. 122

Bilimsel Vuslat. 127

Kader, Hikmet. 132

İnanmaktan Bilinmeye, 137

Gerçeğin Aslı Bilinmelidir. 141

İnsan Çamurdan, Ya İnsanlık?. 149

Nura Kavuşma. 153

Elinde Değil, Fıtratındadır, 157

Namaz Kılınır. 161

Sohbetin Muhabbete Dönüşmesi 165

Bilgi, Bilim, İlim, 170

Kıyametin Büyüğü, 177

Evren ve İçindekiler İtaat Eder. 181

Tanıdıkça Âşık Olmak. 185

Bilginin Evrenselliği 189

İlim-Amel Köprüsü. 193

Habil ile Kabil 197

Çağrı, Son Çağrı 200

Hakikat Güneşinin Doğuşu. 204

Seyirde Sabır. 208

Vücudun Hakikati 212

Mekke’nin Fethi 217

Güneşle Giz'lenen. 221

Kütle, Çekim Gücüdür. 225

Rahmanî Rahim.. 229

Korkudan Aşka. 233

Hayatın Kuvvetleri 237

Nazarla Oluşum.. 241

Sağır ve Dilsiz. 245

Ayın İkiye Yarılışı 249

Temessül ve Tecessüd. 253

İnsanın Cevheri 257

Kalbin Tavafı 261

Yaşayan Kalptir. 265

Nefsin Nikâhı 269

Hakk’ın Hakikati, 273

İnsan, Bir ‘Kutsal Fikir’dir. 277

Yâkîn Olma. 281

Kalp ve Gönül 285

İlâhî İlham.. 289

Görmeden İnanma. 293

Bilimsel Körlük. 297

Resulsüz Olmaz. 301

İnsan Kitaptır. 305

Dönüş Yolculuğu. 310

Oruçla Yükselme. 314

İndirmeden Yücelmek. 318

İnsan Zannetme!. 322

Hakikatin Gölgesi 323

Akıl Seması 327

Haviye, Cehennemin Dibi!. 331

İlmi Hıfz Eden Kuvvetler. 336

Tefekkür ve Tevafuk. 343

İnsan İlmin Kaynağıdır. 347

Namaz Vakitleri 351

Haviyedeki Asar Ateşi 354

İlim ve İnsan Kanıttır. 357

Tesadüfen Var Olmaz. 360

Zuhurunun Şiddetinden Görünmez. 363

Erdem Yaradılıştandır, 365

Kanaat Et Nefsini Öldür!. 370

Bedende İletişim, Etkileşim.. 372

İslam’da Dört Eş!. 376

Yaratıcı ve Yaratılış. 378

Oluşumla Gelişim, 381

Kalp Çocuğunun Canlanışı 382

Işıktan Geliş. 384

Tefekkür Ediniz. 385

Yücelişin Seyri 389

İnsan Zalimdir. 390

İnsan Utanır!. 393

Ezoterizm Nedir?. 397

Yaratılışta Cinsiyet. 401

Aynasal Âlem.. 404

İnsan Heveslidir. 406

İnsanlıkta Sebat. 410

Akıl Seması 414

Nefes Üflenmesi 420

Tevhit Yasası 424

Kemale Tekâmül 428

İlahi İrade Kanunu. 435

Habbeden Dâbbeye Kendimizi Tanımalıyız. 439

Mevt, Maddeden Soyunmadır!. 443

Taklidî ve Tahkiki İman. 447

Aklın Yolculuğu. 451

Muhteşemin İhtişamı 456

İnsan İsrafı 460

Hareket Evrenseldir. 465

Birlik ve Beraberlik. 469

Beslenme Süreci 473

Resulün Mührü. 477

Nefes Kuvvettir. 481

Eşyanın Hakikati 485

Güzellik Hak’tandır. 489

Aşk Şarabı 493

Akılla İnşa. 497

Kuran Kanıtlanır. 501

Levhalarda Yazılıdır (1). 505

Sesten Konuşmaya. 508

Dayanışmayla Oluşum.. 512

Varoluş Renklidir. 516

Işıktan Huzura, 520

Kavuşmaya Azmetmek. 524

Aşk Ateşi 528

Tevhit ve Takva. 532

Huzur Namazı 536

Yarenler. 540

Hakka Arif Olunur. 542

Bir ve Tek Yol 544

Hakikate Doğru. 545

Varlığı Yaşayan İnsan. 549

Hakk’ın Hakikati (Ş). 553

Savunma Hakkı 554

Suyun Azizliği 558

Vaat Edilmiş Topraklarda Deprem.. 562

Memo’cum, (Ş). 567

Dört Anasır. 568

Rüyaların Hakikati 572

Ben Ve Biz Hitapları 576

Varlığın Haysiyeti 584

Haysiyetli Olunmalıdır. 588

Gen Levhanı Oku!. 592

Hisler Genlerde Kazılıdır. 593

Kuvvet ve Kudret!. 598

Hislerin Kullanımı 599

Gölgeden Hakk’a. 603

Akıbet Gerçekleşir. 608

Gönle Düşüş. 613

Halka Nefes ve Ruh Verilmesi 614

İlahi Hikmet. 619

Meşakkat Çekmeyin. 623

Zekâtla Vuslat. 627

Sefaya Yüceliş. 632

Kul, Hakkın Abidesidir. 636

Cürümden Tevhide. 641

Emanetin Sahibi 645

Aşk Ateşi 650

Âşık Olunur, Bilinmez!. 655

Canım Cananım.. 659

Aşkla Vuslat. 666

Âşık Bilir Aşkı 671

Saygı Duyulmalı 676

Kader Levhasında Yazılıdır (2). 681

Kudretin Vekiliyiz!. 686

Fikirler İndirilir. 690

Sağlık ve Sıhhat. 695

Kelam Hakkındır. 699

Mutluluk Fıtrattandır. 704

Hidayet Fıtrattandır. 708

Adalet Temeldir. 713

İnsan, Olmalıdır!. 718

Malum, Olur!. 723

Evliya Olgunluğu, 728

Rahim’si Büküm.. 732

Salih Amel 736

İrfan Sahibi Kâmil 741

İlim Kaynağı Hayal 746

Hayal İle Halvet. 751

İyilik, Doğruluk, Güzellik, 754

Cihatla Vuslat!. 759

Kıyasla Bilmek. 765

İnsan, Evrenin Merkezindedir!. 770

Yaradılışta Yasal Düzen. 774

Daim Anda Bir Şende!. 780

Adalet İndirilmiştir!. 785

Yaratılışın Amacı Vardır!. 789

Helakten Kaçmayınız!. 794

Varoluşun Hassas Dengesi, 799

Nefsi Tatmin İbadettir. 804

Nefsanî İbadet (Ş). 809

Sevgi, Varoluşun Temelidir!. 810

Allah, Yaşayandır!. 815

Özgürlük Hakkınızdır, 819

Ham, Pişerse Yanar!. 824

Ahde Vefa, Vuslattır!. 828

Akıl, Ruhun Kalbe Kapısıdır, 832

Hayatımız İmtihandır!. 837

Hak Vardır Batıl Yoktur!. 842

Rızık Allah’tandır, Allah’a Götürür, 847

Kalbinizi Yumuşatınız!. 852

Vuslat, Mutlak Olgunluktur. 857

İnsan Yaratıcıdır!. 864

Günah Ve Kötülük. 871

İnsanın Arınması 876

SON SÖZ. 881

 

ÖNSÖZ        

                Babam, ilkokula giderken dahi, “Oku oğlum, okursan milyonum var” derdi. Parası olduğu için değil, içindeki okuma özlemini bende yaşamak için söylerdi. Yalvarır, dua edercesine yapardı bunu. Okumayı, köy koşullarından rahat bir yaşama tırmanışın tek yolu olarak da gösterirdi. Bir vizyonu vardı. Peki dedim, inandım, kabul ettim, söz verdim babama, okumaya.

            Okudukça okumanın bir amacı daha oluştu. Kendimi bilmeye yöneldim. Zaman içinde, peki nereye, ne zamana, ne oluncaya kadar, gibi sorular da hep benimle olmaya başladı. Artık yeter, okumak istemiyorum anlamında değil, “Verdiğim sözü tutabildim mi?” kaygısı ile cevap arıyorum. Çünkü bir süre sonra, okullar ve dereceler bitse de okumanın devam ettiğini gördüm. Bugün okumanın neresindeyim acaba? Okumak meğer çok geniş kapsamlıymış.

                Haddim olup olmadığını düşünmeden, Yüce Allah’ın “Oku!” Emrini, “Şükürler olsun” deyip, bana da ulaşan bir mesaj olarak alırım. Daha da öteye, bir elçi ile gönderilen mesajın aslında elçiye değil iletilen kişiye ait olduğunu, aslında kime ulaştı ise onun olduğunu da düşünürüm. Bu mesajın sahibi, muhatabı okumalıdır. Bir de ümmî olabilsem bari!

                Zamanla, ilmin aslında sonsuz olduğunu ve her bilim dalında elde edilen bilgilerin, evren gibi, tek bütün ile ilgili ve Hakk’a ait olduğunu, her gidişin bu sonuca gittiğini sezdim.

            Fiil, isim ve sıfatlar Hakk’ın, yani fail, mevsuf ve mevcut bir ve tek varlık ise, emaneti teslim etmeli.  İradî mevt, bireyin iradesi ile kendini teslim etmesi olabilir. Hakk’ın vücudu ile mevcut, ilmi ile âlim olan, bunu idrak ettiğinde, aradan çıkabilir de. Âlem’i ve ‘Âdem’i okumak iradî mevte kadar sürebilir. Bundan sonrasında “Ben iradî mevtten sonra okuyamam” demenin ümmilik olduğunu öğrendim.

                Bilmek için okumaya çalıştım. Bana, herkes, “O bilir” desin diye okudum. İnsanları, çevreyi, okumaya çalıştım. Bilgeler arasında, “Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir” diyen de var, “Çok bilen çok yanılır” diyen de. Bildiğim kadar bilmemem mi gerek? Kendimi bilmenin neresindeyim? “Düşünüyorum, öyleyse, maalesef, hâlâ varım mı!” denmeli?

            Zamanla, kendimi bir süreç içinde buldum.  Anladım ki aslında herkes aynı süreç içinde. Hem de elbirliği, işbirliği içindeler. Bu süreç “İnsanın, yaradılış amacına uygun olarak, bilip idrak ederek Allah’a yücelme” sürecidir. Verilen akıl, fikir gibi kutsal emanet ve nimetleri ‘bilmek’ amacına uygun olarak kullanmak gerek. Hayatta en büyük israfın, verilen nimetleri amaca uygun verimli kullanmamak, dolayısıyla da insanın kendini ziyan etmesi, israf etmesidir.

            Verilen, kalp, nefis, beden ve aklı, ruha, ilme yani Kuran’a uygun olarak uygulayıp iradî mevte ermek birinci aşama olabilir. Hakk’ın bağışladığı vücutla dirilişin idraki içinde kendimizi bulma, bilme ümit ve dileğiyle.     

                                               Necdet Altınay, 3 Ekim 2024

 TEVHİT İLMİNİN UYGULAMALARI

                Okumak Düşünmektir

 

            Önce farkında olmadan yapılır, sonra, düşünüldüğünde anlaşılır. Genellikle zan edilir, öyle sanılır, öyle yapılır. Düşününce, sanıldığı gibi olmadığı anlaşılır. İlk düşünen insanlar da düşüncelerinin bugün geldiği noktaya geleceğini düşünmemişlerdi. Düşünen insanların, düşünürlerin bir kısmına ‘bilim’ bir kısmına ‘din’ adamı denileceğini bilmiyorlardı. Bir düşüncenin yakındaki bir kişiye aktarılması için konuşmak, uzaktaki bir kişiye aktarılması için yazmak gerekti. Uzmanlaşma ayrışma halini aldı. Bir kısmı kutsala, bir kısmı kutsal olmayana sahip çıktı. Bilimciler evrime, dinciler evrimsel yaradılışa veya devrime inandı. Esas gerçek ortada kaldı. Bu nedenle, ayrışmaya anlam kazandırmak ve bütünleştirmek üzere felsefe devreye girdi.

            Hollanda’nın Haarlem Üniversitesi profesörlerinden filozof Elmer Hoopman’a “Felsefeyi nasıl tanımlarız?” diye sormuştum. Hoş sohbet Elmer “Bilim insanlarına göre ‘din’ içerikli, din adamlarına göre ‘bilim’ içerikli düşüncelerdir” demişti. Duyduğum en farklı ama en anlamlı tanımdı. Demek istediğim şeye en yatkın anlam ve tanım vermişti Elmer. Uluslararası ortam düşünüldüğünde, gündemde ‘islamafobi’ varken, filozofların birleştirici rol oynaması gerektiğine Elmer da katıldı. Sohbet çok verimliydi ama tasavvuftan bahsedecek kadar uzun olamadı.

            Hatta Romalı bir filozofun tüm tarafları birleştirmeye çalıştığını anlattı. İnsanlar fıtratlarına uygun şekilde farklılaştıkça birinin yaptığını diğeri yapmaz oluyor ve ayrışma doğuyor. Ayrıştıkça ayrıldığını anlayamaz oluyor.

            Okuyanlar, okumayanlar, yazanlar, yazmayanlar, düşünürler, düşünmezler gibi ayrışmalar gittikçe derinleşmekte ve örgütlenmektedir. Oysa herkes özde aynıdır, yaşar, yaşamını sürdürür. Her düşünce doğa veya evren, var olan ile ilgilidir. Biz inanmayız, evreni bilir, bildiğimizi söyleriz dense de farklı bir şey söylenemez. Anadolu halkı “Gökten iğne düşse gayriye düşmez” der. Aslında hem gayriye düşmez hem de gayriden gelmez, ‘kutsal vardır gayrisi yoktur’ denmektedir. Kutsal olan, insanın ayağını yıkamaz, insanın ayağını yıkadığı için kutsallığı anlaşılır. “Her şey O’ndan gelir, O’na gider” diyen halk da aynı şeyi söyler.

            Allah insanı kendine kulluk etsin diye yaratmıştır, etmeyen de yoktur. Abdi olmayan, abidesi olmayan, bir ve tek olduğunun delili olmayan yoktur, bilene. Hal ve gidişinden ne istediğini bilip ona göre yerinde, zamanında ve dozunda bebeğini besleyip büyüten anne çocuğunu kalpten okuyordur. Okuduğunu anlar, anlamlandırır, gereğini yapar. Anne bebeğini, baba oğlunu okur, eğitir, öğretir. Okumak ve düşünmek disiplin ister, belirli kurallara uymak, itaat gerekir.

            Günlük hayatta, bir anlamda, İslam’a tabiyizdir, farkında değiliz. Kuralsız bir şey yapmamak, nefsi terbiye etmek, oruç tutmaktır. Ruha, ilme tabi olmak, itaat etmek namaz kılmaktır. Bir şeyi yerinde, zamanında, dozunda yapmak hacca gitmektir. Kişiliği oluşturan bilgilerden isteyene veya ihtiyacı olana vermek zekâttır. Yapılan iyi, güzel ve doğru şeyleri dil ile ikrar edip anlatmak kelimeyi şahadettir. Herkes içinden geleni yapar, fıtratına uyar, din de budur, düzen de, Kur’an da onu der. Yapıyoruz bari bilerek, idrak içinde yapsak.

            Her insan kendini bilmeli. Sınırlarını, sevdiklerini, yeteneklerini, içinden gelenleri, yapabileceklerini bilen, hal ve gidişini bunlara göre ayarlar. Bunlar ise kendini okumaktır.

            Herkes ne bilir ise odur, ne kadar bilir ise o kadardır, örneğin marangoz ve ustadır, nerede ise orada olmalıdır. Her şey fıtratın gereğidir. Önemli olan bunu bilmek veya bilmemektir. Özünü bilen Musevi ve İsevi’nin dini de İslam’dır, kendisi de Müslüman’dır. Mason da fıtratı gereği mason olduğunun idraki içinde ise Müslüman’dır. Ateist de fıtratı gereğince öyle düşündüğünün idraki içinde ise Müslüman’dır.

            Bilgilerin, gerçeğe ait bilgilerin, kaynağının Resul olduğunun, Muhammed’in Allah’ın hem kulu hem de Resulü olduğunun, idraki içinde ise kişinin kelimeyi şahadeti tam ve mükemmeldir. Bu idrak içinde, yukarıda arz edilen, İslam’ın beş şartı yerine getiriliyorsa o kişinin namazı miraçtır. Söylenen doğru ama anlaşılan şey yanlıştır. İnsan namaz kılar, kıldığını bilmeyen, idrak edemeyen henüz beşerî, sosyal hayvandır!

            Yukarıdaki “Gerçeğe ait bilgilerin kaynağının Resul olduğu” ifadesini açıklayabiliriz. Resul, bugünkü bilimsel ve teknolojik bilgi ve bulgularla kanıtlanan gerçeği ortaya koymuş ve açıklamaya çalışmıştır. Hakkın hakikatini getiren resuldür.

            Getirilen hakikat Hakka ait ise getiren resuldür. Kanıtlanmışa iman etmek kolaydır. Bugün yerlerin ve göklerin kütleye dönüşen enerji ve ışıktan oluştuğu apaçıktır ve kanıtlanmıştır. Işığın, parlaklık ve aydınlık ile ilişkisini herkes anlayabilir. Bu amaçla elektromanyetik radyasyon veya fotondan söz etmek gereksizdir, bu gerçeği herkes bilir.

            Nurun sözlük anlamı, parlaklık, ışık, aydınlık olduğu da apaçıktır. Nur suresinin bir ayeti açık ve seçik olarak şöyle der: “Allah, yerlerin ve göklerin nurudur” (73.9; 24.35). Bu ifade sonrası en uygun söz “Yorum yok” olmalı. Anadolu halkı “Allah vardır, gayrisi yoktur” derken bu gerçeği haykırır.

            Akıl insana verilen en büyük nimettir. Konuşma yeteneği ile birlikte, insanın geleceğini belirler. Bilginin işlenmesinden ve anlaşılmasından, ruhun nurundan ve ilmin idrakinden söz edilebilir. Kısaca, bilgi ilme, ilim idrake, idrak nura, nur da ruha götürür. Kalpten başlayan bu yolculuk akıl ile yapılır. Aklın üstünde, okuyarak, yol alınır. Kitabımızın “Oku” demesi, “Zaten istemeden bile okursunuz, okur ve okuyor olduğunuzun idrakine varın, benlik ve bencillik yapıp, ikilik yaratmayın, şirk koşmayın” anlamına gelebilir. Bu kapsamda hemen herkes kendi çapında filozoftur. Bilgileri, bilimleri ve inançları birleştirir, değerlendirir, analiz ettiklerini sentez eder. Yüz sene önce olmayan ve yüz sene sonra olmayacağını bilen ateist bile “Ben var Allah yok” der ve şirk koşmaz. İlme saygılıdır, ilmin düzenine uyum gösterir, biat edip itaat eder, namaz kılar. İnanıp iman edilen hususların ardındaki gerçekler öğrenilerek, bilinerek iman güçlendirilirse yolun sonu, inşallah, mümin için miraçtır.

            Analiz edilenler sentez edilerek, bilinenlerin felsefesi yapılarak, var olanın birliğine ve tekliğine ulaşılmalıdır. Sonunda eşyanın hakikatine erişilmelidir. Din de bilim de bir ve aynı noktadan başlar ve aynı noktaya götürür.

            Umarım akılla, düşünerek, bilgili, bilinçli olarak, evreni doğru okur, Hakkın hakikatine ereriz. Müminin kalbi, resulün izinde, bilgiye dayalı haşyetle, ancak miraçta huzura erer.

Akılcı Din ve Bilim

           

            İnsan, aklı olduğu için insandır. Aklı olmayan veya aklını kullanmayan kişiye insanlık yakıştırmak zor olur. Özellikle yeni buluşlar sonucunda daha akıllı kişilere daha iyi insan gözü ile bakılır. Bu nedenle de ‘Bilim insanları’ el üstünde tutulur. Din ile bilim arasında ayrım yapanlar aklın yalnız bilim alanına ait olduğu yanılgısını yaşar. Oysa bu ikili ancak uzmanlaşma nedeniyle ayrılabilir. Din ile bilimin ayrımı matematik ve fizik ilimlerinin ayrı tutulmasından farklı değildir. Hakikatin kanıtlanması için dünden bugüne geçen zaman her ikisi, din ve bilim, için de aynıdır. Yerçekimsel dalgaların tespiti, bugün, evrenin ilk oluşumundaki dalgaların belirlenebileceğini düşündürür. Bu durum ise bilim insanlarının “Tanrı’nın yaratırken ne düşündüğünü bileceğiz” yorumuna yol açar. Evren bir bütündür. Din de bilim de akıl ile evrene anlam verir.

            Bilim alanında akıl, genellikle, ‘tez, anti tez, sentez’ kavramlarıyla ilerler. Bilim insanları, her bulguyu, ‘aksi ispat edilinceye kadar’ kabul etme eğilimindedir.

            Her buluş, şüphe, her yanılgı, hoşgörüyle karşılanır. Din alanındaki yorumların yanlışlığı söz konusu olunca ise toptancılık yapılır. Bir dincinin, dini satan birinin, yorumu tüm dine mal edilir. Oysa bilimsel yöntemlerin icadından önceki hakiki ayet yorumları bile halen, aynen, yürürlüktedir. Uzun zaman önce, felsefeciler arasında, ‘dinî hakikat, manevî alanda ispat edildi, artık bilimsel alanda kanıtlanacaktır’ yorumları yapılmıştır. Son dönemde yayınlanan bilimsel buluşlar bu yorumu, kullandıkları kelime ve deyimlerle, doğrular niteliktedir.

            Bir diğer yanılgı da aklın yalnız bilim alanında kullanılmasında düşüncenin ‘hür’ olacağı kanısıdır. Tarihi ve küresel anlamda bakıldığında, düşüncelerin çokluğu, aklın dinsel alanda da hür olduğunu gösterir. Tarihte yapılan birçok yanlış yorum ortadan kalkmış ve düzeltilmiş, doğru olanları ise geliştirilmiştir. Dünyanın her köşesinde, dinsel duygu, düşünce ve uygulamalar da akıl ve mantığa uygun geliştirilmiştir. Akla ve mantığa uymayan yorum, düşünce ve fikirlere hiçbir alanda itibar edilmez. Semavî dinler dahi, bir öncekinin zamanla halk tarafından yanlış yorumlanması nedeniyle, yeni açıklamaların gönderildiği kanısını uyandırır. Kur’an bu konuda ‘akla uygun olmayanı kabul etmeyin’ uyarısında bulunur.

            Bilenle bilmeyen bir olmaz. Âlimin nefis makamında mutlu ve tatmin olduğu, cahilin de kâfir olduğu bildirilir. “İlim kalpte kök salar, yerleşir, sahibine asla muhalefet etmez, farklılık ve ikilik yaratmaz. Kalpte kök salan ilim, damarlarda dolaşarak, nefiste yerleşir, hatta et ve kan ile karışarak tüm organlarda eseri zahir olur, görünür.”

            “İlim hiçbir organ için gereksiz olamaz, hiçbir organ ilimden ayrı oluşamaz, ondan ayrılmış olamaz. Nefis tarafından karşı konulan, gereksizliği düşünülen, gaflete düşülmesi mümkün olan, akılda kalmayıp çıkıp giden ve resmi yalnız hayal edilebilen ilim, gerçek ilim değildir. Uygulaması olmayan ilim gerçek ilim değildir. Böyle bir ilim kalıcı olmayan, çabuk kaybolan, tasavvur edilebilen, hayali bir ilimdir. Böyle ilim kalbi güçlendirmez, açlığını gidermez, doyurmaz. Âlim, ilmin ‘şey’ ile aynı olduğunu, ayrı ve gayri olmadığını bilendir. Her şey ilminin aynısıdır.” (39.9) Bilim de ‘her obje ilminin aynıdır’ der kanıtlar.

            “Cahil, ilmin azalardan, organlardan, objelerden ayrı ve gayrı olduğunu zanneder, bu nedenle, inkâr eden, kâfirdir. Bu ayetten, kuruntu, vehim ve hayal kusurları olmayan akıl sahipleri ders alır. Çünkü zahirin kendisinden müteessir olduğu ilim ile tahakkuk etmiş­lerdir. Vehim ile karışık olan akıllar, tezekkür ve bu ilim ile tahak­kuk edemez ve bu ilmi hıfz edemezler, anlayamazlar. Belki bu ilim, o akıllarda tereddüt yaratarak gider, durmaz.” (39.9) Aynı kapsamda Dr. Stephen Hawking de “Her obje kendi özelliklerinin deposudur, bilgisinin, ilminin taşıyıcısıdır, kütlesi kara deliğe düşse dahi bu bilgi asla kaybolmaz” der. (1) Küp şeker de şeker deposudur.

            Büyük patlamadan sonra açığa çıkan enerjide ilmin yüklü olduğu, her oluşan kütlenin veya parçacığın bu ilimden aldığı bilgi ve özelliklerle oluştuğu kabul edilir. Bu bilgi kaybolmayacağı için, ‘hiçbir şey ölmez, her şey yaşar’ denir. İkiz foton, elektron ve atomlar üzerinde yapılan çok çeşitli deneyler sonucunda, ‘her şeyin, evrenin oluşumunda, önceden belirlendiği’ bilimsel olarak kanıtlanmıştır. (2)

            “Maddenin oluşumunda yer alan, matematiksel formüller ve fiziksel yasalar şeklinde özetlenen, ‘düzen’ ilk oluşum anında enerjinin içinde vardır.” (3) Bu nedenle herhangi bir cismin veya resmin kendine özgü ilminden ayrı olamayacağı bir gerçektir. 

            Aklın işi, bilgi elde etmek, anlayıp değerlendirerek işlemektir. Yukarıdaki ayetin yorumu ile üç bilimsel araştırma sonuçları aynıdır, ‘şey’ ile ‘o şeyin ilminin’ ayrı olamayacağıdır. İlimsiz ‘şey’, şeysiz ‘ilim’ olamaz. İlim şeye, enerji kütleye dönüşebilir. Kendisinin varlığını ve maddeye sahip olduğunu düşünen bir kişi, ilmin de sahibi olduğunu iddia edemez.

            Külli ilmi idrak edince, ayrı ve gayrı bir akıl ve insana yer kalmayacağı apaçık bir hakikat olabilir. İnsan ve aklının aradan çıkacak ve Yaradan’ın kalacağını idrak ettiği için akıl, önce, seyri sülûku akılcı bir yol olarak görmeyebilir. Söz konusu doğru yola ilişkin dersleri vereni hor görebilir. Sahteleri yüzünden olgun insanların tümüne karşı çıkma yanılgısına düşebilir. Sahte doktorlar yüzünden tıp ilminden vazgeçilmez. Parıldayan akıl aşka tabi olmayı da bilir. İlmen ve aynen yaklaşan akıl, muhteşemin ihtişamına kapılıp âşık olur. Ölümün kaçınılmaz olduğu ortamda iradî ölümü seçmek de akılcı olabilir. Doğal ölümle yok olmak yerine kalıcı tarafa geçmek de akıllıca olur.

            Aklın ilk öğrendiği bilgi, itaat etmek, uymak, uyum göstermek olmalı. Öğretenin ilmine itaat en başta gelir. Öğrenmeye, öğrenim kurallarına, tekniğine, teknolojisine itaat şarttır. Yaşam koşullarına önce itaat edip, tabi olup, sonra bilimsel yöntemle değiştirmeye, geliştirmeye çalışılır.

            Gidilmemiş yerlere gitmek, erişilmemiş gerçeklere ermek için önce ya bir yol bulunur ya da bir yol açılır. Sonra tekerleği yeniden keşfetmemek için kural konur. Evrenin düzenli işleyişinde bilimsel yasalar değişmez bunlara tabi olunur. Bu yasaları öğretenlere boyun eğilir ve biat edilir. En akıllı insanlar, gerektiğinde, biat edip boyun eğmeyi ve kime biat edileceğini bilenlerdir. İnsanlar, insanlığa tabi olmalı, doğal ve beşerî kurallara itaat etmelidir. Mevlana hazretleri aklıyla biat etmiş, aşka ermiş, erince de aklı da kendisi de yanmıştır.

            İnanmak ve iman etmenin akla uygun olmadığını söylemek önce akla sonra dine hakarettir. Çünkü akıl kendi sınırlarını bilir. Âşık olanın aklının duracağını yaşayarak öğrenmiştir. Sanatçı aklı da sezgi ve ilhamın katkısını kanıtlayabilir. “Oku ve düşün, her şeyin ardındaki ilmi idrak et” mesajlarıyla donatılmış ‘din’ olgusu bilgi ve bilimden veya bilmsel bulgulardan ayrı ve gayrı tutulamaz. Din de bilim de aklın çalışmasının ürünleridir. Önce hitaba muhatap olur sonra aldığı mesajların kanıtlanması için gayret gösterir. Yaradılışın ardındaki bilimsel ve teknolojik veya fiziksel ve matematiksel formüllere ulaşarak, insanın dahi bilgisinden başka bir şey olmadığını kanıtlar.

            Din de bilim de aklın ürünüdür.

(1)     The Economist, Stephen Hawking's answer, Aug 26th 2015, BY D.J.P.

(2)     The Economist, Quantum theory, Oct 24th 2015.

(3)      D. Bohm, “Wholeness and the Implicate Order”, 1980, Routledge & K. Paul

 

 

 

Tasavvuf İlimdir

 

            Tasavvuf, ledün ilmine dayalı felsefî bir düşünce sistemidir. Düşünce enerji harcar, düşünce sistemi, enerjiyi üretme, yöneltme ve yönetme sistemidir. Felsefî oluşu, tasavvufun, din ve bilimi birleştirici oluşundandır. Enerji, belirli bir amaca yöneltilip yönetilir. Enerji, amacın saptanmasından ulaşılmasına kadar ilgili her manaya ve maddeye hükmeder. Girdilerin tümünü en uygun bir biçimde kullanarak amaca ulaşacak şekilde bütünleştirir. Tasavvuf böylece bir tevhit ilmidir. Var olanları kesret, çokluk olarak ele alıp bir ve tek “Var Olan” haline, vahdete dönüştürüp idrak etmek tek amaçtır. Yaşanacak bir bilgi bütünü, ilimdir.

            İnsanın çocukluktan gençliğe evirilmesi döneminde eğitim ve öğretim görmesi, yaşam koşulları göz önüne alındığında, kaçınılmazdır. Önce çevre koşullarına uyum gösterilmesi ve hayatta kalınması öğrenilir. Öğrenim süresince okuyup adam olması öğütlenir. Aynı dönem içinde bir taraftan da iyi bir insan olması için eğitilir. İnsan bir taraftan öğrenirken diğer taraftan eğitim alır. Sanki öğrenim insanın olmasına, eğitim ise iyi olmasına yarar. Akıllı ve bilgili olması insanın iyi ve yararlı olmasına, iyi bir insan olmasına yetmez. Tasavvufun gerekliliği burada devreye girer, öğrenim, ilmi bilmeye tasavvuf ise ilme dayalı bir sentezle kendini bilmeye yarar. İlmin kullanılmasında, ilimden yararlanılmasında felsefe gereklidir. İlim elde edilerek âlim, tasavvuf ile arif olunabilir. Arif güncel, geçerli, bilimsel bulgularla Hakkın hakikatine ulaşır. Toplumsal düzeyde tasavvufa gereksinim zor zamanlarda artar.

            En büyük âlimler, en büyük ilim insanları evrenin Büyük Patlama ile oluştuğunu ileri sürer. Bu kuramın yerini alan yeni bir kuram henüz genel kabul görmemektedir. Ayrıca Patlamadan önce ne vardı sorusunun cevabı hala “Hiç” olmaktadır. Halen de bir hiç olduğu kanıtlanmıştır. Evren bir patlamanın sonucunda yoktan var olmuştur. Atom altı parçacıklarla ilgili kuantum mekaniğinin temelinde halen Heisenberg Belirsizlik Prensibi bulunur. Bu ilkeye göre kısaca belirli bir küçüklükteki ortam ve zamanda enerji veya kütle yokluktan ortaya çıkabilir ve tekrar yok olabilir.

            Enerji kütleye dönüşebileceği için de yokluktan kütle de var olabilir, yok olabilir. Enerji ve kütlenin var olması ve yok olmasında geçerli olan belirsizliktir, belirli bir bilimsel kural yoktur. Madde için yokluğu ısıtma veya soğutma veya geçmesi gereken bir zaman bulunmaz. Büyük patlama için gereken ve hemen sonra oluşan sonsuz sıcaklık nereden gelir, nereye gider ve soğuma nasıl gerçekleşir henüz bilinmez ama bilimseldir.

            Kur’an-ı Kerim’de ilmin bugün bile belirsiz denilen bu alanına değinilmektedir. Kitapta “Bir emirle, halen bile oluşum halindeki evrenin, ‘Hadis olur, fani olur’ şeklinde olması istenmedi” denilir. (21.16,17). Kısaca, maddenin “Var olur, yok olur” halinde bir oluşuma tabi olmadığı, belirli bir düzen üzere olduğu bildirilmektedir. Var olan evrenin eğlence olsun diye oluşmadığı, bir amaç için var olduğu, bildirilmektedir. Allah evreni ‘Bilinmeyi sevdiği’ için halk etmiştir. İlmin değinmediği “Evvele” yer verilir ve bunu inkâr bilimsel olamaz. Din de bilim de aynı evren ile ilgilenir ve aynı sonuca varır. Hakkın hakikatine ulaşım için dinsel ve bilimsel gerçekler bilinmelidir.

               İnsan ilimdir!

            Din, insanın ilim olduğunu söyler, bilim de bunu kanıtlar. Hiçbir şey ilimden ayrı, gayri ve ayrılmış tutulamaz. Cahil, yalnız isim ve cisim ile ilgilenir, ardındaki ilimden habersizdir. Yapı taşımız araştırılmalı. Hem dalga hem de parçacık olanın ardındaki ilme ulaşılmalıdır.

            Temelde, var olmanın özü ‘bilgi’, ‘ilim’ ile ilgilidir. Evrendeki her obje, her parçacık, her ışık paketi enerjisi bir bilgi ve kuvvet taşıyıcısı olarak hareket eder. Her ‘şey’ kendi fiziksel özelliklerinin deposudur, ardındaki bilgisi, özellikleri ve ilmi ne ise odur. Kara delikler, eksenleri etrafında, enerji ışınımına, ‘Hawking radyasyonuna’ sahiptir. Böylece, kara delikler yavaşça hiçliğe buharlaşır. ‘Şey’in kendine özgü bilgisi, transfer edilebilir ama asla kaybolmaz. Olay ufkunu geçen parçacıklar, bilgilerini drape, kaplama gibi çıkarıp, varsa kütleleri de enerjiye dönüşerek, olay ufku ötesinde bırakırlar.”(1)

            Bilen ile bilmeyen bir olamaz. Ayet, âlimin nefis makamında mutlu ve tatmin olduğunu, cahilin inkârcı, kâfir olduğunu bildirir. İlim kalpte kök salar, yerleşir, sahibine asla muhalefet etmez, farklılık ve ikilik yaratmaz. Kalpte kök salan ilim, damarlarda dolaşarak, nefiste yerleşir, hatta et ve kan ile karışarak tüm organlarda eseri zahir olur, görünür. İlim hiçbir organ için gereksiz olamaz, hiçbir organ ilimden ayrı oluşamaz, ondan ayrılmış olamaz. Karşı konulan, gereksizliği düşünülen, gaflete düşülmesi mümkün olan, akılda kalmayıp çıkıp giden ve resmi yalnız hayal edilebilen ilim, gerçek ilim değildir.”

            “Uygulaması olmayan ilim gerçek ilim değildir. Böyle bir ilim kalıcı olmayan, çabuk kaybolan, tasavvur edilebilen hayali bir ilimdir. Böyle ilim kalbi güçlendirmez, açlığını gidermez, doyurmaz. Âlim, ilmin ‘şey’ ile aynı olduğunu, ayrı ve gayri olmadığını bilendir. Her şey ilminin aynısıdır. Cahil, ilmin azalardan, organlardan, objelerden ayrı ve gayrı olduğunu zanneder, bu nedenle inkâr eder, kâfirdir. Bu ayetten kuruntu, vehim ve hayal kusurları olmayan akıl sahipleri ders alır. Çünkü onlar, zahirin kendisinden müteessir olduğu gerçek ilim ile tahakkuk etmiş­lerdir. Vehim ile karışık olan akıllar, tezekkür ve bu ilim ile tahak­kuk edemez ve bu ilmi hıfz edemezler, anlayamazlar. İlim, şüphe edildiği için akılda kalmaz.” (39.9)

            İnsan ilimdir. Kendini bilmek, ilim oluşun idrakine varmaktır. Kimse ve hiçbir şey ilminden farklı bir resim veya madde değildir.  Herkes ilmin somut bir halidir. Varlığının ilim oluşunun idrakine varan, eşyanın hakikatinin de ilim olduğunu idrak eder ve ilmin bilinmek için olduğunu anlar. “Yaşam ile ölümün halk edilmesinin amacı maluma tabi olan ilmin insanlarda uygulanarak ortaya çıkışıdır. Malumun zuhuru ile zahir olan Allah’ın ilmidir.”  (67.2)

             Bu idrak ile her yönde Hakk’ın yüzü görünür, perdeler, vehim ve ham hayal ortadan kalkar.  Her iş ve eylem ilmin bir uygulamasıdır. Nefsin oluşumu, canlanması, hayat bulması ve yaşaması ilimle olur. Maddeyi ilminden ayrı düşünmek yanıltır. Din bu gerçeği söyler, bilim de kanıtlar. Her şeyin bir bilgi paketi olduğu ve bu özelliklerin asla kaybolmadığı üzerinde aşağıda daha ayrıntılı durulacaktır. Yaşamın maddesel bir şey olmadığı açıklanacaktır. Kısaca, insan da, her ‘şey’ de, ilimdir.

(1)    The Economist, Stephen Hawking's answer. Aug 26th 2015, by D.J.P.

 

             

Muhkem Ayetler

            Allah sana kitabı inzal eden zattır. O kitabın bir kısmında yalnız bir manaya gelen ayetler vardır. O ayetlerin başka manaları olması ihtimali yoktur. Şüphe götürmeyen bu ayetler muhkem ayetlerdir. Muhkem ayetler kitabın aslıdır.

          Kitabın bir kısmında da, iki ve daha fazla manası olma ihtimali olan ve hak mı batıl mı diye şüphe duyulan, müteşabih ayetler vardır. Bunun sebebi de Allah’ın halkın fenasından sonra baki kalan mutlak veçhesidir. Allah’ın baki olan yüzünün kesret olma ihtimali yoktur.       Eşyanın göründüğü yerin, aynaların oluşu nedeniyle, birçok kere ve çokluk olarak görünen izafi yönleri de vardır. Her mazhar olan, zahir olan, görünenin istidadına bağlı olarak, vahdet yüzünün o mazhardan zahir olan yüzüdür.

          Vahdet yüzünün göründüğü eşya veya kişinin istidadına ve fıtratına göre görünüşünde hak ile batıl karışmış gibi görünür. Görünen bir olsa da görüntü karışık gibi algılanır. Algılama yanlış veya eksik olabilir. Görüntüden görünene ulaşmak herkes için kolay olmaz. Görüntünün karmaşıklığında kalıp Hakk’a ulaşamayan batılda kalmış olur. Bu nedenle, bu yüzden, görüşlerde Hak ile batıl karışmış görünür. Herkesin kendi fıtratına, istidadına uygun olan yüze bağlı kalışı, onunla dünyada var oluşu, fıtratına uygun görüntü ile görünmesi, görenleri şaşırtabilir. Görenler arasında henüz vahdet görüşünü bilemeyenler var ise onlar yalnız görüntüde kalabilir, Hakkı göremeyebilir. Bu durumda kişiler yaradılıştan gelen bilgi ve becerilerini artırmalıdır. Tevhit ilmi sahibi âlim ve arif olmak üzere olgunlaşma sürecinde ilerlemelidir. Algıdan bilgiye ve bilime ulaşarak bir ve tek ilmin uygulanmakta olduğu idrak edilebilir. Kesretin vahdet olduğu anlaşılabilir.

            Müteşabih ayetlerin amacı öğrenenleri muhkem ayetlerin hükümlerine uygun hedefe ulaştırmaktır. Her suret ve şekilde baki yüzü arif olan muhakkikler, hakikati araştıran, iç yüzünü inceleyen, hakikate erenler, görüntüyle şaşırmazlar. Her görüntüden görünenin bir ve tek olduğunu bilirler, müteşabih ayetlerin muhkem ayetlerle aynı manada buluştuğunu idrak edebilirler. Görünen, görenin görüntüsüdür. Aksi halde kendi din, mezhep ve görüşüne göre yorumlayıp batılda kalır tevhide ve Hakk’a ulaşamaz. Müteşabih ayetlerin tevilini yalnız Allah bilir, arifler de Allah’ın ilmi ile bilirler. (3.7)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                Fatiha’nın Gizemi

           

            Bir insanın olgunlaşma süreci ile dinler tarihi paraleldir. Önce bedensel gelişme önem kazanır. Manevi veya ruhsal gelişim biraz sonraya kalır. Hz. İbrahim ile gelen tevhit anlayışının açıklanması üç kitabî din ile üç aşamada tamamlanır. Dinlerin veya bireysel olgunlaşmanın özüne inebilen kişiler üç aşamayı da hayata geçirebilir. Fatiha, başlangıç, suresinin Kur’an’ın özü olması anlamlıdır.  Kitap önce İslam’a, sonra mü’minliğe, sonunda mi’raca çağrıdır. Dua Müslüman olmak için değil Müslüman olunduğu için okunur.

            Hitabın muhatabı olan “Düşünen akıl sahibi olgun insan” Hz. İbrahim’in tevhit babası olduğunu bilir. Bugün bile kulağa gelen hikâye ve efsanelerin gizemi tam olarak çözülmüş denemez. Büyük bir ateşin içine atılan insanın yanmaması, karıncanın su taşıması kadar gizemini korur. Hele oğlunu kurban etmesi olayı ayrı bir efsanedir. Bir rivayete göre ardından gelen üç semavi din,  gökten indirilen üç kitap ve görevli elçiler tarafından uzun yıllar boyunca halka açıklanmaya çalışılan aynı, bir ve tek mesaj ile ilgilidir denebilir.

            Hz. Musa ile gelen mesaj somut mucizelere dayanır. Allah ile konuşması ve O’nu görmek istemesi iyi bilinir. Dünyevî yaşamı düzenleyen emirler bugün de geçerlidir. Bireysel gelişimin ilk döneminde herkes Allah’ı görmek ister. Hz. Musa’dan sonra, Allah’ın görünür olduğu, zahiren, dıştan, varlığı ve birliği, vahdetin kesrette ortaya çıktığı, “Gayri”nin olmadığı, “Lâ ilâhe illallah” diyerek çekilen tespihten anlaşılır.

            Hz. İsa’dan sonra, olgun insan, Allah’a bâtınen, içten, kalben ve ruhen ulaşılabileceğini anlar. Esas olanın kesrette görünenin değil vahdetin, ruhanî krallığın gökte olduğunu da idrak eder. Allah’a kavuşmanın göğe çekilmekle olabileceği düşünülse de dönüş için beklemek gerekebilir. Mi’raç hadisesi yarım kalmış denebilir. Oysa namaz mü’minin miracıdır.

            Beden ve ruh sağlığından emin olan kişi, kalbinin ruhun nuru ile dolmasına, böylece kalbinin gayriden arınmasına çalışacaktır. Allah’ın bir  “abd”i, kulu, kısaca “Abdullah”, ilim ve nefsinden emin ise uygulamaya geçmek ister. Bu durum Hz. Resulün babasının Abdullah, annesinin Âmine hatun olmasını hatırlatır. Âmin diyen, tatminkâr nefsinden emin olan, Hakk’ın batınen ve zahiren müşahede edilebileceğini idrak eden birisinin, yapabileceği tek şey bu duadır. Bu sure ile olgunluğu, idraki doruğa ulaşır, yürürlükteki, Kur’an’ı okuyabilir.

            Fatiha suresini okumak, “Hz. İbrahim’in tevhidini öğrenmiş, kesret ve vahdeti bilen, Müslüman birisi olarak tefekkür edip, idrak öncesi ‘doğru olarak bildiklerimin tümü yanlışmış, gaflet ve dalalet içinde bulunduğumun idrakine vardım’ deyip tam teslimiyetle Mü’min olmaktır” denebilir. Bu sure Mü’minin mi’racı için indirilen Kur’an’ın girişidir. Besmele çekmeden Kitap okunmaz, bu dua da hakkıyla besmele çekebilmek içindir. Besmelenin “Ba”sının altındaki nokta “Ben” noktasıdır, dua sondan başa doğru, ben diye başlar “O” diye biter. ‘Ben varım’ diyen anlar ki yanılmış, ‘seninle varım’ derken idrak eder, en sonunda, ‘yalnız sen’ varsın der. Kendini bilen kişinin ikilik ve bencilliğinin “Nokta”laştığından emin olduğu haldir.

            Surenin anlamlı giriş yeri de “Allah’ın kulluğundan emin olma” halidir. Böyle bir hal içine giren kişi halini kulu olduğu Allah’a arz etmek isteyecektir.

ABDULLAH - ÂMİN;

            Babası Abdullah, annesi Âmine olan Resulullah, Allah’ın ‘âmin’ diyen bir kuludur. Fatiha suresi okunduktan sonra bu idrak ile Allah’ın kulu olan herkes ‘âmin’ der. Sureyi Müslüman olduktan sonra, yüzünden okumak amacıyla, duanın anlamını öğrenmeye, surenin öbür ucundan başlamak yararlı olabilir. Anlamının idrakine varmış olarak, hep aynı idrak içinde kalmak üzere, bir kere en sonunda, besmele çekmek de güzeldir.

VELEDDALİN,

            Kulun olarak istediğim, sadece Nasaranın, Hıristiyanların nurani, ruhani inançlarla perdeli olanların yolu değil. Gizli şeylerle kalanların, “bizim krallığımız yerde değil göklerdedir” diyenlerin, manastırlara çekilip, örtünüp, ruhban sınıfına evlenmeyi bile yasaklayanların yolu değil. Nimeti rahimiye, özel nimetlerle yetinen, böylece, nimeti rahmaniyeden mahcup, genel, zahiri, dünyevî nimetlerden mahrum; Hakk’ın zahirriyetinden, görünür oluşundan habersiz, her şeyde cemal-i mahbubun şuhudundan, sevgilinin güzel yüzünü görmekten mahrum olanların yolu değil.

GAYRİLMAĞDUBİ ALEYHİM,

            Yahudiler gibi zahirde kalanların, nimet-i rahmaniye, rahmanî, genel nimetler ve bedenî nimetlerle yetinip duygusal, kalbî, manevî, ruhanî ve akılcı zevklerden mahrum olmadan.

7. SIRATALLEZİNE EN’AMTE ALEYHİM,

            Hem özel hem de genel nimetler verilen, evvel, ahir, batın ve zahiren Hakkı şuhud edip, baki yüzünü müşahede edip, fani gölgesel varlıklarından yok olan nebi, sadık ve şahit olanların, evliyanın, kâmil insanların doğru yolunda,

6. İHDİNASSIRATELMÜSTEKİM,

            Hidayet üzere sabit ve vahdet yolunda, marifet, muhabbet ve Hakk’ın zatının hidayeti olan yolda olmamı sağla. En doğru yol benden sana gidendir. Yalnız doğru yolda olmama değil sana ulaşmama da yardımcı ol, idrakimi artır.

5. İYYAKE NA’BÜDÜ VE İYYAKE NESTEİN,

            Kavlen ve fiilen, söz ve eylemlerimle sana hitap eder, ibadeti sana tahsis eder, yardımı senden talep eder, seninle sana ibadet ederim. Bu huzur hallerimde bütün hareket ediş ve duruşlarımda seninle sana ibadet ederek daim namazda olurum. Her vecih üzere ve her vecihten, cepheden, yüzden cemalini müşahede eylediğimden daim muhabbet lisanı ile sende seninle olurum.

4. MALİKİ YEVMİDDİN,

            Kuvvet ve kudretin yalnız sana ait olduğunu, kullarına kelâmında sıfat ile tecelli edenin sen olduğunu, hamdın mutlak ve mahiyetinin senin zatına mahsus olduğunu bilirim. Kul fani nimetlerden tecrit olduğunda baki nimetlerin verileceğini, kul efalinden sıyrıldığında Hakk’ın efalinin tecelli edeceğini, sıfatından mahv olduğunda karşılığında Hakk’ın sıfatlarıyla sıfatlanacağını idrak eder.

            Böylece, kulluğu fena bulur ve Hakk’ın vücudu bağışlanarak, zatiyle baki kılınır, seni seninle yaşar. Senden gelinir, seninle sana ibadet edilir, zikredilir, şükredilir, seninle sana gidilir.

2-3. ELHAMDÜ LİLLAHİ RABBİLALEMİN, ERRAHMANİRRAHİM,

           

            Bilfiil hal diliyle hamt etmek, eşyada amaçların gerçekleştirilmesi, kemallerinin zuhuru, ortaya çıkışıdır. Bütün mevcudat kemallerini, olgunluğunu kuvveden fiile çıkararak, potansiyelini kinetiğe çevirerek tespih ve hamt eder.  Eşyanın tespihi ve tenzihi O’nun vahdaniyetine, birliğine delaletidir, delil oluşturmasıdır. Hamt ve sena, övme ve şükrün bildirilmesi, errahman, sıhhat ve rızık gibi zahiri ve genel nimetlerin, errahim, ilim ve marifet gibi Bâtınî nimetlerin karşılığı olarak, âlemin rabbi olan ulu zata aittir. İnsanın kendini bilip olgunlaştırması, amacını gerçekleştirmesidir. Böylece O’nu övmüş ve zikretmiş, varlığına ve birliğine delil oluşturmuş olur. Hamt ve sena, rahman ve rahim, âlemin rabbi olan sana aittir.

1. BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM,

               

                Böylece, herkese genel ve kişiye özel rahmeti kapsayan, varoluşun amacının tümünün kendisinde ortaya çıktığının idrakinde olan, zatın tecellisini idrak edip vahdette fani olan, kâmil insan suretiyle başlar ve okurum.

 

            Bu surenin tüm kitabın özü olduğu söylenebilir. Aklı olan insanın aklını en iyi bir şekilde kullanmasını da isteyen kutsal mesajların insanı bilmeye yönelttiği apaçıktır.

            Surenin kendisi de ‘Besmelede’ özetlenmiş gibidir. Surenin anlamının idrakiyle besmele çekmek yaratılışın amacına uygun bir davranış olur. Besmelenin altındaki noktanın da ‘Ben’ olarak tanımlanması insanın kendini bilmesiyle özdeşleşmiş de olabilir.

            Evren, ‘kendini merak eden yaratık’ olarak tanımlanır. Bu açıdan ‘insanın kendini bilmeye çalışması’ yaratılışın bir amaç için olabileceğini düşündürür. Surenin ve besmelenin bir idrak ile okunup çekilmesi bu amacın gerçekleşmiş hali olabilir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                İslâm Âlemi!

            Özellikle “Hakikati” arayanlar arasında konuşulan, görüşülen ve şaşılan bazı konular vardır. “Nasıl olur?” diye cevap aramaya çalışılır bu konulara.    Bunların önemli olarak görülenlerinden biri “İslâm âlemi neden geri kalmış ve diğer âlemler, Musevî ve İsevîler, neden ileri gitmiş, hatta daha da ileri götürürsek, ‘ilahî adalet bu işin neresinde’?” diye ortaya konabilir. Soruyu soranların, cevap olarak bir şeyler ileri sürenlerin değil, halkın ekserisinin bildiği birkaç gerçeği dizersek cevap kendiliğinden ortaya çıkabilir.

            “Din İslâmiyet, İslâmiyet teslimiyettir” hemen herkes bilir. Hz. İbrahim tevhit öncüsüdür, İslâmiyet onun dinidir, üç semavî dinin de özü birdir. Kitaplı olarak bilinen bu dinler birbirini bütünler ve aynı, bir ve tek mesajın birer parçasıdırlar. Mesaj en sonunda son peygamber tarafından, eksik tuğla yerine konarak, tamamlanmıştır. Önce zahirî, sonra Bâtıni âlem, en sonunda her ikisi de kutsanmıştır ve bu mesaj evrenseldir tüm kâinatı kapsar. Kendilerini doğanın bir parçası olarak gören Kızılderililer, nirvanaya ulaşan Budistler, teslim olmuş bilgelerdir. “Yer ve Gök Tanrı” diyen Şaman bilge, halk zahir Hak batın, halk olarak zahir olan Hak’tır diyen ariftir.

            İlahî adalet vardır ve gerçektir. İlahî kanunlar vardır, her yerde ve her zaman, geçerlidir. “Say kanunu, yani çalışma, hak etme yasası” vardır ve herkese eşit bir şekilde uygulanır.(2.71) Yer çekimi yasası kadar geçerlidir. “Çalışmayana, çocuklar için de ağlamayana, mama yoktur” denir. “Allah her yerde, her zaman hazır ve nazırdır.” Her yerde ve her zaman var olan da, hazır ve nazır olan da, başkası, gayrisi, yoktur.

            Kilise, mabet ve tapınaklarda dua etmekle bir şey elde edilemeyeceğini öğrenenler nihayet aklını kullanmaya başlamış, ilim sahibi olmuş, birbirlerinin hak ve yetkilerine, insan haklarına saygı duymuş ve güzel ahlak sahibi olmayı başarmışlardır. İslâm âlemi diye birkaç Ortadoğu ülkesini örnek göstermek doğru değildir. İslâm “Benlik” gütmeyen her dinin ortak özelliğidir. “Müslüman” ve “Müslim” kelimelerinin lügat manası “İslâm olan” demektir, “İslâm” ise teslim olandır.

            Bu kendisi küçük, anlamı derin ve hikmet içeren gerçeklerle bir çözüme ulaşmaya çalışalım. Bizi şaşırtan âleme bir bakalım, ilk emir olan “Oku” ve “İlim gaip, kaybındır ara, nerede bulursan al”, “Eşyanın hakikatine er” emirlerine uyulmakta mıdır? Uyuluyorsa nerede uyuluyor? Eşyanın hakikatini idrak edecek kadar doğa incelenmekte ve araştırma yapılmakta mı? Nerede yapılmakta? “Düşünün, düşünmeyenin başına pislik yağar” ayetine uygun bir şekilde okunan evrenin hakkında düşünülmekte mi? “Tezekkür edin, tefekkür edin, işi ehline verin, işin ehline danışın, aranızda tartışın, aklınızı kullanın” ayetlerine uyulmakta mı?

            Kim çalıştı, çabaladı, uğraştı, didindi hak etti de hakkını alamadı? “Kalkın, dünyaya yayılın ve rızkınızı arayın, emirlere uyun ve dua edin” anlamındaki ayetleri herkes bilir. “Çalışmayanı, aklını kullanmayanı, tembellik edeni, temiz olmayanı Allah sevmez” bilinir, nerede uyulduğu ise dünyada gezerek bile görülebilir. (2.114) Museviler ve İseviler emirlere uymuş ise teslim olarak, bir İslam olarak haklarını almıştır. Sözde kalıp, emirlere uymayan, ilmi araştırıp bulamayan, biz Müslüman kişileriz, ülkeyiz demekle yoksulluğu hak eder.

            Aslında her şeyin sebebi herkes tarafından bilinir de özellikle kendini “Halktan” ayrı ve kopuk tutanlarca sorulur neden? Cevabın içinde biraz da kendi suçunu inkâr etmek, ortak olmamak, bir kısmını olsun üstlenmemek gizlidir. Böylece, yalnız ve sadece halkı suçlamak, kendisi halktan kopuk olduğu için de onun dışında ve üstünde olarak suçtan arınmış olmak ister. Denmek istenen “Ben okudum, akıllı oldum ama halk kendini dine verdi, okumadı, cahil kaldı, geri kaldı” fikridir. Halkı küçük gören, daha çok küçülür, onun arkasına sığınır.

            Yanlış düşünceler, saç örgüsü şeklinde, iç içe geçmiş durumdadır. Her şey, ilmin somut halidir. Eşya veya madde hakikat güneşinin gurup etmesiyle oluşmuştur. Halk, “Müspet” sapından tutulan “Müspet ilim” çekici ile “İnanç” örsünde dövülmemelidir. Pozitif ilmin karşısında ayrıca negatif ilim yoktur. Maddî ve manevî ilim yoktur. İlim birdir, maddeleşmiş hali eşyadır. Hakka giden yolun ilk mertebelerinde, ilim, ruhu temsil eder. İnsan, aklını kullanırsa, ilim için kullanır. Akıl ilme gidip gelerek bilgi elde eder. Aklını kullanmayan için veya akılsız olan için, din de yoktur iman da. Dinlerin ortak amacı “Güzel ahlâk” sahibi olmaktır. Aklını ilim için kullananlar, çalışkan ve dürüst olanlar her şeyi hak eder, ilahi adalete göre de hakkını alır. Dünyasını da ahretini de kazanır. Halkın topluca kalkınması da aklını kullanan, halkını hor görmeyen, halkından kopmayan, halkının elinden tutan bireyler sayesinde olur. Demokrasi de bu demektir ve bunu gerektirir.

            “Halk, ayan-ı el Hak’tır. Halka hizmet Hakk’a hizmettir.”  Halkın, kendini bilen her bireyi, halkı da bilir Hakkı da.

            İlim, kendini bilmektir, kendini ilmin somut hali olarak bilmektir. “Bir ben varım bir de benim sahip olduğum ilim var” şeklinde değil de “Ben ilmin ta kendisiyim” şeklinde bilmektir. Ezoterizmin tamamı bu mesajı kapsar. Kütlenin oluşumunu sağlayan “Bozon” da ilimdir. Eşya, ilme sahip değil kendisidir.

            Göbeklitepe veya Mısır rahipleri de doğruyu söyledi ama zamanında anlaşılabilecek kadarını söyledi. İnsan, ilmin tamamını idrak ederek kemale erer. Âdem ile insanlığa atılan ilk adım, son elçi ile doruğa çıktı, miraç gerçekleşti. Dünyanın her köşesindeki bilgelerce, tarih boyunca, söylenenlerin hepsi gerçeğe ilişkindir, tamamlanması miraç olayı ile gerçekleşir. Şuurlu olarak iman edilir ve mümin olup namaz kılınırsa, şuur kalmaz miraç olur. İnsan-ı kâmil böylece oluşur, arif, âlim ve bilge kişi böylece hayat bulur, ölümsüz ruh ile diriliş gerçek olur. Bilimsel bulguların da bunu kanıtladığı açıklanacaktır.

            Doğal “Evrimsel” süreçten sonra, ilim ile “Devrimsel” öğrenme ve yücelme süreci başlar. İslam evrimi inkâr etmez. Doğal evrimsel sürecin sonunda insan adayı oluşur, Âdem ise devrimsel bir süreç içinde ele alınır ve sonucunda insan-ı kâmil yaratılır. İnsanın dipten doruğa yücelişi sayesinde kemale eren kişi insanı kâmil olur. İnsan iyi kullandığı “Akluhikmeti, aklı ve sezgisi” sayesinde idrake erer. Mesaj tüm evrene kazınmış haldedir. Her şey ve eşya, ağaç duruşu, kuş uçuşu ile bir ayettir yani delildir okuyana. Eşyanın ilmin somut hali olduğu bilinir. İnsan da ilme sahip değil ilmin bir hali olduğunu idrak edince kemale erer. İslam olan, teslim olan sürekli bir çalışma içindedir, geri ve kimsenin gerisinde kalamaz. Hak, halk olarak görünür bilene, böylece, kendini bilene, Rabbini bilene!

                Tanrı’yı İnsan Yaratmış!

 

            İnsan ve insanlığın, doğanın içinden, derinliklerinden, bilinmezlikten ortaya çıkışı hem sebep hem de sonuçtur. Bilinmezlikten, bilmeye ve bilinmeye geçiş, yokluktan varlığa, tanınmamaktan tanınmaya tırmanış hikâyesidir. Önce bir şey oldu ki isimlendi, ad takıldı, isim verildi. Fiil olmadan anlatılamaz, anlatmak için isim verilemez. Ötekine anlatım gerekmese düşüncede kalabilir. Düşünme ve anlama yeteneğine sahip bir kişi daha olmalı ki anlatım olabilsin.

            Bir genç, sevdiği ile görkemli bir sarayda dans etmesi durumunda, her şeyin kendisi için olduğunu zanneder. Her şey kendince, kendisi içindir ama aslında her şey Kral içindir, onun eğlenmesi içindir. O demeden, istemeden hiçbir şey yapılamaz.

            Önce “Kutsallık” kavramı geliştirilmiş. Sonra düşünce, paylaşılmak için, adlandırılmış. Zamanla kavram da isim de yerine oturmuş. Çok sonra biz de bugün nasıl olmuş da bugüne gelinmiş derken her şeyi bütün çıplaklığı ile ortaya koyarız.  “Kutsallığı ve Tanrıyı insan yaratmıştır!” der, söyleyene değil söyletene bakarız. Bunlar insan ve insanlığın gelişim sürecinde birer aşamadır. İçten gelen söylenmiş, işte tam bir insanlık hali!

            Önce hiçbir şey yoktu. Aniden Büyük Patlama oldu. Bilimsel açıdan enerji açığa çıktı. Elektromanyetik enerji 14 milyar yıldır var ve her şey bundan oluşur.(1) Doğa kanunları geçerlidir, var olanlar bu kanunlara göre oluşur ve yok olur. Bu nedenle bazı bilim adamları “Allah yoktur” der.

            Haklıdırlar, ‘Aracı’ din adamlarının dedikleri gibi “Hayali” bir Allah yoktur. Kitaba göre yalnız ve sadece O vardır, ‘Başkası’ yoktur!

            Çocuk önce “Bunlar ne?” deyip ellerini fark eder. Aynada gördüğünün kendisi olduğunu, en sonunda da kendini, idrak etmesi zaman alır. Biz de düşünelim, “Ben” bilinmek isteseydi(m), ne yapardı(m)? Tam da aynı şekilde, bu sırayla, bu önceliklerle, ortam, doğa hazır olurdu önce. Doğadan doğan ve bilme yeteneği olan birisi olurdu. Yeteneğini kullanmasını öğrenirdi. Bireysel idrak düzeyi yeterince geliştikten sonra, kendi kendine bulup bilemeyeceği bilgiler verilirdi. Doğa ve kanunları ayrıntılı bilindikten sonra, işin özüne inilebilir. İnsan, bilmek için yaratılmış, henüz ne bilen ne de bilinen bilinir!

            Gök gürültüsünü ilk duyduğumuzda da “Önce şimşek çaktı sonra gök gürledi ve yağmur yağdı” deriz. Oysa bilimsel olarak bugün bilinir ki gürültü bu olayın duyulan sesidir, sonucudur. Büyük Patlama, olan ilk olay değil bir fiilin sonucudur. Duyulan her ses yapılan bir işin doğal sonucudur. Patlamadan başlamak, bilmeye çalışan için bir aşamadır.

            İnsanın Tanrı’yı yaratması, gelişim sürecinde bir aşamanın sonucu olabilir. Aklını ilk keşfedenin “Ben” demesi, kendini güçlü ve büyük görmesi hal ve zamanında yapamayacağı, yaratamayacağı yoktur, Allah’ı yaratması da böylece mümkün olabilir. ‘Hiçbir şey göründüğü gibi değildir’ deriz. Ne de güzel laf ettik diye üstüne de otururuz. Sıra yaratmaya bile gelse atma tutmaya bayılırız. Avcılık ilk mesleğimiz ne de olsa.

            Verilmiş bir nimet olduğunu idrak etmeden önce, aklı da biz yaratmışızdır, geriye ne kalır ki zaten. Kendisi gibi koskoca bir memeliyi yarattıktan sonra küçük bir akıl takmak iş olmasa gerek. Bu aklı sürdürmesek iyi olacak sanırım. Kral olmalı ki sevdiği olsun. Ol! Emri ile olan bir iş, iş olurken duyulan bir patlama, ses olmalı.

            “Ey sevdiğim, sevdiğim için kendime özgü yarattığım, bu gidiş iyi gidiş değil, dön, rücû et, geri gel, biraz kendini bul ve bil gerisi kolay” (14.5) nidasını duyabiliriz. Duymak isteyen duyar, Tanrıyı yaratan bunu mu yapamayacak. “İnsan, Tanrıyı kendini bildikten önce mi sonra mı yarattı?” diye sorulabilir.

            Zaten her şey bir küçük düşünceden çıkar. Sonra kuvveden fiile çıkış izler. Hayaller gerçek olur. Belki de ilim ruhundan idrak nuru, sonra da tasavvurlar, düşünceler, manadan maddeye geçişler başlayabilir. Her yapay yapı gibi insan da insanca, insanlıktan yaratılan yapay bir şeydir. İnsan, insan yapısıdır, ancak, ilk insan, Âdem yaratıldıktan ve ilk öğrendikleri öğretildikten sonra inşa edilebilir. İnşaat için ilk temel taşını koymak, mabet inşası için ilk fiilin önemini kavramak, açılımı idrak için gerekli ve yeterli olabilir. Bir şey için “Bir” diyebildikten sonra diğerlerini saymak kolaydır. İlk fiilin sahibi olan, fiillerin de sahibidir. Hangi sıfatlar altında hangi işlerin yürütüldüğü teferruat olabilir.

            Bilgeler “Nereden gelip nereye gittiğini bilmeyen hayvan imiş” der. Son bilimsel makaleler ile ortaya konan gerçekler ışığında, evrenin aslında bir hiç olduğu ispat edilmiş.

            Evren, yoktan var olmuş, halen de bir ‘Hiç’ ama ‘Düzenli Bir Hiç’ imiş (2) çünkü fizik ve matematik yasaları gerçekmiş. Yokluktan çıkabilen bir sanal parçacığın şişip genişlemesiyle oluşmuş. “Yaratılan yok ki Yaratan olsun” deniyor. Her iki halde de bilerek bilinene ulaşılıyor.

(1) Stephen Hawking, “A Briefer History of Time”.

(2) Express, HISTORIC DISCOVERY: Physicists 'PROVE' God DIDN'T create the Universe, By PAUL BALDWIN.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                Arif ile Âlim

            İlk bakışta, akıllı birisine, âlim veya arifi tanımlamaya gerek duyulmaz. Ben de ne âlim ne de arifimdir, sadece aklım var, düşünüyorum. Ancak ayrıntılı bir düşünme ve değerlendirme sonucunda oldukça farklı sonuçlara ulaşılabilir. Çok şey bilen birisi âlimdir, bilgin bir kişiye de âlim denir. Halk arasında arifin yeri ise bir başkadır. Arife tarif gerekmez denir.

            Âlim ile arifin ortak bir kelime etrafında ayrışması izlenebilir. Birisinin fizik bilgisi, diğerinin fizik ötesi, metafizik dâhil bilgi felsefesi üstündür. İnanç ilmin tümünü kapsarken bilim, pozitif deyip ilmi kısmen ele alır. Tarihsel gelişim sürecinde akıllı insanlar çevrelerini gözlemiş. Temel ihtiyaçlarını garanti altına alanlar çevreleriyle ilgilenmiş. Yeryüzü ve gökyüzü ile ilgili tez ve antitezler birbirini izlemiş. İçgüdü ve dış güdülerin tümü ortaya konmuş.

            Bilim insanı doğayı ve maddeyi analiz etmiş sonuçlara ulaşmış. Arifler de zaman içinde gelişen bir şekilde bilinenler ile felsefe yapmış, bilimsel felsefe ve bilimin felsefesini yapmış. Önem ve öncelik zaman içinde değişse de bir noktada felsefe yapanlar inanç ile ilgili düşünceleri belirli bir sonuca bağlamışlar. Kısaca, “Allah vardır, birdir, tektir ve var olandır!” denmiş. İnanç bir ve tek sonuca bağlanmış ama bilim sonuçlarını aramayı sürdürmektedir.

            Bilim tez ve antitez sarkacı ile yol kat etmeye devam etmekte. Daha önce doğru bilinenlerin yanlış olduğunu ispat ederek yerine doğrularını koymakta. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler böylece hızlanarak sürmekte. Aslında bilimsel gelişim sistemi ile inanç sistemi arasında bir fark olmasa gerek. Sonuçta her iki sistem de bu evren ile ilgilidir.

            Farklı görünseler de aynı öz ve esas üzerine kurulu olmaları, kısaca, aynı gerçeğe farklı bakışın yansımaları oldukları akla ve mantığa daha yatkındır. “Varlık” ile “Var olan” farklı olamaz. Bilim yalnız varlık ile ilgilenir inanç ise varlık ve varlık ötesi ile birlikte, varlık ve yokluğu da kapsayan Allah ile ilgilenir. Varlık, var olanın ihtişamını ortaya koymaktadır.

            Bana söylenen hala kulağımda çınlamakta: “Allah’a erişim mana âleminde ispat edildi, artık madde âleminden erişime gidiliyor.” Halk arasında basit görülen tekerlemeler vardır. Okumuş denen yarı cahillerce küçük görülür ama hayat boyunca gözlemlenebilirler. Bu deyişlerden bazıları şöyledir: dünya etme bulma dünyasıdır, ne ekersen onu biçersin, ilahî adalet er geç yerini bulur, kimsenin hakkı kimsede kalmaz, hak yerini eninde sonunda bulur, herkes Allah’ın kuludur, Allah’ta kuldur, kimseyi, hiçbir canlıyı hor görmeye gelmez.

            Mana ilmi Hz. İbrahim’in tevhidiyle başlayıp Hz. Muhammet ile son bulmuş durumda. Bu ilme vakıf olan ve vuslata ermiş bulunanlar, ermiş ve aziz olmuşlar, veli olmuşlar, miraca çıkmışlar. İnanç sistemine göre hiçbir şey yok iken Allah vardı, önce Muhammed’in ruhu yaratıldı sonra Âdem onun nuru, anlayışı, idraki ile yaratıldı. Evren, böylece, yoktan var edildi. Önce var olan hala var olandır, sonradan yok olan da hiç olmadı zaten, sadece var olduğu zan edildi.

            Mana âleminden, ruh ve nurdan, kaynaklanan madde ve böylece inşa edilen madde âlemi bilim insanlarına ters geldi, yanlış geldi, bildiklerine ve gözlemlerine uymadı. Laboratuarda yeniden inşa edemediklerine inanamadılar, inanamazlar. Kütle çekim ve ışık hızı gibi fizik ilmi ve matematiksel formüllerle açıklanamayanlara inanmak bilimsel bildiklerine uymadı. En son bilimsel bulgular everenin sanal (1) olduğunu ispat ediyor.

            Bilenlerce bilinenlere, bilgi ve toplamına bilim, bilimsel olarak ispatlanamayanlara inanç denip reddedilir. Sanki inanç akılsızlara, kutsal mesajlar aklı olmayanadır. İnananlarca da genellikle bir ve tek hakikatin kendilerince bilindiği, kısasa kısas şeklinde, bilimcilere nazire iddia edilir. Sahaya inen taraflarca “Evrim teorisi” topuyla kıyasıya oynanır. Oyuncularda oyun ile o kadar meşgul olma, karşı tarafa laf yetiştirme, gol atmaya o kadar adanmışlık, vardır ki uydukları “Oyunun kuralları” nereden gelir bakılmaz. Saha tüm evren, zaman da sonsuz olunca doyumsuzca, doyasıya, at gibi, top koşturulur.

            İnsanın kendisi insanca okunsa yeterli olabilir.  Sinir sistemimizden de bir mesaj iletilir cevabı da geri beslenir. Beynimizin de sol ile sağ tarafı her açıdan farklıdır. Sağ ve sol, kol ve bacaklarımız da işlevleri açısından farklı görülebilir. Kısaca, hiçbir farklı bakış ve görüş benim birlik, teklik ve bütünlüğümü bozmaz. Evrene kıyasla ne kadar küçük görülürsem görüleyim ben hala kendim kadar büyük ve önemliyimdir. Kendim ile ilgili ruh ve beden, madde ve mana, akıl ve inanç kelimelerini ayrı ayrı ve birlikte, beraberce kullanırım. Bilim adamları yok dese de ben de varım, evren de. “Sanal parçacık şişti, evren halen de bir hiçtir” bilimsel inançtır.

            Kendimizi okumayı sürdürelim. Bedenim ve ruhum ile ilgili bilgileri âlim tarafım toplar ve değerlendirir. Allah ile kulu arasında girilebilecek kadar yer olmasa da, kendilerini bu araya sokuşturabilen din adamlarımız daha çok ruh ve mana tarafımızı irdeler. Arif ise tümü idrak ederek aradan çıkabilen ermiş kişidir. Yakın zamana kadar kuantum fiziği, kuantum mekaniği diğer bir deyişle kuantum âlemi bilinmiyordu. Gözlem altında başka, gözlenmediği durumlarda başka davranışlara sahip olan kuantumlar, kuarklar ezber bozdu denebilir.

            Daha önce de doğa yasaları her türlü özellikleriyle birlikte biliniyor ancak nedenleri bilinmiyordu. Örneğin, en ağır suyun ısı derecesi biliniyor ama nedeni bilinmiyor, hatta fizik kurallarına pek uymadığı da söyleniyor. Kuantum âlemi madde âlemi ile mana âlemi arasında bir “ara yüz” denebilir. Temel “Yapı taşımız”, foton gibi, hem parçacık hem de dalga imiş.

            Bir diğer gerçek de inanç âleminde söylenenlerin anlamlarının bilimsel bulgulara göre değişebilmeleri. Ayetlerin, bilimsel ve teknolojik gelişmelere ayak uyduracak şekilde yeni anlamlar kazanması her iki âlemin âlimlerini de şaşırtmaktadır. Bir taraf “Bu, ayetlerin evrensel, ezelî ve ebedî olduğunu gösterir” demesine karşın diğer taraf “Bu anlamın bilimsel keşiflerden önce verilmesi gerektiğini” iddia eder. Ayetlerin inanç sistemindeki makam ve mertebelere göre anlamlandırılması, “Bir doğru vardır” diyen bilim adamlarınca yadırganır.

            Arifler, ezelî ve ebedî gerçekleri, Hak ve hakikati dile getiren Nebi ve Resullerin varisleridir. Her anda bir şe’nde ve sürekli bir yenilik içinde bir açılım şeklinde oluşmaya devam eden oluşumu, canlı yayın biçiminde, anlatmaya çalışan arifler, kendilerinden bir şey eklemezler. Söyledikleri her şey Allah’ın olan, Allah’tan olan, Allah’ta olan bir şeyi aktarmaktır. Binlerce arif arasında hiçbir fark yoktur, aynı bilgi ve idrak ile donatılmışlardır. Hepsi “Resulünü yalnız Allah bilir, Allah’ı da gayrisi bilemez” ayetine inanır. Nice âlim ve din adamımız ariflerin ne deyip ne demek istediğini anlamaya ve anlatmaya çalışır. İkisinin de arif olma olasılığı eşittir! Sanki bilen âlim, hoca; bilemeyen arif! Bilen, Bilinendir, Görünen, Görenin görüntüsüdür!

(1)   Express, HISTORIC DISCOVERY: Physicists 'PROVE' God DIDN'T create the Universe, By PAUL BALDWIN.

                İnsan İtaat Eder

 

            “Var olan her şeyin, eşyanın, ardında akıl ile bilinecek bir ilmin olduğunu bildiren Kur’an’ın indirilişi ve bu ilmin nasıl uygulandığının Furkan olarak bildirilişi nedeniyle; ilim ve amel, ilim ve uygulamanın, ayrıntılarını idrak ederek mutlak salât, mutlak namazı yerine getir; ilim ile uygulama arasını birleştir. Her ilim için bir salât vardır.” (29.45) Her şey bir ilmin uygulamasıdır. Uygulamak, o ilme tabi olmak, teslim olmaktır.  Namaz teslimiyet, zikir, tabi olmak, itaat ve ulvi münasebettir. Namazlar da bedensel ve ruhsaldır. Maddeye ve doğaya ilişkin ilimler, doğa koşullarına uyum göstermek için bilinir. Hayatta kalmak, neslin devamı ve güzel ahlak için koşullara uyum gösterme, öğrenme, bilme ve uygulama şarttır. İnsanın, idrakince, bilgisi ilmine tabidir, itaat eder.

            Konunun daha kolay anlaşılabilmesi için oluşan ilk koşullara gidilmesi yararlı olur. Yokluktan, hiçlikten var olan, meydana çıkan, en küçük parçacığın da ayırıcı özellikleri vardır. Her şey özelliklerinin toplamı, bilgisinin küpüdür. Kütlesi bile olmayan bir parçacığın artı veya eksi yüklü elektrikle yüklü oluşu ve bu yükün miktarı ilk oluşum anında belirlenir. Parçanın özellikleri arasında, potansiyel gücü, nasıl kütle oluşturacağı ve hangi parçalar ile birleşeceği de vardır. Önceden belirlenmiş bulunan özellik, bilgi veya ilim, parçacığın davranışını belirler. Örneğin, yanıcı olan hidrojenin ve yakıcı olan oksijenin birleşerek söndürücü özelliğe ait su oluşturması atomların içlerinde önceden belirlenmiş bir davranış biçimidir. Parçacık, ilminin aynıdır, ilmine tabidir ve ona itaat eder.

            Karma, birleşik maddenin özelliği, maddelerin kendi özelliklerinin fena bulması, feda edilmesiyle oluşur. Her yeni bilgi, kendini oluşturan bilgilere dayanır ama farklıdır, kendi ilmine tabi olur, itaat eder. Su, yanıcı ve yakıcı oksijen ve hidrojen atomlarından oluşur ama söndürücüdür.

            İnsan ve insanlığın gelişiminde, doğanın en çetin koşullarına uyum gösterildiği apaçıktır. Uyum gösterme yeteneği sayesinde evrim yasaları işler. Tek hücreden çok hücreye gelişen, maddesel veya donanımsal olmayan hayatın, en basit DNA’ya yüklenmiş bulunan, yazılım olduğu kanıtlanmıştır. Donanımın yazılıma tabi olması hayatı, canlılığı ortaya çıkarmıştır. DNA, toprak, hava, su ve ateşe hükmeder, yani atomların kendilerine yüklenen canlılık ilmine, içlerindeki özellik ve bilgilerle, itaat etmesiyle canlı hücre oluşmuştur. İlkel, ilk el, denebilecek bilgilerin birikimi tek hücrenin içinde canlılığı geliştirerek çeşitlendirmiştir. Yazılımın ilk halinde dahi bir gelişim potansiyelinin olduğu da açıktır. Bilgi birikimleri, hücrenin içinde, çok çeşitli işlevleri yürütebilecek organımsı parça veya bölümlerin oluşmasına yol açmış. Hücre içindeki parçalar arasında gelişen eşgüdüm ve işbirliği, tek hücrenin bölünmesinden öteye, iki veya daha çok hücrenin eşgüdüm ve işbirliğiyle sonuçlanmıştır. Böylece tek hücreden çok hücreli hayat doğabilir. Bütün bunlar maddenin bilgisinin ilmine itaati, bedenin namazıdır. Hücre bilgi küpüdür, biyoloji ilmine tabidir.

            Hayvanların hareket etme özgürlüğü nefsaniyet gütmelerine yol açar. Karın doyurma gibi ihtiyaçların karşılanması, bitkilerin gövdelerinin, bedensel olarak doğa koşullarına tabi oluşundan faklıdır.

            Hayvan hareketinde nefsine tabi olma, itaat etme onun ihtiyaçlarını giderme söz konusudur. Hayvanlar nefislerine itaat ettikleri için yer içer, yatar kalkar, savaşır, çiftleşir. İnsanların insanlığa uygun şekilde davranması kalpleri sayesindedir. Kalpsiz denilen insanlar kötü ahlak sahibi olanlardır. Kalplerinde huzur duymaları için insanların ruhani bilgilere tabi olması öngörülür. Ruhuna itaat eden kalp huzur duyar.

            Kısaca denebilir ki insan bilgilerden oluşur, bilimseldir, ilimdir. Bilgiler ilme tabi olduğu kadar ilim de bilgilerin toplamına, maluma tabidir ve etkileşim içindedir. Bu nedenle, her insan kendine özgü bir ilimdir. Bilim insanlarınca kanıtlanan ‘tüm elektron ve moleküllerin etkileşim içinde olduğu’ gerçeği bu kapsamda düşünülebilir. Beden içindeki organlar etkileşim içinde, eşgüdüm ve işbirliğiyle işler, çalışır. İnsanın ilmini uygulayışı ve ilmine tabi olup itaat etmesi kendi bünyesinde en az beş düzeyde olur. Doğaya uyumu, bedensel düzeyde, doğal ilimlerin uygulanması olarak ele alabiliriz. Bedenin doğaya uyumu ‘Bedenin Namazı’dır, ilme tabi oluş, itaat ediştir.

            İnsanın bedeni vardır ama yalnız beden değildir, nefsanî duyguları vardır ama hayvan değildir, kalbinin huzurlu olmasını ister, ruhunun, ilminin gereğini idrak eder. Her düzeyin idraki o düzeyin namazıdır denebilir. Nefsin Rıza, Yatsı namazını, Kalbin Huzur, Sabah namazı izler. Nefsini, kalbinin sesini dinlemeye ikna eden sır bilgileri almayı hak eder. Böylece Sırra Erme, Akşam namazı kılınır. Benlik ve bencillik yok edilip, hakikat güneşinin batıdan doğuşu sağlanarak, yüceliş yolunda, Ruhun Şuhut, uyanıklık, İkindi namazı eda edilebilir.            

            Hakkın ruhuyla dirilerek, ledün, hakikat ilminin idraki zevkiyle Şükür, Öğle, Gizlinin Keşfi Hafa namazı kılınır. Hakikat güneşinin istivasında kul ve namaz yoktur, Cuma hariç!

            Özet olarak bünyemizdeki kuark, elektron, nötron, proton, atom, hidrojen, oksijen ve su moleküllerinden hatta DNA, hücre ve organlarımızdan söz edilmez. Bunların hepsi kendilerini bizim varlığımıza, ilmimize feda etmiş, fani olmuş, fena bulmuş, kendilerini bilgileriyle teslim etmiş durumdadır. Her biri bir ‘şey’ iken, özellikleriyle, şeker küpü gibi, bilgi küpü iken, artık yalnız biz varız onlar yok. Bilgileriyle, bizim insanlık ilmimize itaat ederek, tabi olarak, bize biat etmişlerdir. Hepsi de bizim birlik ve bütünlüğümüze delildir, şahittir, kendilerince bize teslim olmuşlar, bize çalışır, bizi anarlar. Bedenimizde bir biz varız bir de onlar var gibi ikilik oluşturacak şekilde yokturlar. Bu bağımlı ve bağlantılı halleri, beden dilinde bir anlamda, onların namazları, miraçlarıdır. Her şey bir ilmin uygulaması ise, her şeyin bilgisi ilmine tabi ise biz bağımsız ve bağlantısız, hür, olmamızı neye borçluyuz? Cehalete mi?

            Bedenimizin tek parçalığını idrakten sonra, hayvandan farkımızı görünce, nefsimizi keşfederiz. Fecri yaşamak kalbe âlem içinde bir âlem olduğunu gösterir. İş ve eylemden öteye bunların kaynağı olan sıfatların gözlenmesi başlar. Gün boyunca göz ile görmenin, kalpten basiretli görüşten farklı olduğu idrak edilir. Bu ilmin sırrı, akşam olunca keşfedilir, fecir olur, güneş batıdan doğar. İkindi vakti ruhun uyanıklığı yaşanır. Gizli hakikatin keşfine aşk ile ledün, hakikat ilminin zevkiyle Öğle namazında ulaşılarak hakikatin idrakine varılır. Hakikat güneşinin istivasında vahdette, Cuma namazında, fena olunur.

                İnsan İnşa Edilir

                 Günlük hayatta, çevresinde muhteşemin ihtişamını görerek, kalp huzuru içinde oluşuyla ve huşu duymasıyla, namaz kılan kişi Hak ile meşgul olduğundan faydasız şeylerden kaçar, yüz çevirir ve benlik sıfatından vazgeçerek, zekât vererek, huzur ve hazlarının fazlasından kaçınır. Lezzet, şehvet ve hazlarını, bunların hukukuna riayet ederek, azı karar çoğu zarar ilkesine uyarak, koruyan yakin sahibi müminler kurtuluşa götüren mevte ermişlerdir. Hukukun dışına çıkanlar, fazlaya kaçanlar, nefsin isteklerini yerine getirdiklerini düşünenler, nefislerine düşmanlık ederler.” (23.1-7)

          “Allah’ın onların fıtratlarına sır olarak bırakmış olduğu emaneti, yine fıtratlarında olan ahitlerini ihya edecek şekilde Hakk’a riayet eden ve ruhlarında müşahede namazını kılan yakin sahibi müminler kurtuluş mevtine dâhil olur. Ahdi misak olarak bilinen, insanın yaradılışından gelen, içinde var olan ahde uyma gereğince, her şeyde hakka ve hukuka uymak suretiyle, ruhen Hakkı gözeten ve gözlemleyen müşahede namazı kılıyor demektir. Böylece, bu yakin sahipleri kurtuluş mevtine girerler. Hakkı müşahede namazını kılan kişiler olurlar. Bu sıfatlarla mevsuf olanlar, ruh cennetine varis olurlar. Varis olmak henüz cennete girmek değildir.” (23.8-11)

        “İnsanın fıtratına işitme, anlama, idrak etme ve davete icabet etme kazınmıştır. Benlik ve bencillik yapması fıtratları gereğidir. Bu durumda muhatap alınır ve doğru yola davet edilir. Kesretin vahdet olduğunu anlayarak, bütün içinde, tümde fani olarak, fıtratınız gereğince yola girin. Fıtratı yok saymak doğru değil. Yaradılışınız gereğince davete uyun, sülûkta ilerleyin, var olan davet edilen, edilince, yokluk iddia etmez, varlık ile kabul edip tehir etmeyin, karşılığını alırsınız.”

            “Tümde fani olmak, yokluğun idraki değildir. Sonra kendisine ruhumuzun üflenmesi ve suretimizle tasviri sebebiyle insanı, yaradılıştan gelen “Başka bir hale girme” haliyle halk edilmiş olarak inşa eyleriz. İnsanın fıtratından gelen ahdi misaka uyma hali bir halden diğer hale geçiş yeteneğidir. Bu yetenekle insan, evrimsel gelişim alanı olan doğadan kurtulma ve önce yükselerek, sonra da yer çekiminden kurtulup, yücelerek hal değişimiyle inşa edilir.”(8.24)

            “(Sümme enşe'nâhü halkan âhere) İnsan gerçekte, böylece, halk edilmeyen bir halktır. Yani halk edilen diğer tüm doğadan farklı olarak inşa edilerek, yaratılan yaratıktır. Bundan sonra sizler tabiat açısından ölüsünüzdür. Doğaya bağlı ve bağımlı değilsinizdir. Kısaca, kurtuluşa götüren mevte ermişsinizdir. Benlik ve bencilliğinizden vazgeçme zekâtını vererek yeniden doğuşa adaysınızdır. Sonra siz kıyameti sugra (küçük) gününde, ikinci defa meydana gelme gününde, hakikat ile diriltilirsiniz. Fena halinde ölü iseniz kıyameti Kübra (büyük) gününde beka ile diriltilirsiniz.”(23.14-16)

          Evren halk edilmiş, insan inşa edilmiş, yaratılmıştır. Halk edilme ve yaratılma kavramları insana verilen önemi vurgular. Evren ve doğanın insan için var edildiği ortaya çıkar. Tesadüfün olmadığı, her şeyin bir amaç için var edildiği açıktır. Hiçbir şeyin ‘hadis olsun fani olsun’ diye veya ‘var olsun yok olsun gibi bir eğlence için’ halk edilmediği ayrıca ayetlerde yer alır.

            Yüce Kur’an’da insanın, kendini bilmesi için halk edildiği bildirilir. Halk edilmiş haliyle muhatap alınan insanın yaratılmış hale dönüşümü için çaba göstermesi beklenmektedir.

            Umarım, halk edilmiş halde kalmaz, inşa edilmiş bir insan oluruz; ‘Ol’ ile var olup, olgunlaşıp, ‘Ben’ oluruz!           

                Cennetten Düşüş

            Evren ile insan ikizmiş. Her kişi bir başka âlemmiş. Makro kozmozda var olan mikro kozmozda da varmış. “Küçülttüm Âdem, büyülttüm âlem ettim” deyişinin kutsal olup olmadığına inanılması ya da inanılmaması konuya ilişkin düşüncenin temelini oluşturur. Cennet inanç temelli bir kavramdır. Kovulma olayını inançsız birine anlatmak abes olabilir. İnanç ile inançsızlık âlemleri “Varlık” ve “Yokluk” âlemleri olup aralarında sızdırmazlık testini geçen sınır vardır. Bu sınırdan düşüncenin bile geçtiği görülmezmiş. Hikâyeler ben ve bencilliğin olmadığı âlemde anlatılır.

          Hikâye çok küçük ve basit, Âdem yaratılmış, eşi ile birlikte cennette yaşarken, “Yasak ağacın meyvesini yemeyin” denmiş, ama sürünerek gelen soğukkanlı yılan Havva’yı, o da Âdem’i kandırmış elmayı yedirmiş. Bu nedenle cennetten, hubut ediniz emri üzerine, düşmüşler. Hubut olmasaydı hidayet de olmazdı denir. Cennetten düşülmeseydi yücelmeye de gerek kalmazdı.

          Anlatılanın sembolik olduğu ve anlatılmak istenenin izana bırakıldığı bilinir. İlim erildir, madde dişi ve doğurgan, Âdem ruhu ve Havva bedeni temsil eder. Kendi ışık ve ısısı olmayan madde normalde ağırdır, yerdedir, sürünür, soğuktur, ilim ise kalbe sıcaklık verir. Elmanın yenmesi, doğadan elde edilen bilginin sahiplenilmesidir. Elma sahibinindir, yetiştiren veya parasını ödeyenindir. Elma tüm nimetleri sembolize edebilir. Nimetler doğadan elde edilir. Ancak ağaca veya doğaya bile müteşekkir olmak insanlık gereği olabilir. Ağacı sular, doğayı korursunuz. Doğanın gereği, elma vermeyip de ne yapacaktı, teşekküre gerek yok diye de düşünen olabilir. Ayağına kesafet, gülle bağlayan ona tabi olur, onun yanında, onunla kalabilir. Madde bağımlısı ona esir olur.

          Sahip olma konusunda incelikle ve derinlikli düşünmek, hatta tefekkür etmek gerekebilir. Bilgi bilenin, cüzdan bulanın olamaz. Bilgi de doğadan elde edilir, araştırma yapılır, çaba gerektirir ama esas olan, bilginin tabi olduğu ilmin sahibinin de gözden kaçırılmamasıdır. Matematik bilgileri sizin olabilir ama matematik ilminin sahibi olamazsınız. İlmi izleyerek, çağrıya uyarak, esas sahibine ulaşmak böylece cennete dönüş mümkün olabilir. Yaradılışın amacının bu olduğu kabul edilebilir. Elmayı yiyip düşen, elmanın hakikatini arayıp, bulup, bilip, idrak ederek yücelmeyi de başarabilir.

          Âdem ve Havva, ruhu ve bedeni olan, her kişi, nimetlerin kendine verilmiş olduğunu idrak ederse, kendi aklı dâhil tüm yeteneklerinin verilmiş olduğunu düşünürse, cennettedir. Nimetleri doğadan alıp da kaçmayan, verilenlerin ardını gören, bulmanın yeterli olmadığını idrak eder. Her şeyine kendisinin sahip olduğunu iddia eden doğada kalır ve doğa ile baş başadır. Doğadan elde ettiği bilgi de onundur, elma da. Her kişinin nasibi vardır ve biri diğerinden farklıdır.

            İyi, doğru ve güzeli bilemeyen bulduğu ile yetinir. Ben ve bencilliğini yaşar, mutlu olduğunu sanır. Arkasını dayayacak bir felsefesi bile yoktur. Kendisi her şeye değer ve bedeldir. Toplum ve halk, insanlar ve insanlık sevgisi vardır. Varlık âlemi içindeki her şey vardır ancak varlığın kaynağı yoktur. İnanmamanın bedeli, bedel olduklarıyla olmak ve kalmaktır.

          Varlığın yokluktan halk edildiğini ve evrimsel gelişimin sonunda kâmil insanın yaratıldığını idrak edenler için her şeyin değeri ve kıymeti, verilen nimetler olarak, sınır ötesi âlemden çok farklıdır. Halkın aynel Hak olduğunu idrak, mutluluk kaynağıdır. Bu mutluluğu yaşayamayan bencilleri, âlemlerinden “Düşmüş”, “Kovulmuş” olarak görmek doğaldır.

            Doğa içinde kalanların kovulmuşluğu doğaldır. Âlemlerinin, bencilliğinin sınırını bilseler de teslim olmadan asla geçemezler. Ruh ve beden âlemleri, tatlı ve tuzlu su denizleri, birbirine karışamaz, birinden ötekine, belki, yokluktan geçilebilir. “Ben” diye başlayan cümlelerden teslim olarak vazgeçen, kendini Allah’ta fena oluş olarak bulabilir. Bir şeyleri bilenler, O’nun ilmi ile bilebilir. Yoksa “Bilinmek” nasıl amaç olabilirdi.

          “Ruh semasından bir ilim suyu iner. Nüfus arzında bu ilim suyu hikmet pınarları şeklinde kaynaklanır. Aynı su arzda çeşitli amel ve ahlaka güç kaynağı oluşturur. Su, aslından çok farklı olan kök, sap ve ekin tohumlarına dönüşür. Sonuçta, isim ve sıfatları farklı olan şeyler ortaya çıkar. Bütün bu tecellilerde benlik kabuğundan soyunmuş hakikat sahipleri için büyük bir nasihat ve ibretler vardır.” (39.21) Doğadaki değişim, gelişim ve evrimden ibret alan öğrenir. Öğrendikçe, öğrenme yeteneği, melekeleri artar, melekler yardımcı olur. Tüm doğa ve nimetlerin ardındaki hakikati idrak edip teslim olur.

            “Fenadan sonra beka halinde ruhun nuru ile sadrının genişletildiğini idrak eder. Hak ve hakikatle kalbini temizleyen ile kalbini bu gerçeklere mühürlü tutan asla eşit olamaz. İlahî nur ile kalbi genişleyen, idrak yeteneği artan, Hak ile halkı da anlar. Vahdette kesreti ve kesrette vahdeti idrak edip yaşayabilir. İslam, bu müşahede ile Allah’ta fani olmak ve zatını Allah’a teslim etmektir. Müslüman, zikir olunduğu gibi Allah’ı zikreder. Zikredeni Allah da zikreder. Ayetleri bazen halk okur bazen Hak!” (39 Zümer, 22, 23)

 

 

                Namaz Herkesin Hakkıdır

            Kutsal mesaj aklı olana değil, aklı baliğ olana, kemale ermiş akladır. İnsan olgunlaştıkça hep nefse uymanın kalbi kirlediğini düşünür. Her lekenin bir çıkarıcısı vardır. Kimi su ile kimisi sabun ile çıkar. Dünya kederi ve lekesi de namaz ile çıkabilir, tabii istenirse.

            Herkes kendisi için sevmelidir. Sevmesi kendi menfaatinedir de denebilir. Herkes kendini kendisi oluşturur. En sevdiği şeylerle, gözüyle gördüğü en güzel görüntülerle, işittiği en güzel müzik, en iyi tat ve kokular ile oluşturur. Beş duyusuyla algıladığı dünyevî zevk, lezzet ve hazlar ile nefis kuyusunu doldurur. Bu nedenle insan en çok kendisini sever, benlik ve bencilliği bundandır. Allah’ı da bu nedenle kendisi için, kendisi nedeniyle, seni sana böylece verdiği için, kalpten ve içten gelen duygularla sevmelidir. Tek tek her şey için teşekkür etmesi şükran duygusu doğurur.

            Verilen akıl, fikir, sağlık, sıhhat ve nimetler için şükür içinde olmayı, iyi ve güzel ahlak sahibi olmayı, maddî ve bedensel kazançlar yerine manevi değerler elde etmeyi tercih etmek iyi insan olma yoluna girişi gösterir.

            Kişi, belirli bir gelişimden sonra, nefsi yerine ruhunu tercih eder. Mana olmadan maddeyle kirlenildiği, her şeyin daha fazlasını sürekli istemekle insanın bataklığa düşeceğini hisseder. Sonuçta, kendini beğenip sevmesi, kendisine kendisini veren Allah’ı sevmesine yol açar. Yapılan önceki yanlışlar için af dilenmesi ve edinilen kirlerden kurtulmaya çalışılması kişiyi arayışa sürükler. Dünya kederi ve lekesini çıkarmanın tek yolu namazdır. Namaz, tespih ve tenzih, Allah’a bir şey ödemenin tek yoludur. Farz oluşu buradan gelir.

            Görme, işitme, dokunma, tat ve koku alma duyuları nedeniyle beş vakit namaz farz olmuştur. Bu duyular, maddeye yöneltmiş, kalbi işgal etmiş, ilimden ve ruhtan uzak tutmuş, nur ve huzurdan perdeli kılmışsa namaz, aynı yoldan geri gitmek tek yol, farz olur. Kalbin nefse açılan kapısının, sadrın kapanması, ruha açılan fuad kapısının açılması, nura yönelmenin odaklanması, idrakin tevhit, birlik ve beraberliğinin sağlanması ve Rabbine yaklaşma namazlarının kılınması farz olur. Bu namazlar, Rab yönüne açılan beş kapıyı, nefse açılan beş duyu kapılarının tam karşılarında yer alacak şekilde, oluşturur. Beş vakit namaz kapıları ile kalbe nur girer ve bu nur zulmeti siler. Her namaz, bir duyuya kefaret oluşturur. (11.114)

            Misal âlemi bu dünyada namazın beş vakti bu dünyanın güneşine bağlanabilir. Sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı olmak üzere beş vakitte namaz kılınması uygun görülmüş olabilir. Ancak Âdemin namazı kendine hakikat güneşinin doğuşu ile vakit kazanabilir. Kişinin uyanışı sabah namazına, fecre işaret sayılabilir. Üzerinde kendisinin de bulunduğu bilinciyle dünyayı geriye atıp, kıyamet koparcasına kıyama duruş ile mümin olanın namazı miracı bile sayılabilir.

            En kısa, en kestirme yol bilinen yoldur. İnsan reşit olduğunda, kendini bulduğu ve bildiğinde, belirli bir durumda bulur. Üzerine, tercihleriyle, ilaveler yaparak oluşumunu olgunlaştırır. Beş duyusu nefsine açılan beş çeşme gibi akıp nefsini doldurur ve doyurur. Elde ettiklerini iade etmenin tek yolu, farz olarak aynı yoldan geri giderek, aldıklarından arınmaktır. Kendi eden kendi bulan sonunda soyunur, arınır.

            İlim suyu ile abdest alıp hakikat güneşinin doğması, bu güneşin nurunun bizi aydınlatması ve doldurması ümidiyle.

                Doruk Noktası

            Aklımız var diye övünürüz, yücelmemiz onun sayesindedir ama başımıza gelen her kötülük de aklımız yüzündendir. Aklımızla yükselir, sonra yüceliriz, aklımızı yanlış kullanınca düşer ve gömülürüz. İmanın kaynağı inkâr ise “Aklın kaynağı da akılsızlıktır” veya “Varlığın kaynağı yokluktur” denebilir. Sanki akıl bir çeşit enerji, ilaç da olur silah da. Yönlendirmek gereken bir şeydir akıl. Maddeye doğru sürülür, maddede koşturulursa yükselir, onu bilir onu söyler, manaya doğru yönlendirilirse yücelir, O’nu bilir O’nu söyler. Her zaman, her yerde, hep söylenen fil hikâyesi yani, her kişinin hakikati kendine göre, çünkü orasını, o kadar görebilir.

               Hakikat bir ve tektir, sınırı da yoktur. Her şeyin sahibi ‘Ben’! Serbest bırakılınca dipten doruğa gider gelir, anında küresel evreni adeta yeniden örer, dolaşır. İçinizden “sen onlara uyma, onlarla uğraşma” deseniz de aynı mekânı paylaştıkça karşılaşılması kaçınılmazdır. “Madde içinden çıkılabilir bir şeydir” derseniz, “Maddenin içinde maddeden çıkılabileceğine dair bir kanıt yok” derler. Eminim benden çok bilirler ipek böceğinin kozayı içinden çıkmak için yaptığını. “Ben materyalistim” demekten, “Allah’ın varlığını inkâr etmekten”, buradan öteye yolun olmadığını düşünmekten gurur duyarlar. Evrenin içinden yalnız insan çıkabilir, araçsız ve aracısız!

               Eminim anlaşılmıştır sohbetin konusu “Bilimcilerdir”. Engin bilgileri vardır, kendilerince asla dar düşünceli değillerdir. Bilgi alır, çıkarır doğadan, bilgi satarlar. Maddeye ilişkin her türlü aletleri vardır, ölçer, biçer, tartar ve değerlendirirler, işleri güçleri maddedir. Bu madde ne içindir? Diye sormazlar, sorsalar da “Doğanın, neslin devamı gibi, güzel bir amacı vardır mutlaka” diyebilirler. “Doğa ne için, neden vardır?” denemez.

            Maddenin özelliklerini iyi bilirler de neden, niçin, amacı nedir? Demezler. En büyük kanıtları, kendilerini haklı çıkarmanın en büyük delilleri “Dincilerdir”. Din alıp satanlara sataşırlar. Dincilerin dedikleri doğru değilse kendi dedikleri doğrudur. Dincilerin “Var” dediğine “Yok” demek haklılıklarının kanıtıdır. Ancak en akıllı olanları “Dincilerin dediği şekilde olmayabilir, Allah var mı yok mu bilmem, ama o adamın dediği gibi bir Allah yoktur” diyebilir.

               Bilimciler daima ellerine bir “şey” alır ve onunla ilgili bir sonuca varır. Her zaman, ama büyük ama elektron, proton veya takyon gibi küçük bir şeyin üzerine tüm evreni inşa ederler. Büyük patlamadan önceki şeyin elektrondan da küçük bir şey olduğunu, boyutunun sıfır ve kütlesinin sonsuz olduğunu söylerler. “Nasıl inanırsın böyle bir şeye” deyince de “İnanmıyor biliyoruz” derler. Kendi dillerinde söylersek “Nothing”, “Hiçbir şey” tabiri geçer, bir anlamada “No thing” yani bir şey bile değil anlamındadır. Demek istedikleri “Yokluk” olabilir. “Yoktan var eden!” kavramına yaklaşırlar da gelemezler, gelseler yanarlar, yoklukla oynamazlar çünkü “Yoktan bir şey olamaz” derler!

               Ellerindeki madde, en küçük boyuttan en büyüğüne kadar, gereken her özelliğe sahiptir, bir de zaman her şeye kadirdir. Taş toprak, hava, su ve ateş önce kendiliğinden, tesadüfen veya kazaen, canlanmış, böylece, canlılar oluşmuş sonra da zincir tamamlanmıştır. Çok doğru “Evrim” vardır, gerçektir ve “Haktır”, aksine bir şey diyen de yoktur. Cansızlık temeli üzerinde canlılar ağacı yükselir. Esas iş bundan sonradır, devrimsel bir şekilde, insanın yokluktan yaratılıp yücelmesidir.  Son aşamaya geçiş ve bu aşamada yüceliş için bilimciler önemli bir şeyi kabul eder, o da primatlarda dahi “Bitle beni, bitleyeyim seni” şeklinde tezahür eden “Adalet” duygusudur.             Hak ve adaletin varlığı kabul edilmiş olur. Duyguların kaynağı olan alt beyin insanlık kavramının geliştirildiği üst beyin tarafından kontrol altına alınmalıdır. Alt beyin doğaldır ama üst beyinde doğal olmayan bir insanlık kavramı vardır, insandadır, insan tarafından geliştirilip yüceltilebilir.

               İnsanlık kavramı birçok alt kavramlardan oluşur ve hepsi de yalnız insanlara özgüdür. Hayvan severler hayvanları sevdikleri için insanlığı hayvanlığa indirgeyebilir. Esas konumuz olan bilimcilere gelirsek durum gayet akılcıdır. Bireysel açıdan bilginin doruğuna çıkanlardan anlayışlı olanlar Sokrat gibi “Tek bildiğim hiçbir şey bilmediğimdir” deyip alçak gönüllülük edebilir. Bu doruk noktası küresel olan biliş ve anlayış balonunun tepe noktasıdır. Anlayışlı bilimci “Tüm bildiklerim parçası olduğum evrenin, çevrenin bilgileridir, onundur, ona aittir” diyebilir. Anadolu’da bu idrake en iyi örnek “Ete kemiğe bürünüş, Yunus diye görünüş” deyişidir. Doruk noktasında benlik ve bencillik olmazsa daha güzel olur insan, ahlakı da güzel olur, anlayışı da idraki de. Bu nokta çok önemlidir. “İlim bir noktadır cahiller onu uzatır” dendiğinde kastedilen bu noktadır. Noktadan bahsedince bu nokta kastedilir.

               Her insan kendi âleminin, dünyasının, balonunun tepe, doruk noktasındadır. Herkes aklını pazara çıkarmış günün sonunda, kimse başkasının aklını beğenmediği için, kendi aklını almış dönmüş. Bencillik ve ego bu noktadadır. Dünya evrenin içinde yok denecek kadar küçüktür ama ego eşiti olmayacak kadar büyüktür. “Hele bu noktaya ben demek saçmalıktır bu nokta da çevrenin bir parçasıdır” diyebilmek yücelik, ululuk, ilahi bilgelik gerektirir. “Ben neyim ki, bir diğer damla, ben ne biliyorum ki” demek sizi bilge yapar, filozof yapar. “Olmak ya da olmamak” bilgeliği de bu noktadadır. Seksen sene secde edip bu noktanın idrakine varamayan olabilir.

            Noktalaşıp noktalaşıp doğrulup ben denebilir. “Var olan vardır, sonradan yok olan da hiç olmamıştır”, “Tanrı yaratan değil var olandır”, “Bir ve Tektir, başkası da yoktur” tevhidine ulaşmak kolay olduğu kadar zordur.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                Kabarcık  

            Her şeyin bir ölçü birimi vardır metre, litre, gram gibi. Bir yüzeyin düz ve yatay olup olmadığını ölçmek için de bir alet vardır, su terazisi denir. Bir şişeyi biraz boşluk kalacak kadar su ile doldurur kapatırsanız alet olmuştur. Dolabın veya buzdolabının düz durup durmadığı anlaşılabilir. Hava kabarcığı der, insan denmek isteneni anlar, kısaca diyen boş veya boşluk, anlayan bilinçtir. Aradaki fark kendini bilen ve bilmeyen insan kadar büyüktür. Bir şeyin yerinde ve uygun durumda olduğu alet ile anlaşılır.

          Aynı şekilde, sanki evrenin yerli yerinde olup olmadığını veya nasıl durduğunu sürekli anlamaya çalışırız. Bu amaçla aklımızı kullanırız. Kabarcık gibi daima her şeyin dışında ve üstünde tutarız kendi aklımızı ve kendimizi. “En büyük ben, başka büyük yok” der gibiyizdir. Biz hep en üst noktada, tepe veya doruk noktasında, durur asla aşağıya inmeyiz. Şarj olmuş, yüklenmiş durumda, şimşek ve yıldırıma hazırızdır.

          Kendini bilmeye çalışan tarihî büyüklerimiz ben noktasına işaret etmişlerdir. Bu deyişlerden en iyi bilinen biri de “bir ben var benden içeri” deyimidir. Ben dediğimiz kabarcık, evrenden bir kabuk, bir zar veya çizilmiş, bilinen bir sınır ile ayrılmış değildir. “Evren benden öteye, benden ötesi” de denebilir, “benden içeri” de denebilir. Düşününce buluruz ki aslında evreni tamamlayan ve tam anlayabilen biziz. Ben kısmı iyi bilinirse ancak ötesi veya içeri olan kısım iyi bilinebilir.

          Evrenin söz konusu bu “ben” kısmı büyük tutulmaya ve incelemeye değer bir şeydir. Benlerden, fertlerden oluşan aile, toplum ve milletler de bu incelemeye tabi tutulabilir. Yalnız şişenin boşluğunu düşününce anlamak zor olsa da atmosfer gibi hava katmanlarını düşünürsek durum gayet açıktır. Millet kadar, hatta tüm insanlar kadar da boşluk olabilir şişede. Âlimler ölçer, biçer, bilir, sanki alet kullanan aletlerdir, arifler de idrak eder. “Büyülttüm âlem ettim, küçülttüm Âdem ettim” kutsal deyiminin idraki de bu kapsamdadır. Kabarcığın içi de dışı da evren de aynı atomlardan oluşur.

          Kutsal deyimin idraki ancak ben noktasının idrakinden sonra gelebilir. Kendini bilen Rabbini bilir! Kendini henüz bilemeyen de rabbini bilemez gibi. Küçük boşlukları birleştirerek büyük bir boşluk elde edilir. İnsanlar bir araya gelerek de insanlığı oluşturur. İnsanlık ise insanların dışında ve üstündedir. Bulunduğumuz noktaya göre tanımlarız evrenin gerisini. Şişenin dediği ve demek istediği kadar önemlidir bizim evrenle ilgimiz. Kabarcık insan, yapı taşımız atom kadar boş, insanlık bilinçle doludur.

          Felsefe de yapılabilir kabarcık ve içindekilerle ilgili. Balıkları küçük görüp “denizin içindedirler ama denizde olduklarını bilmezler” deriz. Kitabımız da bizim için benzer ifadeler kullanır. “Madde denizindedirler, doğadaki bir bitki gibi rahimde ters tutunan bir su damlasından oluşurlar ama insanlar bunu anlayamazlar” der. Tatlı su ile tuzlu su denizlerinin veya ruh ile maddenin birbirine karışmadığını Kitaptan öğreniriz. İnsanlık balonunun da evrene karışmadığı apaçıktır. Var olan vardır, bir ve tektir, gayrisi de yoktur, “ben” diyen, içindekinden farklı veya içinde olduğu varlığın dışında bir varlık, olduğunu iddia ediyorsa kabarcık var mı bir daha düşünsün lütfen.

                Yıldırımla Yüceliş

          Tabiat ateşi yoldur, doğru yolu gösterir, yücelmenin yolunu oluşturur. Şeytan da büyük meleklerdendir, yalnız doğru yolun tersini gösterir. Pusula da bir yönü gösterir, diğer yönler düşünerek bulunur. Doğa da doğru yolu gösterir bilene. Hakikat ehli bulvar üzerinden geçer, önce yükselir sonra da yücelir Hakk’a ve hakikate.

          Hayat, yok iken, yoktan var olmuş, oluşmuştur. Tarihi bakış açısından kolayca görülür hayat ve mevt, ölüm. Hepimiz bir zamanlar yoktuk. Dünyaya geldik desek de getirildik. Yaşam, doğa kurallarına karşı koymak, yer çekimine meydan okuyarak ayağa kalkmaktır. Yoktan var olurken bile şarj ve deşarj oluş, yükleniş ve yükün boşalımı esastır. Doğuştan devralınan, boşalma sonucunda aktarılan, yük zaman içinde artar. Yüklenme her zaman bir sürtünme ve sürtüşme ile oluşur, aktarılır ve gelişir. Tarağın başa sürtülmesi gibi emekleyen çocuğun ayağa kalkmasıyla çevrenin yüklemesi ve çevreden yüklenme artar. Kısa süre sonra şarj oluş için başkalarının yardımına ihtiyaç kalmaz. Delikanlı artık reşit olmuş, kendi aklıyla çevreden yüklenmeyi üstlenmiştir. Toplama ve avcılık dönemlerinde yakın çevresindeki hazır gıdalar ile beslenir. Çalışma döneminde ise kazancı ile geçim süreci başlar. Bu süreçte yalnızlık uzun zaman almayabilir.

            “Geçici aşk” dönemi ile yeni yükler yüklenmek de göze alınır. Geçici aşk süreci geçici şarj ve deşarjlar ile sürüp gider. Olgunlaşma sürecinde geçici yüklenim ve boşalım deneyimleri yeterli olmayabilir. İnsan geçim sıkıntısı veya yaşam kavgası gayretlerinden yılıp geri çekilmeyi düşünebilir. “Böyle gelmiş böyle gider, babamdan da böyle gördüm, çevre de bu kadar” demek yetmeyebilir.

            Doğanın ve çevrenin neden, ne için gibi sorularına ve amaçlarına takılıp cevap arayabilir. Felsefe yapılarak çeşitli görüşler tartışılabilir. Evrenden, çevrenden ve kendi âleminden geri çekilmeye başladıysan arınmaya çalışıyorsun demektir. Tabiat ateşini hisseden yanmaya da başlar. Hayat boyu süren çabanın aslında senin olmayan güç, kuvvet, kudret ve bir enerji ile mümkün olduğunu anlayabilirsin. Evrimin hüküm sürdüğü düzlemden önce hakikat ilmi ile yükselip sonra da hakikate doğru yücelmeye çalışabilirsin.

          Bu kapsamda “Tek bildiğim hiçbir şey bilmediğimdir”, “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele” gibi görüşler iyi bilinir. Öğrenmek, bilmek, daha çok bilmek emek ve zaman ister. Bilgi de insana yüktür, bilmek yüklenmektir. Bilimsel bilgilerle ilmin kaynağına yönelip Hak ve hakikate yücelmek ilim yükünden de arınmayı gerektirir. Deryanın ortasında şarj olmuş bir damla veya evren balonunun üstünde aşırı yüklenmiş bir nokta, iradesi olmaksızın, şimşek ve/veya yıldırıma davetiye çıkarır. Âlimin hakikati idrak ederek arif olması bir an meselesidir. “Dem bu dem” denmesinin nedeni bu olabilir. “Hakikat anlatılamaz ancak anlaşılır” deyimi buna işaret edebilir.

          16 Nahl, 76 (Ve hüve âlâ sıratın müstakim) O muvah­hit, tevhit eden, fenadan, yokluktan sonra, «beka ehlinden» biri olarak, Hakkın has kulları, «ehli hakikat» için, «nar-ı tabiat» üzerine çekilmiş «Allah'ın sıratı müstakimi» üzerindedir. Hakikat ehli, parlak yıldırım gibi o sı­rat üzerinden geçer.

          Bilim insanlarına göre yıldırım ile atmosferde bulunan azot toprağa geçer ve böylece yıldırımın düşüp, çıktığı yerde toprağın verimliliği artar. Tabiat böylece bir kaybeder ama bin kazanır. Doğa bir dengeyi böylece de sağlar. Darısı başımıza!

                Başkası Yok

            Bazı uç noktalardaki görüşler arasında ilgi kurmak, aralarındaki ilişkiyi anlamak zordur. Her şey ve onun özelliği, O’nun varlığı ve birliğine ayet, delildir. Doğayı böyle okumak gerekir. Çok yükseklerde uzun süre uçmakta olan kuşların yeryüzü ile ilişkilerini anlamak güç olabilir ancak bilinir ki mutlaka vardır ve doğadan beslenmek zorundadırlar. Fikirler de uçucu ve uç noktalarda olabilir ama bilinir ki hepsi bir akıl ile ilişki içindedir. Her fikir bir akıldan çıkar ve beslenir. Uyuşmazların bile kaynağı Bir’dir.

          Semavî ve kitaplı dinler olarak bilinen Musevîlik, İsevîlik ve Müslümanlık aynı dinin, İslam’ın ulusal, uluslararası ve evrensel boyutlarıdır. Her nebi kendi topluluğunun koşullarına uygun donatılmıştır. Fıtratlarında olan yeteneklerle, toplum, peygamberlerinin ne dediğini iyi bilir ve anlar. Ancak bazıları inanır bazıları da inkâr eder. İnkâr edenler, kendilerine göre, neyi inkâr ettiklerini iyi bilir, iyi anlar. İman ile inkâr denilen ile denmek istenenin, o konuda cahil ile âlimin, farklılığından olabilir. Her şey zıddı ile bilinir, inkâr da imanın kaynağıdır, aynı aklın farklı kullanımıdır.

          Hakk’ın nurundan uzaklaşma nedeniyle yaradılıştan, fıtrattan gelen anlayış ve idrake uygun olarak iman ortaya çıkamayabilir.

            Karanlıkta uzun süre kalanın artık yön bulma veya tünelin ucundaki ışığı görme yeteneği kaybolabilir. Hak yolunu gösterenlere de inanmaları mümkün olmayabilir. Her söz bir akıl ve bir düşünceden kaynaklanır. Kutsal mesajlar da aklı olan ve aklını çok iyi kullananlar içindir.

          Kuantum mekaniği ile bir taraftan klasik mekaniğin yetersizliği giderilirken diğer taraftan bazı görüşlerin doğruluğu da kanıtlandı denebilir. Parçacıkların yeri olasılıksal dalga fonksiyonu ile tanımlanır ve ayrıca olasılıksal durum bilinçli olup olmama durumuna bağlıdır. Parçacıklar, sonsuz sayıda parametreyle tanımlanamayan alanlarla bir aradadır. Alanlar ise sonsuz bileşene ve sonsuz özgürlük derecesine sahiptir. Denge durumunda sistem enerjisi sistem bileşenlerine eş biçimde, sistemin bütün özgürlük derecelerine eş olarak, dağılır. Kısaca, yeni fizik bilimine göre Evren ve herhangi bir parçacığın konumu, tam olarak tanımlanamaz ve modellenemez. Bugün ışık hızını aşan, kütlesiz, sanal parçacıklara erişilmiştir. Bu, “Yoktan var oluş” ayetinin kanıtı gibidir. Temelinde kütlesiz, takyon gibi ışıktan hızlı hareket eden parçacıklar olan, enerji dolu, bir dünyada yaşanmaktadır.

          Her “Şey”in, ilmin, ruhun, maddeleşmiş hali ve insanın ilim olduğunu anlamak zordur. Sanal veya hayalî parçacıklardan, sonsuz parametreyle tanımlanamayan alanlarda, oluşan hayat evrime tabidir. Hakikati idrak ise evrimin ötesinde, devrimsel bir yücelmeyi gerektirir. Yücelmenin ötesi heplik ve hiçlik ortamı, artık bilen yok yalnız bilinen var. İnkâr eden bilim insanı haklı, onun var olduğu ortamda “Başkası” yok, ancak kendisi mi başkası, yok dediği mi? “O’nun varlığının kanıtının bulunamaması” yokluğunun kanıtı asla olamaz. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Süre giden bir süreç, teslim olmak yok, çaba esas, her bilinen bilinmeyenleri daha da çoğaltır.

            “Akıl, Hakk’ın insana ihsan ettiği nimettir” diyen teslim olur. Aklı alıp kaçmaca yok. Süreç sürer, ölmeden önce ölenlerce kalanlara, varsa, selam olsun denir. Teslim olan, “Başka yok” idrakine varan arif, olmayan âlim! (16.79-87)

                Uzay Zaman Gerçeği

            Kuantum âleminin temelinde olan Heisenberg Belirsizlik-Tanımlanamazlık Prensibine göre “Eğer ne olup bittiğine bakacak olursak madde veya enerji, boş bir uzay bölgesinde, küçük bir zaman aralığında, hiçbir şey yok iken, yokluktan ortaya çıkabilir ve yine hemen yok olabilir. Kütle de bir çeşit enerjidir. Bu demektir ki kütle, varlık da, yoktan var olabilir ve var iken yok olabilir.” (Heisenberg uncertainty principle: If we consider what happens in a region of empty space in a very tiny interval of time, there will be a large uncertainty in the energy content of that region. In other words, energy can appear out of nothing. Now, mass is a form of energy. This means that mass too can appear out of nothing.) Bugün bilim dünyasının ulaştığı son nokta, henüz!

          Kâşani te’vili: «Eğer biz hadis olur ve fâni olur mev­cudat ittihaz etmek murâd, arzu etse idik», kudret cihetinden bize müm­kün olurdu. Lâkin hikmet ve hakikate münafi, zıt olduğu için öyle mev­cudat ittihaz etmedik. “Eğer biz ‘var olur yok olur’ mevcudat olsun isteseydik kudret yönünden bize mümkün olurdu. Lâkin öyle mevcudat, varlık olsun istemedik, çünkü hikmet ve hakikate uygun olmaz, aykırı olurdu”. İnsanlar bir düzen içindedir ancak düzeni bilmez, kaos derler! (21.17)

               Yaşar Nuri Öztürk meali: (21.16) Biz, gökleri de yeri de bunlar arasındakileri de eğlenip eğlendirelim diye yaratmadık.    “Eğer bir eğlence edinmek isteseydik onu kendi katımızdan edinirdik. Ama böyle yapanlar değildik/yapsaydık öyle yapardık.”

          Her bir ‘şey’in, o şeyi diğerinden ayıran, bir özelliği vardır. İnsan insanlığı ile insandır. İnsan insanlığını kaybederse, kendisi de kaybolur, ona insan denmez. Her özellik Hakk’ın vahdaniyetine, birliğine delildir. Gökler ve yerler adalet ile ayakta durur. Adalet kesret âleminde vahdetin gölgesidir. Eşyanın düzeninde yumuşak huyluluk, birbirleriyle uyumluluk gibi vahdaniyete, birliğe, beraberliğe götüren özellik mevcut olmasa düzen mevcut olamaz. Birlikten gelen ve birliğe götüren özellik yok olursa düzen ve düzenlilik hemen bozulur. İnsan veya insanların insanlık özelliğini kaybetmesi durumunda birlik ve beraberlik içinde yaşamaları mümkün değildir, insanlık düzeni bozulur. (21.22)

            “Ezelden ebede uzayıp giden, içinde bulunan ve onunla beraber, onun içinde olan olayların kaynağı ve sebebi sayılan zamanın üzerine yemin ederim ki zamanın kendi başına hiçbir etkinliği yoktur! Zamanın kendine özgü herhangi bir kudret ve kuvveti yoktur.” Genel Görelilik Kuramı kanıtlamıştır ki zaman bağımsız bir değişken değildir. Uzay-zaman birleşik alan oluşturur ve kütle bu alanı büker. Bu bükülüş nedeniyle ışık da bükülür. Doğrusal hareketler içinde olan gezegenler eğik yörüngeler içinde görünür.  ‘Bizi ancak zaman helak, yok eder’ diyenlere peygamberimiz “Zaman ancak Allah’tır, Allah’tandır, Allah’tadır, Allah zaman mazharında zuhur eder, zaman içinde zahir olur, görünür” demiştir. Dehr ile Hak’tan mahcup olmayınız, zamanı bilip, kabul edip de Hak’tan perdeli olmayın, O’nu reddetmeyiniz. Zaman sizin Allah’ı bilmenize engel olmasın! Allah sıfat ve ef’al ile zaman mazharında zuhur eylemiştir, zaman içinde görünür olmuştur! Hakka ulaşmak kolay ancak onda daim kalmak çok zordur, bunu yalnız ilim ve amelde mükemmel olanlar başarabilir. Allah’a ilmel yakîn ile iman eden ve zaman içinde görünenin yalnız Allah olduğuna iman edenler Allah’tan gayri müessir olmadığını bilir. (103.1-3)

          Nefsanî hayattan sonra ebedi kalp hayatıyla ihya eder. Sonra O’nda fena ile öldürür; sonra hakkın vücudu ile O’unla olmanız için fenadan sonra beka ve ihsan edilmiş vücut ile sizi kendine cem eder; lakin insanların çoğu bunu bilmez. (45.26) Göklerde ve yerde kudret ve kuvveti ile tasarruf edici ancak O'dur. Göklerin ve yerin küllisi, O'nun batını ve zahiridir. O'ndan başka bir şey yoktur ki, size yardım ve sahiplik edebilsin. (2.107)

          Entropi yasası, evrenin, Büyük Patlamadan itibaren geçen zaman içinde, bir çeşit bozulmaya gittiğini söyler. Bu nedenle en mükemmel düzenin zamanın başlangıcında olduğu düşünülmelidir. Zaman, sonradan oluşan göreceli bir şeydir.   “Kaostan düzene” deyimi iyi bilinir. İlk bakışta kaos karmakarışık gibi gelse de aslında “anlaşılması zor, ilâhî denebilecek kadar, karmaşık düzen” anlamındadır. Uzay zamanın en başında tam bir kaos varken, zaman içinde, gittikçe farklılaşan bir başka düzene geçiş söz konusudur denebilir. Entropi kavramına göre bir bozulma beklenirken sadece bir başka düzene geçiş olduğu bilimsel gözlem olmaktadır. Eğer uzay zaman kavramına göre evrenin, mevcut katsayılar içinde, nefes alışıyla sonsuza dek süreceği öngörülüyorsa “Her anda bir şe’nde” kavramı akla gelebilir. Bozulma yerine zaman içinde “Düzenden düzene” geçiş daha akılcı görünmekte.

          “Uzay zaman” kavramı içinde zamanın akışı hız faktörüne bağlanır. Işık hızında hareket eden bir parçacık için zaman akmaz, geçmez, sabittir, durur. Büyük hızlarda yolculuk yapabilecek insanların diğerlerine oranla pek yaşlanmayacağı bilimsel bir gerçektir. Dünya üzerindeki yaşamdan daha hızlı bir yaşam koşullarına uyum göstermemiz durumunda farklı bir düzeni yaşıyor olabiliriz.

          “Boş bir uzay bölgesinde, küçük bir zaman aralığında, bir enerji veya kütlenin yoktan var olup sonra da var iken yok olması” bile ‘bir varmış bir yokmuş’ şeklinde değil de ayetlerde belirtildiği gibi bir “Düzen” içinde olabilir. Evrenin 13,7 milyar yıldır var olması bu düzene bir kanıt sayılabilir. Böylece, inanç ile bilim bir ve tek ‘ilim’ bütününün birbirinden bağımsız iki parçasıdır. Kurcalanmadık yeri, akla yatkın olmayan köşesi olmayan din alanında ‘dogma’ olamaz. İlmin negatifi yoktur ki pozitifi olsun. İnancın kaynağı ilimdir. Ayetler çok aklı olup da aklını derin düşünerek kullanan insan içindir. Evren ve yaşam bilenlerle ‘bilinmek’ içindir. Canlılar ilimle yeniden doğar, dirilir, ruhlanır. Bu amaçla insan adaylarını yeniden doğarak diriltmek için, akil adamlar, dernekler kurmuştur. Din bilginlerin ilminden, biliminden doğmuştur. Büyüklerin çocukları öcü ile korkuttukları gibi, dinin halkı korkutmak için kullanılmış olması dinin korkudan kaynaklandığını göstermez. İlimsiz iman kör ve körü körünedir, boş ve boşu boşuna olabilir!  

 

 

 

 

 

 

 

                İnsan Kendini Gerçekleştirmeli

           “İnsan Suresi” (76) insanı ve amacını anlatır. İnsanın hayatında, henüz insanlar arasında yer almadığı devirler, dönemler vardır. İnsanın nefsine uyduğu, maddi çıkarlarının peşinde koştuğu, henüz manevi ve ruhani değerlere önem vermediği bir çağı olur. Gayb âleminde olan veya şahadet âleminde bulunanlar henüz yetişme ve gelişme döneminde olanları insan olarak görmedikleri için aralarında yer vermeyebilirler. Her insan verilenlerle insan olmalıdır!

            “Biz o insanı deliller ile hak yoluna hidayet ettik, yönelttik. İnsani duygular ile donatıp uygun koşullarda en uygun davranışlarda bulunması için gereken bilgi, beceri ve nimetleri verdik. İnsanlardan bir kısmı nimetler sayesinde nimetleri verene kavuşmak isteyip şükretti ve yönelttiğimiz yönde ilerledi. Diğerleri sadece nimetleri aldı ve onları gördü ama nimetleri vereni aramadı, kavuşmak istemedi. Biz hepsini görsel ve akılcı delillerle doğru yola yönelttik. Kimseyi kayırmadık, kimseye ayrımcılık yapmadık, hepsine eşit mesafede kalıp eşit davrandık. Biz nimetlerle perdelenen mahcuplara, nimetleri görünce vereni düşünmeyenlere, düşünüp unutanlara hak ettiklerini verdik. Fıtratlarındaki gerçek amaçlarından uzaklaştıracak “Mahrumiyet ateşlerini” ve sevdiklerine daha da bağlanmalarını sağlayan ‘cisimlere eğilim ve muhabbet zincirlerini’, muratlarını talep etmekte ‘hareketlerini kısıtlayıcı bukağılarını’ ve ‘doğal haklarını men edici ateşleri’ hazırlayıp verdik.”

            Yalnız daha çok nimet isteyen, fıtratının amacından uzaklaşır, mahrum kalır, “Mahrumiyet ateşine” düşer.  Nimetler arasından sevdiklerine daha da bağlanmaları “Cisimlere eğilim ve muhabbet zincirini” oluşturur.

            Nimetlere bağlanışla zincirler güçlenir, kırmak güçleşir. Bu istekler, hakikate erme muratlarını talep etmekte, “Hareketlerini kısıtlayıcı bukağılara” dönüşür. Boyun bukağıları geriye bakmayı, nimetleri verene dönmeyi güçleştirir, amaçtan uzaklaştırır.

            Yalnız nimetlere dalmak ve nimetlerde kalmak, Hak ve hakikate ulaşmaya çalışmamak, “Fıtratlarında yer alan hakikate erme doğal haklarını men edici ateşlere” dönüşür. Ateş, ardında kalan hakikate ulaşmaya engel olur. “Biz isteyene istediklerini hak ettikleri kadar verdik” deniyor. Yalnız nimet isteyene yalnız nimet verdik ama bu nimetler zamanla onlara “Ateş”, “Bukağı” ve “Zincir” olmakta. Çünkü nimet isteme onların karakterleri olur ve kaderlerini oluşturur. “Zaman içinde artık nimetin nereden geldiğini bile hiç düşünmez olurlar” deniyor. Hakikat güneşinden uzaklıkta donar, ateş içinde yanar, bağlı ve bağımlıdır. Bu durum üşütenin hastalanıp ateşlenmesine veya soğuk ter dökmesine benzer. Kişi anormalliğinin veya hastalığının farkında olamaz. Sevdiği şeylerin peşini bırakamaz.

            “Her şeyin O’ndan gelip O’na gittiğini anlayıp, her fiilin failinin Hak olduğunu idrak edip, efal hicabından kurtulanlar doğru yoldadır. Bu kişilere ebrar denir. Özü sözü doğru, hamiyetli, sadık ve iyi niyetli, Allah’ı seven kişilerdir. Mevsuf olanın Hak olduğunu henüz idrak edemeseler de ayn’i zata yönelmeleri nedeniyle arada, ancak doğru yoldadırlar. Sıfat kâsesinden şarap içenlerin muhabbetinin lezzeti kâfur ile karışıktır. Zat muhabbeti, yakın serinliği, nuriyet beyazlığı ve şevk hararetiyle yanmış kalbe ferahlık veren ve kalbi güçlendiren kâfurun kaynağıdır. Kâfur kalbi serinletir, ferahlık verir ve aklama, temizleme ve arıtma özelliği vardır.”

           İnsan odur ki her şey kendisine yeniden keşfedercesine aşikâr olur. Kendine verilen sıfatlar, melek, melekeler ve yeteneklerle bireysel insanlığını keşfeder. Kendisi benlik ve bencilliğinden arınır, teslim olup sığınır. Kendisinin, genel insanlığın bir uygulaması olduğunu idrak eder. Örneğin, koruma kollama sıfatının kendisine fıtratında verilmiş olduğunu idrak eder. Nefsin tatmininde bilginin önemini anlar. Bilgi sayesinde akıl ve kalbin keşfine ulaşır. Sezgi ve basiret ile de ilmin kaynağı ve sahibine ulaşır. Uykusuzluk nedeniyle, uyanıklığı sayesinde, gaflet uykusundan uyanıp, güvenle çevreye sığınıp uyur. İç ve dış âleminin bir ve tek olduğunu anlar. Her şeyin ilim olduğunu, ilmin bir değişik uygulaması olduğunu bilir. Eşya hakikat güneşinin gurup ettiği yerdir. Bu güneşin karanlığı yararak doğması durumunda benlik ve bencillik gölgeleri yok olur. Latif, kesif olarak görünür halden, tekrar letafete döner. Diğer bir anlatımla, henüz Tanrı bilinmeseydi kendisi bilir ve sığınırdı, sonra idrak ederdi ki kendisi rahmanî rahimden doğmuş veya oluşmuştur.

            “Kâfur, muhabbetleri sıfata olmayıp aynı zata mahsus olan vahdeti zatiye ehlinden Allah’ın sevdiği kullarının sade ve saf olarak içtikleri kaynaktır. Sevilen kullar kahr, lütuf, arkadaş, sertlik kabalık, bela, şiddet, bolluk, darlık arasını fark etmezler. Onların muhabbetleri zıtlar ve benzerlerin lezzetlerinde, nimetleri anış ve övüşlerinde, rahmet zahmette uzayıp gider. Amma ebrar, rahimi, rahmet edeni, mün'imi, nimet vereni, yedirip içireni, lâtifi sevdikleri için kahhar, müntekım, mübelli, tebliğ eden, isimlerinin tecellisi zama­nında muhabbet ve lezzetleri, hali üzere baki kalmaz. Yedirip içereni sevenler sevdiklerinin kahhar, kahredici olabileceğini yadırgayabilirler. Kahrı lütuf görebilmek, kahra boyun eğebilmek ve rıza göstermek, yokluk ve yoksulluk ile övünebilmek zor olabilir.  Belki bu tecel­liyi kerih, fena, çirkin, bile görürler.”

            “Benliklerden bencilliklerin kahrı, kalkışı zordur. Anneye anneliği verilmiştir. Anne çocuğuna, kendisine sonra bakması gibi, bir menfaat için bakmaz. Koruma kollama sıfatının kaynağı zatıdır, annelik kişiliğidir. Bu kişiliğini sever ve onu, bu kişiliğini, muhabbetle karşılar.”

            İnsan ne olabilecekse olmalıdır. Potansiyelini ortaya çıkarmalı, kendini gerçekleştirmelidir. Yeterince olgunlaşanlar, su terazisindeki kabarcık misali, eşyanın doruğunda yer alıp, yıldırımın düşmesi, aslında çıkması, gibi yücelmeyi bekler. Beklerken gösterdikleri azim “Evet”, “Beli” demeleri ve “Söz verme” niteliğindedir. Ayetlere verdikleri kulak delinir. Delikten içeri, gökten yere ilmin kristalleşerek salınıp yere düşen hali olan, kar suyu kaçar. Giren bilgiler gönülde mayalanır. Kalp ruhun nuruyla, ilmin idrakiyle dolarsa, gayrisi kalmaz, arınmış olur. Arınmış kalbe yansıyan her zerre berrak, duru, iyi ve güzel görünür, görünen ise cemalidir. Cemalini gören resulünde Allah’ı görür.

                O’nu sevenler, kendilerinde yeterince sebep, donanım ve kudret bulursa, yaradılışlarında gizli olan hakikat, bilgi, ilim ve erdemler sayesinde, temizlenme ve arınmayla fiili ihraç etmeye ilişkin verdikleri sözü yerine getirmiş olurlar. İnsan olarak insanlıktan yaratılmış, akılla donatılmış oldukları için, önce âlim, sonra kâmil insan, arif olurlar. Böylece kendini gerçekleştirmiş, verdikleri sözü yerine getirmiş olurlar.

(Not, Y.N. Öztürk, (76.7): “Onlar verdikleri sözü tam bir biçimde yerine getirirler”.

 

 

                Kendini Uygulama Sanatı

            Kendini bilme gayreti iç ve dış ortamları anlamayı gerektirir. Dış âlemdeki her şeyin iç âlemde de bir karşılığı vardır. İçyapı da hiyerarşiktir. En tepede mana, yazılım, ilim veya ruh, en altta madde, donanım veya beden denebilir. Eşyanın ardındaki ilme ulaşmak kolaydır.  Kalp ve nefsin maceraları uzay serüvenini aratmaz. Kendimizi bilmemiz için içimizde oluşan, gelişen fırtına, coşku, tepkilere, gazap ve şehvet duygularına tüm sonuçlarıyla anlam verebilmemiz gerek. İç ve dış âlemi bilme, hakikate erme ve ilmin kaynağını idrak etme amaçlarına ulaşılmalıdır. Nelere sahip olunduğu bulunurken, bunların nereden geldiği merak edilir. Kaynağına indikçe sahiplik kaybolur. Kayıp kazanç muhasebesi sonumuzu belirleyebilir. Kendini bilenin yaşaması, uygulaması sanattır.

          Dik dururuz, duramayıncaya kadar. Güvenlik nedeniyle, uyanık kalmaya çalışırız, uykusuzluktan ölünceye kadar. Yakın çevremizi oluştururuz, koruyup kollayarak, sonra korunup kollanmak ihtiyacında olur ve sığınırız. Sığınıncaya kadar, çevremize sığınak oluruz. Bu özelliklerimizi bilinçli olarak keşfetmeden önce bu özelliklere sahibizdir. Nereden geldiğini bilmeden önce, bu özellik, bu sıfat bizde vardır. Örneğin, koruyucu ve kollayıcı sıfatı, bizde vardır ve bu sıfatın bizde var olduğunu bilince “Yaradılışımızdan gelen bir özelliktir bu” diyebiliriz. Benliğimiz oluşmadan önce var olan özelliğe sahip çıkmak bencillik olur. Böyle bir bilinç ise kendimizi bilmek veya kendimizi keşfetmek anlamına gelebilir. Hiç bilinmeseydi önce biz bilirdik. Çok sonra öğreniriz veya hiç konduramayız “Rahman ve rahim” deyimi bu demekmiş. Böyle var olduğumuz için bu kadar bilir, bilinir, bilinçliyizdir. Kendini bilen insandır, bilmeyen, bilemeyen henüz bilmekte, olgunlaşmakta, ‘insan maymunluktan hala gelmektedir’ denebilir!

          Dış görünüşümüz bir beden ve bir kişidir. Analiz etmeye başlayınca, baş, beden, kol ve bacaklar gibi binlerce ayrı isim altında organ sayılabilir. İç âlemimizde de kalp, vicdan, utanma, arlanma, gazap, şehvet, korku, cesaret, merhamet gibi birbirini bütünleyen veya yerine göre birbirinin karşıtı çok sayıda duygu ve algıyı sayabiliriz. Özetlersek, insan ruhanî sezgiler, kalbî duygular, nefsanî algılar altında toplanabilir. Çocuk, genç, olgun insan deyince de belirli bir düzeyde insanca düşünce ve davranış kalitesi beklenir. Bu kaliteye akıl ile ulaşılabilir. Akıl bilgiye, bilgi kalbe, kalp ruha erer. Sonrasında “Ben mi bilmek istedim, bilinen mi bilinmek istedi?” sorusunun cevabı düşünülmelidir. Damla deryayı mı bildi, yoksa derya mı damladan bilindi? Damla içinde deryayı mı buldu? Derya, damladan mı bilindi?

          İnsan suresi insanı ve amacını anlatır. Hitap, aklı olan, aklını kullanan, bilen, bildiğini uygulayan, olgunlaşmaya çalışan insanadır. Mesaj bireysel olarak insana, bireyedir. Olgun insanın yücelişini gerçekleştirmesi beklenir. Ayetler akılsızca ele alındığında yücelme merdiveninin basamakları elde kalır, çıkılamaz. Taşocağından alınan ham taşlarla sevgi mabedi inşa edilemez. Ebu cehil deyince, akılsızca, tarihteki adamın teki akla geliyorsa bireysel cehalet kuyusu doldurulamaz. Nefsin emrinde olan akıl ile elde edilen ilahi bilgiler, kalpte yer etmesi ve yeşermesi yerine, doğrudan nefse iletilirse, bedensel bahçenin sulanmasında kullanılırsa, yalnız gururu güçlendirir. Nefis “Ne de güzel bilgilere sahibim ben” diye gururlanır. Oysa bilginin sahibi nefis olamaz. Kalbe bilgilerin akıl aracılığı ile ilimden, ruhtan geldiği düşünülebilir. Tüm iş ve eylemlerimizin insan kişiliğimizde veya insanlıkta gizli kişilikten kaynaklandığı idrak edilebilir. Fiillerimiz, koruyucu ve kollayıcı gibi, sıfatlarımızı ortaya çıkarır, ancak fiil ve sıfatlarımız kişiliğimizden kaynaklanır.

            Bilip uyguladıkça filler sıfata, sıfatlar ortaya çıktıkça da bizi kişiliğimize ulaştırır. Öğrenme sürecinde iken fiil, sıfat, kişilik ve fıtrat sırasıyla bilinir. Kişi, kendinden öteye, herkesi ve her şeyi değiştirmeye kalkar.

          Bilgi bulanın değildir. Bilginin bilinmesi gereken bir kaynağı vardır. Bu kaynak var olan, tüm varlık âlemidir ve bilginin bilinçsizce kullanımı insanın kendine zarar verebilir. “Emme basma tulumbasının kaçan suyunu tamamlayalım” denilerek verilen bilgileri özümlemeden kullanmaya çalışmak da gururu besleyebilir. Tulumbanın özündeki kapakçık açılmadan, dökme su tulumbanın özüne ulaşmadan, yararlı olamaz. Dökülen su ile bahçe sulanmaya çalışılırsa yetersiz kalır. Birisinden alınan bilgi özümlenmezse ne akılda kalır ne de yararlı olur. “Bu bilgiler güzel bilgiler, ben bu bilgileri yeri gelir başkalarına satarım ve puan kazanırım” denirse olmaz. Yeri gelince tam olarak hatırlanmaz, eksik ve yanlış hatırlanması veya yanlış kullanımı kişiye zarar verebilir. Dökme su ile değirmen dönmez. Ayetler bilgiye, bilgi ilme, ilim kaynağa götürmelidir. Bilgileri özüne indiremeyen, kendi özüne inemeyen, bilgileri özümleyemez, sindiremez, güç ve kudrete çeviremez. Derinden kendi tatlı suyunu çıkaramaz. Su çıkaramayan tulumba ses çıkarır. Ezbere konuşmak başkalarının borazanı olmaktır.

            Nefsanî beslenme için kullanılan akıl ile ancak niceliksel doyuma ulaşılır. Bu gidişin sonu yoktur. Gururun alçak gönle, aç gözlülüğün kanaate dönüşmesi aklın elde ettiği bilgilerin kalpte sıfatlanmasına bağlıdır. Ruhani bilgiler kalpte mayalanmalı ve kalp deryası maya tutmalıdır. Derya bilgisi, mayalanmadan, muhabbetsiz kullanılırsa, nefis gölünde maya ziyan olur.

          Kalp kapakçığının zamanında açılıp kapanmasıyla, muhabbetle kalp beslenir. Güçlü kalp nefsanî duyguların da hem niteliksel hem de niceliksel doyumunu sağlar. Ruhtan akıl yolu ile alınan bilgiler hemen nefsin kullanımına sunulmamalı, derin düşünme ve tefekküre götürmeli. Bilgi ile daha çok ve daha güzel bilgiler elde edilmeli. Tulumba dipten tatlı su çıkarmalı. İnsan, küpünün suyunu kullanıma sunmak yerine kendi küpünün dibini delip deryaya oturtmalı. Küpün suyu, eldeki bilgi; suyun, bilginin kaynağına varmak için kullanılmalı. Böylece, insan düşünmez, düşünce ona gelir, düşünce dipten kaynar!

          Kutsal mesajlar, üzerinde tefekkür edilirse yararlı olur. Mesajın gelişi ve kişiye erişi efaldir, fiildir, “Güzel” bulunarak sıfat kazanırsa, üzerinde tefekkür edilirse, zata erdirir. “Biz o insanı deliller ile hak yoluna hidayet ettik, yönelttik. İnsani duygular ile donatıp uygun koşullarda en uygun davranışlarda bulunması için gereken bilgi, beceri ve nimetleri verdik. İnsanlardan bir kısmı, nimetler sayesinde, nimetleri verene kavuşmak isteyip, şükretti ve yönelttiğimiz yönde ilerledi. Diğerleri sadece nimetleri gördü, aldı ama nimetleri vereni aramadı, kavuşmak istemedi. Biz hepsini görsel ve akılcı delillerle doğru yola yönelttik. Kimseyi kayırmadık, kimseye ayrımcılık yapmadık, hepsine eşit mesafede kalıp eşit davrandık. Her şeyin O’ndan gelip O’na gittiğini anlayıp, her fiilin failinin Hak olduğunu idrak edip, efal hicabından kurtulanlar doğru yoldadır. Bu kişilere ‘ebrar’ denir. Fiillerinin aslında kendilerine fıtratlarında verilen sıfatların ortaya çıkışı olduğunu idrak ederler. Özü sözü doğru, hamiyetli, sadık ve iyi niyetli, Allah’ı seven kişilerdir. Mevsuf olanın Hak olduğunu henüz idrak edemeseler de ayn-i zata yönelmeleri nedeniyle arada, ancak doğru yoldadırlar. Sıfat kâsesinden şarap içenlerin muhabbetinin lezzeti kâfur ile karışıktır.”

            “Zat muhabbeti, yakın serinliği, nuriyet beyazlığı ve şevk hararetiyle yanmış kalbe ferahlık veren ve kalbi güçlendiren kâfurun kaynağıdır. Kâfur kalbi serinletir, ferahlık verir ve aklama, temizleme ve arıtma özelliği vardır.” (*)

            Muhabbeti nedeniyle sever ve sevilir. Sevilen kul olarak kahır ve lütuf, bolluk ve darlık, rahmet ve zahmet onun için fark etmez. Çocuğu için varlığını ortaya koymaktan kaçınmaz. Anne, annelik sıfatının, annelik kişiliğinden kaynaklandığını idrak ettiği için, çocuğuna duyduğu muhabbet sayesinde kâfur içmiş gibidir. Kâfur gibi, annelik, annenin kalbini arındırır, benlik ve bencillik bırakmaz. Anne, anneliği öğrenerek, yalnız ilmen bilseydi, ebrar olsaydı, annelik kişiliği içinde kendini feda etme tecellisini kerih görebilirdi. Annelik sanatını sergiler.

          O’nu seven mali menfaatlerden sıyrılır ve nefislerini özellikle kıskançlık rezaletinden arındırır. Çünkü mal sevgisi perdelerin en kalınıdır. Bu nedenle esirgemez verirler, miskin, yetim ve esirler gibi başkalarını kendi nefislerine tercih etme sıfatıyla sıfatlanırlar. Yani, nefislerini cehaletten arındırıp temizleyerek, ruhani hüküm ve şeriat yemeğini, Allah muhabbetiyle birlikte, beden toprağında yaşamaya mahkûm yoksul miskine, nefse yedirir.

            “Hakiki babası olan kutsal ruhun terbiyesinden kesilmiş durumda olan yetimi doyurur. Doğanın esiri ve nefsanî sıfatların kabrinde hapis olan esire verir. Kısaca kalplerine, veledi kalplerine yedirir, doyurur ve verir. Yeni doğan kalplerini beslerler. Yok bilinen, kıymeti bilinmeyen kalp beslenir. Nefis, veledi olan kalbi sıfatlarla besler. Kalp sıfat kazandıkça nefsin eylemleri değişir. Kalbin doğuşu ile nefis anne olur. Kalbin ruhtan alınan ilim sütüyle ve irfan balıyla beslenmesi anneyi kendini sanatına feda etmeye kadar götürebilir.” (4.36)

          Dışarıdan verilen bilgiler sayesinde kalpten öğrenmeyi öğrenen olgun insan kalbini besler. Kalp kapakçığı yerinde ve zamanında açılıp kapanır, bilginin kaynağının ruhu olduğunu keşfeder. Yem ile balık tutar gibi bilgiler üzerinde tefekkür ederek yeni bilgiler elde eder. Kalbin ruha açılan kapakçığından elde edilen ilk bilgilerin aynı kaynaktan yeni bilgi elde etme amacıyla kullanılması, yeni keşiflere yol açar. Keşfetmeyi zevk ederek yeni bilgiler elde edilmesi konuya duyulan muhabbeti artırır. Muhabbetin verdiği sıcaklık mayanın tutmasında yardımcı olur. Kalbe dolan bilgiler ruha açılan kapının açık kalmasına kadar sürdürülebilir. Her kalp kişinin yeni doğan bebeğidir, veledi kalbidir. Annesi kendisinden razı olunan nefistir. Muhabbeti nedeniyle kalbini beslemekten zevk alır.

          “Beslerken karşılık beklemez, Allah rızası için doyururlar. Ebrar, efal hicabından kurtulup sıfata geçmek üzere oldukları için, yaptıkları ile hayır ve sevap değil Allah rızasını isterler. Zira vecih, sıfatla beraber zattan ibarettir. Ebrar, Allah’ın gazap ve kahır tecellisinden korktuğu için, Allah’ın rıza ve lütuf tecellisi ile nimetleşir. Onlar, sıfat nurları içinde, efal cennetlerinde nefsanî lezzetlere ve şeytanî ziynetlere karşı sabretmeleri nedeniyle, zat cenneti ve ilahi sıfatları idrak ile ödüllendirilirler. İlahi sıfatlarla sıfatlanmış oldukları için, bağış olunan ve ihsan edilen zat ve sıfat tevhidi yemişlerinin salkımları onlar için aşağı sarkıtılmıştır, ne zaman isterlerse o yemişleri toplar, zevk ederler. Keşfetmeyi zevk edenler yeni keşiflerin tadına varmak için tefekkür etmek istediklerinde daha az bir gayretle yeni keşifte bulunur, salkımlar aşağı sarkıtılmıştır.” (*)         

            Gözlem ve analizlerle doğadan elde edilen bilgilerden yeni bilgiler elde etmek sezgiyle olabilir. Yeni bir buluş mevcut bilgilerin değerlendirilmesini gerektirir. Akıl sayesinde ulaşılan bilgiler sezgi ile değerlendirilir.

            Akıl ile akluhikmete, sezgi ile de hakikate ulaşılabilir. Bilgiler sayesinde bilginin kaynağı ilme ulaşmak sezgiseldir. Kalbin sezgi ile ilmin kaynağına ulaşması ve yeni bilgiler elde etmesi kalbi besler. Beslenen kalp için yemiş salkımları aşağı sarkıtılmış olur, yeni bilgilere daha kolay ulaşabilir. Doğal bilgiler aklı kalbe, kalbi de ilmin kaynağına, ruha götürür. Kişi kalbi için kişiliğini feda edebilir, kendini ilme adayabilir, kalp ruha yücelir.

          Kalbin ilahi sıfatlarla sıfatlanmış olması ve sıfatların en güzel suretler halinde ortaya çıkması, çeşitli kaplarda görünmesi şeklinde olur. Kalpte ortaya çıkan bu sıfatların gümüş kaplar, küpler ve sırça görünmesi arka plandaki zat nurunun parlamasındandır. Kalbe sırça teşbihi de buradan gelir. Kalbin sırça şeffaflığında, gümüş beyazlığında ve berraklığında oluşu ardındaki zat nurundandır. Onlar istedikleri içkileri istidatlarının gerektirdiği kadar o kaplardan içebilirler. İlim sütü ve idrak balı ile beslenen kalp şarap yapabilir. İlim sütü emen idrak balı yapar. Salkımlardan elde edilen bilgi daneleri üzüm gibi yenir, suyu çıkarılıp özümlenir, kalpte mayalanan ilimden şarap oluşur. O’nu sevenlerin muhabbeti, kâfur gibi arındırıp bencillikten geçirir, sarhoş eder.

          “Onlara o cennette iştah açıcı lezzet veren zencefil karışımlı bir kadehten içirilir. Ulaştıkları yer geldikleri yerden daha iyi olduğu için daha ileri gitme arzuları olmayabilir. Sıfatları seyretme arzuları olduğundan, sıfatları tek tek seyretmeyi yeterli bulabilir. Sıfatların tümüne kavuşmalarını imkânsız görebilirler.       Vuslat yolundaki âşık yolcular, aşklarının hararetinden hiç bir zevk ile kıyaslanamayacak zevk içindedirler. Onlara sıfat iyiliğinden saf ve benlik zuhuru pisliğinden pak hakiki bir aşk şarabı olan zat muhabbetinin lezzetli şarabı içirilir.”

            “Sözü edilen cennet, kaplar, huriler ve şarap sizin sıfat tecelliyatının hakkı ile kıyamınızdan dolayı size mükâfat olmuştur. Gayrımız değil biz zatımızla sana Kur’an’ı tenzil eyledik. Benlik ve bakiyenin zuhuru belası ile beraber fena makamında ehadiyet zatının tecellisine sabret. Hukuku ile kıyam ve olgunluğunu göstererek Rab’bini, ilahi nurun doğuşu ve gurubu zamanlarında, zikret. İstemeseydim isteyemezlerdi, Ben onları dilerim ki onlar beni dilerler! Perdelenmeleri nedeniyle rahmetimden haz ve nasiplerini eksiltenlere elem verir.”  (*)

          Genellikle güzel sanatlar alanındaki eserler karşısında, yeteneklerin Allah vergisi olduğu söylenir. Kendini bilme de bu açıdan sanat olsa gerek. Örneğin, “Koruma kollama” sıfatının benlik oluşmadan önce var olduğunu sezmek, fıtrattan geldiğini bilmek, Allah’tan olduğunu idrak etmek, Allah vergisi olsa gerek. Ancak bu durumda akıl verilmiş en büyük nimettir denebilir. Bu sıfata kendisinin zaten sahip olduğunu düşünebilen, bencillik ettiğinin de farkında olabilir ve vazgeçebilir. Rahmetten haz almayı eksilten, perdeyi böylece kaldırabilir. Alt yapı, fıtrat, her kişide var olsa da üst yapı, sıfatın fıtrattan geldiğinin idraki, nadir görülen bir eserdir ve Allah dedirtir!

(*)    (" " Tırnak içindeki paragraf ve cümle alıntıları, adı geçen Kaşani te’vilinin, 76 İnsan Suresi’indendir).

 

 

 

                Yokluk Varlıktadır

           

            Yokluk ve varlık konuları bilim ve inanç açılarından farklı gibi görünür. Bir konuya bilimsel ve dinsel açılardan bakış, ilk akla geleceğin tersine, aynı sonuca götürür.

            “Bilinmeyi sevdiğim için ‘varlığın’ oluşumunu istedim” kutsal hadisi oluşumun bilimselliğine ve istenenin inanmak değil bilmek ve bilinmek olduğuna işaret edebilir. Bir şeyin bilinmesi onun ardındaki ilmin anlaşılması ile mümkün olur. Varlığı da E=MC2 gibi ardındaki bilimsel formüllerle anlayabiliriz. Varlığımızın temelinde sevginin oluşu da içimizden gelen sevginin kaynağına işaret eder. İnananın, cahilin, çalışmak, öğrenmek ve bilmek zorunluluğu vardır.

            “Büyük Patlamadan önce ne vardı?” sorusuna bilim insanları “hiç” cevabını verir.  “Hiçlikten enerji (veya kütle) ortaya çıkar, sonra yok olur” kuantum fiziğinin temel ilkesidir. İnançsız bilim insanlarının çalışması bu noktadan ötesi, ya berisi? Enerji nereden gelir, elektronun ilk hareketinin kaynağı nedir, kütle neden ve nasıl oluşur? İlmin kaynağı nedir? Evrenin 13,7 milyar yaşında oluşu tesadüflerin olmadığının ve tasarımın kanıtı mıdır?

            ‘Âdem’, ‘ademiyet’; ‘yok’, ‘yokluk’ anlaşılmalı ki ‘var’, ‘varlık’ idrak edilsin. Allah’taki “Yoklukta” “Varlığın” halk edilişini anlayabilmek için varlığımızda, varoluşta “Yokluğumuzun” idraki, nefis ile savaş gibi, esastır. Sonra ne olacaksının cevabı “Hiç” ise o kişi “Yok” olmaz.

            “Varlık da, yokluk da Allah’tadır, Allah’ındır” demenin makbulü cahilin inancı değil bilenin idrakidir. Bu idrake ermek için inanana çalışmak, öğrenmek, bilmek farzdır. İlim müminin yitik malıdır arayıp bulmalıdır. Işığın bu hızla hareketi ışığın “Allah’tan kaçışı mı, Allah’a koşuşu mudur?” olduğunu ispat etmek inançlıya farzdır. Belki de O’ndan, O’nda, O’nun ile O’na.

            “Hiçbir şey yok iken O vardı, O her şeyin evveli ve ahiri, sonu, batını ve zahiridir, Allah ‘yok’tan var eden, ‘var olan’dır, ‘Gayri’si yoktur ki İlâh olsun, şirk olsun.” (2.115, 116, 255)

            Bilim insanları çok haklıdır. Enerji varsa ilmin kuralları geçerlidir. İnanç ve Kitaplar bir adım daha ileri gidip ‘enerji ilmin görünür halidir, ilimden ibaret olan ruhun sahibi vardır’ der (16.2). Tarafsız biri için en makul ve mantıklı olan şey, aksi ispat edilinceye kadar, elçi ve kitapların ilmini öğrenmektir. Yokluk ve varlık Allah’tadır. “O vardır, gayrisi yoktur” ayetini ve “Yokluk” kavramını anlamak için önce kendimizin “Yokluğunu” idrak edebilmemiz gerekir.

            Gençliğimizde “Ben” deriz “Bencillik” yaparız. Olgunlaştıkça her şeyin bize verilmiş olduğunu anlarız. ‘Akıl bize verilen en büyük nimettir’ deriz. Maddî âlemin temeli enerjidir. Enerji de bize verilmiş bir nimettir. Enerji, itim ve çekim güçleri vardır ve gerçektir, her şey bunların üzerine inşa edilir. Biz enerjiden oluşuruz ama enerjiye sahip olamayız. ‘Enerji bizimdir, biz ona sahibiz, onun sahibi biziz’ denemez. Enerjinin halden hale, hızdan kütleye dönüşümünün ardında ilim vardır.  Bilgiler bizimdir ama ilmin de bize ait olduğu söylenemez.

            Fizik profesörü olsak da fizik ilminin sahibi değiliz. Hiçlikten enerjiyi çekip çıkaran, ışığa ve sese hız veren biz değilizdir. Özelliklerini tespit ederiz o kadar. Ses ve ışığın hızının kaynağına göre değişmemesi, çocuk ıslığı ile bomba sesinin, mum ile güneş ışığının aynı hızda olması ilginç gelir. Enerjinin de ilmin de sahibi olmadığımızı, böylece, Kutsal mesajların doğruluğunu, idrak edebiliriz.

            Âdemin de âlemin de oluştuğu enerji ve ilim “Bizim değil” idraki kolay, “Bizim olan nedir, neye sahibiz?” sorularını cevaplamak zor. Enerji ilmin ilk bilinir halidir, aslında enerji ilimden oluşan ilk “Şey”dir. Enerji özellik ve düzene sahiptir. İlim ve enerji kavramlarının idraki bazı ayetleri anlamamıza yardımcı olur. “Âdem, Vücutta o Vahid-i Mutlak'ın gayrı bir şey ve O'ndan başka mevcut yoktur ki, ibadet olunsun, imdi ona şirk etmeniz, nasıl mümkün olabilir. O'nun gayrı, sırf âdemdir, yokluktur, bu sebepten şirk, ancak O'na cahil olmaktan neşet eder, kaynaklanır.” (2.163) Allah, tek var olandır. Allahsız yazılım veya donanım olmadığı için gerçek şirk mümkün değildir. Şirk edildiği zan edilir. Allah bilinmediği için şirk zandır.

             Kuantum mekaniğine göre ‘var olup, yok olan’ parçacıklardan oluşuruz.  Bir miktar ‘kütleye dönüşen enerjiyiz’ başka bir şey değil ve bu enerjiye sahip çıkmaya çalışırız. Yalnız Allah “Var olandır” idrakiyle, inanç sayesinde, Âdem ademiyete dönüşür. İlim, akıl ve enerjinin ‘verilmiş’ olmasıyla, bilim sayesinde, ‘aslında yokluğumuzu’ idrak ederiz. Her iki açıdan da kendi “Varlığımızın yokluğunu” idrak edebiliriz. Böylece, yokluğu “Varlığımızda”, var zannettiğimiz “Şey”de, “Yokluğumuzu” bulmuş oluruz.

Sırattan Yıldırım Gibi Geçiş

             Dünyanın atomlardan oluşu ne kadar ince işçiliği olduğuna kanıttır. Doğanın evveli ateş, ahiri ateştir. Olmazsa olmaz niteliğinde çok sayıda inanılması güç katsayılara dayalı gerçeklerin üzerinde durur. Hayat için uygun ortam oluşturması kadar hayatın kendisi de iğne ile kuyu kazma kavramını hatırlatır. Bireysel yaşamda da hafife alınacak bir nokta yoktur. Her ayrıntı, gelişten dönüşe, ayet, delildir, doğru yolu, yücelişin yolunu gösterir.

            Hakikat ehli bulvar üzerinden geçer, Hakk’a ve hakikate yücelir. Gelişte ayrıntılara dikkat edilirse dönüş yıldırımın düşüşü veya çıkışı kadar kolaydır, şeytan engelleyemez.

            Hayat, enerji, kütle ve evren gibi, yoktan var olur. Yaşamak, doğa koşullarına ve önceleri yer çekimi olarak bilinen uzay zamanın enerji veya kütle tarafından bükümüne karşı koyup ayağa kalkıştır. Olgunlaşma sürecinde doğanın ayrıntılarına dikkat edilir. İlmin enerjiye, enerjinin kütleye, kütlenin maddeye, maddenin doğaya ve bedene dönüşümü anlamlıdır. İlk enerji mükemmellik içerir. Bilgi edinmekle başlayan süreç kadim ilmin idrakine kadar sürer.

            Davranışlar, yeme, içme ve alışkanlıklar için bazen “Her şeyin fazlası fazla” deriz. Sevme konusunda da bu doğrudur. Oynamayı çok sevmek bile insanı oyuna köle yapar. Sevilen, sevenin hayatını düzenlemeye kalkar. Her şey sevilen şeye göre kurgulanır, hayatın akışı buna göre düzenlenir. Sevmek itaati gerektirir, itaat ise zaman içinde ibadete dönüşür. Alışkanlıklar, adetler ibadet halini alır. Dünya sevgisinin böylece ibadete dönüştüğü görülür. Aşırı yükün ağırlığından kurtulmak, boşalmak, hür olmak istenir.

            Dünya gölge gibidir, tabi olandan kaçar, kaçanı kovalar, ona tabi olur. Dengeli beslenme gibi zevk ve sevgi de dengeli olmalı. Yaşamak için yemeli, içmeli zevk için oynamalı. Bireysel ilim düzeyi arttıkça kesafetten letafete geçilir. Eşyanın yerleştirilmesinde, özellikle ustalarca kullanılan, su terazisi, tüp içindeki küçük kabarcığı, boşluğu, kullanır. Madde denizi diyebileceğimiz bu Dünyayı su dolu bir balon gibi düşünürsek arınmış, boş, boşalmış, latif halimiz kabarcık gibi bizi en üstte tutar. Yüksüz isek doğanın üzerinde yer alırız, yükü ağır olanlar dibe çöker. Bedensel, maddesel yüklerden arınmak yerimizi belirler. İlim ve ilahi sevgi letafet kazandırır, eşyanın hakikati idrak edildikçe ilme ulaşılır.

            Hayatın bir amacı vardır, günlük yaşamın ayrıntılarında kaybolmamalı. Tüm nimetler nimetleri verene götürmeli. Neyin, nereden, niçin, nasıl geldiği araştırılıp bilinmeli. Her şeyin kendisi için olduğunu düşünen bencildir, benlik gururu içinde, kibirlidir. Benliği ile ikilik çıkarmakta, şirk koşmakta denir. Şirk içinde olana müşrik denir. Müşrik, doğuştan dilsiz gibi, istidadında idrakten yoksundur, inkârdadır. İnsan ilahî vücudun aracı, hazretinin vekilidir. Akla hizmet edene dünya da hizmet eder, dünyaya hizmet edene dünya da engel çıkarır. Akıl nefse hâkim olmalı, nefis akla değil. Akıl da kalbin sesini dinlemelidir. Sürekli inkâr ağır yüktür, insanı maddeye bağlar, dibe çeker.

            Vahdet ehli, muvahhit, Hak ile kaim, ayakta olduğunun idrakindedir. Bu nedenle halka adaletli davranır, başkası yoktur. Çünkü adalet vahdetin kesret âlemindeki gölgesidir. Muvahhit, vahdet-i zat ile kaim olunca, gölgesi tüm eşya üzerine düşer. Tüm eşyaya eşit, adaletli davranır, hakikatini bilir, her şeyin özü birdir. Eşyanın içine girer ama eşya onun kalbine girmez.

            Eşyayı sevip kalbine sokan, eşyaya tapan onunla sevinir, üzülür, onunla ölür, eşyanın ateşiyle yanar. Oysa hakikat ehli tüm doğayı amacına uygun kullanır, amacı için araç olarak görür. ‘Bilinmeyi sevene ulaşma’ amacına ermek için doğanın üzerine yol çekilmiş haldedir. Bu yol Hakk’a giden sıratı müstakimdir. İlim yükü ile letafet kazanılır, boşluk, kabarcık halinde doğanın ve ateşinin üstünde kalınır. Önce doğa araçtır, O’na gider, yükü de lâtif yokluktur!

            Yücelen, sonra gökten yere parlak bir şekilde yıldırım gibi iner. Hakikat ehli, muvahhit, ilmi idrakiyle fena bulur, arınır. Sonra, “Beka ehlinden” Hakk’ın has kulları olarak, “Nar-ı tabiat üzerine çekilmiş “Allah’ın sıratı müstakimi” gibidir.

            Hakikat ehli sırat üzerinden parlak yıldırım gibi geçer, yücelir. İnsan, ilahi sevgisiyle sevilmesi halinde, zıt kutuplu elektrik yükleri gibi, çekim gücü oluşur. Allah ile kaim olan muvahhit olarak, madde denizinin üzerinde kalır, eşyada sırat oluşturur. Arzdan arşa, seven sevilen olarak, karşıt yük ile sırattan yıldırım gibi geçerler. Sıratı geçiş zamansızlıkta gerçekleşir. Zaman bağımsız değil uzay zaman birleşik alandır.

            Yerde ve gökte, gizli olan büyük kıyametin ilmi; eşya, nefis, kalp, sır, ruh, hafa, gaybül gaybtan oluşan yedi makamın sırrı; yer ve göğün gizli hakikati; ceset ve ruh âlemlerinin ilmi Allah’ındır, Allah’a mahsustur. Zamana kıyasla büyük kıyamet zaman alıcı değildir. Kıyameti idrak eden onu zamanda değil zamansızlıkta idrak eder. Her şeye kadir olan, kudret sahibi olan, ehlinin ve has kullarının müşahede ettikleri gibi, zamansızlıkta ihya ve imhaya kadirdir.

            Fikir, teorik ve uygulamalı akıl, kuruntu ve hayal gibi ruhani ve nefsanî âlemlerde uçuşan kuşlara hiçbir şey etki edemez ancak Allah eder.

            Akıl ve fikir yürütmede kimsenin kontrol, kuvvet ve kudreti yoktur. Fikirlerin uçuşması herhangi bir maddeye bağlı değildir, eşya ile ilgili olsa da fikirler eşyaya dayanmaz. Benlik yapan, şirk koşan, müşrik resulün dediğini anlar, istidadının bu olduğunu bilir ama inkâr eder, neyi inkâr ettiğini bilir, eşyaya sığınır. Allah’a götüren ilmin yolunu şeytan bile kesemez, müşrik şeytana sığınmaz.

            İnsanın yetenekleri melekler gibi kendine boyun eğmiş, secde etmiştir. Kalpte yer eden, kalbine dolan toprak, hava, su ve ateşten oluşan doğal bedensel güçlerin en lâtifi ateştir.         Ateş ısısı nedeniyle diğerlerinin üstünde yer alır. Kalbin içinde ruha açılan fuad kapısının yakınında konumlanır. Üsttekiler alttakileri bilir, ateş de toprak, hava ve suyu bilir. Âdemin çamurdan yaratıldığını bildiği için secde etmediği söylenir. Akıl da ruhtan aldığını kalbe taşırken vehim, kuruntu şeytanı, aklı tam anlayamadığı için, onu bildiğini zanneder. Aklın hükmünü kabul etmeyerek ona tabi olmayı, secdeyi reddeder. Kuruntunun ruha lâyık olmadığı anlaşılınca “Sen oradan düş, çık git” denilir. Şeytanın nefsanî güçlerden biri olduğu ruhani güçlerden olamadığı belirlenir. Böylece, Allah’ın ilmini elde etme yolunda olanların önüne geçmesine engel olunur. Kuruntu veya şeytan seyri sülûk üzerinde olanları engelleyemez, gayrisine meyillilere eşyayı sevdirir.

            Allah bağışlayıcıdır deyip ön taraftan gelir ibadete engel olur. Arkadan yaklaşır kendisi ve ailesi için fakirlikten korkutup mal edinme peşinde fazlasıyla koşturur. Sağdan yaklaşır faziletli olduğuna, ilminin çokluğuna inandırıp gurur ve kibirle Allah’tan mahcup eder.

            Soldan yaklaşır çok çeşitli zevk ve safahata, lezzet ve şehvete düşürür. Şeytan böylece dört yönden de insana yaklaşabilir.

            Söz konusu dört taraftan yaklaşarak şeytan insanı nimetleri verene yaklaşmaktan, doğru yola girmekten alıkoyar. Böylece de şeytan tevhit cennetinden kovulmuş ve bir daha da dönememiş olur. (16 Nahl,75-77)

            16 Nahl, 76 (Ve hüve âlâ sıratın müstakim) O muvah­hit, tevhit eden, fenadan, yokluktan sonra, «beka ehlinden» biri olarak, Hakkın has kulları, «ehli hakikat» için, «nar-ı tabiat» üzerine çekilmiş «Allah'ın sıratı müstakimi» üzerindedir. Hakikat ehli olanlar, parlak yıldırım gibi o sı­rat üzerinden geçerler. Sevilen “bilinme”, ancak, bilerek letafet kazananın, doğada oluşan sırattan yıldırım gibi geçişiyle gerçekleşir.

            Kıyameti Kübra, büyük kıyamet, olarak bilinen zamanda, şeytan insanı anlayıp ona secde edip itaat eder. (38 Sad, 76) Habibim sen de ki “Benim lisanımla söyleyen Allah'tır.” (38 Sad, 86)

            Bilimsel verilere göre yıldırım ile atmosferde bulunan azot toprağa geçer ve böylece yıldırımın düşüp, çıktığı yerde toprağın verimliliği artar. Tabiat böylece yük kaybeder ama verimlilik kazanır, beşer giden Hak ile halka döner, sevilenleri yüceltir. Doğa bir dengeyi de böyle sağlar. Darısı başımıza!

 

 

                İnsan Üç Boyutludur

            “İnsanın içinde olmalı”, “İnsan biraz düşünmeli, fikir feraset sahibi olmalı” gibi deyişlerimiz çoktur. Özellikle inisiyasyon sisteminde kendini bilme gayretleri, derneklerde ve dergahlarda, ezoterik öğrenime dayanır. Kendini bilme sürecinde kişiye bu yolculuk “senden sanadır” denir. Bireye içe dönük yolculuğun ilmi verilir, her şeyi ve ilmi kendinde bularak kendini bilmesi önerilir. İnsanlık dışımızda, insanlığımız içimizdedir.

            Kendini bilme gayreti içindeki birey açılır kapanır anten tipindeki, gösterge çubuğuna benzetilebilir. Çubuk en kısa halinde, kapalı iken, insana benzer. Dik durması insanın reşit olma durumunu gösterebilir. Doğa koşullarına uyum göstererek ayakta kalması ve diğer kişilerden farklı bir kişilik oluşturması kendine özgü bir insan olduğunu gösterir.

            Herkes birbirinden ayrı ve farklı bir insandır. Her kişinin sosyolojik, ekonomik, politik, kültürel gibi farklı çevrelerden gelip farklı bir geleceğe yürüdüğü açıktır. Toplumsal bir amaç için çalışabilir. Genel ortamın özel bir bireyidir. Kuantum mekaniğindeki dalgasal hareketler içinde olan foton gibi bir parçacıktır. Rahmanî ışınımın rahimî görünümüdür.

            Aynı hedefe ulaşmak için birlikte gayret, ortaklaşa çaba sarf edilebilir. Ancak kişi kendini bilmeye çalışırken içe dönük yolculuk bireyseldir, cehalet kuyusunu kendisi tek başına doldurmalıdır. Diğer kardeşler yalnız örnek oluşturabilir. Bir bilgiyi anlamak, bir sorunu çözmek, zihin açıklığı ve parlaklığı verir. Kendi özüne inip ilmin bütününü idrak, insanı nura gark eder, aydınlanır. Eşyanın hakikatini anlamak, eşyada gurup etmiş olan hakikat güneşinin parlamasını sağlar.

            Kendini bilmeye giden doğru yol bireylerin dışında değil ve topluca gidilebilecek bir yol da değildir. Gösterge çubuğu dik durur ve önce ucu bir aşama açılırsa, üçüncü boyut olarak doğru yol ortaya çıkar. Antenin bir çıt açılması insanın kalbini keşfetmesini temsil eder. Bu açılım dışarıdan olamaz. Kalbin dışa açılan kapısı içeriden açılır ve sıcak duygularla dolarsa açılır, mayalanan sevginin aşka dönüşümü ile açılır. Diğerlerinden farklı kılan benlik ve bencilliğinden vazgeçip, örneğin, kazancın meşruluğuna, ahlakın güzelliğine önem ve öncelik verirse açılır. Kalp akıl aracılığı ile ruhtan aldığı nuru nefsine yansıtır, böylece, nefsin kanaatkâr olduğu görülür. Ruhtan, ilmin kaynağından, basiretle alınan bilgiler, uygulanıp yaşanacak bilgilerdir. Dışarıdan alınan bilgiler unutulabilir, uygulaması yapılmayabilir. İçten dolup taşarak duygusal alandan çıkan bilgiler aşk içinde uygulanır. Seven herkesi sever.

            Kadim, öncesi olmayan, zamandan beri süregelen ve sürüp gidecek olan öğreti birdir. Hz. Âdem’in torunu olan Hermes, Şit ve İdris peygamber olarak bilinen kişinin kutsal kitaplarda geçen mesleği terziliktir. Kişiye özel elbise diker.

            Kişiye özel giysi giydirir insanlara. Kendinden kendine giden yolu gösterip ermişliğe götürür. Kutsal kitaplarda bu öğretinin özü yer alır. Bireysel öğrenimin genel durumu ise dergâh ve derneklerde ele alınır. Elbirliği ile evrende yolculuk yapılacak yollar bulunur ve gidilir ama bireysel yolculukta “Senden sana” yol bir anten boyu gidilemeyebilir.

            Üstat veya mürşit “Evladım sen kendine dön, içine kapan, kendinde yol al, kendine git” dese de talebe “Ben en iyisi size geleyim efendim” demekten kolayca vazgeçemez. Bütün kutsal kitapların özü de birdir, “Senden sanadır hitap”, “İçindeki kötülükleri gider” derse de biz anlayamayız.

            Hayattaki kötülükleri görürüz, “Aç gözünü basiretli ol” deyimini yanlış anlarız, iki gözümüzü dört açarız. Oysa kişi kendi içini, kalbini kötülüklerden temizlerse dışarıda gördüğü kötülükler de yok olacaktır. Kısaca içini temizleyenin dışı da temizlenir, güzelliklerle ve iyiliklerle dolar. Kişi herkesi kendisi gibi bilir. Kendinden pay biçer. Eşyanın ruh veya ilmin uygulanmış hali olduğunu kendini bilen idrak edebilir. İlim kadar amel olur. Mükemmel ise insan, evren de mükemmeldir.

            İnsan öpüşürken gözlerini kapar, sevdiği Tanrı’ya gözü açık gitmeye çalışır. “Bütün yollar Roma’ya gider” deyip çalılıkların arasından geçerek Allah’a ulaşmayı planlar. Doğru yoldan sapmamak için sanki doğru bir otoyol arar. Hâlbuki ayetlerde “Nimetlerimle kendimi sevdirdim”, “Nimetlerimle beni seven bana şükreder” denir. Şükür insanın kalbinden gelen bir şeydir, kalbinin farkına varır, şükür ederek zikir de etmiş olur. İçinde hissettiği sıcaklık sevginin verdiği ısıdır. Bu sıcaklığı hisseden kişi kabına sığmaz ve maddenin soğukluğunu da hisseder. Madde denizinin soğukluğu iticidir, mana denizinin sıcaklığı cezp eder, çekicidir. Böylece insan dıştan içe doğru yolculuğuna başlayabilir, üçüncü boyutta ilerleyebilir.

            Kalbinde bulduğu sevginin kaynağını ararsa aşka ulaşabilir. Bilinmeyi sevdiği için evreni yaratmış ise kalpteki sevgi Allah sevgisine, Allah’ın sevgisine götürür.

            İçe dönük yolculuğun ilk aşaması, antenin bir çıt açılması, failin Hak olduğunu anlamaktır. Akıl aracılığı ile kalbe inen bu bilgi kalp tarafından iyice anlaşılınca nefsi ikna etme çabası başlar. Her şeye sahip olmaya çalışan nefis iyi, doğru ve güzel olanın diğerlerinden ayrılmasını kabul eder, kanaatkâr olur. Böylece her bilgi bir uygulamaya dönüşür. Bedensel faaliyetler, her iş ve eylem aynı güç ve kuvvete dayanır.

            Bu kuvvet ve kudretin Allah’a ait olduğu kolayca görülebilir. ‘İstememizi istemese isteyemeyeceğimiz’ aşikâr olur. İlmin her türlü niteliği ve niceliği ilmin enerjiye dönüşümü ile ortaya çıkar. Bu da failin Hak olduğunun kanıtıdır. İnsan istemese, sevmese ve bilmese hiçbir şey yapmaz veya yapamaz. Sevgi ve bilgi, aşk ve ilim ayrışmaz bütünlerdir. Var olan, aşktan doğan ilimdir.

            İki boyutlu dünyadan üç boyutlu âleme geçen insan ibret alarak düşünür. Çevrede yapılan gözlemler bilgi verebilir. Çevreden elde edilen bilgiler depo edilebilir, bir bilgi bir bilgi daha daima iki bilgi eder. Ancak sentez ile yeni, üçüncü bir bilgiye ulaşmak ruhtan alınacak ilim ile basiretli görüşe tabidir. Ayrıca, insanın her yaptığı işin bir sıfat altında yapıldığı da kolayca anlaşılabilir. Her yapılan ya amir ya da memur, ya baba ya da oğul gibi bir sıfatla yapılır. Öğrenen öğrenci, öğreten de öğretmen sıfatına sahiptir. Anten tipli gösterge çubuğu basiretle bir çıt daha yani iki çıt açıldığında görülen şey sıfatların da Hakk’a ait olduğudur.

            Kısaca, fail Hak, mevsuf olan da Hak’tır. Nefis de ikna olmalı ki iyi, doğru ve güzel olan sıfatlar da kendisinin değildir. Nefis sonunda ruhun nuru ile nurlanan kalbe tabi olur, hem razı olur hem de razı olunan olur, raziye ve marziye mertebelerini geçer. İçrek yolculuk anten açıldıkça ortaya çıkar, Allah’tan gayrisi kalmaz. Önce üç adım sonra bir üç adım daha otuz üç basamak geçilir, yedinci çıt ile antenin yolculuğu biter, mümin miraca erer, kalır Yaradan.

            Yükseldikten sonra yücelen kâmil insan kâh çıkar gökyüzüne seyreder âlemi, kâh iner yeryüzüne seyreder âlem onu. Kapanan anten celaliyle kapanır, tesettüre girer, perdelenir, açıldığında cemalini ayan beyan açık eder.

                Zaman Zandır, Esas Olan An’dır

           

            Kutsal metinlerde zamana ilişkin bazı kavramlar üzerinde durulur. Örneğin, “Zamandan bilmeyin, insanı zaman öldürür demeyin, zaman yoktur ki bir şeye kadir olsun. Zaman sizin indinizdedir, sizin zaman anlayışınıza göre uzun bir süre geçse de Allah’ın indinde yok hükmündedir.” Mağarada uyuyup kalanların paralarının geçmez olduğu anlatılır. Kutsal mesajlar bilimsel açıdan da doğrudur, ilmi bilmeyen dini de anlayamaz. Tek doğru, çok doğru: “O, her anda bir şe’ndedir.”

            Evren atomdan küçük, parçacık, yokluk, iken Büyük Patlama oldu.(*) Bu aslında bilimsel düşünceye aykırı bir bilimsel gerçektir. Evren ışıktan hızlı genişlerken bugünkü kritik hızda, düzgün ve düzenli genişlemeye başladı. Isı 10 milyar C dereceden 1 milyar C dereceye düşünce proton ve nötronlar ‘kuvvetli güç’ ile birleşti. Evrenin ısısı birkaç bin dereceye düşünce de ‘elektromanyetik güç’ ile çekirdek etrafına elektron yerleşti ve atomlar oluştu. Soğumanın bölgesel farklılığı, ‘kütle çekim gücü’yle, genelde özeli, galaksi ve yıldızları oluşturdu.

            Elektron ve moleküller etkileşim içinde hareket eder. İkiz fotonlar arasında bilgi alış verişi yer ve zamana bağlı olmaksızın sürdürülür. (1) “Vücut birliği”, “Yer ve zamandan münezzeh” gibi inançlar bilinenlere dönüşünce bilim olur. Kuantum âleminin gizemli bilimsel bulguları kutsal mesajlar ile örtüşür. Kuantum mekaniğinin bazı bilimsel gerçeklerinden inanç alanına geçiş kolaydır.(1) Fizikî âlem atomlardan, atomlar ise atom altı parçacıklardan oluşur. 

            Eğer yoktan var olurken aksi iddia edilmiyorsa, enerji ilimden, madde enerjiden oluşur, düşünce enerjidir, düşünce enerjiye, enerji düşünceye dönüşebilir. Enerji her şeyin temelidir. İlmin enerjiye dönüşümünün ilk hali “Bilinmeyi sevmek”, “İstek, ‘ol’ emri” olsa gerek.

            Elektron bilim ile inanmayı yakınlaştırabilir. Elektron, çekirdek etrafında belirli bir yönde ve yörüngede değil atomun çevresinde her anda bir yerde olacak şekilde dağılmış bir bulut halindedir. Bulut, hızı ölçülür, yeri saptanırsa, gözlem yapılırsa, bir yönde hareket etme potansiyeline sahiptir. Heisenberg Belirsizlik İlkesine göre “Bulut eğer daha fazla dağılmış olsaydı hareket etmeyebilirdi.” “Belirsizlik İlkesiyle” olay belirlenir. Hareketinin hızı ve yönü gözlem veya ölçmeye bağlıdır. Ayrıca elektronun elektrik yükünün miktarı kritik ölçüdedir, çok az farklı olsaydı hayat olmazdı. Yaradılışın bir amacı olmalıdır.

            Einstein’ın İzafiyet Teorisi: “Zaman görecelidir, bazı durumlarda çabuk geçer bazı durumlarda ise geçmek bilmez.” Aynı bilim adamı, “Geçmiş ile gelecek aynı anda mevcuttur ama insan aklı yer ve hareketin yönüyle kayıtlı olduğu için deneyimleşemez” der. Zaman akıl içindir, akıl varsa zaman var.

             Elektron, bir fotonun çarpmasıyla enerji kazanır. Enerji kaybedince de foton olarak ışık açığa çıkar. Bu kayıp kazanç çekirdek etrafındaki her turda oluşur. Elektron ışık hızında hareket etmez ama ışık hızına kaynak olur. Işık hızında hareket eden yaşlanmaz, enerji kaybetmez. Elektromanyetik ortamda hareketli elektromanyetik dalga ve parçacığa foton denir. Allah’ın kulu da Allah’tan, Allah’a gider ve Allah’ta kuldur!

            Gelelim inanç alanına. “Yer ve gök madde olmaksızın ve müddetle kayıtlanmaksızın halk edilmiştir. Yer ve gök Allah’ın ilmi ile görünür, vücudu ile mevcuttur. Zaman ve mekân ile sınırlı olan aklın itibarı olmasa arz ve semanın vücudu itibar olunmazdı. Sema ve arz Allah’ın vücudundan ayrı ve gayrı olamaz. Her şey istek ve iradesiyle, “Kûn, ol” emriyle ancak söz ve ses duyulmaksızın, arada bir vasıta olmaksızın ve zaman geçmeksizin birden, an içinde olmaktadır.”(2.117)

            Halk edilenlerin madde ve müddetle kayıtlı olmaksızın ortaya çıkışını idrak edebilmeliyiz. Yani ilk önce madde yoktu, madde, kütle oluşması için Higgs bozonunun olması gerek. Özellikleri olan parçacıkların kendileri olmadan onların bilimsel özelliklerini içeren ilim vardı. Bilimin “Evren atomdan çok küçük bir şey, yokluk, iken büyük patlama oldu” demesi bir itiraf gibidir.  İlmin hali, uygulanması zamana tabi değildir. Evrenin halden hale geçişi etkileşimlerle oluşur. Şimdiki hal önceki hali, sonraki hal de şimdiki hali içerir. Her hal ise diğerleriyle etkileşim içindedir. Elektronlar veya moleküller arası bağlılık ve bağımlılık evrenin halleri arasında da görülür.

            Evrenin bugünkü halinde bilimsel olarak saptanan birçok kritik değere sahip katsayılar vardır. Az farklı olmaları halinde hayatın olamayacağı bilinir. Var olabilmemiz için o değerlerin öyle olması zorunludur. Örneğin, evren balonunun, sanki buruşukken, genişleme hızının, kısa bir anda 10 üzeri 32 sıfır kat artış düzeyinden, ışıktan on bin kat daha hızlı iken, bugünkü kritik düzeye düşmesi hayatın oluşması içindir.

            Tanrı’nın, evrenin kurulum ayarlarını seçmesi, anlaşılamayacak bir biçimde başlatması, kadiri mutlak bir varlık olarak, yetkisi içindedir, ama her şeyi açıklayan bir ilkenin de var olması gerekir. (1) sayfa 165. Elektronun yükünün miktarı az faklı olsaydı yıldızlardaki yanma ve patlama olmayacak, biz olamayacaktık. Enerjinin varlığı fiilinden, nasıl olduğu da sıfatından bilinebilir.        Her parçacık ilmine uygun, enerjiden, oluşur ve davranır. Oluşanlar oluştu ve oluşuyor ama oluşmada müddet kaydı yok. Zaman zannımızdır, akıl içindir. “An” içinde olan oluyor. Evren halden hale geçip gidiyor. Akıl durunca zaman da durur. Ayet: “O, her anda bir şe’ndedir.”

            Oluşumun zamana bağımsızlığı idrak edilmeli, geçmiş ve gelecek aynı anda mevcuttur. Muhteşemin ihtişamını bilip, basiretle gördüğüne âşık olanın aklı başından gidebilir. Miraç olayında “Benden buraya kadar, buradan ötede yanarım” diyene “Haklısın çünkü yer ve hareketin yönü burada biter” denir. İlginç olan “Yolun geri kalanında yanarsın ama gelinen yol da zaman ve mekâna bağlı ve bağımlı değildi” denebilir. Peki, akıl buraya kadar bu benim işim diyordu orada niye durdu. “Meğer var zannettiklerim de yok imiş” derse aklın sahipliğinden de şüphe etmek gerekmez mi? Akılla gelen akılla gitmeli ki aşk olsun, aşk kalsın, aşk idrak edilebilsin. İnsanın yaradılışının amacı da budur, akıl verilmiştir ki bilsin eşyayı ve kendisini. Her şey bilmek için, ancak, bilinecek bilindikten sonra evveli de ahiri de zahiri de batını da kalmaz!

              Enerjinin, ilk andan itibaren, her an bilinçli bir davranış sergilediği görülür. Evrenin, uzay zamanın ve gökadaların, ilmin uygulanması olduğu insan aklına daha yatkındır.

            “Biri göründü bilinmedi, biri bilindi görülmedi; görülen bilinmedikçe bilinen görünmez” bilmecesi çözülmelidir. Elçiyi, onu görevlendiren bilebilir, başkası bilemez, Allah’ı da gayrisi bilemez. Zaman ve mekândan münezzeh olamayan O’nu idrak edemez. Allah, ancak O’nun ilmi ile bilinebilir. Herkes O’nun ilmi ile âlim, nefsiyle kaim, ayakta hayatı ile hay, diri, vücudu ile mevcuttur. Başkası yoktur ki şirk olsun. “Ben varım, görürüm” diyen, şirk içinde, O’nu bilemez, zaman ve mekânsızlığı aklı ile idrak edemez. Tam aydınlanmayan, dürtüyle, elektron gibi arada bir ışık saçmakla tam olarak aydınlatamaz.

            Sonsuzluk duvarına benzeyen “Akıl Duvarını” geçip aşkı idrak edebilen müstesnadır.  Sonsuzluk duvarının ötesinden berisine ışık geçemez. Bu yazılanları kimin kime yazdığı tam olarak “Belirsizlik İlkesi” kapsamında olsa gerek. İnsan, aklı ve zaman yapaydır; bilmek, bilinç ve bilinçlilik, idrak içindir. Aşığın aklı başında değildir. Sanki seven sevilen gizli ve gizemli bir aşk içinde aşk yaşıyor. Oluşuma anlam katabilmek için zamanı icat eden akıl, zamanı gelince, zamanı ortadan kaldırabilmeli. İlminden, ilmiyle olan, ilmi bilinerek idrak edilebilir. Bilinmek için yaratılan, idrakte, aşk ile çıkabilir aradan!

                Not: Zaman insanın tanımladığı bir kavramdır. Sezyum  elementi atom saatlerinin yapımında kullanılır. Bu saatler 300 yılda 5 saniye kadar hata yapar. Sezyum atomunun 9 milyar salınışına 1 saniye denilmiştir.(2)

 

(1)Stephen Hawking, “A Briefer History of Time”, Alfa Basım, 2012.

 (2) Bakınız http://www.turkcebilgi.com/sezyum

 

                İnsan Atom Yığını Değildir

           

            Yapı Taşı kavramı artık eskisi kadar geçerli olmasa gerek. İnşaatlar taş veya tuğladan yapılırken insanların kaldırabilecekleri, işleyebilecekleri ölçü veya ağırlıkta taş veya tuğla kullanılırdı. Bugün inşaatların çelik yapılar haline dönüşmesiyle yapı taşı kavramı da tarih oldu denebilir. Önceleri atom bölünemeyen en küçük birim olarak düşünülürken yapı taşımız olarak ele alınabilirdi. Kuantum mekaniği sayesinde bunun gibi birçok kavram da tarihte kaldı.

            İnsan rastgele atom yığını değildir. Atomlar birleşerek insanları oluşturur. Birleşmeleri ise rastgele değildir. Atomlar kendi kendilerine sebepsiz, koşulsuz birleşmez. İçinde bulundukları ortam atomları birleşmeye zorlar. Ortamda atom gibi fiziksel şeyler varsa fizik kuralları da vardır. Fizik kurallarına göre var olan şeyler birbirlerini iter, çeker. Atomların kurallara uymama lüksü yoktur.

            İtim ve çekim yasaları hayatın oluşumu için gerekli ama yeterli olamaz. Var olan şeyler arasında “düzen” de olmalıdır ki atomlar buna göre birleşerek hayat oluşsun. İlk adım bile en sondaki amaç için uygun olmalıdır. Hatta her şeyin yokluktan var olduğu biliniyorsa yoktan var olanların biri de düzen olsa gerek. Her şey var olurken, en başından itibaren, bir düzen içinde var olmalı. Bulunamayan bir parçacığın bile hangi özelliklere sahip olduğu bilinmektedir. Düzen, amaç için kurgulanmıştır. Amacın “bilmek” oluşu ise insan ve insanlığa en yakışan şeydir. Bilen bilinmek istemiş olabilir.

            Her şey, bilimsel özellikleriyle birlikte, yoktan var olan atom altı parçacıklardan oluşur. Su artık iki hidrojen bir oksijen atomu değildir. Suyun özellikleri atomlarının özelliklerinden çok farklıdır. Hele canlılar artık cansız değil extra bir düzene sahiptir. Özellikle, “insanlığın”, doğanın doğal uzantısı olduğunu düşünmek insanlığı hafife almak olabilir. Cehaletten kurtulmak için bilmeye çalışırız. Beş duyumuz ile algılar akıl ile değerlendiririz. Bildikçe bilmek ister bilgi peşinde koşarız. Bilgi bizi çeker mi iter mi anlaşılmaz. Önce inisiyatifin bizde olduğunu düşünürüz ama sonra bilgi peşinden koşar, bilgisiz yapamayız. Akıl teslim oluncaya kadar durmaz. İnsan da kendini bilmeye çalışır, bilinceye kadar rahat edemez.

            Kur’an düzen demektir. Hitap olarak, ayetler halinde, indirilen Kitap, bir düzenin olduğunu, her şeyin bu düzen içinde halk edildiğini anlatır. Üstelik her halk edilenin bir amacı gerçekleştirmek üzere var edildiğini bildirir. Bilimin “Belirsizlik İlkesi” ile bazı gerçekleri belirlemesine karşılık, Kitap belirsizlik yoktur deyip düzeni vurgular. Bilimsel “Heisenberg Belirsizlik İlkesi” enerjinin yoktan var olabileceğini sonra da tekrar yok olabileceğini belirterek bir gerçeği “Belirlemiş” olur. Enerjiden de kütle ve maddenin, formülüne göre, kendiliğinden oluştuğu apaçıktır. Bilimin dışından ve üstünden bakabilen Kitapta ise “Var Olanın” oluşumunun bir amacının olduğu yazılıdır. Tesadüfün ve abes bir şeyin olmadığını açıklar. Kısaca, Büyük Patlamada patlayan şeyin bir “düzen” içinde ve bir amacı gerçekleştirmek üzere patladığı bildirilir. Bu evrenin hiçlikten kendiliğinden patlayarak var olduğu ve hayatın da tesadüfen oluştuğu akla ve mantığa uygun olamaz.

            Hayatın oluşumu ve gelişimi için kritik katsayıların varlığı ve çok sayıda oluşu zaman temelini de ortadan kaldırabilir. “Milyarlarca yıl içinde maddeden canlı oluşabilir” demek “Tas, çeşme başında elbet dolar” demeye benzer.

            Kitabın önemli deyimlerinden biri de “tebayün etmek” olabilir. Anlamı “Yeniden keşfedercesine aşikâr oluş” olabilir. Yeni buluşlarında “Sezgisel” kavramları kullanan bilim insanları genellikle yeni bir şey keşfeder. Bazı bilim insanları bilimsel kavramları özellikle dinsel kavramlardan uzak tutmaya özen gösterir. “Var Olanın, bilinenlerin artırılarak, bilinmesi için” bu özene gerek olmayabilir. Kitap zaten insanları arama, bilmeye yönlendirir. İnsanların fıtratlarına kazınan bilme ve olma yetenekleri sayesinde aynı şeyleri yapar.

            Var olan herhangi bir şeyin var olması için ‘zaman’ ihtiyaç duyulan bir şey değildir. Atomun veya suyun var olabilmesi için belirli bir zamanın geçmesi gerekmez. Var olan, zamana gerek olmaksızın var olur. Zaman bağımsız bir değişken değil uzay ile birlikte “Birleşik Alan” oluşturur. Uzay zaman bir bütündür. Proton nötron birleşmesi zaman değil ama “Güç” ister. Kuvvet ve kudret yok ise ortamda, kuantum fiziğinin elemanları gibi, “Şeyler” birbirini çekemez ve birleşemez, atom bile oluşamaz. Hidrojen atomu için proton, nötron ve elektrondan birer tane gerek, ama ayrıca bir birim zaman gerekmez. Zaman insan aklı içindir ve itibarî, izafîdir.

            Kitap, zamanın, insan aklının “Bilmek” amacıyla saptadığı bir kavram olduğunu yazar. İnsanın kendini bilmesiyle “Gerçek” bilinmiş olur.

            Hak ve hakikatin bilinmesi durumunda ikinci bir varlık şeklinde insanın varlığı söz konusu olamaz. Bu durumda ne insan, ne akıl ne de zaman kalır ortamda. Bilim de bu gerçeğin aksine bir şey söylemez. Kuramsal olarak da her şey ‘yok’tan var olur.

            İnsan bildiği için ve bilip uyguladığı kadar insandır. İnsan bildiği için meslek sahibidir, bilgisini uyguladığı kadar da örneğin marangozdur ve usta marangozdur. Kendini bilebilen insana da olgun insan denir. Kendisinin, kum yığını gibi atom yığını olmadığını idrak edebilene kâmil insan denebilir. İnsan, aklı sayesinde bilir. Akıl da doğada bulunmaz, doğal bir “Şey” değildir. Eski bilgilerden yeni bilgi üretme yeteneği üstelik sezgi gerektirir. Akıl ve sezgi evrende var olan düzeni keşfetmeye çalışır. Düzen ve düzensizliği ayırt etmeye uğraşır. Hani bir hikâyeye göre kurbağa kaynar suya atılırsa fırlayıp kaçar ama soğuk su yavaş yavaş ısıtılırsa haşlanıp kalır. Bilim insanları da önce “Akıl verilmiş en büyük nimettir” dese de sonra “Doğada ve evrende bir kanıt yoktur, bu nedenle Allah yoktur” deyip kendisinin varlığını kanıtlar. Neyse ki Dünya, Doğa, Evren dendiğinde ‘bir ve tek’ anlamı çıkar. Çoklu evren denildiğinde bile yoktan var olanın başlangıçta iki adet olduğu anlaşılmaz.

            Halk edilmiş doğa, aklî on dört milyar yıl içinde, değişimlerle, evrim geçirerek insana ulaştı. Değişimler her an bir şe’nde olacak şekilde süreklidir. Yoktan halk edilen şeyler, insan haline gelinceye kadar, evrim geçirme özelliğine sahip idiler bu nedenle de evirildiler. İnsan, bilgi ile nereden geldiğini, zaman kavramı sayesinde ne zaman geldiğini, buldu. Bilerek ne olduğunu anladı, akıl ve zamanla aradan çıkabilir!

            İnsancıl bir olgunlaşma süreci sonunda ise insan kemale erdi ve Allah’ın ruhunu kabule hazır hale geldi. Ruh ile dirilen kâmil insan ölümsüzlüğü de Hak etti. Böylece, onun hiçbir şeye ihtiyacı kalmadı, her şeyin ona ihtiyacı oldu. Yokluktan halk edilenler, bilinmek isteyenin bilinmesi için, kâmil insan amacına ulaşmakta araç olmuştur. Eşyanın bir düzen içinde var olduğunu bilebilmek eşyanın değer ve kıymetini bilmektir. Eşya, hakikat güneşinin gurup ettiği şey olduğu için karanlıktır, gecedir. Gecenin kadrini böylece idrak ettiğinde hakikat güneşi doğan kâmil insanın kalbine “Düzen”, anda inmiş olur. Özünde oluşumun ilk anındaki düzeni idrak edebilenin anlatımı ve açıklaması 23 yıl da alabilir 33 yıl da alabilir. Hakikat anlatılamaz, ancak, idrak edilebilir!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                Sonrasını Biliriz

            Büyük insanların büyük düşünceleri mi oluyor yoksa biz büyük düşünceli olanlara mı büyük insan diyoruz? Hele bu insanlar bilim insanları ise bilgileri, bulguları, bilimleri ve düşünceleri de çok bilimsel oluyor, bu nedenle dedikleri doğrudur diyoruz. Ancak, bazen söylenenleri anlamakta, kabul etmekte veya inanmakta zorlanırız. Bu da nasıl olur der kalırız. Sanırım buna benzer en zor alan ve anlarda bilimsel alan ile inanç alanını birbirleri için kullanabiliriz. Birinin dediğini diğeri de teyit ediyorsa gönül rahatlığı ile “doğru” diyebiliriz. Örneğin, Termodinamik ilminin temel “Enerjinin Sakınımı Yasası” der ki “enerji dönüşür, işe veya kütleye, maddeye dönüşür ama yok olamaz, yoktan da var olamaz.” Aynı şekilde inanırız ki “Var olan Bir ve Tektir, yok olmaz, sonradan yok olan da hiç var olmamıştır ki zaten.”

            Evren bilimi “Kozmoloji”, “Astrofizik” her şeyin ilk anına noktayı koydu. “Büyük Patlama için bir sebep ve enerji gerekli değildir” dendi. Üstelik evren veya proton fark etmez, her an her yerde büyük ya da küçük bir ‘şey’ oluşması mümkündür, yoktan var olabilir ve tekrar yok olabilir ve bu iş için bir enerji gerekmez.” Bizim köyde olsam, duymuş olduğum, “O yalan bu yalan, fili yuttu koca yılan” deyimini anımsardım. Diğer bilim insanlarının da itiraz etmediği bu fikir bilimsel bir sonuç olarak öne sürülüyorsa “Aksi ispat edilinceye kadar” diyerek kabul edebiliriz. Bari teyit etme şansımız elimizden alınmasaydı, inanç âleminde doğrulama yapabilirdik. Keşke bu büyük insanlar buluşlarının sonunda “Basitçe, gerek olmadığı, ihtiyaç duyulmadığı için, Allah yoktur” demeseydi.

            Biz de kendilerine “Mübarek insan bu bilimsel bir sonuç mudur, bir formüle uygun mudur, enerjiden ötesine nasıl hüküm veriyorsun?” desek yerinde olabilir. Oysa “Söylendiği gibi hayali bir Allah yok” dense “Haklısınız” denirdi. “Pozitif Bilim” denip negatif sonuç çıkmazdı. Madem işiniz pozitif bilim hadi biraz da negatif bilim yapın desek ne yaparlar acaba.

            Kitabımız “Allah vardır, var olandır, gayrisi de yoktur, O’ndan başka bir varlık veya İlah yoktur” der. “Evren yoktan var edilmiştir, eşya bütün özellikleriyle, bir düzen içinde ve bir amaç için halk edilmiştir.” Evren “Hiçbir şeyi bir var olsun bir yok olsun diye var etmedik, bir düzen içinde ve bir amaca uygun şekilde halk ettik” ayetine (21.17) göre düzenlenmiştir. Ku’ran’ın anlamı düzen demektir, eşyanın hakikati bilindiğinde, “Var oluşun içinde ‘düzen’ ilk andan itibaren inmiş haldedir, eşyanın özünde bu hakikat gizlidir, ayetlerin Resul tarafından, ayrıntılı uygulamalar halinde açıklanması 23 yıl sürmüştür” idrakine varılabilir.

            Daima önce bir boşluk veya yokluk vardır. Sonra her şeye sahip olunur. Biz de yoktuk önce, bir plan program veya bir düş, düşünce sonucunda var olduk. Bilim insanları iş ve işlemlerinde tesadüf yoktur. Doğaya gelince aynı bilim insanları “Rastgele, tesadüfen kendini kopyalayabilen enzimler sayesinde canlılık oluştu” der. Evren çok sayıda katsayının var oluşu ve halen de öyle oluşu sayesinde dengede durmaktadır. Elektron küçücük yörüngesinin bir turunu bile tamamlamadan yok olur başka yörüngede ortaya çıkar. Bu elektronun elektrik yükünün değeri az farklı olsaydı madde olamazdı.

            Evrenin genişleme katsayısı az farklı olsaydı ya çökecek veya dağılıp gidecekti. Sanırım “Tüm oluşumda tesadüf olsaydı evren on dört milyar yıl yaşında olamazdı, yeniden oluşmaya çalışırdı” demek mantıklı olurdu.

            Tüm fiil, olay ve eylemler ya doğaldır ya da yapay. Doğal olaylar doğadan yapay olanlar insandandır. Yaptıklarımızı bir amaç gözeterek yaparız. İş ve işlemlerimiz bir sıfat altında yapılır. Amir veya memur, oğul veya baba, öğretmen veya öğrenci olarak yaparız. Sıfatlar belirler işin sonunu. Genelde kötünün yaptığı kötü, iyinin yaptığı iyi olur. Ancak biz işin sonunda görür veya öğreniriz, işinden anlarız yapanın ne olduğunu. Hatta işin sonunu, yapanın kişiliğine, zatına bağlayabiliriz olayı. Kişilik bakmakla, görmekle anlaşılamaz ancak en sonunda kişiliği nedeniyle ne veya nasıl olduğu bilinir. Bilmemizin, bilebilmemizin, aklımızın bir sınırı vardır, sonrasını görerek öncesini biliriz. Fiillerden sıfata ve sıfatlardan zata ereriz. Ermemiz için ‘akıl’ verilmiştir, durmaksızın ‘arama’ kişiliğimize kazınmıştır. Elimizde hazır bulduğumuz özellikleri kullanarak bilinç sahibi oluruz. Amaç insan olmaktır.

            Her sonuç bir sebebe dayanır. Aklımızın düşünme sistemi böyledir. Bugün bir şey varsa, böyle isek geçmişte bir sebep olmalıdır. Bu nedenle kendimize “Nereden gelip nereye gidiyoruz?” diye sorarız. Geri dönüş için zamanı yaratırız. Zaman akıl içindir, itibaridir, izafidir. Proton ile nötronun birleşmesi için zamana gerek yoktur. Elektronların karşılıklı etkileşimi için zaman gerekmez. Foton dediğimiz ışık düzeyine inince değil zaman, mekân da hükümsüz olur.

            İkiz foton deneylerinden bilinir ki bir fotona yapılan etkiden aynı anda çok uzaktaki ikizi de aynı şekilde etkilenmektedir. Kısaca, her şeyin sonrası öncesine bağlı ve bağımlıdır. Her idrak ettiğimiz “Son” için “Böyle olacaktı ya ne olacaktı, çünkü öncesi öyle olanın sonu böyledir” denebilir. Her şeyi an be an yaşarız, biz hep son andaki son durumda varızdır. Bu hal bir mucizedir, varlığımız, yaşamımız, yaşadığımız bir mucizedir. İyi ki böyledir, böyle olduğuna ne kadar şükretsek, teşekkür etsek azdır. Bu halimizin her dakikasını atmış saniye yaşamalı, zevkini çıkarmalı, keyfini bilinçli olarak sürmeliyiz. Fotonu biliriz kendimizi bilemeyiz, bilince “Önce var olan ancak sonra da vardır” dememiz gerekir.

            Amaç insan olmak, yolu da kendimizi bilmek ise Doğu ve Batı kültürleri burada ayrışır diyebiliriz. Sanki birisinde “İnsan haklarını” bilirler “İnsanı” bilemezler, diğerinde “İnsanı” bilirler “İnsan haklarını” bilemezler. Kralın kendilerine tanıdığı hakları başkasına tanımazlar. Karşısındakini kendisi gibi bilemeyen, Hakk’ını tanımayan insan mıdır? Hayvan gibi güçlü ise çok mu önemlidir? Güç Hak’tandır, hak güçten gelmez. Önünde veya sonunda sentez yapmayı umarım öğrenebiliriz. Doğru, doğudan batıya gidiyoruz, umarım batıdan da doğuya geçip gelebiliriz.

            Evrenin son halini, bildiklerimiz kadarıyla, ilminin keşfettiğimiz kadarını biliriz. Sonunu bildiğimizin en başını bilemeyiz, çeşitli kuramlar geliştiririz o kadar. Kendimizin de son halini biliriz, ilk halimizi bilemeyiz. Evren ve insanın ikiz olduğunu, ikisinin de yokluktan geldiğini biliyoruz diyemeyiz.

                Kendine Yardım Ediş

 

            İnsan ve insanlığın gelişimi paraleldir. Her ikisi de benzer hatta aynı aşamalardan geçer. Kutsal mesajlar da evrensel anlamda insanlık için ve bireysel anlamda bir insan için geçerlidir. Âdem âlemin küçük halidir veya makro kozmos âlem ise mikro kozmos da âdemdir.

            Küçük ve büyük her iki âlemde de mana ve madde vardır. Her kişinin bedeni kendisinin arzıdır. Manevi açıdan bir kişinin kalbi de onun Mekke’sidir. Bu kapsamda Mekke’nin Müslüman olmayanlarca istilası ve inananların şehirden sürülmesinden sonra fethedilmesi bireysel bünyede de yaşanabilir. Nefsanî kuvvetler önce ruhani kuvvetleri yenilgiye uğratabilir ve kalbi istila edebilir. Sonuçta nurani ve ruhani güçler kalbi fetheder.

            Kişinin ergen oluşu ile bireysel yaşam başlar. Kendi başına kaldığında büyüme çağında büyüklerinden eğitimle aldığı güzel ahlak dersleri önem ve önceliğini yitirebilir. Hayata atıldığında, yaşam kavgası kargaşasında, bazı erdemlerin başkaları tarafından göz ardı edilmesinin etkisi altında kalabilir. Diğer bireylerle girdiği yarış ve yarışmalarda vehim ve hayal gücü gibi nefsanî duygularına yenik düşebilir. Kalbindeki güzel ahlaka ilişkin erdemler, ruhani ve nurani değerler, geri plana itilebilir veya tamamen unutulabilir. İçki, şehvet, şiddet ve kumar gibi kötü sıfatlar birbirini destekler. Bu durum kalpte yeşermesi beklenen değerlerin kalpten tamamen sürülmesi ve kalbin nefis mücadelesinde yenik düşmesidir.

            İyi değerlerini kaybedip kötü değerlere teslim olmasıdır. Bazen nefsanî güçlerden gazaba ilişkin bazen de şehvete ilişkin güçlerin üstün geldiği görülür. Bu şer güçler, iyilerin aksine, birbirleriyle de savaşır, birisi diğerini kalpten söküp atar. Şiddete eğimli kişilerin hak etmedikleri halde, zorla, diğerlerinin hakkını ellerinden aldığı görülebilir. Bazılarının da iffetlerini kaybettikleri gözlenir. Bu durumlar her yerde ve her zaman öncelikle inanç sistemlerine aykırıdır.

            Nefsanî sıfatlar tarafından istila edilmiş bir kalp ilk bakışta Hz. Musa’nın 10 Emri’ni hatırlatır. “Öldürmeyin” ve “Zina yapmayın” emirleri gazap ve şehvet güçlerine karşıdır. Kalbin nefse, bedene, maddeye dönük kapısına “Sadır” kapısı denir. Bu açıdan kalp bir anlamda “Havra” ibadethanesidir. Kalbin istila güçlerinden tam arındırılmış hali, yani nefsanî sıfatlardan, güçlerden temizlenmiş kalp ise kutsal mesajlara adanmış “Manastır” gibidir. Kalbin “Fuat” kapısından ruha yüceliş gerçekleşmesi durumunda kalp, namazı miraç olan mümin için “Mescit” olur. Böylece fena bulan mümin için kalp müşahede makamıdır. Kötü sıfatların kalbe hâkim olması hali havra, manastır ve mescit gibi ibadet yerlerinin kapanmasıdır. Kötü sıfatların kalbi istilası kalıcı olsaydı Allah bireyde ve evrende anılmaz olurdu. Bu durum yaratılışın fıtratına aykırıdır. Bireysel düzeyde kalbini temizlemeye çalışana, bu konuda Allah’tan yardım isteyene, dua edene yardım eli uzanır.

            Her ayetin bir hadise, bir olay veya eylem üzerine indiği düşünülürse, ayetle denilen ve denmek istenen daha iyi anlaşılabilir. Tüm ayetler de bütünleşmiş bir şekilde birbirini destekler ve tamamlar.

            Her işe Allah’ın adını anarak başlamak yetmez, izin vermesi de beklenir. Her olan ve olacak O’nun güç, kuvvet ve kudretiyle olacağından kalbin fethedilmesi için yapılacak savaşa Allah’ın izin vermesi beklenmelidir. Kalbin istilası öncesi, sırasında ve sonrasında gelişen olay ve eylemlerin bu açıdan değerlendirilmesi önemlidir. Kötü nefsanî güçlerin çarpışıp kalpten söküp attığı güçler, sırf iyi oldukları için atılan, ruhani ve nurani değerlerdir. Birisini döverek elindekini alan kişi önce yaptığından utanır. Utanması onun eğitimli ve ahlaklı olduğunu gösterir. Ahlaklıdır ama hata yapmıştır.

            Zamanla kendisinin de bir çeşit çaba ve uğraşı sonunda kazandığını düşünerek, utanmayı kalbinden söküp atar. Bunu yapan utanma duygusunun iyi olduğunu bildiği halde kalbinde sürekli bir çatışma ile yaşayamadığı için yapar. Utanma olmayınca şiddet şehvetle desteklenir. Birlikte daha büyük kötülük gücü oluşur ve daha çok sayıda iyi sıfatı kalpten atar. Böylece şer güçlerin işbirliği kalbi ruhtan uzaklaştırıp nefsin kucağına atar. Başta yapılan bir küçük tercih sonunda karakter ve kader haline gelir.

            Nefis mücadelesi büyük cihat olarak tanımlanır. Savaşların en uzun soluklusu, çatışmaların en kanlı geçenleri kalpte yürütülen iyilik ile kötülüğün çarpışmalarıdır. Bireysel çapta ve bir kalbin içinde yürütülen çarpışmalarda iyi sıfatlara karşı birleşen kötüler, üstünlük sağlanırsa, birbirlerine düşer. Kalbe hâkimiyet için bir kötü sıfat diğer biri tarafından yenilgiye uğratılabilir. Çok küçük ve basit görülen bir kötülük bile büyüme ve gelişme eğilimi gösterir. Böylece mücadele de büyür, kalbe hâkim oluncaya kadar sürer.

            Çevreye yayılan çatışmalar çevredekilerin de ilgisine girer ve onları da içine çeker. Bireyi aşan toplumsal savaşlarda “Halk aynen Hak’tır”, hatta “Halkın dediği Hakk’ın dediğidir” denilir. Haklı olan iyiler ile Hak’sız olan kötüler savaşır. Çevreye yayılmadan kalbin içinde yürütülen mücadelede ise kalbe ruhtan akıl aracılığı ile alınan inançsal, nurani ve manevi değerlerin kaynağı da Hak’tır. Hakça yürütülen çatışmalarda Hak’lı olan taraf kazanır, iyilik, doğruluk ve güzellik kalbi yeniden fetheder. Hayat da hayattaki mücadeleler de bundan ibarettir zaten. Konuya ilişkin kutsal mesajlar, ayetler de her iki âlem için böylece geçerli olur.

            İnsanın, fıtratına kazınmış olan güzel ahlak değerlerinin kalpten sökülüp atılmasına karşı koyması, mücadele etme isteğini gösterir. Kişinin niyazı, arzu, istek ve duasının karşılık bulması halinde Allah savaşmasına izin vermiş demektir. Birey istemese olmazdı, izin verilmez, karşı koymaz, kötülüğe boyun eğerdi. Kişi içinde bulunduğu bir durumda yardım istemiş olmalı ki Allah da duasını kabul edip yardım etsin, diğer iyi sıfatları ve halkı onun yardımına göndersin. Kötü sıfatların kök salmasına karşı koyan kişi, aynı zamanda, Allah’ın iradesine yardım ediyor demektir. Kalp, önce havra sonra manastır ve mescit aşamalarından geçerek, Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlanmış olur. Kendi bünyesinde vücut bulan ve ortaya çıkan kötü sıfatlarla çarpışan kimseyi Allah nuru ile kahrederek lütfeder. Belki de bir anlamda, “Kendine yardım eden, Rabbine yardım eder.” “Sana savaş açanlara ve sana zulüm yapanlara karşı savaşmana izin verildi. Allah, kendine yardım edene yardım eder!” (22.39,40).

                Gece ve Gündüz Yoktu

           

            Kutsal mesajların deyimleri önemlidir, zamana göre anlam kazanır. Örneğin bir ayetin tevilinde yer alan “Sad, gece ve gündüzün olmadığı vakitte, Rahmanın arşının üzerinde olan dağdır” düşüncesi birçok açıdan ele alınmaya değer. ‘Gece ve gündüzün olmaması’ bugün, zamanın henüz başlamadığını, ışığın henüz oluşmadığını düşündürüp bizi evrenin ilk oluşum anına götürebilir. Sabah veya akşam saatlerini de ele alabiliriz. Dünyanın ve evrenin ayrıntılı görülemediği anları düşünebiliriz. Bu anlarda tüm madde bir bütün, dağ biçiminde algılanabilir ve bu dağın arşın üstünde durduğu ise ayrı bir gerçektir.

            İnsanın, insan olarak tanınması öncelikle aklı ile ilgilidir. Aklı başında ise, iyi ile kötüyü ayırt ediyorsa, reşit sayılır. Akıllı davranışlar iyiden daha iyiye giderken duygusal davranışlar önem kazanır. Akıl, ilmin daha fazlasını talep ettikçe ilmin kaynağına doğru ilerler ve elde ettiği bilgileri kalbe taşır. Kalp bilgileri ve duyguları değerlendirerek evrene anlam verir. Kalp böylece, bireysel ve çevresel, bilinen mevcudatın tümünü kapsar. İlmin kaynağı ruhtan aldığı bilgiyle gerçeği idrak eder.

            İnsanın kalbi bedenin içinde ve onun bir parçası olduğu için kendisinin bedensel ve maddesel yönünü iyi bilir. Nefsanî ve hayvanî nefsin kalbi istila etmesi aşamasında, maddenin yararlı ve zararlı olan her yönünü anlar. Bedensel her iş ve eylemin ardında bir düşüncenin olduğu açıktır. Enerji düşünceye dönüşür ve düşünce de enerjidir. Böylece, mana maddeye dönüşür. Bir hayalin, projenin, kavramın, tasarımın fiile, maddeye, ürüne, uygulamaya dönüşmesi mana ile madde ilişkisini açığa çıkarır.

            İlim, fikir, bilgi ve tasarım enerjisinden bir inşa veya inşaata geçilmesi, ilimden maddeye geçilmesine örnektir. Kısaca, bilinen her şey, evren ve içindeki maddi ve manevi var olanlar, akıl sayesinde kalpte yer alıp önem ve anlam kazanır. Böylece gece ve gündüzün olmadığı zamana anlam verilebilir.

            Bilgisayarın yazılımı onun ruhu ve donanımı da maddesidir. Yazılım ve tasarım önce gelir. Önce donanım yapılamaz. Donanım yazılım kadardır, ona göredir, onun içindir. Donanımı yazılım belirler, özellikleri ve yetenekleri saptayan yazılımdır. Maddeye dönüşen ilimdir. Büyük Patlama ile enerji açığa çıkmış ve enerjiden de kütle oluşmuş ise bu ‘ ilk enerjinin’ evvelinde enerjinin ilmi, özellikleri olmalıdır. Bilimsel özelliklere sahip olmayan, ‘düzensiz’ enerjiden evren oluşamazdı. Fizik ilmine göre enerji iş yapma yeteneğidir. Kuantum âleminin bilgilerinden ve evrenin ilk anlardaki durumundan anlıyoruz ki önce plazma oluştu. Plazmanın soğumasından elektrik yüklü parçacıklar oluştu. Elektriksel alanın oluşumu ve elektromanyetik radyasyon-EMR soğumanın ve basıncın düşmesinin sonucudur. Henüz elektron oluşmadan ve henüz elektronun enerji kaybetmesiyle ışık olarak bilinen ve kütlesi bile olmayan foton açığa çıkmadan; özelliklere ve iş yapma yeteneğine sahip enerji vardı. Diğer bir deyişle henüz aydınlık ve karanlık, gece ve gündüz oluşmadan; kütle ve maddenin oluşacağı enerji vardı. Sad veya suret diyebileceğimiz bu enerji dağının ardında Kaf olarak adlandırılabilecek ilim, mana, düzen vardı. Bilim adamlarına göre evrende var olan her ‘şey’ kendi bilgisinin taşıyıcısıdır. Her ‘şey’ ilgili bilgi ve özelliklerinin deposudur.(*)

            Kalp bedendedir ama ilmi bedeni de kapsar.  Henüz gündüz olmayan sabah veya henüz gece olmayan akşamda ayrıntılarıyla görülemeyen madde bir bütün halinde algılanır. Bu madde dağına Sad ve üzerine oturup deposu olduğu ilim dağına Kaf denebilir. İlmin tümünü idrak eden kalp Rahmanın arşıdır ve bu kalp de Sad dağını kapsar, içine alır. Yeryüzü gökyüzünde ise arz da arştadır. Sad dağı, Kaf dağının içinde ve üzeridedir. Kaf dağının ardında Anka vardır. Bu durum ise yerlere ve göklere sığmayan Rahmanın mümin kulunun kalbine sığdığını da gösterir. Kalbi bilmeyen Rabbi bilemez. ( 50.1; 38.1).

                “Rahman ismi daha sonra gelen her isim ve sıfatın kaynağını oluşturur. Eşyanın tümünü, hakikatini, vasıflarını ve diğer vücudu olan ve olmayan şeyleri kapsayan, Kur’an aklı olarak bilinen, kâmil insan istidadını insanın fıtratında yaratıp kazıyarak Kur’an’ı öğretti. Kâmil insan fıtratında toplanmış olan şey, ayrıntısıyla, fiilen zahir olmuş görünmüştür.”

            “Bu zahir oluş rahmanî, genel rahmet değil rahimî, özel rahmettir. İnsanlığın fıtratını yaratıp Furkan aklını, uygulamaları ona yönlendirerek insanı halk etti. İnsana, böylece, ardına bakıp, Furkan’dan, fiil ve uygulamalardan Kur’an aklına, ilme, ilmin hakikatine ulaşıp haber verebilmesi için, diğer mahlûklardan farklı olarak, konuşma yeteneği bahşedildi. Ruh güneşi ve kalp ayı insanda kendi menzil ve mertebelerinde seyreder. Her birinin kendine özgü olgunluğu vardır. Cisim gecesinde duygusal şuur ile nurlanan hayvani nefis yıldızı vardır. Cisim ve nefs, ceset arzına secde eder, beden, madde ve toprağa bağlı ve bağımlıdır. Böylece eşya maddeye secde eder çünkü ona bağlı ve bağımlıdır, mecburdur, ancak, dolayısı ile eşyanın ilmine secde etmiş olur ama eşya bunu bilemez, yalnız insan bilebilir.” (55.1-6). Bilince, halk edilmişlikten, yaratılmışlığa, inşa edilmişliğe yücelir.

            İnsan, bedenini, bildiklerinden oluşan ilmi ile hareket ettirir. Oturup kalkması, yemesi içmesi, her türlü duygusal ve fiziksel davranışı ruhuna, ilmine uygundur. İnsanlık, insan bedenine, insan bedeni de insanlığa secde eder. Evrenin de oluşumu ve gelişimi, evvelindeki düzen içeren ilk enerjidendir. İlk enerjide bir iş yapma yeteneği vardır, bu enerjinin bütünü rahmanî rahmettir, geneldir. Kütleye, maddeye ve eşyaya dönüşümü rahimî rahmettir, özele inmiş ayrıntıdır. Bu ilk mükemmel yetenekli enerji, bilimsel ‘entropi’ kavramına göre, gittikçe bir çeşit bozulma, bozunum içindedir. İlim bilinmek ister. İlim dağının evren dağı halinde görünmesi, zahir olması ve en sonunda insan eli ile kâmil insanın yaratılmasıyla amaca ulaşılmış ve ilim insanca bilinmiş olur. Gece ve gündüz kavramlarını, karanlık ve aydınlık ortamı bilemeyen, yalnız halk edilmişleri bilerek, hakikati idrak edemez. Var olan şeyleri özellikleriyle bilmek yetmez.

            Doğuştan gelen özelliklerin doğuş olmadan da var olduğu idrak edilmelidir. İdrak ile insanın fıtratına, ayrıntılar öğretilerek, kazınan düzen, Kur’an aklı Furkan olarak görünür. Konuşma yeteneği bahşedilmemiş olsaydı muhabbetle letafet kazanılamazdı.

(*) The Economist, Stephen Hawking's answer to a 40-year-old paradox about black holes, Aug 26th 2015, BY D.J.P.

 

 

 

Rahmanî Işınım

           

            Rahman ve Rahim besmelede yer alan iki isim ve sıfat. Sonuçta her isim ve sıfatın Allah’a ait olduğundan şüphe yok. Ancak, ‘bilinmek’ amacına ulaşmak için yaratılan insan öğrenmeye başlarken her şeye baştan başlar. İlk günden, hatta ilk andan itibaren, çocukça sormaya başlar ne oldu, nasıl oldu, aslı nedir, ne denir? Cevap bulundukça geriye yani en başa doğru ilerlenir. Nereden geliyoruz, nereye gidiyoruz? İnsanlık ve akıllı insan hali!

            Rahman, ortaya çıkma açısından ilk var olan ve maddeleşme şeklindeki olgunlaşmanın hammaddesi olmak gibi, nimetlerin tümünün asıllarını, ‘taşıp yayılarak’ oluşturandır, oluşturanın ismidir.  Her ismin bir cismi de olabilir, bilimsel adı ‘ışınım’ veya radyasyondur. Daha önce üzerinde durulduğu (50.1; 38.1) ilk anda var olanın tümünün ilim haline Kaf, bunun cisim veya madde haline de Sad ismi verilmiştir. İlme de cisme de verilmiş nimetler gözü ile bakılabilir ve bu iki kavram da sentez edilebilir. Kitapta bu sentez yapılmış, sonra oluşanların aslını oluşturana yer verilmiş. “Rahman, nimetlerin tümünün asıllarını ifaza eden, yani ‘taşıp yayılarak’ oluşturandır. Rahman ismi daha sonra gelen her isim ve sıfatın kaynağını oluşturur.” (55.1)

            Bilimsel açıdan da bakıldığında, Büyük Patlama ile ilk oluşanın yayılımı, taşarak yayılması veya ışınımı söz konusu edilir. İlk oluşum anlarına gidişte, ışığın oluşmasından da önce, bir mikro dalga yayılımı veya radyasyonu, ışınımı gerçeği ile karşılaşılır.(*) Boyutları sıfır ama kütlesi sonsuz olan ‘yokluğun’ patlaması ile ortaya çıkan sonsuz sıcaklığın soğuması ile evren oluşur. Söz konusu “Sıcak Büyük Patlama Modeline” göre Evren’in boyutu ikiye katlanırsa sıcaklık yarıya iner.

            Büyük Patlamada sonsuz olan sıcaklık bir saniye sonra on milyar dereceye düşer. Evrenin boyutları ikiye katlanırsa sıcaklık yarıya düşer. Patlamada kuantum etkisi var ve fizik yasaları bilinmiyor, tam bir ışınım hali. Saniyenin on milyarda birinde yalnız proton, nötron ve kuarklar var. Sıcaklık aslında parçacıkların ortalama enerjisinin (veya hızının, çünkü henüz kütle yok) ölçütüdür. Bilimsel açıdan kuarklar bilinirken ve var olanlar bir bütün olarak henüz bir isim almamışken; Kitap, “Var olanların tümünün asıllarını ‘taşıp yayılarak’ oluşturan rahmandır” der. Patlamadan itibaren soğuyarak yayılmakta olan radyasyon, birinci saniyede, proton ve nötronlardan Hidrojen ve Helyum gibi elementlerin çekirdeklerini oluşturur. Üçüncü dakika içinde ise atomlar oluşur. Yıldızların oluşumu için ise bir milyar yıl geçmelidir.(1)

            Rahman ve rahim, koruyan ve kollayan, bağışlayan ve esirgeyen, koruyup merhamet eden gibi çeşitli isim ve sıfatlar diğer tümünün kaynağını oluşturur. Bilimsel açıdan enerji yüklü ışınım kütleye veya maddeye dönüşür. Aynı şekilde dinsel alanda ‘taşarak yayılan’ da eşyaya, hayata ve insana, tüm nimetlere dönüşür. Evrenden taşan kısım anti-madde olabilir.

            Doğanın doğurganlığı kapsamında bir rahimde hayat buluş bilincimizde kolayca anlam kazanır. Hayat veya yaşayan canlıların bireyselliği, rahmanın genelliği yanında, rahmin özel oluşunu anımsatır. Genel ortamda bir yıldız, ardalanda görülebilen bir madde olarak, ışınım halinde yayılan enerji kütle oluşturarak, özellik kazanmıştır. Genel eğitimden özel veya bireysel eğitime geçiş de rahman ve rahim kavramları kapsamındadır. Toplum genel, birey özeldir. Evrende enerjinin varlığı geneldir, her yerde bulunur. Oysa madde ve eşyanın her biri özeldir, enerjinin kütleye dönüştüğü yerde oluşur. Her ‘şey’ kendine özgü özelliklerini kapsayan bilgisinin ve ilminin deposudur, aynıdır.

            Eşyanın tümünü, hakikatini, vasıflarını ve diğer vücudu olan ve olmayan şeyleri kapsayan, Kur’an aklı olarak bilinen kâmil insan istidadını insanın fıtratında yaratıp kazıyarak Kur’an’ı öğretti. Kâmil insan fıtratında toplanmış olan şey ayrıntısıyla fiilen zahir olmuş görünmüştür. Bu zahir oluş rahmanî rahmet değil rahimî rahmettir.” (55.2) Konuşma yeteneği ile birlikte yaradılışına kazınan akıl, insana özgü, verilmiş, özel bir nimettir.

             Çevrenin algılanması bilgi edinme ve öğrenmeyi, aklın kullanımını zorlar. Kendisine bağışlanan akıl ve öğrenme yeteneğinin kullanımının son aşamasında insan çevresinin ve kendisinin idrakine varır. Rahimî nimet ile rahman idrak edilir, görünürden Görünene ulaşılır. Ayrıntısıyla fiilen zahir olup görünenin, insanın fıtratına konmuş olanın olduğu anlaşılır. Aydınlanmış bir kişi ışınımdan gelen, ışıldayandır. Kur’an düzen demektir, evrenin ilk oluşum anından itibaren de bir düzen içinde geliştiği bilimsel bir gerçektir. Ayrıntılar halinde fiilen ortaya çıkan, ilmin görünür, uygulanmış haline Furkan denir. Kur’an, Furkan halinde gerçekleşmektedir. Paranın iki tarafından birisi, yazı kısmı yazılmış, diğeri tuğra kısmı ise kazınmıştır. Anlaşıldığı kadarıyla denebilir ki “Beden-i Muhammet ve ruh-u Muhammet olarak görünen Allah’tır!”

            Bilimsel alandaki kuantum mekaniğinde ‘dalga ve parçacık’ ikilisi isim ve sıfat kapsamında ‘rahman ve rahim’ kavramlarını anımsatır. Evren dalga özelliklerine sahip sonsuz küçüklükteki parçacığın ani şişmesiyle oluşur. (3) Sanki her şey bir akıl oyunudur, aklınız varsa her şey var, yoksa yok!

 (1) Stephen Hawking, “A Briefer History of Time”.

(2) The Economist, Stephen Hawking's answer to a 40-year-old paradox about black holes, Aug 26th 2015, BY D.J.P.

(3) Expres UK, Historic Discovery, By Paul Baldwin, Octber 16, 2015.

Evren Düzenli Hiçliktir

            Bilim adamları evrenin sırrını sonunda çözdü.(1) Kanada’lı bilimciler yaratılan olmadığı için Yaratan’a da gerek olmadığını ispatladı. Yeni kuramsal öneriye göre tüm evrende negatif enerjinin toplamı pozitif enerjinin toplamına eşit. Bu nedenle, Evrendeki her iki tip enerjinin toplamı da sıfır eder. Böylece, evren bir ‘Hiç’, yani ‘Nothing’ ama ‘Ordered Nothing’, ‘Düzenli Hiç’ imiş. Kurama göre küçük veya sanal parçacıklar çok küçük bir miktar enerjiye sahip olabilir ve çok küçük bir zaman için var olabilir, şişme gösterebilir, bu evreni oluşturabilir ve sonsuz küçük zaman içinde veya bir anda yok olabilir. Hiçten bir şey olmuş değil evren hala bir hiçmiş. Küçük bir sorun varmış, bu evren bir ‘Hiç’ ama ‘Düzenli Hiç’ imiş çünkü matematik ve fizik yasalarının varlığı da ayrı bir gerçekmiş. “Kur’an düzen, ilim demektir.

            Bu son bilimsel makaleyi okuyunca “İnanılacak gibi değil”, “inanmak veya inanmamak” kavramlarını düşünmemek elde değil. Kendilerine “Siz bu dediklerinize inanıyor musunuz?” diye sorsak, bilim adamları “Biz inanmayız, deneme yapar, biliriz” diyeceklerdir. “Devasa hadronlarda koşturup çarpıştırdığınız küçük parçacıklardan daha küçük parçacıklar elde ediyorsunuz. Arayıp da bulmakta güçlük çektiğiniz “Tanrı Parçacığı” bulundu, varlığından emin olundu. Kuramsal parçacıkların çok çeşitlerinin varlığı ve elektrik yüklerinin (-) veya (+) olduğu belirlendi. Bir evren de siz yapın öyle ise veya evren içinde bir evren daha oluşsa” desek cevap ne olabilir? Matematik ve fizik var ama evren bir hiç!

            Görünen, görenin görüntüsüdür. “Hak, Muhammed suretinde zahir olur görünür.  Genel rahmeti bütün eşyaya vücut vererek ve özüne olgunluğu yerleştirerek eşyanın tümünü kapsar. Özel rahmeti, zatının tevhidi ve gerçek olgunluğun idrakine sahip Muhammed evliyasına özgü sıfatların, tekliğin zatından bütün hakikati içeren hepliğin kitabının inişidir.” (Fussilet 41.1,2) “Bu Kitap önce bütünün, tüm var olanın, var olan her şeyin tamamının; kısaca eşyanın özüne kısaltılarak, öz halinde konduktan sonra ayetler indirilerek ayrıntılı bir şekilde açıklanmış Furkan, uygulama aklı kitabıdır.” (41.3,4) “Kur’an, Furkan olarak görünür, ilim suret halinde görünür. Surette kalanlar ilmi göremez. İlim bir düzen içinde surete bürünerek açılım halindedir. İlmin görünür hale bürünüşünü, bürünüyor oluşunu, görebilmek için ilmi bilmek, surette kalmamak gereklidir.” (41.5)

            Yukarıdaki ayetleri bilimsel açıdan ele alabiliriz. Elektro manyetik radyasyon (EMR) bilinmeden önce Kitap, Büyük Patlamadan hemen sonra oluşan, mikrodalga gibi ışınıma Rahman adını vermiş. Buna ‘genel rahmet’ denir. Soğuma ve genişleme sonucunda oluşan yıldızlar ve bizlere ise ‘özel rahmet’, ‘rahimî rahmet’ denir. Bu nedenle rahmanda ne varsa rahim olan özel ‘şey’de de o vardır. Rahmanî ışınımdan oluşan her şeyde aynı ilim vardır. Her şey, bilim insanlarının da dediği gibi, ilminin deposudur.

            “Ortada, açıkta, görünür, hadis, zahir, zuhura gelmiş olanın anlatmaya çalıştığı hafa, gizli olanı, görünür olmaya çalışanı görmeden, hatta inkâr ederek, surette kalmayınız.” (41.9) “Aşikâr olarak görünen ‘arz’, görünmeyen, henüz bilinmeyen ilimden rızkını alır. Arzın toprak, ateş, hava, su olmak üzere dört temel anasırdan alacakları takdir edilmiştir. Yeryüzü ve gökyüzü veya arz ve sema olarak bilinen oluşumlardan biri olarak arz rızkını aldıkça oluşur.” (41.10)         Sonra ‘sema’nın icadı kast edildi. ‘Sonra’ kavramı zamanı içermez, çünkü oluşumda zaman yoktur, yön ve oluşturanların farklılığına işaret eder. Sema çeşitli yönlerden arzdan farklıdır, örneğin, sema latif, arz kesiftir.” (41.11) “Sema manadan, yazılım veya tasarım gibi latif bir cevherden oluşur. Arz ise donanımdır, kesif bir maddeden oluşur. Her ikisi birden, zaman farkı olmaksızın, fiilen mevcut olur.” (41.11)

            Kitap açısından Âlemde ne varsa Âdem’de de o vardır. Evren oluşurken nasıl ki önce öz bir arz vardı; sonra genişleme ve soğuma ile kümeler halinde galaksiler oluştukça gökyüzü de oluşmaya başladı. İnsan da ana karnında kırk gün sonra bir santimetre boyunda bir küçük et parçası cenin iken kol ve bacaklar açılım gösterir. İnsan olmaya, insanlığı oluşmaya başlar.

            “Kemal, ilmî ve amelî olmasa davet sahih olamaz. Sahih olsa da Allah'a, yani cemi' sıfat ile mevsuf Zatına olamaz. Zira amel etmeyen bir âlim davet ederse daveti, Allah ismine olur. Âlim olmayan bir amel sahibi davet ederse daveti Gafur ve Rahim is­mine olur. Âlim amil ve arif kâmilin ise Allah'a daveti sahih olur. Ruh nuru gündüzü ve ruh güneşi ve kalp ayı, Allah'ın âyatındandır, delillerindendir. Siz O’nda fena ve O'nunla vukuf ve O’nunla Hak'tan perdelenerek güneşe secde etmeyiniz, aya da secde etmeyiniz. Ve zatta fena ile onları halk eden Allah'a secde ediniz.” (41.33) ‘En hakiki mürşit, kişi değil, kişideki ilim!

            Kitabın anlatmaya çalıştığı gerçekler de bilimsel bulgular da içinde yaşanan evren ile ilgilidir. Bir önceki makalede üzerinde durulduğu gibi “Dalga yayılımları veya ışınımları parçacık özelliği taşımaktadır” Kitap bu kavramları “Rahman ve rahim” sıfatları ile ele alır. Sonsuz sıcaklığın soğumasıyla ışınımlar yıldızları oluşturur yani rahman rahim olarak görünür. İnsan özünde ilmin tümünü bulabilir.

            “Kur'an'ı Biz inzal eyledik, indirdik ve elbet onu Biz hıfzederiz, koruruz. (Hicr 15.9) “Kur’an, gayba iman edenlere hidayettir, onları basiret sahibi yapar, şifa verir, kalplerini temizler. Görüş ve uygulamalarla basiretlerini, kalp gözüyle görmelerini geliştirir. İnanmayanlar işitemez ve anlayamaz, gaflet içinde olduklarından Kur’an onlara nüfuz edemez. Hakk’ın görülüp idrak olunduğu nurun kaynağından uzak oldukları için gafletten uyanamazlar.” (41.44)

            “Evren Düzenli Hiçtir” diyen bunu birçok deneyleriyle ispatlayan bilim insanları ‘görmedikleri ve bilmedikleri’ bir şeye inanıyor ve iman ediyorlar. “Siz de gayba iman ediyorsunuz” dense itiraz ederler ama deneyleri tam değil kuramsal düzeyde. Matematik ve fizik ilminin var ve gerçek olduğunu söylüyorlar ama uygulama yok ‘inanmadıkları için tam anlayamıyorlar’ denebilir. Din de bilim de aklın ürünüdür.

            “Biz inananların, içerde ve dışarıda, görünür ve görünmezde, müşahede etmelerine yardımcı oluruz. Hatta muhakemelerine, deliller ile anlamalarına yardımcı oluruz. Böylece, Hakk’ın görerek, apaçık aşikâr olduğunu idrak ederler. Yardım ettiklerimizden Hakk’ı eşyada müşahede edenler için Rab yeterlidir, efali delilleriyle, sıfatı tecellileriyle, görünüşleriyle anlaşılır, her şey bilgisi kapsamındadır. Her şeyin hakikati Hakk’ın ilminin aynısıdır, vücudu ilmi ile oluşur, ilmi zatının aynıdır ve zatı aynı vücududur. Gayrın vücudu, aynı ve zatı da yoktur, batıldır, zandır. Her şey haliktır, yaratılandır, yalnız Hak Halık’tır, Yaratandır, Hakk’ın yüzü, Hakk’ın zatı bakidir. Nefiste ve çevrede görünen ve beliren vasıflar, sıfatlar Hakk’ın varlığının ortaya çıkışı iledir.” (41.53,54)

            Mikrodalga ışınımı, X-ray ışınımı gibi çeşitli EMR ışınımı dalgalar halinde küresel biçimde yayılır. Her yerden her yere, her zaman sonsuz ışınım vardır. Bir göze ulaştığında ‘görülebilir ışık’ olarak görünür. Görünen ışık fotondur, kuantalar halinde yayılır, ışık hızında yayılır. Bir kuanta belirli bir miktar enerji taşır. Böylece fotonun enerjisi ölçülür. Işınım dalga halinde olsa da partikül, parçacık veya foton olarak görünür. Bir ışık kaynağından sonsuz ışın, ışık çıkar. Işık camdan geçerken kırılır ve dalga boylarına göre renkler de görünür. Kuantum mekaniğine girince de dalga özelliği gösteren parçacık ve parçacık özelliği gösteren dalgalar söz konusu olur. “Belirsizlik İlkesi” ile çeşitli gerçeklikler anlatılır. Sanırım en iyi sonuç şu olabilir “Görünen bilinmedikçe, Bilinen görünmez!”

            Kitap “İlim, maluma tabidir” der. “İnsanlar kendilerini var zanneder, şirk içindedirler. Dünya bir hayal ve yalandır aldanmayın. Allah vardır gayrisi de yoktur, Hak vardır gerisi batıldır.” Bu ve benzeri kavramlar bilimsel alanda da yer almaya başladı. “Sonsuz küçük, sonsuz sıcak, sanal parçacık, şişerek oluşan evren, sonsuz küçük bir zaman için var olabilir. Evrendeki toplam enerji sıfır olduğu için evren aslında bir hiçtir, ama düzenli bir hiçtir çünkü matematik ve fizik yasaları vardır ve gerçektir, yürürlüktedir.”(1) Dostumuza sorarız “Nasılsın?” o da cevap verir “Gördüğün, bildiğin gibi” din de bilim de aynı kavramları içermektedir. Neyse ki bilmek, bilmemek ve inanmak, inanmamakta özgürüz, her şey nasıl görüyorsak öyle!

(1) Expres UK, Historic Discovery,By Paul Baldwin, Octber 16, 2015. (https://www.express.co.uk/news/science/612340/Origin-of-the-universe-riddle-solved-by-Canadian-physicists-and-er-it-wasn-t-God  

Bilimsel Vuslat

           

            Hep öğreniriz, aklın çalışması engellenemez. Arama, keşif ve buluşlar birbirini izler. Bulma, bilmede sınır tanınmaz. Bir yandan kendini bilme, diğer yandan yeryüzünü ve gökyüzünü bilme çabaları yürütülür. İnsanlığın gelişiminde ‘kutsallık bilinci’ için bir tarih belirlenemedi. İnsan da kutsallığa doğuştan yatkın görünmektedir. Eski bir tapınakta “Kendini Bil” yazması da tesadüf olamaz. Doğal ihtiyaçlar karşılanırken doğaüstü inançların da bulunduğu düşünülebilir. Sanki halk ‘Yer Tanrı, Gök Tanrı’ derken Doğu’da idi, kutsala ‘benliğinde’ erince Ortadoğu’da buldu kendini. Evren bilincini geliştirmek için Batı’ya yürüyüş sürdürüldü. Evrenin doğuşuna kanıtlarla tanıklık edilince de Doğu’dan gelindi, ilim halkın kalbinde yerini aldı. “Allah’tan başkası yoktur, emri, dediği olur; evreni bilinmek için yaratmıştır, ilmin amacı kendini ve Allah’ı bilmektir; görünen, görenin görüntüsüdür” diyen inanç küçümsendi. “Ölçülüp biçilen, kesilip tartılan madde nasıl ‘serap’ olurmuş” diyen bilim insanları sonunda Hak ve hakikate erdi. İnanmayanlar, bilimsel kanıtlarla, inanılanları ispatladı.

            Saf Anadolu kültüründe, halkın dilinde, kalpten söylenen, öyle deyim ve deyişler vardır ki kanıtlamak için Batı’ya gidip, eşyanın hakikatine inip, Doğu’dan gelinmeliydi. Âşık ozanların, halk şairlerinin dizeleri halkın bilincinde yer eder. Hak ve hakikat arayışında insanlığa öncülük eder. Halk her yerde ve her şeyde Hakk’ı görmeye yatkındır. İlmin amacı kendini ve Hakk’ı bilmektir, Allah’a yakınlaşma ‘ilmen’, ‘aynen’ ve ‘hakken’ olmak üzere üç aşamalıdır.

            İlmen ve aynen aşamaları dinsel ve bilimsel yaklaşımları birleştirir. Akıl önemli, sezgi de önemli. Mantıklı olmak iyi, duygusal olmak da kaçınılmaz. Akıl ve hikmet sentez edilir. İnançlı olanlar da bilmeye zorlanır, aklını kullanmaya teşvik edilir. Düşünmeden, tefekkür etmeden, ne yaptığını bilmeden imanlı kişi olunamaz. Bilerek, bilinçli olarak Allah’a yaklaşılır.

            Bütün bu düşünceler bilim ve din yaklaşımlarını DNA sarmalı gibi bir senteze götürebilir. Genel anlamda bu sarmalın iki ana hattını din ve bilim; kalp ve akıl, ruh ve beden, mana ve madde, yazılım ve donanım diye ele alabiliriz. En büyük olarak bilinen, fizik, kimya, astrofizik, biyokimya gibi alanlardaki, bazı bilim insanlarının, elde ettikleri buluşları, Allah’ın olmadığını kanıtlamakta kullanmaları manidardır. Kendilerini ve buluşlarını inkâr ettikleri bir konuya veya alana, gereksiz, istenmeden, bir anlamda zorla, sokmaları düşündürücüdür. 

            ‘Akıl insana verilen en büyük nimettir’ denirdi. Doğayı, ‘Akıllı Tasarım’ olarak ele alan bazıları, varlığına kanıt bulamadığı için, Allah’ı inkâr etti.  Kuantum âleminde miniskül parçacıkların bir anda var olup yok olduğu bilinir. Böyle sanal bir parçacığın, ‘Şişip Genişleme’ modeline göre evreni oluşturduğu kanıtlandı. Nasıl olur da ‘bir şey’ yoktan var olur? Sorusuna yanıt bulundu. Bu sorunun sorulması yanlışmış. Evrendeki pozitif ve negatif enerjinin toplamı sıfır ettiği için, Evren bugün dahi ‘bir şey değil’ bir ‘Hiç, ama ‘Düzenli Hiç’ imiş. Düzenli, çünkü evrendeki hareketler fizik yasalarına ve matematik formüllerine uygunmuş. Sonuç ve söylenen doğru ama anlaşılan veya yorum yanlış olabiliyor. Bilimsel deneyler doğru söylüyor ama Profesör Doktorlar yanlış anlıyormuş.   Evren bir ‘hiç’ olduğu için bir Yaratan’a da ihtiyaç yokmuş. “O’ndan gayri bir şey yok” diyene, ‘ben yoksam o da yok’ der gibi. Bilimsel olarak ‘var olan herhangi bir şeyin aslında olmadığı, var görünen maddenin, aslı sanal olduğu için, var sayılamayacağı’ kanıtlanmış oldu. Bu şekilde, böyle bir ‘Varlık’ yokluğun kanıtı olsa gerek. Varlıkta yokluk bulundu. Aslında olmadığımızı kanıtladık, şimdi sıra bunu idrakte. Biz elimiz tutuyor, gözümüz görüyor diye var olamıyoruz. Evren yok ki biz olalım. Mucize olan, ‘serap’ şeklinde de olsa, var olduğumuzu ‘zan’ etmemiz. “Evvelde ‘Var Olan’ ahirde de vardır, sonradan yok olan da hiç olmamıştır” denildiğinde inanmalıydık. Yokluğumuz ispatlandığına göre Hak ve hakikati idrak edebiliriz artık.

            İnsanın iş ve eylemlerinde kullandığı güç, kuvvet ve kudret Allah’a aittir. Her isim ve sıfat da o’nundur. Bilinmek için evreni yaratmış ve insanı, kemale ermesi, kendinin idraki, için donatmıştır. Önce bilgi edinip, bilerek yaklaşılır. Her şeyin ondan gelip ona gittiğini idrak ederek şirkten dönülür. ‘Aynen’ biliş aşaması da böyle başlar. Sanal parçacıktan çıkan ilk enerji de, zamanla oluşan kütle ve madde de, ilminin aynıdır. S. Hawking’e göre her ‘obje’ veya ‘şey’ özelliklerinin, ardındaki ilminin deposudur, toplam ilminin görüntüsüdür. Evren, sanal parçacığın var gibi görünen halidir, önemli olan, bu parçacığın yüklendiği özellikler ve özünde taşıdığı Kur’an, ‘Düzen’, fizik ve matematik ilmidir. Bir inşaat projesinin ismi, resmi, cismi de, ardındaki ilmin halleridir, aynıdır. “İnsan da fıtratının, fıtratına kazınan ilminin aynıdır.”(41.53,54) Herkesin ve her şeyin cismi ve ameli ilmine tabidir, biat eder, daim secde eder.

            Bilimsel ve dinsel yaklaşımlar, DNA’da olduğu gibi, iki temel unsuru oluşturur. Öğrendikçe, aşamalar halinde, merdivende tırmanarak, yükselerek yücelişle, Allah’a yakınlaşma sürdürülür. Son kimya Nobel ödülünü alan vatandaşımız Aziz Sancar, DNA’nın inşasında basamakların oluşumunu düzenleyen ‘Ritmik Saat’ keşfetti.(1) Ana hatlardan çıkan bir basamağın aynı taraftaki diğer basamakla birleşmesi önleniyor. Karşı basamağa tutunması sağlanıyor. Dinden ilme, ilimden dine geçip sentez basamağı ve sentez oluşturmak şarttır. Yalnız bilim veya din tarafında kalmak olmaz. İnanan okumalı, öğrenmeli, bilmeli ve idrak etmeli; bilimciler de doğanın dediğini doğru okuyup anlamalıdır. Okuyup idrak şart!

            İlmen yakini, aynen yakin izler. Tasavvuf veya tevhidin bir ilim olduğu, belirli yöntemler çerçevesinde, belirli bilgilerin öğrenildiği bilinir. İlmin bilinmesi yetmez uygulanmalıdır. İlim amel içindir. İlmi olan âlim, idrak eden de ariftir. İnsan kendisinin bir ilim olduğunu ama bu ilmin sahibinin kendisi olmadığını idrak edebilmelidir. Her var olan, ışınım ve parçacıktan, rahman ve rahimden, genelin kütle ile özelleşmesinden, enerjinin kütle oluşturmasından var olur. Aynen yakin aşaması, evrenin, ilmin bir hali, görünür hali olduğunu kanıtlar. İlim ile evren birleşerek tevhit olur, geriye idrak kalır. Testi var ise testinin sahibi testi olamaz. Bilgi var ise sahibi bilen midir? Matematik, matematikçinin midir?

            Bilimsel deneyler son noktayı da koydu. İkiz foton, elektron veya atomlardan birine yüklenen bir bilginin, halin anında, galaksinin öbür ucunda dahi olsa, ikizine geçmesini Einstein ‘ürkütücü’ bulmuştu. Son deneyler kesin sonuca vardı.

            Bilgi, birinden ötekine ışık hızından daha hızlı aktarılıyordu. Yeni deneyler sonucu kanıtlanan duruma göre sonuç daha ‘ürkütücü’ imiş. Her şey, olmuş ve olacak, evrenin doğuşundan itibaren, ‘Önceden Belirlenmiş’ olabilirmiş.(2) Bilim insanları, kanıt, keşif, buluş ve bilişlerle yürüyüşe, Dünya’dan başladı, galaksilerden, evrenin doğuşuna döndü, rücû ettiler. Öyle ki “Çok haklısınız, evren diye görünen düzenli bir serap imiş” dediler, ilme biat edip, ilme tabi olup, secde ettiler. Böylece, ‘En Hakiki Mürşit İlimdir’ gerçek oldu. Ama bazı bilenlerin idraklerinden, henüz, şüphe edilir. Çünkü kendilerinin elde ettiği sonuçlar, inanamadıkları için, ‘ürkütücü’ imiş. Sanki birisi biliyor inanamıyor, diğeri inanıyor bilemiyor. Olsun, öyle olacak ya nasıl olacak? Çünkü her şey doğuştan, evrenin doğuşundan, önceden belirlenmiş!

            Özet olarak,  Evren ile Âdem, Kur’an ile İnsan ikizmiş gerçekten. Bilim insanlarından bazıları, ateistler, Doğu’nun inancından, dininden Batı’ya kaçtı, hakikat güneşinin gurup ettiği batıya, eşyaya, maddeye, o kadar kaçtı ki doğudan geldiler. İspat eden, etmeyen, idrak eden, etmeyen sağ olsun. Amaç ‘Bilinmek’ ise gerçekleşti; Görünen, Görenin Görüntüsüdür!

(1)The Economist, Aziz Sancar, Oct 10th 2015, The 2015 Nobel science prizes Wisdom, ancient and modern

 

 

 

                 Kader, Hikmet

 

            Genellikle bir şey düşünülür, değerlendirilir, karar verilir, uygulamaya geçilir. Düşünülmeden akla gelen bir düşünceyle hareket düşüncesizliktir. Düşünme, değerlendirme, karar alma ve uygulama birer fiildir. Her fiilin öncesinde bir akıl ve aklın değerlendirmeler yaptığı bir ilim, bilinen bilgilerin toplamından oluşan bireysel ilim vardır. Herkesin bireysel ilim topağı kendine özgüdür, hareketleri özgündür. Kişi genetiğinden gelen ve çevresinden aldığı ilmi ile birey olur, o ilme birey denir, ‘her kişinin bir ilmi var’ değil ‘her ilim topağı bir bireydir’ aslında. ‘Her birey ağırlığınca atom yığını’ değil, ‘kilolarca atomun belirli bir ilimle birleşerek oluşturduğuna’ birey denir. Atomların belirli bir şekilde birleşmesi de ilimle olur. Atomlar bir genetik ilimle birleşirse fındık, diğer bir şekilde fıstık olur. Genetik ve çevreden alınan ilmin üzerine, doğada olmayan, bireyin ürettiği yeni bir ilim pek olmasa gerek.

            Saygın bilgin S. Hawking ‘her obje özelliklerini içeren bilgilerinin deposudurder.(1) “Üstelik bir ‘şey’e ait bilgi, özellik, enformasyon asla kaybolmaz, bir kütle veya bir yıldız gibi bir ‘şey’ kara deliğe düşse bilgisi, ‘olay ufkunda drape şeklinde kalır’, kara deliğin ekseninden fışkırır asla kaybolmaz” diyor. Bu yeni buluş insanı da rahatlatır, ölünce, şekil ve beden kaybolsa bile insanı insan yapan ilim var olmaya devam eder. Bilim insanları ‘özel görelilik’ ve ‘genel görelilik’ dese de ‘altyapı’ ve üstyapı’ diye iki âlem vardır. Kuantum âlemi de denen atom altı parçacıkların dünyasında fizik yasaları farklıdır.

            ‘Altyapı sağlam olmalı ki üstyapı sağlam olsun’ denir. Ancak altyapıda hemen her şey ‘belirsizlik ilkesi’ ile belirlenir, parçanın ya yeri ya da hızı bilinebilir. Enerji veya kütle bir anda yoktan var olur, bir anda yine yok olabilir. Geçmiş ve gelecek aynı anda mevcuttur ama bunu akıl ile idrak mümkün değildir. Bu ve benzeri düşünceler altyapı âleminde gayet makul ve mantıklı. Bilginler de bu durumlarda ‘inanmak zor ama gerçek budur’ diyor olmalı. Önce ilim vardı, enerjiye dönüştü, sonra kütle oluştu. Atom ve atom altı parçacıklar ilminin aynı ise evren de ilminin aynıdır.

            Otuz yılı aşkın bir süre önce, bir bilge kişi, Bursa’da, Ahmet Hançer, “Mana âleminde ispat edildi, şimdi madde âleminde ispata gidiliyor” demişti. İnanç âleminde söylenenlerin doğruluğu bilimsel olarak ispat edilecek diye düşünmüştüm. Kitabımız Kur’an’da, Fussilet 53, 54, ‘her şey ilminin aynıdır’ denilmekteydi, Hawking’in, yukarıda, dediğini okuyunca ispatlandığını anladım. Kütlesi olmayan bir parçacık bile özelliklerinin, ilminin deposudur, aynısıdır.(*) Hepimizin gen yapısı aynı, genetiğimiz farklıdır. Altyapımız nötron, proton gibi aynı parçalardan ama üstyapımız, kişiliğimiz farklı, ilmimiz aynı, sentez, uygulama farklı.

            Diğer saygın bilgin Einstein ‘elektronlar etkileşim içindedir’ der. Türk Einstein olarak bilinen Oktay Sinanoğlu ise ‘moleküller etkileşim içinde hareket eder’ der. Kişilerin birbirlerinden etkilenmesi de bu kapsamda değerlendirilebilir. Her bireyin beden, bilim ve zihinselden oluşan ‘kişilik ağırlığı’ vardır. Her birey bir ‘İlim Topağı’dır. Dünya ve ay birbirlerini, kütlelerinin uzay zamanı büktükleri kadar çeker görünür.

            Kişiler de ilimlerinin ağırlığı kadar birbirlerini çeker, cezp eder. Kısaca ağırlığımızla çeker, karşımızdakinin kişiliğinin ağırlığı kadar çekiliriz. Her şeye ve sonuca kişiliksel ilim topaklarının ağırlığı neden oluyor olabilir. Düşünce, değerlendirme, karar ve uygulamalarımız buna göre oluyorsa ne kadarı için ‘ben yaptım’ denebilir ki? 

            Yeni sonuçlanan deneyler ve sonuçlara uygun geliştirilen kuramlara göre 16 Ekim 2015’te yayınlanan bir bilimsel makale, evrenin oluşumuna son noktayı koydu. Söz konusu bulgulara göre ‘Evrenin Yoktan Var Olan Düzenli Bir Hiç’ olduğu kanıtlandı. Makaleye göre, “Daha küçüğü olamayacak kadar küçük, sanal bir parçacık; daha kısası olamayacak kadar bir zaman süresi içinde var olup ‘şişip genişleyerek’ bu evreni oluşturdu. Bu durumda ‘yoktan bir şey oldu’ denemez çünkü evren, içindeki negatif enerji ile pozitif enerjinin toplamı sıfır ettiği için, halen de bir şey değildir. Evrenin ‘Hiç’ olduğu kesin ama evrendeki fizik yasaları ve matematik formüllerinin varlığı gerçektir. Bu nedenle evren ‘düzenli bir hiç’tir.” (2) Saygın bilim insanları bu bilimsel bulgularını “Evreni Tanrı’nın yaratmadığı kanıtlandı” adı altında sunmaktadır. Bilginlerin bulguları birleştirildiğinde, sanal da olsa parçacık, ilminin aynı olacağı için, ‘evren, ilminin aynıdır’ ve varlıkta yokluk ispat edilmiştir. İnanç sistemi de zaten “Evren, Allah, bilinmeyi sevdiği için sevgisinden yaratılmıştır, bilen onun ilmiyle bilir, seven de onun sevgisiyle sever” der. İlim bilinmek ister, akıl da bilmek. Her şeye anlam veren, özelliklerini bulan, ilmini bilen akıldır, insan akıllı ise insandır, insan da kendini bilendir. Kendini bilen de Rabbini bilir!

            Yukarıda arz edilen iki bilimsel bulgu yeterli görülebilir ama Ekim 2015’in sonunda yayınlanan bir makale de bu ikisini teyit etti. İkiz atom, elektron ve fotonların haberleşmesine ilişkin araştırmada sonuca ulaşıldı. Konu “İkizlerin birisindeki ‘durum değişikliği’ diğerine, ışık hızından daha hızlı nasıl aktarılıyor, gizli bir değişken mi var?” idi. Sonuçta durum değişikliğini aktaran gizli bir değişkenin olmadığı anlaşıldı. Çok defa tekrarlanan deneyler sonunda karar verildi. Kararda “Her Şey Evrenin Doğuşunda, Önceden Kararlaştırılmış Durumdadır” denilmekte. Hatta “Kimin bundan sonra hangi makaleyi okuyacağı da önceden belirlenmiştir, böyle haller metafizik konusudur, fizikçilerin konusu değil” deniyor. “Her şey evrenin doğuşundan itibaren önceden belirlenmiş” (3) demek için bilim insanları zorlanmış olmalı. Aynı durum inanç sistemlerinde “Kader” konusu olarak işlenir. Kadere inanmak da kader olabilir. Doğunun inanç âleminden inkâr edip uzaklaşıp, Batıya, maddenin hakikatine gidenlerin Doğudan gelmeleri ilginçtir.  İnanan ile inkâr eden birbirine ‘doğru söylersin ama yanlış anlarsın’ der. Bilen âlim, aynı ilmi idrak eden ariftir. Hak ve hakikat birdir ama anlayana!

            Cehaletten kurtulma çabasıyla girilen eğitim ve öğrenim sürecinde şartlanma ve sahiplenme yaşanır. ‘Ben’lik ve bencillik geliştirilir, sonra da bu zanlardan kurtulmak zor olur. Fıtrata kazınmış olan ilim, önce inanmaya sonra da inanılanı ispata götürür. Fiil, sıfat ve kişilikler ilmin birer tezahürü ise, gözlem ve deneylerle doğadan elde edilen ilmi sahiplenmekten vazgeçmeli. Hayatta olan hayata sahip olamaz, içinde olmakla evrene sahip olunamaz.

                Mükemmel çalışan ve saat gibi işleyen bir ‘düzen’ varsa, amelin ilme secde ettiğini izlemekten keyif ve tatlarından lezzet alarak, zevk içinde şükretmekten başka yapacak bir şey olmayabilir. İnsan, kadere inanmanın hikmetine kurbandır!

(1) The Economist, Stephen Hawking's answer, Aug 26th 2015, by D.J.P.

(2) Expres UK, Historic Discovery,By PAUL BALDWIN ,  Oct 16, 2015 (https://www.express.co.uk/news/science/612340/Origin-of-the-universe-riddle-solved-by-Canadian-physicists-and-er-it-wasn-t-God

(3) The Economist, Quantum theory, Oct 24th 2015 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                İnanmaktan Bilinmeye,

           

            İnsan ve insanlığın gelişimi paraleldir ve uzun soluklu bir süreçtir. İnsanın düşünmesi ve inanması birlikte gelişmiştir. Bilimsel yasalarla Evrenin Doğuşuna tanıklık edilmektedir.  Evren, kendini merak eden yaratıktır. İnsan olmak için de ilk tapınaklarda “Kendini Bil” yazılmış. “Yağmurun Allah’tan olduğuna” inananlar “Evet ama nasıl?” diyerek gerçeğe ulaştıkça bilir olmuş. Bilinçli düşünme ve bilinçli iman müştereken ilimde yükselme, imanda yücelme sağlamış. Aksi halde, örneğin, bilmeden iman “Hayali” kalırdı, “Hakikate” ermek olamazdı. İlimden kaynaklanan iman, bilimi doğurur ama bilim elindekini bırakamaz, evrenin dışına çıkamaz. Kuantumla “Evrenin, yoktan var olan parçacıkların şişmesiyle oluşan düzenli bir hiçliktir” olduğu kanıtlandı.(1) İnanç temeline dayanarak  “Yokluktan yaratılan evrende insanın varlığı aklının izafi oluşundandır, insan aslında yoktur” denirse bu, bilimsel açıdan bağnazlık olabilir. Çünkü annenin sevgisi, çocuğun anne sevgisinden de büyüktür.

            Genel görelilik kuramı üç boyutlu olarak düşünülen uzay ile zamanı, uzay-zaman veya “uzam” olarak birleştirir. Madde, uzayı büker ve ona nasıl ve ne kadar büküleceğini öğretir, uzay-zaman da maddeye nasıl hareket edeceğini gösterir. Einstein, izafiyet teorisi, genel görelilik kuramı ile gravitasyonun, yer çekiminin bir güç olmadığını kanıtladı. Örneğin Dünya, Ay’ı çekmez, kendi kütlelerinin büktüğü ortam ve yollarında hareket ederler. Gökyüzünde kütlelerin uzay zamanı bükmeleri nedeniyle ışık bile bükülmüş görünür.

            Işığın kaynağı, eğer arada Güneş gibi uzay-zamanı büken bir kütle var ise, gözümüzün gördüğü yerde değil, ışığın geldiği yerdedir. Görelilik, evrenin Büyük Patlama anından itibaren, genişlemekte oluşunu, kara deliklerin, gökadaların ve yıldızların konumunu bildirir. Zamanda yolculuk yapar gibi her “Şeyin” geçmişte ve gelecekte nerede ve nasıl olacağı kesin olarak bilinebilir. E=MC2 formülü ile ışık hızında hareket zamanı durdurur.

            Kuantum kuramına göre, uzayın en küçük ölçeğine bakıldığında, daima görülecek şaşırtıcı, değişmez bir gerçek vardır, o da bir “Parçacık çiftinin” yoktan var olup tekrar yok olduğudur. Sürekli bir şekilde var olup yok olan bir çift parçacık için Dr. Hawking bir fikir ileri sürer. Buna göre, parçacık çiftlerinin var ve yok oluşları, kara deliklerin “Olay ufkunda”, geri dönülmez noktasında, gerçekleşiyorsa parçacıkların bir kısmı yutulur bir kısmı da kara deliğin ekseni etrafında ışıyarak kaçar. Kaçan parçacıklar “Hawking Radyasyonu” adı verilen ışınıma yol açar. Böylece kütle enerjiye dönüşür ve kaybolan enerji en sonunda kara deliğin kendisinden gelmiş olur. Görünüşe göre, kara delik zamanla buharlaşıp yok olarak “Hiçliğe” dönüşür.

            Kuantum mekaniğinin kara delikler alanında kullanımı, genel görelilik yasalarıyla birlikte, her alan ve parçacık için, her iki kuramı bütünleştirerek, tüm evrende her şeyi açıklayıcı bir kuram elde etmeye yöneltti. Ancak iki kuramın “Gerçeği” çok farklı gördüğü anlaşıldı. Kuantum için her “Şey”, belirli bir ölçekte, “Parçacık” temelinde ve “Yerel değil” konumundadır. Parçalar birbirinden bağımsız ve bağlantısız görünür.

            Ancak davranışlarında “İkizlik” ve “Olasılık” hâkim. Bir parçacığın bir yerdeki davranışı kilometreler veya ışık-yılları uzaktaki ikizinin davranışına bağlıdır. Olasılık, bilgi eksikliğinden değil gerçek dünyanın öyle oluşundandır. Parçacığın var ve yok oluşu “Ya var, ya da yok” oluşundan değil “Hem var, hem de yok” oluşundandır. Görelilik denklemlerinde ise temelde belirlilik, kesintisizlik ve düzgünlük hâkimdir. Uzay-zamanda boşluk yoktur, doğrular bükülebilir ama sürekli ve kesintisizdir. Kuantum kuramı,  atomun çekirdeğini oluşturan “Güçlü nükleer”, atomu oluşturan “Elektromanyetik” ve “Zayıf nükleer” olmak üzere üç güç tipini tanımlar, belirler ve birbiriyle ilişkilendirir. Bu güçler parçacıklardan kütle oluşturur. Böylece kütlenin oluşumu veya var oluşu, kütlelerin hareket edişinden farklı ele alınır. Bir şey önce var olmalı ki hareket etsin. E=mc2 kütlesi olmayan parçacıkların ışık hızındaki hareketini de açıklar.

             Bilimsel ve dinsel bazı kavramlar yaklaştı denebilir. İlk akla gelen “Büyülttüm âlem ettim, küçülttüm Âdem ettim” deyimidir. Hatta bu Dünya’nın “Altı ateş, üstü su” oluşu gerçeği de vardır. “Allah her şeyi yoktan var etmiştir” denildiğinde “Ne yoktan bir şey var olur, ne de var olan bir şey yok olur” denilmişti. Bu termodinamik yasasına “Evren hem vardır, hem de yoktur” diyerek karşı koyanlar da “Vardır ama hiçliktir” diyenler de bilim insanıdır. “Var gibi görünüyor ama aslında yok” inancı kanıtlanmış olur. Sorulara cevap ve sorunlara çözüm ile “Gerçeği” arayan bilim, her devirde inançlara yer ayırmıştır. İnanç sisteminin özünün kanıtlandığına bazı bilim insanları inanamaz.

             Bu gerçekler ışığında “Din ile bilimi birbirine karıştırma” denemez. Hiçbir şey göründüğü gibi ve göründüğü yerde değildir. “Olduğun gibi görün veya göründüğün gibi ol” deyimi daha iyi anlaşılabilir. Bilimsel olarak kanıtlanıp inanılanların hepsinin bilinmesi durumunda “İnanç sistemi” ortadan kalkmaz. Belki sadece, “Bilinmeyi sevdim, evreni ve insanı yarattım” deyimi ile ortaya konan “Amaç”, ilmen yakın olarak, gerçekleşmiş olur.

(1) Expres UK, Historic Discovery,By PAUL BALDWIN ,  Oct 16, 2015 (https://www.express.co.uk/news/science/612340/Origin-of-the-universe-riddle-solved-by-Canadian-physicists-and-er-it-wasn-t-God

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                Gerçeğin Aslı Bilinmelidir

           

            Sorun, bilmeye çalışmakta. Her gün, doğal, birçok şey görüp öğreniriz. Önce algılanır, düşünerek de akıl kullanılır. Akılla yanılmaya karşı bilgiler ‘gerçekten mi’ denip teyit edilir. Görüp tanık olunan bir şeyin bile aslı araştırılır. Hele insan ilişkileri çok yönlü yanılmalara neden olur. Gerçeğin bilinmesi yetmez aslı da bilinmek istenir. Nedeni bilinmez, ama öyle!

            Önce, yanıltıcı, “Kaos” kavramına değinelim. Kaos karmakarışıklık, düzensizlik değil, ilahî denecek kadar, anlaşılması zor bir “düzenliliktir”. “Entropi” kavramı ise her şeyin, zaman içinde, bilinen bir başlangıçtan, sürekli bir “Bozunum” ile belirli bir sona gittiğini gösterir. Bir barajın potansiyel enerjisi, elektrik üretilerek kinetiğe dönüştükçe, sıfıra doğru gider. Sürekli bir yeni oluşuma götüren bu bozunum ise evrenin ilk anındaki bozulmamış mükemmeliyetin kanıtıdır. İlk andaki mükemmel oluşum, “Düzenli” olarak, bir bilinene gitmektedir.(1)

            “Evren, kendini merak eden yaratıktır” denilir. “Âdem” olgunlaşıp kemale ermesi gerektiğini idrak eden ilk insandır. “Âlem ile Âdem ikizdir” ve bu âlemlerde aynı yasalar geçerlidir. Kur’an’da, ilahî düzenin indirildiği, bu iki âlemde, bilinme amacı için, uygulandığı açıklanır. Evren kendini merak ederse, ikizi olduğu için, Âdem de merak eder. Âdem kendini bilmesi için çevresini, evreni de bilmelidir. Kendini ancak bütünün parçası, deryanın damlası, bilebilir. Kısaca, “Kendini bilen olgun insan, kaosun bozunum halinden yücelerek çıkılan doruktur.”

            Her kişinin kendine özgü bir ağırlığının olduğu bilinir. Bilge veya bilgin kişilerin bir çeşit kütlesel ağırlığı vardır. Bilgili olanların çekim güçleri de vardır, çevrelerinde dinleyicileri toplanır. Bilgi edinenler, ışıklarını, yaşayan veya tarihsel kişilerden aldığını söyler. Bu kişilerin tuttuğu ışığın yollarını aydınlattığından söz edilir. Görüldüğü gibi bireylerin kütlesel ağırlıklarının, çekim güçlerinin, ışık yaymalarının, ışıklarının diğer kişilere ulaşmasının varlığı gerçektir. Söz konusu ‘kişilik ağırlıkları’, ‘çekim güçleri’, ‘ışık yaymaları’, ‘aydınlanma’ hallerinde de “Gökbiliminin” “izafiyet”, görelilik kuramı geçerlidir. Işık, bir kaynaktan gelir. Bilgi de ışıktır, ilim sahibinden alınır. Işığın yolculuğu gibi, bilgi alışverişi de aynı tip yanılmalara yol açar. Yanlış anlama ve anlatış olabilir, aslı aranmalıdır. Örneğin Mevlana, Mevlevî değildir. Güneş ışığını yansıtan Ay, Güneş değildir. Işığı arayan Güneşe varmalıdır.

            Görelilik kuramına göre kütleler birbirini çekmez, “gravite” bir kuvvet değildir. Dünya, Ayı çekmez, görünüş öyle olsa da, çekiş eski bilgidir. Yeni “Görelilik Kuramı” bilgisine göre bu durum uzay-zaman ortamında aynı çizgi üzerinde hareket eden cisimlerin çarpışmasıdır. Bağımsız bir zaman boyutu yoktur. Üç boyutlu ‘uzay’ ile ‘zaman’ bağımsız değil, birleşik alan oluştururlar. Dört boyutlu uzay-zaman, uzay ve zamanın toplamı değildir. Kütleler, dört boyutlu “uzay-zamanda” hareket eder. Her kütle, uzay-zamanı kütlesinin büyüklüğü ölçüsünde büker. Güneşin kütlesi uzay-zamanı büker. Dünya, Güneşin büktüğü dört boyutlu uzay-zamanda düz bir yol izler ama üç boyutlu uzayda eğri bir yörüngede görünür. (2) “Hiçbir şey göründüğü gibi değildir” deyiminin anlamı bu olabilir.             Paralel ve dik çizgilerle tanımlanabilen uzay-zamanın bükülmesi, çizgiler boyunca doğru yol izleyen, ışığın da bükülmesini sağlar. Işığın bükülmesi bir yıldızın konumunda yanıltır. Örneğin, Güneş tutulması sırasında Güneşin arkasında olan bir yıldızın ışığı bükülerek geldiğinde, bükülen ışığın doğrultusunda, açığında görünür. Hz. Mevlana’nın kütlesinin büktüğü ışığın kaynağı, aslı bilinirse, bükülen ışığının geldiği yerdedir, bu ışığın doğrultusunda değil.

            Aynı şekilde, görüşleri aktarılan veya ışığından yararlanılan, bilgi, anlayış ve idraki yoğun, bir kişiliğin dediği yanlış anlaşılır ve yanlış anlatılabilir. Örneğin, “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm” deyimini kim söylemiştir diye sorulsa, hemen herkesin cevabı “Yunus söylemiştir” olabilir. “Yunus diye görünen Yunus olur mu hiç?” denilince de doğru cevap bulunur. Karşımızdakinin idrakinin yoğunluğunu bilemediğimiz her durum için aynı yanılgı söz konusudur. Herkes gördüğünü anlatsa bile, hiçbir şey göründüğü gibi değildir diyerek, yanılma payı, işin aslı hesap edilip bilinmelidir. Hemen her durumda “doğru söylüyorsun ama yanlış anlıyorsun” denilip bu hesap yapılmalıdır. Göz ile görünen ışığın kaynağının yerini hesap eder gibi basiretli görüş için de hesap gerekir. Yanılgı baki kalır!

            Akşam ve sabah saatlerinde ufuk çizgisinin üstünde görünmesine karşın Güneşin ufkun altında oluşu bilimsel bir gerçektir. Göründüğü yerde olmayışının kanıtı Güneşe çıplak göz ile bakılabilmesidir. Bu görüntü “Gözüme mi inanayım sana mı?” dedirten durumdur. İşte gerçeğin aslını bilmenin öncesi ve sonrası halimiz.

            Gerçek bilinmeden önce inanılır ve inanılanın aslı bilindikten sonra ancak gerçek aşikâr olur, bilinir. Gerçeğin görülmesi yetmez,  gerçeğin aslının bilinmesi gereklidir. Gerçeğin aslı bilinmeden bilindiği zannedilen gerçek inanılan gerçekliktir. Kur’an’ın oku, düşün, tefekkür et, ara, bil, bul gibi kavramlara neden önem verdiği anlaşılır. Kitabın aracısız, doğrudan kuluna hitap ettiği apaçık yazılır ve söylenir. Okunan ayet düşünülüp tefekkür edilmelidir. Kul tüm gerçeği, dış âlemde değil içinde bulmalıdır. Kendi âleminin derinliklerine inerek, kendini bilerek, hitap edicisine, öğreticisine ulaşmalıdır. Gerçek görülmeli ve bu gerçeğin aslı da tefekkür edilerek bilinmelidir. Görünenin bilinmesiyle, bilinmenin gerçekleşmesiyle, yanılan benliğin ortadan kalkışı idrak edilir.

            Her insan kendine özgü bir âlemdir, dış âlem düşünülerek iç âlem oluşturulur. Bu iç âlem dış âlemin benzeridir, emsalidir, mislidir. Birinde ne varsa diğerinde de aynısı vardır. Âlim ve ariflerin, bilgi ve idraklerinin yoğunluğu nedeniyle, açıkça ortaya koydukları gerçeğin anlaşılması birçok kişi için zordur. Bu zorluğun nedeni ışığın, kütlelerce bükülmesi veya kara deliklerce yutulması olabilir. Işık kullanılırsa ve yararlı bir şekilde kullanılırsa işe yarar. Işık ve bilginin, uzay-zaman içindeki yolculuğunu ve bükülme hesaplarını dikkate alarak, kaynağını değerlendirmekle yarar sağlanabilir. Işığın ayrıca ısı ve rengi de yararlıdır. Bilginin kaynağı da aynı şekilde değerlendirilebilir, bilginin kendisi de yararlı olabilir. Yunus Emre’nin dediklerini, yaşamadan, tercüme ederek anlayıp, Yunus’un hislerine tercüman olmuş gibi bir başkasına anlatan kişi, ışık oyunları nedeniyle, yanılır ve yanıltır.

            Anlamasındaki güçlükler başka, anlatmasındakiler başka, anlaşılmasındaki güçlükler ise bambaşka olabilir. Genel Görelilik Kuramını ne kadar anlayabildik ki anlatabilelim?

            “Yaratılmışı severim Yaratan’dan ötürü” deyimini halk genel olarak yaratılmışları, Yaratan’ın hatırı için sevdikleri anlamında alır. Oysa bilge kişi “yaratılmışları Yaratan’a ulaşmak için severim” demiş olabilir. Aksi halde “amaç” olması gereken “Yaratan” arada ve “araç” olarak görülebilir. “Yaklaşması için kuluma nimetlerimi sevdirdim” kutsal bir mesajdır. Algılamaktan sonra akıl erdirme ve en sonunda aslını öğrenmenin gelmesi sanki “ilmen” ve “aynen” gibi, “algılama”, “aklı kullanma” ve “aslını öğrenme” aşamalarının olduğunu gösterir.

            Herkes her konuya aynı derecede açık değildir. Örneğin, inanç konularına kendini kapatmış bir kişiye bu açıdan ve bu konudan bir şey ulaştırmak mümkün olmaz. İç âleminde, bu alanda, bazı yoğun yanlış bilgilerin çöküşü nedeniyle, bir kara-delik oluşmuş olabilir. Ne söylenirse söylensin bu alandan hiçbir bilgi, ışık gibi, geçemez; aklı, kalbi ve idrakine ulaşamaz. Kendini, bilimsel olma uğrunda, şüpheye ve şüphelenmeye adamış biri herhangi bir bilimsel konuyu bildiğinden de emin olamaz ve bildiğine de inanamaz. Çünkü aklında hep “aksi ispat edilinceye kadar doğru” kavramı vardır. Benzer şekilde şeksiz, şüphesiz inanan birisine inandığının aslını öğretmek de mümkün olamaz. “Bilinmeyi sevmiş de evreni yaratmış” denilse “ben bilmem, anlamam, sorgulamam, sadece inanırım” diyebilir.

            Beş duyumuz ile algıladığımız hiçbir şey öyle, o kadar, algıladığımız gibi olamaz aslını öğrenmemiz gerekir. İç ve dış âlemimizin yanılgıya düşüren halleri iyi bilinmelidir. Din ve bilim, sağ ve sol gözümüz veya beynimizin sağı-solu gibi, uyum içindedir. Aynı gerçeğin farklı açılardan ama bir olarak algılanması ve bilinmesi amaçlanır. Din de ilim de akıl ve akıllı içindir. Maddenin, ilmin bir hali, yoğun hali, suyun buz hali gibi kesif hali olduğu açıktır.

            Dr. Hawking her şey ilminin deposudur derken bunu kasteder.(3) Hayat, non-material,(4) maddesel değildir, amino asit çorbasından oluşmamıştır (5), “Evren ‘düzenli’ bir ‘hiçlik’ imişdiyen bilim adamı da aynı şeyi kasteder.(1). Türk Einstein olarak bilinen Prof. O. Sinanoğlu’nun “Moleküllerin elektronik yapısı” kuramına göre elektronlar, yörüngelerinde bağımsız olarak değil, ‘düzenli’ etkileşim içinde hareket eder.(6)

            Her iki âlemde de düzen, ilim, yasalar önemlidir, esastır. Görmek, işitmek gibi algılamak yetmez, gerçeğin aslını öğrenmek, aklı durdurma pahasına, hesaplamak şarttır. Akıl, muhteşemin ihtişamına âşık olur, aşk içinde de işleyişi durur.

            İnsan, gördüğü manzaranın muhteşemliği, tattığı lezzetin harikalığı, dinlediği müziğin keyfi, parfümün kokusunun zevki ve dokunduğu sevdiğinin ömre bedelliğiyle kendinden geçebilir. Algılar güzel, çok güzeldir ama araç mıdır amaç mı? Araç ise amaç nedir? Evren kendini merak ediyorsa, Âdem olarak, olgunlaşıp kendini bilmeye çalışıyorsa, yaradılışın amacı “Bilinmek” ise ve her şey görünenden bilerek bilinmeye gidiş ise biz bu işin neresindeyiz.

            Ne zamandan beri, ne zamana kadar? Belki de herkesin ‘sen’ dediği vücuda ‘ben’ diyen bir bencillikle “Bilmek istemek”, en başta belirtildiği gibi, esas sorundur!

 

Expres UK, Historic Discovery,By PAUL BALDWIN ,  Oct 16, 2015 (https://www.express.co.uk/news/science/612340/Origin-of-the-universe-riddle-solved-by-Canadian-physicists-and-er-it-wasn-t-God

The Economist, General relativity: The most beautiful theory, Nov. 28th 2015.

The Economist, Stephen Hawking's answer, Aug 26th 2015, by D.J.P.

Skeptic Dergisi, 2015.11.11, Life Is Potential, Biological Activity, by Douglas J. Navarick

The Economist, How life begins, Aug 18th 2015, BY T.C.

ABD’nin Yale Üniversitesi web sayfasında yer alan, 2105.4.20 tarihli Memoriam yazısı.

 

 

 

 

 

 

 

 

                İnsan Çamurdan, Ya İnsanlık?

 

            İnsan ve insanlık, bilgi ve ilim alanlarında çok şey bilinir. Bireysel insanlıkların toplamı genel insanlık, bireysel bilgilerin toplamı da ilim etmez. Her âlimin bildiği kendinedir, alanlarında çok şey bilirler. Konularının uzmanı, alanlarının profesörüdürler. Ama ariflerin bildiği birdir, hepsi aynı hakikati bilir, bir konuda uzmandırlar. Kendilerini hitaba muhatap alıp kulak vermişler, kalplerini açmışlar, bilgilerden bilim ve ilmin kaynağına ulaşmaya çalışmışlardır. Yaşamı gözlemekten, hitabı izlemeye geçmişlerdir.

            Bir olumsuzluk durumunda “Ne de olsa insan işte, çiğ süt emmiştir” denir. İnsanların çamura yattığından, sözünden döndüğünden söz edilir. “İnsanlığı ölmüş” denir ama “Şu insanlık ne kötü bir şey” denmez. Çiğ süt kavramını kullanan bilir ki sütü pişiren de yalnızca insandır. Üstelik başkasının insanlığına laf eden de insandır ve insanlık ortaktır. Zaman geçip de düşünmeye başlayınca taşlar yerine oturur. Bir çırpıda “Kendini merak eden evren” deyiminden girilip “Kendinin insan olduğunu idrak eden ilk insanın Âdem” olduğundan çıkılır. Olgun bir insanda kusur bulmak da zordur. Sanki insan olgunlaştıkça, insanlardan çok, insanlığı tercih ettikçe, çamur ve çamurluktan kurtulur. Çamurdan kurtulmak için arzda yükselmek yeterli olabilir. Yükselmenin ötesinde, insanlığa, kâmil insan olarak, yücelmek gerekebilir. Âdemin kendini merak edip bulması ve bilmesi, kâmil insan olması evrenin yaratılması amacına uygundur. Mavi yakalı çalışanları yönetenlere bile beyaz yakalı denir. Sıfatlar fiillerden üstündür.

            Reşit oluncaya kadar etkilenir, sonra da etkilemeye çalışırız. Benliğimizi oluşturmak zordur. Benliğimizi oluşturmakta sorumluluğumuz sınırsız ama yetkimiz yok gibidir. Kendimize hükmümüz geçmez. Kendimizi istediğimiz gibi inşa edemeyiz. İstediğimiz kadar insan olamayız bir türlü. Genlerimizden gelen veya çevreden verilenlere sahip çıkarız. Her şey bizimdir, bizim olmalıdır.  Kendimize söz geçiremeyiz ama cümle âlem bizi dinlesin, dediğimizi yapsın isteriz. Nefs, bilmez ama haklıdır. İsteğimizi ilâhi hitaba muhataplıkla destekleriz. Bu istek kendimize taktığımız bir sıfattan kaynaklanır. Amir, memur, büyük, küçük, âlim, daha olgun hissediş gibi bir sıfat olabilir. Hareketler düzeyinde her şeyin elimizde olmayışının farkındayızdır. Çok uğraşsak da ne kendimize ne de başkasına sözümüz geçer. Olacak olan olur, sevinilir veya yerinilir. İnsan ilmin farkına varır, tutunur, sarılırsa yükselerek yücelme yaşayabilir. Tüm fiillerin kaynağının bir ve tek olduğunu idrak etmek zevk verir.

            Her hareket bir güç, kuvvet ve kudret gerektirir. Halsiz ve dermansızlık içinde parmak oynatılamaz. Doğada ve bilimde durum aynıdır. Hareket oluşturan kuvvetin kaynağı küresel ve evrensel boyutta araştırılmalıdır. Böylece hareketlerin tümünün bir kaynaktan çıktığı veya aynı güç ve kudretten oluştuğu belirlenmiş olur. Tepeden dökülen ince kum taneciklerinin oluşturduğu tepecik gibi, hareket edenler başka, ettiren güç başka olur. Düşünmek bilgi gerektirir, hareket etmeden önce düşünülür. Hareketin kaynağının ilim olduğu bulunur. Böylece, bireysel ve evrensel âlemler düzlemine üçüncü bir boyut eklenir.

            Bu boyut sıfat boyutudur. Ne yapılırsa bir baba, amir, memur veya çalışan olarak yapılır. Sıfatın gerektirdiği yapılır, gönlün istediği değil. Baba hep oğluna veremez. Yapılabileceklerin en iyisi yapılır ama sonuçta en kötüsü çıkabilir. İyi olsun istenir ama sonuç kötü olabilir. Seçilen sıfat başkalarınca kötü görülebilir.  “Öyle olacak da böyle olacak, başka ne olacaktı” demek bile kurtaramaz. Fiiller âlemi ve sıfatlar âlemi günlük yaşam düzleminden çok farklı ve ayrıcalıklıdır.

            Her şeyin halk edilmesine karşın, Bakara suresinde Hz. Âdemin yaratılış hikâyesi anlatılır. İnsanın da çamurdan halk edildiği çeşitli ayetlerde yer alır. Rahman suresinin ikinci ayeti “Kur’anı öğretti”, üçüncü ayeti ise “İnsanı yarattı” der. Bu iki ayetin art arda gelişi ibretliktir. Halk ediş ve yaratılışın bir amacı vardır. İnsanın olgunlaşması da Kitapta ayrıca ele alınır.

            Resulün miraç ile ödüllendirilmesi ve mümin kulun namazının miraç olduğunun müjdelenmesi de insanı cesaretlendirir. Anadolu’nun erenler diyarı olması, kâmil kişilerin hikâyelerinin anlatılması yol gösterici olabilir. Yücelme, arzdan arşa gibi, boyut kazanma anlamında da olabilir. Yaşamak için gösterilen gayretler yaşamın amacına uygun olmayabilir. Yaşamayı araç edinmek ve eşyaya sahip olma amacına ulaşmak için kullanmak yanılmak olabilir. Bu durumda yaşam araç olarak eşya düzleminde kullanılmış olur. Eşya dünyaya bağlı ve bağımlıdır, insan madde bağımlısı olamaz, bağlı ve bağımlı kalamaz. Bir elden alınan ilim, fiil ve sıfat boyutlarını birleştirerek, insanı yüceltir. Halk ediş, Yaratılış ve inşa edilişle tamamlanabilir.

            Günlük, gündelik yaşam düzlemi, çok çeşitli oluşum ve eylemleri barındırsa da, aslında akıl ve nefsin oyun alanıdır. Doğal bitki ve hayvan çeşitliliği içinde evrimsel kurallara uygun gelişimle insana ulaşma akla ve mantığa çok uygundur. İnsan oluşun idrakinden sonra aynı düzlemde kalmak, çevredeki çeşitliliğe uyum göstermek olur o kadar. Bilim başka, teknoloji başkadır. Biri bilmek, diğeri uygulamaktır. Ne amaçla nasıl uygulanacağını bilmek yöntem bilimidir. Yöntem, eşya düzleminde işe yarar. Atomun parçalanması çeşitli amaçlarla kullanılabilir. Atomu parçalayan bilim de farklı amaçlara yönlendirilebilir. Fizik, astrofiziğe, gökbilimine, büyük patlamaya, evreni anlamaya kadar götürebilir. Yukarıdan sarkan ilim ipi, Tarzan gibi karşı tarafa geçmek için de, doruğa çıkmak için de kullanılabilir. Mesele yemek için yaşamak, yaşamak için yemek olabilir. Yaşam amaç değil araçtır, amino asit çorbasından oluşmamıştır,(1) ve maddesel değildir.(2)

            Yaşam dâhil her şey insan için ise, insan ne içindir? İnsan çamurdan, ya Resul? Atomu oluşturan şey atomdan olamaz. İnsanlık, insanın baş tacıdır. İnsan, yaşam düzleminde, diğer canlılar gibi veya ayrıcalıklı biri olarak, yaşamayı amaç edinemez. Hitaba muhatap olmanın amacı yalnızca ayrıcalıklı yaşamak olamaz. Amaç, insanlığın idrakinden de öteye Resulü idrak olmalı. Bilmek ve idrak etmek insanın hakkı ve görevidir. Salt bir düşünce olarak, “Bilinmek için insan, insan için yaşam, yaşam için dünya, dünya için evren yaratılmış” denebilir.

(1)The Economist, How life begins, Aug 18th 2015, BY T.C. (2)Skeptic Dergisi, 2015.11.11, Life Is Potential, Biological Activity, by Douglas J. Navarick

                Nura Kavuşma

 

            Nur kelimesi “Işık, aydınlık, parıltı, parlaklık” anlamındadır. Işığın bilimsel açıdan incelenmesi nurun ardındaki gerçeğe ulaştırabilir. Her ışık kaynağı, atomların dönüşümlerinden de ortaya çıkan, enerji kaynağıdır. Enerjinin yayılma şekli elektromanyetik radyasyon (EMR) olarak adlandırılır. Gözümüz bu yayılmanın görülebilir kısmını ‘ışık’ veya ‘foton’ olarak algılar. Elektromanyetik radyasyonun en küçük birimi fotondur. Fotonlar, ‘kuanta’ olarak adlandırılan enerji paketleri şeklinde yayılır. Kendisi ışık yaymayan eşyayı, yansıyan ışınlar sayesinde görürüz. Gündüzün aydınlığı, yansıyan ışıklardır. Işık ve aydınlık, enerjinin varlığını ve yayılımını gösterir. Bu bilimsel gerçek “Allah, semanın ve arzın nurudur, gayrisi yoktur (24.35)” ayetine anlam kazandırır.

            Fotonun kütlesi yok kuvveti var ve enerji yüklüdür. Ünlü E=MC2 formülü enerjinin kütleye eşitliğini bildirir. Enerji ile kütle birbirine dönüşür. Yer ve gök, fotonda da olan, enerjiden oluşur. Doğada var olan, fizik ve matematik gibi, ilim enerjide yüklüdür. Enerji kütle kazanınca ‘madde’ özelliği kazanır. Böylece, evren halden hale geçen ilim yüklü enerjiden oluşur.

            İnsan, yanma, yanıcı ve yakıcı oluş yönünden, zeytine benzer. Zeytinde hem yakıcı yağ hem de yanıcı odun vardır. İnsan, lambalıktaki kandil gibi aydınlanır ve aydınlatır. Kalpte, nura tabi olan hayvani nefis kutsallaşır. Kutsal nefis cesetle ruh arasındadır ve ilahi nurun tesettürlü halidir, ne doğudur ne de tam olarak batıdır, yani, ceset gibi kesif, ruh gibi latif değildir.

             İnsan, bir elinde ilk, bir elinde son olandır. İlk ve son aynı anda, bir anda, bu anda mevcuttur. Dönüşüm ve oluşum süreklidir. Negatif ve pozitif elektrik yüklerinin karşılaşıp nötr, tarafsız, yansız haline gelişi insanda olur. İnsan, ilmin kendisidir, ilmin bilinç kazanmış halidir. Ne olunca ne olacağını bilir. Yaşamın var ve yok olması insanda yaşanabilir. İnsan, var ve yokluğun idrakini yaşayabilir. Maddenin halk edilmesi ve yaşamın yaratılması önce insan içindir sonra da insanın içindedir, idrakindedir. Halife yaratmış olan Yaratan, ‘gayri’ yaratmamıştır, ikisinin varlığı iki varlık değildir. İlmin, bilim, bilmek, bilinmek ve bilinç hallerinde ‘B’ harfinin önemi ‘Besmele’ veya ‘İnsan’ kadar büyüktür. Bilincin insanı aşkın halinde insan da aradan çıkar. Yaratanın, ‘bilinmeyi sevmesi’, amacına ulaşılmış olur.

            Evrene enerji formunda beslenen ilmin amacı bilinçtir. İlim, bilinmek ister. Boş kova veya cehalet kuyusu şeklinde oluşan ilk insan Âdem’in fıtratına akıl ve fikir çakmağı kazınır. Halife olarak yaratılan Âdem’e her şey öğretilir. Akıl, insana verilmiş en büyük nimettir. Akıl bilgi elde etmek içindir. Doğadan elde edilen bilgiler sistemli bir şekilde işlenir ve yeni bilgiler kazanılır. Bilimsel bilgi işleme yöntemiyle, bilgiler, insanı bilgilerin kaynağına, ilme götürür.

            Akıl, matematik ve fizik bilgileriyle, evrende bu ilimlerin yüklü olduğunu idrak ederek, ilmin tümünün bilincine ulaşır. Bilinenlerin çokluğunu idrak ettikçe, ilmin bilincine ulaştıkça, sonsuzluk kavramında kaybolarak, akıl kendi sınırlarını idrak edebilir. Böylece ilmin amacının bilinç, evrenin amacının bilinçli insan olduğu ortaya çıkar.

            Akıl önemlidir ama yeri ve zamanında, aşka kadar. Akıl, bilgiyi ilimden alır, işler, yeni bilgilere ulaşır. Akıl olay ve eylemlere açıklama getirir, neden ve nasıl olduklarını anlar. İnsan, akıl erdiremediğine ‘vardır bir açıklaması’ deyip geçebilir. Ancak bazı konularda doğal olup olmadığına hükmedebilir.

            Evrende enerjinin kütleye eşitliği ve birbirlerine dönüşümü akla uygundur. Evrenin ardında varlığı bilinen ilmin kaynağı hakkında fikir yürütmek akla uygun değildir. Var olanların içindeki eksi ve artı yüklü olanlar birleştiğinde evrenin bir hiç olacağı da akla uygundur. Buna karşın bir atom boyutunda bile eksi ile artı elektrik yüklerinin birbirine ulaşamadığı da aşikârdır. Birçok şeyin nedeni bilinmez olduğundan akıl durur, öylece kabul edilir. Bunlar arasında ‘enerjiye ilim yüklenerek kütle kazanması’, ‘maddenin, bilgi işlem yeteneği yüklenerek, yaşam ve gelişim potansiyeli olan tek hücreye ulaşıp, hayat kazanması’ ve ‘insanın ilim yüklenerek inşa edilip olgunluk kazanması’ olabilir.

            Maddenin ham maddesinin nur oluşu kadar, yaşamın kaynağının maddeye yüklenen ilim oluşu da aklı zorlayabilir. İnsanı ele alırsak bedeni vardır ama beden değildir, ruhu, ilmi vardır ama ruh, ilim değildir. Hayat, verilen bir şeydir, bağış yapılır, bahşedilir.  Ölüm karşısında bazen “Madem alacaktın hayatı niye verdin?” demek isteriz.  Yaşamı anlasak da ölüme isyan ederiz. Oysa hepsi hayatın içinde vardır, hayat böyledir. Verilene sevinir, alınana üzülürüz, hayattaki biz de buyuz. Böylece insan olgunlaşır, olgunlaştıkça kesafetten kurtulur, letafete yücelir. İnsan, aydınlandıkça, ‘nur üzerine nur’ olur.

            İnsan vücudunun aslı iki cihanın, nur ve zulmet veya madde ve mana olmak üzere iki âlemin, toplamından oluşturulmuştur. Ayrıca her kişinin hali kendine özgüdür. Hangi âlemde ve halde olursa olsun kimse kendi başına terk edilmiş değildir. Kimse bir emanet verilip, terk edilmemiştir. Emanet edilen şevk ve muhabbet bir put gibi değil sürekli gelişim içindedir. Örneğin, şevk ve muhabbet daim olmak üzere kimse sıfat makamında zattan perdeli şekilde terk edilmedi. Sıfat ve efalinden perdeli olarak, nefis makamında muhabbet ve şevksiz bir oluşum içinde, zulmette seni terk etmedi. Keşfetmeyi alışkanlık haline getiren bir Allah ehlinin âşık olması için kendisine zatın tevhidi keşfettirilir ve perdesi kaldırılır. Bu durumda, şevk ve muhabbeti daha da artması, böylece, muhabbetin ateşiyle benliğinin erimesi ve sırrının letafet kazanması için perdeli hale reddedilir ve zat tecellisi yoluna engel konulur. Sonra zevkinin etem ve keşfinin ekmel olması için yolu açılır. Perdeleri tamamen kaldırılarak Hakk’ı keşfetmesi sağlanır. (93.2) Kemale ermeye çalışan kişinin yalnız bırakılmadığı, yardım edildiği, bu ayet ile planlı bir şekilde amaca ulaştırıldığı müjdelenmektedir.

            Hz. Âdem’in, Hz. Muhammed’in nurundan yaratılması olayının da Kitabımızda açıkça anlatılmasına karşın anlamamız kolay değildir. ‘Allah, ancak Allah’ın ilmi ile bilinebilir, gayrisi bilemez’ deyiminin bir sırrı, bir hikmeti olsa gerek. Kitabımıza göre Âdem’e Allah, oğullarına da Âdem öğretti. Böylece, Allah bilindi. Rahman suresinin ikinci ayetinin “Kuranı öğretti”, üçüncü ayetinin ise “İnsanı yarattı” oluşu çok anlamlıdır. Bilgilerden bilinç düzeyine yüceliş ile nurdan ruha yüceliş süreci aynıdır. ‘Gerçek anlatılamaz ancak yaşanabilir’ denmesinin bir hikmeti de bu olmalı. Umarım bir gün bizim de Hakikat Güneşimiz ufkumuzdan, Batıdan doğar, nura kavuşuruz.

                Elinde Değil, Fıtratındadır,

 

            Daha önceki makalelere dayanarak kısaca çok şey söylenebilir. İnsan ilimdir. Her obje ilminin deposudur. Her şey ilminin aynıdır. Kütle enerjinin, enerji de kütlenin bir halidir. Su molekülü, yanıcı ve yakıcı atomlarından farklı, söndürücü, özelliğe sahiptir. Genom yazılımdır, programdır, bilgidir, maddeye, genlere canlılık verir. Hayat maddesel değil bilgiseldir. Madde ve enerji bilgidir, asla kaybolmaz.

            Herkes bir şey bilir. Bilenin fiilleri, sıfatları ve kişiliği bildikleriyle ilişkilidir. İnsanın, potansiyel olarak, hayvanlardan çok farklı olduğu açıktır. Arılar ve karıncalar gibi en karmaşık toplumsal yaşamları olanlar bile ele alınsa, hayvanların yetenekleri insanın yetenekleri yanında sınırlıdır. Hayvanlardan çok şey öğrenilir, yaptıkları gibi yapıp yeni yetenekler kazanılır. Bitkilerin neyi nasıl yaptıkları da bilinir. Fotosentez yapamasak da nasıl olduğunu biliriz. Suyun süte dönüşümü incelenir ve anlaşılır. Canlılık ve cansızlık, organik ve inorganik, farkı iyi bilinir. Birçok olaya doğanın birer mucizesi olarak bakılır. Anıldığımız gibi anmaya çalışırız. Doğa nasıl yapıyor, biz de yapabilir miyiz deriz? Bilinenleri, teknolojiyle gerçekleştiririz.

            Şimdilik düşünmemiz yeterli. Güneş gibi enerjiyi kütleye kütleyi enerjiye çeviremeyiz, ne atom yapabiliriz ne de derya, ama laboratuarda et üretmeye çalışırız. Yürüyemesek de emeklemeye başladık sayılır. Halifelik, fıtratımıza kazınmış olabilir. Çocukça olsa da, çok soru sorarız, nasıl oluyor? Nasıl çalışıyor? Nasıl hareket ediyor, nasıl uçuyor?

            Dünyasının dışına ve üstüne çıkmak insanın, elinde, iradesinde değil, doğasındadır, fıtratına kazılıdır. Henüz bilme sarhoşluğu nedeniyle neden bilebildiğinin idrakinde değildir.

            Sorular sormak doğanın üstüne çıkıştır. Doğa düşünmez, soru sormaz, sadece olacak olan olur, ilim gerçekleşir; doğa, yasalarıyla birlikte oluşur. İlim, doğanın içi, dışı ve üstündedir. “Uzay boşluğu olarak hacim iki katına çıkınca sıcaklık yarıya iner” bir doğa yasasıdır, gözlemle keşfedilir. Bu yasayla, Büyük Patlama sonrasında, sonsuz olan sıcaklığın ne kadar zaman sonra 10 milyon dereceye indiği kanıtlanır. Şimdilik bu kadar, ‘sonsuzun yarısı kaç eder’ diye sormayın. Kuantum âleminde, elektromanyetik ışınımın hızını, fotonun hem dalga hem de parçacık özelliği gösterdiğini saptarız, neden ve nasıl oluyor da öyle oluyor, hız itmeden mi çekmeden mi henüz bilinmez. Acelesi yok, insanlık ölmedi ya!

            Bilen, bilinenden büyüktür. Eğer bu denilen doğru ise “Kendini bilen de kendisinden büyüktür!” “İdrakte idraksizliği idrak et, idraksizlikten idraki gör” deyimi çok şey anlatır. Bir şeyi iyi bilebilmek için onun dışına çıkabilmek gerekir. Uzaya çıkınca dünyayı daha iyi anladık. Kendini bilen birisi nereye çıkabilir? İnsan kendi dışına nasıl çıkabilir? Dışından nasıl göründüğünü anlayabilirse o görünüşten kendini daha iyi değerlendirebilir. Hemen herkes de bir anlamda bunu yapar, insan içine çıkmadan önce aynaya bir bakar. İnsan içine çıkıp, insanlara bakabilmek için, insanca düşünüp davranmaya çalışılır. Bilen, bilinmek ister. Fıtratımıza kazınan yeteneklerden birisi de bilinmek olabilir. Biz de bir şeyler yaratmaya çalışırız, yaratıcı özelliğimiz olsun isteriz.

            Bilinen bilgilerin tümünün anlayış ve idraki insanı bilinenlerin dışına çıkarır. Bilinenleri dışından görebilmek ve idrak edebilmek dıştan ve üstten bakışı gerektirir. Bir şeye her yönden veya açıdan bakabilmek için o şeyin dışında ve üstünde olmak gerekir. Araştırma, inceleme ve öğrenme yeteneği, bilme ve idrak etme yeteneğini geliştirir. Okuma öğrenilip, her şey okunur. Öğrenmekle her şey öğrenilir. Evren, dışından ve üstünden idrak edilerek, evrenin cismi bilinir, resmi çizilir.

            Bir şeyi iyi öğrenmek ve bilmek onun içini, dışını, sınırlarını, özelliklerini, geçmiş ve geleceğini, madde ve manasını bilmekle, hakkında bilinç oluşturmakla olur. İnsanlık bilinci, insanın elinde değil, insanın fıtratındadır.

            Bilmek, bilinçli davranmak, şuurlu iman gibi, insana yakışır. Cansız maddede, toprak, ateş, hava ve suda, bitkide ve hayvanda hareket olabilir ama bilinç olduğu söylenemez. Hareket doğaldır ama iş yapmak insana özgüdür. Doğayı, bitki ve hayvanları ele alarak insan iş yapabilir. İnsanın bilinçli müdahalesi doğal olaylardan hemen ayırt edilebilir. Uzaylıların olup olmadığını anlamak için uzaydan bilinçli bir sinyal almaya çalışılır. Yaratıcının olup olmadığına da doğaya bilinçli bir müdahale olup olmadığına bakılarak karar vermeye çalışılır. Özellikle bu konuda söylenecek en güzel söz “İnsan önce kendini bilmeli” olsa gerek.

            Kendini merak eden evrenden sonra, insan olduğunun bilincine varan ilk insan Âdem olmalı. Âdem yaratıldığı zaman her şey ve herkes bugün olduğu gibi varmış. Bir anlamda insan bilinci enjekte edilmiş.

            Kadim örgütler, haricilere kapalı bir şekilde, bu bilinci hayata geçirir. Sütün mayalanması ve ağaçların aşılanması gibi insana insanlık bilincinin aktarılması iş edinilmiş gibidir. Bazıları için, maddeye hayat verilmesi doğal gelişimdir. Önce kendini üreten, canlılık hücresi tesadüfen oluştu. Zamanla, evrimle, çok hücreli canlılık gelişti. Gerçekte tek hücreden çok hücreye gelişim evrim olabilir ama maddeden tek hücreye geçişte henüz evrim başlamamış olabilir. Maddeye hayat yazılımı üretme ve yükleme süreci doğal değildir. Amino grup ipliğinin ayağa kalktığı veya karbon atomlarının canlandığı deneylerle kanıtlanamadı. ‘Madde’, ‘canlılık’ ve ‘insanın olgunlaşma aşamaları’ arasındaki geçiş doğal olmayabilir.

             Yokluktan var olan maddenin amacı canlılık, canlılığın amacı ise insanın yaratılmasıdır. İnsana bilinç yüklenmesinin de bir amacı olabilir. Bilinç ve idrak yeteneğinin gelişimi sayesinde, ‘insanın bedeni vardır ama insan beden değildir’ denir. Her mücadele veya küçük, büyük her savaş nefis düzeyindedir. İnsanın bedeni ve nefsi vardır ama insan, yalnız bu ikisi ile tanınmak istemez. Akıl ve kalbi, insana insanlığını kazandırır. İnsan, idrakiyle beden ve nefsinin dışına ve üstüne çıkabilir. Bilinciyle insan, kendisinin dışına ve üstüne çıkarak, evrenin bile cismini bilir, resmini çizer. İnsan aklı sonsuzluğu tanımlar ama aşk karşısında duracağını da bilir. Evrensel düzeyde, insanlık bilinci; ‘madde’, ‘canlılık’ ve ‘insana’ dışından ve üstünden bakılmasını sağlar. Bilinç, bilinenlerin tümünü içerir. İlmi idrak edenden bilinen görünür. Aşk, âşık ve maşuku kapsar. Her şey aşktan, aşkta, aşk için, aşk içindedir. Kendini bilme, insanın elinde değil yaradılışında, fıtratındadır.

                Namaz Kılınır

 

            Her şey, evrende kendine özgü çevresinde var olan koşullara uyduğu, uyabildiği için vardır. Değişen koşullara uyum gösterebildiği kadar da var olacaktır. Doğada, doğal denilen şeylerin özelliği koşullara göre hareket etmesidir. Doğada su, doğal olarak, yolunu bulur. Çünkü akışkandır tabanın meyline göre akar. Çekilen gelir, itilen gider. Durum değişirse, itme ve çekme ortadan kalkarsa, sürtünme varsa, gelen ve giden durur. Sebep değişirse sonuç da değişir. Kısaca ‘şey’, özelliğine, ilmine tabidir, ilmine uyar, itaat eder, özelliğinin gereğini yapar. Bu işlemler, maddenin zikri, namazıdır. Canlı organizmalarda, bedenin koşullara uyumu, ilmine itaati, bedenin namazıdır. Aynı şekilde insan için de, ruhun ilmine uyan kalbin namazı da söz konusudur. Bir ayetin teviline göre “Her ilmin bir namazı vardır.” (29.45)

            Eşya âlemdir, işarettir, kendi varlığına, var olduğuna, varlığa delildir. Var oluş, enerjinin kütle kazanmış haline delildir, kanıttır. Enerjinin maddeye dönüşümü, dönüşüm ilmine tabidir, Higgs bozunu var ise enerji kütleye dönüşür. Ne kadar enerjinin ne kadar kütleye ve ne kadar kütlenin ne miktar enerjiye dönüşeceği ilmine tabidir. Madde ilmine biat ederek, zikrederek, kendi namazını kılar. Parçacıkların belirli özelliklere sahip oluşu ve bu özelliklere uygun davranışlarda bulunuşu da parçacıkların ilimlerine tabi oluşudur. Proton, uygun koşullarda nötron ile buluşursa, kuvvetli nükleer güçle, birbirlerini çeker ve atomun çekirdeğini oluşturur. Uygun bir koşulda bir çekirdek bir elektron ile birleşerek atom oluşturur.

            Hidrojen atomlarının oksijen atomlarıyla birleşip okyanusları dolduracak su oluşturması için Güneş sistemimizin oluşmasını sağlayan koşullar yani bir Süpernovanın patlaması gereklidir. Bedenimizde buluna elementler yıldız tozudur.

            Dağ duruşu, ağaç uğultusu ve kuş ötüşüyle doğa ve canlılığın çeşitliliğini zikrederler. Bir parktaki Barbaros heykeli “Ben Barbaros’un abidesiyim” diye bağırır, zikreder ama bilene. Aynı şekilde her şey ve herkes abd-i Hu’dur, büsttür, abidedir, bilene. Bu nedenle “Bilenle bilmeyen bir olur mu?” deyimi söylenmiş olabilir. Her nereye bakılsa Allah’ın veçhi oradadır. Belki de bu nedenle gökten iğne düşse gayriye düşmez. Herkes O’ndan gelir O’na gider.

            Doğa, dünya, âlem bir tarafa insan bir tarafa. İnsan başkadır, üç boyutludur. Namaz konusunda, ilk akla gelen ‘genel olarak yer, içer, yatar, kalkar, savaşır, sevişir’ insanlardan farklı, olgun ve kendini bilen insanlardan söz edilmesi uygundur. Oruç ile nefsini yenmiş ve terbiye etmiş insan kalbini keşfeder. Kalp duyguların merkezidir. Ruhtan alınan ilim ile beslenir. Açgözlülüğünü kanaatkârlığa dönüştürmüş nefis tatmin olur ve kalbin ilhamlarına açılır, kalbe teslim olur. Ruhun nuru ile aydınlanmaya başlayan kalbin sabahı olmak üzeredir. Sabahın fecrinde insan uyanır, kendi hakikat güneşinin kalbine doğması yakındır. Maddenin ve eşyanın hakikatini bildikten sonra nefsini fethetmiş olan insan kalbinden aydınlanmaya başlar. Günün ve gündüzün aydınlığında kalbinin sırlarını çözmeye çalışır. İnsan, âlemi kalbinde bulabilir. Ömrünün kısalığı, iradesinin sınırlılığı nedeniyle doğuştan verilenlerin önemini anlar.

            Fıtratının ve çevresinin farkına varan, diğer insanların davranışlarının da fıtrat ve çevreden kaynaklandığını anlayacaktır. Fıtratın sırrına eren arzdan arşa yücelebilir. Akşam namazında acele edilmesi sırrın içinde kalınmaması içindir. Sırra erenin hakikat güneşi batıdan doğar.

            Bilgi başka, bilginin bilinmesi başka şeydir. Eşyanın ardında bilgi ve bilgilerin toplamı olarak ilim vardır. İnsana ilim öğretilmiştir. İnsan, Kur’an öğretilerek yaratılmıştır. Ben yaratılmadım, kendi kendime, bilerek isteyerek oldum diyen olabilir. Var olabilen yok da olabilir, iddiasını ölüp dirilerek kanıtlayabilir. Öğretilme işinin sırrı “Yeniden keşfedercesine aşikâr olma” deyiminden gelir. “Ben öğrendim dedirten öğretme” öğrenimin en makbulüdür. Okula gidilir, öğrenilir, sonra hayat boyu “Bana öğretildi” denmez, “Ben bilirim, öğrendim” denir. Okula gidip gitmemek çocuğun iradesinde değildir. Aynı şekilde doğmak veya doğmamak elimizde değildir, öğrenmek de öyle. Aklımızı kullanırız ve akıl verilmiştir. Güç, kuvvet ve kudret verilmiştir, hepsi Allah’ındır.

            İnsanın eşyadan farkı namazda belli olur. Herkes namaz kılar, kimi kılmadığını zanneder, zaten bütün hayatı zandır. Bilerek, isteyerek, bilinçli olarak namaz kılanın namazının miraç olduğu müjdelenir. Kıyameti koparcasına kıyama duran, “Allah’tan gayrisi yoktur” deyip Dünya’yı arkasına atan, kendisinin de arkada olduğunun idrakinde ise önde okuyanın kim olduğunu zanneder? Belki de bu iş bir yolculuktur. İnsan, olgunlaşma sürecine girer, yolculuğunu insanı kâmil olarak bitirir. “Higgs bozonunun içi boştur ama kuvvet doludur zerrelerle etkileşir kütle oluşur” diyen ‘kuvvetin sahibini’ bilir.

            Hz. Âdem ile başlayan yolculuk Hz. Muhammet ile son bulur. İnsanın el kitabı olarak indirilen Kitabımız bu yolculuğun ilmini ve uygulamasını anlatır.

            Kısaca bedenimiz var beden değiliz. Eşyamız namazını kılar, farkında değiliz. Nefsimiz var yalnız nefsaniyet gütmeyiz. Nefsimizi tatmin ederiz, o da bize boyun eğer, namazını kılar, fark etmeyiz. Kalp uyanınca nefsin emrindeki akla el koyar, ruhtan alınan bilgilerle kalp beslenir. Kalp ruha teslim olup, boyun eğer, namazını kılar, sabahın fecrini yaşar, günü ve gündüzü aydınlanır. Kalp, aydınlanarak sırra erer, fıtratın sırrını keşfeder, akşam namazını aceleyle kılar. Bu keşif onu ruhun Şuhut, uyanıklık, ikindi namazına getirir. Böylece, Batı’dan doğan Güneş olayı gerçekleşir. Yolculuk sürerse, öğle vaktinde Şükür namazı kılınır. Güneş doruk noktasında iken gölge yoktur ‘gayri varlık’ olamayacağı için sadece Cuma namazı kılınır. Umarım okur, düşünür, ibret alır, namaz kılarak olgunlaşırız.                             

                Beriden Öteye

Nedense hep öğrenci alır iyi notları,

Ama öğretmen verir bütün kırıkları.

Çocukları hep Âdemle Havva yapar,

Alırsa Allah alır, ilâhi, kuzgun kapar.

    Felaketler Allah’ı andırır, zikir ettirir,

    Nimetler Âdemi kandırır, fitne getirir.

    Kaza, kadere rıza Allah’a açılan kapıdır,

    Gir içeri, bir gönülden, perdeni kaldır.

Yücelişinde zorunlu idi cennetten çıkış,

Mevcudat, her şey araç, amaç yüceliş.

Açıklandı ahlâkı, yaşanarak, delillerle,

Haber geldi kitaplı elçilerle, ayetlerle:

    Sevdiğim için, seni sevgiden yarattım!

    Bir yaşam için sudan karaya çıkarttım!

    Aramadan, elinde buldun her nimetini!

    Bekledim, gönülden yalnız şükretmeni!

Çevren olarak yaratılmıştır geniş evren,

Sanki verilmiş sana, tüm hayat devren.

    Öyle tasarlanmış, akıllı tasarımdır bu,

    İdrak için kullan, yaklaş, aklın yok mu?

Aklın tek işi bilmektir, basiretin sezmek,

Güzeldir bu dünyada yiyip içip gezmek.

Yalnızca, bilen ile bilmeyen bir olmaz,

Madde denizini geçmeyen bilen olamaz.

    Bırak aklını koşsun, yorulsun evrende,

    Tam anlayıp, tamamladığın çevrende.

    Nimetlerin tadını çıkar zevk et eğlen de,

    Ara, bul, verilenleri veren kimdir, nerde?

Sevgi içinde ve sevgi ile yaşadığını bil,

Akıl bittiğinde aşk için, kuru benliğini sil.

Evveli var ahiri vardır, başlanır beriden,

Koku alıp, haz duyulur, sezgiyle öteden.

    Ötesi berisi, yoktur gerisi, cennet denir,

    Cennette kalansa, senin adın ile yetinir.

    Cennet bir ceza evidir olacaksa sensiz,

    Her yer cennet seninle, sende, ‘ben’siz!

                Sohbetin Muhabbete Dönüşmesi

 

             Hep okuyup bilmeye çalıştım. Babam okumamı istedi. Bursa Ulu Cami eşrafından, kayınpederim Ahmet Hançer, okumakla olmaz dedi. “Paşa olur ama adam olamayabilirsin” denmesi anlamlıydı. Ya tekerleği yeniden keşfedecektim ya da bilinen yolu izleyecektim. Sohbetlere katıldım, sağ olsunlar. Kulağı delik olmak neymiş anladım. Kulağıma kar suyu kaçtı. Bu su, gökten gelirdi, çok saf ve temizdi. Saf su peşinde koşmakla hem Nuh’un gemisini hem de Resulün sefinesini anladım. Madde denizinde yüzdürürken, kulak deliği sayesinde, gemimi nefsin korsanlarına kaptırmadım. Sefinenin hedefi ise benliğimi kurtarmaktır. Böylece bilen ile bilmeyenin bir olamayacağını anladım. Bir küçük gerçeği idrak ettim sayılır: Görünen, görenin görüntüsüdür!

            Kişiyi, eşyayı ulu veya kutsal yapan, olduğu yer değil geldiği yermiş. Ne olduğumuz değil, nerden gelip ne olacağımız önemli gibi. Ulu cami de cüssesinin veya taşlarının büyüklüğü nedeniyle ulu değilmiş. Ulu kişilerin buluştuğu yer olduğu için ulu denmiş. Öyleyse bir kişi nasıl ulu veya büyük insan olabilir? Kimse kendine büyük veya ulu demez. Belki de her bildiğini Hak bilen ve her gördüğünü Hak görene, halk, olgun, büyük, ulu, yüce insan diyordur. Tüm çevresini, dünyasını ve evrenini Hak görene biz de Hak diyebiliriz. Hak denilene, görüşünü değiştirmeme şartıyla, Hak demeye devam edilebilir. Bir küçük sapma felakete götürür. Örneğin, ben veya biz Hakk’a daha yakınız denmesi, yanılgıların anasıdır. “Şah damarından daha yakınlığın” idraki sohbeti muhabbete dönüştürür.

            Sohbet nedir, nasıl muhabbete dönüşür? Bir kişinin ders verdiği derslikte sohbet edilmez. Öğretmen öğretiyorsa bu ders vermek olur. Sohbet, bu açıdan, eşitler arasındadır. Aynı bilgileri paylaşan eşitler bir konu üzerinde konuşabilir. Dünya veya evren ile ilgili bir konuda ilgili profesörler bile görüş ayrılığına düşebilir. ‘Yalnız sevgi paylaştıkça büyür’ dense de bir canlı veya eşya eşit düzeyde sevilemez. Birbirlerini sevenlerin sevgiyi paylaşması da uzun sürmeyebilir. Allah’ın ilmi ile Allah sevgisi hakkında sohbet etmek ayrıcalıktır. Bu sohbette benlik ve bencillik olamadığı için paylaşım değil katkı ve katılım olur. Aşk söz konusu ise akıl da duracağı için sohbet muhabbete dönüşür. Aşk ile muhabbet ulaşılabilecek son noktadır. Âşık ile maşuk veya seven ile sevilenin muhabbetine doyum olmaz denir. Sevişmenin tanımlanması zordur.

            Muhabbet insanın kendini bilmesine bağlıdır. İnsan nerden gelip nereye gittiğini bilmeli. Hayatı yaşamak güzeldir ama eğer bir amacın oluşu bilinirse. Hedefsiz yelkenliye hiçbir rüzgâr yardım edemez. Verilmişlerin amacı bilinmeli. İnsanın ilk ve son gündeki acizliği gözden kaçmamalı. Doğuştan gelenlerle çevreden alınanlara sahip çıkılamaz. Para bulanın değil, bilgi de öyledir. Kendini bilen kendini sahiplenmez. Herkesi de kendisi gibi bilir. “Olacak olan olur. İş olacağına varır. Akacak kan damarda durmaz” gibi hayatın derinliklerinden gelen deyimlere inansak da iyi bilsek de elimizden geleni yaparız. Dünyayı durdurmaya çalışırız. Her şey olduktan sonra, biz de bir parçası olduğumuz halde, iş bittikten sonra denilecekler denir. Oluşumun tümünün bizimle tamam olacak şekilde oluştuğunu idrak ettiğimizde sohbet edilirse muhabbet olur.

            Bilimsel açıdan bakıldığında, Büyük Patlamadan itibaren bir ve tek ilim yüklü enerjinin, kütle kazanıp, oluşumları izlenir. Her şeyin temelinde ışık hızında yayılan elektromanyetik radyasyon vardır. Görünen kısmına ‘görünür ışık’ denir, enerjisi ‘kuanta’ olarak ölçülür, foton olarak yayılır. Kuantum âleminin gizemli yapısı vardır, “Her şey önceden belirlenmiştir” dedirtir. Genel görelilik yasalarına göre uzay ve zaman ayrımının yapılmaması, uzay-zamanın bir birleşik alan oluşturması da gizemlidir denebilir. Çünkü kütlenin uzay-zamanı bükmesi nedeniyle düz çizgide seyreden ay ve dünyanın yörüngeleri eğri görünür. Bilimsel gerçeklere vakıf bilim insanları “Tanrının nasıl düşündüğünü bulmaya çalışıyoruz” derler. Gerçek birdir, ayette belirtildiği gibi “Allah yerlerin ve göklerin nurudur.” (24.35) Zaten kanıtlanmıştır ki yerler ve gökler kütle kazanan enerjinin ışık, parıltı ve parlaklığından oluşmuştur.

            Din, tüm evrenden geçip, Allah’a giden yoldur ve sabah olunca gözün görmesi kadar kolaydır. İnsanlar ayetleri uyguluyor değil, ayetler insanların yaptıklarını ve yapacaklarını açıklar. İnsan okur, düşünür, ibret alır, tefekkür ederek hareket eder. Bilgi edinir ve bilgisini uygulayarak ilme itaat etmiş olur. Kendisini irşat eden, yetiştiren ve oluşturan ilme tabi olarak yani biat ederek, secde ederek, namaz kılmış olur. Her eylem ve olayın ardında aynı kuvvet, kudret ve güç vardır, kaynağı aynıdır. Hareket eden enerji bunu atom olarak da yapar, elektron veya foton olarak da. Bir atoma bile sahip olamayan insan, aklının da verilmiş bir nimet olduğunu idrak eder. Organlarının nasıl çalıştığını bilemez. Kendisine secde eden meleklerin, bu melekelerinin sentezini önce bilemez.

            Sinir ve sindirim gibi tüm alt sistemler birbirini etkiler, hepsi birden kişiyi oluşturur. Bilmek için bilen sıfatına sığınma gereği duyar. Emaneten sahip olduklarının şükrü içinde hareket eden kişi, nefsini kalbine yönlendirir. Kalbindeki sıfatların da zatından kaynaklandığını anlayacaktır. Bu şekilde ve bu düzeyde ele alınacak her konu üzerinde yapılacak sohbet muhabbete dönebilir.

            Muhabbette menfaat olamaz. Kişinin benlik ve bencilliğindedir nefsanî menfaat. Muhabbette katılım ve katkı vardır, almak yok vermek var gibidir. Zevk edilen her şeyin keyfi sürülür, lezzeti alınır, ayrılıp ayıldığında damak tadı anımsanır. İçten kaynayarak gelenler paylaşılır. Benimsenip sahiplenilmeyen bilgi ve duygu paylaşımı sahip çıkılıp götürülemez. Bir sonrakine hazırlanıp sohbet sırasında çekmeceden çıkarmak olmaz. Senlik benlik ile oturulan sofrada karın doyurulur. Karın doyurma kalbin duygularıyla olamaz. Kalp ruhtan alınanlarla doyar. Bu doyum dolgunluk yaratmaz. Kalbin arınmasında letafet vardır, kesafet yoktur. Enerjinin kütle kazanmış haline madde denmesi, mana ile kıyaslanarak, anlam kazanır. Madde manaya tabi olur, her şeyin ardında ilim olduğu idrak edilir. Kişi bilen olduğunda ilim bilinen olur. Bilgi bilen, ilme sahip olamaz. Fizik bilen fizik ilminin sahibi değildir.

             Muhabbet ortamında, kendisini kastetmedikçe, herkesin ben deme hakkı vardır. Hak halk olarak görünür, kısaca halk zahir, Hak batındır. Umarım bizim tevhit sohbetimiz de muhabbete dönüşür.

 

                Bilgi, Bilim, İlim,

 

            Beş duyu ile algılananlar bilgiye dönüşünce örneğin, görülen bilinir. Matematik bilgilerimizle matematik ilminin kıymetini bilir, tüm matematik formüllerimizle evren bilinci oluştururuz. Eşya bilgilerle bilinir, ardındaki ilme ulaşılır, bilinç geliştirilir. Son yıllarda yürütülen bilimsel araştırmaların sonuç ve bulguları birbirlerini destekler ve tamamlar. Bilimsel bulgularla ulaşılan ilim, tevhit ilmiyle uyum içindedir, aynı bilinç paylaşılır. Sahibi kim olursa olsun, ilim bilinmeyi sever. Allah da evreni bilinmeyi sevdiği için, yoktan var etmiş, halk etmiş ve insanı yaratmıştır!

            Dr. S. Hawking, kuantum teorisinin elementlerini, bilimin kara delik anlayışının içine sokmuştur. Kuantum mekaniğine göre, uzayın çok küçük ölçeğine bakılırsa, parçacık çiftleri yoktan var olur ve sonra birleşerek tekrar yokluğa döner. Hawking, “Bu olayın kara deliklerin olay ufkunda oluşması durumunda, parçacıkların bir kısmı yutulurken bir kısmı kara delikten kaçacaktır” der.(1) Kaçan enerji ve parçacıklar, kara deliğin ekseni etrafında “Hawking radyasyonunu” oluşturur. Kara deliğe düşen bir kütle de zamanla enerjiye dönüşerek kaçar, böylece, kara delik zamanla hiçliğe dönüşür, buharlaşır. Kuantum mekaniğinin kara deliklerin tanımıyla birleştirilmesi, evrenin tümünde geçerli olabilecek bir kuram için atılan ilk adımdır. Kuantum ve görelilik kuramları gerçeği farklı görürler. Kuantum için, küçük ölçekte, her şey ayrışık, birbirinden kopuk, bağımsız ve parçacıklar halindedir.

            Görelilik kuramının denklemleri ise temel olarak düzgün, kesiksiz, sürekli ve birleşiktir. Kuantumda olasılıklar varken görelilikte kesinlik vardır. Kuantumda bir parçacığın davranışı kilometre veya ışık yılı ötedeki bu parçanın ikizinin davranışına bağlıdır, bu nedenle davranış ‘yerel’ değildir. Bir parçanın davranışı, bulunduğu yerdeki koşullara ve yalnız kendi özelliklerine göre değil, evrenin her neresinde ise, ikizinin davranışına göredir, hareketi bağımlı ve bağlantılıdır.

            Görelilikte ise kütlelerin davranışları yereldir. Dünya ve ay, görelilikle ilgili hareketlerinde, bulundukları ortama göre davranırlar. Ardı ardına yapılan deneyler fiziksel dünyanın yerel olmama özelliğini teyit etmiştir. Diğer bir deyişle herhangi bir olay yalnız onun çevresindeki koşullara bağlı değildir. Büyük Patlamadan itibaren, o olayın öyle olacağı önceden belirlenmiştir.(2) Her durum, evrenin ilk oluşumunda, önceden tayin edilmiş, belirlenmiştir. Enerjinin içinde bulunan bilgi, enerjinin ne zaman, hangi koşullarda ve nasıl bir kütleye dönüşeceğini belirler. Oluşan kütlenin de hangi koşullarda hangi özelliklere sahip olacağını yine içeriğindeki enerji ve kapsanan bilgi belirlemiş olacaktır. Farklı araştırmalarla ortaya konan bulgular da bu durumu destekler. Evrendeki her elektron ve molekül diğerlerinin tümü ile karşılıklı etkileşim içinde hareket eder.(3) Bu etkileşimler mesafe ve zaman tanınmaksızın gerçekleşir. Elektronun bilgisi ve özellikleri diğer elektronlarla etkileşimi içerir. Beynimizin hareketleri kafatasımızın dışından gelen bazı elektrik akımlarıyla etkilenebilir. Aynı şekilde beynimizin sinyallerini bilgisayar veya televizyon gibi araçların algılaması mümkündür.

            Fiziksel dünyanın yerel olmama özelliği yalnız ikiz elektron veya atomlarca değil, elektron ve moleküllerin karşılıklı etkileşimleriyle belirlenir, teyit edilir. Objeler, hareketleri karşılıklı bağımlılık ve etkileşim içindeyken, bilgi ve özelliklerini de korur.

             Evrendeki her obje, her parçacık, her ‘ışık paketi enerjisi’ bir bilgi taşıyıcısı olarak hareket eder.(4) Her ‘şey’ kendi fiziksel özelliklerinin deposudur, ardındaki bilgisi, özellikleri ve ilmi ne ise odur. Evren, özellik ve bilgilerinin, ardındaki ilminin aynısıdır. Kara deliklerin, eksenleri etrafındaki enerji ışınımı, ‘Hawking Radyasyonu’ bilginin kaybını önler. Böylece, kara delikler yavaşça hiçliğe buharlaşırken bilgi varlığını sürdürür. ‘Şey’in, ‘eşyanın’ kendine özgü bilgisi, transfer edilebilir ama asla kaybolmaz. Olay ufkunun ötesine geçen parçacıkların bilgileri, kaplama gibi çıkar, kütleleri enerjiye dönüşerek, olay ufkundan önce bırakılır ve kara delikten kaçar. Bu durum büyük patlamadaki ilmin bütününün korunduğunu, bilgi kaybının önlendiğini gösterir. Ayrıca, ilk oluşan plazmanın içinde, evrende var olan tüm objelerin bilgisinin var olduğunun kanıtıdır. Biz büyük patlamada var idik ki açığa çıktık, ilmimiz vardı ki bilgimiz açığa çıktı. Sonradan oluşan her objenin, kendine özgü bilgi ve özellikleriyle oluştuğu açıktır. Eğer bir yerde tüm bilgiler toplanmış ise buna ilim de denebilir. Büyük Patlamadaki ilk enerji bütünü ilmin tümünü kapsar. Sonradan evrende oluşan her ‘şey’ bu ilim ile oluşur.

             Tarihi Keşif olarak tanıtılan bir araştırma ile Fizikçiler evreni Allah’ın yaratmadığını ‘Kanıtladı’.(5) Bir grup bilim insanı evrenin yokluktan varoluşa nasıl geldiğini buldu.

            Kanada’nın Ontario eyaletinde, Waterloo Üniversitesi, Fizik ve Astronomi Departmanı başkanı Dr. Mir Faisal başkanlığındaki ekip, kuantum kuramını yaradılışa uyguladı. Uzun süredir bilinen bir gerçektir ki “Sanal parçacıklar” denilen miniskül parçalar yokluktan var olabilir. Bu kuram Heisenberg Belirsizlik İlkesi olarak da tanınır. Sanal parçacıklar çok az miktarda enerjiye sahiptir ve çok kısa bir süre var olurlar. Ekibin geliştirdiği “Şişme Kuramına” göre bir mini sanal parçacık, 13,8 milyar yaşında olan evreni oluşturacak şekilde, aniden şişti. Bu bilim insanlarına daha da karmaşık geleni “Evren yokluktan nasıl gelebilir, olabilir?” sorusudur. Olağandışı bulgularına göre soru yersizdir çünkü “Evrenin halen de hiçlik” olduğu ayrı bir gerçektir. Evrenin negatif çekimsel enerjisi ve pozitif madde enerjisi toplamı sıfır olacak şekilde birbirini dengeler. Ancak matematik ve fizik yasaları hep var ve geçerli olduğu için “Evren Düzenli Hiçliktir” denmektedir. Evrende, düzenli bir hiç olduğu için toplam enerji sıfır ama anlaşılması güç, adeta ilahi düzen denecek kadar karmaşık, bir kaos, ilim vardır.

            Din de bilim de hayatın evrim kuramına göre geliştiğini söyler. Nerede ve nasıl başladığı konusu belirsizdir.(6) Amino grup çorbasından oluşmadığına kesin gözüyle bakılmaktadır. Ama deniz dibindeki volkan ağızlarında oluştuğu da kesin değildir. Ancak nasıl bir şey olduğu kesinleşmiş gibidir. Yaşam maddesel veya materyal bir şey değildir.(7) Bir madde sonradan yeni bir özellik veya bilgi, ilim kazanamaz. Madde, ilimle donanmış enerjinin kütle kazanmış halidir. Kütleye dönüşmüş enerji, sonradan ilim veya özellik kazanmaz.

            Kuark en başından artı veya eksi yüklüdür, bu özellik oluşumdan sonra değişmez.  Böylece her obje ilminin ve özelliklerinin deposudur ve aynısıdır. Bir elektronun elektrik yükü, oluşumdan önce belirlidir, daha sonra değişmez ve bu yük kritik düzeydedir. Daha az veya çok olsaydı evrende var olanlar oluşamazdı. İkiz foton, elektron ve atomlarda kanıtlandığı gibi, kuantum düzeyindeki her var olan şeyin hareketleri Büyük Patlamadan itibaren önceden tayin edilmiş ve belirlenmiştir. Bu nedenle yaşam maddesel değil bilgisel, ilimseldir, ilmin bir halidir, atom ve molekülleri amacına uygun kullanabilen bilgidir, ilimdir.

            Canlılık oluşturan parçacıklar, canlılık oluşturacak şekilde, önceden ilimle donanmış, donatılmıştır. Su canlı değil ama canlılık ortamıdır. Bir su molekülü bir protein molekülünden çok farklıdır. Bir canlının yüzde yetmiş veya doksanı su olsa da suyun yaşam bilgisi yoktur ve su canlı değildir, yaşamaz, büyümez, ölmez. Tüm bu gerçekler tevhit ilmi için de geçerlidir.

            “Bu idrak ile her yönde Hakk’ın yüzü görünür, perdeler, vehim ve ham hayal ortadan kalkar.  Her iş ve eylem ilmin bir uygulamasıdır. Nefsin oluşumu, canlanması, hayat bulması ve yaşaması ilimle olur. Maddeyi ilimden ayrı düşünmek yanıltır.” (39.9)  “Eğer biz ‘var olur yok olur’ mevcudat olsun isteseydik kudret yönünden bize mümkün olurdu. Lâkin öyle mevcudat, varlık olsun istemedik, çünkü hikmet ve hakikate uygun olmaz, aykırı olurdu”. İnsanlar bir düzen içindedir ancak düzeni bilmezler, kaos derler! (21.17) “Hiçbir şey yok iken O vardı, O her şeyin evveli ve ahiri, sonu, batını ve zahiridir.”

            “Allah ‘yok’tan var eden, ‘var olandır’, ‘Gayri’si yoktur ki İlâh olsun, şirk olsun.” (2.6, 115, 255)

            Bilim insanları çok haklıdır. Enerji varsa ilmin kuralları geçerlidir. İnanç ve Kitaplar bir adım daha ileri gidip ‘enerji ilmin görünür halidir, ilimden ibaret olan ruhun sahibi vardır’ der (16.2). Tarafsız biri için en makul ve mantıklı olan şey, aksi ispat edilinceye kadar, elçi ve kitapların ilmini öğrenmektir. Yokluk ve varlık Allah’tadır. “O vardır, gayrisi yoktur” ayetini ve “Yokluk” kavramını anlamak için önce kendimizin “Yokluğunu” idrak edebilmemiz gerekir.

            Âdemin de âlemin de oluştuğu enerji ve ilim “Bizim değil” idraki kolay, “Bizim olan nedir, neye sahibiz?” sorularını cevaplamak zor. Enerji ilmin ilk bilinir halidir, aslında enerji ilimden oluşan ilk “Şey”dir. Enerji özellik ve düzene sahiptir. İlim ve enerji kavramlarının idraki bazı ayetleri anlamamıza yardımcı olur. “Âdem, Vücutta o Vahid-i Mutlak'ın gayrı bir şey ve O'ndan başka mevcut yoktur ki, ibadet olunsun, imdi ona şirk etmeniz, nasıl mümkün olabilir. O'nun gayrı, sırf âdemdir, yokluktur, bu sebepten şirk, ancak O'na cahil olmaktan neşet eder, kaynaklanır.” (2.163)

            Yer ve gök madde olmaksızın ve müddetle kayıtlanmaksızın halk edilmiştir. Yer ve gök Allah’ın ilmi ile görünür, vücudu ile mevcuttur. Zaman ve mekân ile sınırlı olan aklın itibarı olmasa arz ve semanın vücudu itibar olunmazdı. Sema ve arz Allah’ın vücudundan ayrı ve gayrı olamaz.

            Her şey istek ve iradesiyle, ‘Kûn, ol’ emriyle ancak söz ve ses duyulmaksızın, arada bir vasıta olmaksızın ve zaman geçmeksizin birden, an içinde olmaktadır.” (2.117) Genel olan evren ortamında hayat için özel alanlar oluştu. “O, Var Olandır!” 

(1)       The Economist, General relativity: The most beautiful theory,11.28. 2015.

(2)      The Economist,Quantum Theory, Hidden no more, Oct 24th 2015

(3)    ABD,Yale Üni.web sayfasında yer alan,2105.4.20 tarihli Memoriam yazısı.

(4)    The Economist, Stephen Hawking's answer, Aug 26th 2015, by D.J.P.

(5)      Expres UK, Historic Discovery,By PAUL BALDWIN ,  Oct 16, 2015 (https://www.express.co.uk/news/science/612340/Origin-of-the-universe-riddle-solved-by-Canadian-physicists-and-er-it-wasn-t-God

(6)    The Economist, How life begins, Aug 18th 2015, BY T.C

(7)    Skeptic Dergisi, 2015.11.11, Life Is Potential, Biological A., D.J. Navarick

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                Kıyametin Büyüğü,

 

            Bilinmese de bazı olaylar vardır, olur. Olduğu zaman olay olur, fenomen, görüngü diyerek pekiştirilebilir, bazılarına iyi, bazılarına kötü görünebilir. Olacağından kuşku duyulsa da olacak olan, hep olan şey, mutlaka olacaktır. Önceden, hazırlık amacıyla, öğretilmesi ve hakkında bir şeyler öğrenilmesi gereği duyulur. Ölüm olayı, anlatılmaya çalışılan olaylara en tipik örnektir. Olunca olay olur, önceden kestirilemez ama az da olsa bilinir. Hakkında çok şey öğretilmeye ve bilinmeye çalışılır. Ne öğrenilirse öğrenilsin yine de olur ve olunca olay olur. İşi daha ileri boyuta taşımak için ”İradî ölüm” (2.28) veya “Ölmeden önce ölmek” (42.17) kavramını düşünmek yeter. Bunlar ayetlerle açıklanmıştır. Hâkka suresinin ilk yedi ayeti de ‘ölüm’ kavramına büyük anlamlar yüklemiştir. İlk bakışta normal, doğal ölümü açıklıyor gibi görünse de aslında büyük kıyamet, ‘ölmeden önce ölme’ kavramı üzerinde durulmaktadır. Çünkü Resule “Sen nereden bileceksin? Daha önce öğretilmedi” denilmektedir.

            Hayvanlar uzmandır, her bir tür diğerine bir konuda üstündür. Bu üstünlük sayesinde yaşayabilir, diğer türü avlar veya ondan kaçar, neslini sürdürür. İnsan ise genel ve geniş kapsamlı yeteneklere sahiptir. Yetenekleriyle geliştirdiği araçlar ile de yalnız hayvanların değil bitkiler ve tüm doğanın da her yapabildiğini yapabilir. İnsan, bu açıdan bakıldığında tam bir sentez ve bütünleşme örneğidir, yok yoktur. Bu kapsamda, insan, gerçekten bir küçük evrendir, âlemdir.

             Enerjinin kütleye dönüşmesiyle oluşan maddeye ilişkin özellik ve bilgiler katlanarak büyür. Örneğin, atomu oluşturan parçacıkların hem birleşme hem de gelişme özelliği vardır. Kuantum âlemi kendine özgü ilim ve yasalara sahiptir. Aynı parçacığın hem atomu oluşturma özelliği hem de molekülü oluşturma potansiyeli vardır. Yanıcı ve yakıcı özelliklere sahip hidrojen ve oksijen atomlarının potansiyeli söndürücü olan suyu oluşturmaktır. Dünyada bulunan okyanuslardaki su, Güneş sistemimizi oluşturan süpernova patlaması sonrası koşullarda oluşmuştur. Dünyayı oluşturabilen kütle, madde, ısı ve basınç koşulları dünya üzerindeki suyu oluşturmaya yeterli değildir. Su dâhil hepsi yıldız tozudur. Bu kapsamda ağırlığının çoğunluğunu suyun oluşturduğu canlılık ve insanın oluşumu da daha büyük bir sistemi gerektirebilir. İnsanın, her türlü alt sisteminden ve onları oluşturan parçacık ve maddeden çok farklı özelliklere sahip olduğu ve belirli bir miktar atom yığını olmadığı açıktır. İnsanda, maddesinde olmayan bilinç vardır.

            Kitabımızda, suyun, ilmin sembolü olarak kullanıldığı bilinir. Birçok ayette de ‘madde denizi’ deyimi kullanılır. Madde denizinde, ilimle inşa edilen gemilerle yüzülür, kurtuluşa erişilir. Âlim kişinin de kendini ilme adayarak toplumsal yaşamdan düştüğü düşünülebilir. Kendini içki ve kumara adayan kişilerin de helak oldukları, insanlıktan çıktıkları ve artık insan denemeyeceği, bitip öldükleri düşünülür. Çakal gibi uzmanlıkları sayesinde, benlikleriyle yaşayanlar, öğrenecekleri ilimle olay yaratacak kadar değişebilir. İnsanlığın gelişimi, insanların, öğrenimin ekol, okul, kurum ve kuruluşlarda hızlanması sayesinde, hızlı gelişimine paralel olmuştur.

            İlim, bilenlerin bilmeyenlere sistemli öğretimiyle öğrenildi. Yoğun öğretim ile öğrenim yoğunlaştı, bilen ile bilmeyen hızla ayrıştı. Âlim ile cahil arasında uçurum oluştu. Cehaletle ilişiğini kesenin bencil kişiliği, cahilliği ölmüş sayılabilir. Bu kişinin ilk kişiliği ilim suyunun tufanında helak olmuş denebilir. İyi okullarda başarılı olan gençlerin kısa zamanda kişilik değiştirecek kadar gelişimi dikkat çekicidir. Başarılı gençte öyle bir kişilik oluşur ki başarısız gençte olabilecek bozuk kişilik ile bir ilişkisi olamaz. Muhtemel bu bozuk kişilik tamamen ölmüş, helak olmuş, hatta ilimle kişi yeniden dirilmiş denebilir. Kitapta adı geçen Semud kavmi ilim suyu tufanında helak olan cahillik, benlik ve bencillik olabilir.

            Bir öğretmenden bilgi elde etmek onu dinlemekle başlar. Böylece, bilgi, bilmeyenin kulağından girer. Bu öğrenim sesli öğrenimdir. Kulağı delikler can kulağıyla dinleyip bilgi birikimi oluşturur. Âlimlerin konuşmalarından ise çok daha büyük ses, ‘gürleyen ses’ çıkabilir. ‘Anlamayana davul zurna az, anlayana sivrisinek saz’ misali, kendi deneyimlerini aktaran âlim kişiler gürleyen sesleriyle diğer âlimlere ilham verir. Çok ses getirici keşif ve icatlar böylece ortaya çıkar. Keşif ve buluş sahipleri kendilerini insanlığa adamış kişilerdir. Kişilik, benlik ve bencillikleri, ‘gürleyen sesle gelen’ bilgi alış verişindeki, beyin fırtınasındaki, ‘şiddetli rüzgâr ve fırtınayla mahvedilmiştir’ denebilir. Bireyin tüm düşüncesi odaklandığı ilim olur, kendisi yok, ilmi var, ilmiyle dirilir. İnsan ve insanlığın gelişimi, aklın bilgi edinme amacıyla kullanımına bağlıdır. Ego, benlik, cahillik, hayvani nefis, şehvet, gazap ve bencilliklerden oluşan ‘Nefsin Semud Kavmi’ ilim suyu tufanında helak olur.

            Kötü huylara Semud kavmi denebilir. Bu tufanda kurtuluşa erenler, öğrenimleriyle, örneğin şehvet iffete dönüşerek, yeni sıfatlarıyla doğup, yeni ilim ve ruhla dirilerek yaşarlar. Âlim sıfatına layık görülen bu kişilerin bireysel kişilikleri de aynı ‘gürleyen sesle gelen şiddetli rüzgâr ve fırtınayla mahvolabilir’. Âlimler, hayatlarını uğruna adadıklarıyla kavuşmaları halinde, bu sıfatlarını da “Tek bildiğim hiçbir şey bilmediğimdir” deyip kaybederse, arif olur. Bu güzel sıfatlara Âd kavmi denebilir. Adı geçen kavimlerin durumu, “Tam teslimiyet içindeki Müslümanlar olarak can veriniz”, “Ölmeden önce ölünüz” (2.132) anlamındaki ayet ile de açıklanabilir. Adı geçen bu kavimler, böylece, Allah’ın rahmetine kavuşmuş olabilir. Ayetler, yaşanan ve yaşanacakları açıklar. Evrensel olayların ardındaki ilim aynıdır. Kitabımız Furkan, uygulama, ilmini ayrıntılarıyla açıklar.

            Varlık âleminin ardında olup da gece gibi görünmeyen yedi mertebe, manada veya batında, perde arkasında olduğu için görünmez. Vücut, hayat, ilim, işitme, görme, irade, kudret ve kelamdan oluşan sekiz sıfat mertebesi ise gündüz gibi maddede, zahirde, açıktadır. Bâtıni değerleri olmayan insanlar, içlerine ve dışlarına etki eden, şiddetli rüzgâr ve fırtınadaki içi boş kuru hurma kütükleri gibidir. Bu insanlardan oluşan kavim, dıştan, şeklen kuvvetli gibi görünür ama aslında hayatları ve manaları yoktur. Bilgi ve ilim, bilen veya bulanın değildir. İlim, kişiyi, sahibine götürmelidir. Batın ve zahirde görünen ilimle bireysel kişilikler helak olur, kişi fena bulur.

            Umarım okuyup, düşünüp, ibret alıp evrenin ardındaki gerçeğin aslını idrak edebiliriz.

                Evren ve İçindekiler İtaat Eder

 

            Hangi taşın altından ne çıkacağı belli olmayan bir ortamda, çeşitli konular ele alındıkça işin nereye varacağı da bilinemez. Özellikle okuyan, düşünen, tefekkür eden ve ibret alan bir toplumda bireysel anlayış ve idrakin sınırı belirlenemez. Her hareket ve adımını aklını kullanarak atan kişiler, bir başlangıç noktasından belirli bir hedefe ulaşma sürecinde, daha dikkatli düşünür. İlahi İrade Kanunları üzerinde çalışmayı seçmek bile büyük cesaret ister. Çünkü yasalarda “Ezelden ebede, küresel ve evrensel boyutta, din ve inanç farklılığı gözetmeksizin” geçerlilik aranır. Bize özgü tanımla, geçerlilik alanı için, kısaca, “Âlemden Âdeme” denebilir. Konuların çeşitliliği idrakin sınırlarını zorlar, bur durumda daha da dikkatli olunur. İlahi iradenin izlerini ararken aklın alışkanlığı olan tek yönlü sebep-sonuç analizinden fazlası gerekir. Çünkü bilim, Âdem’in yaradılışının amacını ve nedenini bile sormaz.

            Ne zaman “Kuran” dense “Kim kurmuş, neyi kurmuş, nasıl kurmuş?” gibi sorular akla gelebilir. İtaat konusunda da Kuran’a başvurmak gereği duyulursa evrensel düşünülmelidir. Evren, gökyüzü ve yeryüzü ile ilgili ayetler güncel bilimsel bulgulara uygundur. “Evreni güç, kuvvet ve kudretimizle biz kurduk, onu genişletmekteyiz. (51.47). Gaz halinde bulunan evrene ve yeryüzüne ‘isteyerek veya istemeyerek gelin’ dedik, ikisi de ‘isteyerek geldik’ dedi (41.11). Sema, arza bitişikken onu ayırdık (21.30). Düşünüp, ibret alabilmeniz için her şeyi çiftler halinde yarattık (36.36; 51.49). Yeryüzünü canlandıran suyu gökyüzünden indirdik (2.164).”

            Evrenin belirli bir düzene göre kurulmuşluğu ve çalıştığı açıktır. Bu düzenin, fizik ve matematik yasalarını kapsayan, bir ilmi olduğu da aşikârdır. Her uygulamanın ardında bir ilim olduğu, her şeyin kendine özgü ilmi olduğu bellidir. Her ‘obje’ ilminin deposudur.

            Evren, arz ve sema, var oluşunda ve hareketlerinde ilme dayalı emirlere uyduğuna göre, var olan her şey ve herkes de bu ilme itaat etmektedir. Koşullara uymayanın hayatta kalma şansı olmasa gerek. Doğa koşullarına uymak da şeriata uymak olabilir. İnorganik, cansız maddeler, teknik özelliklerinin ve potansiyellerinin gereğini yerine getirerek, uyum gösterir. Elektron, eksi yüklü elektrik yüküne ve protonu kendine çekme özelliğine sahiptir. Elektronun elektrik yükünün biraz daha az veya çok oluşu durumunda evrenin oluşamayacağı bilimsel bir gerçektir. Hidrojen atomu yanıcı özelliğe ve oksijen ile birleşme potansiyeline sahiptir. Yanıcı ve yakıcı olan bu iki atom çeşidi birleştiğinde, suyu ortaya çıkararak, söndürücü olma özelliği taşır. Bütün bu doğal koşulların ardında, bilimsel olarak kanıtlanmış, ‘önceden belirlenmişlik’ diğer bir deyimle, emre itaat vardır. Elektronun elektrik yükünün veya suyun oluşumunun nedenini sormak bilimsel olmayabilir ama felsefenin özüdür.

            Güneşimizin oluşmasından önceki koşullarda oluşan ve uzayda kar bulutu oluşturan suyun, gökyüzünden yeryüzüne indirilişiyle canlılık yaratılmıştır. Aynı su ile sulandıkları halde canlılar çeşitlilik arz eder. Kitabımızda her şeyin ‘halk edilmesi’, canlılığın ‘yaradılışı’ ve insanın ‘inşa’ edilmesi yer alır.

            Her tohum veya her DNA’nın, uygun koşullarda, toprak, hava, su ve ateşe hükmedişi, belirli bir şekilde birleşmelerini emredip, dört anasırı yönetişi bilimsel bir gerçektir. Böylece, protein, mineral ve vitaminler ‘canlı’ oluşturacak şekilde birleşerek büyürler. Her büyüme, doğal yasaların tümüyle açıklanabilecek, bir ‘düzen’ içinde olur.

            Aynı şekilde, insan da toplum, dernek veya dergâhlarda inşa edilir. Genel düzene uygun, özel düzene tabi olarak, kendi ilimlerine biat ederek, yetişen insanlar olgunlaşma sürçlerinden geçer. Özel, genel, küresel ve evrensel düzeyde itaat, belirli amaca ulaşmada kaçınılmaz olur. Atomlar ve moleküller etkileşim içinde hareket eder. Etkileşimlerin karşılıklı olması tek yönlü sebep sonuç ilişkisine uymaz. Organlarımızın çalışma sistemi her hal ve koşulda bizim ne durumda olduğumuzu belirlemez aksi de doğrudur. Bizim organlarımıza, molekül ve atomlarımıza, kısaca, ilmimize itaatimiz de onların bize olan itaatlerini etkiler. Bilerek, isteyerek ve bilinçli hareket edersek bilincimiz artar. Yukarıdaki ‘isteyerek geldiler’ kavramına uygun şekilde gidişimiz bilinçli olursa yolculuğumuz keyifli ve zevkli geçebilir. Bilgiler bilmeyi ve bilmek bilinmeyi doğurabilir. Nihai sonuç olarak evren, bilinmek istendiği için yaratılmış olabilir. Abide-i Hürriyet bilinir, Abide-i Hakk anlaşılır, Abd-i Hu idrak edilirse, ağacın duruşu, kuşun uçuşunun da ibadet olduğu idrak edilerek şahit olunabilir. Hakk’a şahit olan şehit olmayı hak eder.

            Evrenin kurulması, gökyüzünün yeryüzünden ayrılmasının sağlanması, yeryüzünün döşenmesi, arza suyun semadan indirilmesi ve canlılığın yaratılmasının amacı vardır.

            Bütün bu gayretlerin tümü bir alt yapı olarak insanın inşası amacına değer. Halk edilen her şeye hak ettiği her şey yerinde, zamanında ve dozunda verilmiştir, alt yapı dediğimiz temel sağlamdır. Bu temelin üzerine insan gibi mükemmel bir mahlûk inşa edilebilir. İnsanın inşa edilmesinin de bir amacı olmalı. Yaşamını sürdürmesi için yeterli düzeyde akıl verilmesi hali hayvanlar âleminde gözlemlenir. Konuşma yeteneği ile desteklenen, aklın fazlasının verilmesi, insana önem, öncelik ve özellik kazandırır. Bu tür bir nedensellik arama da bilimsel olmayabilir. Ancak, benzer arayışlar, yalnız ve sadece insana yakışır. Olgun insanlar ise, bilim ötesi araç ve amaç arayışına geçerek, arif olmaya çalışır. İlahi irade kanunlarını bilerek ilahi düzeni idrak etmekle, evrenin kuruluş düzeninin ve ilminin de ötesine geçilebilir. İlmin tümü bilinirse, yalnızca “Bilinen” ortaya çıkmış ve ortada yalnız ‘Var Olan’ kalmış olabilir.

            Ayrıntılı analizlerle, enerjinin maddeye dönüşümünden, ışınım ve hareketlerin hızına kadar, her şeyin ardındaki bilimsel bilgilere ulaşmak akıl kârıdır. Galaksilerden kuantum âleminin kütlesiz parçacıklarına ve onların teknik özelliklerine kadar inip belirlemek ve gözlemlemek önemlidir. Sebep ve sonuçtan öteye, evren çapında ve kapsamında, karşılıklı etkileşim içinde ‘oluşun’ saptanması ve idraki insan aklı için daha önemlidir. Kalp düzeyinde vahdet idrak edilemezse nefis düzeyinde adalet idrak edilemez. Aklın hükmünün aşka kadar olduğu da yaşamın yaşanarak bilinen bir gerçeğidir. Aşk için, aşk ile aşktan yaratılan maşukun aşığını araması ve aşkı bulup yaşaması nihai amaç olabilir. Zamansız ve mekânsızlıkta var olan vardır, yok olan da zaten hiç olmamıştır!

                Tanıdıkça Âşık Olmak

 

            İnsanın içindedir ve insanın içinde mutlaka vardır sevmek, âşık olmak. Aşk insanın fıtratına kazınmıştır. Her şey halk edilir, canlılık yaratılır ve insan inşa edilir. Canlılıkta madde, manaya kıyasla, yaşamın önemsiz bir bölümüdür. Bedensel yapı, insan gerçeğinin küçük bir kısmıdır. İnsanın inşası tamamlandığında, bedensel yapı, duygusal ve ruhsal gerçekliğin yanında önemsiz kalır. İnsanın nefsanî, yani gazap ve şehvetin hâkim olduğu, alanı vardır. İnsan, nefis ile yaşamını sürdürür. Akılcı bilgiler ve kalbî duygular ile beslenen nefis, neslinin devamını sağlayacak aşkı yaşar. Gördüğü ve bildiği bir diğer insanı sever, çok sever âşık olur. Bu aşk içinde bile aklını, gururunu ve benliğini yitirir. Aynı şekilde ilahî bilgiler edinerek, müşahede ve şuhut, uyanıklık ederek ilahî aşka düşerek ölümsüz ruh ile dirilmeye, fıtratını gerçekleştirmeye gidebilir.

            Kur’an’ın ilim, Furkan’ın uygulama olduğu bildirilir. Ayetler, evrenin kurulduğu ve genişletilmekte olduğunu, gökyüzünün yeryüzünden ayrılıp, arzın döşendiğini, güneş sisteminden önce oluşan suyun dünyaya indirildiğini, canlılığın yaratılıp, insanın inşa edildiğini açıklamaktadır (51.47), (21.30), (2.164). Kısaca, var olan her şeyin, belirli bir düzen içinde var olduğu, yoktan veya yokluktan var edildiği, ilmin uygulanması olduğu bildirilmektedir. Bilimsel ve teknolojik bilgi ve bulgular da tüm bu ayetleri kanıtlamaktadır. Uzay boşluğunun sonradan oluşup gökyüzünü oluşturduğu bilinir. Evrenin genişlemekte olduğunu bilim 1930’larda kanıtladı. Hala da aynı deyimler kullanılarak benzer kavramlar kanıtlanmaktadır.

            Okyanuslardaki suyun, Dünyayı çarpışıp birleşerek oluşturan kütlelerin çevresinden geldiği son bulgulardandır. İçinde DNA içeren hücrenin suyun içinde canlılık başlatması bir yaratılış olayıdır. İnsanın inşası ise daha da farklı bir süreçtir.

            İnsanın kendini bilme süreci aklın kullanılmasıyla başlar. İnsanın bedensel, nefsanî, duygusal ve ruhsal yapısı analiz edilerek senteze ulaşılır. Maddeye ilişkin bilgiler, maddenin en küçük parçasının bile ilmin bir hali olduğuna götürür. Kütlesi olmayan yalnız artı veya eksi elektrik yükü olan parçacıklar bilim insanlarınca “Bilgilerinin deposu” olarak tanımlanır. Her obje ilminin deposudur. Elektromanyetik radyasyon (EMR), foton, elektron ve atomun bilinmesi; canlılığın yaratılması ve insanın inşası sürecinin altyapısını oluşturur. Kuantum âleminden canlılığa geçiş hayret, haşyet, korku ve dehşet duygularına neden olabilir. Atom ve moleküllerden DNA ve hücre oluşumuna geçiş hayret ve haşyet uyandırabilir. Bu düzeyde bile sebeplerden sonuca gidiş gibi tek yönlü etki değil karşılıklı etkileşim söz konusudur. Elektronlar, atom ve moleküller birbirlerini etkiler ve etkileşim içinde hareket ederler. İkiz foton, elektron ve atomların incelenmesi sonucunda etkileşimin, Büyük Patlamadan itibaren, “Önceden belirlendiği” bilimsel olarak kanıtlanmıştır.

            İnsan ise belirli miktarda atom yığını değildir. Her kişi ve kişilik atomların belirli bir şekilde organize olmalarıyla ortaya çıkar. Organizasyon bir yönetim fonksiyonudur. İnsan, genetiğinden gelenler ve çevreden alınanlarla oluşur. İnsanın, sindirim ve sinir sistemleri gibi, alt sistemleri, etkileşim içinde ortak amaca hizmet ederek çalışır.

            Atomun uygun şekilde molekül, moleküllerin uyum içinde organ oluşturması ve organların uyum içinde çalışarak insan oluşturması ancak yönetilen bir düzen içinde olabilir. Organların düzenli çalışması ilk hücreye potansiyel olarak yüklenmiştir. Tüm evren bir ‘bütün düzen’ içinde çalışır (1).

            Organların düzenli çalışması mutluluk verirken, insanın mutlu oluşu da organların çalışmasını düzenler. Bu şekilde tek yönlü sebep sonuç değil karşılıklı, iki yönlü etkileşim içinde oluş anlaşılabilir, sonuç da sebepleri etkileyebilir. Bilgi kanallarından elde edilen bilgi yükünü artırdıkça, toplam bilgi yükü de bilgi kanallarını açabilir. Bilinçlendikçe yeni bilgi üretimi artar. Araçlar amaç için organize edilmiş olabilir ancak amaç da araçların yeniden organize edilmesine yardımcı olabilir. Bilinçli gülüş adrenalin salgısını artırır, mutluluk duygusu oluşur. Nefsanî sevgi ve aşk, neslin devamını sağlayabilir ama neslin devamı amacı, bu sevgi ve aşkın belirli bir düzene sokulmasını isteyebilir ve sağlayabilir. Çocuklarla süslenmiş aile kurma hayali, bu hayali gerçekleştirebilecek aşkı yaratır.

            Yerinde, zamanında ve dozunda düzenli bir şekilde ihtiyaçları karşılanan nefis güzelleşir, tatmin olur, nefis bir durumda çalışır. Sorunlarını böylece çözen kalp artık ruhun nurundan, ilmin idrak ve aydınlığından, yararlanır. Ruhun nurunu zevk eden kalp yeniden doğar. Aklın ve kalbin, nefsin emrinde çalıştığı dönemde etkinlikleri çok azdır. Bu dönem gözden geçirildiğinde her ikisinin de fonksiyonunun farklı olduğu görülür. Nefsanî zevklerin artmasına ve biraz duygu katılmasına katkı sağlarlar. Oysa yeniden doğuş ile fonksiyonları tamamen değişir.

            Kalp ilmin kaynağını keşfeder. Kesretin aslında vahdet olduğunu, işleyen düzenin kurulmuş bir düzen olduğunu idrak eder. Her obje ilim ise, küp şekerin tümü yalnız şeker olduğu, gayri bir şey olmadığı gibi, objelerden oluşan her şey de yalnız ve sadece ilimdir. İlim önceden belirlenmiş düzene uygun iş işler, uygulamalar oluşturur. İlmi idrak eden, işleyişe hayran kalır, düzene ve bu düzeni kurana âşık olur. “Bir ışın tayfının en kısa dalga boyundaki enerjinin bir santimetre küpü, bilinen evrendeki tüm maddenin toplam enerjisinden daha çoktur” (2). Maddenin enerjiden oluşumu ve enerjiye dönüşümü E=MC2 ile iyi bilinir. Bir atomun yüzde doksan dokuzundan fazlasının boşluk olduğu da bir gerçektir. Bilinen evrendeki tüm galaksiler ve tüm maddenin oluşması için gereken enerji miktarı ölçülebilmektedir. Oluşum bilindikçe ilim de idrak edilebilmektedir.

            İlmin kaynağını, ruhu keşfeden kalp, özünü bildiği maddesel ve nefsanî alanı düzenleyip ruha döner. Kütle, madde, bilgi, bilim ve ilim yönünde ilerleyiş ruh ve manada tamamlanır.

            Tanıdıkça âşık olmamak, bir kara deliğin olay ufku geçildiği halde içine düşmemeye benzetilebilir. Aşk için aşktan yaratılış ve insanın inşası amacına ulaşır.

(1)   David Bohm, “Wholeness and the Implicate Order”

(2)   Yukarda adı geçen kitap, sayfa 242.

 

 

               Bilginin Evrenselliği

            Galaksiler atomlardan, atomlar ise ‘bir var olup bir yok olan’ kuantum parçacıklarından oluşur. İnsan bünyesi de aynıdır. İncelendiğinde her organımız, ayrıntıda, bizi hayrete düşürür, haşyet duyarız. Örneğin, beynimizde, galaksi sayısı kadar, yüz milyarlarca, beyin hücresi; tüm galaksilerdeki yıldızların sayısı kadar, trilyonlarca da beyin hücreleri arasında bağlantı vardır. Duyuların algı ve bilgileri, beyinde şimşekleri andıran elektrik akımlarıyla işlenir. Bilgilerle bilinç yaratılır ve nasıl bir evrende yaşandığı bilinir. Din ile bilim farklı şeyler söyleyemez. Enerjideki ilim bir ve tektir, uygulama çeşitlidir. Bilgi işlenmesi insan beyninde doruğa ulaşır. Akıllı insan için indirilen kutsal bilgiler ile akıllı insanın bulguları farklı olamaz. Her şey ve her bilgi enerjinin belirli bir halidir. Bir hayvan imajı beyinde rastgele bir enerji akışıyla depolanmaz, bir hayvan bilgisinin imajı enerjinin, depolanıp hatırlanan, belirli bir halidir. Enerji harekettir, ama rastgele olmayan bir harekettir.

            Kozmolojide evrenin Büyük Patlama ile oluştuğu kabul edilir. Hatta boyutları olmayan ama ‘kütlesi sonsuz’ olan bir şeyin patladığı var sayılır. Böylece ilk oluşan plazmanın sonsuz sıcaklıkta, enerjinin hareket halinde, ışınım şeklinde olduğu ve henüz uzay boşluğunun bulunmadığı bilinir. Gökyüzü sonradan oluştu. “Genişleme arttıkça plazma soğudu. İlk saniyenin 10 milyarda birinde ve sıcaklık 10 üzeri 15 dereceye düştüğünde proton ve nötronlar oluştu. Bir saniye sonra ise sıcaklık 10 milyar dereceye düştü ve hidrojen ile helyumun, atomları değil, yalnız çekirdekleri oluştu. Patlamadan 3 saniye sonra sıcaklık 1 miyar dereceye düştü, madde ile ışınım eşleşti” (1).

            Kısaca, kütle veya atom, patlamadan en az 300.000 yıl sonra oluşabildi. Öyle ise patlayan şey bir ‘kütle’ olamaz. Ayrıca, Hawking ‘her obje ilminin, özelliğinin deposudur’ der. Objenin içinde ilimden başka bir ‘şey’ yoktur. Obje, maddeye dönüşen enerjidir. Küp şeker şekerdir, başka bir şey yoktur, aynı şekilde her obje, ilmin bir halidir, ilmin enerjiyle bir hal almış, özellik kazanmış halidir. “Objelerin bilgileri, yani enerji hali, obje kara deliğe düşse bile yok olmaz, kaybolmaz” (2).

            Kitabımıza göre her şey Kur’an ilminin, enerjiye, inişiyle başladı. İlmin enerjiye dönüşümü Furkanı, uygulamayı başlattı. Her şey bir düzen içinde, bilgisinin deposu şeklinde oluştu, halden hale geçti. Evrenin amacı kâmil insandır. “İnsan ilminin aynıdır, organların kendine özgü ayrıca bir sureti yoktur, organların ilminden ayrı bir resmi ve cismi yoktur” (16.2, 39.9). “Bir var olsun bir yok olsun, eğlence olsun diye, bir şey halk edilmedi, her şey bir amaçla, yoktan, var edildi” (21.17).

                        Bilimsel kurama bir şey eklenebilir “Büyük Patlama, ilmin, enerji halinde ‘Büyük Açılımı’dır”. Hz. Ali “İlim bir noktadır cahiller onu uzatır” der (58.7). İlmin kütlesi yoktur. Halden hale geçiş daha kolay anlaşılabilir. Işınım halindeki ışık, ‘kuanta’ adı verilen enerji paketleridir.  Fotonun kütlesi yok, ışık hızında hareket eder, ‘kuvvet ve enerjidir’, nur da denir. “Allah, yerin göğün nurudur” (73.9;24.35). Elektron, eksi elektrik yüklü, belirli miktar enerjidir, enerjinin bilgi, ilim yüklenmiş halidir. Parçacıklar enerjinin bir hali, enerji de ilmin bir halidir. Dinle bilim aynı bilgileri verir bu insana huzur verir. Aksi durum ise bir yol ayrımında olunduğu duygusunu yaratır. Böyle ‘bilmek mi inanmak mı?’ gibi bir soru cevaplanamaz.

            Her sorunun cevabı için akıl kullanılır, oysa bu soru akla zarar verir. Din insanları da bilim insanları da akıllıdır. Kutsal mesajlar da yalnız akıllı olanlar içindir.

            Bilgilerin beyinde işlenmesi çakan bir şimşeğe benzer, aynı şekilde, enerji akışıdır. Einstein ‘her elektron evrendeki diğer bir elektron ile etkileşim içindedir’ der, aynı şekilde ‘beyin hücrelerimiz birbirleriyle etkileşim içindedir’. Ek olarak, sinir ve sindirim gibi alt sistemlerimizin tümünün etkileşim içinde olduğunu da biliriz. Etkileşim, karşılıklı etkileme, en küçük boyuttan, elektrondan, en büyüğüne, galaksilere, kadar geçerlidir. Böylece beyin ve bedenimizin çalışmasından evrensel boyutlara geçişimiz kolay olur. ‘Âdem ile Âlem ikizdir’ deyişi için inanç değil bilinç gerek. İnsan bir surette, herhangi bir formda paketlenmiş enerji değildir. Enerjinin, bu paketine, böyle paketlenmesine, bu suretine insan denir. Güneş doğudan doğmaz, güneşin doğduğu yere doğu denir. Bilgi paketi, küpü objeler kara deliğe düşse de, formu değişse de, bilgi yüklü enerjileri evrende asla yok olmaz.

            Ruhun nuru, ilmin aydınlığından söz edilir. Aydın kişiye âlim, nurlu kişiye arif denir. Bilgiler yeniden işlenerek yeni bulgu ve bilgilere dönüşebiliyorsa diğerlerini aydınlatıyordur. Bu aydınlatış, aydınlatan kişiden aydınlanan kişiye bilgi akışı, enerji akışıdır. Enerjinin bu yeni formu, yeni bilgidir ve yeni bilgi, enerjinin yeni bir halidir, ilmin potansiyelinde vardır. Yeni bilgiler halinde, halden hale geçen enerji, enerjinin içinde yeni bilgilere dönüşme potansiyeli olan ilim vardır. Bir bilgi diğer bir bilgiyle birleşebilir. Bilgiler, kendileri kaybolmadan, yeni bir bilgi oluşturabilir. İlmin açılımı süreklidir!

            Hidrojen ve oksijenin birleşip, kendileri yok olmadan, su oluşturması gibi. Su molekülü ayrıştırılarak atomlar yeniden elde edilebilir. Bu durum su bilgisini yok etmez, su bilgisi ilmin içinde gizli veya potansiyel haldedir.

            İnsan bildiği kadar, bildiği için insandır, bilgi küpüdür. Her parçacık ve her atom bilginin bir hali ise insanı oluşturanlar da bilginin, ilmin bir halidir. İki hal birleşip ilmin veya bilginin üçüncü ve yeni bir halini oluşturarak insanlar oluşur. İnsanların, sinir ve sindirim gibi, alt sistemleri de, beyinleri de farklı çalışır. Böylece aynı atomlardan oluşsalar da yeni hallerin oluşturduğu insanlar birbirlerinden farklı oluşmuştur, sentez farklıdır. Kur’an bir ve tek, vahdet; ama Furkan, uygulama, ayrıntı, kesret farklıdır. İlim su gibidir, aynı su ile sulanan bahçelerde yetişen meyvelerin biri diğerinden farklı şekil, tat ve lezzettedir. Aynı ilmin bilgileriyle donatılan kişilerin sentezleri ayrıdır ama ilmin varlığı, vücudu birdir. Evren, aynı vücudun mevcudat halidir, ‘oluşum ilminin’ enerjiye yüklenmişidir.

            Entropinin gittikçe artıyor oluşu zamanla bozunumu gösterir, bu durum ise ilk başlangıçta en mükemmelin olduğunun kanıtıdır. Parçacıkları ve dolayısıyla evreni oluşturan ilim bir ve tektir, algılanmakta olan ayrıntı farklıdır. Bilgi bireysel, bilinç evrenseldir, bilgi ve bilinç de parçacıklar, atomlar ve evren de aynı ilmin enerji halinde açılımından oluşur. Evren, aynı ilmin eylemlerle sıfat kazanmış halidir. Para gibi, bilgi de bulanın değildir, bir mutlak sahibi vardır. “Vücudumuzla mevcutsunuz” bir kutsal mesajdır (56.57).

(1) Stephen Hawking, “Zamanın Resimli Kısa Tarihi”, Alfa Basım, 2012, sayfa 156.

(2) The Economist, Stephen Hawking's answer. Aug 26th 2015, by D.J.P.

                İlim-Amel Köprüsü

            Bilgi, ilim hamurunun bir lokması, ilim deryasının bir damlasıdır. Bilgi, enerji, uygulanması halinde algılanır. Beyin hücreleri içindeki ve arasındaki akımlar adeta bilginin, enerji olarak akım halidir. Elektrik sinyallerinin üzerine ses ve görüntü bilgilerinin yüklenmesi bize televizyonu verir. Dijital bilgi işlem, günlük yaşamı oluşturur. Elektrik akımı çok kullanılır, en yüksek ve en düşük voltun, her bilginin yeri vardır. Bilgisayardan, ısınma ve aydınlanmaya, elektron akışı kullanılır. Kuantum mekaniğinin bilgi yüklü parçacıkları değerlendirilir. “Devasa madde kütleleri boş atomlardan oluşur.” (1) “Her obje, özelliklerinin taşıyıcısı, bilgisinin deposudur.” (2)  bilgiyi bilir, ilmini anlarız ama uygulamaya geçiş doğada neden olur pek anlaşılamaz. Bilim ‘neden?’ sorusunu yanıtlamaz. Nasıl olduğu iyi bilinir. Bilgileri evrenden toplayan âlim, ilmin açılımını yaşayan ariftir. Eşyanın hakikati olan ilmi, âlim, bilgiler halinde evrenden toplar, arif ise ilk “Açılımdan” itibaren yaşar.

            Foton, ‘kuanta’ adlı enerji paketlerini içerir, kütlesi yok, hızı çok, ışık hızı. Hem parçacık hem dalga özelliği gösterir. Çeşitli dalga boyunu içerir. Her dalga boyu ayrı bir renkte ve ısıdadır. Dalga boyu kısaldıkça içerdiği enerji ve ısısı artar. Her dalganın enerjisi ölçülebilir. “Hatta kuramsal açıdan, hacim olarak ifade edilmesi halinde, en kısa dalga boyundaki enerjinin bir santimetre küpü evrendeki tüm galaksilerin oluşumuna yeterlidir.” (3) Kütle, enerjiye dönüşür ama nedeni bilinmez. Enerji, tüm canlılara neden hayat verir? Atomun, maddenin en küçük yapı taşı olduğunu düşünmek ilginçtir.

            Atom neredeyse tamamen boşluktur, yüz trilyonda birine ‘kütle’ denir. Tüm kütle ve maddenin ne kadar enerjiden ve boşluktan oluştuğu bilenebilir. Bilgi deposu foton özelliğini taşır, düştüğü yere enerji götürür, ısıtır, aydınlatır, ‘görünür’ ‘gözlemlenir’ kılar. “Dalga, ‘gözlendiğinde’ parçacık özelliği gösterir” neden? Gözlem yoksa parçacık da yok. Parçacık yoksa atom bile yok. Bu durumda ‘parçacıklardan oluşan büyük yapılar’ yerlerinde olmamalıdır. ‘Özellik’ ve ‘bilgi’ler ‘ilim’ altında toplanır. “Görme, Gözlem ve Bilme” eylemleri insan için geçerlidir. “Enerjide ‘giz’li olan ilim, bu eylemlerle parçacık özelliği ile açığa çıkar” neden? İnsan için mi çıkar? Kütlesi olan parçacıklar da sürekli hareket halindedir, bunlardan oluşan atom ilim yüklü enerjidir, neden amele dönüşür, uygulanır?

               Kuantum âleminden çıkış, amele geçiş henüz sırdır. Her şey düşüncedir. Enerjinin, özellik, bilgi ve ilim yüklü olduğu, her şeyin temelinde ilim olduğu, “Eşyanın hakikatinin ilim olduğu” kanıtlanmıştır. Bilimsel açıdan, ilimden âleme geçiş, ilim yüklü enerjinin ‘gözlem’lenmesine bağlıdır.

            “Cemden sonraki fark makamında, vahdet ve kesret konusunda yanılmaksızın, Zatın Birliği düşünüldüğünde, sıfatın kesreti müşahede edilir. Melekleri, kalplerini ilimle, yani Kur’anla ihya ettiği has kullarına, emrinden, ruhundan, nakşeder, gönderir. Bu nakış, ilimden ibaret olan ruhun tenezzülü, âleme inişidir. Ruhun inişi bir iradenin olduğunu gösterir. Bu irade ise hakiki sıfatlar âleminin kanıtıdır, cisim ve hareketlerin açıklanmasıdır. Sıfat ve efal âlemleri, isim, cisim ve eylem, hareket âlemlerinin ortaya çıkışıdır.            Bunların tümü ise cemadat, nebatat ve hayvanat âlemlerinin oluşumudur.”

            “Kısaca, ilimden ibaret olan ruh, irade, sıfat ve efal âlemlerinin ortaya çıkışıyla âlemler oluşmuştur.” (16.2) “İnsan, ilminin aynıdır, organlarının kendine özgü ayrı bir sureti ve yaşamı yoktur, organların ilminden ayrı bir resmi ve cismi de yoktur” (16.2, 39.9). “Bilen ile bilmeyen bir olmaz. İlim, sahibinden başka bir şey olmayan, azalarında, zerrelerinde zahir olan, görünen ve onlardan ayrı bir şey olmayandır. İnsanın, azalarının, zerrelerinin ilminden ayrı bir isim, cisim veya resim olduğunu hayal etmek gaflettir. Âlim bu durumu kabul eder, kâfir bunu inkâr eder.” (39.9) İlmin, sahibinden, yani bulunduğu zerreden ayrı ve gayrı olmadığını kabul edene âlim, inkâr edene kâfir denir. İlimden âleme geçişte irade beyanı olduğu görülür. İlimden ibaret olan ruhun tenezzülü, inişi ve âlemleri oluşturması bir irade beyanını gösterir, Hakk’ın iradesiyle inmiştir. Kulların, fıtratlarına nakşedilen ilimle, önce melekleri, melekeleri, yetenekleri sonra azaları, organları, bedeni oluşur. İlmin açılımının böyle sonuçlanmasıyla ortaya çıkana, zahir olana biz ‘insan’ deriz. Güneşin doğduğu yere doğu denir. İnsan, ilmin açılımının belirli bir halidir. Farklı bir şekilde açılmış ilmi toplayarak insan yapılamaz. Fıtratına nakşedilmiş ilmin açılımını sağlayarak insan olması sağlanabilir. İnsanlık dışı halleri kökleşenleri, dışarıdan insanlık ilmi ekleyerek insanlaştırmak zordur. Haller gerekli ama yeterli değil, genetiğiyle de oynanmalı.

            “Biz inananların, enfüs ve afakta, içte ve dışta, görünür ve görünmezde, müşahede etmelerine yardımcı oluruz. Hatta muhakeme ve delillerle anlamalarına yardımcı oluruz, böylece, Hakk’ın görünerek, apaçık aşikâr olduğunu idrak ederler.”       “Yardım ettiklerimizden Hakk’ı eşyada müşahede edenler için Rab yeterlidir. Hakk’ın efali delillerle, sıfatı tecellileriyle, görünüşleriyle anlaşılır, her şey bilgisi kapsamındadır. Her şeyin hakikati Hakk’ın ilminin aynısıdır. Vücudu ilmi ile oluşur, ilmi zatının aynıdır ve zatı aynı vücududur. Gayrın vücudu, aynı ve zatı da yoktur. Her şey fanidir, helak olur, yalnız Hakk’ın yüzü, Hakk’ın zatı bakidir. Nefiste, evrende ve çevrede görünen ve beliren vasıflar, sıfatlar Hakk’ın varlığının ortaya çıkışı iledir.” (41.53,54)

             Tüm evrendeki bilgi, özellik, ilim, enerji ve madde arasındaki ilişkiler insanda da görülebilir. “Her şey, küp şeker gibi, özellik kazanmış veya özellikli bilgidir, bilgi küpüdür” denebilir. Öyleyse, insanın el ve ayak gibi organ; sinir ve sindirim gibi sistemleri de ilimdir, ilmin bir halidir. Kitabın da dediği gibi ilmin aynısıdır, ilminden ayrı hayatı, ismi, resmi ve cismi yoktur. Evrenin en son hali, ‘gören, gözleyen ve bilen’ “İnsan” da, evrende yüklü enerji veya ilmin ayrılmaz parçası, uygulanmış halidir. Böylece ilim, idrak edilmiş olur, neden?

            Uygulanan ilme ulaşan âlimler bilgilerin sahibidir ama ilmin sahibi olamaz. İlmin, Hakk’a ait olduğunu, halk olarak zahir olup göründüğünü, idrak eden âlime arif denebilir. Bu açıdan bakıldığında ‘ilimden ibaret olan ruhun âleme inişi’ amele geçişi bir köprüdür. Amelden, Hakk’ın ilmine yücelten köprünün adı “İlim-Amel Köprüsü”, bilgi toplayıp gidenler âlim, gelenler arif, olabilir. Bilinme amacı böylece gerçekleşmiş olur.

(1)      http://www.evreningercekligi.com/blog/atomlardaki-bosluk

(2)     The Economist, S. Hawking's answer to a paradox, Aug 26th 2015, by D.J.P.

(3)    D. Bohm, “Wholeness and the Implicate Order”, 1980, Routledge & K. Paul

                Habil ile Kabil

           

            Her masal ve efsane, insan ve insanlığa, evvelden ahire, önemli mesajlar taşır. Hz. Âdem’in oğulları Habil ve Kabil’in serüveni her insanda yaşanır ve insan için önemlidir. İbret alınması için elçiler kutsal mesajları halka iletir. İyice anlaşılması ve uygulanması için mesajlar örneklerle açıklanır. Günümüzde o örnekler geçerli olmayabilir ama temel mesaj hala anlamlıdır. Denilen ile denmek istenen iyi anlaşılmalıdır. Esas mesaj, akıl yerine vehim, hayal ve kuruntunun geçmesi halinde insanın çok şey kaybedeceğidir. Mesaj aklın kullanılmasına, akılcı davranışlar yapılmasına vurgu yapar.

            Atıfta bulunulan yorumun hikâyesi aslında çok ilginçtir. Âdem’in iki oğlu vardır ama ikisi de ikizdir ve her ikisinin de ikizi kız kardeştir. Âdem, Kabil’i, Habil’in ikiziyle, Habil’i de Kabil’in ikizi ile evlendirmek ister. Âdem’in amacı aklını kullanan ve akılcı davranışlarda bulunan oğlunu, hayalci ve hayalî davranışlarda bulunanın kız kardeşiyle evlendirmek ister. Böylece, uçuk kaçık hayaller kuran ve hayal âleminde bulunacak olan torun yerine akılcı hayaller kuran torun sahibi olacaktır. Diğer yandan hiç hayali olmayan, hep aklıyla düşünen torun yerine gerçekçi hayallerini gerçekleştirmek üzere aklını kullanan, torunu olacaktır Âdem’in. “Her an benzersiz yeni bir şe’n, oluşum, halk-ı cedid olur.” (5.27,28)

            Habil ve Kabil’den Allah’a kurban sunmaları istenir. Somut olmayan, hayalî kurban kabul edilmez. Akılcı, somut kurban kabul görür.

            Bu duruma çok kızan hayal ve kuruntu sahibi kardeş aklı ile güzel işler yapan, sanatkâr ve güzel ahlak sahibi kardeşini kıskanır ve öldürmek ister. Hayal, kapsamını genişleterek aklı esir alır. Aklın, ilminin kaynağı olan ruh ile ilişkisini keserek yeni bilgiler elde edinmesini engeller, böylece, aklın ölümüne neden olur. Akıl hayal kurulmasına engel olmaz ancak kendini fazlaca hayale kaptıran aklını pek kullanamaz. Aklı kullanmamak kişinin normal hayatını etkiler, güzel işler yapamaz, hayalî işler peşinde koşmakla ahlakı da bozulur. Aklın ölümü insanın da ölümüdür hayal kurması da mümkün olmaz. Bu durum insanın yaradılış amacına aykırıdır, her şeyin bir amacı vardır. İnsanlığı da kapsayan bir insanın böyle ölümü, toplumun hayal âlemine kapılması durumunda, insanlığın da ölümüdür. (5.29-32)

            “İnsanın fıtratına nakşedilmiş olan Kur’an ilmi, olgunlaşma amacını gerçekleştirmek üzere, ayrıntısıyla Furkan ilmi olarak indirilmiştir. Her nebi daha önceki nebilerin ilmini onaylar ve korur sonra kendi ilmini açıklar.” (5.48) Amaç insanların ibret almasıdır. Her insan aslında bir kalptir. Kalbin bir nefse bir de ruha açılan kapısı vardır. Ruhtan alınan ilim nefse aktarılarak uygulanır. Nefsanî tat, lezzet ve zevkler insanı hayal âlemine daldırır. Aklı yitirecek kadar hayal etmenin sonucu kötü, akılcı hayaller kurarak hayalleri gerçekleştirmek iyidir. En iyi, doğru ve güzelin gerçekleştirilmesi için gereken ilim insanın fıtratına nakşedilmiştir. Habil-kabil dengesi şarttır.

            İnsan akıl ve hayal dengesini iyi kurmalıdır. Kendine verilenlerle evrenin halk ediliş ve insanın inşa ediliş amacına ulaşmasını bilmelidir. Halkın kitabı halka bunu öğretmeye çalışır. İnsanı öğrenmeye içinden, içtenlikle hazırlar.

                Çağrı, Son Çağrı

 

            Küresel ve tarihsel boyutların her köşesinde, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde, insan ile Tanrı ilişkisinin izleri vardır. En eski kalıntılarda tapınaklar, ilk toplumlarda da tapınma olduğuna göre bir ‘Çağrı’dan söz edilebilir. Bu durum insanlığı hayvanlıktan ayıran bir özellik de sayılabilir. Böyle bir ‘olay’ vardır ve gerçektir. İlk çağrı ile bugünün son çağrısı arasında çok küçük bir fark bile yoktur. Çağrı bir ve tek, ancak anlayış ve idrak beşerin sayısı kadar farklı olabilir. Çağrının içsel ve dinsel olduğu düşünülür ama bilimsel olarak kanıtlandığı üzerinde durulmalıdır. Günümüzün son bilimsel bulguları, inanılan ve iman edilen her hususu kanıtlar niteliktedir. Evren, maluma tabi olan ilmin, enerjinin, katı bir halidir, insan aklı da bu gerçeği idrak için verilmiştir. İlim akıl ile desteklenmiştir.

            Tapınağın varlığı, tapınma eylemini gösterir. Bu sayede, firavun da olsa kral da olsa, liderlerin, toplumun ‘doğru’ ve ‘yanlış’ anlayışına önderlik ettiği açıktır. Bu durum, genel anlamda, bir haklılık ve haksızlık anlayışına bağlı adalet kavrayışıdır. Her türlü yıkım ve yapımın temelinde, böylece, adalet vardır. Adaletin de Hakk’a ve akla bağlandığı, geçmişten günümüze, bir gerçektir. Adalet ise çağrının temelidir.

            Bilimsel alanda, en son ve en çarpıcı buluşlara yer veren oturumlar ve programlar ilginçtir. Dile getirilen gerçekler arasında “Daha küçüğü olamayacak kadar küçük parçacıklar, eksi veya artı, enerji yüklüdür. Daha kısa olamayacak kadar kısa zamanda, parçacıklar var olup yok olur.”

            “Nasıl olduğu bilinmiyor ama bir şekilde enerji, sıvılaşıp, katılaşır ve kütle oluşturur. Parça ve kütlesinin içi boştur, varlık boşluktan ve yokluktandır.” gibi gerçekler vardır. İnsan dâhil, en büyük yapılar atomlardan oluşur. Bilgisinden başka, artı, eksi gibi bilimsel veya bilgisel özelliklerinden başka, bir şey olmayan enerji parçacıklarının birleşerek oluşturduğu karmaşık ‘obje’lerin de bilgilerinin dışında bir şey olmadığı kanıtlanır. Büyük yapılar da, kısaca, bilgi olan parçacıkların birleşmesiyle oluştukları için, bilgiden başka bir şey değillerdir. Bilgilerin topluluğuna bilim veya ilim denebilirse, insan, ilminden başka bir şey değildir. Aynı ilmin bir şekilde birleşip açılımına Tuncer, diğer bir şekilde birleşip açılımına Ersin denilmektedir. Kişiler ilimlerini ele alıp, yeniden yoğurarak, olgunlaşmaya çalışır. Her bütün, parça ve birleşimlerinin özellikleri nedeniyle, kendine özgü, bir ve tektir.

             “Suretler, ilmin aynidir. Göklerde ve yerde bir zerre miktarı ilminden hariç olamaz” (6.59) “Her şey Rabbimin ilmi iledir. Rabbim ilim cihetinden her bir şey'i vâsidir, yönetir.” (6.80) “Ruh semasından ilim suyunu indirir, ilmî imanla iman edenler için büyük alâmetler vardır.” (6.99) “Evvelden geleceğe kadar tüm mevcudatın vücudu, sana indirilen bir kitaptır. Yani, ilmi sana indirilen bir kitaptır.” (7.1,2) “İlim ile detaylandırdığımız, bir kitap getirdik, yani, ilâhi ilmin gerektirdiği gibi, olgunlaşmaya yetkili ve el­verişli, el ve ayak gibi organlar, göz ve kulak gibi aletler ve duygulardan oluşmuş ‘beden-i insan kitabını’ getirdik.” (7.52) “İnsanın akıl yürütme âleminde ilim ve idrak nurunu inşa etmiştir.” (6.1) “Bilenler, bilgileriyle Allah’ı bilir, ancak çoğu bunu bilmez.” (6.37)

            Boşluktan ibaret olan ‘şey’lerle yapılan inşaat da boşluktandır. Her bilim dalı, önceki insanların bildiklerine yeni bilgiler eklenerek gelişir. Kimse tekerleği yeniden keşfetmez. Birinin adı ile anılan yeni bir buluş onun denebilir, ama âlimin kendisi de daha önceki bilgilerin kıymetini bilir ve onlara borçlu olduğunu kabul eder, onları da sahiplenmez. Selin önündeki büyük bir engel, selin yönünü biraz değiştirmiş görünse de su, akışıyla, yatağını bulur. Âlimler suyun akışını işaretlemiş olabilir ama akan sudur ve kendi yolunda ilerler. Aynı gerçek hayatta olduğu gibi, örneğin, yanıcı iki atomun yakıcı bir atom ile birleşip söndürücü su oluşumunda olduğu gibi, ne olduğu bilinir ama neden olduğu bilinmez.

            İnsan, ilim ile açıklanan, ayrıntılı bir şekilde bildirilen, hitap olarak indirilmiş bir kitaptır. İnsan, ilahi ilmin gereğince, kemale ermeye yetkili ve elverişli aza, organ, alet, arzu ve istek şeklinde, ayrıntılarıyla oluşturulup açıklanan ‘insan bedeni kitabı’ olarak indirilmiştir. Bu kitap, yani insan, eğer bedensel zevkler gibi süfli yöne meylederse, kıyamet gününde kör, dilsiz ve sağır olarak yüzüstü toplanıp hesabı görülür. Çünkü zamanında verilen kitabını okumaz, gerçekleri görmez; Hakkın hakikatine kulak verip dinlemez, söylenenleri duymaz ve anlamazsa ne görür ne duyar ne de konuşabilir.”

            “Ezelde bahşedilen fıtrat ile verilen Allah’ın nuru, akıl ve idraki, insana bağışların en büyüğüdür. Bu nurun kıymetini, içten gelen ‘Oku’ ile de bilemeyene kimse yardım edemez. Yaşadığınız gibi ölür, öldüğünüz gibi dirilirsiniz. Bedensel lezzetlere eğilim nedeniyle kalbî duyguları ihmal eden, ruhanî bilgilere kendini kapayanlar, bu bilgileri anlayacak idrak sahibi olamazlar. Ne kendilerine ilham edilenleri ne de insanların konuya ilişkin söylediklerini dinler, duyar, anlarlar.”

            “Gördüklerinden de ibret alamazlar. Bu nedenlerle kalp ve ruh yönünden gelebilecek herhangi bir duygu ve bilgi bedensel zevk ve lezzetlere düşkün olanlara tesir etmez, etkili olmaz.” (17.97) “Oysa sema ve arzın halk edilmesinin amacı yeniden diriliştir. İlahi sıfatlardan mahrum kalışlarının nedeni yeniden dirilişe inanmamalarıdır. Bu nedenle de Hakk’ın kudretinden de mahrum kalırlar.” (17.98)

            Sel misali, ilme karşı koyarak değil, ilmi anlayıp uyum göstererek, tabi olup ilme biat ederek yapılır her şey. Maddede kalan, madde olarak yaşar, madde olarak tekraren ölür. Kutsal mesajlar ile insana ‘çağrı’ yapılmıştır. Bedensel ve ruhsal olarak her yönden donatılmış oluşu, akıl ve hayal etme güçlerinin verilmiş olması, ‘Çağrı’dır. Gerekli donanım ve yazılım verilmiştir insana. İlmi ile maddesinin de ilim olduğunu idrak etme bilincine ulaşan, kendi bilgi küpünü, çayda şeker gibi, ilmin içinde eritebilir. Böyle bir bilinç sahibi, ‘insan’, oluşu da ‘Son Çağrı’dır. Dinlememekte, görmemekte, anlamamakta ısrar ederse kör, dilsiz, sağır kalır. Böyle kalmaları, süfli yöne meyilleri nedeniyledir, Allah’tan olmaz!

            Perdeler kapatılarak güneşe zarar verilemez. İnkâr, imanın kaynağıdır. Hakk’ın olan, Hak için, Hak ile Hakk’lı ve Hak olarak kullanılabilir. İlmine uygun olmayan uygulama olamaz. İnsan ile Kur’an, hatta evren, ikizdir. Tüm ilmin toplamı olarak indirilen Kur’an, insanın kendini bilmesiyle, ilmin açılımı Furkan’ı, evreni, aklıyla anlamasıyla, idrak edilebilir. Tüm kutsal mesajları bünyesinde toplayan bu Kitap ilk mesaj ise insanın kendisi son mesajdır.

            Umarım biz de duyar, idrak edebiliriz.

 

                Hakikat Güneşinin Doğuşu

            Herkes hakikati bilmek ister, sorun hakikatin ne olduğudur. Kutsal mesajlar hakikati açıklamaya çalışır. Din, hakikate götürür; bilim gerçeğin peşindedir. Işık veya foton, din ile bilim arasındaki ‘ara yüz’ olabilir. Fotonun hakikatini ve gerçeklerini anlamak iki alanda da yardım edebilir. Bir tarafta ‘parıltı, parlaklık, ışık, aydınlık’ olarak ifade edilen ‘nur’ kavramı üzerinde durulur. Bilim alanında ise ışık ve enerji, ‘nasıl oluyor bilinmiyor ama bir şekilde enerji dalgası, ışıma, ışınım yoğunlaşıyor, kütle kazanıp madde oluşturuyor’ denilerek incelenir. Bu konu da, kutsal mesaj ve onun delili, kanıtı, misal âlemindeki bir örneği olarak ele alınabilir. Mesajlar genellikle aklı zorlar, aynı durum bilim alanında da vardır. Her ikisi için de ‘aklı zorluyor ama doğru’ denip tolerans gösterilebilir.

            “Sıcak Büyük Patlama Modeline göre önce evrenin ısısı sonsuzdur. Genişleme nedeniyle evrenin boyutları ikiye katlanırsa sıcaklık yarıya düşer. (‘Sonsuzun yarısı kaçtır?’ demeyin) Sıcaklık aslında parçacıkların ortalama enerji veya hızının ölçütüdür. İlk anlarda parçacıklar hız ve enerjileri çok yüksek olduğu için, nükleer veya elektromanyetik kuvvetlerle birbirlerine çekilemedi. Parçacıklar soğudukça kümelenme başladı. Patlamadan üç dakika sonra madde ve ışınım eşleşti. Patlamadan 300.000 yıl sonra ise, elektronlar çekirdeklere bağlandıkça, madde ve ışınım eşleşmesi bozuldu. Işınım, evrenin ilk 300.000 yılda her ne kadar genişledi ise o genişliğin dışına çıkabilir oldu. Bir milyar yıl sonra, ilk galaksiler ve yıldızlar, aralarındaki boşluk, uzay boşluğu ile birlikte, oluştu.” (1) Rahmanî ışınım, rahimî parçacıklarla görünür oldu!

            Foton ilk defa 1926 yılında adlandırıldı. Fotonun bir ışık dalgasında mümkün olan en küçük enerji parçası olduğu, ‘kuanta’ adı verilen enerji paketlerinden oluştuğu anlaşıldı. Önce ışığın dalga özelliği bilindi, parçacık özelliği ihmal edildi. Einstein, fotoelektrik olayını gün yüzüne çıkarınca parçacık özelliği de incelendi. Foton ne dalgadır ne de parçacık, aynı anda her ikisi birden, hem dalga hem de parçacık ve kararlıdır, hep öyle. Bilardo topları parçacık, denizler dalga olarak hareket eder. Fotonlar sürekli olarak hem parçacık hem de dalga olarak hareket eder. Bir foton, ışık hızında sabit bir hızla hareket eder, durağan halde foton bulunmaz, kütlesi ve elektrik yükü yoktur, enerji ve EM kuvvet taşır. Her atomda, elektronla proton arasında, sürekli foton alış verişi vardır. Foton, “Tümüyle neredeyse, ‘nothing’, hiçin, hiçbir şeyin özetidir.” (2) Hızı sabit, zaman ile ilişkisi görecelidir. Sanki varlığın yokluk ile sınırı!

            “Fotonu, göz ışık olarak algılar, göz reseptörlerini, foton (deryada damla gibi) etkiler. Işığın tayfı, elektromanyetik spektrum (EMS), incelendiğinde, insan gözünün algılayabildiği tek radyasyon tipi olan ‘görünür ışığın’, tayfın ince bir aralık bandında olduğu anlaşılır. EMS, dalga boylarına göre atomaltı değerlerden başlayıp ( Gama ışını, X-ışını gibi) binlerce kilometre uzunlukta olabilecek radyo dalgalarına kadar birçok farklı radyasyon tipini içerir. EMS, teoride sonsuz ve sürekli olsa da, kısa dalga boyu (yüksek frekans) ucunun limitinin Planck uzunluğuna, (3) uzun dalga boyu (alçak frekans) ucunun limitinin ise evrenin tümünün fiziksel büyüklüğüne eşittir.” (4) Bilimsel olmasa, ‘hiçliğin özeti’ için ‘evrenin tümünün fiziksel büyüklüğüne eşit’ demek aklı çok zorlardı, akıllıca denemezdi.

            Işınım evrenin ilk hali, temelidir, her şey ışınımdan oluşmuştur. Işınımın, her yerde ve her zaman, sonsuz ve sürekli oluşu açıktır. Işınımın dalga hali, dalga boyları ölçülerek bulunur, parçacık hali ise ‘kuanta’lardan oluşur. Fotonun parıltı halinde dışından resmi çekilebilir, içinde görülecek, bulunacak bir şey yoktur. Fotonun “Uzun dalga boyu ucunun limitinin evrenin tümünün fiziksel büyüklüğüne eşit olduğu” bilim insanlarının düşüncesidir. Bu düşünceyi anlamak zor olsa da, hem anlamak hem de evreni idrak etmek, hakikatini bulmak zorunludur. Dalga boyunun ucunun limiti, bir noktadan en uzak diğer bir noktaya, evrenin merkezine, çapının veya çemberinin bir noktasına değil ‘evrenin tümünün fiziksel büyüklüğüne’ eşittir! Bu ışıma, yayılım, ışınım, açılım evrendeki her zerreden her zerreye aynı anda ve süreklidir. Böylece, “Evrende her zerre diğeriyle sürekli etkileşim içindedir” kavramı anlaşılır. Fotonun, “Bir ışık dalgasında mümkün olan en küçük enerji parçasıdır”, “Hiçbir şeyin özetidir”, “Kütlesi ve elektrik yükü yoktur”, “Hızı, EM kuvveti vardır, süreklidir, hareketi ışık hızıdır”, “Hem dalga hem de parçacık halini” tam olarak idrak etmek her düşünen akıl için mümkün olmayabilir.

            Foton,“Allah’ın her an, her yerde, hazır ve nazır, gören oluşuna” delil sayılabilir.Allah, yer ve göklerin nurudur, güç, kuvvet, kudret sahibidir. Nur, Allah’ın zatıyla zahirdir, görünür hale gelir ve görünür, eşya da nur ile zahir olur, görünür hale gelir ve görünür. Nur, zuhurunun, ortaya çıkışının, şiddetinden ve eşyanın kendisiyle zahir olması dolayısıyla mutlaktır ve ilahi isimlerden birisidir. Zuhurunun şiddetinden gizlidir, (ışığın kaynağı görünür kendisi görünmez). Mevcut olan her şey onunla mevcut olmuştur. Cisimler âlemi, ilahî nurun gurup ettiği, tesettüre girdiği yerdir, nurun örtülü halidir. “İnsanın kemale ermiş, olgunlaşmış halinde bu nur parlar, yaradılışa uygun olarak parlayan bu nur ise diğerlerini aydınlatır.”

            “Parlayarak aydınlatan nur ile ortaya çıkan aydınlanışa, nurun nuru, Batı’dan doğan Hakikat Güneşi denebilir. Cahil kişi, cisimlerin altında kalmış, cisimler âlemi dalgasının örttüğü kişidir, altından elini çıkarsa göremez, basiretinin körlüğünden hiçbir şey göremez.” (24.35) “Güneş ışığı güneşi gösterir. Allah’ın ilmi, nuru görünüyorsa, görünen Allah’tır!” (39.22) “Hareketi anlayamayan, zamanı da anlayamaz.” (10.45)

            ‘Aydınlanma Çağı’ denilen dönemde ışık ve foton bilinmiyordu. O çağda aydınlanan bilim insanları manevî anlamda aydınlanmışlardı. Işığın gerçekleri ile tanışınca aydınlanmanın hakikati anlaşılmış olmalı. Önce manada, sonra maddede olur her ne olursa, manada olanlar maddede kanıtlanır. Kur’an ilmi Furkan olarak uygulandıysa, bilim ilerledikçe, kanıtlanacaktır. Hakikat güneşi, bir şekilde, gurup ederek maddeyi oluşturdu ise maddeden yani Batı’dan, çağımızda olduğu gibi, kanıtlar ile doğacaktır. İnsanlar da Dünyanın değil Hakk’ın Hakikatinin Güneşi ile aydınlanacaktır. Her uygulama bir ilmin, enerjinin olduğuna kanıttır.

            “Fotonun içerdiği enerji ve elektromanyetik kuvvet de Allah’ındır.” “Her şey Allah’ın varlığına, birliğine ve tekliğine ayettir, delildir” diyen Kur’an ayetinden sonra, ayet denildiğinde yalnız bir kitap metni aklına gelen kişi de incelemeye değer. Görünen, görenin görüntüsüdür. İncelenecek kişinin kişiliği ve hakikati tartışılamaz. Umarım, evren ile içindeki ayetleri okur, içerdikleri mesajları alır, hakikat, Hakk’ın hakikatini anlar ve idrak ederek gerçek aydınlanışı biz de gerçekleştirebiliriz.

(1)     S. Hawking, “Zamanın Resimli Kısa Tarihi”, Alfa Basım, 2012, s.156.

(2)     Web sayfası “http://www.kuark.org/2012/08/foton

(3)    Planck uzunluğu, bir proton çapının 10−20 katıdır.

(4)     Web sayfası “https://tr.wikipedia.org/wiki/ışık

                Seyirde Sabır

            Yaşamak, başlangıcı ve sonu olan bir yolculuk, seyir ve seyirciliktir. Her canlı gibi insan da yolculuğunu, verilenler ve yolda elde edilenlerle tamamlama durumunda. İrade için seyri gözden geçirmek yararlıdır. Her verilen şey bir beklentiyi de birlikte getirir. Örneğin, verilen akıl onun insan gibi kullanılmasını, verilen şekil ve vücut, insanî sıfatları ve hareketleri gerektirir. Verilenlerin tümünün gelişim potansiyeli vardır. Potansiyele uygun geliştirmek, verilenlere karşılık olarak, beklenenler arasında olabilir. Verilen bir yeteneği geliştirmemek yeteneği ziyan etmek olur. Akıl ile bilince ulaşılmalıdır. Ziyan edilen yetenekler, örneğin bilinçsizlik, insanın kendini sınırlamasıdır. Dar alanda hareket etmek zorluk yaratıyorsa, hareketlerini kısıtlayan insanın kendisi olur.

            İnsan davranışlarının, genetik ve çevre koşulları açısından incelenmesi, kararlı bir çalışmayla birlikte, verilmiş bir yeteneği de ön plana çıkarır. Bir çobanın resim yeteneği Allah vergisidir. Ressam kişilik, iyi resim yapma sıfat ve fiilleriyle açığa çıkar. İnsanın zatı, kişiliği, bilinci sıfat ve hareketleriyle bilinir. Mevcudiyet, var oluş, önce vücut bulma, bedensel var oluş ile tanınır. Çocuk doğmadan kimlik verilmez. Gelecek, verilen vücutta büyük ölçüde gizlidir, vücudun gelişim potansiyeli zamanla açığa çıkar. Her insan jokey olamaz. İyi ata binmek de farklı bir yetenektir, sıfattır. Doğuştan gelenler, yaradılışta verilenler, potansiyelden geliştirilenler ve çevreden alınanlar ile her insan bir evrendir aslında. İnsan, her zerre ile etkileşim içinde hareket ettiği, ışık yaydığı, ışınım olduğu için tam bir bütündür.

            İlk bilimsel çalışmalar gözleme dayanır. Doğada gözlenen şeyler genellikle harekettir. Gözlem yapılarak elde edilen bilgilerden davranış kalıpları çıkarılabilir. Hareketlerin analizi hızlı veya yavaş, iyi veya kötü, yanlış veya doğru gibi sıfatlarla sonuçlanır. İlk bilimsel gözlemler, Dünyayı Güneş sisteminin, Güneş sistemini Evrenin merkezine koymuştu. Böyle olmadığı yeni anlaşıldı. Son bulgular ise her insan bilincinin bir Evren olduğu yönünde. Bu nedenle, aynı anda çok sayıda, kuramsal kurgu, bilimsel olarak kanıtlanmaya çalışılmaktadır. Yaşamın normal akışına “Seyr-i sülûk” kavramı da eklenebilir. Allah’tan gelinip Allah’a gidiş yolculuğu da yaşamın, belki de en önemli, bir parçasıdır. İnsan, beyin, beden ve bilinç ise ve bunlar ayrı değil bir bütün olarak ele alınırsa, herkesin bir âlem olduğu açıkça görülebilir.

            İnsanın, kişilik, sıfat ve davranışları üzerindeki bilimsel çalışmalar herhangi bir kuramın ne doğru ne de yanlışlığını kanıtlar. Kesin ve belirli bir sonuç değil, yer, zaman veya koşullara uygun sonuçların tümü geçerli olabilir. Tıp alanında artık “Hastalık değil hasta vardır ve her hasta farklıdır, tedavi hastaya göre olmalıdır” kavramı söz konusudur. Bireysel açıdan bireysel ilişkiler “Çoklu evren” kavramını andırabilir. Davranış kalıpları, ahlak kuralları ve ilahî kanunların tümü dikkate alınırsa neyin, ne zaman, ne kadar doğru olduğu düşünülebilir ama yanılma payı çok yüksek olur. Çoklu evren kavramı düşünülürse, tokuşturulan yumurtalar gibi, karşılaşan bireylerden hangisinin kırılıp hangisinin ayakta kalacağı önceden planlanan bir şey olamaz. Yanılmalar soğuyunca büyüklüğü anlaşılan kesik yaraları gibidir.

            Sonradan, yanlışlık idrak edilince yaşanan kırılmalar dikkate alınırsa, sosyal ilişkilerde bireysel çatışmaların deneyimleşmesi kaçınılmazdır. Oysa bireysel, rahimî olan yalnız görünümdür, rahmanî varlık değil.

             Kişisel davranış, sosyal ilişki ve iletişimde, belirli bir düzeydeki tansiyon, gerilim ve çatışma normaldir. Her şeyin fazlası fazladır, tansiyonun da düşüğü ve yükseği vardır. Üstelik sohbetin muhabbete dönüşmesi beklenen gruplarda teslimiyet kavramı ön plana çıkar. Benlik ve bencilliğin ortadan kaldırılmasına çalışılan durumlarda kırılganlığın olmadığı var sayılabilir. Kalp aynı kalptir, aynı kalbi paylaşanlar kaynaşmış olacağından diğer kalbi kırma endişesi yaşamayabilir. Âdem, resulün nurundan yaratılmış, âlem onunla müzeyyen kılınmış, değerlenmiştir. Âlem böylece ziynetleşmiş ve âlem bir meziyet kazanmıştır. Böyle bir ziynetin kadrini bilme meziyetini kazanmak insanı olgunlaştırır, görüntünün sahibini idrak eder.

            Benlik ve bencilliğin, farklı kişi ve kişiliğin olmadığı, muhabbet içinde kaynaşıp bir ve tek olma ayrıcalığını yaşamak da bir meziyet olabilir. Görmeyi sağlayan göz ile fotondur ama görünen evren boyutlarındaki ışınımdır. Böyle bir seyir sürecinde yaşanacak sabır ve idrak ile tüm benler biz olabilir. Görünenin, görenin görüntüsü olduğu idrak edilebilir. Görme fiilinin ardından tetiklenen basiretli görüş insanı aydınlatır. Görme fiili sonunda aydınlık içinde oluş değil, insanı aydınlatan varlığın tümünün idrakidir. İnsanın ışıması, ışık saçması, ışınım içinde oluşu gözünün görmesiyle değil tüme ilişkin idrakin gerçekleşmesiyle mümkündür. Böyle nur ile nurlanan insan insanlığı aydınlatır.

            İnsanlığın, diğer cemadat ve nebatattan farklı meziyetlerle ayrıcalık, üstünlük kazanması gibi; nur ile nurlanan insanın da nurun nuruna, kemale ermesi düşünülebilir. Kitapta farklı sabır çeşitlerinden söz edilir. İlk sabır Allah rızası için sabretmektir. Kulun Allah’ta kul olduğu idrak edilince, Allah’tan, Allah’ta, Allah’la, Allah’a sabır çeşitleri sayılabilir. (2.153; 16.127) Sabretmek çok zor olabilir, bu nedenle sabrın da sonu gelebilir.

            Var olan varlık âlemdir ama birey görünür. Varoluşun bir amacı vardır. Âlemin amacı hayat, hayatın amacı insan, insan inşa edilmesinin amacı da var olanın idraki olabilir.  Bilinç ile bireyselden evrensele, görünenden görene ve rahimden rahmana yüceliş gerçekleşebilir. Sabır, farklı meziyetler kazandıran da bir meziyettir. Belki de azmederek, çalışarak ve sabrederek kazanılmayacak meziyet yoktur.

            Umarım yeterince sabırlı olabiliriz.

              YETİM!

Sen, âlemde, bir âlemsin!

Methedilen, bir kalemsin,

Sözü edilen, bir kelâmsın,

Aşktan, aşk için doğansın.

   Ruh baba, beden annesi,

   Gazap, şehvet de bebesi,

   Hem nar tanesi nur tanesi,

   Ruh ve kalpten beslenesi.

Nefis, doğal annedir, besler,

Beden güçleri gelişip esner,

Ne isterlerse onu alır gevşer,

Sonunda, gerekir bir neşter.

   Beden, madde ister, sonsuz,

   Bedenî güçler olamaz onsuz,

   Kasları gelişip basılır, kasılır,

   Yeme içme olmazsa aç kalır.

Dünyevî güçler bir kabiledir,

Önce aklı esir eder güçlenir,

   Esir akıl ile beden telef olur,

   Kısır döngü, hepsi yok olur.

Ana hissederse bu iyi değildir,

Aklı hür bırakır, boyun eğilir,

Akıl sultan olursa ‘ben’ Mısır’a,

Kalpten ruha yücelmekte sıra.

   Akıl bilgiye koşar, ilim ile coşar,

   Anne memnun, cehilden kaçar,

   Bu hal, ruha, ilme teslimiyettir,

   Ruh kalbe dolarsa bu hürriyettir.

Bedensel güçler çok da esnektir,

Ruh nuru ve ilim sütüyle beslenir,

Bilgi ilim, akıl aracıyla, ruhtan gelir,

Kalp arşı ruha kapalıysa, ilim kesilir.

   Ruh ilminden kesilen yetim kalır,

   Malları olan ilimden mirasını alır.

   Böylece kalp yetimlerine bakar,

   İlim kalbe akılla gelir ruhtan akar.

                Vücudun Hakikati

 

            Her canlı kendine özgü özellikleriyle özeldir, tektir. Enerji ve madde ise genel ve geniş kapsamlıdır. Canlı yapılar tek hücreden, çok hücreye karmaşıklaşır. Enerji biri ötekinden on bin kat fazla ısı taşıyabilen fotonlar halinde, ışınım içinde ve ışık hızında yayılır. Gözümüzün algıladığı en düşük enerjili fotondur. Canlılara canlılık veren de enerjidir tek fark taşınan bilgi ve özelliktir. Enerji yeterince kütle kazanırsa madde, bilgi yüklenirse canlı olur. Canlılığın en küçük birimi veya temeli olarak hücre, DNA, hatta RNA proteinleri ele alınabilir. Ele alınan en küçük birimler incelenirken bilinen bilgi veya özelliklere ek olarak henüz bilinmeyen ‘potansiyel’ güçler de dikkate alınmalıdır. Kendisine var denilen her ‘şey’in bir de potansiyeli, fıtratı, yaradılışı, doğası vardır. Koşullar değişince var olanın dönüşeceği yeni bir hali de düşünülmelidir. Proteinin RNA, RNA’nın ise DNA oluşturma potansiyeli vardır.

            Maddenin katı, sıvı, gaz ve plazma hallerine dönüşü, devinimi doğasında, fıtratındadır. Bu kütle, uzay-zamanı öyle büker ki oluşan basınç hidrojeni helyuma çevirir ve enerji açığa çıkar. Bu enerji ise sıcaklığı 7 milyon dereceyi bulan plazma katmanını oluşturur. Isı ve basınç madde-anti madde aynalar evrenini oluşturur, içi boş ama kuvvetlerle dolu zerreler bazı alanlarda etkileşime girerek gölgeleşir kütle oluşur. Plazma katmanında enerji kütleye dönüşerek soğur, ısı üst kısımda 200 bin dereceye düşer. Enerjinin halden hale geçişinin nedeni yoktur. Bilimsel olarak “Aynalar evreninde çok görünen zerreler bazı alanlarda kuvvetleriyle etkileşir kütle oluşur.”

            Foton elektrik yüklü plazmada etkileşimle enerji kaybeder. Çekirdekte oluşan sıcak gama ışınları, X ışınlarına, enerji de kütleye dönüşür. Önemli olan, bu katmanda enerjinin, elektrik yüklü kütleye yani elektrona ve hidrojen atomuna dönüşerek soğumasıdır. Enerji ışınımı bir anlamda gurup eder, hapsolur, gölgeleşir, pıhtılaşır kütleye dönüşür. Bir sonraki ‘gürleyen gaz katmanında’ ise, X ışınları, ‘görünür ışığa’ dönüşür ve sıcaklık 5 bin dereceye düşer. Öldürücü gama ışınları, en az on bin kat daha düşük enerjili, görünür ışık fotonları halinde güneşi terk eder. Güneşin katmanlarından ve elektromanyetik alanlarından milyonlarca yılda kurtulan görünür ışık fotonları dünyaya 8 dakikada ulaşır. 

            “Yokluk, gizlenip sırlanarak, sır tutarak, izafî vücut bariz, apaçık olmuştur. Yokluk boşluk değildir, yoklukta eşyanın ilmi vardır, ilim ışık olarak görünür hale geçer. (Kuantum mekaniğinde de yoktan var olan her parçacığın bir özelliği vardır.) Nur, hariçte zahir olan vücuttan ibarettir. Vücut nurdan, ışıktan oluşur, ışır. Eşya ve görünen vücutlar, ezeldeki ilimlerinin açığa çıkmış halidir. Her vücut bir ilimle görünür; vücut, ilmin, infonun, bilginin görünür halidir. Her şey hak ile zahir olmuş, görünmüştür.  İlmin görünür haline ‘gölgenin uzatılması’ denir. Gölge uzatılmayabilirdi. Gölge, vücudun hazinesi olan ademde, yoklukta sabit kalabilirdi. Yokluk, her şeyin batındaki vücut hakikatinin sabit bulunduğu ‘levhi mahfuzdur’, sırf yokluk değil. Hakkın batındaki ilim hazinesinde vücudu olmayan bir şey asla zahire çıkamaz ve vücut bulamaz. Zahir de, bâtın da Hakk’ındır. O her şey'i bilicidir. Her şeyin bilgisi yoklukta iken, yokluğun ayna gibi sır tutmasıyla, önce enerjiye ve ışığa sonra eşyaya dönüşerek görünür hale gelir. Eşyanın aslı ve esası, görünen maddenin hakikati, Hakk’ın yokluk aynasındaki görüntüsü, gölgesidir.” (25.45)

            “Nasıl ki gölge güneşin varlığına delildir, madde de Hakk’ın varlığına delildir. Bilinmelidir ki eşyanın mahiyeti ve görünenin hakikati, hakkın gölgesi ve mutlak vücudun sıfatının işaretidir. Kütlenin, görünen enerji olan ışığın, maddenin hakikati, Hakk’ın ilmi, görüntüsü, gölgesidir.” (25.45)

            Kütlenin hakikati bilinirse, kütlenin, görünen ışık enerjisi olduğu idrak edilir. Mutlak vücudun ortaya çıkmış, görünür olmuş sıfatıdır. Her cisim ışır, ışık saçar, ışınım halindedir, hakikatini görünür kılar, enerji yayar. Akıl güneşi, vücut gölgesine delil, şahit kılındı. Akıl delili, gölgenin hakikatinin vücuttan farklı bir şey olduğunu doğrular, kanıtlar. Akıl güneşi delalet etmezse, gölgenin vücudu ile hakikati arasında ayrılık olmazsa, vücut kendiliğinden var olmuş olur. Vücudun, ilminden ayrı ve gayrı bir ismi, cismi ve resmi olamaz ama farklılığa yalnız akıl şahitlik eder. Gölgenin vücudu olmazsa hiçbir şey olamaz, eşya mevcut olamaz. Gölgenin vücuttan gayri bir şeyi, yani hakikati, olduğuna ancak akıl şahittir.” (25.45)  Tüm güç, kuvvet ve kudret Allah’a aittir.

            Akıl ile bilinir enerjinin halden hale geçtiği, ilk halinde bile çeşitli özelliklerin olduğu. Büyük patlamadan itibaren ortaya çıkan plazma ve parçacıkların ısı ve ışık, nur saçtığı bilinir. Nasıl olduğu bilinmez ama enerjinin maddeye dönüşüp her şeyin bundan oluştuğu iyi bilinir. Yukarıdaki makalelerde de çok üzerinde durulduğu gibi eşya, ilmin görünür hali yani uygulamasıdır. Özelliği olan maddeden canlıların halk edilmesi ikinci ve insanın inşa edilmesi ise üçüncü aşama olarak kabul edilebilir. “Allah, yerlerin ve göklerin nurudur” (73.9; 24.35).

            “Sonra gölgeyi ifna ederek, ortadan kaldırarak, elde tutabiliriz. Her an mevcut olan herhangi bir fani ‘şey’in fena bulması evveline, oluşuna nispetle kolaydır. Ele alınan her şey her an başka bir mazharda zahir olur.” (25.46)

            “Tutuşun ve yok, ifna edişin o şeyi tamamen ortadan kaldırmak olmadığına, o şeyin suret ve hakikatini ezelde ve ebeden kaydeden akıl şahitlik eder. Akıl Hakk’ın elidir. Tutuş ve ifna o şeyin değişime uğramasıdır, tamamen yok olması değildir. Yok, ifna ediş mevcut olanın bir önceki halini, hakkın eli veya pençesinden ibaret bulunan, akılda bulundurmaktan men etmek ve yeni haliyle kaydetmektir.” (25.46)

            Nefsin zulmet gecesi insanlara libas, elbise kılınmıştır. Bu zulmet sizi istila ederek Hakk’ın zat, sıfat ve gölgesinin müşahedesinde sizi setir eder, örter. Hayat ve dünyada gaflet uykusunda uyutur. Hadisi şerif: “Bütün insanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar.” Uykudayken “Daimî hakiki hayattan” gafil kalırsınız. Kalpleriniz, ilim, ruh nuruyla hayat bulunca, his uykusundan sonra, kutsal âlem fezasında dağılıp yaşarsınız. (25.47) Ruhani güçler âlemine, sizi temizleyen pak ilim suyunu indirdik. (25.48, 49) O ilim suyu, hakikatleri, asıl vatanları, unutulmuş olan ahitleri ve aslın güzelliğinin hatırlanması için indirilmiştir. (25.50)

               Hakkın batındaki ilim hazinesinde vücudu olmayan bir şey asla zahire çıkamaz ve vücut bulamaz olduğu için insanın hakikati de levh-i mahfuzda yer alır. İnsanın inşa edilmesi son aşama olduğu için de, evrenin insan için halk edildiği düşünülür. Her cisim gibi insan vücudu da ışık saçar, ışır, ışınım içindedir, bu ışığın hakikati de Hakk’ın gölgesidir. Din âlimlerinin “Allah kuvvet ve kudret sahibi olarak yokluk aynasına bakmış, bilinmek istemiş, Kur’an ilmini indirerek âlemi yaratmış” dediği bilinir. Bilim insanlarının aynı kelimeler ile çıkıp gelmesi var olanı kanıtlaması ilginçtir.    

            Kendimizi idrak etmek umarım bize de nasip olur.

                Mekke’nin Fethi

           

            İman kalbîdir, kalbin emridir. Elçi insanları İslâm’a davet ederken, bireylerin inanma ve inanmama hakları varken, önce müşrik olarak kalanlar inananları hicret etmeye zorladı. İlim şehri Medine’ye göç edildi. İlim sayesinde, Müslümanlığın akla yatkınlığı nedeniyle, inananlar çoğaldı. Ruhanî güçler nefsanî güçler ile Mekke dışında, her alanda, yapılan mücadeleyi kazandı. En sonunda akıl kuruntudan kurtuldu, Mekke savaşmadan alındı ve Kâbe’ye sahip olundu. Ama müşriklerin sonu geldi, kıyametleri koptu ise de kendileri nefisleriyle diri kaldı. Öldükten sonra kıyametleri kopsaydı daha iyi olurdu, nefisleri insanlara hayırlı olurdu. Herkes ruhun nuruyla aydınlanıp, nefsini teslim alıp, kalbine sahip çıkmalıdır.

            İnsan ve insanlığın gelişimi paraleldir. Genel anlamda toplumsal düzeyde yaşananlar bireyin gelişimi açısından da geçerlidir. Din olgusu bir birey ile başlar. Görev alan elçi önce yalnızdır. Topluma nur topu olarak indirilen ilim, çekim gücü oluşturur. Kütle çekimi gibi ilk hareketler merkeze doğrudur. Kritik kütleye ulaşılınca ısı ve basınç artar enerji patlaması oluşur. Bu noktadan itibaren ışınım, açılım ve yayılım dalgalar halinde her tarafa birden olur. Bu açılım, enerjinin, hem dalga hem de parçacık özelliği gösteren, fotonlar halinde yayılımına benzer, küreseldir. Kalbî duyguların dalgaları halinde yayılan inanç, henüz bu dalgaların dışında olanlara, parçacık olarak, ayetler halinde gelir, görünür. Nurun aydınlığı fotonlarla yayılır. Akıl, ilmi, bilgiler, ayetler halinde işler. Yeterince ışık alınırsa kalp ısınır, aklın verdiği vesveseden, kuruntudan kurtulur.

            Ruhun nuruyla aydınlanan kalp, nurlanıp nur saçacak, ışıyacak, kendisi de kalbî duygu dalgalarına uyum gösterip açılıma katkı sağlayacaktır.

            Nefsin terbiye edilmemiş ilk hali, madde gibi katı, zalimdir, şehvet ve gazap güçleriyle aklı ve kalbi emrine alır, menfaati için çalıştırır. Bedensel ve dünyevî her şeyi sevdirir, benimsetir, bencillik eder. Aklı kullanarak her şeyin daha fazlasını elde etmeye çalışır. Sahip olduğu şeylerin zevkini çıkarıp, lezzetine vararak bunları kalbe güzel, akla makul göstermeye çalışır. Karşı çıkma gayretlerini zulüm ile bastırır. Akıl, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini ayırt etmeye, reşit olmaya başlayınca nefse etki edebilir. Nefsin kaprislerinin sonuçlarını gösterebilir. Benlik ve bencilliğinin ruhanî güçleri ezdiğini ve üzdüğünü açıklar. İyi, doğru ve güzeli gördükçe nefis de esas istediklerinin bunlar olduğunu anlar. Akılcı bilgilerin lezzetini alır, ilim nehirlerinden akan sütün kalp çocuğu için daha iyi olacağını anlar.

            İlim sahibi olabilmeleri için herkese akıl verilmiştir. Elde edilen bilgilerle maddeye bağlılık ve bağımlılık sona erebilir. Kalp önce nefsin terbiyesinde yetişir. Nefis kalp çocuğunun annesi, bakıcı, büyütücü ve terbiyecisidir. Reşit olunca akıl kullanılarak bedensel ve nefsanî güçlere üstünlük sağlanır, nefis dizginlenir. Bedenden ruha yücelme Mekke’den Medine’ye hicret anlamındadır. Ruhtan alınan ilim sayesinde, ruhun nuruyla, kalp nurlanırsa nefis kalbe ram olur, teslim olur. Nefis zorlanmamalı, teslim alınmamalı, kendiliğinden teslim olmalıdır. Zorlanırsa kıyameti koptuğu halde kendisi diri kalır. İlim ile enerji, madde, kütle ve eşya ilişkisi idrak edilmelidir.

            Bu idrak ile iradî mevtin gerçekleşmesi halinde kıyametin kopması sonraya kalır. Kıyamet koptuğu halde diri kalma durumu olmamış olur. İslamiyet zorla zahir olmuş olmaz. Kalp Kâbe’sine zoraki değil, ruhanî ilimlerle sahip olunmuş, iman kalbî olmuş olur.

            Akılcı bilgilerin tadı ve lezzeti kalpte duygusal dalgalanmalar yaratır. Bilgilerin, nefsi ve çocuğu olan kalbi besleyiciliğinin yanında, çok çeşitli hissi dalgaların kaynağı olduğu da ortaya çıkar. Zalimlik ve Firavun’luk yapan nefis aklın taşıdığı ilmin hakikatini sorar ve öğrenmek ister. Firavun makul ve mantıkî sorular sorup işin muhasebesini yapar. İlmin hakikatini sorarak aklın ardına ve ötesine geçer. Tüm ilmi bilse dahi ilmin hakikatini, İlâhî hakikati, bilemeyeceğini akıl kabul eder. Neyin ne olduğunu, nasıl olduğunu bilse de neden olduğunu akıl bilemez. Firavunun istediği cevabı verecek olan akıl değil, âşık kalptir. Aşk içinde akıl durur, daha öteye gidemem der. Aklın getirdiği bilgiler ve ilim ile beslenen kalp, ilmin nuruyla nurlanıp aydınlanırsa, muhteşemin ihtişamını görürse, haşyet içinde kalır, bilinene âşık olup, aşkı ve ilmin hakikatini idrak eder. Kalp, ilim nuruyla nurlanıp Hakk’ın ruhuyla dirilirse, ilmin hakikatinin âşığın, Hakk’ın gölgesi olduğunu idrak edecektir.

            Her olmuş ve olacağı ilmen apaçık ortaya koyan Kur’an, harflerde gizli olanı aşikâr eden kitaptır. Toplumsal ve bireysel düzeyde insanın insan oluş, aşka eriş sürecinin özünü açıklar. “İsteseydik, Mekke’nin fethi gününde olduğu gibi, herkesin zorla İslâm’a teslim olmasını sağlardık, sen, bazılarının iman etmemesi nedeniyle, nefsini helak etme.”(26.1-3)

            Dinde baskı, zorlama yoktur. Doğru bilgiye dayalı eriş, bozuk bilgiye dayalı sapıştan açık bir biçimde ayrılmıştır.” (2.256) “Firavun dedi ki ‘peki âlemlerin Rabbi kim’?” (26.23)

            Firavun Hz. Musa’ya mesajlarının kaynağını sordu. Kaynağını idrak ederek, kendi rızasıyla, kalpten inanmak, iman etmek, kendini bilmek istedi. İkna etme konusunda kalp Musa akıl Harun’undan yardım aldı. Huzurunda, huzur ve sükûn içinde yüzerken, süpernova kalıntısı iki taşın, sanki aşk içinde, buluşmasıyla zincirleme olaylar tetiklenir. Güneş böylece çekirdekten oluşmaya başlar. Çekirdekte çekim gücüyle madde enerjiye, radyasyon katmanında ise sıcaklık nedeniyle madde plazma halini alıp tekrar maddeye dönüşür. Üçüncü aşamada güneş görünür ışık kaynağı haline dönüşür. Bu ortam, canlılığın yaratılmasına ve gölgesi kalmayacak şekilde olgunlaşmasına uygundur. Âdem de iradesi dışında Hz. Muhammet’in nuruyla yaratılır, ilim yüklenip gölgesini yok edecek kadar olgunlaşır ve Allah’ın ölümsüz ruhuyla dirilir. Hakk’ın gölgesi olan ilmin enerjiye yüklenip inişiyle başlayan ve halden hale geçişle süren oluşum döngüsünün yasalarını akıl bulur ilme dönüşü sağlar.

            Herkese gönülden, kalpten iman etme hakkı tanınır, kimse çaresizlik içinde Müslüman olmaya zorlanmaz. Halk edilmiş, yaratılmış ve inşa edilmişlerin hakikatine erdikçe herkesin kalbinin aynı hakikate ulaşacağı beklenir. Din maluma tabi ilmin aşamalı döngüsünü kalp ile yaşar, bilim bu döngüyü kanıtlar. İlim iner, açılır, oluşur, akıl idrak ile dönüşü sağlar.

            Umarım, nefis beden Mekke’mizi fetheder, ruhanî kalp Kâbe’mize sahip oluruz.

            Güneşle Giz'lenen

           

            Yeni bir kavram için akıl ve hayal güçleri kullanılıp benzetmeler yapılır. Denilen değil denmek istenen önemlidir. Bir duygu veya düşünceyi anlatmak için kullanılan isimlerin ötesine geçilir. Örneğin güneşte büyük bir hakikat gizlidir. Doğal olayların kendisi başka ardındaki hakikat başkadır. Büyük anlamlar yüklenen kavramlar genellikle böyle anlatılabilir. Büyük anlam yüklü kavramlar da yaşanmak için, bilinciyle bütünleşmek içindir. Güneş ısı ve ışığıyla hayat verir, canlılık yaratabilir ama var oluşuyla hayata anlam da katar. Hayatın nasıl yaşanması gerektiğine katkısı daha büyük olabilir.

             Güneşin yoktan var oluş gerçeğinin bilimsel açıdan hikâyesi çok basittir. Bu gerçeğin hayat felsefesine katkısı daha büyüktür. Dünyada bulunan, su, karbon ve altın gibi maden ve elementler, gerçeği apaçık gösterir. Süpernova vardı, yakıtı bitti, patladı, çevreyi toz ve gaz bulutu kapladı. Hepimiz bu yıldız tozundan oluştuk. Bu oluşum yalnız akıl ile irdelenirse yalnız makul olanlar ele alınır, sonuca varılır, yetersiz kalır. Huzurunda, huzur içinde, sakin ve sükûnet içindeki uzay-zamanda milyonlarca yıl yüzüp duran bir taş diğerine vurulur, düzen kurulur. Akıl, ‘uzayda yer mi yok niye çarpışırlar?’ demez üstelik ‘tesadüfen çarpışır’ der. Nasıl başlarsa öyle gider, akıl işin sonunu getirir. Kütlenin artışı uzay zamanı büker, birçok taş merkeze düşer, kütle çekim gücü maddeyi merkeze çeker, ezer, madde enerjiye dönüşür, ısı artar, patlar. Maddenin, dördüncü hali olan plazma haline dönüşmesi tekrar soğuma ve kütleye dönüşümü tetikler. İndirilen ilmin yasası işler durur.

            Doğal fizik yasalarıyla al sana nur topu gibi koca bir güneş. Sonsuz yönde, sonsuz sayıda, görünür ışık yayımı yapan, hayat kaynağı oluşur. Çakan çakmak taşlarından, aydınlatan güneşe varış süreci anlam yüklüdür. Kendisi var iradesi yok.

            Akıl çok yararlı bir araç, ama bir araç olduğu, amaç olmadığı, unutulmamalı. İnsanlığın gelişiminde de akıllı kurgular yapılmış. ‘Allah dünyayı altı günde yarattı, yedinci günde yaşam başladı’ denmiş. İlk insan ve ilk peygamber olarak da bilinir, ‘Hz. Âdem’den Hz. Muhammet zamanına kadar altı bin yıl geçti, hafi yani gizlilik devri bitti, batıl gitti Hakk’ın zuhur devri geldi’ denilmiş. Hatta Allah’ın indinde bir gün bizim için bin yıldır denip haftanın günleri bu nedenle yedi olarak kabul edilmiş. Yedinci gün bazıları için Cumartesi olsa da Müslümanlar için Cuma günüdür. Resulümüz ‘Ben ve kıyamet şu iki parmak gibi olarak ba's olundum, gönderildim’ diyerek işaret ve orta parmağını göstermiştir. Kıyamet günü geldiğinde gizlilik devri biter, Hak halk olarak zahir olup kendisi batın iken, Hak zahir olur. ‘Halaka’nın anlamı Hak sema ve arz ile gizlendi demektir. Cuma günü, güneş istiva vaktinde iken, gölgeler yok olduğunda, yalnız Cuma namazı kılınabilir. “Bireysel olarak alış verişi terk edip, eşyanın sır ve hakikatini bilmeye gayret ederek, cemaatle namaz kılar, fenadan sonra beka halinde, dağılıp rızık ararsanız sizin için daha hayırlıdır.” (62.9)

             Oluşumları değerlemede akıl yetmez, sezgi ve hikmet de gerekir. Evren okunup ibret alınmalı. Güneş, özellikli maddenin ilim yüklü enerjiye ve maddeye dönüşünün apaçık örneğidir. İnsanın da verip kurtulacağı beden ve nefsinin hakikatine doğru yücelmek yerine aksi ile övünmesi eleştirilir.

            Akıl ve hikmet, taşlardan, yalnız güneşi değil, gölgesizliği de idrak edebilir. Seven ve sevilen varsa aşk vardır, bu aşktan gölgesi olmayan hakikatin ve Hakk’ın gölgesi ilmin idraki de çıkabilir. “İnsan, anlık idrakle bedeninin yakıcı asar ateşiyle helak olup atılmış yün veya pamuk gibi toz ve gaz bulutu olabileceğini görmelidir.” (101.10,11)

             Görme, görüş, gören ve görünen beynin işlevi, bilinci, idrakidir. Aydınlanma, akılla; aydınlanış ve aydınlatış ise hikmet ve basiretle olabilir. Güç, kuvvet ve kudretin sahibini bildikten sonra her şey bir döngü ile başlayabilir. Güneşin güneş olmasında, bireyin de insan olmasında, ne kadar iradesinin olduğu apaçık idrak edilebilir. Yalnız insan, görünür ışık fotonunun nasıl oluştuğunu anlayarak kendine uygulayabilir. Verilen akıl ve hikmet ile beden, kalp, ruh ve ilmine yücelir. Kendi içindeki enerjinin içerdiği bilgiden, ilim olgusunu anlayabilen insan ilmin sahibini de idrak edebilir. “Yer ve gökte bulunan bütün mevcutlar tespih eder, izafî vücuduyla, halden hale geçen mevcudiyetiyle, acizden olgunluğa eriş sürecine örnek oluşturur. İzlenen süreç, bir düzen içinde, kahrının lütuf, kuvvet ve hikmetin sahibinin, olduğunu gösterir.” (57.1,2)

            ‘Halk aynen Hak’tır’ deyimi çok anlamlıdır. Yukarıdaki ayetlerin anlamını halka özümsetir. Toplumdan bağımsız ve bağlantısız, içine kapanık, madde ağırlıklı bir fert olarak yaşamak yerine Cuma namazından dağılmış bir kişi olarak yaşamayı özendirir. İnsanın insanlığı yaşamasının önemini basiretle görüp, idrak ettirir. Büyük kıyametin kopuşuyla Allah’ın arşı bariz, apaçık olur, cennet ehli verilenlerin, ikram edilenlerin kıymetini bilir. İstiva vaktinde, tüm sıfatların birden görünürlüğüyle, bireysel gölgelerin yok olacağı anlaşılır.

            İnsanın gölgesi olursa da insanlığın gölgesi olamaz, güzel ahlakın ve güzel sıfatların tümünün bireysel gölgeyi yok edeceği aşikârdır. Var olmanın kaynağı yokluk, birliğin bütünlüğün kaynağı çokluktur. İnsan kendini, çevresine görünür ışık saçan, şeffaf olan hale getirmelidir.

            Yedinci günde bütünün parçası, güneşin bir fotonu olarak evreni doldurup yaşamak için, ilk altı günde var olmak, canlanmak, öğrenmek, ölümsüz ruh, ilim ile dirilmelidir. Sahip olduklarımızın kaynağı bilinmeli. Neslin devamını sağlayabilen akıldan fazlası neden verilmiş düşünülmeli. Ruh ve beden, akıl ve kalbin yerleri, önemi bilinmeli. Kendini bilen, ayrıca her şey ve herkesi kendisi gibi bilmeli. Cumaya giden halk, ama çıkıp dağılan Hak’tır. Ham, katı, karanlık, gölge olan madde çökerek pişmeli, olgunlaşıp yanarak görünür ışık saçmalıdır. Devinim devinene aittir. Maddenin dört halinden biri diğerinden üstün değildir. İnsanın ‘nas’, ‘has’ ve ‘hasın hası’ gibi hallerinin demek istediği bunların dışında ve üstündedir. Üstünlük gururu, varsa, bireysel varlığın göstergesi olabilir. İnsan, Allah’ın görünür ışığıdır. Beden ve kalbi geçip yanmalı, yanıp aydınlatmalıdır.

            “İlmel yakîn” (102.5) ve “Aynel yakîn” (102.7) kavramlarıyla, “Bilgileriniz aracılığıyla ilme ulaşırsanız, fani beden ve maddenin nasıl oluştuğunu ve dönüştüğünü idrak ederek arkanızda bırakacak, kalbinizde ve vicdanınızda ilmin ötesini apaçık zevk edeceksiniz” denilmektedir. “Her şey Allah ile mevcut ve Allah’ta fani olur. O her şeyin evveli ve ahiridir, sıfat, kuvvet ve hareketleriyle zahirdir.” (57.3)

            Umarım, verilmiş akıl ve hikmetin sahibini idrak ederiz.

                Kütle, Çekim Gücüdür

               

                Her eşyanın bir ismi bir de cismi vardır. Her obje, ilminin deposudur ve içeriğinde başka bir şey yoktur. Her cisim, bir diğerinden farklı bilimsel özelliklere sahiptir. Bilim, enerjinin kütleye dönüşümünü ve kütlenin bir çekim gücüne sahip olduğunu kanıtlar. Oysa uzay zamanda birbirini çeken ayrı kutuplar çekim güçleriyle zaman mekânı bükerek kütle oluşturur. Kuvvetler birleştikçe çekim gücü de aratacağı için örneğin güneşin çekirdeğinde kütle enerjiye dönüşür. Bu nedenle de büyük bir ısı ve ışık yayılımı görülür. Bu ışımaya da EMR-elektromanyetik radyasyon denir. Şişme ve genişleme nedeniyle EMR soğumaya başlayınca da enerji zerreleri etkileşim içine girer, pıhtılaşır, katılaşır ve plazma halinden çıkar, madde veya kütle oluşumu gerçekleşir. Hatta güneşin çekirdeğindeki öldürücü gama fotonları soğuma sonucunda yüzeydeki görünür ışık fotonlarına dönüşerek canlılık yaratır.

            Akla hitap eden ayetlerin bazıları bilimsel bulgulara ışık tutar. “Bir madde vardır bir de bu maddenin çekim gücü vardır” denemeyebilir. Madde ile çekim gücü kuvveti ayrı şeyler olmayabilir. ‘Kuvvetler’ vardır ve bunlar uzay zamanı veya zaman mekânı büker. Kuvvetlerin çekim güçleri etkileşirler, etkileşen çekim kuvvetleriyle bükülen zaman mekâna madde denir. Kuvvet, “çekim” ve “itim” olarak iki çeşittir. Çekim ve itim kuvvetleri birbirleriyle etkileşime girer bu etkileşim alanında gölgeleşme, pıhtılaşma ve katılaşma oluşur böylece enerji maddeye, kütleye dönüşür. EMR olarak ışınım halinde yayılan enerji ışık hızında hareket eder. Işık hızında hareket eden enerji kuvvet taşır.

            Bu nedenle gerek uzay boşluğu gerekse atomların içindeki boşluk tamamen boş veya bomboş, hiçbir şey yok anlamında değildir, kuvvetler vardır. Elektromanyetik kuvvetlerin yönleri ve güçleri vardır.      Protonların çarpışması sonucunda ortaya çıkan zerrelerde bu kuvvetlerin yönleri, güçleri ve etkileşimleri, kısaca, tüm özellikleri açıkça görülebilir ve belirlenebilir. Etkileşim içindeki kuvvetlere madde denebilir.

            “Allah öyle bir zattır ki ihya edici ve diriltici olarak, sıfat tecellisi ile şişirici rüzgârlar gönderir. Bilemezlikle, cehaletle ölü kalbi bilerek diriltmek üzere pak, temiz ilim suyu ruh semasından indirildi.” (25.48) İlim ile dirilmeyen, henüz bilemeyen kalbin ne varlığından ne de diriliğinden söz edilebilir. İndirilen ilim, hem nefsin inşa edici kuvvetlerini oluşturan uygulamalı bilgileri hem de ruhani kuvvetleri oluşturan nazari bilgileri içerebilir. Kısaca ilim ya teorik ya da pratik bilgi, ‘özellikli kuvvetler’ olarak hayata geçer. Uygulamaya dönük bilgiler bayındırlık ve inşaat işleriyle ilgili özelliklere sahiptir. Örneğin ilim, zerrelere artı veya eksi elektrik yüklü özellikler olarak iner. Bu tip özellikleri içeren bilgilerle oluşan kuvvetlerin belirli, önceden belirlenmiş, saptanmış güçleri vardır. Güçlü kuvvetlerin belirli alanlarda toplanmasıyla etkileşim oluşur ve enerji maddeye dönüşür. Ruhani kuvvetleri oluşturan nazari, teorik, kuramsal bilgiler ise oluşumlara anlam kazandırır. İnsan, ilmi idrak ederek eşyayı, eşyanın hakikatini, kuvvetleri ve güçlerini, özelliklerini bilerek dirilir, ilmin kaynağına ulaşır. “Ruhani güçler âlemine, sizi temizleyip dirilten pak ilim suyunu indirdik.” (25.49)

            Her olay veya eylem iş değildir. İş olabilmesi için belirli bir başlangıç ve son ile birlikte bir amaç veya bir hedef olmalıdır. Güçlü kuvvetler bir şekilde yönlendirilmeli ve yönetilmelidir.

            Tesadüf yoktur diyebilmek için her hareketin bir hedefi olmalıdır. Evrenin, yokluktan var olup yine yok olabilen zerrelerden birinin ani şişmesiyle oluştuğu bilimsel olarak kanıtlanır. Hatta eksi ve artı yüklü kuvvetler birbirlerini yok edebileceği için halen de evrenin bir hiç ve hiçlik olduğu bilinir.

            Kitap burada da küçük bir katkı sağlar denebilir. Zerreler tesadüfen ortaya çıkmaz bir amaç için çıkarılır ve hakkı verilerek, yani biri diğerinden farklı özellikler kazandırılarak, halk edilir, var edilir. Her zerre işe yarar.

            Kütle veya maddenin temeli olan, etkileşen kuvvetlerin her biri belirli bir güçtedir, ayrı birer bilgi veya özelliktir. Bilgi veya özellikler güçlü kuvvetlerdir, insan da gücünü bilgisinden alır. Bilgiler birleşerek bilim oluşturduğu gibi kuvvetler de birleşerek kütleyi ve galaksileri oluşturur. Uzay zaman da denen mekân zaman bir birleşik alandır. Kuvvetler mekân zamanı büker ve kütle oluşur. Bu kütleden de dağlar tepeler, evler arabalar oluşur. Aynı şekilde insan bünyesinde görme ve işitme gibi ayrı eylemleri oluşturup nefsin amaçlarını gerçekleştiren, uygulamaya dönük nefsanî bilgiler veya nefsanî kuvvetler vardır. Bu tür bilgiler hayatta olmayı ve kalmayı sağlar. Ruhani bilgiler, kuvvetler ise hayattan geçmeyi, yaşama anlam katmayı ve sonuçta yaradılışın amacına ulaşmayı sağlar.

            “O ilim suyu, hakikatlerin, unutulmuş olan ahitlerin, verilen sözlerin, kavuşmanın ve aslın güzelliğinin hatırlanması için indirilmiştir. İlim, suretler, şekiller ve misaller verilerek anlatılmış ama insanlar suret, şekil ve misallerde kalmıştır. İnsan, celal perdelerindeki rahmani rahmet suretlerini görür ama rahimsi rahmeti düşünüp idrak edemez, küçümser, horlar.” (25.50) “Efalde hareket edilir, yenir, içilir, zevk edilir, cennetlerde fiilen yaşanır. Sıfat makamında ancak sıfatlar arasındaki fark idrak edilerek konuşulur, sohbet hazzı duyulur.”

            “Rahmandan bir hitaba sahip olunmadığı için efalde konuşma yoktur. Sadece rahimsi nimetler idrak edildiği için, henüz rahman idrak edilmediği için bireysel zevkler yaşanır. Rahimsi nimetlerin ardındaki rahmanî hitap duyulursa muhabbet başlar. Ruha erişildiğinde ise sohbet biter. Hakkın efal ve sıfatı bağışlandığında artık batıl değil hak sözü söylenir.” (78.32-38)

            Kitapta daima “Kuvay-ı Nefsanîye” ve “Kuvay-ı Ruhaniye” deyimleri kullanılır. Nefsanî bilgi kuvvetleri, ruh ve bedeniyle insanı oluşturan ve inşa eden gücü sağlar. Cehaletten bilgeliğe ve olgunlaşmaya ulaşma sürecini oluşturur. İnsan aklını kullanarak evrenin ve çevrenin ardındaki gerçeği arar. Ruh ve beden, kalp çocuğu sayesinde, madde esaretinden kurtulur. Maddeye bağlı ve bağımlı olmaz. İlmin kaynağından, ruhtan, akıl aracılığıyla alınan bilgiler beden arzında duygu ve düşünce fezasını oluşturur. Hareket ve eylemlerden sıfat ve zata yücelir, hakikati idrak eder. Verilenlerden verene ulaşmaya gayret eder.  Pak ilim suyu ruh semasından indirilir. “Lâ havle ve lâ kuvvete” deyiminin anlamı “Kimsenin kendine özgü gücü ve kuvveti yoktur” anlaşılır.

            Kütle çekim gücüdür, kuvvetin mekânı büküşüdür. Bükülme ile yeterli basınç oluşunca enerji açılıma başlar ve ışık hızında yayılır. Açılım, mekân zamanı oluşturur. Kuvvetler bu çekim ve itim güçleri ile var ve yok oluşu sürdürür. Allah’ın kahrı lütuftur!

 

 

 

 

            Rahmanî Rahim

            Toplumsal birey, genelin özelliklerinin özel hali olan kişi, deryanın damlası, evrenin zerresidir. Kendinin insan olduğunu fark edenin aslında çok şeyi birden fark ettiği aşikârdır. Evrenini, çevresini, doğasını, beden, ruh, kalp ve nefsini, madde ve manasını bilmeden kimse kendini bilemez. İnsan çok şey bilir ama her şeyi de bilemez. Herkes bir yerde hareket eder, oynaşır ama her yerde birden, hatta aynı anda iki yerde birden olamaz. Önce ayırıcı özellikler aranarak analiz edilir, özel hale ulaşılır sonra da ortak özellikler aranarak sentez yapılır. Analizlerle zerreye inilir, sentezlerle evrene çıkılır. Söz konusu insan ise evrene çıkış yetmez, canlılığın yaradılışı ve insanın inşa edilmesini de kapsama alanı içine almak gerekir. İnsanın din ve bilimi de sentez etmesi kaçınılmaz olur.

            İnsan aklı için maddenin ne olup ne olmadığını anlamak ilk amaç olabilir. Çağdaş bilim E=MC2 formülü ile enerji ve maddenin eşitliğini belirlemiştir. Işığın hızının karesi olan doksan milyar sabit bir katsayı olduğu için madde ile enerjinin arasında sadece eşitlik var denir. Maddeyi anlamaya çalışmak enerjiyi anlamayı gerektirir. Enerji, günün genel kabul gören ‘Büyük Patlama’ kuramına göre ışık hızında harekettir. Evrenin oluşumunun ilk anında yalnız ışık hızında hareket ederek patlayan enerji vardı. Bu noktanın daha öncesinde bilimin varlığını kabul ettiği şey “Boyutu sıfır ama kütlesi sonsuz” olandır. Bu sıfır ve sonsuzluğu içeren ‘şey’in ‘ani şişmesinden’, patlamasından bir an sonra ortaya çıkan enerjinin ısısı da sonsuzdur. Isısı sonsuz enerji, patlayıp hareket ederek hacim kazandıkça soğudu.

            Kabul edilen bilimsel ilkeye göre hacmi iki misline çıktıkça ısısı yarıya düştü. Enerjinin açılımı sürdükçe uzay oluştu ve genişledi. Açılımı gerçekleştiren itim kuvvetine karşı koyan çekim kuvvetlerinin ortaya çıkışı ile de enerji gölgeleşti, pıhtılaştı, bilinmeyen bir şekilde katılaşıp, kuvvetlerin karşılıklı etkileşimi sayesinde kütle, madde oluştu. Bu maddenin kümelenmesiyle de yıldızlar ve galaksiler oluştu. Bilim insanlarının halen en inandırıcı formül, ilke ve kuramları bunlardır. Kuantum âlemine ilişkin formül, ilke ve kuramları daha şaşırtıcıdır.

            Her atomun çekirdeğinde bulunan protonların hızlandırılarak saniyede milyonlarca kez çarpıştırılmasından elde edilen ve artı veya eksi elektrik yüklü, ‘kuark’ denen, zerreler âleminde dolaşmak akıl için zor olabilir. Enerji damlaları veya zerreler yoktan, yokluktan ortaya çıkıp var olabilir sonra tekrar yok olabilir. Bu zerreler madde ve anti madde aynasal evreninde çok sayıda görünebilir, birbirlerini yok edebilir, geriye kalanlar içerdikleri kuvvetlerle belirli alanlarda etkileşime girerek kütle oluşturabilir. Her zerre de belirli ve bilinen bir özelliğe, info’ya, bilgiye sahiptir ve bu bilgi, maddesi enerjiye dönüşse de kaybolmaz çevrede kalır. Her obje bilgisinin deposudur ve başka bir şey de içermez.

            Eşya ve görünen vücutlar, ezeldeki ilimlerinin açığa çıkmış halidir. Eşyanın aslı ve esası, görünen maddenin hakikati, Hakk’ın yokluk aynasındaki görüntüsü, gölgesidir. İlmin görünür haline ‘gölgenin uzatılması’ denir. Vücudun, ilminden (info’sundan) ayrı ve gayrı bir ismi, cismi ve resmi olamaz ama farklılığa yalnız akıl şahitlik eder.” (25.45)  

            “Sıfatının tecellisi, var olması için, ‘nefhaat-i Rabbaniye rüzgârlarını’, ‘şişirici rüzgârları’ gönderir.” (25.48) “Yokluk, sırf boşluk değil, olmuş ve olacak mevcutların hakikatlerini, bilgilerini, ilimden alacakları ‘haklarını’ içerir. Her ‘şey’ Hak’tan hakkını aldığı için mevcut, var olabilir.” (21.22) Levhi Mahfuz denen bu yoklukta yer almayan bir ‘şey’ mevcut olamaz. Akıl bunu anlayarak “Ölmeden önce ölmek, ölümden sonra yeniden dirilmek” gerçeğini idrak eder. Her zerrenin, Hak’tan kendine özgü bilgi, ilim hakkını aldığı için var olduğu ayetle açıklanır. İlmin, Hakk’ın gölgesi olduğu ve bu gölgeye aklın şahitlik ederek şey ile hakikatinin idrak edildiği açıklanır. Her kuvvetin, rüzgârların yönü ve şiddetine benzer, bir yönü, özelliği ve miktar gibi bir kudreti vardır. Allah’tan başka kimsenin ‘kuvvet ve kudreti’ yoktur denerek son nokta konur. Hiçbir eşya veya mevcut kendiliğinden var olamaz, Vücuda ihtiyacı vardır ve ihtiyaç içindedir.

            İnsan bilgiye sahip olabilir ilmin tümüne sahip olamaz. Aynı şekilde bedeni ve ruhu varsa da enerji ve içerdiği ilim insana ait değildir. “Beden ve ruhlarının, ilimlerinin, beden ile hakikatinin, farklı şeyler olduğunu anlayarak bunların ayrılabilmesiyle ölümlerini idrak edenler elbette diriltileceklerdir.” (79.1-5) Ayırım gücünden, analizden sonraki sentez insanı farklı sonuçlara götürebilir. İnsan Allah’ın ilmi ile âlim, nefsi ile kaim, ayakta ve hayatı ile hay, diridir. Rahmanî rahmet olan yağmur iyinin de kötünün de tarlasına yağar. Rahimsi rahmet olan akıl, fikir gibi her insana özgü değerler ise herkese özeldir. İnsan toplumun bir bireyi, evrenin bir zerresi olarak mevcuttur ama kendiliğinden var olan değildir.

            Rahmanî olan, rahim diye görünür, ışık foton olarak görünür. Foton, görünür ışık halinde yayılan enerjidir. Doğumla  ölüm insanın elinde değildir. Bireysel özellik ve yeteneklerini iyi kullanan insan, nereden gelip nereye gittiğini de düşünmeli.

            Atılmış pamuk veya yün halinde yüzerken, süpernova kalıntısı toz ve gaz bulutu, nasıl olduğu pek bilinmeyen bir şekilde, ‘güçlü kuvvet’ kazanarak hareket eder. Kuvvet, ölçülebilen bir bilgi veya özelliktir, böylece, toz ve gaz bulutuna ilimden yeni bilgi yüklenmiş olur. Kuvvetlerin etkileşimleriyle zaman-mekân bükülür. Bükülen zaman mekâna çevredeki diğer bükümler düşer. Maddenin gaz, sıvı, katı ve plazma halleri sırasıyla oluşur. Her mevcut, kendi iradesi olmaksızın vücut bulur ve yok olur. Rahman, rahim olarak görünür. Enerjiye ilim yüklenerek, bir düzene girerek, insan dâhil, her şey oluşur. Böylece, kendi iradesi olmaksızın diriltilen insan, istenirse, yeniden de diriltilebilir. Kendinin ne olduğunu idrak edebilen insan, yeniden bağış yapılarak, ihya edilebilir. “Sonra gölgeyi ifna ederek, ortadan kaldırarak, elde tutabiliriz. Her an mevcut olan herhangi bir fani ‘şey’in fena bulması evveline, oluşuna nispetle kolaydır. Ele alınan her şey her an başka bir mazharda zahir olur.” (25.46) “İnsan, anlık idrakle bedeninin yakıcı asar ateşiyle helak olup atılmış yün veya pamuk gibi toz ve gaz bulutu olabileceğini görmelidir.” (101.10,11)

            Umarım “Hayat, yönetim ve hükmetme kuvvet ve kudretinin sergilendiği bir düzendir. Doğum ve ölüme hükmeden güç, kuvvet ve kudrete sahip olan; görür, görünür, bilir ve bilinir, işitir, işitilir, rahmin hakikati rahmandır.” gerçeğini idrak edebiliriz.

                Korkudan Aşka

            En ileri teknoloji ile bir şey üretmek heyecan yaratır, yeni modeller heyecanla beklenir, sanki ne kadar çok beklenirse o kadar iyi ve güzel olur. Eşya ile ilgili gelişim bize bu izlenimi verir. Bu hali insan kendi üzerinde de deneyimleştirebilir. Bir insan ne kadar çok eğitilir, öğretilirse, hal ve gidişi ne kadar iyi olursa, ilim ile ameli ne kadar uyumluysa, o kadar olgunlaşmış olabilir. İnsan, bir anlamda bildiği için, bildiği gibi ve bildiği kadar insandır. Aklı olmayana, bildiğini uygulamayana, pek insan gözüyle bakılmayabilir. Saygı, sevgi ve edep beklenir insandan. Ezelden ebede, verilen yeteneklerini kullanıp, bunları verene ulaşana kâmil denebilir. Kemale erme işi uzun bir süreçtir, her aşamasında ayrı zevk ve lezzetler vardır. Bulunduğu yerin keyfini kendisi için yeterli bulan o keyifle kalır. Daha öteye ve ileriye gitme çabasını fazla ve zevkini de yeterli görür. Ancak son noktayı koymak, kendini kısıtlamak, doğru olmayabilir. Ufkun ötesi sonsuzluktur. İnsan son dediği noktada tatmin olup kendinden geçmese, gaflette kalmayıp uyansa sonsuzluğa yürüyebilir.

            İnsanoğlunun tarihî ve küresel yanılgılarından birisi de “İnsan doğada korktu ve din ile Tanrı’yı yarattı” kavramının altında kalmasıdır. Bu gaflet, kendinden büyüğünü yaratma zevki verir ve bu çukurdan çıkamaz, sonu olur, sonsuzluğu göremez. Dünde yaşayıp dünde kalmıştır, bu güne gelip korkuyu bırakıp sevgiye geçememiştir. Korkunun duygulardan biri olduğunu ve diğer duygularla bir bütün oluşturduğunu, “Tanrı yaratma” zevki unutturur.

            Batı analizleriyle, Doğu ise sentezleriyle meşhurdur. Batıya gidip doğudan gelmeyi de pek severiz aslında. Batının sonuna kadar gittiği sınırlar maddenin ve enerjinin sınırlarıdır. Kuantum âlemine götürür, ‘kütlenin ve enerjinin yokluktan var olup yok olduğuna, nasıl oluyor bilinmiyor ama enerji gölgeleşip, pıhtılaşıp kütle ve kuvvet kazanıyor’ gerçeklerine ulaştırır. Protonların, hızlandırıcıda, saniyede milyonlarca defa çarpıştırılmasıyla ortaya çıkan zerrelerin, elektrik yükü gibi bilimsel özellik ve çekim-itim gibi kuvvetleri vardır. Zerrelerin boyutları sıfırdır ama özellikleri çok büyük, hatta potansiyelleri sonsuzdur. Elektrik yükü bir diğeri için yıkım demektir, madde ve anti-maddeyi düşünmeden bile eksi ve artı enerji yükleri birleştiğinde evren sıfıra indirgenir ve hiçliktir. İtim ve çekim kuvvetleri, kütleyi ve maddeyi oluşturup, maddenin katı, sıvı, gaz ve plazma hallerini yaşatır. Kuvvetlerin ayrıca, 3 veya 5 kuvvetinde esen rüzgârlar gibi güç ve kudretleri vardır. Bu kuvvetlerin işleri, maddeyi önce şarj edip sonra deşarj eder gibidir. Manyetik kuvvetlerin kuzey ve güney kutupları, elektriğin ise artı ve eksi yükleri vardır. Elektromanyetik radyasyon da ışık hızında hareket demektir.

            Kitap çok güzel anlatır bu gerçekleri. “Hiçbir şey yoktan var olup yok olmaz, eğlence olsun diye değil bir amaç için var edilir.” “Kimsenin kendine özgü gücü ve kuvveti yoktur.” “Eşya ile eşyanın hakikatinin, özelliğinin ayrı ve farklı olduğuna akıl şahitlik eder ama ‘şey’ ile özelliği aynı şeydir. Şeyin özelliğinden farklı ismi, cismi ve resmi olamaz.” “Eşyanın hakikati Hakkın gölgesidir”. “Levhi mahfuzda ilmi ve tasavvuru olmayan hiçbir şey mevcut olamaz.”

            “Hiçbir mevcut kendiliğinden olamaz, Vücuda muhtaçtır. Âlem gazap ve şehvet kuvvetleriyle oluşturulmuştur, insan nutuk kuvvetiyle inşa edilmiştir.” Gazap kuvveti kahreder ama kahrı lütuftur. Şehvet, dünya ve eşya sevgisidir, yokluğunda çeker, çokluğunda iter.

            Batıdan ulaşılan sınırlar ile sonsuzluk, Doğudan ulaşılan sınırlarla uyum içindedir. Üstelik her alanda da kullanılmak zorunda kalınan kelime ve deyimler bile aynıdır. Aynasal evrenden gölgeleşmeye, özellik ve kuvvet kazanmaya kadar aynıdır. Bedensel yapı özellik içerir. DNA bir yazılımdır, maddeye hükmeder, canlılık yaratır, enerjiye bilgi yükler. Her obje bilgisinin deposu olarak işe yarar, birleşir, etkiler, etkilenir, etkileşim içinde yokluktan evren oluşturur. Mevcudat, Vücuda muhtaçtır yalnız insan aklı, kendisi için bunu kavrayamaz. Hatta hiçbir şeyi yoktan, var olan bir şeyi kullanmadan, yaratamaz ama Tanrı’yı yaratabilir. Aklın işi budur, araç yapar amacına ulaşır, hayaliyle eser yapar müessir olur.

            Akıl, Firavun nefis için çalıştığını anlayıncaya kadar nefsin emrindedir. Kalbin keşfi ile akıl ruh ile ilişki kurabilir. İlk ve ilkel insanın yerine kendini koyabilen insan, bugünkü çağdaş insan yerine de koyabilmeli. Yeni ve çağdaş bilgiler, akıl duvarına gidişin yanlış olduğunu, geri dönülmesi gerektiğini, sevgi ve aşka doğru gidişin gerektiğini gösterir. Bedenin ruha, ilme muhtaç olduğu aşikârdır. Para onu bulanın olmadığına göre bilgi de bilenin olamaz. Matematik ilmine sahip değiliz. Bilerek, bilinmeyi sevene ulaşmak amaçtır.

            Nimetleri severiz, verilenler mest eder, en sevdiğimizi ne kadar seviyoruz? En sevdiğimizi ne kadar Hak biliyoruz. Hakkın gölgesi ilim ile oluşan eşya, hakikatinin şahididir, delilidir. İnsana şahitlikle şehitlik hakkı tanınmıştır. Severek sevilen olabilen, aşkı da idrak edebilir. Âşık olanın bir ve tek korkusu kaybetmektir. Sevdiğini kaybetme korkusundan daha büyük bir eşya, yıldırım ve gök gürültüsü korkusu olamaz. Her duygumuz gibi korku da bize yol gösterir, bir işarettir, yönümüzü tayin içindir. Seviyorsak eğer bir kişiyi, grubu, toplumu, çevreyi ve evreni, kaybetme korkusu duyarız. Muhteşemin ihtişamını görmekle haşyet ederiz.

        “Allah’tan ancak âlim ve arif olan haşyet eder, çekinir, ürperir, bilinçli saygı duyar. Haşyet cezadan korkmak değildir. Azamet sıfatının tasavvuru zamanında, o azamet huzurunda kalpte oluşan huşu duygusunun insana etkisidir. Allah’ın azametiyle kendisine tecelli ettiği kimse, Allah’tan hakkıyla haşyet eder. Arif olmayan âlime hâsıl olan huzur tasavvuru ile, arif olan âlime sabit olan tecelli arasında çok büyük fark vardır. İlim ve irfanın mertebeleri açısından haşyetin sayılamayacak mertebe ve dereceleri vardır.” (35.28)

            Umarım, korkmaz severiz, o kadar çok sevebiliriz ki seviliriz, sevip sevildiğimize ulaşırız, ben Yaratan değil ama Yaratan ben olur, tecelli eder bende de!

 

 

 

 

                Hayatın Kuvvetleri                                                                                                 

            Hayat, kıymetini anlayabilmek için, ‘ölüm’ ile birlikte ele alınır. Ölüm diye bir şey yoktur, hayatın olmaması halidir. Hayatın olması ve olmaması söz konusudur. Bu kapsamda ele alındığında hayatın, yaratılmışlığı ve belirli güç, kuvvet ve kudrete hükmedilerek yönetilmekte oluşu daha iyi anlaşılabilir. Evren ve yaşamda belirli ve bilinen bir düzenin olduğu da aşikârdır. Bir organizasyon ve yönetim gücünün varlığı idrak edilebilir. Bu durumda organize edilecek ve yönetilecek bir takım kuvvetler olmalıdır. Bu kuvvetleri, din de bilim de ele almış, incelemiş, değerlendirmiş ve özelliklerini belirleyerek kuvvetlerin kullanımlarına ilişkin el kitapları yayınlanmıştır. Kullandığımız başlıca doğal kuvvetler ‘elektrik’, ‘manyetik’ ve ‘elektromanyetik’ olmak üzere üç çeşittir. Benzerleri bedenimizde de vardır, sırasıyla gazap, şehvet ve nutuk kuvvetleridir. Bunları, ayetlerle doğa kanunları ele alır, inceler.

            Elektriğin tanımını ‘elektrik’ kelimesini kullanmadan yapmak zordur. (Electricity is a flow of electric charges) Elektriğin en bilinen yeri eşyanın yapı taşı olan ve tamamen boşluk ve yokluktan oluşan atomdur. Basit bir hidrojen atomunda birer tane olmak üzere elektron, proton ve nötron vardır. Her birinin elektrik yükü pozitif ve negatif olarak iyi bilinir. Aynı yükler birbirini iter, farklı yükler birbirini çeker. Negatif yüklü elektron akımı sayesinde elektrikli aletler çalışır. Doğada bulunan elektrik kuvveti bedenimizdeki gazap kuvvetine benzer. Toplumda ‘gazabına uğramak’ deyimi ile bilinen eylemler negatif yüklenme ile yapılan şeylerdir.

            Gazap bir kuvvet alış-verişidir. Nefsimize uyarak birilerine kızar, sevmez, nefret eder ona göre davranırız. Elektrik kuvvetine benzemesi, artı ve eksi yüklerin birbirlerini yok etmesi gibi, gazaba uğrayan birinin hayattan silinmesi gibidir. Enerjinin bu şekilde kullanımı vardır ve gerçektir ve diğer tip kuvvetin etkilerinden farklıdır.

            Doğal olarak bilinen diğer kuvvet ‘manyetizma’ kuvvetidir. En belirgin olanı Dünya’nın merkezindeki demir çekirdeğin dönüşü sayesinde etrafımızda bizi Güneş patlamalarından koruyan manyetik alan kuvvetidir. Günlük hayatımızda mıknatıs olarak kullanırız. Kuzey ve Güney kutupları vardır. Elektrik kuvvetinde olduğu gibi, benzer kutuplar birbirlerini iter farklı kutuplar birbirlerini çeker. Âdem ile âlem ikizdir, âlemde ne varsa Âdemde de vardır. İnsanda benzer kuvvet ‘şehvet’ kuvvetidir. İnsan insanı cezp eder, çeker veya itici birinden kaçılır. Enerjimizi karşı cins veya eşya sevgisi için harcayabiliriz, Dünyayı severiz. Şöhret, makam ve para için çok şey yapılır. Şehvet kuvvetini iffete çevirmek çok zaman ve enerji isteyebilir. Hayvani nefis olarak bilinen sıfatın günlük yaşamda nelere mal olduğu deneyimlerden bilinir. Toplumun büyük kesiminde olay ve eylemlerin büyük bir kısmı şehvet temelli olabilir. Gençlikte şehvet ve gazap kuvvetleri önemli ölçüde işbirliği ve eşgüdüm içinde hareket eder. Akıl ve kalbin onay ve yardımını alırlar. Mala düşkünlük nedeniyle hırsızlık akıllıca yapılır. Çoklu düzeyde ve karmaşık ilişkiler içinde olan olaylar nedeniyle ‘eline, beline, diline sahip ol’ ilkesi iyi bilinir. Kısaca itim ve çekim kuvvetiyle ortaya çıkan etkileşim, en büyük maddi, manevi olgu ve oluşumların temelini oluşturur.

            Einstein yalnız enerji vardır, madde yoktur der ama biz etkileşimlerle ortaya çıkan atomların birikimlerini madde olarak biliriz. Çekim ve itim ile etkileşim, içinde bulunduğu her şey ve herkesin, var olan şeylerin, temelidir.

            Kuvvetlerin üçüncüsü, elektrik yüklü parçalar ve parçacıklar arasında bulunan ‘elektromanyetik’ kuvvettir. Bu kuvveti fotonlar taşır. Foton ışık dalgasıdır. Işık dalgaları gama, X-ışını, radyo veya görünür ışık gibi taşıdıkları enerjiye göre verilen adlarla bilinir. Bir anlamda diğer iki kuvveti içerir ama kullanım açısından onların da dışında ve üstünde olabilir. Elektromanyetik kuvvet insanın konuşma yeteneği veya nutuk kuvvetiyle benzeşebilir. Korku, merhamet, nefret gibi sıfatları içeren gazap ve sevgi, arzu, istek gibi sıfatları içeren şehvet iki farklı kabile gibi düşünülebilir. Kendi içlerinde ve aralarında geçen maceralı olay ve eylemlerin dışında kalmak beşer için zordur. Âlim ve arif gibi kalbî sıfatlar gazap ve şehvete hâkim olursa, nutuk kuvveti kendini gösterir. Nutuk bir organizasyon, bir düzen içinde olur. Cemadat, nebatat ve hayvanat arasında da anlaşma ve haberleşme olabilir ama bunlar titreşim, bağırma ve böğürme niteliğindedir. Anlaşmazlık çıkaran veya anlaşma sağlayamayan konuşmalar da nefsanî veya hayvanî düzeydedir. Beşeri faaliyetler koklaşma ve oynaşma ile yürütülebilir. Nutuk, temel olarak Hakk’ın ilmini alma ve verme amacına dönük olabilir.

            Âdemoğullarını nutuk ve temyiz, ayırt etme, akıl ve ilim sahibi olmakla takdir ettik, terkim eyledik, kerem sahibi yaptık. Ayrıca ilim ve bilgilerin en güzeliyle rızıklaştırılıp tüm mahlûklara üstün kılındı.” (17.70; 2.30)

            “Nutuk kuvveti, ruhun nurunu, ilmin idrakini içeren manayı kavrama ve anlatma kuvvetidir. İlahi ilmin tümünün Hakk’ın gölgesi olduğunu, göklerdeki ve yerdeki her mevcudun bu gölgenin uzatılmasıyla vücut bulup kudret ile halk edildiğini inkâr ederler.” (17.98) “Onlar ağızları mühür­lenmiş ve nutuktan aciz bulunduklarından, asla yekdiğeriyle söyleşemezler. Birbirlerine bir şey soramazlar.” (28.66) “Zira hiç bir şey nutuktan hali değildir. Lâkin gafiller anla­mazlar.” (41.20, 21) “Nutuk sizin beden­leriniz arzında ve lisanınız üzere zahir olmuş olan mütekellimi haki­kînin sıfatlarından bir sıfattır. Hakk’ın nuru size işrak eylemiştir, manası kalbinize doğmuştur.” (51.23) “Allah’tan başka kimsenin kuvvet ve kudreti yoktur.” Kuvvetler, var olan her şey, herkesin temelidir.

            Gazap ve şehvet kuvvetleriyle hayat çok canlı ve heyecanlı yaşanır. Konuşma yeteneğiyle tevhit ilmine sahip olunur, ilim onunla anlatılır, birlik ve beraberlik sağlanır, sevgi ve muhabbet ortamı oluşturularak, Hakk’ın hakikatinin idraki sağlanabilir. Gazap ve şehvet kuvvetlerine üstünlük sağlanarak, olumsuzlukları giderilerek, teslim alınır. Böylece, kalp, akıl vasıtasıyla ilmin kaynağına, ruha, yücelebilir. Nefsanî ve hayvani düzeyde sahip olunan el, bel ve dile artık gerek duyulmaz. Her var olan şeyin, Hak’tan hakkını hakça alması nedeniyle var olduğu idrak edilir. Nutuk kuvvetiyle alınan haberler, yine nutuk ile isteyene, hak edene yalansız, verilir. Fıtrata kazınmış ahide, anlaşmaya ve verilen söze kalp, dil ve hal diliyle evet denir. Konuşma yeteneği ve akıl yardımıyla, canlılığın yaratılmışlığının ve insanın inşasının hikmetine varan kişi, kendini önce sezgiye sonra ilhama bırakabilir.

            Umarım, aklımızı kullanarak gazap ve şehvet kuvvetlerini teslim alır, nutuk kuvvetine ulaşır, Hakk’ın hakikatini sezip idrak ederek, ilham almayı ve ona uymayı hak edebiliriz.

                Nazarla Oluşum

            Olmuş ve olacaklarla ilgili Kur’an ile bunlarla ilgilenen İnsan, işi, evvelinden başlatıp ahretine, sonuna ve geleceğine kadar götürür. Evren ve insanın oluşumunda, kritik ilgi alanlarının ilmi ve bilimsel konularının hatta deyimlerinin benzerliği çok şaşırtıcıdır.

            “Kur’an, değişmez, bozulmaz, bozulamaz, noksansız, afetten korunmuş, kanıtlanmak üzere, evrenin tümünde apaçık olan ve hakikatleri muhkem, sağlam kılınmış bir kitaptır. Hakikatlerini, daha sağlam ve daha güzel olması mümkün olmayan, bir ilim ve hikmet üstüne inşa eder. Hakikatleri, zahirde, görünürde muayyen ve malum, belirli ve bilinen, miktarda, belirli zamanlarda aşikâr olur. Takdir ve tertibinde hikmete uygun intizamda, düzendedir. Ayrıntılarından layıkıyla haberdar, bilgi sahibi olan ilim ve hikmet sahibince, ahkâm ve ayrıntısı cüzi âlemde ortaya çıkarılmış, aşikâr edilmiş bir kitaptır.” (11.1) Kendini tanımlamış.

            “Kur’an gayba iman edenlere hidayettir, onları basiret sahibi yapar, şifa verir, kalplerini temizler. Görüş ve uygulamalarla basiretlerini, kalp gözüyle görmelerini geliştirir. İnanmayanlar işitmez ve anlayamaz, gaflet içinde olduklarından Kur’an onlara nüfuz edemez. Hakk’ın görülüp idrak edildiği nurun kaynağından uzaktırlar, gafletten uyanamazlar.” (41.44)

            “Biz inananların, enfüs ve afakta, içerde ve dışarıda, batın ve zahirde, görünür ve görünmezde, müşahede etmelerine yardımcı oluruz. Hatta muhakemelerine, deliller ile anlamalarına yardımcı oluruz, böylece, Hakk’ın, görünerek, apaçık aşikâr olduğunu idrak ederler.

            Yardım ettiklerimizden Hakk’ı eşyada müşahede edenler için Rab yeterlidir, efali delillerle, sıfatı tecellileriyle, görünüşleriyle anlaşılır, her şey bilgisi kapsamındadır. Her şeyin hakikati Hakk’ın ilminin aynısıdır, vücudu ilmi ile oluşur, ilmi zatının aynıdır ve zatı aynı vücududur. Gayrın vücudu, aynı ve zatı da yoktur. Her şey fanidir, helak olur, yalnız Hakk’ın yüzü, Hakk’ın zatı bakidir. Nefiste ve çevrede görünen ve beliren vasıflar, sıfatlar Hakk’ın varlığının ortaya çıkışı iledir.” (41.53,54) “Mülk âlemine kudret eliyle, kuvvet ve kudretiyle hükmeder. Yaşam ile ölümün halk edilmesinin amacı maluma tabi olan ilmin insanlarda uygulanarak ortaya çıkışıdır. Malumun zuhuru ile zahir olan Allah’ın ilmidir.” (67.1,2)

            “Semavat ve arz, yer ve gökler, yani cismanî âlem, sağ, sol, ön, arka, üst ve alt olmak üzere altı yönde izhar edilmiş, meydana çıkarılmıştır. Hakk’ın arşı mai, bir çeşit su, sıvı üzerindeydi. Arş, akl-ı evvelden ibarettir, akıl öncesi bir durum, ilm-i evvel, ilim öncesi durum üzerine bina kılınmış, inşa edilmiş ve ilme dayanan cisimler âleminin vücut olarak öncesidir. Altı yön veya altı gün gizlilik veya gizli kalma müddeti, zamanıdır. Yer ve göklerin halk edilmesi de Hakk’ın mevcudat ile gizlenmesidir.” (11.7) Arşın su üzerinde oluş hali, Hakk’ın gizlenmesi öncesi zahir olan ve nâsâ, insanlara malum olan haldir. Halis amel eden insanlara bazen olan veya olacak olanlar malum olur, bir ihsan olarak, bir ilham olarak iner veya gelir, bazı şeyleri bilirler. ‘Abdala malum olur’ deyimi bu durumu anımsatır. Arşın, ilmin rumuzu olan ‘su’ üzerinde olmasının anlamı da nâsâ malum olmasıdır, nâsâ, insanlara malum olan ilmin üstünde oluşundandır. Koşulların uygun olması halinde ‘madde denizi’ deyimi kullanılır. Maddenin tümü kastedilerek madde deryası denebilir. Burada da olduğu gibi madde için de ‘su’ deyimi kullanılabilir.  

            Arş, ilim, akıl ve ilk cevherin öncesidir. Hakkın arşı müminin kalbidir. Kalpte ruhun, ilmin nurunun idrakine varan akıl, öncesini düşünmekte yetersiz kalıp ilim maluma tabidir deyip durabilir. Arş Hakk’ın, kalp müminin, seçim hakkı ise kulundur.

            Evrenin oluşumunda ilmin yeri ve öneminden söz eden ayetlerin gerçekleri bilimsel deneylerle kanıtlanmaktadır. Örneğin her zerrenin sürekli bir iletişim ve etkileşim içinde olduğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır. İkiz elektron ve atomların aralarında galaksiler olsa dahi aynı anda durum değiştirmeleri, olmuş ve olacakların Büyük Patlamadan itibaren determine olduğu, belirlendiğini belgelemektedir.  “Çift Yarık Deneyi” olarak bilinen deney de elektron ve fotonların “Gözlem” altında olup olmadıklarını algılayıp ona göre farklı, dalga veya parçacık olarak, davrandığını kanıtlar. Son olarak 1961 yılında yapılan bir seri deneyde bir görüntü için 700.000 adet elektron tek tek atılmıştır. Fizikçi Niels Bohr tarafından oluşturulan konsey ‘Kopenhag Yorumu’ adı verilen kuantum mekaniğinin görüş ve ilkeler dizisini yayınladı. Bu ilkelerden biri şöyledir:

            “Gözlemler dalga fonksiyonunu çökertir. Bu etkileşim sonucu dalga fonksiyonu özelliğini kaybeder ve sadece parçacık özelliği gösterir. Sadece tek bir deney dahi madde nedir sorusunun cevabının “hem dalga-hem parçacık” olduğunu gösterir. Görebildiğimiz makro evren yani biz ve çevremiz, matematiksel ve fiziksel olarak daha genel bir küme olan mikro evrenin özel bir durumuyuz. Sadece maddesel dalga boyumuz çok küçük olduğu için tamamen ihmal edilebilir bir dalga özelliğimizin yanında, tamamen parçacık özelliği gösteriyoruz.” Gözlem altında elektronlar neden parçacık özelliği kazanmakta bilinemiyor.

            Kısaca denebilir ki atom altı parçacıklar gözlem altında iken “Parçacık” ve gözlenmediklerinde “Dalga” özelliği gösterir. Eğer bir fiziksel niceliği parçacık olarak tanımlamak istersek, ‘durgun kütlesinin sıfırdan farklı’ olması gerekir. Dalga ise temel anlamda enerjinin ışık hızında yayılma ve taşınmasına yol açan ‘titreşim hareketidir’. Yani büyük yapılar gözlem altında oluşabilir, aksi halde hızlı titreşim hareketi olan dalga özelliğiyle parçacıklar büyük yapıları oluşturamazlar. Atom altı parçacıkların, bir nazar, nezaret, gözlem, izleme, algılama, kayıt ve ölçüm altında olduklarını algılamaları önemlidir. ‘Görünür ışık’ fotonu gibi tam bir “Yokluk veya hiçlik” olan en küçük enerji biriminin, ‘algılandığını algılaması’ gerçeği ilginçtir. Ayetlerde de benzer konulara değinilmesi ise çok ilginçtir.

             Bir hadis der ki: “Yüce Allah en evvel bir cevher (enerji) halk etti, cevhere celali ile nazar edince cevher hayâsından eriyerek kısmen su ve kısmen de ateş oldu.” Cevher hayâsından, su ve ateşe dönüşmüştür. Arştan, ilmin yüklenmesi, indirilmesiyle cevherin su ve ateşe dönüşümü bildirilmektedir. Bu Büyük Patlamada ilk oluşan ‘maddenin plazma halini’ anımsatır. Atom çekirdeği ve elektronlar kendilerine özgü bilimsel özellikleriyle daha sonra oluşarak ve gelişme potansiyellerine uygun birleşerek, atomu oluştururlar.

        “O’nun her an bir şe’nde, her şey ve herkes ile bir şe’nde, bir neşede ve her şeye, herkese bir nazarı olduğunu, herkeste,  her şeyde bir sırrı olup o şe’niyet, o neşenin ve sırrın başkası için olmadığını bildiklerinden onların işleri aralarında bir meşverettir, gizli bir diyalogdur. Tümüyle onların rızıklaştırıldığı şeylerden infak ederler. Herkes kendisine özgü, her şey o şeye özgü bir nazar olduğu için vardır. Bunun idrakinde olanlar bu sırrın başkası için olmadığını bilirler.” (42.38)

        Umarım biz de bu ayetlerin idraki içinde olabiliriz.

                Sağır ve Dilsiz

            İnsan işitme ve konuşma yeteneği ile donatılmıştır. İşitme, nutuk kuvvetleriyle yaşamını zenginleştirir, kendini olgunlaştırır. İşitip, konuşarak Hakk’a yücelebilir. Önce aklını kullanarak bütünden kopuk gibi davransa da sonuçta işitip konuşanı idrak edebilir.

            Rahman ismi daha sonra gelen her isim ve sıfatın kaynağını oluşturur. Eşyanın tümünü, hakikatini, vasıflarını ve diğer vücudu olan ve olmayan şeyleri kapsayan, Kur’an aklı olarak bilinen, kâmil insan istidadını insanın fıtratında yaratıp kazıyarak Kur’an’ı öğretti. Kâmil insan fıtratında toplanmış olan şey, ayrıntısıyla, fiilen zahir olmuş görünmüştür. İnsanlığın fıtratını yaratıp Furkan aklını, uygulamaları, ona yönlendirerek insanı halk etti. İnsana, böylece, Furkan’dan, fiil ve uygulamalardan Kur’an aklına, ilmin hakikatine ulaşıp haber verebilmesi için, diğer mahlûklardan farklı olarak, konuşma yeteneği bahşedilmiştir.” (55.1-6)

            Her var olan aynı ilim ile var olur. İlmi, zaman ve hallerin hepsini kapsar, zahir olan, meydana çıkan Hakk’ın ilminden başka bir şey değildir. Dinde ikrah, zorlama yoktur. Kalbin nuru ile gören basiretli kişi bâtının hakikatini, zahirin özünü görür. Akıl, dış görünüşü; basiretli kalp hakikati gördüğü için, sabah iki göz ile dünyanın açık ve aşikâr bir şekilde görülüşü gibi; din akıl ve kalp için tebeyyün eder, yeniden keşfedercesine aşikâr olur.” (2.255, 256)

            “İnsan bir bütündür ama kendi nefsiyle var değildir, her mevcut olan O’nun vücuduyla mevcuttur. Vücudun bütününden infisam etmek, kopmak, ayrılmak, iki vücut halinde var olmak mümkün değildir.

            Akıl kıyasladığı için iki varlık gibi görür. Mümkinat, mevcut olanlar, Allah’ın efali veya sıfatıdır. İnsan, tüm organlarıyla bir bütün halinde yaşarken, kendi iradesi dışında bir organı, eli, kolu, hareket ederse onu duyar, işitir. Akıl bir insanı ayrı bir varlıkmış gibi itibar eder, düşünürse o insan varlıktan kopmuş gibi olur. İnsanın ayrı bir varlıkmışçasına hareket etmesi halinde ise ‘Varlık’ onu hemen işitir, çünkü kendi kendine hareket ettiğinde varlıktan kesilmiş, kopmuş olur. Özgürmüş gibi hareket edildiğinde niyeti bilinir, sözü işitilir, hareketi duyulur ve hissedilir. Bağımsız gibi hareket etmenin nedeni maddenin ardındaki, özündeki ilmi bilmemek olabilir. Hareket ve sıfatların karanlıklarından, hayal, kuruntu ve şüphelerden kurtularak ruh âlemi fezasına; ilim ile kalbin ufkuna ve semasına çıkılabilir. Maddeyi, eşyayı, kişileri mevcudatın tümünden, vücuttan, kırık, kopuk ve bağımsız hayal etmek eşyanın doğasına aykırıdır.” (2.256, 257)

            Âdemoğullarını, nutuk ve temyiz, ayırt etme, akıl ve ilim sahibi olmakla takdir ettik, terkim eyledik, sıfat, işaret, kerem, ikram sahibi yaptık. Dünya ve ahrete ilişkin her türlü ihtiyaçlarını talep ve elde etmeleri için kara ve denizlerde gezdirdik, sebeplerini onlara kolay kıldık. Âdemoğluna, başka mahlûklara verilmeyen değişik cins, rızıklar verdik. Onları mahlûkatımızın çoğundan üstün kıldık. Âdem, yakin kılındı, tevhit ile donatıldı, ruh ve cesetten oluşturuldu, kemalin talebinde ruh ile cesette terakki ettirildi; ruh ve bedende yürütülerek ervah, ruhlar, ilim âlemi denizinde ve cisim âlemi arzında ilerletildi. Ayrıca ilim ve bilgilerin en güzeliyle rızıklaştırılıp tüm mahlûklara üstün kılındı.” (17.70; 2.30)

            “Maddenin cezbesine, çekimine kapılıp, aldatıcılığına kapılıp, yeniden diriltilmeyi inkâr ettikleri için, hak ettikleri ne fazla ne noksan olarak verilir ve yaşadıkları gibi ölürler. Dünya hayatında oldukları gibi hidayetten kör, hak söz söylemeye dilsiz ve haklıyı, makulü işitmeye sağırdırlar. Zira nutuk ile murat olunan manayı idrak edemezler, çünkü anlayacak ve fehim edecek kalp sahibi değillerdir. Anlaşılamayan bir şeyden söz etmek nasıl mümkün olabilir? Elbette olamaz. Keza fehimleri, anlayışları olmadığından; makul bir sözü işitmekten sağırdırlar, bu nedenle, hidayeti icap eden ke­lam, ne ilham tarikiyle Hak’tan fehim cihetinden ve ne de insanların kelâmından işitmek tarikinden, yolundan ve ne de ibret almakla basar tarikinden onlarda hiç bir türlü tesir etmezler. Nutuk kuvveti, ruhun nurunu, ilmin idrakini içeren manayı kavrama ve anlatma kuvvetidir. İlahi ilmin tümünün Hakk’ın gölgesi olduğunu, göklerdeki ve yerdeki her mevcudun bu gölgenin uzatılmasıyla vücut bulup kuvvet ve kudretlerle halk edildiğini inkâr ederler.” (17.97, 98)

            Mevcut olanlarının tümünün, Hakk’ın gölgesi olan aynı ilmin kuvvetler halinde iletişime ve etkileşime geçişiyle vücut bulup oluştuğunu idrak etmek önemlidir. Maddenin çekimine kapılıp manayı görememek körlük, hak söz söyleyememek dilsizlik ve makulü işitememek sağırlık olur. Ruhun nurunu, ilmin idrakini, anlayamamak, nutuk ve işitme kuvvetini kullanamamak sağır ve dilsiz olmaktır.

            Ta ki, Allah'ın düşmanları ateşe geldikleri vakit kulakları, gözleri ve dilleri işledikleri amellerle aleyhlerine şahadet eder. Yani azalarının suretleri hal lisanları ile söyler,  yaptıkları amellere dela­let eyler, işte aza bu lisan ile nutuk eylediği için hiç bir şey nutuktan hali değildir. Lâkin gafiller anla­maz.” (41.20, 21)

             “Nutuk sizin beden­leriniz arzında ve lisanınız üzere zahir olmuş, meydana çıkmış olan ‘mütekellim-i haki­kînin’ sıfatlarından bir sıfattır. Eğer huzur ve görüş sahibi, şahit iseniz kalplerinize mütekellim-i hakikî o sıfatla tecelli etmiştir. Nutkunuz hayvanat sesleri gibi sedalar olmayıp, hakikî nutuk ise, kalbinize te­celli eden ‘sıfat’, tekellüm sebebiyle, kelimeler suretinde yer almış olan rızk-ı maneviniz, size ruh semanızdan nazil olmuştur. Hayvanat sesleri gibi nutuklar ise hakikatte nutuk değildir. Onlar ancak mecazen nutuk tesmiye olunur. Ve bu suretle sizin kemaliniz hâsıl ol­muştur ve ahret ahvaline onunla hidayet bulmanız için Hakk’ın nuru size işrak eylemiştir, kalbinize manalarıyla doğmuştur.” (51.23)

            Eşya, nebatat, hayvanat ve insan vücudunun organları, hal lisanlarıyla veya kendi dillerince konuşur. Hiçbir şey konuşmaktan aciz değildir. Yalnız insan, ruh semasından kalbine doğan Hakk’ın nuru, anlayışı ve idrakiyle kemale erer, olgunlaşır. Kemale eren insan beden arzında zahir olan lisanının, konuşmasının ‘hakiki mütekellimin bir sıfatı’ olduğunu idrak eder. Sıfatın sahibinin idraki insana fani olanın alınıp baki olanın verilmesi anlamına gelebilir. Vücudun duyum ve işitmesiyle konuşma yeteneğinin uyandırılması, ruh semasından Hakk’ın nurunu manalarıyla kalbe doğdurur. Böylece mümin kulun kalbi Hakk’ın arşı olur.

            Hakk’ın kelam etme sıfatını işitip, umarım, ruh nuru, bizim de kalbimize doğar.

 

 

                Ayın İkiye Yarılışı

 

                 Ayın ikiye yarılması, büyük kıyametin kopmasının yakın olduğuna işarettir. Kalbin, bir yüzü ruha, Fuat, bir yüzü nefse, Sadır, olmak üzere, iki kapısı veya yüzü vardır. Ruh tarafına bakan yüzü nurlu, parlak ve aydınlıktır. Kalbin nefse bakan yüzü karanlık, maddeyle giz’lenmiştir. Kalp, nurunu, akıl aracıyla, ruhtan alıp nefis âlemine yansıtır. Nefsanî karanlığa nurun doluşuyla karanlığın derinliği aydınlanır. Yani maddenin zerrelerinin ilimden başka bir şey olmadığı anlaşılır. Karanlığın ani idrakle yarılmasından doğan güneş, Doğudan doğan güneş gibi karanlığı yavaşça aydınlatmaz.  Nefse, Batıdan doğan, maddeye gurup etmiş olan ruh veya Hakikat Güneşidir, aniden parlar. Perdeler, giz’lilik, örtünme, tesettür kendiliğinden kalkmaz. Her şeyin bir tutuşma ve parlama derecesi vardır. Perdeler, Ruh Güneşi tarafından, kalbi infilak ettirircesine kaldırılır. Kalbin perdelerinin ani kalkışı, kalbin patlayarak nur ile dolup parlamasıdır. “Vahdette zatın şuhudu, idrakle görülüşü, emaneten verilmiş müşahede makamıdır. Bu durum ise vahdette fenanın yakınlığına işaret eder. Hz. Muhammet, devr-i kamerde, zuhur eyler. Hz. Muhammet'in zuhuru kalbin infilakı demektir. Resulün zuhuru kişinin bireysel ve evrensel her türlü var oluşa ilişkin zanlarının, ilmin ve ilmin hakikatinin idrakiyle, aniden yok oluşudur. Bu zuhur, kişinin büyük kıyameti, fena buluşudur.” (54.1)

            Madde âleminin yapısı ilme dayanır. Kuarklar, yani zerreler, belirli, ölçülüp bilinen miktarda itim ve çekim kuvveti olan elektromanyetik kuvvetlerden oluşur.

            Üç kuark bir protonu, proton da nötron ile çekirdeği ve elektronun eklenmesi ile de üçü atomu oluşturur. Her zerre bilgi ve özelliğinin, infosunun deposudur, başka bir şey içermez. Nasıl olduğu bilinmeyen bir şekilde zerreler gölgeleşip, pıhtılaşıp, katılaşıp kütle kazanır, maddeleşir. Tüm madde denizi atomlardan oluşur. Kuarkın ortaya çıkışı büyük enerji patlamasıyla olabilir. Protonlar, ışık hızına yakın bir hıza ulaşacak kadar hızlandırıldıktan sonra, saniyede milyonlarca defa çarpıştırılarak, parçalanır ve kuarklar, zerreler açığa çıkar. Sonuçta madde anti madde ayna evreni oluşur. Kuvvetlerle dolu olan zerrelerin yarıçapı sıfırdır, içleri boşluktur. Bazı zerreler protondan 180 kat, elektrondan 200 kat ağır, biri diğerinden 100 bin kat büyük olabilir. (1) Higgs Bozonu, kuvvet taşıyıcı boşluktur, kuvvetlerle doludur, aynaların olduğu şekil oluşturur. Enerji, bilinmeyen bir şekilde, gölgeleşir, pıhtılaşır katılaşır, maddeyi oluşturur. Aslen enerji olan ve madde denilen atom, patlayarak tekrar enerjiye dönüşür.

             İlim Hakk'ın gölgesidir, gölge uzatılınca mevcudat oluşur. Gölgelerin yokluğunun idrak eden, nefsaniyetin dayanağı olan maddenin ilmine ve ilmin hakikatine ulaşır. Aslında maddenin olmadığı ve elektronların nazarla, gözlem altında parçacık özelliği gösterdiği çarpıcı bilimsel gerçeklerdir. Gerçeklerin aniden idrak edilmesiyle insanın fena buluşu ve büyük kıyametinin kopuşu anlam kazanır. “Tümüyle onların rızıklaştırıldığı şeylerden infak ederler. Her şey o şeye özgü bir nazar olduğu için vardır. Herkes kendisine özgü bir nazar olduğu için vardır, bunun idrakinde olanlar bu sırrın başkası için olmadığını bilirler.” (42.38)

            İnsan önce kendi gayretiyle bilgi edinir. Bilgiler, akıl yoluyla, tedricen nefse ve kalbe dolar. Birikimler, doğal olay ve eylemlerden ilme doğru yükselerek ilerler. Külli ilim gökte aranırken yerde, arzda, bedendeki kalpte, ani idrakle, bulunabilir.

            “Mevtin gereği yerine gelir, mevte boyun eğilir. Zelil, aciz, uyuşuk, bitkin ve yoksul, mahrumiyetten gözleri huşu içinde olduğu halde, güya dağılmış ve yayılmış çekirgeler gibi beden kabirlerinden çıkarlar. Bedenlerden ayrılan nüfusun çokluğu ve maddeye şehveti, hırsı nedeniyle insanlar, çekirgeye nispet edilmiştir.” (54.6,7) "Akıl göğünün, kesretin ilmini içeren, külli ilim kuyularının, kuvvetle, süfli âleme dökülen ilim suyu kapaklarını açtık. Nuh’un nefsi külliyen ilim olmuşçasına, nefis arzında, kesret âlemindeki mevcudata ilişkin tüm cüzî ilim kaynaklarını kaynattık. Takdir edilen helaklerine kadar, akılları göğünden yağan ve arz nefislerinden kaynayan iki ilim de uyumlu bir şekilde birleşti. Biz Nuh’u külli ilmi içeren şeriat gemisine yükledik. Gemi, cahilleri boğan cehalet dalgalarında yüzer. O, şeriat ile amel ve istikametle necat buldu. Kavmi ise cahil ve cehalette kalıp, inkâr ve isyan etmeleri sebebiyle, heyula, madde denizinin cehalet dalgalarında gark ve helak oldu. O şeriat ve davetin asarını, eserlerini ibret alanlara âyâtı beyyine, apaçık ayetler, olarak bugüne bıraktık.” (54.11-16)

            Seslenildiğinde duyuldu mu diye, elle iş yapıldığında oldu mu diye, ayak basılan yere uygun mu diye, beş duyu ile şöyle bir göz atıp bakılır.

            Aynı anlamda, ayette ‘göz atma’ deyimi kullanılır. “Her şeyin, belirli bir zamanda, belirli bir süre için, belirli bir şekilde, oluşması için emrimiz olur. Emrimiz, göz atıp bakmamız, basar gibi kelime-i vahidedir, şeriatta o emre “kûn” denir. Bu basar, nazar ediş, o mevcudu da içerecek şekilde, tüm varlık içindir. Vücut icat edilir ve bunun üzerine defaten o zamanda o vecih üzere ‘şey’in vücudu vacip olur. Bütün işlenenler nüfus levhalarında sabittir.” (54.50, 51) Her an bir şe’nde olacak şekilde, hatta zamansızlıkta, halk-ı cedid, tüm Vücut yeniden oluşur, bu oluşum her mevcudu kapsar. Halden hale geçiş söz konusu olup, tüm kesret yenilenerek yeni bir vahdette birleşir.

            “Fenadan sonra beka halinde esma hazretinde ve zat ile sıfat arasında fark makamında ve sıfat ile vücut memleketinde, her var olan ‘mevcut’, hikmete uygun ve yardıma muhtaç olacak şekilde, yönetilir. Ahsen-i veçhe ve edhemi nizam üzere müdir, belirli bir düzen içinde ve en iyi bir şekilde yönetmeye kadir olan muktedirin mülkünde olanların, tüm olay, eylem ve işleri; irade, arzu ve hükmü üzere yönetmeye ve iradesince etkilemeye kadir ve kendisine hiç bir şey imkânsız olmayan, muktedir padişahın indindedirler.” (54.54)

            Umarım, “Vücuduyla, mevcudatı, yardımına muhtaç olacak şekilde, var edip, iradesince yönetmeye ve etkilemeye muktedir olanı, kalbimizi yararak zahir olacağın sayesinde” idrak edebiliriz.

 (1)https://phys.org/news/2010-05-masses-common-quarks-revealed.html

 

                Temessül ve Tecessüd

            ‘Şekil alan’ daha önemli olsa da, alınan şeklin de önemi kritiktir. Bilgiden olma, yeni bir bilgi olarak doğma, belirli bir şekil ve biçim alıp, işlevini sürdürme süreci ilginçtir. Gördüğümüz şekle göre anlarız kediyi, köpeği. Küçük ölçeklerde de, protonun zerrelerinden atom ve molekül düzeyine çıkınca da, şekil alma veya şekle girme çok önemlidir. Bu seneki, 2017 yılı, Nobel kimya ödülü, “DNA’da, ‘Peryot’ adı verilen genin, şekli bozulmadan inceleme yöntemi” keşfine verildi.(1) Söz konusu protein molekülü de karbon, hidrojen, oksijen ve nitrojen (azot) atomundan oluşur. Bilindiği gibi Peryot ve benzeri organik moleküllerin fonksiyonlarını, işlevlerini, belirleyen belirli şekilleri vardır ve bu şekiller kritik düzeyde önemlidir.  Hücrenin içindeki suyu ani soğutarak, kristalleşmeden camsı, ‘glassy’, bir durum almasını ve Peryot’un işlevinin incelenmesini sağlayan yöntem ödül aldı. Peryot geni günün belirli saatinde, hücrenin ‘protein yapan makinesine’, kendi ürettiği ve kodladığı bir ‘haberci molekül’ gönderir. Koda uygun üretilen molekülün miktarı, beyinde, günün belirli saatlerinde, artar ve belirli saatlerinde azalır. Azaldığında gündüz, çoğaldığında gecedir.

            Ayetlerde kısaca değinilen, örneğin, ilmin, bilginin şekil alması, cisimlenip, maddeleşip bedenleşmesi gibi kavramlar bilimsel olarak kanıtlanır. Maddî ve materyal olmayanın şekil alması ‘temessül’, cisimlenmek, ‘tecessüd’, cesedlenmek ve ‘hıfz ediciler’ deyimleriyle yer alır. Bu kapsamda hıfz edicilerin özel bir yeri vardır. Bunların bilim ve tekniğin derinliğine vakıf olabilme özelliğine sahip olduğu açıklanır.

            Hafızanın bedene dönüşmesi gibi aklı zorlayan bir kavramdır. İnsan, bedeni var ama beden değildir, cisimlenen bilgi birikimidir, ilimdir. Her şey gibi insan da bilgisinin deposudur ve bu depoda bilgiden başka bir şey yoktur.

            “Ruh, nurunu setrettiği, örttüğü zaman nefis zulmeti gecesi; ruhun nuru tecelli ettiği zaman ruhun nurunun gündüzü oluşur. İlmin idraki örtündüğü zaman, şuur kapandığında, dalgınlık halinde nefsin, maddenin zulmet gecesi oluşur, insan karanlıkta kalır, çevresini veya çevresinde ne olup olmadığını bilemez, farkında olamaz. İlmin idraki ortaya çıkınca, şuur açılınca, anlayış ve idrakin parlaklığında ve aydınlığında, gündüz olur, her şey bilinir ve anlam kazanır. İdrak ve şuurun parlak ve sönük oluş hallerinin insanda buluşması durumunda, Rahmanın arşı olan kalbin vücudu zahir olmuş, ortaya çıkmış demektir. Çünkü kalp, nefis ile ruhun buluşmasından hâsıl olur. Kalbin bir yüzü ruha, Fuat kapısı olarak, bir yüzü de nefse, Sadır kapısı olarak, açılır. Kalp ruhtan bilgi ve hakikatleri alır. Kalp, nefis ile sırları hıfz eder, sırlanan ilmin maddeleşmiş halini, derinliğine inerek, ayrıntısıyla bilir. Nefis, sırları gizler, kaydeder ve hafızada saklar, hakikatin manaları bu yüzünde temessül eder, cisimlenir, bedenleşir, şekil alır, biçimlenir.” (92 Leyl,1) Nebi Aleyhisselâm: «Beni gören, yalnız beni görür, çünkü şeytan benim suretimle temessül edemez»  

            “Siz, Hakk’ın, ‘hıfz ediciler’inden, ilim yüklenebilen kuvvetlerinden oluştunuz. Siz, bu güç ve kuvvetlerin cisimlenmiş, şekil ve suret kazanmış, cisimleşmiş halisiniz. Bedenlerinizden sıyrılıp çıkmanız, soyunmanız halinde durum apaçık görünür. Suretlerinizin bir kısmı size sevap ve rahatlık veren ruhani latif kuvvetlerdir. Bir kısmı ise size azap veren cismani muzlim, zulmetli ve meçhul, suretlerdir. Cismani azalarınız, organlarınız hal lisanı ile sizin yaptıklarınızı hatırlar”

“ve işlediklerinizi söyler. Hafıza semavi bir güçtür ve ruhun bedenden ayrılması halinde yapılanları ortaya koyar.”(6.61) Bedenleşenin son haline biz deriz, ya ilk hali?

            Bir atomda yoğun iletişim ve etkileşim içinde olan elektromanyetik ‘kuvvetler’ vardır. Bozonların içindeki yoğunluk nedeniyle, atom kütle kazanır. ‘Bilgi yüklenebilen kuvvetler’ sayesinde, üç dört atomun bir molekül oluşturması harika ve üstlendiği görev bir mucizedir. Önce 24 saatlik bir zaman kavramına göre kodlu diğer bir molekül üretip ‘hücrenin protein yapan makinesine’ haber göndermesi hafife alınıp geçilecek bir oluşum değildir. Ayrıca, insanın her organı ne zaman ne yaptığını açıklayabilir, böylece yaşanan süre boyunca her yapılan bilinebilir. Kişiler bir bütün olarak veya organları ayrıca iş yaparken, ileride her şeyin bilineceği bilinciyle yapmalıdır. Herkes tarafından duyulacağından ve bilineceğinden emin olunduğunda saklı, gizli, kötü bir şey ne yapılır ne de söylenir. Dijital, elektronik bir ortamda, bir USB belleğinde olduğu gibi, kaydedilip saklanabilen olay ve eylemlerin tekraren izlenebilmesi, anlatılan ‘hıfz ediciler’ kavramına örnek gösterilebilir. İlmin bilgilerinin bir kısmı yazılım halinde biçimlenirken bir kısmı da donanım halinde şekil alır. Yazılım ve donanım, ruh ve beden insanda buluştuğu zaman kalp doğar ve her ikisini de cisimlenip, şekil alıp tüm halleriyle idrak eder ve yaşar.

            “İnsana iman, kalbin temessülü, nefsin tenevvürü, ruhun müşahedesiyle kökleşmiş olması halinde yararlı olur. Hakk’a teslim olmamış, sıfatın tecellisine, müşahede ederek, gözleyerek, alışmamış; Zatın şuhudu, uyanıklığı ile zevk almak amacıyla zat muhabbeti yapmamışlara iman yararlı olamaz. Kemale ermeyen, bilemeyen, kendine yazık eder, alacağı zevkten mahrum olur.” (6.158)

            Nefis sıfatlarından ve efal libaslarından soyunmanız halinde, semavi kuvvetlerle, meleklerin temessül edip etmemeleri halleriyle, imdadınıza yetişiriz. (8.9)    “Kalp, nefis hey'etiyle teşekkül edince, kalbin nasibi de nefsin nasibi suretinde temessül eder. Nefis, kalbe ram olursa, tabi olursa, şehvet iffete dönüşürse, kalp, nefsin huzurunu sağlamak amacıyla nefsin iyi, güzel, doğru ve meşru ihtiyaçlarını fazlasıyla karşılar. Böylece dünyevî ihtiyaçların yanında uhrevi zevkler de katlanarak yaşanır.” (11.15). Kalbi henüz temessül etmemiş olanda iman aranmayabilir.

            “Halk edilen zatlara ve mahlûkların hakikatlerine bakılırsa, heykel ve suretlerin, şekil ve biçimlerin cesetleştiği, maddeleştiği ve hakikatine uygun bir şekilde cisimlendiği görülür. Her şeyin bir hakikati ve o şeyin mevcut olmasına sebep olan bir aslı, özü ve melekûtu, madde ve manası, vardır. Her şeyin bir vasfı ve mazharı demek olan bir zilli, gölgeleşmiş, maddeleşmiş hali vardır. Şeylerin kendisi ve cesetleri farklıdır ve bunlar secde edici halde temessül ve tecessüd eder, cisimlenir ve cesetlenir.” (16.48) “Herkes kendi kitabını okur. Ameller heyet ve suretleriyle temessül eyler. İnsanın nefsi, yaptığı şeyleri ayrıntılarıyla müşahede eder, gözlemler.” (17.13,14) “Veledin halk olunması için, ruhumuz Meryem'e güzel surette bir beşer olarak temessül etti.” (19.17)

            Umarım, ilahi emirlere uygun okur, tefekkür eder, ibret alır, hıfz edicilerimizin bilim ve tekniğin derinliğine vakıf olabilme özelliğini kullanarak, kendimizi kalpten bilebiliriz.

(1) The Economist,  Print edition | Science and technology, Oct 5th 2017

                İnsanın Cevheri

            “Hakk’ın arşı, mai, bir çeşit su, sıvı, üzerindeydi. Arş, akl-ı evvel, akıl öncesi bir durumdan ibarettir; ilm-i evvel, ilim öncesi durum üzerine bina kılınmış, inşa edilmiş ve ilme dayanan cisimler âleminin vücut olarak öncesidir. Altı yön veya altı gün gizlilik, gizli kalma müddetidir. Yer ve göklerin halk edilmesi de Hakk’ın mevcudat ile gizlenmesidir. Arşın su üzerinde oluş hali, Hakk’ın gizlenmesi öncesi zahir olan ve nâsâ, insanlara malum olan, ilim ve akıl öncesi haldir. Halis amel eden insanlara bazen, olacak olanlar malum olur, bir ihsan olarak, bir ilham olarak iner, bazı şeyleri, olmadan önceki halini bilirler. Arşın, ilmin rumuzu olan ‘su’ üzerinde olmasının anlamı da nâsâ malum olup bilinmesindendir.” (11.7)

        “O, her an, her şey ve herkes ile bir şe’nde, bir neşededir ve O’nun her şeye, herkese bir nazarı vardır. Her şey ve herkes kendisine özgü bir nazar olduğu için vardır, bunun idrakinde olanlar bu sırrın başkası için olmadığını bilir ve onların işleri, aralarında bir meşveret, gizli bir diyalogdur.” (42.38) Bir hadis der ki: “Yüce Allah, en evvel bir cevher, enerji halk etti, cevhere celali ile nazar edince cevher hayâsından eriyerek kısmen su ve kısmen de ateş oldu.” Cevher hayâsından, saygı ve edebinden, kısmen su ve ateşe, bir anlamda ‘plazma’ya, maddenin dördüncü hali, plazma haline, dönüşmüş denebilir. Bu kavram da zaman itibariyle değil ama rütbe olarak arşın, maddenin üstünde, evvelinde, olduğunu gösterir. Aynı şekilde bebeğin bedeni, arzı, su içinde oluşup gelişir. Müminin kalbinden ibaret bulunan Hakk’ın arşı da oluşum ve gelişim açısından su ve maddenin vücut olarak öncesidir. (11.7)

            “Sonra semanın icadı kast edildi. Sonra denmesi zaman açısından birinin önce oluşturulduğunu değil farklı şeylerden ve farklı şekilde oluşturulduklarını gösterir.”

            “Zira orada zaman yoktur. Sema latif bir cevherden, enerjiden oluşur, arz gibi kesif cevherden değil. Gaz halinde bulunan evrene ve yeryüzüne ‘isteyerek veya istemeyerek gelin’ dedik, ikisi de ‘isteyerek geldik’ dedi” (41.11). Arz gibi sema da madde ve surette farklı olarak yedi kat olarak takdir edildi. Her semaya amacı, işleri, araçları, tesir ve tedbirleri işaret edildi. Ay yüzeyi de ışık ve parıltılarla süslendi. Gazın semaya yükselmesiyle arzın, şeytanlığın doğal kuvvetlerinden korunabilmesi sağlandı. Örneğin atmosfer sayesinde dünya ve dünyadakiler, enerji patlamaları gibi, tabi olunan çeşitli kuvvetlerin yıkıcı tesirlerinden korundu. (41.12)

            “Dünyada oluşan ilk ev Mekke’deki Kâbe’dir. Bu ev yer ile göğün yaradılışında, su üzerinde ilk zuhur eden evdir ve su üzerinde beyaz bir köpük olduğu, yeryüzünün bunun altında döşendiği rivayet edilir. Söz konusu ev ‘Hakiki Kalp’tir. Su üstünde zuhuru hayvanî ruh seması ile beden arzında nutfeyle alakalı oluşundandır. Yeryüzünden evvel halk olunması, kalb-i hakikînin kadîm ve bedenin hadis olduğuna işarettir. Kalbin davranışlarından bir kısmı nefsanî bir kısmı ise ruhanîdir. Kalbin su yüzeyinde beyaz köpük olarak tanımlanması cevherinin saf olduğuna ve yeryüzünün onun altında döşenmiş olduğuna işarettir. Beden, hakiki kalbin tesiri ile vücutlaşır, cisimleşir. Beden ve organları kalbe tabi olarak oluşur ve gelişir. Böylece ruhun beden ile alakası kurulmuş olur. Kalp, ceninde hareket eden organların ilkidir ve sükûn bulan azaların en sonuncusudur.” (3.96)  DNA, maddeye ne zaman, nasıl ve ne yapacağını bildirerek hükmeden programdır. Kalp de, DNA dâhil, tüm yaradılışa hükmeder.

             Ana rahminde 25 gün sonra kalp, 32 gün sonra el ve kollar, 36 gün sonra omurga, 52 günde retina-burun-parmaklar oluşur. Büyüme bu hızda 9 ay devam etseydi bebek 1,5 ton olurdu. Doğumda 90.000 km damar oluşur. Bu oluşumun matematiksel modelini anlamak mümkün değildir. (*)

            “İnsanlar için vaz olunan ilk mescit, sadr-ı manevî Mekke'sinde bulu­nan kalb-i hakikîdir. İşbu sadr-ı manevînin makamı, nefisten daha şereflidir ve kalb-i hakikîye müteveccih olan kuvvanın izdiham ettiği mevzidir, kuvvetlerin toplandığı yerdir. O beyt, kendisinden bütün vücudun feyz ve hayat ve kuvvet alması dolayısıyla ilâhi bir bere­ket sahibidir. Zira azalarda bulunan bütün kuvvetler evvelâ hep o beytten azalara sirayet eyler. Ve o beyt âlemlere sebeb-i hidâyetdir. O sebeple hidâyete, vuslata, doğru yola girilen bir nurdur.” (3.96)

            “O beytte âyat ve beyyinat yâni ulum ve maârif, hüküm ve hakayık var­dır. O Ayetlerden biri de İbrahim makamı, yani Ruhu İbrahim'in ayağı yeri, yâni Ruh Nurunun kalbe ittisal mahalli olan akıl vardır. Cehalet karargâhlarında hayrette kalanlardan her kim o beyte girerse, sıfatı ve kuvvayı nefsaniye yırtıcılarının helak etmesinden kurtulur, emin olur. Bu beytin ziyaret ve tavaf olunması, insanlara farz kılınmıştır.” (2.97)

            “Cismanî şeh­vetlerle ihticab ve nefsanî lezzetlerle iştigal sebebiyle nefislerinin, beden ve bedenin terkip ve mizacından ibaret olduğunu zannederek, kuddus cevher ve fıtrat-ı nurdan gafil oldular.” (59.19) “Somut cisim denizi ile soyut ruh denizi indirilmiştir. Bu iki deniz insan vücudunda buluşur. Aralarında,  berzah diye adlandırılan, hayvani nefis canlılığı vardır.”

            “Denizlerin arasında, berzahta ne latif ne de kesif denebilen, nefsanî canlılık bulunur. Nefis her ikisinden de dengeli yararlanır, ne madde denizi ne de mana denizi nefis üzerinde tam hâkimiyet kurar. Diğer bir deyişle, ne ruh bedeni latif, ne de beden ruhu kesif, yapabilir.” (55.19)

            Yer ve göğün halk edilmesi Hakk’ın mevcudat ile gizlenmesidir. Arş, su üzerinde, ilim ve akıl öncesi haldir, mevcudat ile gizlenen Hak, yaradılışa hükmeden kalp ile açığa çıkar. Celalî nazar edilen ilk cevher, hayâsından, saygısından kısmen su ve kısmen ateşe, bugünkü deyimle ilim yüklü ‘plazma’ya, dönüşmüştür. Sema, latif cevherden, arz da kesif cevherden oluşur. Dünyada oluşan ilk ev Mekke’deki Kâbe, Hakiki Kalptir. Hakiki kalp, ilim ve hikmet yüklüdür, kalbe yönelmiş olan kuvvetlerin toplandığı yerdir. Hakkın arşının, müminin kalbinin, kadîm olması ilk oluşundandır ve beden hadistir, sonra oluşmuştur. Beden, hakiki kalbin tesiri ile vücutlaşır, cisimleşir. Beden ve bedenin organları kalbe tabi olarak oluşur. Organların kuvvetleri kalpten geçer. Kâbe, kalp, vuslata götüren nurdur, Hz. İbrahim’in ayak izi yani akıl oradadır, tavaf edilmelidir. Kalp, ilim yüklü ve sürekli iletişim ve etkileşim içindeki kuvvetlere akıl ile hükmeder. Aklını kullanmayana hizmet eden kuvvet olamaz.

            Umarım aklımızı kullanıp, kalbi tavaf ederek, ilim ve hikmetin kaynağına ulaşabiliriz.

 (*)https://www.ted.com/talks/alexander_tsiaras_conception_to_birth_visualized?language=tr

                Kalbin Tavafı

            Âlem ve Âdem, ‘bilinmek’ için yaratılmış. İnsan, bu amaç için bilmelidir. Yaratılışın bir amacı olduğunu düşünmek bile bir ayrıcalık olabilir. Evrenin, küreselliği ve balonumsu yapısı ile sürekli, hatta artan hızda, açılımı bilimsel bir gerçek. Boyutsuz, bir atomdan küçük ve kütlesi sonsuz olan bir noktadan küresel açılımı esas alan Büyük Patlama Modeli genel kabul görür. Galaksi ve yıldızlar da uzay-zaman dokusu içinde yüzerek birbirlerinden uzaklaşır. Bu süreç bilimsel olarak kanıtlanır. Tüm iş ve işlemlerin püf noktası ilk noktadır. Kuantum mekaniğinden kanıtlanır ki ilk nokta da yokluktan çıkmıştır. Demek ki yokluk tamamen boşluk değildir. Üstelik ikiz atom, elektron veya protonların ayrıntılı incelenmesinden şüphesiz kanıtlanmıştır ki her şey ilk andan itibaren determine, tayin, edilmiş, belirlenmiştir. Bilim, işi püf noktasından itibaren alır, ondan sonrasıyla ilgilenir, her şey bilinmeye çalışılır. Din ve felsefe ise noktayı ve öncesini de düşünce alanının içine alır. Ne ‘yanlışlaşabiliri’ bilmek asalettir.

            Kısaca ‘eşya’ denen madde ve enerjiyi anlamak çok önemlidir. Evreni, ışık olarak adlandırdığımız elektromanyetik radyasyon (EMR) ışınımından biliriz. Bir açıdan, ‘kuvvetler’ elektrik, manyetik ve elektromanyetik olmak üzere üçe ayrılır. İlk andan, işin püf noktasından itibaren, yokluktan aniden çıkıp bir an için var olan zerrenin bile bir elektrik yükü vardır. Sanki zerre özelliğini yokluktan almakta. Elektrik yükü ve kütlesi olmayan, en küçük enerji birimi olan, ‘görünür ışık’ fotonu ise bir EMR ışınımı şeklinde, ışık hızında hareket eder ve bir ucu gözde iken diğer ucu evrenin tüm fiziksel büyüklüğü kadardır.             Aynı elektrik yüklü uçların birbirini ittikleri, ayrı uçların ise çektiği bilinir. Manyetik kuvvetlerin güney ve kuzey kutupları vardır ve aynı şekilde mıknatısın da itim ve çekim kuvvetleri vardır. Elektromanyetik kuvvetler de yıldızları bile birbirine bağlar. Bu ‘itim ve çekim’ güçleriyle, ‘kuvvetler’ kanıtlanır. Önemli olan üç husus vardır, hepsinin ‘kuvvet’ olarak tanınması, bu kuvvetlerin birbirleri ile sürekli ‘iletişim ve etkileşim’ içinde bulunması ve bunların bazı alanlar içinde ‘toplanarak kütle veya maddeyi’ oluşturması.

            Bir ayetin anlamı, kişinin aklının bilimsel işlevselliğine bağlıdır, tabidir. Kuantumdan galaksilere kadar, bilimsel bulgulara ne kadar hâkimse, kişi için ayetler o kadar anlamlıdır. Resulümüzün bir hadisinde “Allah önce bir cevher yarattı ve ona celaliyle nazar etti, cevher hayâsından yarı ateş yarı suya dönüştü” deyişi maddenin ‘plazma halini’ bilen için anlamlıdır.(1) Cevher yoktan var edilmiş ve ilim yüklenerek ilerde ne oluşacağı potansiyel olarak konmuş, bünyesine kuvvetlerin tümü yerleştirilmiş. İlk cevherin böylece idrakiyle “Lâ Havle ve lâ Kuvvete-Kimsenin kuvvet ve kudreti yoktur”  deyiminin idraki kolaylaşır. Her kuvvetin bir de itim-çekim gücü-kudreti olduğu aşikâr. Bir kuvvet bir diğerinin yerini haberleşip, algılayarak, bilir ve kendi güç ve kuvvetiyle onu etkiler hem de kendisi ondan etkilenir. Böylece kuvvetler ‘iletişim ve etkileşim’ içindedir. Nedeni ve nasıl olduğu bilinmez, kuvvetler, Higgs bozonunun içinde toplanır, pıhtılaşır, katılaşır ve maddeleşir. “Çift Yarık” deneyi der ki dalganın, parçacık özelliği kazanması için “Nazar, Gözlem”, altında olduğunu algılaması şarttır. Bozon içinde ‘nazar’ değer. (2)

            Her düşünen akıl aynı, bir ve tek ‘ilim’ ile ilgilenir. Akıl ya inanç ya da kanıt üretir. Kanıtlanmayan inanç olamaz ve olmamalıdır. Resuller ve nebiler akla ve aklını kullananlara hitap eder. Aklı başında olmayan kutsal mesajlardan sorumlu değildir. Ayetler de ilmi, kuvvetleri, “Kuvvetlerin izdihamını”, ilmin cisimleşmesini, kalbi ve kalbin aklı nasıl kullandığını ele alır. Yer ve göğün halk edilmesi Hakk’ın mevcudat ile gizlenmesidir. Arş, su üzerinde, ilim ve akıl öncesi haldir, mevcudat ile gizlenen Hak, yaradılışa hükmeden kalp ile açığa çıkar. Celalî nazar edilen ilk cevher, hayâsından, saygısından kısmen su ve kısmen ateşe, bugünkü deyimle ilim yüklü ‘plazma’ya, enerji-kütle, madde-manaya dönüşmüş. Sema, latif cevherden, arz da kesif cevherden oluşmuş. Dünyada oluşan ilk ev Mekke’deki Kâbe, Hakiki Kalptir. Hakiki kalp, ilim ve hikmet yüklüdür, güçlü kuvvetlerin toplandığı yerdir. Hakkın arşının, müminin kalbinin, kadim olması ilk oluşundandır ve beden hadistir, sonra oluşmuştur. Beden, hakiki kalbin tesiri ile vücutlaşır, cisimleşir. Beden ve bedenin organları kalbe tabi olarak oluşur. Organların kuvvetleri kalpten geçer. Kâbe, kalp, vuslata götüren nurdur, Hz. İbrahim’in ayak izi yani akıl oradadır, tavaf edilmelidir. Kalp, ilim yüklü ve sürekli iletişim ve etkileşim içindeki kuvvetlere akıl ile hükmeder. Aklını kullanmayana hizmet eden kuvvet olamaz. (3)

            Hacca gidiş İslam’ın beş şartından biridir. Hacılar, kutsal olarak tanıdıkları Kâbe’nin etrafında yedi kere döner, içine girmeye veya içini görmeye de can atar. Dıştan içe giriş, içten içe yolculuk, siyah taş veya noktayı içte arayıp bulma, eşyanın hakikatine böyle ulaşma, hep yüceltilir.

            Yedi semadan, arzda yedi makamdan, söz edilir. Her mertebede her ayetin, delilin anlamı farklıdır. Her ziyaret bir üst düzeydeki anlayışa ulaşmaktır. Akıl ile akıllıca, bilinçle yapılan her yolculuk bilgisine bilgi katar insanın. Gözünü açıp, açılmış gözlerle, apaçık olan delilleri, görmek basiret sahibi yapar insanı. Kalbin duyguları arasında bilinçli dolaşıp duygusallık yapmak akılsızlık değil akıllanmaktır. Organların kalpten geçen kuvvetlerini izleyerek, kalbi ziyaret etmek, organ ve yeteneklerinin yeniden keşfidir. Gözde görme gücünü oluşturan kuvvetlerin, kalpten beyne geçen kuvvetler olduğunu idrak etmek insanı basiretli yapar. Bu bilinçle yapılacak her tavaf, ziyaret, insanın kendini yeniden keşfetmesini sağlar. İlk doğumda, çocuğun kalbi ilk oluşan azadır, yeniden keşifte oluşan veya doğan ise kalbin çocuğudur. Beşer, insan ve olgun insanın ilk adımıdır.

            Belki de insanın fena bulması veya fani olması yok olması değil yoktan, yokluktan var olmasıdır. Varlıkta yokluğun ve yokluktan varlığın idrakine ermek önemlidir.  İslâmiyet, “Savm, salât, hac, zekât, kelime-i şahadet” diye özetlenir. Uruç edercesine oruç tutup, kıyameti koparcasına kıyama durarak namaz kılan mümin, hacca gider ve tavaf ederek emanetini kurban edip iade ederek zekât verirse, okunamayan kelime ile şahitlik edebilir.

            Umarım, bilerek, şahitlik etme onuruna erişebiliriz.

(1)   http://necdetaltinay.blogspot.com.tr/2017/03/gunesle-gizlenen.html

(2)   http://necdetaltinay.blogspot.com.tr/2017/07/nazarla-olusum.html

(3)   http://necdetaltinay.blogspot.com.tr/2017/10/insann-cevheri.html

 

                Yaşayan Kalptir

            Her düşünen akıl aynı, bir ve tek ‘ilim’ ile ilgilenir, ya inanç ya da bilimsel kanıt üretir. Kanıtlanmayan inanç olmaz. Ayetler de ilmi, kuvvetleri, “Kuvvetlerin izdihamını”, ilmin cisimleşmesini, kalbi ve kalbin aklı nasıl kullandığını ele alır. Mevcudat ile gizlenen Hak, yaradılışa hükmeden kalp ile açığa çıkar. Hakiki kalp, ilim ve hikmet yüklüdür, ‘güçlü kuvvetlerin’ toplandığı yerdir. Beden, hakiki kalbin etkisiyle vücutlaşır, cisimleşir. Beden ve bedenin organları kalbe tabi olarak oluşur. Organları oluşturan kuvvetler kalpten geçer. Belki, ne zaman ne olacağına ilişkin kodlanıp da geçerler.

            “O, her an, her şey ve herkes ile bir şen’de, bir neşe’dedir ve O’nun her şeye, herkese bir nazarı vardır. Her şey ve herkes kendisine özgü bir nazar olduğu için vardır.” (42.38) “Hakk’ın arşı, mai, bir çeşit su, sıvı, üzerindeydi. Arş, akıl öncesi bir durumdan ibarettir; ilim öncesi durum üzerine bina kılınmış, inşa edilmiş ve ilme dayanan cisimler âleminin vücut olarak öncesidir.” Bir hadis der ki: “Yüce Allah, en evvel bir cevher, enerji halk etti, cevhere celali ile nazar edince, cevher hayâsından eriyerek, kısmen su ve kısmen de ateş oldu.” Cevher hayâsından, saygı ve edebinden, kısmen su ve ateşe, bir anlamda ‘plazma’ya, maddenin dördüncü hali, plazma haline, dönüşmüş denebilir. “Bu kavram da zaman itibariyle değil ama rütbe olarak, arşın, maddenin üstünde, evvelinde, olduğunu gösterir. Aynı şekilde bebeğin bedeni, arzı, su içinde oluşup gelişir. Müminin kalbinden ibaret bulunan, Hakk’ın arşı da, oluşum ve gelişim açısından, su ve maddenin vücut olarak öncesidir.” (11.7)

            “Sonra semanın icadı kast edildi. Sonra denmesi, zaman açısından birinin önce oluşturulduğunu değil, farklı şeylerden ve farklı şekilde oluşturulduklarını gösterir. Zira orada zaman yoktur. Sema latif, arz ise kesif cevherden, enerjiden oluşur. Arz gibi sema da, madde ve surette farklı, yedi kat olarak takdir edildi. Her semaya amacı, işleri, araçları, tesir ve tedbirleri işaret edildi.” (41.11, 12)

            “Dünyada oluşan ilk ev Mekke’deki Kâbe’dir. Bu ev yer ile göğün yaradılışında, su üzerinde ilk zuhur eden evdir ve su üzerinde beyaz bir köpük olduğu, yeryüzünün bunun altında döşendiği rivayet edilir. Söz konusu ev ‘Hakiki Kalp’tir. Su üstünde zuhuru hayvanî ruh seması ile beden arzında nutfeyle alakalı oluşundandır. Yeryüzünden evvel halk olunması, kalb-i hakikînin kadîm ve bedenin hadis olduğuna işarettir. Kalbin davranışlarından bir kısmı nefsanî bir kısmı ise ruhanîdir. Kalbin su yüzeyinde beyaz köpük olarak tanımlanması cevherinin saf olduğuna ve yeryüzünün onun altında döşenmiş olduğuna işarettir. Beden, hakiki kalbin tesiri ile vücutlaşır, cisimleşir. Beden ve organları kalbe tabi olarak oluşur ve gelişir. Böylece ruhun beden ile alakası kurulmuş olur. O beytte, âyat ve beyyinat, delil ve mevcudat, yâni ulum ve maârif, ilim ve bilgiler, hüküm ve hakayık, hakikatler var­dır, o ayetlerden, delillerden, biri de Ruh Nurunun kalbe varış yeri olan ‘akıl’ vardır.” (3.96, 97) Beyaz köpük olan hakiki kalbin, saf hali ruh ve cisimleşmiş hali ise bedendir. DNA için maddeye ne zaman, nasıl ve ne yapacağını bildirerek hükmeden yazılım, program denir. Kalp de, DNA dâhil, tüm yaradılışa hükmedebilir.  Yer ve göğün halk edilmesi, Hakk’ın mevcudat ile gizlenmesidir.

            “Cismanî şeh­vetlerle perdelenip, nefsanî lezzetlerle meşgul olmaları sebebiyle nefislerinin, beden ve bedenin terkip ve mizacından ibaret olduğunu zannederek, kuddus cevher ve fıtrat-ı nurdan, kutsal cevher ve nurun yaradılışta kazılı oluşundan, gafil oldular. Somut cisim denizi ile soyut ruh denizi indirilmiştir. Bu iki deniz insan vücudunda buluşur. Aralarında, ne hayatın cevherinin letafetinde, ne de madde cesedinin kesafetinde olan ve ‘berzah’ diye adlandırılan, ‘hayvani nefis’, beşeriyet canlılığı vardır. Denizlerin arasında, berzahta ne latif ne de kesif denebilen, nefsanî canlılık bulunur. Nefis her ikisinden de dengeli yararlanır, ne ruh bedeni latif, ne de beden ruhu kesif, yapabilir.” (55.19)

            Aldığı her gıda insana ‘güçlü kuvvet’ verir. Yediği besinler, aldığı nefes, içtiği su, okuduğu kitap, edindiği bilgiler, gücüne güç katar. Bir açık sistem olarak, insanın çevresinden aldığı her şey ‘girdi’ veya ‘gıda’dır. Her besin belirli koşullar altında alınır, işlenir ve yine daha güçlü kuvvetlere dönüştürülür. Bedensel, maddî güç de olsa, beyinsel güç de olsa, tüm ‘güçlü kuvvetler’ girdidir; bünyemizde bedensel veya zihinsel işleme sürecinden geçirilip çevreye çeşitli çıktı verilir; üretim, işleme, tüketim süreklidir. Vücudumuzda en küçük birim denebilecek atomlardan oluşan bir molekülün bir başka molekülü üretip kodladığı ve bunu, hücrenin içindeki, ‘seri üretim yapan molekül üretme fabrikasına’ gönderip aynı proteinden çok miktarda üretim yapılmasını sağladığı bir gerçektir. Beslenmek, hava, su ve ateşten çeşitli katkılar alarak güçlü kuvvetimizi geliştirmek zorundayız. Bu kapsamdaki bütün eylem ve olayların tümü bir kuvvet ‘iletişim ve etkileşimidir’.

            Maddi ve manevi kuvvet alış verişi içindeyiz. Birisinin düşünce gücünden etkilenir yeni bir fikir, düşünce üretiriz, hepsi bilgi işleme fiilidir. İşlemin öncesi, sırası ve sonrası kuvvete dayanır. Tüm faaliyetler kalbimizin kurgusunda, yönetim, denetim ve yönlendirmesindedir, hepsi bir kalp fonksiyonudur. Genel ve geniş kapsamlı düşünüldüğünde, aklın sonradan geliştiği de dikkate alındığında, her şeyin kalbin yönetim ve denetiminde yürüdüğü apaçıktır.

            Kalbin bir tarafı ruh veya ilimdir. Diğer tarafı ise, bilimsel özellikler yüklü kuvvetlerin belirli alanlarda izdihamı, toplanmasıyla oluşan, cisimleşme ve maddeleşmedir.  Kalbin ruh ve madde tarafları bir nazarla var bir nazarla fani, yok olur. Celalî nazara dayalı mevcudat ile giz’lenen Hakk’ın, Halk olarak görünmesine kalbin nefsanî yönü denebilir. Bu bakışta her şey birbirinden farklı, her oluşum bir diğerinden ayrı bir varlıktır. Halka, Hakk’ın cemalini görmek üzere bakışta ise her şeyin bir ve tek ilimden kaynaklandığı görülür. Var olan herhangi bir şeyin kendiliğinden oluşması, çevreye ihtiyaç duymaması mümkün değildir. Hakkın cemal ve celalini görmek, hayata Hakk’ın arşı olan kalbin olumlu veya olumsuz sıfatlarıyla bakmaktır. İlk oluşan kalp, yaşamı oluşturan kalptir. Celalî nazar ile var olan cemali bakışla fena bulur. Rahmanda rahimsi yaşam güç ve kuvvet kaybıdır, kaybın telafisi için beslenmek zorunludur. Bu amaçla zerreler, kuvvetler arası iletişim ve etkileşim süreklidir.

            Umarım, kalbimizi tavaf ederek, kalbi idrak eder, bilgiden ilme yücelebiliriz.

Nefsin Nikâhı

            Beden, kalbin maddeye bağlı ve bağımlı, kesif, cisimleşmiş kısmıdır. Kalp için bedenin sağlık ve sıhhati önce gelir. Nefis, bedenin kemalini, olgunluğunu sağlamaktan sorumludur ama önce sağlık. Beden sağlığı sağlanmadıkça nefsin manevi olgunluğunu sağlayıcı basireti açılmaz, idraki saf olmaz ve rüştünü ispat edemez. Ulvi bilgilerden rızkını almadığı sürede de nefis yetim sayılır. Yetimler nikâhlandığı zaman rüştünü kanıtlamış olur ve kendilerine hakları olan malları verilir. Doğal olarak insanın çocukluk evresinde, bedensel organları yeterince gelişinceye kadar, insanlık konusunda olgunlaşması beklenmez. Bu devrede nefis, bedenle meşgul, onunla dalgındır ve kendi kemalinden gafildir.

            Bedensel organlar olgunlaşınca, nefis, bu organları manevi olgunluğuna erişmek amacıyla kullanabilir. Nefsin akıl basireti açılır, fıtratında kazılı ilmi ile yaradılışı zahir olur, beşiğinde uykusundan uyanır ve gaflet uykusundan yakaza haline geçer, cevherinin kutsallığını anlar, yerini, merkezini ve amacını anlar. Bu gelişmenin iki nedeni vardır. Birisi organlarını kullanma yetkisidir. Örneğin aklını kullanmaya yetkilidir. İkinci neden de bedenle daha az meşgul olup, azaların bedene tahsisinden feragat edebilir. Örneğin, aklı, bedensel ihtiyaçların karşılanmasında daha az kullanıp, aklın tamamen bedensel sağlığa tahsisinden feragat edilebilir. Ancak büyümenin, aklı başında olmanın uzun süre alması ve bedensel gelişimin kuvvet ve şiddete eğilimli olması nedeniyle, nefis kendiliğinden ve kendi kendine, tamamen ulvi yöne dönük, aklın olgunluğuna ve kutsal arzuların tahsiline soyunamaz, girişemez.

            “Kırk yaşlarında, insan, hakikati arar. Nefis, fıtratına, yaradılışına uygun fedakârlıklar yapar. Kendi âlemine döner ve yaradılışının nurları ışıldar, olgunlaşma arzuları şiddetlenir. Bu durumda hakikat yetimlerinin kefili, kayyumu olan Ruhulkuds, kutsal ruh, kutsala veya kutsallığa götüren ilim; nefsin rüştünü görürse, ona, hakkı olan hakikat ilim ve hüküm mallarını vermeye başlar. Çünkü nefis artık eşyanın hakikati için nikâhlanacak kadar büyümüş, yücelmiştir. Güzelliğin içtenliğini,  bedenselliğin ruhsallığını, ilimselliğini basiretiyle anlar. Esas olanın şekil olmadığını, şekil alan, şekle girenin öz olduğunu idrak etmiştir. Nikâhlanıp da bağlanmak, özün kalbe akışını sağlar, manevi tatmine götürür.” (46.15)

            “Cismanî şeh­vetlerle perdelenip, nefsanî lezzetlerle meşgul olmaları sebebiyle nefislerinin, beden ve bedenin terkip ve mizacından ibaret olduğunu zannederek, kuddüs cevher ve fıtrat-ı nurdan, kutsal cevher ve nurun yaradılışta kazılı oluşundan, gafil oldular. Somut cisim denizi ile soyut ruh denizi indirilmiştir. Bu iki deniz insan vücudunda buluşur. Aralarında, ne hayatın cevherinin letafetinde, ne de madde cesedinin kesafetinde olan ve ‘berzah’ diye adlandırılan, ‘hayvanî nefis’, beşeriyet canlılığı vardır. Denizlerin arasında, berzahta ne latif ne de kesif denebilen, nefsanî canlılık bulunur. Nefis her ikisinden de dengeli yararlanır, ne ruh bedeni latif, ne de beden ruhu kesif, yapabilir.” (55.19)

            “O beytte, Hakk’ın arşı olan Kâbe’de, mümin kulun kalbinde, delil ve mevcudat, ilim ve bilgiler, hüküm ve hakikatler var­dır, o delillerden biri de  ‘akıl’dır.” (2.96, 97) “Arz gibi sema da, yedi kat olarak takdir edildi.”

            “Her semaya, amacı, araçları, tesir ve tedbirleri işaret edildi.” (41.11, 12) Kalbin bir tarafı ruh, diğer tarafı maddedir.  Kalbin ruh ve madde tarafları, Celalî bir nazarla var, cemal’i bir nazarla fani, yok olur. Celalî nazara dayalı mevcudat ile giz’lenen Hakk’ın, Halk olarak görünmesi kalbin nefsanî yönüdür. Bu bakışta her şey birbirinden farklı, her oluşum bir diğerinden ayrı bir varlıktır. Halka, Hakk’ın cemalini görmek üzere bakılırsa, her şeyin bir ve tek ilimden kaynaklandığı görülür. Hakkın cemal ve celalini görmek, hayata Hakk’ın arşı olan kalbin olumlu veya olumsuz sıfatlarıyla bakmaktır. Celalî nazar ile var olan cemal’i bakışla fena bulur.

            Her ne yaşanırsa tüm varlık ile yaşanır, kısmî yaşanmaz, organsal yaşanmaz, bir bütün olarak yaşanır. Duygular akılla yaşanır, aklın kullanımında duygular da etkindir. Aynı anda hem gülüp hem ağlama, duygu ile gidip akıl ile durmak olmaz. En iyi bilinen deyim ‘kalbinin sesini dinle’. Çocukluk, gençlik ve olgunluk gibi evrelere bakılırsa, aklın ve duyguların aynı anda yaşandığını ancak beden ve ruhun yaşanmasında, yoğunluk, önem ve öncelik aldığı görülür. Bu açıdan bakış ile olgunluğa gidiş incelenebilir. Önce beden öne çıkar, ele alınır, sonra sırasıyla hayvanî nefis, insanî nefis, duygusallık, kalbî yaşam, ruhsal evreler öncelik alır. Herkes kendi hayatında dört mevsimi yaşar. Gençler için ‘ ilkbaharında’, orta yaşlılar için ‘sonbaharında’ deyimleri kullanılır. İnsanın, gece, nefsanî karanlık ve gündüz halleri yani ruhun nurunun, hakikat güneşinin gurup ettiği ve parladığı da gerçektir. Aydınlanma sürecinin başında geceyi yaşarken, aydınlanıp, aydınlatma, gündüz aşamasına geçilebilir.

            Örneğin aklı iyi ile kötüyü ayırt etme gücüne ulaşınca ve bedensel ihtiyaçlar azalınca, kişi aklıyla insanlığın tahsiline gayret gösterir, böylece nefis de olgunlaşmaya başlar. Bedenden ruha yüceliş sürecinde, nefsin karanlıktan aydınlığa çıkışı, firavunluktan, ilham alan hale yücelişi gözlenir. Genel anlamda ‘kuvvetlerin sürekli iletişim ve etkileşim’ içinde oluşuna paralel olarak, yüceliş sürecinde ehli ile dayanışma ve yardımlaşma ihtiyacı duyulabilir.

            Ayette, (46.15), “Kırk yaşlarında, insan, hakikati arar, çünkü nefis artık eşyanın hakikati için nikâhlanacak kadar büyümüş, yücelmiştir” denmesi anlamlı olabilir. Kalbin yaşamında nefsanî olay ve eylemler yerini kalbî duygular ve ruhsal gelişime bırakabilir. Maddenin kesafeti ve ruhun letafeti nedeniyle nefis, şiddete, aşağıya, karanlığa eğilimlidir. Yücelişin sürekli ve amaca ulaşıncaya kadar sürebilmesi, kesifin latif ile dolanırlılığını, karşılıklı bağlı ve bağımlılığı, gayretlerin sadakat ve kararlılıkla sürdürülmesini gerektirebilir. Üstelik bireysel yüceliş ile insanlığın yücelişi paralel olacağı için aynı sürecin içinde daha önce aynı yücelişi yaşayan nebilere ve Resule sadakat söz konusu olabilir.  Bu durum ayette ‘nikâhlanma’ olarak ele alınmıştır denebilir. Bilerek, bilinçle, sevip isteyerek, aşkla, ilahî aşk için, aşka evet denebilir.

            Umarım, dayanışma içindeki yüceliş sürecinde, gereğince azimli ve kararlı olabiliriz.

           

 

                Hakk’ın Hakikati,

            Geliş ve gidiş kavramları, önce bir hareket olduğunu, hareket eden bir şey olduğunu ve sonunda da ne yapıldığının bilindiğini gösterebilir. Söz konusu insan ise gidiş ve gelişin bir amacı olması da gerekir. Hatta geliş ve dönüş yollarının ayrı olması, yönlerinin ters olması beklenir. İnsanın kendini bilmesi, doğayı, dünyayı ve evreni bilmesinden geçer. Farkındalık kavramı çok genel ve geniş kapsamlıdır. Var olanlar arasında, değişen ve değişime tabi olarak gelişen insanın, insan olması, doğal bir olay gibi görünür. Bunun böyle olmadığı, düşünülünce görülür. Ormanda kaybolan birisi çevresine uyum gösterirse yaşayabilir. İnsanın insanlıktan uzak bir doğal ortamda insan olarak kalabilmesi zordur. Küçük yaşta ormanda kaybolan birisinin insanlığa katkısı olamaz hatta insanlıktan çıktığı görülür. Kısaca, insanı, insan, yetiştirerek, inşa eder. Böylece, Âdemin yaratılış hikâyesi ve âdemoğlunun neslinin devamı daha iyi anlaşılabilir.

            Bilimsel ve dinsel düşünce nehirlerinin çıkış kaynağı aynı ilim pınarıdır. Düşünen insanlar akıllarını kullanmış, akla uygun yollar bulmuştur. Üretilen fikirler hayal âleminden de kaynayabilir. Akıl için düşünmek ve derin düşüncelere dalmak doğaldır ama fikirlerin kaynağı ilham, sezgi ve akla uygun hayal de olabilir. Doğanın incelenmesi sonucunda, ardındaki ‘altın orana’ ulaşılmış ise, bu var olanın keşfidir. Fiziksel ve kimyasal yasaların veya genel anlamda ilmin kaynağının merak edilmesi de akılcıdır. Hayal âleminden çıkıp gelen bir fikir, ilham veya sezginin, doğal ortamda kullanılıp kazanç elde edilmesi varken, gelenin nerden geldiğinin merakı ertelenebilir.

            Bilim insanları fikir üretir, mimarlar tasarım yapar ve mühendisler uygulayıp ürün üretir. Cep telefonunu kullanan, ardındaki teknik ve teknolojiyi düşünmese de olur. Günlük yaşamda yararlanılan her türlü alet, edevat ve aracın ardında çok şey vardır ama çok kişi bunların ne olduğunu, ne bilir ne de bilebilir. Normal insanlar, ot verir süt alır gibi, maaş verir fikir alır, ücret ve fiyat ödeyip bir şeyler satın alır. Ekmeğin, ekip biçmekten geldiğini bilemeyebilir. Fikir üretenler, fikirlerden ürün üretenler, bu ürünleri kullananlar önlerindeki ve ellerindekiler ile çok meşgul olabilirler. Fikirlerinin ve ilhamlarının kaynağını merak etmeyen bilim insanlarının ve ürünlerin nasıl üretildiğini merak etmeyen kullanıcıların duyarsızlığı aynıdır.  Bilim insanlığı, doğayı geçip onun ardındaki ilimsel gerçeğe ulaşmalıdır.

            Eşya ve görünen vücutlar, ezeldeki ilimlerinin açığa çıkmış halidir. Eşyanın aslı ve esası, görünen maddenin hakikati, Hakk’ın yokluk aynasındaki görüntüsü, gölgesidir. İlmin görünür haline ‘gölgenin uzatılması’ denir. Vücudun, ilminden ayrı ve gayrı bir ismi, cismi ve resmi olamaz ama farklılığa yalnız akıl şahitlik eder.” (25.45)  “Sıfatının tecellisi, ortaya çıkışı için ‘nefhaat-i Rabbaniye rüzgârlarını’, ‘şişirici rüzgârları’ gönderir.” (25.48) Bir bardağın tasarım, üretim ve malzeme bilim ve teknolojisinden ayrı bir ismi, cismi ve resmi olamaz, akıl da buna şahittir. Ancak bir bardağın kendisi ile ilmi ayrı şeylerdir akıl buna da şahittir. Bardak ve ilmi birbirinden ayrılamayan farklı şeylerdir ama bardak da ilminden başka bir şey değildir, içinde ilimden başka bir şey yoktur. Küp şeker küpünden ayrılamaz.

            Bazı hallerde bilginin ötesine geçmek, ilme yücelmek, bilimden vazgeçmek değildir. Bilimin kaynağı ilimdir. Kaynağına inmek için altın yumurtlayan tavuğu kestiren merak da insana aittir. Sezgilerine güvenen bilim insanları da aldıkları ilhamın kaynağını merak edip ilmi hayal edebilir. Evrende her zerre, birbirlerini algılar, iletişim ve etkileşim içinde, ilme dayalı, uyum içinde olduklarını bilim kanıtlar. Zamanın olmadığı, uzay zamanın birleşik bir alan olduğu da, akla rağmen, sezgiyle kanıtlanır. Akıl, bir gölge gördüğünde, gölgesi düşen bir madde ile ışığın varlığını ve yerlerini otomatik olarak düşünür. Evrenin aniden şişen bir zerreden oluştuğu da akıl için makul ve mantıklıdır. Ayet de zaten “Sıfatının tecellisi için  ‘şişirici rüzgârları’ gönderir” demektedir. Fikir ve söylemlerin aynı olmasına karşın kaynakları ayrı olarak düşünülür. Aynı olan iki fikir ve iki söylem ancak aynı kaynaktan çıkabilir, akıl buna şahit olabilir. Bilimsel ve dinsel fikirlerin kaynağı bir ve tektir Hak’tır. Açılım Hak’tandır, Hakk’ındır, Hak’tır, ilim Hakk’ın gölgesidir, fikirler ilham ile gelir, akılla geliştirilir. İlim ile uygulamalar arasında, ara yüz veya ara kesitte, gölgeleşme ve pıhtılaşmadan söz edilir. Âlim de arif de aynı kaynaktan beslenir.

            Haktan geliş ve hakka gidiş yolları birbirlerinden ayrı ve zıt yönde değildir. Aynı yoldan ve gelindiği yönde gidilir, ondan gelinir ve ona gidilir, tüm hareket de onundur, ondadır, onunladır. Onun istediği olur, olan da budur zaten. Hakikat, gerçeklik ‘sen nasıl istersen öyledir’ kavramı bilimsel olarak da kanıtlanır. (1),(2)

            Gerçekliğin ölçüm yapmadan önce belirsiz olduğu, ölçüm yapıldaktan sonra belirli olduğu bilimsel deneylerle kanıtlanır.

            Foton ve elektron, ‘çift yarık’ deneylerinde, ölçüm kaydedildiği zaman parçacık olarak davranır, aksi halde dalga fonksiyonu gösterir. Dalga özelliği gösterdiğinde asla madde oluşamaz. Doğa vardır ve gerçektir ama insanın yetişmesinin ve inşa edilmesinin doğal olmaması gerçeği düşünüldüğünde, doğa yalnızca bir araçtır sanki. Doğa ve doğal gerçeklerin ‘insana göre’ olma niteliği vardır. İnsanın nazarı, diğer canlıların bakış ve görüşlerinden çok farklıdır ve doğada farklı sonuçlar doğurur. Doğayı ve doğal oluşumları tayin edici karakteri, insan nazarını kıymetli kılar. Gerçeklik, insanın ‘ölçme’ seçimine bağlı ve bağımlıdır. Doğa, ezeldeki ilmin açığa çıkmış halidir, ilmi idrak eden de yalnız insandır.

            Her şey insan için, insan Hak içindir. Âdem böylece halife olur. Hilafetin gereği olarak doğaya hakkını verir, nasıl olacağını tayin eder. Saygı duyulan, fikir üreten bilim insanı ‘gerçekliğin, insanın ölçüm yapmasıyla’ oluştuğunu söyler. Arif de ‘âlem Âdem için, Âdem Allah içindir, insan bu amaca ulaşabilecek şekilde donatılmıştır’ der. Evren bir araçtır ve Yaratıcının bilinmesi, Hakkın hakikatine ulaşılması amacıyla insanın kemaline hizmet eder.

            Umarım, biz de Hakk’ın hakikatini idrak edebiliriz.

(1)     Bilimfili.com/Gerçekliğin ölçülmeden önce var olmadığı kanıtlandı.

(2)     reality is what you choose it to be”, bilimsel olarak da kanıtlanır.

 

                İnsan, Bir ‘Kutsal Fikir’dir

            İnsan, bedeni ve ruhu ile çok yönlü bir âlemdir. Beden Medine’si, şehri, ilminin cisimleşmesiyle, çok karmaşık ilişkiler içindeki parçalardan oluşur. Maddeden canlı organizmalara geçiş kadar karmaşık diğer bir geçiş de hayvanlar âleminden insana geçiştir. İnsanın, beşerî nefis veya hayvanî ruh denilen, canlılığı, bitki ve hayvanlardan farklıdır, insanı doğurmaya yatkındır. Bitki ve hayvanların analizinden elde edilen bulguları sentez ederek bir sonuca varmak yanıltmayabilir. Ama insanı analiz ederek, davranışlarını inceleyerek, olgun insan kavramına doğallıkla ulaşmak yanıltıcı olabilir.

            “Düşünme, düşünerek fikir üretme gücü ve kuvvetini, kutsallığı nedeniyle, terbiye etmeye gerek duyulmaz, cisim ve cesetten arınmış olması nedeniyle de fena etmeye, fani olmasına gerek yoktur. Düşünebilme, fikir üretme yetisi kısa zaman içinde, bir anda, zahir olabilir ve bir anda bir fikir ortaya çıkabilir ve delillerle yön değiştirerek tüm kıyaslamaları birleştirip senteze ulaşabilir. Kalp, vücudun birliği ve bütünselliğini idrak eder ama kıyas yolu ile cüzî, kısmî, parçalara ait bilgilerden sistemin bütününe fikirsiz geçilemez. İnsan, beden şehrindeki her ayrıntıyı tam olarak idrak edemez. Bilinen ayrıntılar, bütünü oluşturacak şekilde birleştirilemez. İlim ve cisim âlemleri ayrı iki âlemdir. Ayrıntılı incelemelerle bilinmeye çalışılan parçalardan, bütüne ve onu oluşturan fikrin kendisine ulaşmak mümkün değildir. Fikir sayesinde iki âlem idrak edilebilir.” (27.22) Kuş gibi uçak bile, kuş değildir.

            İnsan, üst sistem, organların her biri bir alt sistemdir. Alt sistemlerin, göz ve kulak gibi, işlevleri, nasıl çalıştıkları, incelenirse, anlaşılabilir ancak üst sistemden alt sisteme nasıl geçildiği, kıyas yapılarak, kıyas yöntemiyle anlaşılamaz.

            Kök hücreden organlara geçişin nasıl olduğunu anlamak zor olabilir. “Nasıl oluyor bilinmez ama böyle oluyor” deyimi, kütle veya madde oluşumunda denildiği gibi, iyi bilinen ‘bilimsel’ bir gerçektir. Bir otomobil üretiminde binlerce parça farklı yerlerde üretilip bir yerde birleştirilir. Birbirine kıyasla imal edilen parçalar bütüne ilişkin fikir vermez. Bir parçadan arabanın modelini çıkarmak veya model değiştirmek zor olabilir. Günlük olay ve eylemlerden toplumun nereye gittiğini anlamak zordur. Her yapılan veya düşünülenden karakter analizi yapılamaz.

            Bir ayette, ‘İlim, Hakk’ın gölgesidir’ deyimi geçer. (25.45) Gölge, akıl için bir ‘şey’ belirtisidir. Gölge, gölgesi düşen bir cisim ve gölgeyi belirli bir şekil ve açıyla düşüren ışık kaynağını düşündürür. Karanlık olan gölgenin kendisine değil, cisim ve ışığa ilgi duyulur. İlmin gölge oluşu, karanlığının aydınlanması, bilinmezliğinin bilinmesi, anlaşılamayanın anlaşılması gerektiğini gösterebilir. Hakkın anlayış ve idrakine ‘Hakikat Güneşi’ denebilir. İlim fikirlerle uygulanabilir ve anlaşılabilir. Bu nedenle doğrudan Hakk’ın bir parçası olan ve henüz cisimleşmemiş olan ilim ve fikir kutsaldır. Düşünme ve fikir üretme yeteneğini, kutsallık nedeniyle, terbiye etmeye gerek yoktur. Henüz cisimleşmediği için fani de değil, fena bulması da gerekli değildir. Temel fikirler, ana fikirler bir anda zahir olup ortaya çıkar, şimşek gibi çakabilir. Delilleriyle geri dönüşü kolaylaştırır, temel fikirlerin doğruluğu, diğer mevcut bilgilerle kıyas edilerek, kanıtlanır. İnsan, olgun, kâmil insan nihai ve kutsal bir fikirdir. ‘Bizim gibi yiyen içen biri işte’ gibi tanımlamalarla, bilgi veya bulgularla bilinemez. Beden Medine’sinde, birbirleriyle uyumlu alt sistemler ortamında, ayrıntıların tümü bilinemez, ancak sistemin bütünlüğü anlaşılabilir. Kalp, zâtı ile ancak külliyatı idrak eder.

            Bir araba gören, arabanın bütününü görür, ayrıntılarını göremez. Parçaların uyumu, üretim teknik ve teknolojisi bilinemez. İlmin tümünü bilmek Hakkı bilmek olamaz.

            Canlıların hücre veya DNA’larını analiz ederek canlılık fikrinin bütünü anlaşılamaz. İnsan yaratma fikrine, insanların davranışlarını veya alt sistemlerini inceleyerek ulaşılamaz. Yapay zekâ çalışmalarını insan ile kıyaslamak uygun olmasa gerek. Yapay kalp, yapay mide gibi alt sistemlerin birleştirilmesi bir insan etmeyebilir. Yapay zekâ çalışmaları sonucunda insanı tanımayan, insana saygısız bir yapay zekâya ulaşmak, Yaradan’ı inkârı hatırlatabilir.

            “Hal lisanı ile tespih etmek, vasıflarınla sıfat tecellilerine hamt etmek ve olgun sıfatıyla hamt edici olabilmek için sıfatı, maddeleşme arızasından tecrit ederek, sıfatın cisimlenme öncesini idrak ederek, Rabbini tespih et. Zatında fena secdesiyle secde et. Sana hakkel yakin gelinceye kadar ibadet et. Sana hak yakın geldiğinde vücudun inkıza bulur, biter, abid ve mabut gayri olmaz, bir olur, Hu olur. Hakkel yakin geldiğinde, bu bilince erdiğinde, vücudun inkıza, biterek, tamam olup son, bularak, âbid ve mâbud, ibadet eden ve edilen, cemian, bir bütün olarak, gayri değil, Hû olmak suretiyle, böylece, senin ibadetin nihayet, son, bulsun.” (15.98,99) “İlim seferinde, korku ortamında, namazı kısaltmakta sakınca yoktur.” (4.101) Kur’an katıksız, Hakk’ın gayri batıl ile karışıklığı olmayan, Hakken yakındır, ayni cemden, vahdet makamından kaynaklanır, kalp makamından olsaydı ilmen, ruh makamından olsaydı aynen yakın olurdu. Zatın tevhidini ispatlamak için nebi ile önce ‘kul’, sonra ‘resul’, sonra da ‘Hak’ ilişkisi kuruldu. Kul-resul-hak bir oldu, tevhit edildi. İkilik ve benlik ile perdelenmemek için kendi zatın ile Allah’ı tenzih et ve ‘gayrı’ bir şeyin olmadığını kabul et. (69.51,52)

            “Günlük hayatta çevresinde muhteşemin ihtişamını görerek, kalp huzuru içinde oluşuyla namaz kılan kişi, Hak ile meşgul olduğundan faydasız şeylerden kaçar, yüz çevirir ve benlik sıfatından vazgeçerek yani zekât vererek, huzur ve hazlarının fazlasından kaçınır. Lezzet, şehvet ve hazlarının hukukuna riayet ederek koruyan yakin sahibi müminler kurtuluşa götüren mevte ermişler, kapısına kadar gelmişlerdir. Hukukun dışına çıkanlar, fazlaya kaçanlar, nefsin peşine düşerek nefsin isteklerini yerine getirdiklerini düşünenler, nefislerine düşmanlık ederler.” (23.1-2)

            “Sonra kendisine ruhumuzun üflenmesi ve suretimizle tasviri sebebiyle insanı, yaradılıştan gelen “başka bir hale girme” haliyle halk edilmiş olarak inşa eyleriz. İnsanın yaradılışından, fıtratından gelen ahdi misaka uyma hali bir halden diğer hale geçiş yeteneği demektir. Bu yetenekle insan, evrimsel gelişim alanı olan doğadan kurtulma ve önce yükselerek sonra da yer çekiminden kurtulup yücelerek hal değişimiyle ‘inşa’ edilir. İnsan gerçekte böylece halk edilmeyen bir halktır. Yani halk edilen diğer tüm doğadan farklı olarak inşa edilerek yaratılan yaratıktır. Bundan sonra sizler tabiat açısından ölüsünüzdür. Doğaya bağlı ve bağımlı değilsinizdir. Kısaca, kurtuluşa götüren mevte ermişsinizidir. Benlik ve bencilliğinizden vazgeçme zekâtını vererek yeniden doğuşa adaysınızdır. Sonra siz kıyameti sugra gününde, ikinci defa meydana gelme gününde, hakikat ile diriltilirsiniz. Fena halinde ölü iseniz kıyameti Kübra gününde beka ile diriltilirsiniz.” (23.14-16)

            Umarım, biz de, kutsallığa gidiş amacımıza ulaşabiliriz.

                Yâkîn Olma

            Hayvanî ruh seması, insanî ruh semasından ayrılırsa tükenip yarılır, biter, gider, hevesler de kalmaz dağılır, saçılır. Cisimleşen unsurların ve cesedi oluşturan parçaların her birinin, bedenin harap olmasıyla, aslına dönmesini önleyen berzah âlemi, hayvanî ruhun zevaliyle, akar ve bu nedenle de her şey aslına döner. Beden kabirleri karıştırılınca içinde bulunan bilgi, ilim ve cisimleşen, cesetleşen kuvvetler açığa çıkar. Belirli bir ölçümle ve ölçü içinde, birleştirilip bir araya getirilen parçalardan oluşturulup yaratılan insan, nesiyle gurur duyup, nasıl mağrur olup, neyi inkâr edebilir.” (82.1-6)

            “İnsanın bu isyanı, cezaya inanmamasından gelebilir. Bunlar ise gururdan daha büyük kabahattir. İnsanın, beyninin, sağ ve solunda, akıl ve duygu, ilim ve sanat açılarından farklı, iki melek, yetenek vardır. Bunlar insanın tüm efalini, iş ve işlemlerini, düşünce ve fiillerini hıfz eyler, kaydeder, yazarlar. Bu şerefli, ikramı bol, cömert kâtipler işlerin nakışlandığı dünya ve sema âlemleridir. Bilgi kaybolmaz, mevcut oluş aslına, ilmine dönüşünce bilgi drape şeklinde çevresinde kalır. Kısaca günahlarınızın, yerde ve gökte, aleyhinize yazıldığını bilerek nasıl isyan etmeye cesaret ediyorsunuz?” (82.9,10)

            “Siz O’na ve elçisine itaat edin. Sözünü duyup yüz çevirmeyin. Duymak anlamayı, anlamak uygulamayı gerektirir. Sadıksanız azim gösterin. Hayvandan da beter, duymadıkları hâlde dava edenlerden, sağır ve dilsizlerden olmayın. Yerdegezenlerin en kötüsü sağır ve dilsiz olanlardır. Yaradılışlarında olan duyup, anlama, basar ve uygulama yeteneklerini köreltmemiş olsalardı bunları yaparlardı. Körelme nedeniyle, çabuk yüz çevirenlerde, anlayış ve irade olmaz, hikmet, bunların göğsünde debelenir, tereddüt eder.”

             “Kalpleri, hakikati, huzur ve sükûn içinde karşılayamaz; hakikati işitip, anlayıp, kabul edip, basiretle görüp uygulayamazlar. Henüz görmeden, gayba iman edenler, Hak görünmeden, hakikat bilgisinin doğruluğuna inananlar, O’na ve elçisine uyunuz, duyduklarınızı uygulayınız.” (8.20)

            Ey görmeden iman edenler, kalbinizi ihya eden, dirilten, hakiki ilme, davet edildiğiniz zaman, arınarak ve teslim olarak, O’na ve elçisine, doğru yola girerek, daveti kabul edip, uyunuz. Davet edildiğiniz vakit, beka billâh ile ihya etmek, diriltmek için sizi istikamete davet eylediği vakit, cemi’de, tümde fani, yok olmakla; istidadın, fıtratın zevalinden, yok oluşundan, evvel, yaradılışınızı köreltmeden, kaybetmeden önce, icabet ediniz. Fıtratınız körelir, kaybolursa, hüzün oluşur, kalp ile kişilik arasında perde oluşur. Davete icabeti tehir etmeyin, ertelemeyin. O’na haşr olunursunuz, size sıfat ve zatıyla karşılık verir.” (8.22-24)

            İnsanın fıtratına işitme, anlama, idrak etme ve davete icabet etme kazılıdır. Kalpte perde oluşu ve bencillik yapması da fıtratı gereğidir. Bu durumda muhatap alınır ve doğru yola davet edilir. Kesretin vahdet olduğunu anlayarak, tümde fani olarak, fıtratın gereğince yola girin, davete uyun, sülûkta ilerleyin, var olan davet edilir, davet edilen yokluk iddia etmez, varlık ile kabul edin ve tehir etmeyin, karşılığınızı alırsınız. Tümde fani olmak, yokluğun idraki değildir. Müşahede ederek, fiillerin kaynağının, sahip olunmayan güçlü kuvvetler olduğunu idrak ederseniz, karşılığını önce efal cenneti olarak alırsınız. Hâlden hâle geçiş yeteneğinizle yücelirsiniz. Kalbin ihya edilişiyle fiiller sıfat kazanır, insan bu hâllerle sıfatlanır.

            “Kalbin ikbali zamanında, hâliyle mevsuf olan kimse sadıktır. ‘Fail Haktır’ deyip hakkı fail gören, her fiilin failinin hak olduğunu gören sadıktır. Düşündüğü hâl ile sıfatlanan kimse, kendisine yararlı fiiller karşısında sıfatlanıp sadık olur da kendisine zarar veren fiiller karşısında dayanamaz ve sıfatında sadık olamazsa sadakati tam olamaz. Kısaca hiçbir hâle iltifat olunmaz ancak makam olduğu zaman iltifat olunur. Makama da itibar olunmaz, ancak mevatında imtihan olunduğu zaman, üstlenilmeyip imtihan geçildiğinde, iltifat olunur, imtihanda hâlâs bulursa, kurtulur, selamete ererse o vakit sahih olur.” (3.143)

            “Kullar, ken­di hâllerinin, kendileri üzere, Hakk’ın evsafını celp edici olduğunu bilmelidir. Bu nedenle, nefislerini neye hazırlarlarsa Allah'ın kendilerine onu bağışlayacağını, nitekim «Ben, bana itaat edene itaat ediciyim» buyurduğu, kullar Allah'la olurlarsa, Allah'ın da onlarla olacağını bildirir.” (3.152) “Güneş ışığını gören güneşi görür, Allah’ın nuru görünüyorsa görünen Allah’tır” (39.22).

            İşitmek ve görmek gibi, verilen beş duyu, insan için özel yeteneklerle donatılmıştır. Akıl, fikir, hikmet, sezgi, basiret ve ilham ile desteklenen bu özel duyu melekeleri, insanı, yaratılan diğer canlılardan farklı kılar. İnsan önce bilmez ve görmez. Özel duyu melekeleri insanın, inanarak gireceği seyri sülûk süreci içinde, inşa edilmesini sağlar. Bu süreç içinde, görmeden inandıkları algıların kanıtlandığını basiretiyle görür. Elçisiyle gönderilen mesajların delillerle desteklendiğini anlar ve anladığını uygular. Duyumlar böylece anlayış ve uygulamaya dönüşür. Kalp, kanıtlanan hakiki ilim ile ihya edilmiş, diriltilmiş olur.

            Anlayış ve uygulama, fıtratın zevalinden evvel, ilmin davetinin kabul edilip uyulduğunu gösterir. Kalp ile kişilik arasında perde oluşmazsa, sıfatları ve zatıyla karşılığınızı almış olursunuz.

            Hâli ile sıfatlanan kimse sıfatına sadık ise kendince kurtuluşa erer. Kulun kendi hâli hakkın sıfatını celp eder, çeker, nefsi ne isterse onu verir. Arayan aradığına kavuşur. İnkâr edenin inkârını güçlendirir. Her ne seviyorsa sevdiğine kavuşur, su testisi suyolunda kırılır. “Bana itaat edene itaat ediciyim” deyişine göre de kavuşmak isteyen Allah’ına kavuşur. Allah muhabbeti yapanların da yanlarında, yakınlarında ve yâkîn olduğu aşikârdır. Duman görüldüğünde ateşi ilm-el yâkîn, ateşe yaklaşılıp görülürse ayn-el yâkîn, ateş tüm duyularla algılanıp ısı ve sıcaklığı deneyimleşirse bilmenin derecesi hakk-al yâkîn olur.

            “Görmeden inanma” kavramında görme, göz ile olan zahiri görüş değil, basiretli görüş olabilir. Bu açıdan, görüp de inanan olamaz, inanmadan da kanıtlanamaz. “İnanma” hitabı da akla olduğu için yüce Kitapta, ayetlerle, apaçık deliller ortaya konur. Tefekkür edip ibret alınması da tavsiye edilir. Böylece beş duyu ile algılananın, aslı anlaşılıp, özün ne olduğunun idrakiyle, uygulanmakta olanın ilim ve kutsal bir fikir olduğu açıkça görülür. Görmeden inanmanın mükâfatı, inanılanın görünmesidir. Görünen, görenin görüntüsüdür. Beşer, beş duyusuyla göremez, ‘ölmeden önce ölünüz müjdesiyle’, hâllerin sıfatlarını zevk edebilir. Umarım, bizim de amaçladığımız bilmenin derecesi yâkîn olabilir.

                Kalp ve Gönül

            İnsan hayatı incelemeye değer. Ceninde ilk hareket eden ve işlevini yürütmeye başlayan organ kalptir. Bebeğin diğer organlarının tümünü oluşturan güç ve kuvvet kalpten geçer. Yetişkin sağlıklı bir insanın tüm bedeni ve her hücresini kalp besler ve korur. Kalbi daha iyi anlayabilmek için insanın beden, nefis ve ruhunu anlamak gerekir.

            İnsan bedeni, maddeye hükmeden DNA, içgüdü ve fıtratına uygun bir şekilde oluşur. Beden, önce verilenlerle yetinir. Ana karnında protein eksikliğiyle veya dengeli beslenmeyle gelişir. Doğumdan itibaren ise nefis rol oynar. Nefis sayesinde açlığını tokluğunu bilir. Her türlü ihtiyaç nefsin emriyle giderilir. Emreden nefis emmaredir, her istediğinin olmasını, her ihtiyacının giderilmesini ister. Bu Firavun Nefsin terbiye edici ilimle, ruhla, ilk karşılaşması Hz. İbrahim’in karısı Sara’ya el uzatmasıyla başlar. Uzanan el katılaşır, taş kesilir ve Firavun “Senin Rabbin kim, ona ben de inandım, elimi düzeltirsen sana cariye ve hediyeler veririm” der. Böylece nefis artık ‘levvamedir’, kendisinin o kadar da her şeye hâkim olamayacağını, bedenin aslının ilim, hâkiminin ruh olduğunu anlar.

            Bilimsel bulgular benzerdir. Bedenin atomlarına inmek çok kolaydır. En basit atom bir adet proton, bir nötron ve bir adet elektron içeren, hidrojen atomudur. Elektron eksi elektrik yüklü belirli bir miktar enerjidir. Bu enerji miktarı kritiktir, biraz az da olsa biraz çok da olsa madde veya atom oluşamaz. Elektron mikroskobuyla içinde görülecek bir şey yoktur.

            Proton ise hızlandırıcılarda çarpıştırılarak quarklarına, zerrelerine ayrılabilir. Zerrelerin her biri birer çekim gücüdür. Zerreler, belirli bozonların içinde birikip, toplaşıp, gölgeleşip, katılaşıp nasıl olduğu bilinmiyor ama maddeleşiyor, cisimleşiyor, cesetleşiyor, kütle kazanıyor. Artı elektrik yüklü zerrelerin maddeleşmesi, içlerinde bir bilgi, info, bilimsel bir özellikten başka bir şey olmaması, bedenin aslının ilim olduğunu kanıtlar. Bu gerçeği levvame nefis anlar, “Ben neyim ki” deyip kendini levm eder, yerer, kendini bilmeye gider.

            Âlemde ilk inşa edilen ev Kâbe’dir. Bedende de ilk inşa edilen organ kalptir. Hakkın arşı suyun, ilmin üstündedir. İlim henüz maddeyi oluşturmadan önce kalbe Kur’an olarak inmiştir. Bir hadis der ki “Allah ilk önce bir cevher yarattı, cevhere celaliyle nazar etti, cevher hayâsından yarı ateş yarı suya dönüştü.” Her ne oluştu, oluşuyor ve oluşacaksa bu cevherden, plazmadan ve kendine özgü nazarla oluşmaktadır. Mümin kulun kalbi Hakkın arşıdır, çünkü bu gönlün içinde başkası, gayrisi yoktur. Maddesi, manası, bedeni ve ruhuyla, ilmin maddeleşmiş, kütle kazanmış haliyle insan küçük âlemdir. Âdem ile âlem ikizdir, hangisini okursanız okuyun okunan Kur’andır. Gönül Hakkın arşı olan kalptir, içine Allah sığar.

            Her düşüncenin bir zıttı vardır, her olumlu bakışın bir olumsuzu, elektrik yüklerinin eksi ve artısı, manyetik güçlerin kutupları vardır. Pusula hep kuzeyi gösterir ama insan tüm yönleri ve kendi yönünü pusulaya bakarak bulabilir. Şeytan kelimesinin kökeni şutun, uzak, zıt köşe anlamındadır. Şeytan daima Hakkın zıddını gösterir, gerçek şeytan ile hakka ulaşmak kolaydır.

            İnsanın yarı cahili şeytandan da beterdir, ne zaman doğru ne zaman yanlışı gösterdiğini kendisi de bilemez. Şeytanlık yapan insan her zaman şeytanlık yapmalıdır.

            Günümüzde bile medeniyetten uzakta kalan yeni kabileler bulunmaktadır. Deneme amacıyla bir bebeği veya en akıllı bir kişiyi bile ormanda terk etmenin sonucu bilinir. İnsan insanlıktan çıkar, hayvanî değerler kazanır. Bu durumun tek sonucu vardır o da insan doğal olarak, doğada yetişmez. Ayetin dediği gibi insan inşa edilir. “Ben diğer canlılardan farklıyım, ben insanım” diyebilen ilk kişi Âdemdir. “Ben doğal evrimsel sürecin doğal bir sonucuyum” diyen kişi kendisine verilen beşerî ve insanî değerleri, fıtratına kazınan, konuşma gibi yetenekleri inkâr ediyor olabilir.

            Nefis firavun iken levvame olduğunda kendisine “Bu aşamadan sonra doğacak erkek çocuk firavunluğu ortadan kaldıracak” deniyor. Ortaya, sudan yani ilimden gelen çocuk anlamı olan, Hz. Musa hikâyesi çıkıyor. Her insanın gelişme, yükselme ve yücelme hikâyesi de budur. Herkesin içinde kendi Musa’sı vardır, görmek ister. Hz. İbrahim’in tevhit babalığından ve İslam dininden halkı “Zahirde, dışarıda, görünen elle tutulan, maddi âlemden başkası yalan” diye anlayabildi. Musa annesini levm etme aşamasından mutmain, tatmin olmuş, aşamasına çıkarabildi. Nefsin bu aşamadan sonraki veled-i kalbi ise Hz. İsa’dır. Halkına “Bu maddi âlemde değil gerçek krallık Bâtınî âlemdedir” diyebildi. Bu nedenle madde âleminin gazap ve şehvet kuvvetlerinden birini atana, diğer yanağını da uzatarak, ötekinden de vazgeç dedi. Bâtıni âleme gitti gelemedi, annesi nefsi mülhime, ilham alan, aşamasındadır.

            Her inşa edilen, çıraklıktan üstatlığa yücelen, insan VİTRİOL’ün hakikatine erebilir. Kalbindeki siyah noktaya ulaşıp, kalp Kâbe’sindeki siyah taş misali, hakikate erebilir.

            Din, insanın içindeki hakikate götüren yoldur, bu yola din denir, senden sanadır, başka yoktur. Kalbini Kâbe, Kâbe’sini arş yapabilirse ve arşın Hakka ait olduğunu idrak edebilirse insan inşa edilmiş ve gönül sahibi olabilir. Bu yolda şeytan da şeytanlık da araçtır. Gönül o kadar büyüktür ki içini sadece Allah doldurabilir, Allah o kadar büyüktür ki onun olduğu yerde zerre gayriye yer yoktur. İlham alan nefsin kalp çocuğu önce kul sonra resuldür, elçisidir. Miraca çıkmış dönmüş, belki de ‘inmemiş ki çıksın’. Ûruc edercesine oruç tutan, kıyameti koparcasına kıyama durup namaz kılan, her turunda bir üst mertebeye çıkarcasına tavaf için hacca giden, ‘benliğini’ kurban edip zekât veren, şahit olur, kaybolan kelimeyi bulur, okunamayan kelimeyi okur. Namaz bu müminin miracıdır.

            “Resul’ün fu’adı, kalbinin ruha açılan kapısı, şuhutta, şahit oluşta, ruh makamına terakki etmiş, cemi sıfatıyla zatı müşahede edici, Hakk’anî vücut ile mevcut olan kalptir. Resul’ün fu’adı, gönlü, cem makamında görmüştür. Fu’adda abid de yoktur. Cem'i vücuda vech-i baki tesmiye olunur ki cem'i sıfat ile mevcut zat demektir.” (53.11)

            Allah, içinde âşık ile maşuk olan, aşktır, içinde aşk olan gönüldür. İlim mürşidine mürit olanın gideceği yol bir tanedir, menzili de bellidir. Âli kapısından Hz. Muhammet şehrine girilir, şehirde aşk yaşanır. Umarım, temiz kalple, gönlümüzü sahibine açabiliriz.         

                İlâhî İlham

            Düşünce, fikir ve duygular birbirleriyle ilgili ve ilişkilidir. Ayrıca, hepsi de harekete dönüşünce açığa çıkar. Ama hareketlerden duygulara fikirsiz çıkılamaz. Ulvî düşüncelere doğal hareketlerden fikirsiz geçilemez. Gök gürültüsünden korkan kurban kesebilir ama bu ulvi değildir.  Büyük fikir, düşünce ve duygular insanı harekete geçirir, ancak bu yol fikirden harekete doğrudur. Düşünme ve fikir üretme gücü, ilham ve sezgi kutsaldır. Bu nedenle önce bilgi verilir, bilgiye anlam yüklenir, bilgi edinme yöntemi öğretilir, öğrenmeyi öğrenen kişi, dıştan değil içten düşünme ve fikir geliştirme yeteneğine ulaşır. Bu fikir ve duyguların kutsallığı ve düşünme yetisinin insana verilen en büyük nimet olduğu idrak edilir.

            Müminin kalbinden ibaret bulunan, Hakk’ın arşı da, oluşum ve gelişim açısından, su ve maddenin vücut olarak öncesidir.” (11.7) Evrenin oluşumunu da bebeğin doğuşunu da ele alsak gelişim bir noktadan başlar. İlk bilinen veya ölçülebilen şeyin büyük ve önemli özelliklere sahip olduğu görülür. Yokluğun içinden çıkıp gelip varlık âleminde görülebilen zerre enerji, elektrik ve bir potansiyel yüklüdür. Bir zerre dahi ilmin varlığının delilidir. Hiçbir zerre kendiliğinden, ilimden ve vücuttan bağımsız oluşamaz, ancak bütünün parçası olarak var olup görünebilir, açığa çıkabilir. Oluşum ve gelişim açısından her şeyin öncesi kalptir, hakkın arşıdır. Hakiki kalp, ilim ve hikmet yüklüdür, ‘güçlü kuvvetlerin’ toplandığı yerdir. Beden, hakiki kalbin etkisiyle vücutlaşır, cisimleşir. Beden ve bedenin organları kalbe tabi olarak oluşur. Organları oluşturan kuvvetler kalpten geçer.

            Kutsal metinlerde ilk halk edilenin bir cevher olduğu ve bu cevherin, Hakk’ın celali bir nazarıyla yarı ateş yarı suya dönüştüğü bildirilir. Bu ayetlerin uygulamaları tüm âlemde, plazmadan itibaren, açıkça görülür.

            “Sen, amel aklını, eden, eyleyen, iş yapan, işleyen aklını, eylem elini kalbinin üstüne, kalbî vasıflarla vasıflanması için nefis elbisesinin altına sok. Nefis sıfatlarıyla kirlenmeksizin elini kudret sahibi ve nur ile nurlanmış bir halde çıkar. Kalbin hayatıyla hayat bulan bu el ve kalbin nuruyla nurlanmış hali, nuranî vasfı, dokuz ayetten, delilden ikisidir. Diğer yedi ayet ise Hakkın kendileriyle kalbe tecelli edip de Hakkın sıfatıyla sıfatlandığı ‘hayat, kudret, ilim, irade, semi, basar ve kelam’ olan ilahi sıfatlardır. Bu dokuz ayet, delil ile Firavun Nefsin vadisindeki kuvvetlerin, ‘benlik’ perdesindeki zanlar, görüntüler olduğu aşikâr olur.” (27.12)  Düşünme, düşünerek fikir üretme gücü ve kuvvetini, kutsallığı nedeniyle, terbiye etmeye gerek duyulmaz. Nefsanî ‘benlik’ perdesinde görünenler hakikatin ‘zanlarıdır’. Aniden beliren bir fikirle, perdeli ve perdesiz, bireysellik ve bütünsellik olmak üzere, iki âlem idrak edilebilir.” (27.22) Resim seyrederek ressam, vitrin izleyerek kasap olunmaz. Bir fikir harekete dönüşür veya projeye uygun inşaat yapılır. İlk halk edilen cevhere belirli bir amaca ulaşmak üzere, bir fikir çerçevesinde nazar edilmiş, kalbin ilim ve hikmeti yüklenmiştir. Sonuç olarak evreni oluşturan yarı ateş yarı su denilen ilk plazma böyle oluşmuş. Plazma elektrik, manyetik ve elektromanyetik kuvvetlerin toplandığı yerdir. Bu kuvvetlerden oluşacak her madde veya kütle, kalbin etkisi ve tesiriyle cisimleşir.

            Kalbin düşünme ve düşünerek fikir üretme gücü sayesinde kuvvetler potansiyellerini açığa çıkarır. Hakkın arşı olan mümin kulun kalbi, fikir üretme kuvveti nedeniyle de kutsaldır.

            Fikrin gerçekleştirilmesiyle ortaya çıkan hareketlerden fikre ulaşmak mümkün olmaz. Diğer taraftan yeni, benzeri olmayan, yararlı ve uyumlu bir şey ortaya çıkmış ise asla bir fikre dayanmadan mümkün olamaz. Eğer bir insan inşa edecek bir canlılık varsa ortada, evvelinde bir fikir vardır mutlaka, canlılık bu amaçla yaratılmıştır. Atamız peygamberlerce insan ruhunun geliştirildiğini açıklar. Her birinin bir görevi vardır. Atatürk, önce peygamberlerin yer ve önemini belirler ve kullara düşen görevi açıklar. Ona göre “İnsanın, birisi çocukluk ve gençlik diğeri rüşt ve kemal olmak üzere, iki dönemi vardır. Bir ve büyük olan Allah, kullarıyla teması, birinci dönemde dolaylı, ikinci dönemde dolaysız, aracısız, tercih eder. Hz. Musa, insan ruhunu, nefsinden, bedensel acı veren zevk kamçılarından kurtardı. Hz. İsa, insan ruhunu, duygusal sefalet ve ıstıraplardan arındırıp kutsala eriştirdi. Hz. Muhammet ise arınmış insan ruhunun, kutsal ilhamlara doğrudan, aracısız olarak, açık olduğunu ayetlerle bildirdi ve yaşayarak kanıtladı.”

            Ata milletinin ruhuna hitap ederek, kutsal ilhamlara ulaşmayı önerdi ve “İnsanların ruhlarındaki saklı kuvvetleri önce şahsımızda tecelli ve tecessüm ettireceğiz sonra manevi kuvvetler ilham vasıtalarını tavsiye edeceğiz” dedi. Kutsal fikirlerin duygulara dönüşerek inanç haline geldiğini bildirdi.

            Bireylerin, inançlarına sahip çıkmasını, duygularını coşkulu yaşamasını ve ruhlarından ilhamlarla kutsal fikirlere ulaşmasını tavsiye etti. Kendisine göre “Kısaca, insanları istediği gibi kullanan kuvvet; fikirler ve bu fikirleri şekillendirip yayan kimselerdir. Kalbi vicdanında manevi ve mukaddes hazları olan için maddî olan hiçbir şeyin önemi yoktur.”

            Bir bebeğin çalışmaya başlayan ilk organı kalptir ve sonra oluşan her organın kuvvetleri kalpten geçer. Yetişkin insanın vücudunda da kalbin besleyip korumadığı bir hücre veya DNA, RNA yoktur. Kalbin her duygusu belirli bir algıya tabidir. Duyu organlarımızla beden dışından algıladığımız her uyarı kalbi harekete geçirir. Akıl ile elde edilen her bilginin kalpte bir izi olur. Akıl çevreden algıladıklarını kalpte işlediği gibi ruhtan aldığı sezgi ve ilhamları da kalbe taşır. İnsanı oluşturan ve yaşatan kuvvetler, kalpten geçtiği, orada yer ettiği ve iz bıraktığı için aslında yaşayan kalptir. Kıyas yöntemiyle yolunu bulan akıl yalnız hareketleri inceleyerek fikre ulaşamaz. Hareketlerden kutsal fikir ve düşüncelere ulaşmak, bu fikirlerin kendilerini ve kaynaklarını araştırmakla mümkündür. Kutsal düşünce ve fikirlere inançlardan tırmanılır ve sonuçta ruha ulaşılabilir. İnsanın her davranış ve hareketi belirli bir amaca dönüktür. İnsan bedeninde kendiliğinden, bağımsız olarak hareket eden el, ayak gibi bir organ hatta bir hücre olamaz. Tüm vücut, bünyesinde işlediği bilgilere uygun ve uyum içinde hareket eder. Hareketler bilgilere, bilgiler duygu, düşünce ve fikirlere, fikir ve düşünceler ise verilen düşünme yeteneğine bağlıdır ve bu nedenle de kutsaldır.

            Umarım, düşüncelerimizin kutsallığını idrak edebiliriz.

                Görmeden İnanma

            Kalbin Sad denilen bedensel yönünün ardında Kaf denilen manevî, ilim vardır. Her ikisi mevcudatın tümünü kapsar, birisi manevî diğeri maddî yönünü kapsayıp oluşturur. Henüz gündüz olmayan sabah veya henüz gece olmayan akşam vaktinde ayrıntılarıyla görülemeyen madde bir bütün halinde algılanır. Bu madde dağına Sad ve üzerine oturduğu ilim dağına Kaf denebilir. Her şey enerjiden oluşmuş ise Sad tüm mevcudatı maddi yönden kapsayan dağdır. İlmin tümünü idrak eden kalp Rahmanın arşıdır ve bu kalp de Sad dağını kapsar, içine alır. Sad dağı Kaf dağının üzeridedir ve Kaf dağının ardında Anka vardır. Bu durum ise yerlere ve göklere sığmayan Rahmanın mümin kulunun kalbine sığdığını gösterir. Kalbi bilmeyen Rabbi bilemez. (50.1; 38.1)

            İstidat, fıtrat arzında, ilmen yakin olmak amacıyla, ilim yolunda, ilim hedefine sefer ederseniz namazı kısaltmanızda, noksan kılmanızda size bir günah yoktur. Yakinden nasibi kendisine verilmiş olan namaz ve orucuna itinalı davranmayabilir. Yakin tahsili seferinde bedenî amellerin eksik olması günah olmaz.” Hadisi şerif: “Bir fıkıh, derin ve ince anlayış, sahibi, şeytan üzerine bin ibadet ediciden elbette daha şiddetlidir.” (4.101)

              İnsan, Allah’a, şah damarından da, sağında sevaplarını ve solunda günahlarını yazmak üzere yer alan, meleklerden de, daha yakındır. Sağında oturan melek nefsin Hakka bakan yüzü yani akıl etme gücü, solunda oturan melek ise nefsin bedene bakan yüzü yani hayal etme gücüdür. İnsanın fıtratı, nurlar âleminden olduğu için hayırlıdır. Beden sonradan olmadır, arızîdir, bu nedenle, fıtrata uygun olmadığı için, ‘bedenselliğe düşkünlük’ gibi bir şey normalinde beklenmez.

               Akıl iyi bir fikir geliştirirse karşılığını hemen on kat alır, sağdaki melek bunu hemen kaydeder. İyi bir fikrin birisine söylenmesi bile zincirleme yarar sağlayabilir. Nefis, bedensel zevklere uyarsa, pişman olup dönebileceği için, soldaki melek bunu yazması için yedi vakit bekler. (50.16,17)

            “Siz, O’na ve elçisine itaat edin. Sözünü duyup yüz çevirmeyin. Duymak, anlamayı, anlamak uygulamayı gerektirir. Sadıksanız azim gösterin. Hayvandan da beter, duymadıkları halde dava edenlerden, sağır ve dilsizlerden, olmayın. Yerdegezenlerin en kötüsü sağır ve dilsizlerdir. Yaradılışlarında olan duyup, anlama ve uygulama yeteneklerini köreltmemiş olsalardı bunları yaparlardı. Körelme nedeniyle, çabuk yüz çevirenlerde anlayış ve irade olmaz, hikmet, bunların göğsünde debelenir, tereddüt ederler. Kalpleri, hakikati huzur ve sükûn içinde karşılayamaz, hakikati işitip, anlayıp, kabul edip, uygulayamazlar. Henüz görmeden, gayba iman edenler, Hak görünmeden, hakikat bilgisinin doğruluğuna inananlar, O’na ve elçisine uyup, duyduklarınızı uygulayınız.” (8.20)

            “Ey görmeden iman edenler, kalbinizi ihya eden, dirilten, hakiki ilme, davet edildiğiniz zaman, arınarak ve teslim olarak, O’na ve elçisine, doğru yola girerek, daveti kabul edip, uyunuz. Davet edildiğiniz vakit, beka billâh ile ihya etmek, diriltmek için sizi istikamete davet eylediği vakit tümde fani, yok olmakla; istidadın, fıtratın zevalinden, yok oluşundan evvel, yaradılışınızı köreltmeden, kaybetmeden önce, icabet ediniz. Fıtratınız körelir, kaybolursa, hüzün oluşur, kalp ile kişilik arasında perde oluşur. Davete icabeti tehir etmeyin. O’na haşrolunursunuz, size sıfat ve zatıyla karşılık verir.”(8.22-24)

             “Aklı gideren ve duyguları şaşırtıp meşgul eden ölümün şiddeti, seker hali; ahret ahvalini, sevap ve günah gibi ölüm halinde olan kimsenin gafil olduğu işin hakikatini, gösterir. Ölüm halinde batınî halleri kişiye gösterilir ve “Bu senin dış âleme eğilim gösterdiğin için gafil olduğun iç halindir” denir. Yeniden diriliş için sura üflenir, böylece, her şahıs ahrette kendisine münasip olan surette dirilir. Bu üfleyiş, takdim ve tehir edilen amellerin gösterilmesi, vaat edilenin yerine getirilmesi vaktidir. Her nefis, ilminden bir saik, dürtü, istek ve amelinden bir şahitle beraber gelir. Kısaca ilmi, onu malumuna götürendir. Her olay insanın bir azasıyla meydana çıkar, elle yapılır veya gözle görülür, azalar amellere şahitlik eder, ameller ilmine şahitlik eder, ilim maluma götürür. Duygularının içinde yaşayıp, dış ortamda yaptıklarınla çok meşgulken, maddî ve cismanî perdeni mevt nedeniyle kaldırınca, işleyen ilmi idrak edince, daha önce tasdik etmediğin şeye, ahrete şahitlik ediyorsun, görüyorsun.” (50.19-22)

            “Delilleriyle, kanıtlarıyla, haşyet ve azamet tecellisiyle ortaya çıkan nefsanî sıfatlardan sakınanlara, takva ehline, sıfat cenneti yakınlaştırılır. Sıfat cenneti, yakın mekânda, zuhurda, ortaya çıkışta, değil ama rütbede zat cennetinden daha yakındır, buna karşın zat cenneti daha yakın görünür. Bunun nedeni, nur âleminde ulvî mertebede daha uzak olanın, nurunun şiddetinden, daha yakın görünmesidir. Aynı, güneşin gezegenlerden daha yakın görünmesi gibi.” (50.31) İnanmadan, inanılan görünmez!

            Kitap ehli, senden, onlara ruh semasından mükaşefe, keşif yoluyla anlayış, bilişle bir ilmel yakin indirmeni isterler. Musa’dan da ‘Allah’ı aşikâr göstermesini’ istemişlerdi. Müşahede, mükaşefeden daha iyi ve büyüktür.

            Zatlarının bekasıyla müşahede istemeleri sebebiyle kendilerini saika, yıldırım aldı. Müşahede zamanında bakiyenin vücudu bir şey’i mevsufunun, sıfatlananın gayrine koymaktır. Bakiye ile birlikte müşahede istemek, sıfat kemalini kendisine ait görmesinden kaynaklanan nefsin azgınlığıdır.” (4.153)

            “Onlar, Mesih'i yakînen katletmediler, belki Allah Teâlâ Mesih'i kendisine ref eyledi, yüceltti. Ehl-i kitaptan her kimse, yukarıdaki, ancak mevtin­den evvel, İsa'ya herhalde imân edecektir. İsa'nın ref’i, ruhunun âlem-i süfliden ayrılıp âlem-i ulviye ulaşmasıdır. Ve ehl-i kitap, yani evveli ve ahiri arif olan ilim ehlinin tümü, Allah'ta fena ile İsa'nın mevtinden evvel ona iman eder ve ona iman ettikleri za­man, kıyamet günü, yani cisimsel perdelerden kurtulup halen bulun­dukları uyku ve gaflet hallerinden kurtuldukları gün, olmuş olur. Kıyamet gününde İsa onlara şahit olur. İşaret eylediği veçhiyle Hak Teâlâ onlara İsa suretinde tecelli eyler.” (4.157-159)

             İnsanın fıtratına işitme, anlama, idrak etme ve davete icabet etme kazınmıştır. Benlik ve bencillik yapması fıtratları gereğidir. Bu durumda muhatap alınır ve doğru yola davet edilir. Kesretin vahdet olduğunu anlayarak, bütün içinde, tümde fani olarak, fıtratın gereğince, yola girin. Fıtratı yok saymak doğru değildir. Yaradılışınız gereğince davete uyun, sülûkta ilerleyin, var olan davet edilir, davet edilen yokluk iddia etmez, varlık ile kabul edin ve tehir etmeyin, karşılığınızı alırsınız. Tümde fani olmak, yokluğun idraki değil, varlığın idrakidir, müşahede ve şühud edin, gözlemleyin ve şahit olun. “Güneş ışığını gören, güneşi görür, Allah’ın nuru görünüyorsa görünen Allah’tır!” (39.22)

                Bilimsel Körlük

            İnsan, bilmek için donatılmıştır. Bilgilerin kaynağı doğa ve evrendir. Akıl, hafıza, anlayış ve idrak hep bilgi elde edip işlenmesi için verilenlerdir. İnsan, bildiği için ve bildiği, uyguladığı kadar insandır. İnsanı anlamak ve değerlendirmek de güçtür. Bir elementin atom yapısını bilmek veya galaksileri bilmek kullanılan aletlere bağlıdır. İnceler ve gözlem yaparak bilinebilir, durumları, insana kıyasla, durgun sayılır. İnsan, var olanların içinde en dinamik olan ve çok şeyi içeren bir varlıktır. Özellikle maddesel yönüne veya bedensel faaliyetlerine hükmeden duygularını anlamak zordur. Çok sayıda uzmanın işbirliği ve eşgüdümüyle yürütülecek ortak ve sürekli çalışmalarla bir anlık sonuca ulaşılabilir. Çevre koşullarına uyum gösteren insanın etkilenme ve etkilemesi de değişecek ve gelişecektir. İnsanın beden ve ruhunun anlaşılması için ise tüm ilim dallarının birlikte, ilmin tümünün, kullanılması gerekir.

            Tüm kutsal mesajları özetleyen Kur’an, ilmini, evrenin tümünün, içindekilerle birlikte, neden ve nasılıyla ortaya koyar. Kısaca, var olan bir şeyin, Hakk’ın ilminden aldığı uygun pay ile var olduğunu bildirir. İlmin indirildiğini, ilmin uygulanmış halinin Furkan olduğunu açıklar. Her şeyin ilimden aldığı bir özellikle var olduğunu ve bu özelliğin kendisine özel ve özgü olduğunu söyler. Böylece her şey ilmin bir uygulamasıdır ve bilgisinin deposudur, bilgisinden başka bir şey de değildir. Bir şeyi anlamak için onun bilgilerine ulaşmak ve onları bilmek, onların nasıl birleştiğini bulmak gerekir. Bilgisi bilinmeyen bir şey bilinemez. Doğanın veya evrenin ardındaki bilgiler ve ilim bilinmedikçe her şey gizemini korur.

            Cansız varlıklardan canlılara, bitki ve hayvanlardan insana geldikçe ilmin uygulanmasındaki karmaşıklık artar. Fizik ve kimya gibi temel bilim dallarıyla hava, su, toprak ve ateş gibi temel unsurları anlamak mümkün olabilir. Ancak anasırların yapısını bilmek insanı bilmenin sadece başlangıcıdır.

            Fizik ve kimya gibi, sınırları belirli bilim dallarında uzmanlaşmak, diğer alanlarda sınırlı kalındığını gösterir. İlim dallarının ayrılığı, diğer alanlardaki bilgilerin sınırlı oluşunun kanıtıdır. Uzman bir fizikçi hem fizikçi hem de kimyacı olamaz. Disiplinler arası ilişkiler de bir uzmanlık işidir. Bitki ve hayvanların doğasından söz edilir. Oysa insanın dini ve ahlakı üzerinde durulur. Bir fizikçi veteriner bile değildir. Aynı uzmanın din ve ahlak konusunda laf etmesi bilimsel ahlakın dışına çıkmak, hatta ahlaksızlık, yücelmeye başlanan dip noktası olabilir.

            İnsan ahlakı, Kur’an ilminin uygulanmasının doruk noktasıdır. Bu noktaya ulaşmak bir hedef, bir amaçtır. Olgun insan olma gayretleri, ilmin tümünü anlama çabasıdır. İlmin kaynağına inildikçe bir açılımın çıkış noktasına yaklaşılır. Su kaynağına ulaşıldıkça görüldüğü gibi, görünmeyenin görünür olmaya çalışması, ortada olmayanın ortaya çıkmaya çalışması söz konusu olur. Burada da, bir fizik uzmanlığında olduğu gibi, içgüdüsel, sezgisel öngörüler ile ilhama dayalı bilgiler değer kazanır. Tez ve anti tezlerin sentezleriyle, uygulamalardan uygulanan ilmin kaynağına doğru çıkılır. Bir fikir geliştirmek ise akıl etme gücünün kullanımıdır. Bir arabanın parçaları, fikir sahibi olunmadan monte edilemez. Fikirler zamanla, uygulandıkça gelişir.

            Mağaralardan yüksek binaların inşaatına geçmek kolay değildir. İnsan da temel bir fikir ile inşa edilir. Bireyin insanlığı, mesleğinin ötesindedir, bilimsellikle sınırlanamaz. Mühendislik, maddenin inşaatıyla, tevhit ilmi insanın inşasıyla ilgilidir.

            “Allah her şeyi, imkân âleminde mümkün kılmış, kendine yokluk ile şahitlik eder olduğu halde, icat etmiştir. Her şey takdirincedir. Her şey, sıfatından bazısını kabul ettiği kadardır, bazı sıfatlarını gösterecek kadardır. İcat edilen eşyanın her istidadı, her sıfat ve yeteneği bir olgunluğun göstergesidir. Hakkın sıfatından ibaret bulunan her olgunluk bir eşyada istidat bulmuştur.” (25.1,2) “Mahcuplar büyük kıyameti, yeniden dirilişi, tekzip ederler. Bu tekzip ya perdelenmenin çokluğundan veya istidadın, yeteneğin, anlayışın eksikliğindendir. Gerek perdenin kalınlığı gerekse anlayışın kıtlığı azap ve işkenceyi getirir ve gerektirir.” (25.11) “Her şey hak ile zahir olmuş, görünmüştür. Her şey hakkın görünür halidir, hakkın zahir olmuş halidir. Yokluk, gizlenip sırlanarak, sır tutarak, izafi vücut bariz, apaçık olmuştur. Nur, hariçte zahir olan vücuttan ibarettir. Eşya ve görünen vücutlar, ezeldeki ilimlerinin açığa çıkmış, görünür olmuş halidir. Her vücut bir ilimle görünür olmuş; vücut, ilmin, info, bilginin görünür halidir. İlmin görünür haline ‘gölgenin uzatılması’ denir. Kütlenin, görünen enerji olan ışığın, hakikati, hakkın gölgesidir. Kütlenin hakikati bilinirse, kütlenin görünen ışık enerjisi olduğu idrak edilir. Mutlak vücudun ortaya çıkmış, görünür olmuş sıfatıdır. Her cisim ışır, ışık saçar, ışınım halindedir, hakikatini görünür kılar, enerji yayar.” (25.45) Yer ve gökler ile içindekilerden, yaratılmışlardan bahseden tabii ki ilimden söz eder.

            Uzman bilim insanları bindikleri dalları keser. Genel kabul gören düşüncelerden en önemlisi budur:

            “Bilim, her bilgiyi, aksi ispat edilinceye kadar doğru olarak kabul eder ve bugüne kadar elde edilip de aksi ispat edilmeyen önemli bir bilimsel bulgu yoktur.” Kısaca bilimsel açıdan henüz önemli bir sonuca varılmadığı düşünülür. Hem “Ne biliyoruz ki” denir hem de bilim insanı olmaktan gurur duyularak kutsal mesajlar reddedilir. Yokluğu kanıtlanmadığı halde ‘varlığı kanıtlanmadı’ diyerek “Allah, var olandır” gerçeği inkâr edilir. Bilmeyen, bildiğinden emin olmayan birinin ayetleri inkâr edişi hiç önemli değildir. İlim bir ve tektir, var olan her şey ilimle var olur ve ilim, inanılan her şeyin kanıtlanması içindir. Bilimsel körlük de cehalet kuyusundadır, dip bulunmadan doruğa çıkılamaz ama gayret gereklidir.

            “Ben hayvanlardan farklı, fazla ve maddi ve manevi donanımı onların ötesinde olan bir beşerim idrakine” varabilen, Âdemdir. Âdem, maddesinin halk edilmiş, canlılığının yaratılmış, kendi kendine öğrenecek kadar eğitilmiş ve öğretilmiş olduğunu, amacının kâmil insan olmak olduğunu, bu amaç için inşa edilmesini isteyip izin verdiğini, kabul edip, söz ve hal lisanıyla aşikâr edendir. Âdem, kendisinin ilimden ve ilim için yaratıldığını, ilimle donatıldığını bilir. Âdem, amacına uygun olarak, Hz. Muhammet’in nuruyla, ilminin idrakiyle, yaratılıp yetiştirildiğini bilir. Bilgisinin ve ilminin sahibinin kendisi olmadığının idrakindedir. Allah’ın ilmi, izni ve yardımıyla bilinebilir.  Fotonun Allah’ın nuru olduğunu ve her şeyin bununla parlayıp görünür olduğunu idrak eder. Ruh, kalp, nefis, beden ve bedenin maddesi ile manasına ilişkin ilimlerin söz konusu olduğu ortamda, bedensel çamura ilişkin bilim de kapsam dâhilindedir ama asla diğer tümüne rakip olamaz.        

                Resulsüz Olmaz

                “Düşünme, düşünerek fikir üretme, gücü ve kuvvetini, kutsallığı nedeniyle, terbiye etmeye gerek duyulmaz. Cisim ve cesetten arınmış hali nedeniyle de fena etmeye, fani olmasına gerek yoktur. Düşünebilme, fikir üretme yetisi, kısa zaman içinde, bir anda, zahir olabilir ve bir anda bir fikir ortaya çıkabilir ve delillerle yön değiştirerek, tüm kıyaslamaları birleştirip, senteze ulaşabilir. Kalp, vücudun birliği ve bütünselliğini idrak eder ama akıl, kıyas yolu ile cüzî, kısmî, parçalara ait bilgilerden sistemin bütününe, fikirsiz geçemez. İnsan, beden şehrindeki her ayrıntıyı tam olarak idrak edemez. Bilinen ayrıntılar, bütünü oluşturacak şekilde birleştirilemez. İlim ve cisim âlemleri ayrı iki âlemdir. Ayrıntılı incelemelerle bilinmeye çalışılan parçalardan, bütüne ve onu oluşturan fikrin kendisine ulaşmak mümkün değildir. Fikir sayesinde iki âlem idrak edilebilir.” (27.22) Kuş gibi uçak bile, hala, kuş değildir.

                Her şey, ilmin bir uygulamasıdır. Şey ile hakikati farklıdır, akıl bunu fark edebilir. Şeyin, ilminden farklı ismi, cismi ve resmi olamaz; şey, ilminin deposudur. Uygulama sonucu olan ‘şey’ uygulanan ilmi bilemez, o ilme ulaşamaz, o ilim ile doğrudan iletişim ve etkileşim içinde olamaz. Parça, bütünlüğü bilemez, doğrudan, eşit gibi iletişim ve etkileşimde olamaz. Bütün fikri, ilmin ayrıca uygulanabilir bir bölümüdür. İnsan, kendisine hizmet eden yeteneklerinin, alt sistemlerinin toplamıdır. Göz sadece görmeyi, kulak sadece duymayı bilir. Sindirim sistemi, kendi içinde bir bütündür, alt sistemler uyumlu çalışır ama biri diğerini bilemez. Her alt sistem bir üst sistemin bir parçası, bir alt sistemidir. Her alt sistem bir üst sisteme bağlı ve bağımlıdır, bağımsız ve ayrıca çalışamaz. Her açık sistem çevresinden girdiler alır, girdileri kendi bünyesinde işleme tabi tutar ve üretimin sonuçlarını ürün, çıktı olarak çevresine yani bir üst sistemine verir.  “İnsan bir parça mıdır, bütün müdür?” cevap ilham gerektirebilir.

                İnsan, bir açık sistemdir, işlem ve oynama alanı çok geniştir. Çok şeyden etkilenir ve çok şeyi etkiler. Bulunduğu yere hâkim olmak ister. Doğaya hükmetmek, onu değiştirmek ve arzu ve isteklerine uygun hale getirip, kendisine hizmet ettirmek ister. İnsanın hakikati de kendisinden farklıdır. İnsan da ilminin aynı ve deposudur, ilminden ayrı ve gayrı ismi, resmi ve cismi olamaz. İnsan, bir fikrin uygulamasıdır ve fikir kutsaldır. İnsan açık bir alt sistemdir.

                “Dedikleri ve düşündükleri bilinen, zahiren de İslam hali üzere olan müminler terk edilmez. Belki bağlılığı ve bağımlılığı artırmak veya imtihan etmek amacıyla, bir süre için serbest bırakılır. Böylece kötü nefis sıfatlarına, şeytan ve kuruntuya dayanan heveslere sahip olanlar ortaya çıkar. Kalp sıfatlarıyla oluşan güzel ahlak sahipleri, ruhun müşahedesi, sırra ulaşma isteği ve girişimleriyle nefis sıfatlarından uzaklaşır. Bu nedenle bu iki grup arasına fitne girer, anlaşmazlık çıkar, kötü olaylar olur. Sonuçta nefis ve şeytan tarafını seçenler ile kalp ve ruh tarafını tercih edenler arasında ayırım keskinleşir, fark yaratılır, bilgi ve muhabbetin Allah için olduğu idrak edilir. Müşahedeleri, bilgileri ve muhabbetleriyle müminler doğru yoldadırlar.” (3.179)

                “Ancak gaip vücudunuzla sizin aranızda uzaklık vardır. Fıtratınızda, ilişki kurup, gaip vücudunuzla iletişim ve etkileşime girme istidadınız, yeteneğiniz yoktur. Resul vasıtası olmaksızın, siz, sizde gizli bulunan ahval ve hakikatlere ulaşamaz, gaip vücudunuzla haberleşme kuramazsınız. Kendi hakikatinize, kendi kendinize ulaşamazsınız. Allah, sizi hidayete, doğruluğa, eriştirme yeteneğine ve nefsaniyeti açısından aynı cinse sahip resulleri seçer. Sizin gaip olan vücudunuzun esrar ve hazinelerine sizi hidayet etmesi için o resulü keşif eyler, esrarlı hakikatlerine muttali, haberli, kı­lar.” (3.180)

                “Buna binaen sizin, re­sullerden telâkki ve kabul etmenizin mümkün olması için, kalben kabul ile Allah ve Resullerine iman ve irade ve şeriata sıkıca tutununuz. Tutunursanız, size ‘hakikati keşfetme’ büyük sevabı vardır. Allah'ta fâni olmakla infak ediniz, rahmetine kavuşursunuz, nurlu cemalini örten perdeleriniz kalkar. Peygamberlerin tevhit ilmiyle, gökten, ruh semasından gelen aşk ateşiyle, nefislerini kurban edip, ifna etmeleri rablerinin işitici olmasındandır.” (3.181)

                Nefsanî faaliyetler ile kalbî faaliyetler iki ayrı âlemdir. Nefsanî âlemde yarışma, kalbi âlemde paylaşma hâkimdir. Üreticiler arasında da bir rekabet, tüketiciler arasında da bir rekabet vardır. Rakipler arasındaki yarışma mücadeleye dönüşebilir. Bunlar arasındaki paylaşımlar, paylaşılanların az veya çokluğuna göre kapışmaya dönüşebilir. Paylaştıkça azalan şeyleri paylaşım, adaletten uzaklaşabilir. Gazap ve şehvet kuvvetlerinin hâkimiyeti altındaki nefsanî güç ve kuvvetler, tüm paylaşım fiillerini kavgaya dönüştürebilir. Böylece kötü nefis sıfatlarına, şeytan ve kuruntuya dayanan heveslere sahip olanlar ortaya çıkar. Kalp sıfatlarıyla oluşan güzel ahlak sahipleri ise ruhun müşahedesi, sırra ulaşma isteği ve girişimleriyle nefis sıfatlarından uzaklaşır. Nefsanî fiiller beden, madde ve maddi şeylerle ilgilidir. ‘İnsanın fikir babasına ihtiyacı yoktur’ deyip resulü inkâr eden, toplumsal öğretileri de reddedebilir. Kalbî fiiller ise ruh, ilim, güzel ahlakla ilişkili duygusal düşünce ve fikirlerle ilgilidir. Önemli olan düşünen akıl sahiplerinin nefis ile kalp ayırımını yapıp kalbi tercih etmesidir.

                Bir ayette, ‘İlim, Hakk’ın gölgesidir’ deyimi geçer. (25.45) İnsan, kutsal bir fikirdir. “Her şeyin hakikati Hakk’ın ilminin aynısıdır, vücudu ilmi ile oluşur, ilmi zatının aynıdır ve zatı aynı vücududur. (41.53,54) Yukarıdaki ayet ‘Ancak gaip vücudunuzla sizin aranızda uzaklık vardır’ diyerek, parçanın bütünü anlayamayacağına işaret etmektedir. Üstelik “Fıtratınızda, ilişki kurup, gaip vücudunuzla iletişim ve etkileşime girme istidadınız yoktur. Resul vasıtası olmaksızın, siz, sizde gizli bulunan ahval ve hakikatlere ulaşamaz, gaip vücudunuzla haberleşme kuramazsınız. Kendi hakikatinize, kendi kendinize ulaşamazsınız.” Gerçekleriyle, insanın, elçiyi görevlendirene ulaşmak için elçiye muhtaç olduğu üzerinde durulmaktadır.

                Su, ilmin rumuzudur. Yağmur, bir rahmettir. Yağmur taneleri halinde gökten inen suya benzer şekilde, bilgiler de kutsal olan ilimden kutsal fikirlerle iner, anlaşıldıkça, bilgiler çoğaldıkça bilim halini alır, uygulamaların ardında ilim olduğu, ilmin vücudunun olduğu idrak edilir. Yağmur damlaları buluta kadar izlenir ancak bulutların oluşumu hakkında sadece fikir vardır. Güneş altında buharlaşıp bulut oluşturan suyun, orman veya okyanus gibi, hangi mevcuttan kaynaklandığı bilinemez ama bir vücuttan çıktığı kesindir. Suyun yeryüzüne gökyüzünden indiği de düşünüldüğünde, suyun evrende bilinemeyen bir vücuttan kaynaklandığı da gerçektir. Bilinemeyene ‘gaip’ denebilir. İnsanın madde ve manasının kaynağı da bilinemez, ‘Görünmeyen, Gizli olan, Âleme’, gaip vücut denebilir. Gayba inanmak, bilinemediği için, bir anlamda zorunludur. Damlanın serüveni bulutta başlar, deryada biter. İnsanın yaşamı da aslına dönünceye kadardır. Kalbî iman ile Allah’a dönüş kaçınılmazdır, bilinse de bilinmese de. Resulüne inanarak aslına dönenin yeniden dirilişi de bir gerçektir. Resul, hakikati arayanlara şefaat edecek, hakikat güneşi altında rahmete kavuşturacaktır.

                Umarım, elçinin muhabbet elini tutar, hakikat güneşine maruz kalıp rahmete ulaşırız!

 

 

 

 

İnsan Kitaptır

 

            Her insan aslında, özünde, bir kitaptır. Karşıdan görünse, ne kitabı acaba denir. Adını okuyunca bir tahminde bulunulur. Okunmadan gerçek açığa çıkmaz. Birisi geliyor denilse, kim olabileceği düşünülür. Adı duyulsa, cinsiyeti anlaşılabilir. Görüldüğü zaman, ziyaretin amacı merak edilir. Gelenin konuşmasından sonra her şey açıklığa kavuşur. Hayat da buna benzer. Bir ömür, yaşanır ama nelerle karşılaşılacağı tam olarak yaşanmadan bilinemez. İnsanın da bir ismi, buna mütenasip, uygun, ilminin sıfatı ve isim ile sıfatını kapsayan kişiliği veya zatı vardır. Her sıfat, ilminin özelliklerini içerir ve onların tümünü açığa çıkarıp aşikâr eder. Sıfatları sıfat yapan açığa çıkardıkları ilimdir, ilgili ilmi olmadan o özelliklere sahip olunamaz. Her renk bir dalga boyu, her koku bir kimyasal bileşimdir. Bir ismi olanın, daima kendine özgü hareketi vardır. Diğer şeylerden farklı olan, farklı hareket edene farklı bir isim verilir. İsmi olanın da daima bir cismi veya tasavvur âleminde bir yeri vardır. Önce mana sonra madde âlemlerinde farklı, özel bir yeri olmayana ayrı bir isim verilmez. Her isim de belirli bir sıfata ve bu özellikleri oluşturan ilme sahiptir, aslında isim, o ilmi açığa çıkaran sıfatındır.

            “Ayetin başındaki (Ta), (Sin) ve (Mim) harfleri de Resulün isim, sıfat ve zatı için olabilir. Hz. Ali, Resule, “Sen harfleri ile gizli olan şeyin zahir olduğu aşikâr bir kitapsın” demiştir. Resul de herkes gibi bir beşerdir ama ona vahiy gelir.” (16.1) Herkeste bir kitap olma potansiyeli vardır. Herkesin bir ismi ve sıfatı vardır, vücudu, kişiliği de ismiyle sıfatını kapsar ve ilminin açığa çıkmış halidir. Doğumdan itibaren, insan, önce ne olduğu belirsiz bir nokta, sonra bir harf, daha sonra anlamlı bir kelime olarak düşünülebilir.

            İlk defa “Ben diğer halk edilmişlerden ve canlılardan farklıyım, ben bir hayvan değil insanım” diyen Âdem olabilir. İlmin nuru ile aydınlanmaya, ilmi anlamaya, resulün nuru ile yaratılıp dirilmeye başlayabilir. “Nebiler, Allah’ın kelimesi, kelimetullah veya kelamıdır” deyimleri anlam kazanır.

            “İnsanlar özellikle iki tiptir, biri inanan diğeri inkâr eden. Müşrik, inkâr eden, doğuştan dilsiz gibidir. Dilsiz insanın ‘konuşma yeteneğinin’ doğuştan olmaması gibi, inanmayan, şirk koşan da, istidadında, akıl ve idrakten yoksundur. İnanmayanın, akıl yürütme gücü ve idrak etme yeteneği eksiktir. Bu eksiklik ‘verilmemişlik’ anlamında değildir. İlahî adalet açısından herkese verilenler eşittir ama önem verilmez, üzerinde durulup çalışılmaz, aksi tercihler kökleşir, bu nedenlerle eksiklik oluşturulur. İman, kalbin emridir, nefsaniyetten kurtulamayan, kalbî değerlere erişemeyen, kalbini geliştiremeyen imana erişemez. İnsan, ilahî vücudun aracı, hazretinin, hazır veya var olanın vekilidir, vekâleten vardır. Haktan gayrisinin noksan olduğu ve imkânlarının kısıtlı olduğu anlaşılmalıdır. İnsanın kendisine gerekenler, amacına, kemaline uygun olanlar verilmiştir. Verilenlerle noksanını idrak edebilmeli ve nefsini bilerek Hakka sığınabilmelidir.” (16.76)(26.3)

            “Resule, Hakk’ın vücudu bağışlandıktan sonra, ‘Furkan aklı’ indirilmiştir. Diğer bir deyişle gayrinin olmadığı idrak edilince, tüm vücut Hakkın olur ve hakkın vücudunun nasıl oluştuğu da aşikâr olur. Kuran ilminin nasıl uygulandığı da indirilmiş olur. Her şeyin hakkını tahkik edene hakikat aşikâr olunca, fıtratının selameti için, kişi teslim olur ve itaat ederse, kemaline hidayet edilip terbiye edilir, bekası müjdelenir.” (16.89)

 

            Her hareket edenin, rengi ve kokusu olanın, sıfatı farklı olanın hakkında ‘nasıl oluyor’, ‘nasıl çalışıyor’ veya ‘bu özellikler nasıl ortaya çıkıyor’ gibi sorular sorulur. Cevap bulundukça her şeyin ardındaki ilim bilinmiş olur, ilim idrak edilmiş olur. İnsan da madde ve manasıyla veya beden ve ruhuyla çok karmaşıktır.

            İnsanın alt sistemlerinin nasıl çalıştığı bilinse de tüm sistemin nasıl işlediği bilinemeyebilir. Kitap yazımı ve basımında olduğu gibi noktalardan harflere, harflerden kelime ve cümlelere geçilse de bir sonuca varmak mümkün olamaz. Bir kişinin yaşamı sona ermedikçe her an halden hale geçiş sürdüğü için her insan dinamik kişiliğe sahiptir. Kesin ve belirli bir sonuç elde edilemez. Her kişinin bir ve tek veya ‘biricik’ olması nedeniyle bir başkası örnek de olamaz. Hastalığı ve sağlığı, fiilleri ve sıfatlarıyla, herkes bir diğerinden farklı bir bütündür. Ayrı ve ayrıcalıklı bir kitaptır, dinamik, canlı ve sürekli bir değişim içindedir. Birisinin diğerini bilmesi ve anlaması başka, insanın kendini anlaması başka şeydir. “Hayır ve şer Allah’tan ise fıtrat ve istidatların verilmişliği esas ise kaza ve kadere inanmak varsa ve elde irade yoksa benim ne günahım olabilir?” diyen kişiye söylenebilecek bir tek şey vardır ‘benim’ dediğin iradesiz kimdir?

            Doktorun hastasını, öğretmenin öğrencisini bilmesi ve anlaması beklenir. İnsanın kendini bilmesi ise kendisinden toplumca istenir. Kutsal mesajlar da insanın kendini bilip anlaması konusunda yardımcı olur. Bu mesajlara inanmak insanın kendi yararınadır. Halk edilenlerin nasıl halk edildiği, yaratılan canlıların nasıl yaratıldığı ve inşa edilen insanların nasıl inşa edildiği, kutsal kitaplarda örnekleriyle açıklanır. Her şeyin bir amaç için yaratıldığı ve bu amacın ne olduğu, hedefe nasıl ulaşılabileceği anlatılır.

            “Oku, düşün, tefekkür et, bilgi elde et, ilmi anla, tüm varlığı idrak et” kutsal mesajları akıllı ve aklını kullanan insanlar içindir. Akıl, kullanıldıkça gelişir, anlayış ve idraki artar.

            Her insan bir kitaptır, ayrı bir bütündür, farklı bir ismi, cismi ve resmi vardır. Evrende, altın ve elmas gibi, var olan her şeyden insanda da vardır. Kutsal mesajlar Âdem ile âlemin ikiz olduğunu bildirir. Birine bakarak diğeri anlaşılabilir. İkiz atom, elektron ve fotonların her özelliği âlem ve Âdem için de geçerlidir. İki galakside saptanan ikizler, örneğin elektronlar, birbirleriyle anında haberleşircesine ortak hareket ederler. Zaman ve mekân mefhumları yoktur. “Doğada ve evrende ele alınan her şey bir isim ile anılır ve bilinir. Farklı şeyler varlığın kesret halidir ve celal tecellileri olarak anılır. Kesretin vahdet olduğunun idraki büyük bir güç, kuvvet ve kudretin ortaya çıkışına, cemalinin görünmesine neden olabilir.” (13.12)

            Her insan, her kitap ve her şey kendine özgü fiil, sıfat ve kişilikle vardır ama hepsi birden bir ve tek bütün de oluştururlar. Celal tecellileri kesret görünür ama aslında kesretin de vahdet olduğunun idraki kaçınılmazdır. İnsanlar birer kitap ise de aynı kütüphanenin birer kitabı oldukları hemen anlaşılabilir. Kendini bilenin bir kitap olduğunu anlaması ve bir kütüphaneye ait olduğunu idrak etmesi gerekebilir. Bu kitabı da kendisinin yazdığı gerçeği ayrıca düşündürücüdür. Kitap yazımı için çok sayıda gerekli şeylerin ‘verilmiş’ olmasının idraki bireysel akışkanlığı durdurabilir ve dondurabilir. Yağmurun damlalar halinde yağması damlaların faaliyetleri değildir. Damlaların birleşerek göl veya derya oluşturabileceğini bilerek damlanın özelliklerinden deryanın tüm özelliği bilinemez. Damlada deryalık yoktur.

            Ancak inşa edilişinin kanıtı olarak insanın insanlığı gösterilebilir. Kâmil insanın kalbinde insanlığın ve âlemlerin tümü zerre kadar yer tutabilir. Allah, insanın gönlündedir!

            Umarım, biz de kendimizi arar, bulur, bilir ve Resulün kitabında yerimizi alabiliriz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Dönüş Yolculuğu

 

                Paraşütle atlayan insan görünse, ilk bakışta, paraşüt insanı taşıyor gibi görünür. Paraşüt ve insan ayrı parçalardır ama bir bütünün parçalarıdır. Havanın kaldırdığı düşünülür ama hava kaldırmaz. İnsan ve paraşütü, havayı yarmaya çalışan bir bütündür ve atmosfer ile bir sistem oluşturur. Havayı yarmaya çalışan paraşütlüye, hava veya atmosfer karşı koyar, direnir böylece havada karşılaşan kuvvetler dengede buluşur. İşin uzmanları böyle açıklar bu bilimsel gerçeği. Dengede buluşulunca, artık insan gittikçe artan hızda düşmez. Havada asılı kalma, yüzme, salınma, dolaşma, yol alma, yolculuk gibi deyimler daha anlamlıdır. Uzay-zaman birleşik alanında düşme yoktur. İnsan da düşmez Dünya da, yüzerler. Bu hareketin ardında bilgi, bilim ve fizik yasalarıyla, ilim vardır. Tamamen aynı şekilde, yağmur damlası, düşüp artan hızla yere çakılmaz, damla da havayı kolay yaramaz. İlgili kuvvetlerin bileşkesiyle ‘madde uzay zamanda yüzer’ gerçeği bilimseldir. Söz konusu kuvvetler ‘itim ve çekim’ kuvvetleridir. Her hareket eden şey, itim ve çekim kuvvetlerinin mevcut dengesini bozmaya çalıştığı için yeni bir denge oluşmak zorundadır. Yeryüzünü yaramadığımız için üzerinde dururuz. Her gerçeğin ardında bilgi, bilim ve ilim vardır. “İlk bakışta aklımıza gelenler” tamamen aklın bize oyunudur. Akıl biraz geride kalsa iyi olur.

                İlmin, bilimseli ve kutsalı birdir. “Suretler, ilmin aynidir. Göklerde ve yerde bir zerre miktar ilminden hariç olamaz” (6.59) “Her şey Rabbimin ilmi iledir. Rabbim ilim cihetinden her bir şey'i vâsidir, yönetir.” (6.80) “Ruh semasından ilim suyunu indirir, ilmî imanla iman edenler için büyük alâmetler vardır.” (6.99) “Evvelden geleceğe kadar, tüm mevcudatın vücudu, sana indirilen bir kitaptır. Yani, ilmi sana indirilen bir kitaptır.” (7.1,2)

                “İlim ile detaylandırdığımız, bir kitap getirilmiştir, yani, ilâhi ilmin gerektirdiği gibi, olgunlaşmaya yetkili ve el­verişli, el ve ayak gibi organlar, göz ve kulak gibi aletler ve duygulardan oluşan, ‘beden-i insan kitabı’ getirildi.” (7.52) “İnsanın akıl yürütme âleminde, ilim ve idrak nuru inşa edilmiştir.” (6.1) Her halk edilen şey, gösterişli ama etkisiz maddeden halk edilmiştir. (6.2) “Bilenler, Allah’ın bilgileriyle Allah’ı bilir, ancak çoğu bunu bilmez.” (6.37)

                İnsan beyni, vücudun yüzde 2 sidir ama enerjinin yüzde 25 ini harcar.  Beyin, düşünce üretir, etkendir, madde vücut uygular, edilgendir. Düşünce gücü, elektronik aletleri çalıştırır, düşünce enerjidir. Beyin hücreleri arasında oluşan elektrik akımı, çakan elektrik, açığa çıkan kuvvetlerdir. Titreşimler, titreşimin frekansları, itim-çekim güçleri ve kudreti hep enerjinin halleridir. Günlük yaşamda farkında olunmasa da “Ben” denilen ‘şey’ ilgili kuvvetler arası bir denge durumudur. Nörolojiye göre, ses ve renkler gibi, her şey sinir uçlarınca algılanır ve her şey tamamen bir algıdır, ayrı bir ‘benlik’, ‘sen, ben’ yoktur. Her hareket ise yeni bir denge durumudur. Hareketleri ve yeni denge durumlarını, akıl, kendine özgü ‘kıyas’ yöntemiyle anlar. Kalp, aklın yeri, yöntemi ve önemini iyi değerlendirmelidir. ‘Akıl ve mantık’ ile ‘duygusal algılar’ eğer kalpte gereğince değerlendirilirse, yaşamın ‘Hakk’a dönüş’ amacına ulaşılabilir. ‘Sen, ben’ yoksa var olan yalnızca ‘O’ olabilir.

                “İnsanın bu isyanı, cezaya inanmayıp, yalanlamasından gelir. Bu ise gururdan daha büyük kabahattir. İnsanın, beyninin, sağ ve solunda, akılcı ve duygusal, ilim ve sanat açılarından farklı, iki melek, yetenek vardır. Bunlar insanın tüm fiillerini, iş ve işlemlerini, düşüncelerini hıfz eyler, kaydeder, yazar. Bu şerefli, ikramı bol, cömert kâtipler işlerin nakışlandığı dünya ve sema âlemleridir. Bilgi kaybolmaz, vücut aslına, ilmine, dönüşüp yok olunca; bilgi, drape şeklinde çevresinde kalır. Kısaca günahlarınızın, yerde ve gökte, aleyhinize yazıldığını bilerek nasıl isyan etmeye cesaret ediyorsunuz?” (82.9,10)

                “Siz, Hakk’ın, ‘hıfz edicileri’ yani ‘ilim yüklenebilen’ kuvvetlerinden oluştunuz. Siz, bu güç ve kuvvetlerin cisimlenmiş, şekil ve suret kazanmış, cisimleşmiş halisiniz. Bedenlerinizden sıyrılıp çıkmanız, ‘soyunmanız’ halinde durum apaçık görünür. Suretlerinizin bir kısmı size sevap ve rahatlık veren ruhanî latif kuvvetlerdir. Bir kısmı ise size azap veren cismanî muzlim, zulmetli ve meçhul, suretlerdir. Cismani azalarınız, organlarınız, hal lisanı ile sizin yaptıklarınızı hatırlar ve işlediklerinizi söyler. Hafıza, semavi bir güçtür ve ruhun bedenden ayrılması halinde yapılanları ortaya koyar.”(6.61)

                ‘Bedenden soyunmak’, akıl ve mantık işi değil tamamen kalben yapılabilecek bir iştir. İnsanın belirli bir yüzü, vücudu veya sureti vardır ama insanı insan yapan esas olarak bilgisi, akıl etme gücü ve düşüncesidir. Akıl ile kontrol edilemeyen bilinçaltı ve kısmen kontrol edilebilen bilinç üstü ile insan hareket eder, yaşamını düzenler. Bilgi işleme kapasite ve kabiliyeti, tüm davranışları düzenler ve hareketleri yönlendirir. Gidildiği için düşünülmez, genellikle, düşünüldüğü için gidilir, yapılır, edilir. Böylece aslında ve esasında hükmedici gücün beyin, ruh ve kalp gücü olduğu anlaşılırsa, bedensel güç ve kuvvetin yeri ve önemi azalır. Kalktığı için düşünmez, düşündüğü için kalkar, gider insan. İnsan karar ve davranışlarının temelinde etken olan duygular nöroloji ve psikoloji gibi bilim dallarınca incelenir. Bu bilimler arası araştırmalara göre her şey ‘sen’, ‘ben’ denen kişide algılanır ama ‘sen’ veya ‘ben’ yok, algılar vardır. Bilgi alışverişi içinde olduğu çevresiyle bir bütün oluşturur ve insanın, ayrıca bir kişiliği, vücudu, zatı yoktur. Nöroloji, psikoloji ve psikiyatri gibi bilim dalları da kutsal mesajlar da aynı gerçeği dile getirir.

                Hıfz edici kuvvetler maddeleşir ama maddelerin birbirlerine karşı, kuvvetlerden ayrı, bir etkisi yoktur, olamaz.

                İnsan, “Özgür iradesi” varsa vardır. Özgürlük ise bedensel, düşünsel ve ruhsal gibi çeşitli nitelikleriyle tanımlanıp tartışılabilir. Kişi özgür olduğunu hisseder, özgürlük duygusal bir durumdur denebilir. İnsan, hür ve bağımsız bir kişi olarak, kendi aklı ile düşünüp karar verdiğine göre, özgürlük, akılcı bir düşünce de olabilir. Çağdaş ortamda akıl ve kalbin ne kadar özgür olabileceği bilimsel açıdan çok tartışılır. Aynı şekilde ruh, akıl, beden ve kalbin insana Allah tarafından nimet olarak verilmiş, donatılmış ve inşa edilmiş olduğu da kutsal mesajlarda yer alır. Her bütün, parçalardan oluştuğuna ve hiçbir parçanın bütüne karşı bağımsızlık ilan edemeyeceğine göre, bilimsel ve kutsal mesajların birlikte doğruluğu görülebilir. Özgürlük bir duygu da olsa bir düşünce de olsa vardır ve yaşanır. Bu yaşam, özgür olduğunu düşünenlerce yaşanır. Her kişi, eşitlik adına, aynı silahla donatılmıştır. Deryada damla, bedende hücre, evrende Dünya ne kadar özgür ise özgürlük düşüncesi de o kadar özgürcedir. ‘Bence’ gidiş ve ‘Hakça’ dönüş herkesin hakkıdır.

                Her kişinin, ‘özgür olduğunu düşünme özgürlüğü’ vardır. Önce bu duygu veya düşüncenin kaynağının ne olduğu bilinmeden kullanılır. Bilmeden, kullanım adına savaşılır. Mücadele özgürler arasında geçer. Biz ne yapıyoruz demeye başlayınca öğrenim süreci başlar. Bir damla, yağmurun mu yoksa deryanın mı bir damlası olduğunu bilemez ama insan, evrenin kendisiyle ikiz, hatta bilinciyle evrenden üstün, olduğunu idrak edebilir.

                Umarım, biz de bilinmek isteyeni bilme sürecinde olduğumuzu idrak edebiliriz.

 

Oruçla Yükselme

                İbadetler bedensel ve ruhsal olmak üzere ikiye ayrılır. Ayrıca, her ibadetin bir hikmeti vardır. Bir kişi için iyi olan çevresi hatta evren için de iyi olabilir. Kişi huzurda ve huzurlu ise çevresi de huzurludur. Her şeyin ardında, kendine özgü bir özellik ve ilim vardır. Âlem ile Âdem ikizdir, insanda ne varsa âlemde de vardır hatta aralarındaki sürekli etkileşim anlıktır. Ruh, ilim ve beden, madde ve mana, enerji ve kütle birbirine dönüşebilir, hepsinin ardında ilim ve malum, bir ve tek bilinç vardır. Bilim insanlarına göre “Kozmik Bilinç” vardır. İnsan bilincinin büyüğüne sanki “Kozmik”, küçüğüne “Hücre içi bilinç” denir. Hayat ve hayatın olmaması hali mevt de ortaya konan belirli bir ‘yönetim kudretidir’, bilinçli olarak yaratılmıştır. Kutsal mesajlar, bilimsel buluşlarla kanıtlanır. Örneğin, kütlenin oluşumunu açıklayan Higgs Bozonu bulunduğu için, kutsal mesajlardaki “Madde-i Heyula, hayalî görkemli madde” kavramı daha iyi anlaşılabilir. Çünkü bilimsel tanım olarak “Nasıl oluyor bilinmiyor ama ‘itim ve çekim kuvvetleri’ bu bozon içinde toplanır, pıhtılaşıp, kütle kazanarak maddeleşir” denir. Kütle de zaten enerjidir, birbirine dönüşür.

                Japon Yoshinori Ohsumi, (a Japanese cell biologist, has won the 2016 Nobel Prize for physiology or medicine) “Otofagosam” adı verilen, hücre içinde oluşup dolaşan ve ihtiyaç duyulmayan hücre parçalarını, kullanılabilecek alt parçalara ayıran, küresel bir bölüm keşfetti. Ohsumi, bu keşfiyle, 2016 yılında, fizyoloji veya tıp dalında, Nobel Ödülü kazandı. Bu sürecin, hücre içinde bir yenileşme süreci olduğu belirlendi. Hücreler, aç kaldıkları yani insan açlık hissi duyduğunda hücreler bunu algılar, içlerindeki bazı parçalarını yer. Bu sürece, “Kendini Yeme” anlamına gelen “Otofaji” denir. Açlığa ve enfeksiyon kapmalarına karşı uyum sağlama konusunda otofajinin önemi büyüktür.

                Kendini yiyerek yenilenme’ süreci, hücrenin zor zamanlarda hayatta kalmasını sağlar. Otofaji, işgalci virüs ve bakterileri yakalayıp parçalayarak, vücudun iltihap kapmasına karşı savunmasında temel görev üstlenir. Otofaji sürecini yürüten, hücrenin içinde, “Otofagosam” adı verilen bölümdür. Hücrenin içinde, küresel balon şeklinde oluşup dolaşan bu bölüm, parçalanacakları toplar ve onları protein, şeker ve lipitlere dönüştürür.

                 Hücreler, açlık hissinin algılayarak, otofaji sürecini hızlandırır. Otofaji, önemli fizyolojik fonksiyonları kontrol edip, hücre içinde alt parçalara bölünmesi ve yeniden devreye sokulması gereken parçaları, hücrenin yeniden kullanımına sunar. Böylece, hücre, içindeki daha önemli bölümlere gereken yapı taşlarını ve enerjiyi sağlayacak yakıtı süratle üretir.  Otofaji, bir hücrenin içinde iltihaba neden olan bakteri ve virüsleri de parçalayarak ortadan kaldırır. Embriyoların gelişimine ve hücrenin değişimine katkı sağlar. Ayrıca, otofaji, hasar gören ve görevini tamamlayan proteinleri ortadan kaldırarak, yaşlanmanın olumsuz sonuçlarına karşı, kalite kontrol mekanizması olarak da çalışır. Hücreler, otofajiyi, öz yenilenme süreci, bir çeşit yenileştirme merkezleri olarak, devreye sokar. Bilinç, çevreyi fark etme, algılama ve tanıma yetisidir. Bu önemli işlevler bilinçli bir iradeyle yapılır. Hücre içinde yabancı bir bakteriyi, virüsü yakalayıp parçalamak bilinçli bir karardır. Yabancı olup olmadığının belirlenmesi ve bir protein veya organelin hasarlı olup olmadığının saptanması hücre içi bilinçli bir karardır. ‘İkinci beyin’ olarak da adlandırılan bağırsaklardaki bakteri ve virüslerin fonksiyonlarına benzer şekilde, her hücre içinde önemli işlevi olan çeşitli süreçler vardır. Bu alt sistemlerde de bir çeşit bilinçli karar mekanizmaları vardır. Her şeyin varlığının bir hikmeti, her oluşumun bir amacının olduğu apaçıktır. Bu süreçler, ‘canlılığın yaratılış bilincinin’ içinde yer alan alt sistemler olarak değerlendirilebilir. İlk hücre ve bu hücrenin maddeye hükmeden DNA’sı da bir bilinçle yaratılmıştır denebilir.

                ‘Siyam’, yani ‘oruç’ da yırtıcı kuvvetin tecavüz ve tasallutunu izale için farz olunan kanunlardan diğer bir kanundur. (2.180) Hz. Musa’ya kırk gün oruç tut dedik. Bedensel ve ruhsal sağlığına kavuşunca “Rabbim bana görün, sana nazar edeyim” dedi. “Ya Musa sen vücudun dağına nazar et” dedik. Musa, vücudunu büsbütün mütelaşi, telaş içinde, gördü ve fena buldu, fani oldu ve “Ey Rabbim hadislerin gözleriyle idrak olunmuş ve gayrına görünmüş olmaktan seni tenzih ederim” dedi. (7.143) Hz. Meryem’e “Kutsal ruha ulaşınca, yeme ve içmeden mahrum kalarak, aç ve susuz olarak, hakiki hayat ile tazelen” dedik. (19.25) Açlık hissi, nefsanî, bedenî ve ruhanî sağlık için iyi, doğru ve yararlıdır. Hz. Ali ve Ehli Beyt Resulün arka arkaya üç gün yemeyip, yemeklerini fakirlere verdiğini söyler. Mana âlemindeki diğer bir manası da nefsinden kesip kalbin beslenmesiyle sağlıklı olmak övülür. (76.8) Alçak gönüllülük kibri, tevazu böbürlenmeyi, oruç dünya şehvetini, merhamet gazabı yener, giderir. (105.3)

                Atomların çekirdeklerinde bulunan protonların iç basınçlarının, Büyük Okyanusun en derin yeri olan Maryana Çukurundaki basıncın trilyonlarca katından daha fazla olduğu belirlenmiştir. Bu nedenle protonları oluşturan ‘Quarkları’ birbirinden ayırmak mümkün değildir. Kuarklar güçlü itim-çekim kuvvetleridir. DNA molekülünün 25.000 civarında olan genlerden oluştuğu bilinir. DNA da hücrenin çekirdeğinde bulunur. Hücre, kendi başına çevresinden oksijen, yakıt veya enerji alan, aldıklarını içinde işleyen veya yakan, bölünerek kendini oluşturan, artık ve atıkları toplayıp atan gibi alt sistemleri, organelleri, organcıkları, bulunan, bir açık sistemdir. Çevresinden girdi alıp işler ve çevresine belirli çıktılar verir. Çevresini etkiler ve çevresinden aldıkları sinyallerle etkilenir, etkileşim içinde yaşayan canlı bir organizmadır. Hayatı ve hayatını sürdürmek için gayretleri olan bilinçli bir yapısı vardır.

                Rastgele hareketlerle yaşam sürdürülemez. Hücre bilinçlerinin, amacına uygun bir bilinçle, birleşmesiyle oluşan insan bilinci de kozmik bilinç ile etkileşim içindedir. İnsan, çevresinden aldığı veya algıladığı sinyallere, ikiz olma özelliğine uygun olarak, anında tepki verir ve etkileşime girer. Kısaca bilimsel ve dinsel mesajlarda ‘tesadüf yoktur’, bilinç vardır denir.

                Kutsal mesajlar ile bilimsel bulguların birleştirilmesi, Atamızın “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” sözü ile de mümkündür. İlk peygamberler aracılığı ile ilk toplumlara da oruç tutmak farz kılınmıştır. Açlık hissinin, hücrenin, bedenin ve vücudun tamamının yenilenmesi üzerindeki etkisi son araştırmalarca saptanmış oldu. Daha önceki Temessül ve Tecessüd makalesinde ‘peryot’ geni incelenmişti. Hücre içinde bilinçli işlevlerin olması akılcıdır. Oruç tutarak, nefsini kontrol edene, hücrelerdeki yenilenme süreci sonucunda daha sağlıklı bir bünyenin verilmesi, onun kalbî duygulara daha fazla zaman ayırmasını sağlar. Kalbin güçlenmesiyle de ruhsal ve ulvî duygulara geçilmesi beklenir. Yaratıcının huzurunda ve huzur içinde oluş duygularıyla, verilmiş akıl, fikir, bilgi ve ilim yeteneklerinin kıymeti daha iyi bilinebilir. ‘İnsanın içi ve dışının bilinçle dolu oluşu bilinci’ mükemmel bir duygudur. Akıl, fikir, bilgi, bilim ve ilimden maluma, bilince geçiş insanı nihai amacına ulaştırabilir. Ancak küllî ilmin malum olan bilinci ile maddesel olanların halk edilmesi, canlı olanların yaratılması ve insanın inşa ediliş süreci anlam kazanabilir.

                Umarım, biz de oruç tutarak uruc etmeyi fehmeder, idrak eder, bilincine varabiliriz.

 

 

İndirmeden Yücelmek

            Kapsamlı bir ‘şeyi’ anlatmak için küçültmek gerekebilir. Örneğin foton için ‘göze gelen enerji damlasıdır’ denip geçilebilir. Oysa bilimsel olarak bilinir ki fotonun yayılımı küreseldir ve frekanslarının bir ucu evrenin fiziksel büyüklüğü kadardır. Foton, önce pinpon, sonra tenis, sonra futbol topu gibi bir merkezden, küresel olarak, ışık hızında, genişleyip yayılır. Görünür ışığın bu yayılımı aslında dalga fonksiyonu halindedir ama göze bir parçacık olarak etki edip görme sağlar. En küçük enerji birimi ‘kuanta’lardan oluşan ışığın hakkında bilinecek çok önemli bilgiler vardır ama az bilgiyle de tanımlanabilir. Kısaca, nur, parlaklık, aydınlıktır. Her şey bu parçacıklardan oluşur. Foton da bilgisinin deposudur ve ardında ilim vardır. Anlatılmak istenen kavram ‘bilinç’ ise foton örnek olarak da ele alınabilir. “Önemli olan maddedir, mana maddenin bir üretimidir” yanılgısına düşülmezse, her parçacığın bir bilinçle halk edildiğine rahatça inanılır. Bilim insanları bizi evrene götürmek istediğinde evreni bize indirgeyip anlatır. Aynı kapsamda, Allah ehli, Allah’ı “Allah yerin, göğün nurudur” ayetiyle anlatır. Bu ayetten ‘bilince’ tırmanıp çıkmayı yalnız insan başarabilir. İnsan, indirilenlerle yetinmeyip, bilgilere tutunup, yücelmeyi bilmelidir.

            Yumurtayı çevresinden ayıran kabuğudur. İçindekinin evrenle bütünleşmesi için kabuğun içten çıtlatılması gerekir. Duyu ve algılarıyla sınırlı, kayıtlı olan insan, benliğinden vazgeçerse çevresiyle bütünleşebilir. Einstein “Olabileceğimi olabilmek için ne olduğumdan vazgeçmeliyim” demiştir. Her insanın bir bilinci vardır ama bilincin genel ve geniş kapsamlı olduğu da bilinir, örneğin, insanlık bilincinden söz edilebilir. Bilinç hayata kuvvet verendir, hayatı oluşturan kuvvetlerin kaynağıdır. Öz benlik bilinciyle var oluruz ama benliğin özünden, özümüze dönerek, kabuğumuzu çatlatıp, bilince ulaşmayı deneyebiliriz. Bilinç, anlaşılabilmesi için, önce indirgense de sonunda bilince yüceliş mümkün olabilmelidir.

            Eşyanın mahiyeti, özü, aslı ve esası, görünen maddenin hakikati, Hakkın gölgesidir. Nasıl ki gölge; güneşin, aydınlığın, nurun varlığına delildir; madde de izafî vücut, enerjiye nispetle, kıyasla hakkın varlığına delildir. Bilinmelidir ki eşyanın mahiyeti ve görünenin hakikati, hakkın gölgesi ve mutlak vücudun sıfatının işaretidir, kanıtının ortaya çıkışıdır. Kütlenin, görünen enerji olan ışığın hakikati, hakkın gölgesidir. İzdiham eden kuvvetler gölgeleşip cisimleşir. Kütlenin hakikati bilinirse, kütlenin görünen ışık enerjisi olduğu idrak edilir. İzafi vücut, Mutlak vücudun ortaya çıkmış, görünür, aşikâr olmuş sıfatıdır. Her cisim ışır, ışık saçar, ışınım halindedir, hakikatini görünür kılar, enerji yayarak yanar. (25.45)

            Sonra gölgeyi ifna ederek, ortadan kaldırarak, elde tutabiliriz. Her an, mevcut olan herhangi bir şeyin fena bulması, evveline, oluşuna nispetle kolaydır. Ele alınan her şey, her an, başka bir mazharda zahir olur. Var olanın fena bulmasının, onu ortadan kaldırmak olmadığına, o şeyin suret ve hakikatine, ezelde ve ebeden kaydeden akıl şahitlik eder. Akıl Hakkın elidir. Tutuş ve ifna, o şeyin değişime uğramasıdır, tamamen yok olması değildir. Yok, ifna, ediş mevcut olanın bir önceki halini, hakkın eli veya pençesinden ibaret bulunan, akılda bulundurmaktan men etmek ve yeni haliyle kaydetmektir. (25.46) İnsan, ancak, varlığına inandığı iradesiyle, maddeden arınıp soyunup, amacına ulaşır, Hakka kavuşabilir.

            Nefsin zulmet gecesi insanlara libas, elbise kılınmıştır. Bu zulmet, sizi istila ederek, Hakkın zat, sıfat ve gölgesinin müşahedesinde, sizi setir eder, örter. Siz hakkın zat, sıfat ve gölgesini müşahede ediyorum diyerek meşgul olur, var olduğunuzu zanneder, düşünür durursunuz. Sizi, hayat ve dünya da, böylece, gaflet uykusunda uyutur.   Hadisi şerif: “Bütün insanlar uykudadırlar, ölünce intibah ederler, pişerler, uyanırlar.” Uykudayken “Daimi hakiki hayattan” gafil kalırsınız. Kalpleriniz ruh nuruyla hayat bulunca, his uykusundan sonra, kutsal âlem fezasında intişar eder, güneş gibi yanıp, foton gibi yayılıp, dağılıp, yanarak yaşarsınız. (25.47)

            Allah, öyle bir zattır ki ihya edici ve diriltici olarak, sıfat tecellisi ile şişirici, nefhaat-i Rabbaniye rüzgârlarını gönderir. Belirli bir bilimsel özellik kazanarak var olan bir zerre, aniden şişerek varlık oluşturur. Örneğin, artı elektrik yükü ve müthiş çekim gücü olan bir kuark yokluğun içinden çıkıp var olabilir ve aniden şişerek bir vücut, proton gibi bir varlık, ortaya çıkarabilir. Çünkü yokluk tamamen boş ve boşluk değil, ortaya vücut olarak çıkacak hakikati içerir. Bilemezlik olan cehalet ile ölü olan kalbi, bilerek diriltmek, bilgi ile canlandırmak, üzere pak, temiz ilim suyu ruh semasından indirildi.

            İlk önce ilim ile dirilmeyen, henüz bilemeyen, kalbin, ne varlığından ne de diriliğinden söz edilebilir. İndirilen ilim, hem nefsin inşa edici kuvvetlerini oluşturan uygulamalı bilgileri, hem de ruhani kuvvetleri oluşturan nazari bilgileri içerir. Kısaca ilim ya teorik ya da pratik olarak hayata geçer. Uygulamaya dönük bilgiler bayındırlık ve inşaat işleriyle ilgili özelliklere sahiptir. Örneğin ilim, zerrelere artı veya eksi elektrik yüklü özellikler olarak iner. Bu tip özellikleri içeren bilgilerle oluşan kuvvetlerin, belirli, önceden belirlenmiş, saptanmış güçleri vardır. Güçlü kuvvetlerin belirli alanlarda toplanmasıyla etkileşim oluşur ve enerji maddeye dönüşür. Bu madde ile evren ve doğa halk edilir, canlılık yaratılır, insan inşa edilir. Nefsanî kuvvetler bunlardır, nefis bunları kullanır, yaşamı düzenler. Ruhani kuvvetleri oluşturan nazari, teorik, kuramsal bilgiler ise oluşumlara, yaşama anlam kazandırır. İnsan, ilmi idrak ederek eşyayı, eşyanın hakikatini, kuvvetleri ve güçlerini, özelliklerini bilerek, idrak ederek, yeniden dirilir, ilmin kaynağına ulaşır. Ruhani güçler âlemine, sizi maddeden arındıran, temizleyip dirilten pak ilim suyunu indirdik. (25.48, 49) Hakkın zatı, bu âlemde ruh, canlılık, beden ve içlerinde ve aralarında bulunan kuvvetlerle örtünmüştür. (25.59) Akıl ve fikir yürütmede kimsenin kontrol, kuvvet ve kudreti yoktur. Fikirlerin uçuşması herhangi bir maddeye bağlı değildir, eşya ile ilgili olsa da fikirler eşyaya dayanmaz. (16.79) Gayrinin olmadığı idrak edilince, tüm vücut Hakkın olur ve Hakkın vücudunun nasıl oluştuğu da aşikâr olur. (16.89)

                En son yapılan bilimsel analiz ve sentezler “Gözlem yapan ile gözlenenin birbirinden ayrılması mümkün değildir” sonucuna varmaktadır. Tevhit ilmi de seyri suluk ile Allah’ın ilmini insana indirip insanı bilinçlendirerek yüceltmeyi amaçlar.

                Umarım, biz de, gaflet uykusundan uyanıp intibah eder, pişer; ruhun nuru, ilmin idrakiyle de intişar eder, Güneş gibi yanar, aydınlatırız.

 

         İnsan Zannetme!

 

Çok şeyler beklenir, ‘insan’dan,

Verilenler farklıdır ‘hayvan’dan,

Ayrık gibi görünse de ‘aslı’ndan,

Mevcut, kopmaz ‘Vücudu’ndan.

 

Âlemde olanlar, ikizi Âdemdedir,

Oluşum, ilk cevhere, nazar iledir,

Cevher de ‘hayâ’dan taşar yayılır,

Yarı ateş, yarı su ‘oluş’ halindedir.

 

Etkileşen ‘kuvvet’ler, bulunur da,

Bilim açıklayamaz nasıl olduğunu,

Maddenin, ‘boş’u doldurduğunu,

Yoklukta, ‘ani şişerek’ oluştuğunu.

 

Allah’a isyan etmek kolay, izniyle!

Verilenlerin üstüne konan bilgiyle,

İyi insan olmak için gerekmezmiş

‘Din ile iman’, bu akıl ve bilinciyle?

 

Herkesi insan zannetmek yanıltır,

Suretten insanlık ummak yanlıştır,

Yanılma hayatın kaynağı kutsaldır,

Bitki, hayvan da kutsal 'Varlık'tır!

 

Ete kemiğe bürünen, Yunus değil,

Zan edilen şey asla, hakikat değil,

Doğa, Evren, Güneş, Dünya dâhil,

İnsan zannedilen, Varlığa da eğil!

 

Görünen, Görenin görüntüsüdür,

Muhteşem, halden hale bürünür,

O büyüktür, ben diye de görünür,

Necdet’e düşen zevk ve şükürdür!          18.6.2018

Hakikatin Gölgesi

            “İnsanlık hali” deyip geçilir, halden hale geçiş bazen küçümsenir, bazen yüce duygular içine girilir. Karşılıklı etkileşimin sürekliliği nedeniyle, bedensel ve ruhsal hal değişimlerini birlikte ele almak uygun olur.  Eşyanın aslı ve esası da ilminin aynı olduğuna ve birinin diğerine göre farklı bir ismi, resmi ve cismi olamayacağına göre beden ve ruh aynı olanın farklı görünümüdür. Birisi latif diğeri kesif hal, görünümdür. İkisinin arasına hayvanî nefis canlılığı yerleştirilmiştir. Canlılık söz konusu olunca, belirli bir amaca dönük, makul ve mantıklı hareketler dizisi zorunludur. Bu durum akıl gerektirir. Akıl, izafî düşünür, kıyas eder, her şeyi ayrı ele alır inceler, analiz eder, sentezleri bile çok farklıdır, gölge devreye girer.

            Canlılık, us, akıl gerektiren hareketler dizisi, ilmin uygulanmasıdır. Madde, örneğin taş, bir düşünce üretmedikçe aksini düşünmek makul olur. Yani, “Özelliği, bir bilgisi veya ilmi olan hıfz edici kuvvetler birleşip, bir araya gelip toplanarak kütle oluşturur” demek akılcıdır. Eksi ve artı elektrik yüklü kutuplar ile kuzey ve güney kutuplu manyetik kuvvetlerin etkileşimleri, eletromanyetik kuvvetlerle birlikte, belirli alanlarda izdiham edip, toplanıp kütle oluştururlar. Bilimsel açıdan, “Nasıl oluyor bilinmiyor ama kuvvetler, bozonlar içinde toplanarak gölge oluşturup pıhtılaşır ve kütle oluşturur” ve madde oluşur. Bir hadis der ki: “Yüce Allah en evvel bir cevher (enerji) halk etti, cevhere celali ile nazar edince, cevher hayâsından eriyerek, taşıp yayılarak, kısmen su ve kısmen de ateş oldu.”

            Cevher de hayâsından, saygı veya edebinden, potansiyelinde olan taşıp yayılma özelliğinden, su ve ateşe dönüşmüştür.  Arştan, ilmin yüklenmesi, indirilmesiyle cevherin su ve ateşe dönüşümüne dikkat çekilmektedir. Bu durum Büyük Patlamada veya Güneşte ilk oluşan ‘maddenin plazma halini’ anımsatır.

            “Her şey, o şeye özgü bir nazar olduğu için vardır. Herkes kendisine özgü bir nazar olduğu için vardır, bunun idrakinde olanlar bu sırrın başkası için olmadığını bilirler.” (42.38) Bilimin ulaştığı son güncel bulgu “Gözlem yapan ile gözlenen birbirinden ayrılamaz.” Enerjinin dalga fonksiyonunun ancak insan gözlemi altında çöküp parçacık özelliği göstermesi ilginçtir. Ele alınan bu bilgiler ışığında, ‘bilgi’ler ve özelliklerin maddeyi ve insana verilen akıl, fikir ve düşünme yeteneklerinin de “Bilinç” oluşturduğu açıktır. İnsanın bilinçli gözleminin, enerjinin dalga açılımını parçacık haline dönüştürdüğü gerçektir. İnsana bahşedilen bilinçli nazar, gözlemleme ve basiretin varoluşa büyük katkıda bulunduğu böylece kanıtlanmaktadır.

            “Yokluk, gizlenip sırlanarak, sır tutarak, izafî vücut bariz, apaçık olmuştur. Yokluk boşluk değildir, yoklukta eşyanın ilmi vardır, ilim ışık olarak görünür hale geçer. Nur, hariçte zahir olan vücuttan ibarettir. Eşya ve görünen vücutlar, ezeldeki ilimlerinin açığa çıkmış halidir. Her mevcut bir ilimle görünür; mevcut, ilmin, bilginin görünür halidir. Her şey hak ile zahir olmuş, görünmüştür. İlmin görünür haline ‘gölgenin uzatılması’ denir. Yokluk, her şeyin batındaki vücut hakikatinin sabit bulunduğu ‘levhi mahfuzdur’, ‘sırf yokluk’ değildir.

            Hakkın batındaki ilim hazinesinde vücudu olmayan bir şey asla zahire çıkamaz ve vücut bulamaz. Her şeyin bilgisini içeren yokluk, sır tutarak, önce enerjiye ve ışığa sonra eşyaya dönüşür, görünür hale gelir. Eşyanın aslı ve esası, görünen maddenin hakikati, Hakk’ın, yokluk aynasındaki, görüntüsü, gölgesidir.” (25.45)

             “Gölge, güneşin varlığına, madde de Hakk’ın varlığına delildir. Bilinmelidir ki eşyanın mahiyeti ve görünenin hakikati, Hakk’ın gölgesi ve Mutlak Vücudun sıfatının işaretidir. Mevcutlar, nur ile hariçte zahir olur görünür. Mevcudat, ezeldeki ilmin izhar edilmiş halidir Kütlenin, görünen enerji olan ışığın, maddenin hakikati, Hakk’ın ilmi, görüntüsü, gölgesidir. Kütlenin hakikati bilinirse, kütlenin, görünen ışık enerjisi olduğu ve Hakk’ın ilmi idrak edilir. Mutlak vücudun ortaya çıkmış, görünür olmuş sıfatıdır. Her cisim ışır, ışık saçar, ışınım halindedir, hakikatini görünür kılar, enerji yayar. Sonra ‘akıl güneşini’ Vücut gölgesine delil kıldık. Akıl delili, gölgenin hakikatinin Vücut’tan farklı bir şey olduğunu doğrular, kanıtlar. Akıl güneşi delalet etmezse, gölgenin vücudu ile hakikati arasında ayrılık olmazsa, mevcut kendiliğinden var olmuş olur, Vücut, mevcut olur. Başka bir ‘şey’ mevcut olamaz. Mevcudun, ilminden ayrı ve gayrı bir ismi, cismi ve resmi olamaz ama farklılığa yalnız akıl şahitlik eder.” (25.45)

            “Ve biz, akıl semasını, üstlerinde (atmosfer gibi) yükselterek, ceset arzını, tagayyür, başkalaşma ve sehven, yanlışlıkla, kasıtsız olarak olabilecek hasar ve hatadan mahfuz kıldık, koruduk. Akıl seması, her türlü hayal, tasavvur, duygu ve düşünceleri kapsayacak ve birbirine bağlayacak şekilde yer alır.

            Her birisi makul ve mantıklı olabilmek üzere akla dayanır. Akılda boşluk bulunmaz, kırılmaz ve bükülmez, herkes aklını bir kere oluşturunca aklını terk edemez. Bütün bunları anlayamayanlar için akıl seması, mana göklerini yani uzayını, delil ve şahitlerinden, maddi veya bedensel kanıtlarından, uzaklaştırıcıdır. Allah-u Teâlâ Hazretleri, nefis gecesini ve ruh güneşinin nuru olan akıl gündüzünü ve gece ile gündüzü içine alan kalbi halk eden ve izhar eyleyen, açığa çıkaran, zattır. Bunların her biri, ulvi bir karargâh veya makamda ve ruhaniyet semasının bir mertebesinde Allah'a seyir ederler.” (21.30-33)

            Enerji görülemez, etkisiyle bilinir. Görülemeyen bilinebilir; algılanabilir olan ilim, enerjiye dönüşünce EMR, elektromanyetik radyasyon, yayılımı ışık hızında hareket oluşturur. Hareketi algılama yeteneği de insan bilincindedir. Bilinç, akıl ve akıl semasında oluşur, aklın hızı, zaman ve mekân sınırı tanımaz. Gölge, oluşturulur, düşürülür, ses duvarını aşan uçağın oluşturduğu perde misali, hareket perde oluşturabilir. Siz hala “Hak değil perde görüyorsanız, perdenin yanlış tarafındasınız!” denebilir. Perdeyi kaldırmak için nefis gecesinden, akıl gündüzüne, oradan da kalbe geçilebilir. Kalbin içinde gölge olmaz, bilinçli hal içinde, akıl semasında olmaz. Düşünce âleminin içinde, iç âlemimizde gölge olmaz, dış âlemde olur. İç âlemde ‘ben’ yok, gölge yok, dışta ikisi de vardır. Gölge benim vücudumun hakikati, belki de ‘ben’! İnsanın akıl semasında, kuşku olmaksızın, her düşünce makul ve mantıklı olmalıdır.

            Umarım biz de, “Hakikatimiz, Hakk’ın gölgesidir” gerçeğini idrak edebiliriz!

Akıl Seması

           

            Akıl her şeyi düşünür, akıl erdirir, anlar, bilgileri hafızada depolar sonra çıkarır tekrar kullanıp yeni bilgiler elde eder. Başka kişi ve şeyleri düşünmekten kendine zaman ayıramaz, sanki kendini düşünmeye vakti yoktur. Akıl, beyin hücrelerinin birbirlerine gönderdiği sinyallerin toplamı mıdır? Sinyallerin bir kısmının oluşturduğu mu, yoksa akıl, sinyalleri oluşturan mıdır? Nasıl oluyor da yazılım kadar yumuşak ama donanım kadar sert ve kırıcı olabiliyor? İnsan kendi aklını bile neden kolayca değiştiremiyor? Aklımızı doğada mı bulduk, biz mi geliştirdik yoksa bize verilmiş bir nimet midir? “Esas olan maddedir ve bilinç maddeden mi kaynaklanır?” yoksa “Esas olan bilinçtir ve madde bilincin cesetleşmiş hali midir?” Evrende her şey ‘gerçek’ halini alır, gerçekleşir yalnız ve sadece, insan gözlem yaparsa. Daha da çarpıcı olan ‘şimdi’ yapılan ölçüm, fotonun ‘geçmişini’, izlediği yolu, tayin eder, değiştirir. Bunlar nasıl oluyor da aklın marifetleri oluyor? İnsan, beyin sinyallerinden aşk ve sevgi gibi duyguların üretimine ancak beyin, akıl ve bilinci iyi anlarsa geçebilir.

                “Hak'tan mahcup olanlar görmez mi, yer ve gökler, heyula iken, görkemli bir hayal ve cismanî bir madde iken, yapışık idiler? Biz bu iki suretin, ayrışarak, oluşumlarının aşikâr tebayünü ile uyumlu farklılaşma ile yer ve gökleri ayırdık. Ervah, canlılık, mana gökleri ve uzayı ile beden ve ceset arzı, bir nutfe suretinde bitişik idi. Biz, arz ve ervahın tebâyünü, uyumlu farklılıklarının kendiliğinden ortaya çıkışı ile her ikisini birbirinden ayırdık”, cenin ve Büyük Patlamada olduğu gibi. “Yani biz, nutfeden her hayvanı halk ve izhar eyledik. Ve ceset arzının, yok olmayıp kaim ve müstakil olması için, ceset arzında kemik dağlarını, sinir ve kas sistemleri, damarları gibi özellikli yollarını, oluşturduk.” (21.30-33)

 

 

            “Bunlar sebebiyle Allah'ın ayetleri ve sıfatlarına hidayet bularak, Hakk'ı arif olmaları için, ceset arzında duygu ve düşünce mecralarını; havas tarikleri, arzu, heves ve isteklerine uygun yolları, var ettik. Ve biz, akıl semasını, üstlerinde atmosfer gibi yükselterek, ceset arzını, tagayyür etmek, başkalaşmak, mükemmel olmak için tazelenmek, yenilenmek, üzere ve sehven, yanlışlıkla, kasıtsız olarak, olabilecek hasar ve hatadan mahfuz kıldık, koruduk. Akıl seması, her türlü hayal, tasavvur, duygu ve düşünceleri kapsayacak ve birbirine bağlayacak şekilde yer alır. Her birisi makul ve mantıklı olarak akla dayanır. Akılda boşluk bulunmaz, kırılmaz ve bükülmez, herkes aklını bir kere oluşturunca aklını terk edemez. Bütün bunları anlayamayanlar için akıl seması, mana göklerini yani uzayını, delil ve şahitlerinden, maddi veya bedensel kanıtlarından, uzaklaştırıcıdır. Allah-u Teâlâ Hazretleri, nefis gecesini ve ruh güneşinin nuru olan akıl gündüzünü ve gece ile gündüzü içine alan kalbi halk eden ve izhar eyleyen, açığa çıkaran, zattır. Bunların her biri, ulvi bir karargâh veya makamda ve ruhaniyet semasının bir mertebesinde Allah'a seyir eder.” (21.30-33)

 

            Ayetin açıkladığı gibi yer ve gök önce bitişik iken sonradan ‘uyumlu farklılaşıp kendiliğinden ortaya çıkış’ ile yer ve gök ayrılmıştır. ‘Uyumlu farklılaşma’ kavramı en iyi gök kuşağında görülebilir. Renkler, en kısa dalga boyundan en uzun dalga boyuna kadar kesiksiz, boşluksuz, atlamasız bir şekilde fotonun her dalga boyunda hareketiyle oluşur. Fotonun bir ucu gözde iken, uzun dalganın boyu evrenin fiziksel büyüklüğü kadardır. Dalga halinde radyasyon, ışınım, bir noktadan küresel bir şekilde açılımdır. Bu açılım uyumlu farklılaşmayla kendiliğinden ortaya çıkışın örneğidir.

 

            Bu açılım için ne bir itme ne de bir çekme kuvveti söz konusudur, tamamen kendiliğinden, özelliğinden dolayıdır. Özellik ise içinde yüklü bulunan bir ilmin olduğunu gösterir. Işınım, bir ilmin açılımıdır denebilir. Işığın veya fotonun açılıp yayılımında, en kısadan en uzununa kadar, dalga boyları arasında bir boşluğun olmadığı açıktır. Dalga fonksiyonunda bir çatlak, yırtık veya boşluk olmadığı gibi beynin sinyalleri arasında da olamaz. Beyin sinyalleri aklı oluşturur. Beden arzımızın, dünyamızın, etrafında bir nevi ‘akıl seması’ oluşur. Akıl için de ‘uyumlu farklılaşmayla kendiliğinden oluşma’ kavramı söz konusu olabilir. Dünyanın atmosferinin, uzayın derinliklerinden gelen yıkıcı ışınımlara karşı koruma sağladığı bilimsel bulgularla kanıtlanmıştır. Aynı şekilde insan da kendi dışından gelen yıkıcı etkilere karşı akıl ile korunmuştur. “Akılda boşluk bulunmaz, kırılmaz ve bükülmez, herkes aklını bir kere oluşturunca aklını terk edemez” gerçeği de yadsınamaz. Beynin belirli dalga boyundaki sinyallerinden oluşan bir akıl, diğer dalga boylarından oluşan aklın yeteneklerine sahip olamaz. ‘Gözle görülebilir ışık’ çok sınırlı, belirli dalga boylarındaki ışıktır. Mor ve kırmızı ötesi ışınları göz göremez. Herkesin aklının da belirli sınırları olabilir.

 

            “Ruh seması, duhan, duman, yani kalpten yükselen latif bir madde idi. Hadis der ki: “Sizin her birinizin hilkati, yaradılışının hakikati, anasının karnında kırk gün nutfe, döl suyu, olarak cem olur. Sonraki kırk gün aleka, kan pıhtısı, olur.” Son bilimsel bulgular ‘Hadisi’ doğrular, kanıtlar niteliktedir. “12.Haftadan sonra kemik iliğinde kan hücreleri belirir ve kan yapımı başlar.” Sema, akıl ve ruh seması, latif bir cevherden, enerjiden oluşur, beden arzı gibi kesif cevherden, maddeden değildir. Üçüncü kırk günde yani cenin ana rahminde dört aylık iken ruh üflenir.” (41.11)

            “Diğer bir deyişle insana özgü organlar, kendilerine özgü ilim ile ayrışır. İlim, insan halini almış, insana özgü her ayrıntı yer almış ve organların çoğu kendi işlevlerine başlamış olur. Ruh ve beden ayrılmadan önce tesviyede bir ve beraberdi. Tesviyeden sonra ruh seması ve beden arzına ‘isteyerek veya istemeyerek, kerhen, hâsıl olun’ dendi. Her ikisi de birbirinden ayrılmaksızın, vücudun birliğine şahitlik edercesine, yeni, daha önce görülmemiş ve kullanılmamış olarak, ayrı bir ruh seması ve beden arzı oluştu. Arzın yayılmamış ve döşenmemiş hali ruh verilmesinden öncedir. Ruh, semadan da evveldir ama arz, semadan sonra yayılarak, kabararak döşenmiştir. Beden, ruha kavuştuktan sonra azaları, organları kabarıp genişleyerek, birbirinden ayrışarak oluşur. Bu nedenle “Ana rahminde bebeğe dört aylıktan sonra ruh üflenir” denir.” (41.11)

            Arz ve sema, madde ve mana, yer ve gök ayrılmadan önce bitişikti, heyula iken, görkemli bir hayal ve cismanî bir madde iken, yapışık idiler. Uyumlu farklılaşma ve başkalaşarak mükemmelleşme sayesinde, sonra, kısadan uzuna ses ve renk dalgaları gibi ayrıldılar. Benzer şekilde bebek, nokta iken, kan pıhtısı oldu, ruh verilip, insan olma ilmiyle donatılıp, arzı ve semasıyla, yayılıp döşendi.  “İnsan ile Dünyada, arz ve sema, madde ve suret, farklı olarak yedi kat olarak hüküm ve takdir edildi. Semanın her katına amacı, işleri, araçları, tesir ve tedbirleri işaret edildi.” (41.12) Bazı tesirlere karşı da dünya gibi insan da uyumlu farklılaşıp başkalaşarak, örneğin fazla ışığa karşı bronzlaşarak, korunur.

            Umarım, akıl atmosferimizle aklımızı idrak edebiliriz.

                Haviye, Cehennemin Dibi!

            Bedenin terkibini, nelerden oluştuğunu, nelerin bir araya gelip ne ve nasıl oluştuğunu bilen, her şey için nasıl bir kudret gerektiğini iyi bilir. Yeniden diriltilen kimse halini ve bedenden tecerrüdünü de, sıyrılıp çıkmayı da, bilir, bedenin terkibini de bilir. Diriltilen birisi, diğer insanlara örnek olsun veya delil kılınsın diye diriltilir. Hikmet, müminin gaip olmuş malıdır. İnsanlar, altın ve gümüş gibi madendirler, bedenle örtünmüş olsalar da aslı ve özü değişmez. Her kişinin istidadının gerektirdiği kadar ilim, hazinelerinde saklıdır, gizlidir. Her kişinin fıtratında, ilmin tümü, mükemmelliğe götürecek şekilde henüz başkalaşmamış halde, mevcuttur. Üzüm taneleri insanı ve onun kısmî idrakini andırır. Süt ise kişinin yaşamını sürdürmesi için gereken beslenmeyi sağlar. Şarap, aşk, ilim, bilgi ve hakikatlere işarettir. İnsan üzüm gibi sıkılır, suyu çıkarılır ve eski yapısından kurtulup yeni bir yapılanmayla şarap, insan hakikatinin idraki, elde edilebilir. Şarabın sarhoşluğu insanı kendinden geçirerek aşka ulaşmasını sağlar, aşk ateşi de ilmin bilgiler ve hakikatler halinde ortaya çıkışını gerçekleştirebilir. İlmin tümünün idraki, incirin kendisine, insanın kısmî idraki ise incirin içindeki taneciklere benzer. Kişinin kendini bilmesiyle yapısının olgunlaşmak üzere başkalaşımı gerçekleşir. Bu ilk yapının çöküşü, harap olması ve göçüşüdür. Yapı taşlarının idraki külli idrake ve ilahi aşka götürür. Bu durum, haviye, göçmeye, göçük oluşumuna ve göçükte ilahi aşk ateşinin yanmasına, asar ateşine, eserler yaratan yanışa ve yeniden diriltilmeye gider.( 2.259)

            Manevi göklerden dünya göğü yani insan aklı seması, farklılaşma ile zenginleştirildi. Kuruntu ve hayal şeytanları tabiat çukurunda cismanî âlem haviyesinde, göçüğünde, azaptadır. (67.5)

            Yedi gaipten (guyubu sebadan) mahcup olmaları nedeniyle; beş duyu, gazap ve şehvet nefsanî kuvvetlerinin hakikati bilinmediği için, bilinmeyen yedi gaip geceyi temsil eder. Vücut, hayat, ilim, irade, semi, işitme, basar, görme, kudret ve kelamdan ibaret sekiz sıfat gündüzü temsil eder. İnsanların, bu yedi gece ve sekiz sıfat (sıfatı semaniye) rüzgârlarıyla zahir ve batınlarına etki edilir, kökleri kurutulur, hatta katledilir. Kendi nefisleriyle ayakta olduklarını ve yaşadıklarını düşünenlerin hayatları olmayan ölüler olduğu görülür. İçi boş hurma kütükleri gibi şeklen kuvvetli fakat hayatları ve manaları yoktur, birer haviye’dirler, göçüktürler, hakiki vücutları ve değer verilecek anlamları yoktur. (69.7)

            Kıyametten sonra toplandıklarında, hareketi hissetmemeleri nedeniyle, zamanın nasıl geçtiğini anlayamazlar. Sorulduklarında çok az bir zamanın geçmiş olabileceğini bildirirler. Arzu ve istekleri doğrultusunda, kendi aralarında, sohbet edenler, zamanın nasıl geçtiğini anlayamaz. Çünkü hareketten gafil olan, zamandan da gafil olur. Araları açık olmayanların, ayrılıkları fani olanların, muhabbetleri baki olur. Arzular farklı, istekler zıt, alışkanlıklar uyumsuz, birbirlerini tanımada çekingen, olursa kişiler, bir diğerini bilmek ihtiyacı duymaz. Bir diğerini tekzip ve inkâr edenler, işin sonunda muhakkak hüsran ve zarara uğrar. Böyle durumda, yaradılıştan gelen nur, batıl olur bilişmeye hidayet bulunmaz. (10.45)

 

            Kötü davranış ve nefsanî rezaletler açısından hafif olan kimse cismanî tabiat cehennemi çukurunun dibine düşmüştür. O kimse helak olmuştur ve helakine sebep olan, şiddetle yakıcı olan, asar ateşidir, eserler oluşturan ateştir, haviyededir. (101.8-10)

            Kıyameti; arif olan, ancak önceden, ilmi, Allah'ın ilmi ile mahıv olan, sonra, zatı Allah'ın zatında fani olan kimsedir, o kimse nasıl bilir, onun ilmi de zatı da yoktur. Kıyameti, ancak yalnız Allah bilir. Hak nurunun, cesetlerde gurubu veya Hak nurunun mağribinden tulûu vaktinden fazla durmamış gibidirler. Yani vahdette fena ile kıyameti görmeleri vaktinde kendilerinin asla vücutları olmadığını, vücutlarının bir tohumdan ibaret olduğunu iyiden iyiye bilirler. İşte «iki adımdır, attığın vakit vasıl oldun» diyenin muradı bu iki âlemdir ki kevenini, varlık iddianı, geçtiğin zaman, vasıl oldun demektir. (80.42-46)

            Evrende süpernova ve yıldızların doğumu ve ölümü bilimsel açıdan iyi bilinir. Haviyedeki ateş, çevredekileri yakar, çevredekiler toplaştığı için ateş oluşmaz. Uzay zamanda atılmış yün ve pamuk gibi yüzen yıldız gaz ve toz bulutu, beklide, çarpışarak çekim oluşturmaz. Kozmolojide yüzmekte olan kalıntıların çarpışmaları sonucu çekim oluşturabileceği düşünülür. Süpernovanın kalıntısından, örneğin, güneşin oluşumu için büyük bir basınç ve sıcaklığın gerektiği aşikârdır. Âlem ile Âdem’in ikiz olduğu söylenir. Seyri sülûkta, kendini bilme idrakiyle oluşan göçükte, aşk ile yanacak, ilahi aşk ateşi, asar ateşidir, eserler yaratır. Bu eserler müessirindir, vücudun mevcutlarıdır.

 

            Umarım biz de içimizde, doğru yolda, yapacağımız yolculukta, kalbimizin en derin noktasına iner, kendi göçüğümüzü idrak eder, asar ateşimizi yakabiliriz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                İlmi Hıfz Eden Kuvvetler

            Göklerin ve yerin muhafazası, Yaratıcıya ağırlık vermez, manevî âlem onun batını, suretler âlemi onun zahiridir, onunla mevcutturlar, gayri değillerdir. (2.255)           

 

            Sizin üzerinize gönderilen hıfz edici kuvvetler Hakkın kuvvetleridir. Bu kuvvetler merkezî kontrol altında yerinden yönetilirler, özgürce hareket ederler. Sizler tabedilmiş ve basılmış nüshalar halindesiniz. Bedenden sıyrılıp çıkmanız halinde durum size apaçık aşikâr olur. Söz konusu olan kuvvetler, sizlere münasip suretlerle temessül eder, suretleşir, cisimlenir, bedenleşirler. Suretlerin bir kısmı ruhanî latif kuvvetler, bir kısmı da cismanî kesif kuvvetler halinde oluşur. Suretler, hayvanlar bitkiler gibi her çeşit canlılar ve organları halinde de oluşabilir, teşekkül edebilir. Organlar, hal lisanıyla yapmış oldukları işleri, göz gördüğünü, kulak işittiğini gibi, kendilerine söyler. Hafıza, tüm olay ve eylemlerin ayrıntılarıyla nakşolunduğuna işaret edilen ‘semavî kuvvetler’ olarak bilinir. Ruhunun bedenden ayrılması anında bu nakışların tümü zahir olur, kişinin kendisine görünür. Her kişinin her ameli ayrıntılı bir şekilde kendisine sayılır, gösterilir.” (6.61)

 

            “İlim, kalpte kök salıp sahibine muhalefeti mümkün olmayacak surette damarlarıyla nefiste yerleşendir. Et ve kan ile karışarak azalarda eseri zahir olan ilimdir. Hiçbir organ veya aza ilmin gerektirdiği hallerden, ilminden ayrı ve gayrı olamaz. Her şey ilminin aynıdır. Bu ilmi, kâfir oldukları, inanmayı inkâr ettikleri için cahiller anlayamaz. Bu nasihatleri kuruntu ve tahayyül sınırlamaları olmayan saf akıl sahipleri anlar. Çünkü onlar zahirin, değerli ilmin eseri olduklarını, ilim ile tahakkuk ettiklerini, ilimle gerçekleştiklerini anlamışlardır.

            Kuruntu ile karışık akıllar tezekkür ve tefekkür edemez, bu ilimle tahakkuk edemez ve bu ilmi anlayamazlar. Bu ilim tereddüt ve şüphe ettikleri için o akıllarda durmaz, gider.” (39.9)

 

            Uygulaması olmayan ilim, gerçek ilim değildir. Böyle bir ilim kalıcı olmayan, çabuk kaybolan, yalnız tasavvur edilen hayali bir ilimdir. Böyle ilim, kalbi güçlendirmez, açlığını gidermez, doyurmaz. Âlim, ilmin ‘şey’ ile aynı olduğunu, ayrı ve gayri olmadığını bilendir. Her şey ilminin aynısıdır. Cahil, ilmin azalardan, organlardan, objelerden ayrı ve gayrı olduğunu zanneder. İlim başka, madde başka der.  Bu nedenle, inkâr eden, kâfirdir. Bu ayetten, kuruntu, vehim ve hayal kusurları olmayan akıl sahipleri ders alır. Çünkü onlar, zahirin kendisinden müteessir olduğu ilim ile tahakkuk etmiş­lerdir. Vehim ile karışık olan akıllar, tezekkür ve tefekkür edemez ve bu ilim ile tahak­kuk edemez ve bu ilmi hıfz edemezler, anlayamazlar, saklayamazlar yeniden hatırlayıp kullanamazlar. Belki bu ilim, o akıllarda tereddüt yaratarak gider, durmaz, şüphe edildiği için akılda kalmaz.

            Aynı kapsamda Dr. Stephen Hawking de “Her obje kendi özelliklerinin deposudur, bilgisinin, ilminin taşıyıcısıdır, kütlesi kara deliğe düşse dahi bu bilgi asla kaybolmaz” der. (1) Bilgi kaybolmaz, mevcut oluş aslına, kütlesi enerjiye dönüşünce, ilmi, bilgisi drape şeklinde çevresinde kalır. Küp şeker de şeker deposudur, şekerden başka bir şey yoktur, depo yoktur, yani sadece şekerdir. Şeker hücre içinde enerjiye dönüşünce şeker bilgisi beyinde iz bırakır.

            Ayetlerde kısaca değinilen kavramlar, örneğin, ilmin, bilginin şekil alması, cisimlenip, maddeleşip bedenleşmesi gibi, bilimsel olarak kanıtlanır. Maddî ve materyal olmayanın şekil alması ‘temessül’, cisimlenmek, ‘tecessüd’, cesedlenmek ve ‘hıfz ediciler’ deyimleriyle yer alır. Bu kapsamda hıfz edicilerin özel bir yeri vardır. Bunların bilim ve tekniğin derinliğine vakıf olabilme özelliğine sahip olduğu açıklanır.

            “Ruh, nurunu setrettiği, örttüğü zaman, nefis zulmeti gecesi; ruhun nuru tecelli ettiği zaman ruhun nurunun gündüzü oluşur. İlmin idraki örtündüğü zaman, şuur kapandığında, dalgınlık halinde nefsin, maddenin zulmet gecesi oluşur, insan karanlıkta kalır, çevresini veya çevresinde ne olup olmadığını bilemez, farkında olamaz. İlmin idraki ortaya çıkınca, şuur açılınca, anlayış ve idrakin parlaklığında ve aydınlığında, gündüz olur, her şey bilinir ve anlam kazanır. İdrak ve şuurun parlak ve sönük oluş hallerinin insanda buluşması durumunda, Rahmanın arşı olan kalbin vücudu zahir olmuş, ortaya çıkmış demektir. Çünkü kalp, nefis ile ruhun buluşmasından hâsıl olur. Kalbin bir yüzü ruha, Fuat kapısı olarak, bir yüzü de nefse, Sadır kapısı olarak, açılır. Kalp ruhtan bilgi ve hakikatleri alır. Kalp, nefis ile bilgi ve hakikatleri, sırları hıfz eder, sırlanan ilmin maddeleşmiş halini, derinliğine inerek, ayrıntısıyla bilir. Nefis, sırları gizler, kaydeder ve hafızada saklar, hakikatin manaları bu yüzünde temessül eder, cisimlenir, bedenleşir, şekil alır, biçimlenir.” (92 Leyl,1-2) Nebi Aleyhisselâm: «Beni gören, yalnız beni görür, çünkü şeytan benim suretimle temessül edemez» 

            Bir atomda yoğun iletişim ve etkileşim içinde olan elektromanyetik ‘kuvvetler’ vardır. Bozonların içindeki yoğunluk nedeniyle, atom kütle kazanır.

            ‘Bilgi yüklenebilen kuvvetler’ sayesinde, üç dört atomun bir molekül oluşturması harika ve üstlendiği görev bir mucizedir. Önce 24 saatlik bir zaman kavramına göre kodlu diğer bir molekül üretip ‘hücrenin protein yapan makinesine’ haber göndermesi hafife alınıp geçilecek bir oluşum değildir. Ayrıca, insanın her organı ne zaman ne yaptığını açıklayabilir, böylece yaşanan süre boyunca her yapılan bilinebilir. Kişiler bir bütün olarak veya organları ayrıca iş yaparken, ileride her şeyin bilineceği bilinciyle yapmalıdır. Herkes tarafından duyulacağından ve bilineceğinden emin olunduğunda saklı, gizli, kötü bir şey ne yapılır ne de söylenir. Dijital, elektronik bir ortamda, bir USB belleğinde olduğu gibi, kaydedilip saklanabilen olay ve eylemlerin tekraren izlenebilmesi, anlatılan ‘hıfz ediciler’ kavramına örnek gösterilebilir. İlmin bilgilerinin bir kısmı yazılım halinde biçimlenirken bir kısmı da donanım halinde şekil alır. Yazılım ve donanım, ruh ve beden insanda buluştuğu zaman kalp doğar ve her ikisini de cisimlenip, şekil alıp tüm halleriyle idrak eder ve yaşar. Kuran ilim halinde kalbe iner ve bir kısmı bedenleşerek nefsi oluşturur.

            “İnsanın bu isyanı, cezaya inanmayıp, yalanlamasından gelir. Bu ise gururdan daha büyük kabahattir. İnsanın, beyninin, sağ ve solunda, akılcı ve duygusal merkezler halinde, ilim ve sanat açılarından farklı, iki melek, yetenek vardır. Bunlar insanın tüm fiillerini, iş ve işlemlerini, düşüncelerini hıfz eyler, kaydeder, yazar. Bu şerefli, ikramı bol, cömert kâtipler işlerin nakışlandığı dünya ve sema âlemleridir. Kısaca günahlarınızın, yerde ve gökte, aleyhinize yazıldığını bilerek nasıl isyan etmeye cesaret ediyorsunuz?” (82.9,10)

            Yıldız tozu, gaz ve toz bulutu denizinde yüzenler birbirleriyle uyumlu halde olanlar birlikte süzülüp giderler. İyiler iyilerle, kötüler kötülerle, tozlar tozlarla, küller küllerle, beraber seyrederler.

            Hayvani nefis beden kabrinde, mezarında nefsi natıka, konuşan nefis, doğurgan nefis kızını helak, yok eder. Hayvani nefse, gazap ve şehvet günahlarıyla, konuşan nefsi nasıl istila edip helak ettiği sorulur. Kara deliğe düşen bir cismin bilgisi drape gibi çıkarılmasına rağmen cismin maddesi deliğe düşer ve yok olur, enerjiye dönüşür hiçlik olur. Hayvani nefis, yok olan cisim, işlediği günahlarını, kuvvet ve nüfus sayfalarını izhar eder, ortaya çıkarır. Ruh güneşinin kıvrılıp dürüldüğü vakitte bu sayfalar uçuşur, bilgiler diğer maddelerin üzerinde holografik görüntü şeklinde, iz halinde kalır. Yeniden diriliş zamanında, maddenin hayat kazanması halinde sayfalar neşrolunur, yayınlanır, aşikâr olur. Hayvani ruh denen akıl semasının giderildiği, tabiat cehenneminde kahır ve gazabın eseri olan ateş, mahcuplar için yakıldığında, her nefis hazırladığı, yaptığı şeyi bilir, unuttuklarını hatırlar. Lütuf ve rıza eserlerinin nimetlerini hak eden tevhit ehli de hazırladığını, yaptığını bilir, unuttuğunu hatırlar. Bilgi özelliğini geride bırakıp yokluğa düşen kuvvet, daha önce şirk içinde olduğunu idrak ederse, yeniden dirilişte hakkın kuvvet ve gücüyle yeni bilgilerle hayata döner. (81.7-14)

            Hıfz edici kuvvetler maddeleşir ama maddelerin birbirlerine karşı, kuvvetlerden ayrı, bir etkisi yoktur, olamaz. Canlılık, us, akıl gerektiren hareketler dizisi, bir ilmin, bir fikrin uygulanmasıdır.

            Madde, örneğin taş, bir düşünce üretmedikçe aksini düşünmek makul olur. Yani, “Özelliği, bir bilgisi veya ilmi olan, bir fikri gerçekleştirmek için hıfz edici kuvvetler birleşip, bir araya gelip toplanarak kütle oluşturur” demek akılcıdır. Eksi ve artı elektrik yüklü kutuplar ile kuzey ve güney kutuplu manyetik kuvvetlerin etkileşimleri, elektromanyetik kuvvetlerle birlikte, belirli alanlarda izdiham edip, toplanıp kütle oluştururlar. Bilimsel açıdan, “Nasıl oluyor bilinmiyor ama kuvvetler, bozonlar içinde toplanarak, gölge oluşturup, pıhtılaşır ve kütle oluşturur” ve madde oluşur. Bir hadis der ki: “Yüce Allah en evvel bir cevher, enerji, halk etti; cevhere celali ile nazar edince, cevher hayâsından eriyerek, taşıp yayılarak, kısmen su ve kısmen de ateş oldu.”

            Cevher de hayâsından, saygı veya edebinden, potansiyelinde olan taşıp yayılma özelliğinden, su ve ateşe dönüşmüştür.  Arştan, ilmin yüklenmesi, indirilmesiyle cevherin su ve ateşe dönüşümüne dikkat çekilmektedir. Her türlü dualite, artı eksi, gece gündüz gibi bu dönüşüme bağlanabilir. Bu durum Büyük Patlamada veya Güneşte ilk oluşan ‘maddenin plazma halini’ anımsatır. Oluşan her atom plazma halinden sonra oluşur.

            “Kur'an'ı Biz inzal eyledik, indirdik ve elbet onu Biz hıfzederiz, koruruz. (Hicr 15.9) “Kur’an, gayba iman edenlere hidayettir, onları basiret sahibi yapar, şifa verir, kalplerini temizler. Görüş ve uygulamalarla basiretlerini, kalp gözüyle görmelerini geliştirir. İnanmayanlar işitemez ve anlayamaz, gaflet içinde olduklarından Kur’an onlara nüfuz edemez. Hakk’ın görülüp idrak olunduğu nurun kaynağından uzak oldukları için gafletten uyanamazlar.” (41.44)

            Umarım biz de “Siz, Hakk’ın, hıfz edicilerinden, ilim yüklenebilen kuvvetlerinden oluştunuz. Siz, bu güç ve kuvvetlerin cisimlenmiş, cisimleşmiş halisiniz. Bedenlerinizden sıyrılıp çıkmanız, soyunmanız halinde durum apaçık görünür.” Hakikatini idrak edebiliriz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                Tefekkür ve Tevafuk

            İnsanların arasındaki farkları tayin eden belirli bir gün vardır. Canların cesetlere ve cesetlerin hayata geri döndükleri gün Sur’a üflenen gündür. Her insan o gün, iman ve ameline göre tebeyyün eder, uyumlu farklılaşışla belli olur, tebayün eder, uyuşmazlıkları belirginleşir, ihtilafları ortaya çıkar, kiminle ne kadar farklı olduğu belirlenir ve tevafuku, düzenlenmiş biçimde birbirine uygun olma halleri, aşikâr olur, ortaya çıkar. (78.17)

 

            Birbirinize karşı düşmanlık etmeyiniz. Düşmanlıklar vücutta akıl etme gücü ve vehim, kuruntu, hayal etme gücü arasında oluşur. Uygunluk ve uyumluluk lezzet veya menfaat içinse bunlardan mahrum kalınca düşmanlık başlar. Tevhitten mahcup olduğu ve nefsini sevdiği için her biri günahından sıyrılmak ister. Bunlar, arası açık insanların ortasında olan cehennemde yanarak çekişirler. (50.28)

            O gün takva sahipleri düşman değildir. Allah’ı bilen, onun ehli olan kişiler, Ehadiyette, Birlik ve beraberlikte yakınlık ve Vahdette eşitlik nedeniyle ruhani kişilik muhabbeti içindedirler. Enbiya, evliya ve şehitlerin muhabbetleri böyledir. İkinci kısım dostluk kalp muhabbeti dostluğudur. Tüm enbiyanın ümmetlerine muhabbeti böyledir. Kendi cüzi iradelerinden vazgeçip duygusal lezzetlerde buluşmaya dayanan nefsanî muhabbettir. Karı kocanın muhabbeti böyledir. Üçüncü kısım muhabbet nefsanî muhabbettir. Dördüncü kısım dostluk akla dayanan muhabbettir. Tüccarın, sanatkârların veya yardım edilen kişinin yardım edene muhabbeti böyledir.

            Dostluğun nedeni ortadan kalkınca dostluk bozulur. İlim ehli arasında dostluğun üçüncü veya dördüncü tipleri geçerli olabilir. Bütün dostlar, o günde, bazısı bazısına düşmandır. Ancak muttakiler değildir. Muttakiler birbirine düşman olmaz, kat ettikleri mertebelerine galiptirler. Evvelâ günahlarından sonra fuzûlden, lüzumsuz sözlerden sonra ef'alden, sonra sıfattan, sonra da zatlarından sakınmışlar ve uzaklaşmışlardır. Dostlarından soğumalarına sebep olacak bakiyye kalmayıp belki onlardan yalnız hubh, sırf' muhabbet kalmıştır. Ahrette verildikleri nimetlere razı oldukları için Allah'ın kendilerinden razı olmuş olan kullarıdır. (43.67)

            Ey müminler siz, sizden başkalarınızdan, yani mümin olmayanlardan dost tutmayınız. Bir kimsenin sırdaşı, gizli konuştuğu ve esrarına muttali kıldığı halis ve safi dostudur. Böyle bir dostluk ancak sırf Allah rızasında seviştikleri vakit mümkün olur. Nitekim «Sadık olan dostlar, ayrı bedenlerde olan bir nefistir» denilmiştir. Zira halis muhabbet-i hakikîye; vahdetin gölgesi olduğu için, ancak muvahhitler arasında olabilir. Nur ile zulmet nasıl aynı cins olabilir ve ulvî ile süfli ne cihetle tevafuk eder, uyumlu olur? (3.118)

            Ayetler apaçık, anlamları aşikâr. Eşyanın aslı, esası, özü düşünüldüğünde, Hakk’ın ilminden hakkını hakça aldığı için her mevcut ortaya çıkmış, mevcut olmuştur. Her eşyanın bileşenleri içinde ve arasında bir ‘bilgi’ vardır. Bu bilgiler belirli bir düzen içinde dağılır ve yayılır. Örneğin birinci dereceden üç yüz altmışıncı dereceye kadar her derece bir derece artarak çoğalır ve yayılır. Her elin beş parmağı düzenli bir şekilde vardır ama hepsi farklıdır.

            Renkler de en sıcağından en soğuğuna veya dalga boyları en kısasından en uzununa kadar düzenli ve uyumlu bir farklılaşma gösterir. Düzen içinde bir rastgelelilik veya tesadüflük yoktur. Önemli olan düzenin fark edilmesidir. Doğada bir ‘altın oran’ uygulaması vardır. Galaksilerin açılımı ve yerçekimsel güçlerin etkileşimi belirli bir matematiksel formüle dayanır. Eşyayı oluşturan kuvvetler belirli ortamda bilinen koşullarda kesifleşip kütleleşir, bedenleşir.

            İnsan davranışları da uyumlu farklılaşma ve mükemmelliğe götüren başkalaşım ilkelerine bağlıdır. Dostluklar rastgele olamaz. Renk tayfı gibi insan tayfından da söz edilebilir. İlahi ilimle meşgul olanlar bir köşede, dünya geçimiyle ilgilenenler bir köşededir. Pazarcılar pazarlarda felsefe yapmaz ve satmaz. Düşünürler de kendi aralarında pazarcılık yapmaz. Ele aldıkları konuları tefekkür içinde tartışırlarken, yoğunlaşan ilgileri birisi tarafından bozulursa, bu kişi ‘bir iane’ demek için hocayı çatıdan indirene benzer. Sağlam temelin üzerine katlarını çıkmış, çatısını çatmış ve çatısına çıkmış bilgeler, bazı kişilerce aşağı indirilip kendilerine ‘ben çok okudum bu yaptıklarınız yapılmazmış’ denilmektedir.

            Yukarıdaki ayetlerin hepsinde ortak kavram ‘tevafuk’ ele alınmıştır. Bu kavram ‘düzenlenmiş biçimde birbirine uygun olma’ anlamındadır. Gerek eşya gerek canlılar ve gerekse insanlar aynı kavrama tabidir. Ayrıca belirli özelliklere sahip kuvvetlerden oluştuğumuza da dikkat çekilir. Sizin üzerinize gönderilen hıfz edici kuvvetler Hakkın kuvvetleridir. Bu kuvvetler merkezî kontrol altında yerinden yönetilirler, özgürce hareket ederler.” (6.61)

            Umarım tevafuk kavramını tefekkür ederek hakikate ulaşma yolunda ilerleyebiliriz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                İnsan İlmin Kaynağıdır

            Kitabımızda okuma ve ilim öğrenme çok geniş kapsamlı olarak işlenir. Bazen doğal koşullar bazen de beşeri koşullar, insanı, bilgi edinmeye, öğrenmeye ve uygulamaya zorlar. En normal koşullarda bile yaşamak, düşünmeyi, seçenekler arasından seçim yapmayı, en uygun olanı uygulamayı gerektirir. Her karar bir bilgi işlem sürecidir. Daha fazla bilgiyi öğrenmek istemek duyulan ihtiyaca bağlıdır. İnsan neye ve ne kadar ihtiyaç duyarsa onlara ulaşmak için öğrenmek ve bilmek ister. Duyulan ihtiyaç yeme, içme, barınma ve örtünme gibi temel ihtiyaçlar da olabilir, korunma ve güvenlik, hatta sosyalleşme gibi üst düzey ihtiyaçlar da olabilir. Duygular, algılanan ihtiyaçları karşılamak için vardır veya verilmiştir. Algılarla algılanan ortamlarda, ihtiyaç duyulan her şey çevrede bulunan veya geliştirilenlerle karşılanır.

            “Biz, inananlar için, görme, işitme, dokunma, tat alma ve koklama gibi beş dış duyu ve adalet, vicdan, zekâ, hayal gücü, fikir, feraset gibi beş de iç duyuya ek olarak teorik, kuramsal ve pratik, amelî, uygulamalı ilim olmak üzere 12 vekil gönderdik. Ben, sizinle beraberim, size yardım ederim.” (5.12) “Nefis asasını, fikir ile dimağı taşına vurunca, dimağından on iki göz ilim kaynadı. İnsanların her birisi, bilim insanı veya sanatkâr olarak, ehil olduğu ilmin kaynağını bildi. İnsan nefsi, bu on iki ilim kaynağından, kirlenerek de temizlenerek de çıkabilir. İlim kaynaklarını yanlış kullanmak huzursuzluk verir. Huzursuz ortamlarda, kötü niyetlerle kullanılacak bilgi ve ilim kaynakları, insanlar için kötü sonuçlar doğurur.”

            Huzurda, huzur içinde olunan ortamlarda, iyi niyetle yararlanılacak ilim kaynakları, kişi ve topluma yararlı olur.” (2.60) “Namaz, huzur nuru ile batınları nurlanmış ve Hakk’a teveccüh ile nefis cehennemine düşmekten kurtulmuş olsunlar diye farz kılınmıştır. Toplumsal arınma amacıyla da haftanın sonunda Cuma günü toplu ibadet farz kılınmıştır.” (2.64) Her yeni bilimsel buluş, bu on iki ilim kaynağına tabi olarak, biat ederek, yapılan çalışmalarla elde edilmiştir.

            “Günlük hayatta çevresinde muhteşemin ihtişamını görerek, kalp huzuru içinde oluşuyla ve huşu duymasıyla, namaz kılan kişi Hak ile meşgul olduğundan faydasız şeylerden kaçar, yüz çevirir ve benlik sıfatından vazgeçerek yani zekât vererek, huzur ve hazlarının fazlasından kaçınır. Lezzet, şehvet ve hazlarının hukukuna riayet ederek koruyan yakin sahibi müminler kurtuluşa götüren mevte ermişler, kapısına kadar gelmişlerdir. Hukukun dışına çıkanlar, fazlaya kaçanlar, nefsin peşine düşerek nefsin isteklerini yerine getirdiklerini düşünenler, nefislerine düşmanlık ederler.” (23.1-2) “İlim, Hakk’ın gölgesidir.” (25.45) “Bu nedenle doğrudan Hakk’ın bir parçası olan ve henüz cisimleşmemiş olan ilim ve fikir kutsaldır. Düşünme ve fikir üretme yeteneğini, kutsallık nedeniyle, terbiye etmeye gerek yoktur. Düşünme, düşünerek fikir üretme gücü ve kuvvetini, kutsallığı nedeniyle, terbiye etmeye gerek duyulmaz, cisim ve cesetten arınmış olması nedeniyle de fena etmeye, fani olmasına gerek yoktur. Düşünebilme, fikir üretme yetisi kısa zaman içinde, bir anda, zahir olabilir ve bir anda bir fikir ortaya çıkabilir ve delillerle, tüm kıyaslamaları birleştirip senteze ulaşabilir.” 

            “İlim ve cisim âlemleri ayrı iki âlemdir. Ayrıntılı incelemelerle bilinmeye çalışılan kısmî parçalardan, bütüne ve onu oluşturan fikrin kendisine ulaşmak mümkün değildir. Fikir sayesinde ancak iki âlem idrak edilebilir.” (27.22)

            İlim, kalpte kök salıp, sahibine muhalefeti mümkün olmayacak surette, damarlarıyla nefiste yerleşendir. Et ve kan ile karışarak azalarda eseri zahir olan ilimdir. Hiçbir organ veya aza ilmin gerektirdiği hallerden, ilminden ayrı ve gayrı olamaz. Her şey ilminin aynıdır. Bu ilmi, kâfir oldukları, inanmayı inkâr ettikleri için cahiller anlayamaz. Bu nasihatleri kuruntu ve tahayyül sınırlamaları olmayan saf akıl sahipleri anlar. Çünkü onlar zahirin, değerli ilmin eseri olduklarını, ilim ile tahakkuk ettiklerini, ilimle gerçekleştiklerini anlamışlardır. Kuruntu ile karışık akıllar tezekkür ve tefekkür edemez, bu ilimle tahakkuk edemez ve bu ilmi anlayamazlar. Bu ilim tereddüt ve şüphe ettikleri için o akıllarda durmaz, gider.” (39.9)

            İnsan, uğruna gökten kitap inecek kadar şerefli ve değerli, ancak çevreyi bildiği halde kendini bilemeyecek kadar küçük ve değersiz, bir varlıktır. Kendisine verilen donanımı kullanabildiği kadar büyük ama kullanamadığı kadar da küçüktür. Sahip olduklarının kıymetini bilmesi halinde on iki kaynağından da ilim nehirleri akar. Tüm ilimlerin akıp doldurduğu ilim deryasında yaşar. Her şeyin kendisine verilmiş olduğunu anlayıp huzur ve sükûn içinde olur. Bireysel ve toplumsal değerlerini takdir edip, huzurda olduğu için şükreder. Foton adı altında güneş enerjisini kullanarak birleşen su ve karbon dioksit gazının şeker ve oksijene dönüşmesi mucizesi hayatın temelini oluşturur.

            Bunu yapabilen bitkilerin, otların oluşturduğu temel üzerine otu ete, süte ve bala çeviren hayvanlar doğaya hizmet eder. Doğadan ve doğaya hizmet edenlerin tümünden yararlanıp da ilim üretmesi beklenen insan da kendinden bekleneni yapmalıdır. İnsan da kendinden beklenen ‘bilinci’ üretmelidir. Akıl etme ve fikir üretme gücü, kendisine verilmiş kutsal yetenekler, melekeler, meleklerdir. İnsan, ilmin kaynağıdır ve insandan ilim kaynamalıdır, en azından kendini bilmelidir.

            Hayvanlar arasında pek fark yoktur. İçgüdüleriyle hareket ederler. Ne ve ne kadar verilmişse, onları ve o kadar kullanır, yaşamlarını ve nesillerini sürdürürler. İnsan ise bilgisi arttıkça farklılaşır, doğada uyumlu farklılaşmayı, ‘şey’lerin farklılıklarının belirginleşmesini idrak eder. ‘Arif’ olanlar, olanların ve tüm oluşumların ‘düzenlenmiş’ bir şekilde mükemmelliğe, kemale, olgunluğa giden farklılaşış olduğunu idrak eder ve ‘Düzenleyiciyi’ arar. ‘Âlim’ olanlar ise muhteşemin ihtişamını izleyip, haşyet duyup, ‘bunlar bir merkezden düzenlenemeyecek kadar muhteşem’ ancak ‘rastgele’ veya ‘kazaen’ olabilir diyebilir.

            Umarım, biz de arif olan âlimlerden olabiliriz.

 

 

 

 

                Namaz Vakitleri                                                                                                       

            Hareket eden kütledir, maddedir, bedendir, bir ‘şeydir’, hareket eden ile hareketi birbirinden ayırmak mümkün değildir. Hareket eden bir şey olmalı ki hareket tespit edilebilsin. Sıfat ise maddeleşme arızasından tecrit edilebilir, ayrılabilir. Sıfat maddeden soyunabilir. Sıfatın, cisimlenme öncesi durumu idrak edilebilir. Güzellik, güzel olandan ayrı bir şeydir. İyilik, iyi olandan ayrı bir tanıma sahiptir. Birisinin baba oluşu, ‘babalık’ tanımından sonra gerçekleşir. Kişi, kişiliğinde bulduğu sıfatları idrak ederek tümü için hamt etmeli, kendi kişiliğinin fena bulmasını idrak ederek, hal lisanıyla hamt etmeli. Kişilikte bulunan her sıfatın verilmiş olduğunun idrak edilmesi, sıfatların sahibinin idrak edilmesi olur. Kişi, böylece kişiliğinde, Zat’ı bulmuş olur ve hal lisanıyla şükretmiş, secde etmiş olur. Sıfatların, bedenden soyunarak idrak edilmesi, kişiliğinden, zatından vazgeçmiş olarak, fena bularak, hal lisanıyla Zat’a secde ederek, tespih edilmesi demektir.

 

            Sonuç olarak, bu idrakte, bir soyunma ve kavuşma söz konusudur. Bu hal içinde iken abdın vücudu yoktur.  Hak yakin geldiğinde, vücut biter. Vücut yoksa namaz kılınamaz. Bu duruma, güneşin tulû’u, doğuşu, birden bire zuhuru, bir şeye aniden vakıf olup bilme, hali denir. Güneşin doğuşu zamanı, abdın, kulun, vücuduna vahdet güneşinin istivasından zevali yani en tepe, doruk noktasından sonrası zamanıdır. Vahdet güneşi kulun vücudunda en tepe noktasındayken namaz kılınamaz çünkü orada Hak yakındır, kul yoktur. Namaz için vücut gerekir.

 

 

            Cem makamından önce yani halk ile mahcup olarak, fark-ı evvel, ilk fark, benlik, ikilik zamanında, tevhidi idrak etmekten önce de cemden sonra fark-ı sani, ikinci fark halinde, beka zamanında da abdın vücudunun gölgesi var olunca namaz vacip olur. İnsan, yalnız bu hal içindeyse Abd-i Hu’dur, abidesidir, delilidir.

 

            Namazların en evveli ve en lâtifi Hafi, gizlilik, makamındaki ‘soyunma ve kavuşma namazı’, “Öğle” namazıdır. Namazların en makbulü, ‘salâtı vüsta’ olanı, ise ‘asır namazı’, ‘Ruh makamında Şuhut namazı’ olan “İkindi” namazıdır. Ruhen, her yerde ve her şeyde Hakk’ın görünmesi namazıdır. Ruh ve hafi makamlarında şeytanın gireceği bir yer olmadığından öğle ve ikindi namazlarında okumalar gizlidir.

 

            Ruhen Şuhut, Hakk’ın görünmesinin bir sır olduğunun idraki içinde, sır makamında, ‘sırrın namazı’ kılınır. Bu bir yalvarış, dua namazı olup en hızlısı ve en hafifidir. Kalbin zuhuru ile mahcup olma, perdelenmenin öncesinde yalvarış vakti çabuk geçer. Bu nedenle “Akşam” namazında okumalar hızlıdır. Kalbin zuhuru, ortaya çıkışı, huzurunda ve huzur içinde oluşun aydınlık, anlayış ve idraki, insanın batınını en çok aydınlatan ve şeytana en çok engel olan bir şeydir. Bu durum ise Kuran’ın fecridir, ilmin doğuşudur, kalbin huzur namazıdır. “Sabah” namazı keşiflerin indiği ve sıfat nurlarının tecellisi vaktinde kılınır. Cemaatin artması için okumalar uzunca yapılır.

 

            Ruhun nuru, ilmin idraki içinde, kalp aydınlığında, gece ve gündüz meleklerinin buluşmasıyla namaz kılınır. Bu namaz, kalp makamında kılınan huzur namazıdır.

            Kalp makamında, ruh ile birlikte bedenin ve nefsin de idrakine varılır. Nefsi en çok sabitleyen ve itaat ettirerek ilme tabi tutan, nefis makamında, baş eğme ve teslim olma namazı, “Yatsı” namazıdır. Nefis, kalp ve sır gibi şeytanın vesvese etmesi mümkün olan makamlara alâmet kılınan yatsı, sabah ve akşam namazlarında, şeytanı engellemek ve def etmek için okumalar yüksek sesle yapılır. (2.238; 17.78; Hicr, 99)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                Haviyedeki Asar Ateşi

            İnsanın, insan olmaya başlaması, kendisinin başkalarından ve çevresinden farklı, “Uyumlu belirgin” olduğunu, tevafuk ettiğini, anlamasıyla başlar. Aynı bedende farklı kişiliğe sahip olmayı anlamak önce dikkatleri beden üzerine çeker. Bedenin ilminden başka bir şey olmadığı, ilim ile bedenin faklılığını aklın idrak ettiği açığa çıkar. İlmi hıfz eden kuvvetlerin toplanmasıyla, temessülüyle oluşan, beden ve nefsin de ilimden oluştuğu anlaşılır. Bedenin, böylece ilme tabi olup biat ettiği keşfedilir. Keşifler birbirini izler, hareketlerin fikirlerle yönlendirildiği, fikirlerin de bilinçlere tabi olduğu açığa çıkar. Her bilgi ve bilgi topluluğu bir nurun açığa çıkışıdır, aydınlanmadır, karanlık kalkar, ortamı ışık doldurur, gündüz olur. İlmin kaynağına doğru yolculuk eğer bir sırra ermeye gider, bu işte bir sır var, sırrı nedir denirse, ilmin ve aydınlığın kaynağının ne olduğu düşünülmeye başlanır. İlmin Hakka ait oluşu ve Hakkın gölgesi olduğu, gölge oluştan da gölgenin aslına gidilebileceği idrak edilirse Şuhut edilir. Şuhut edilenin giz olduğu ve gizlendiği, soyunanın kavuştuğu, batının zahir ile örtündüğü, tesettüre girdiği anlaşılır. Bireysel soyunup kavuşma cumaya, birliğe de gidebilir.

            Âdemin halden hale geçişleri âlemde de görülür. Uzay zamanda, atılmış yün veya pamuk gibi yüzen toz ve gaz bulutu haline gelen süpernova haviyesinde, göçüğünde asar ateşi kendiliğinden oluşur. Hidrojen atomlarına özgü özellik olan ‘yerçekimsel ışınım’, bunların bir merkezde toplanmasını sağlar. Bu atomların kütlelerinin uzay zamanı bükmesi, atomlara verilen ilmin bir özelliğidir.

            En merkezdeki atomların bükümlerine düşen diğer atomlar ortamda büyük bir hareketliliğe yol açar. Hareketlilik, sürtünme nedeniyle, ısınmaya neden olur. Merkezde ısınan toz ve gaz bulutu, soğuk toz ve gaz bulutu katmanlarının içinden dışına çıkmaya çalışır. Hidrojen atomlarının, verilen bilimsel özellikleri nedeniyle gerçekleşen, merkeze ve merkezden çevreye doğru hareketler, ısı ve basıncın artışına neden olur. Isı ve basınç artışı ise yanma oluşturur. Bu yanma ise eserler oluşturan ‘asar ateşidir’. Evrende bilimsel olarak kaydedilip kanıtlanan bilgi ve bulgular ‘halden hale’ geçiş sürecini açıklar. Bu süreçte önce demir ve altın gibi gerekli madenler oluşur. Sonra da fotonların kırmızı ve mavi ışık enerjileri dönüşerek, yeşil rengi yansıtan klorofil sayesinde, hayatın temelini oluşturur. Klorofil, su ve karbondioksit gazından, şeker ve oksijen üretir. Her canlının her hücresi, bu şekeri yakarak faaliyetlerini sürdürür; şekeri, oksijen alıp, yakarak karbondioksit üretir.

            Doğal oluşum ve gelişim süreçleri, bilimsel olarak kaydedilip kanıtlanabilir. Halden hale geçiş sürecinin en başından en sonuna kadar her aşaması bilinmektedir. Bilimsel açıdan her geçiş otomatiktir. Fizik, astrofizik, biyofizik ilimlerinin ortaya koyduğu yasalara uygun olarak, ‘uyumlu farklılaşarak belirginleşme’ apaçıktır. Bilimsel açıdan bakış ‘bir ve tek halden hale geçiş’ sürecinin sonundan bakıştır. Bu bakış açısından her şey ‘otomatik’ görünür. Oysa ‘Yapay Zekâ’ bile bir amaca ulaşmak için gerçekleştirilecek bir “Fikir” ve bir “Uygulayıcı” olması gerektiğini vurgular. Şeker üretimi ve yakılması gibi bir ‘fikir’ ve onu uygulayan olmalıdır.

            “Doğal süreç otomatiktir, yapay süreç değildir” denmesi uyumsuzdur. “Bir ve tek süreci ‘Kuran ile Uygulayan, Furkan’ olmalıdır” sonucuna kesin olarak varıldıktan sonra başka sorular üzerinde durulabilir. Ancak kesinlikle “Yaratıcı olmalı” dendikten sonra “Yaratıcıyı kim yarattı” sorusu gelebilir? Cevap ‘henüz bilinmiyor’, ya da “Allah’ı, yalnız Allah bilir” olabilir!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                İlim ve İnsan Kanıttır

            Her insan, ömrü boyunca, düşündükleri, yaptıkları, ortaya çıkardıklarıyla, aslında içinde olanları ortaya koyar. Her sanatçının eserlerinin tümü sanatçının kendisini ortaya koymasıdır. İlim insanları, kendilerini ortaya koyup, vakfedip, adayıp, içlerinde ne varsa onları ortaya koyar; yeni, güzel ve yararlı şeyler oluşturur. Özet olarak, her kişi, kişiliğinde bulunanları, her ne var ise tümünü, işleyen aklını kullanarak, aklının tümünü işleterek, içini dökerek, elle tutulur gözle görülür eserler yaratır. Herkes de bu eserler ortaya çıktıktan sonra görür, tutar, işitir, koklar veya tadar. İnsanların yaptıkları da yoktan var edilişe birer örnektir. Bir ilmi anlatmak, sözlü olarak ortaya koymak yetmez; uygulamak, uygulayarak daha önce örneği olmayan bir şekilde meydana çıkarmak ve ortaya çıkanın da yararlı ve güzel olması şarttır. Bu idrak ile bu evren, Hakkın ilminin aklı faal ile ortaya çıkışıdır. Elif, lam, mim, Allah’ın ismi azamı olan suret-i Muhammedi’de, ehli olan insanı kâmiline malum olacağı veçhile, perdelenip örtünen, zata işarettir. Akıl, ilmin göründüğü, ortaya çıktığı yer, anlaşıldığı mecra, bilindiği alandır. Her kişi, kişiliğine uygun bir aklın açığa çıktığı bir alan, levha veya ortamdır. Külli akıl, kaza mahalli, düşünülen alan veya levha-i kazadır, cifr denebilir. Camia, nefsi külden ibaret bulunan levha-i kaderdir. Cifri camia, olmuş ve olacağı ihtiva eden, içeren kitap demektir. İlmin tümü Muhammet ile açığa çıkmış böylece Kitap ona indirilmiştir. (2.1,2)

 

            İnsanın farklılaşarak belirginleşmiş özelliği ilmi idrak edişidir. Bilgi elde ettikçe bilgileri birleştirmesi, ilmi dallara ayırarak tümünü kavraması, insanı insan yapan özelliktir. Aklını kullanarak elde ettiği bu ilmin kaynağını araştırmak da özelliğinin bir parçasıdır. Elinde veya kontrolünde olanlarla olmayanları ayırt etmek kaçınılmazdır.

            İlim ile kendi kişiliğini bulması, kişiliğinde ilmin yerini ve önemini, ilmin kaynağını bulmasıdır. İnsan, var olan tüm canlıların en aciz halinden çıkıp gelişini, en derin cehaletten bilgeliğe yücelişini, ilmi idrak edişini, verilenler olmaksızın, yalnız kendine mal etmesinin mümkün olmayacağını anlar. Akıl, ilmin deposu olan insanı bilerek, ilmin ve insanın iki ayrı şey olduğunu ama birinin, diğeri olmaksızın, isminin, cisminin ve resminin olamayacağını da anlar. İlim ile insan ayrı şeylerdir. Üstelik ilmi olmadan insandan, insan olmadan da ilimden, söz etmek de zordur. İlmi de yalnız insan anlar ve uygulayarak ortaya çıkarır. Ruh, beden için ne ise ilim de insan için odur.

 

            ‘İlim ayrı insan ayrı kavramını ancak akıl kavrayabilir’ gerçeği üzerinde durulmalı. Bu gerçek bilimseldir. Her şey ilminin deposudur, ‘şeyin’ kütlesi kara deliğe düşse de ‘ilmi’ olay ufkunda kalır ve kaybolmaz. Bu gerçeklerden hareket ederek şey ile ilmi ayrı ele alınabilir. Şey olarak ‘kütle’ veya o şeyin maddesi düşünülebilir. Maddenin oluşumu önemlidir. Yine bilimsel bilgi ve bulgulardan, madde, belirli bir parçacığın içinde toplanan kuvvetlerdir. Kuvvetler de elektriksel, manyetik ve elektromanyetik kuvvetler olarak özetlenebilir. Evrende her biri bir diğeriyle sürekli etkileşim içindeki kuvvetlerin toplanmış haline madde denir. Kuvvetler de belirli bilimsel özelliklerden başka bir şey değildir. Bir elektrik yükü olan veya olmayana, bir çekim gücüne veya uzay zamanı büküm gücüne ‘kuvvet’ denir. Diğer bir deyişle kuvvet belirli bir bilimsel özelliktir. İnsan da temelde bu belirli bilimsel özelliklerden oluşur. Önemli olan insan ne atom yapabilir ne de atomlara hükmedebilir. Altyapı olarak bunların hepsi insana ‘verilmiştir’. Nasıl ki her ilim bilgilerden oluşur, insan da bilgi olan kuvvetlerden oluşur. İnsanın ilmi ayrı ve maddesi ayrı ise maddesinin de ‘bilgi’ olduğu unutulmamalıdır.

 

            “İlmin ayrı bir varlığının idraki ise Hakkın varlığına delildir. Nasıl ki bir eşyanın gölgesi varsa gölge güneşin varlığına delildir, aynı kapsamda ilmin varlığı da Hakkın varlığına delildir. İlim, böylece Hakkın ‘gölgesidir’.” (39.9)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                Tesadüfen Var Olmaz

            İstemeyi bilinceye kadar her şeyimiz var olur. İstemeyi öğrenince de isteğimizin sonu olmaz. Arzu ve isteklerimizin sonsuzluğu bizi bitirir. Ben kimim, ne yapıyorum, nereden gelip nereye gidiyorum deyince hakikate erebiliriz. Sahip olunan her şeyin kıymetini ve değerini araştırıp öğreniriz. Örneğin görmenin kıymetini ve muhteşemliğini, önem ve önceliğini, nasıl var olup gördüğümüzü öğreniriz. Neden gördüğümüzün cevabı ise henüz olmayabilir.

            Kendimizi bilmeden önce karıncaların hikâyeleri anlatılır. Her karınca ayrı bir yumurtadan çıkar. Hiçbir karınca diğerinin işine karışmaz. Her karınca ne iş yapacağına kendisi karar verir. Bireysel seçimler sonucunda ‘Ortak Bilinç’ oluşur. Her karınca iş yapar, bazı işler birlikte yapılır. İşin ucundan tutan karıncalar çok olabilir ama kendi kararlarıyla işin ucundan tutarlar. Bireysel davranışların ortak bilinç oluşturduğu böylece kanıtlanır. Her molekül de, yüzlerce bazıları binlerce atomdan oluşur. Moleküllerin yani proteinlerin, kendi görevlerini yapmasıyla, her hücre, düzenli çalışan bir fabrikaya dönüşür. Bir proteinin işini yapmasıyla sabah, işini bitirmesiyle akşam olduğunu anlayan ‘Bilinçli’ insanlar oluşur.

            Büyük Hadron Çarpıştırıcısında, İsviçre’de, CERN’de, elektron ve protonların saniyede kırk milyon kere çarpıştırılması sonucunda, elektron-pozitron çifti saptandı. İlim, ‘bilimsel bir özellik kazanarak’ zuhur eder, ortaya çıkar.

            Bilimsel bilgi, bulgu ve deneylerle kanıtlandı ki elektronun, ‘belirli ve sabit’ olarak bilinen ‘elektrik yükü’, elektron ile pozitron arasındaki ‘Boşluk Denizi’ nedeniyledir. Bu Boşluk Denizi sayesinde, pozitron, elektronu ‘Perdeler’ bu nedenle elektronun elektrik yükü sabit görünür. Boşluk denizi ve perdeleme olmasa elektronun elektrik yükü yaklaştıkça artar, uzaklaştıkça azalır. Diğer bir deyişle elektrik yükü sıfırda sonsuza, sonsuzda ise sıfıra gider. Kısaca evrendeki ‘Varlık’, varlığını, bilimsel olarak, ‘Boşluğa’, ‘Yokluğa’ borçludur. Çünkü elektronun elektrik yükü bugünkü belirlenen miktarının milyarda biri kadar az da olsa, çok da olsa atomlar birbirini tutamaz yani su bile oluşamaz.

            Bu deneylerin ikinci en önemli bilimsel bulgusu, ‘Evrenin Hakkını Sonuna Kadar Kullanmasıdır’. Evren, ‘Olasılıklar Denizinde’ bir şeyin olma olasılığı varsa, bunu gerçekleştirir. “Evren, hakkını sonuna kadar kullanır” bilimsel ilkedir. Saniyenin on üzeri eksi kırkında ‘elektron ve pozitron çiftleri’, yokluktan ortaya çıkar ve anında yok olur. Parçacıkların bir anda var olup yok olması sürekli var olan varlıklar olarak görünür. Saniyede otuz resmin geçişini film olarak izlememize benzer şekilde, parçacıklar da sürekli var olarak görünür.

            Bu bilimsel bilgi ve bulgularla kanıtlanan gerçekler Kuran’da da yer alır. “Bir emirle, halen, her an, oluşmaktaki evrenin, ‘Hadis olur, fani olur’ şeklinde var ve yok olması istenmedi, her şeyin bir amacı vardır.” (21.16,17)

            “Bu idrak ile her yönde, Hakk’ın yüzü görünür, perdeler, vehim ve ham hayal ortadan kalkar. Her iş ve eylem ilmin tezahürü, bir uygulamasıdır. Nefsin oluşumu, canlanması, hayat bulması ve yaşaması ilimle olur. Maddeyi ilimden ayrı düşünmek yanlıştır.” (39.9) “Her şey, Allah’ın istek ve iradesiyle, ‘Kûn, ol’ emriyle ancak söz ve ses duyulmaksızın, arada bir vasıta olmaksızın ve zaman geçmeksizin birden, an içinde, vücuduyla mevcut olmaktadır.” (2.117)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                Zuhurunun Şiddetinden Görünmez

            İnsan idrak ettiği için idrak ettiği kadar vardır. Saniyenin dört kere trilyonda biri kadar olan bir zamanda, yokluktan çıkarak, var olup yok olan zerrelerin oluşturduğu evrende yaşıyoruz. Hiçbir şeyin tesadüfen olmayıp bir amaç için var olması nedeniyle, insan bilinci vardır. Evrenin gelişimi zerrelerden bilince gelmiş durumdadır. Düşünen insan beyni incelendiğinde, beyin hücreleri arasındaki haberleşmenin ışınımlarla olması, ilk zerreleri anımsatabilir. İlk ışınım ve son ışınımın şiddeti aynı olabilir. Her iki ışınımın da zuhurunun tespiti, belirlenmesi, şiddetleri nedeniyle, zordur.

            “Siz, Hakk’ın, ‘hıfz edicilerinden’, ‘ilim yüklenebilen kuvvetlerinden’ oluştunuz. Siz, bu güç ve kuvvetlerin cisimlenmiş, şekil ve suret kazanmış, cisimleşmiş halisiniz.” (6.61) Ayetlerde de belirtildiği ve bilimsel olarak da kanıtlandığı gibi, güçlü itim ve çekim kuvvetiyle donatılmış zerrelerin toplanmasıyla bedenleşmiş bulunuyoruz. İten, çeken ve birbirlerini algılayan bu kuvvetlerin birer bilimsel özellik sahibi olduğu açıktır. Belirli elektromanyetik kuvvet özelliği taşıdıkları bilinir. Kuvvetlerin bu bilimsel özelliklerinden başka bir şeyi de yoktur. Zerreler ile bilimsel özellikleri veya bilgilerinin aynı olduğu ve ayrılamaz bir bütün oluşturduğu açıktır. Böylece maddesel bilgilerden insanda bilinç oluştuğu kanıtlanmış olur. İnsan, büyüme, gelişme ve olgunlaşma sürecinde, kendini bilmeye çalışır. Önce kendini bedensel ve nefsanî güçlerle donatır. Sonra kalbî duygularla dolup taşar. Öğrendikçe bilgi depolayıp bilinç geliştirir. İnsanın, olgunlaşmasında, nasıl doğadan ayrı bir benlik ve bencillik sahibi olduğu bilinemez.

            Doğal ve evrensel özelliklere sahip olup, ayrı, farklı ve kopuk bir benlik ve bencillik geliştirmesi şaşırtıcıdır. Çevresinden aldıklarını iade etmesi durumunda, geriye ne kalacağını düşünmek kendisini de şaşırtabilir. Yokluktan çıkıp var olan zerrelerle oluşanın, varoluşu da sahiplenmesi ilginçtir. Zuhurun şiddetinden sonra, mevtin de azabın da şiddetlisi yaşanır. “Azayı emzirici, besleyici olan her kuvvet beslediği azadan gafil olduğu, idrak ettiklerini hıfz edici hamil sahibi kuvvetlerden her biri, idrak ettiklerini yere bıraktığı, yani her kuvvet,  tahrikini ve istiklâlini bıraktığı zaman, insanları, mevtin şiddetlerinden sarhoş, şaşkın ve baygın görürsün.” (22.2)

            Allah, yerin ve göğün nurudur. Nur, Allah’ın zatıyla zahirdir, görünür hale gelir ve görünür, eşya da nur ile zahir olur ve görünür. Nur, zuhurunun, ortaya çıkışının şiddetinden ve eşyanın kendisiyle zahir olmasından dolayı, mutlaktır ve ilahî isimlerden birisidir. Zuhurunun şiddetinden gizlidir, ışığın kaynağı görünür kendisi görünmez. Mevcut olan her şey onunla mevcut olmuştur. Cisimler âlemi, ilahi nurun gurup ettiği, tesettüre girdiği yerdir, örtülü halidir. İnsanın kemale ermiş, olgunlaşmış halinde bu nur parlar, yaradılışa uygun olarak parlayan bu nur ise diğerlerini aydınlatır. Parlayarak aydınlatan nura, nurun nuru, batıdan doğan hakikat güneşi denebilir. Cahil kişi, cisimlerin altında kalmış, cisimler âlemi dalgasının örttüğü kişidir, basiretsizdir, hiçbir şey göremez.” (24.35) “Biz, vücudumuzla sizi izhar etmekle ve sizin suretlerinizde zahir olmakla sizi halk ve izhar eyledik.” (56.57)

 

            Umarım, biz de bilinçli olarak nuru idrak edebiliriz. Allah’ım, sen ne büyüksün / Ben diye de görünürsün!

 

 

                Erdem Yaradılıştandır,

            Herkes ve her şey kendi fıtratındaki kemalini, olgunluğunu gerçekleştirmek amacıyla yaratıldığına göre olgunlaşmak için gerekli olan yazılım ve donanım da verilmiş, fıtratına kazınmıştır. Yaradılışının ve amaçlarının farkında olmayanlar yanlış yollara sapıp kötülükleri amaç edinmiş hatta karakter edinmiş olabilir. Verilenleri kullanmak insanın yetkisindedir.

            O’nu sevenler, kendilerinde yeterince sebep, donanım ve kudret bulursa, yaradılışlarında gizli olan hakikat, bilgi, ilim ve erdemler sayesinde, temizlenme ve arınmayla fiili ihraç etmeye ilişkin verdikleri sözü yerine getirmiş olurlar. İnsan olarak insanlıktan yaratılmış, akılla donatılmış oldukları için, önce âlim, sonra kâmil insan, arif olurlar. Böylece kendini gerçekleştirmiş, verdikleri sözü yerine getirmiş olurlar.

            Kişinin ergen oluşu ile bireysel yaşam başlar. Kendi başına kaldığında, büyüme çağında, büyüklerinden eğitimle aldığı güzel ahlak dersleri, önem ve önceliğini yitirebilir. Hayata atıldığında, yaşam kavgası kargaşasında, bazı erdemlerin başkaları tarafından göz ardı edilmesinin etkisi altında kalabilir. Diğer bireylerle girdiği yarış ve yarışmalarda, vehim ve hayal gücü gibi nefsanî duygularına yenik düşebilir. Kalbindeki güzel ahlaka ilişkin erdemler, ruhani ve nurani değerler, geri plana itilebilir veya tamamen unutulabilir. İçki, şehvet, şiddet ve kumar gibi kötü sıfatlar birbirini destekler. Bu durum kalpte yeşermesi beklenen değerlerin kalpten tamamen sürülmesi ve kalbin nefis mücadelesinde yenik düşmesidir.

            “Sıfatının tecellisi, var olması için, ‘nefhaat-i Rabbaniye rüzgârlarını’, ‘şişirici rüzgârları’ gönderir.” (25.48) “Yokluk, sırf boşluk değil, olmuş ve olacak mevcutların hakikatlerini, bilgilerini, ilimden alacakları ‘haklarını’ içerir. Her ‘şey’ Hak’tan hakkını aldığı için mevcut, var olabilir.” (21.22)

            İnsan bilgiye sahip olabilir ama ilmin tümüne sahip olamaz. Aynı şekilde bedeni ve ruhu varsa da enerji ve içerdiği ilim insana ait değildir. “Beden ve ruhlarının, ilimlerinin, beden ile hakikatinin, farklı şeyler olduğunu anlayarak bunların ayrılabilmesiyle ölümlerini idrak edenler elbette diriltileceklerdir.” (79.1-5) Ayırım gücünden, analizden sonraki sentez insanı farklı sonuçlara götürebilir. İnsan Allah’ın ilmi ile âlim, nefsi ile kaim, ayakta ve hayatı ile hay, diridir. Rahmanî rahmet olan yağmur iyinin de kötünün de tarlasına yağar. Rahimsi rahmet olan akıl, fikir gibi her insana özgü değerler ise herkese özeldir. İnsan toplumun bir bireyi, evrenin bir zerresi olarak mevcuttur ama kendiliğinden var olan değildir.

            Ayetler apaçık, anlamları aşikâr. Eşyanın aslı, esası, özü düşünüldüğünde, Hakk’ın ilminden hakkını, hakça aldığı için her mevcut ortaya çıkmış, mevcut olmuştur. Her eşyanın bileşenleri içinde ve arasında bir ‘bilgi’ vardır. ‘Evrenin Hakkını Sonuna Kadar Kullanması’ bir prensiptir. Evren, ‘Olasılıklar Denizinde’ bir şeyin olma olasılığı varsa, bunu gerçekleştirir. “Evren, hakkını sonuna kadar kullanır” bilimsel ilkedir. Saniyenin on üzeri eksi kırkında, trilyonda birinde, ‘elektron ve pozitron çiftleri’, yokluktan ortaya çıkar ve anında yok olur.

                Parçacıkların bir anda var olup yok olması sürekli var olan varlıklar olarak görünür. Saniyede otuz resmin geçişi film olarak izlendiği gibi eşya ve parçacıklar da sürekli ‘var’ görünür.

            Bu bilimsel bilgi ve bulgularla kanıtlanan gerçekler Kuran’da da aynen yer alır. “Bir emirle, halen, her an, oluşmaktaki evrenin, ‘Hadis olur, fani olur’ şeklinde var ve yok olması istenmedi, her şeyin bir amacı vardır.” (21.16,17) “Her şeyin, yaratılmadan önce, ruh, kalp ve nefis âlemlerinde suretleri vardır.” (2.21) “Eşyanın tümünün, bilinmelerini sağlayan, ilmî özelliklerini Âdem’in kalbine indirdi. Marifet ve muhabbet sırrını insana emanet etti. İnsan, eşyayı ve kendini verilen ilim ile bilir ve ilmin sahibini de bilir kâmil insan olur.” (2.31, 33)

            Kâmil insan olma amacıyla yaratılan insanın fıtratına, erdemli olmak için gereken her türlü sıfat kazınmıştır. Her varlık, bitkiler ve hayvanlar, görevini eksiksiz hatta yanlışsız yapar, yalnız insan sapar. Bu sapma yetkisi de sorumluluğuna eşit bir şekilde verilmiştir. İnsan, yetkisi nedeniyle sorumludur. Bilen ile bilmeyen bu nedenle eşit olmayabilir.

            İnsan, bilir, bildiğini bilir ve bildiklerini sentez ederek ortak bir bilince ulaşır. Ahlakı, güzel ahlakı, erdemleri bilir, ahlaksızlığın ne olup olmadığını da bilir. İyilik, doğruluk ve güzelliğin varlığı ve gelişimiyle kötülük, yanlışlık ve çirkinliğin ortadan kalkacağını bilir. Karşıda gördüğü kötülükleri imha ederek kaldırmaya çalışması hatadır. Erdemli olmakla erdemsizlik ortadan kalkar.

            Esas olan dönüşümdür, bir sıfatı ortadan kaldırmak diğer sıfata dönüşümünü sağlamakla olabilir. Kötü insanı veya insanları öldürmekle kötülük ortadan kalkmaz.

            Günümüzde üzerinde durulan bilimsel bir kavram da “Bağlantısal Bütünselliktir.” Yüz milyar beyin hücresinin diğerleriyle bağlantı kurarak düşünce ürettiği saptandı ama bu bağlantıların nasıl bir matematik ile yürütüldüğünü belirlemek için mevcut bilgisayarlar yetersiz kaldı. Yine de beynin nasıl düşündüğüne dair bir matematik model yapılabileceği görüldü. Beyin hücreleri, nöronlar, elektrikle çalışıyor ve bilgi işliyor. Beyinde bilgiler elektrokimyasal ırmaklar halinde akıyor. İnsan bedeninde 37 trilyon hücre vardır. Atomlardan oluşan bu hücreler 300-400 günde tamamen değişir ama insan yaşamaya devam eder. Bütün, parçaların toplamından fazla bir şeydir. İnsan atomların toplamı değil kurulan bağlantıların bütünüdür. Evrende var olan bütün kuvvetlerin bağlantısal bütünlüğü bir matematik modeliyle ortaya kondu. LANIAKEA astrofizik modeli evrendeki tüm kuvvetlerin bileşkesini oluşturmaktadır. Bu model, beynin modeline benzemektedir. Benzer bir bağlantısallık modeli, yaprakta da ağaçta da metro sisteminde de var, yaşamın kendisinde de vardır. Matematiğini bilemediğimiz oluşumlara kaos demişiz ama modelini bulunca kaos olmaktan çıkıyor. Bilim, matematikselleştirilmiş felsefedir. Kuş sürüsünün hareketlerinde, bir kuşun bir saniye sonra diğeriyle nasıl bir ilişki içinde olacağının olasılığını belirleyen modeller vardır.

 

            Bağlantısal bütünlüğü ortaya koyan model nedeniyle matematik değil modellere uygun olan evren ve yaşam güzeldir. Kuş veya balık sürülerinde bir lider olmadığı kesindir, bağlantısallık kültüründe hiyerarşi yoktur. Bağlantısallık biliminde liderler, yöneticiler yoktur. Matbaanın icadı çığır açmadı, yeni bilimsel çığır matbaayı geliştirdi. Bilim, matematikselleştirilmiş felsefedir. Din ise, felsefenin henüz matematikselleştirilememiş, kaos denen, halidir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                Kanaat Et Nefsini Öldür!

            Nefsanî beslenme için kullanılan akıl ile ancak niceliksel doyuma ulaşılır. Bu gidişin sonu yoktur. Gururun alçak gönle ve aç gözlülüğün kanaate dönüşmesi, aklın elde ettiği bilgilerin kalpte sıfatlanmasına bağlıdır. Ruhani bilgiler, kalpte mayalanmalı ve kalp deryası maya tutmalıdır. Kalp deryası ilimle mayalanmazsa, kalp muhabbetle sıcak tutulmazsa, nefis denizinde maya ziyan olur. Fiillerden sonra sıfatların sahibini bilmeyen, Allah’ın sıfatlarını tanıyıp idrak etmeyen, Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlanamaz.

            Kendini bilmeye giden doğru yol, bireylerin dışında değil, bu nedenle topluca gidilebilecek bir yol değildir. Gösterge çubuğu dik durur ve önce ucu bir aşama açılırsa, üçüncü boyut olarak, doğru yol ortaya çıkar. İnsanı temsil eden, anten şeklindeki gösterge çubuğunun bir çıt açılması, insanın kalbini keşfetmesine benzer. Bu açılım dışarıdan olamaz. Kalbin dışa açılan kapısı, içeriden açılır ve sıcak duygularla dolarsa açılır, mayalanan sevginin aşka dönüşümü ile açılır. Diğerlerinden farklı kılan benlik ve bencillikten vazgeçilip, örneğin, kazancın meşruluğuna, ahlakın güzelliğine önem ve öncelik verilirse açılır. Kalp, akıl aracılığı ile ruhtan aldığı nuru, nefsine yansıtır, böylece, nefsin kanaatkâr olduğu görülür. Ruhtan, ilmin kaynağından, basiretle, tevhit ilmiyle alınan tasavvufî bilgiler, uygulanıp yaşanacak bilgilerdir. Dışarıdan alınan bilgiler unutulabilir, uygulaması yapılmayabilir. İçten dolup taşarak duygusal alandan çıkan bilgiler, aşk içinde uygulanır. Seven herkesi sever.

            İçe dönük yolculuğun ilk aşaması, antenin bir çıt açılması, failin Hak olduğunu anlamaktır. Açılan kalp kapağından, akıl aracılığı ile kalbe inen bu bilgi, kalp tarafından iyice anlaşılınca, nefsi ikna etme çabası başlar. Her şeye sahip olmaya çalışan nefis iyi, doğru ve güzel olanın diğerlerinden ayrılmasını kabul eder, kanaatkâr olur. Böylece her bilgi bir uygulamaya dönüşür. Bedensel faaliyetler, her iş ve eylem, aynı güç ve kuvvete dayanır.

            Doğa, dünya, âlem bir tarafa, insan bir tarafa. İnsan başkadır, üç boyutludur. Namaz konusunda, ilk akla gelen ‘genel olarak yer, içer, yatar, kalkar, savaşır, sevişir’ insanlardan farklı, olgun ve kendini bilen insanlardan söz edilmesi uygundur. Oruç ile nefsini yenmiş ve terbiye etmiş insan, kalbini keşfeder. Kalp, duyguların merkezidir. Ruhtan alınan ilim ile beslenir. Açgözlülüğünü kanaatkârlığa dönüştürmüş nefis, tatmin olur ve kalbin ilhamlarına açılır, kalbe teslim olur. Ruhun nuru ile aydınlanmaya başlayan kalbin sabahı olmak üzeredir. Sabahın fecrinde insan uyanır, kendi hakikat güneşinin kalbine doğması yakındır. Maddenin ve eşyanın hakikatini bildikten sonra nefsini fethetmiş olan insan, kalbinden aydınlanmaya başlar. Hakikat güneşinin gün ve gündüzünün aydınlığında, kalbinin sırlarını çözmeye çalışır. İnsan, âlemi kalbinde bulabilir. Ömrünün kısalığı, iradesinin sınırlılığı nedeniyle doğuştan verilenlerin önemini anlar. Keşif, müşahede ve Şuhut’tan tevhide geçilebilir.

                “Halik’ınıza dönüş için, nefsinizin hazzını ve huzurunu azaltın, heveslerinden vazgeçirin, tövbe ederek riyazetle yani kanaat kılıcıyla nefsinizi kökünden katledin.” (2.54)

                Benlik yapan bencil nefsi, kökünden kesip atın ki Allah’ın nefsi ile kaim olun. O’nun ilmi ile âlim, nefsi ile kaim ve hayatı ile hay, diri olunuz.

 

                Bedende İletişim, Etkileşim

            Hastalıkların tedavisinde elektrikli araçların kullanımı yaygındır. Kalp pilleri kalbin düzenli çalışmasını, kulaklara takılan aletler işitmenin düzenli olmasını sağlar. Bu alandaki bilimsel ve teknolojik buluşların önemi artmaktadır. Önce elektrik keşfedildi ve aydınlanmaya yaradığı anlaşıldı ve bir yerden bir yere nakledilmesi sorunu çözüldü. Sonra elektrik sinyali ile ses iletimi gerçekleşti. En sonunda sinyaller ile renkli resimli görüntü aktarımı mümkün oldu. Artık telefon, televizyon çocuk oyuncağıdır. Elektrik sinyalleri ile iletişim ve etkileşim insan için gerçek oldu. Son bilimsel buluş ise canlı hücrelerin tümünün bunu hep yaptığıdır.

            Canlı bir bedendeki organlarda, hücreler arası, hatta hücre içindeki organeller arasındaki, iletişim ve etkileşim düşündürücü olabilir. Çünkü elektriğin kontrollü aktarımı, ses ve görüntünün kodlanıp gönderilmesi, aktarılıp, alınıp mesajın çözümlenmesi, bilinçli bir halde olabilecek işlerdir. Bir amacın gerçekleştirilmesi için sonuca götürecek tüm sebeplerin, bilinçli bir şekilde oluşmasının sağlanması gerekir. Telefon ve televizyonun, doğada ve doğal koşullar altında, kendiliğinden, evrimsel gelişimle oluşmasını beklemek doğru olmayabilir.

            Bir hastalığın tedavisinde kullanılacak bir aracın yapımı için önce hücrelerarasındaki sinyallerin tespit edilmesi, kaydedilmesi, okunması, lisanının çözülüp anlaşılması gerekir. Verilen en uygun anlama göre, en uygun zamanda, zeminde ve dozunda, ilgili hücrelere gereken sinyal iletilerek iyileştirici sinyallerin üretilmesi sağlanmalıdır.

            Örneğin kalp kasının kasılması için kası uyarıcı sinyal üretilip, kasa ulaştırılması gerekir. Beden elektriği aksadığında, kesildiğinde, takılan pil bu elektriği zamanında ve dozunda sağlamalıdır.

            Beden elektriği sinyalleri, atom düzeyinde çalışır. (1) Sinir hücreleri olan nöronların yüzeylerinde sinyali oluşturan ve alıp ileten proteinler vardır. Eksi veya artı elektrik yüklü atomlar, bu proteinlerce, nöronların hücre duvarlarından, birbirlerine geçirilerek, sinyalleşme başlatılır ve sürdürülür. Bir hücrenin içinde bir atoma elektron yüklendikçe, hücreler arasındaki denge bozulur, balans farkı oluşur ve bu iyonların bir hücrenin içinden diğerine, hücreden hücreye pompalanmasıyla, 70 mili volt düzeyinde, bir voltaj, akım dalgalanması yaratılarak sinyal iletilir. Bir mili volt, voltun binde biridir. Kıyas ile anlaşılması amacıyla, cep telefonları 5 mili volt ile şarj edilir. Elektronları kullanan bakır tel yerine, bedenin sinir istemi, yüklenmiş elektriği, iyonları, genellikle de potasyum ve sodyum iyonlarını, kullanarak nöronlardan geçirir. İyon, normalden fazla veya az elektron yüklü atomdur. Görevli proteinler bir atomun elektron yükünü artırabilir veya eksiltebilir, böylece anot veya katot oluşturabilir. Bu mesajlarla hayal eder, düşünür, hafızaya kaydeder ve hatırlarız.

 

            İnsan beyni, bu kimyasal enerjiyle, elektrokimyasal süreçlerle, çalışır, düşünür, öğrenir. İnsanın görmesi, okuması ve dinlemesi hallerinde, beyinde milyarlarca nöron hücresinde, yüklenme yani voltaj iniş çıkışları, dalgalanması yaşanır. Atomlara yüklenen elektronlar yeterli düzeyde farklılık yaratınca atom, diğer hücreye pompalanır ve elektrik yükünü diğer hücreye geçirir. Bu kimyasal elektrik bir mesaj aktarır ve bu mesajın bir lisanı vardır.

            Tedavi edici müdahale yapılabilmesi için gerekli akım tespit edilmeli, lisanı çözülmeli ve mesaj anlaşılmalıdır. Daha da çarpıcı olanı voltajdaki dalgalanma, DNA’yı etkiler ve DNA da yeni duruma, örneğin öğrenilen şeye göre, nöronların yapısını değiştirir, genetik şifre oluşur.

            İnsan ancak böylece öğrenmiş olur. Voltajdaki iniş çıkışlar, dalgalanmalar, radyo dalgalarında olduğu gibi, elektriksel alan, elektromanyetik alan oluşturur. Beynin milyarlarca nöronunun her biri, bir anlamda, mikro voltaj sinyaller oluşturan ve yayan küçük radyo istasyonları gibidir. Önce normal bir atoma elektron yükleyip denge, balans bozulup akım oluşturmak, oluşturulan bu elektrik akımına kodlanarak mesaj yüklemek sonra da bu mesajı akım geçerken alıp, lisanını çözüp, manasını anlayıp, bu mesajın gereğini yapmak kendi çapında bir bilinçtir. Radyo vericileri ve alıcıları vardır, sinyalleri gönderen araçlar ve alıcı aletler vardır, radyoyu belirli dalga boyuna ayarlayıp sinyalleri alarak ses dinlenebilir veya televizyonda olduğu gibi görüntü izlenebilir. Bir proteinin işinin keşfi bilimsel gelişmedir.

            Fiziksel de kimyasal da olsa bedenimizdeki her hücremiz, elektrik oluşturuyor, üretiyor, radyo ve TV istasyonları gibi ses ve görüntü yükleyip, diğer hücreye gönderiyor sonra da mesajları alıp, lisanını ve anlamını çözümleyip, mesajların gereğini yapıyor. Daha önemlisi bütün bu iş ve işlemler, hücrelerimizin bir protein veya molekülünün yaptığıdır. Hücrelerarası mesaj alışverişi gibi hücre içindeki organeller arasındaki mesaj alışverişi de elektrikle olmaktadır.

            Örneğin elektrik akımının dalgalanması DNAyı da etkiler ve DNA nöronların yapısını değiştirir. Diğer bir deyişle elektronların üstünde yaşıyoruz. Elektron bilgi yüklenebiliyor, taşıyabiliyor, muhafaza edebiliyor ve hafızadan alıp hatırlama yapabiliyor.

            Hiçbir şey “Tesadüfen Var Olmaz” makalesinde bilimsel bulgular ve bunları anımsatan ayetler üzerinde durulmuştu. Elektronun elektrik yükü kritiktir, bugün belirlenen miktarın milyarda biri kadar azı da olsa, çoğu da olsa atomlar birbirini tutamaz yani su bile oluşamaz. Elektronun elektrik yükünü belirleyenin ise elektron pozitron çiftleri arasındaki ‘boşluk denizi’ olduğu unutulmamalıdır. Bir anlamda canlılığımızı borçlu olduğumuz elektronun bilimsel özellikleri çok önemlidir. Elektronun negatif elektrik yükü ve kütlesi vardır, atomların birbirlerini tutmasını sağlar. Galaksilerin uzaklıklarını, yerlerini ve hareketlerini bildiren ‘foton’ ise tanım itibariyle “Hiçbir şeyin özetidir.” Ne kütlesi ne de elektrik yükü vardır. Uzay zamanın titreşimiyle ışık hızında yolculuk edip enerji yayar. Yüz trilyon hücremiz içinde ve arasında sonsuz sayıda foton ve elektron vardır. Tam bir parlaklık, aydınlık, nur ve ışık içinde olduğumuz halde göremeyiz ve görünmez. “Allah, zuhurunun şiddetinden görünmez.” “Allah, yerin göğün nurudur. Allah’ın nuru, idrakiyle Allah görünür” (24.35)(39.22)(10.45)

            Umarım, biz de hakikati idrak edebiliriz.

(1)   https://pursuit.unimelb.edu.au/articles/reading-the-body-s-electrical-signals-to-treat-illness

 

                İslam’da Dört Eş!

            Rivayete göre, Allah’ın nefsiyle kaim, yerine geçen, ayakta, canıyla canlı, ilmiyle âlim, ruhuyla dirilmiş iken cennette yaşayan Âdem, bedenleşerek dünyaya indirildi.  Bedensel nefsaniyeti, canlılığı, Âdem’in zevcesi, eşidir. Âdem’e, aklıyla ruhtan aldığı bilgileri kalbinde anlama, özümleme ve uygulaması hatta basiretle ilim halinde tekrar ruha dönebilmesi ihsan edilmiştir. Bilgiler, kuvvetler halinde uygulandıkça hareket eder, oynaşır. Bedensel nefsaniyet, canlılık, bilgilerin özelliğine uygun bir şekilde, farklılaşarak belirginleştiği için ruh ile cilveleştiği söylenir. İnsani nefsaniyetin dişiliğinin, eril ruha, her aşamada, aldığı bilgilerin özelliğine uygun, bir kalp çocuğu doğurduğu rivayet edilir. Veledi kalp, akıl aracılığıyla ruhtan aldığı bilgilerle beslenir, büyür ve kendine vaat edilmiş topraklarda, meralarda, alanlarda serpilir, hüküm sürer. Bireysel düzeyde, her kişinin bedeni, kendine özgü bir Mısır ülkesidir. Bireyler, nefsaniyetlerinin her aşamasını, edebiyle, yaşama hakkına sahiptir.

            Mısır ülkesinde, emmare nefisle tutulan yolun sonu olmadığı görüldüğünde, Firavun Nefis, kendini levam ederek, yererek, bir başka hale geçer, kendisinin, hayalince, her şeye hükmedemediğini, eksikliğini anlar. Firavunun bir rehbere ihtiyaç duyduğu, halk arasında duyulunca, tevhit ilmine hâkim olan İbrahim’in, aklı temsil eden, oğlu Yusuf önerilir. Beden ülkesi Mısırda, aklın hükümdarlığı süresince, işlerin düzelmesi memnuniyet verir ve aklın ülkede hüküm sürmesine izin verilir. Önce baş tacı yapılan akıl, zamanla sömürülür ve sadece köle gibi çalıştırılıp nefsanî menfaat için kullanılır.

                Duygudan yoksun ortamda, sömürü ve kölelikte, kalbe ihtiyaç duyulur. Aklın kalpsizce kullanımı, maddesel zenginlik verse de mutluluk getiremez. Levama nefsin, sudan yani ilimden gelen oğlu, Hz. Musa, kalp çocuğu olarak, akla gerektiği gibi önem verenleri toparlar. Her yer ve zamanda, iş ve işlemin, tüm hareketlerin, efalin, aynı ilmin uygulaması olduğu, akla gelen fikirlerin kutsallığı, anlaşılır. Kalp Musa, kendisine vaat edilen topraklara göç edip, Yusuf’un kardeşlerini, gazap ve şehvet kabileleriyle birlikte, Mısır’dan çıkarır, aklı kölelikten kurtarır.

                Akıl aracılığıyla kalbe dolan ilim, kalpte mayalanarak çoğalır, taşar ve yayılır. Beden ve madde âleminde yalnız ve sadece bir ve tek ilmin uygulandığının idraki, ayrıca, ilmin kendisine ulaşma zevk, lezzet ve keyfini de verir. Nefis, bu aşamada tatmin olup, mutmain olup, esas krallığın mana âleminde olduğunu hissedip yeni bir hal içine girer. Mutmain nefsin, ruh babadan olma, kalp çocuğu Hz. İsa; ilmin kendisinin, maddeden, madde halinden, daha önemli olduğunun idrakine varır. Bu aşamada kalp, duygusal âlemin tüm sıfatlarının da yine aynı bir ve tek ilmin çeşitli uygulamaları olduğunun idrakine erer. İlmin kaynağı göklerdedir. Mutmain nefis, emmare ve levvame nefsaniyetlerden sonra, ruhun üçüncü eşidir.

                Bir rivayete göre, rehberiyle birlikte, tevhit ilmini talep eden, nefsaniyetlerin hepsini yaşayarak, Allah’ın ilmiyle, ruhuyla, zatıyla dirilebilir. Ebeveynleri, Allah’ın kulu Abdullah ve âmin deyip teslim olarak mülheme, ilham alan, nefis sahibi Âmine hatun olan Efendimizin vahiy aldığına inanırız. Allah’ın kelamını bize ileten efendimiz, miraca çıkarak Hakka ulaşmış, insan ve insanoğlunun yaradılışının amacını, örnek olmak üzere, gerçekleştirmiştir.                       Umarım biz de namazı miraç olan mümin olup Hakkın hakikatini idrak edebiliriz.

                Yaratıcı ve Yaratılış

            “Hakk’ın delili, gölgesi olan ilimden ilk halk edilen cevherin, Celalî nazarla taşıp yayılmasından sonra uygulanmış olarak açığa çıkan ilmi hıfzedici kuvvetlerin izdihamıyla temessül ve tecessüd ettiniz, ilimden başka bir şey olmayacak şekilde, bedenleştiniz.” Diğer bir deyişle “Önce hiçbir şey yoktu, vakumda, yoklukta var olan ilmin, zuhurunun şiddetinden görünmeyecek şekilde, ortaya çıkışıyla; bir ‘şey’ var oldu ve ışık, parıltı, aydınlık, nur oluştu; nurun, fotonun maddeleşmesiyle her şey halk olundu, canlılık yaratıldı ve insan inşa edildi.”

            Akıl, duyuların yanılgısının toplamından daha çok yanılır. Her var olanı, ayrı birer varlıkmış gibi algılar. Geçmişte, “Sadece sen varsın” diyen, kadim bilgelerden, Mısır Firavunu vardı. Bugün de “Allah, Var Olandır” diyenler vardır. ‘Görünen, görenin görüntüsüdür’. Akıl, bilgi edinir ilme ulaşır, evrende mükemmel bir düzenin olduğunu kanıtlar. Bilim, evrende ne olduğunu, olan her şeyin düzenli olduğunu, kanıtlar ama ‘neden ve ne amaçla’ olduğunu sormaz. Evrenin, aslında ilahî düzen anlamındaki, kaostan, zamanla anlaşıldıkça beşeri denebilecek düzene doğru, doğal yasalara uygun olarak, açılım gösterdiğini akıl idrak eder. Oysa “Entropi, düzensizlik, artmaktadır, öyleyse öncesi mükemmelliktir” diyen de, uzay zaman ‘birleşik alan’ oluşturur ve ‘bağımsız değişken olarak zaman yoktur’ diyen de akıldır.

           

 

            Atılmış pamuk veya yün halinde uzay zamanda yüzerken, süpernova kalıntısı toz ve gaz bulutu; nasıl olduğu pek bilinmeyen bir şekilde, ‘güçlü kuvvet’ kazanarak hareket eder. Kuvvet, ölçülebilen bir bilgi, düzen veya özelliktir, böylece, toz ve gaz bulutuna ilimden yeni bilgi yüklenmiş olur. Kuvvetlerin sürekli iletişim ve etkileşimleriyle uzay-zaman bükülür. Bükülen uzay zamana çevredeki diğer bükümler düşer. Maddenin katı, sıvı, gaz ve plazma halleri sırasıyla oluşur. Böylece her mevcut, iradesi olmaksızın vücut bulur, yaşar ve yok olur. Rahman, rahim olarak görünür. İlim yüklü enerjinin düzenli hareket etmesiyle her şey oluşur. Böylece, kendi iradesi olmaksızın diriltilen insan, istenirse, yeniden de diriltilebilir. Kendinin ne olduğunu bilen, idrak edebilen, ‘ölmeden önce ölen’ insan, yeniden ihya edilebilir. “Sonra gölgeyi ifna ederek, ortadan kaldırarak, elde tutabiliriz. Her an mevcut olan herhangi bir fani ‘şey’in fena bulması evveline, oluşuna nispetle kolaydır. Ele alınan her şey, her an, başka bir mazharda zahir olur.” (25.46) “İnsan, anlık idrakle bedeninin yakıcı asar ateşiyle helak olup atılmış yün veya pamuk gibi toz ve gaz bulutu olabileceğini idrak etmelidir.” (101.10,11)

 

            Maddi ve manevi kuvvet alış verişi içindeyiz. Birisinin düşünce gücünden etkilenerek yeni bir fikir ve düşünce üretiriz, hepsi bilgi işleme fiilidir. İşlemin öncesi, sırası ve sonrası kuvvete dayanır. Tüm fiiller kalbimizin kurgusunda, yönetim ve denetimindedir, hepsi bir kalp fonksiyonudur. Genel ve geniş kapsamlı düşünüldüğünde, aklın sonradan geliştiği de dikkate alındığında, her şeyin kalbin yönetim ve denetiminde yürüdüğü apaçıktır. İnsan bir şey düşündüğü zaman beyin hücreleri olan nöronlardaki bir molekül, genellikle sodyum veya potasyum iyonlarıyla, bir atomu şarj eder, kodlayarak yükler. Yüklü atom diğer hücreye geçerek kodlanan mesajı iletir.

            Mesajı hücreler arasında ileten 5 mili voltluk elektrik yüküdür. Hücreler arası bu elektrik alış verişi, televizyon yayınları gibi sesli, renkli ve görüntülüdür. İnsanlığın, uzun sürede, keşifler sonucu yapabildiklerini nöronlar meğer hep yapıyorlarmış.

 

            Umarım biz de, ‘var ve özgür olduğumuzu düşünme’ özgürlüğümüzle, “Var olan yaratılanların, evren eserinin müessirinin, bir ve tek Yaratıcı olduğunu” idrak edebiliriz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                Oluşumla Gelişim,

Mevcutların henüz var olmadığı,

Tüm eşyanın ortalığa çıkmadığı,

İlmin de henüz uygulanmadığı,

Işığın yanmadığı andan gelirim.

 

Önce ne ses var ne de söz vardı,

Duyulmadı, ‘Ol’ nidası yankılandı,

Olacaklarca ‘boş’ alanda algılandı,

Şek ve şüphesiz, anda, uygulandı.

 

Şeyler, ‘ben’ ile birlikte var oldu,

Var olanlarla, boş evren doldu,

Her sonuca bir şey sebep oldu,

Rahmandan, rahimsiler doğdu.

 

Bilim kanıtladı, ‘Hep’, ‘Hiçlikten’,

Bir kuvvet çıkar yok ve boşluktan,

İter, çeker, etkiler ve de etkilenir,

Etkileşim ve iletişim, diğerinden.

 

Her şey için bir Celalî nazar oldu,

Nazar ile madde, taştı da yayıldı.

Şey, hakkını, Hak’tan, hakça aldı,

Aldı da farklılaşarak belirginleşti.

 

Arz ve sema dayandı ve döşendi,

Zaman geçmeksizin oldu da bitti,

Akıl içindir her şey, sıralı sebepli,

Anladı, hakikatin idrakinde, yitti.

 

Nesi ve nasılı, aklın, bilimsel işidir,

İlahî düzeni, kaosu, bilimselleştirir,

Bilgi, bulgu ve sonuçlar kanıtlardır,

Bunlar, sanki aklın işini sonlandırır.

 

Fizik, kimya, matematik bilimlerdir,

Evren bütünselliğindeki, dilimlerdir,

Bilimsel modellemeler çok güzeldir,

Görünen, modellenendeki güzelliktir.

                Duyular ve yanılgılarla akıl zanneder,

                Zandan kurtulmak, zamanı an eder,

                Anda var olur mevcudat, yeniden,

                Necdet, idrak et, oluşmalar şenden. 1.5.2019

                Kalp Çocuğunun Canlanışı

            Kitapta, her zaman her kesimden herkese hitap eden ayetler vardır. Bazıları, emir bazıları da tavsiye niteliğindedir. Anlatılmak istenen bazen hikâyelerle anlatılır. Bireysel gelişim toplumsal olaylarla zenginleştirilir. Tüm hitap, bireysel olsa da toplumsal olarak da ele alınır. Çünkü bireysel nefsanî gazap ve şehvet güçleri toplumsal düzeyde uygulanır. Örneğin, gazap kuvvetleri, bu konuda işbirliği yapan bireyler bir araya geleceği için, gazap mahallesi olarak adlandırılabilir. Bilge kişiler de hakikatleri hikâyelerle anlatır.

                Bir hikâyeye göre, “Zengin yaşlının genç oğlu, mirasına göz koyan, amca ve oğullarınca öldürülür. Kimin tarafından öldürüldüğü anlaşılmasın diye de yol kenarına atılır. Katilin belirlenmesi için bir bakara boğazlanıp, kuyruğu veya dili gibi bir parçasıyla öldürülene vurulması emredilir.”  Bu olayda boğazlanan, ilim ve hikmet açısından zengin olan ruhun oğlu olan kalptir. Katiller ise amca olan hayvani nefis ve onun oğulları şehvet ve gazap kuvvetleridir. Kalbin mirası olan hikmet ve ilme sahip olma amacıyla, kalbin hayatı olan hakiki aşkı ortadan kaldırıp, kalbi, hayatından, hakiki aşkı yaşamaktan, men ederler.

 

                Rivayete göre hurma ağacı, Âdem’in toprağının kalanından yaratılmıştır. Bu nedenle Âdemin kalan toprağı, Âdemin erkek kardeşidir. Erkek kardeşinin bir kızı, nebati nefis, bir de oğlu, hayvani nefis, vardır. Böylece, nebatî nefis, insanî nefsin halası, hayvanî nefis de amcasıdır. Ruh ile nefis kardeştir, her ikisi de kutsal ruh denilen faal akıldan feyizlerini, idraklerini alır. Ruhun mirası, hikmet ve aklın anlayacağı ilmin idrakidir. Kalbi, bu mirastan mahrum edip kendi akrabalarına kalmasını sağlamak üzere, şehvet ve gazap kuvvetleri, kalbi katlettiler ve cesedini ruhani güçler ile tabii güçler mahalleleri arasındaki yol üstüne attılar. Şehvet ve gazap kuvvetleri fesattır, kendi aralarında da anlaşamaz, daima iyi işleri kendilerinin kötü işleri diğerlerinin yaptıklarını iddia ederler. Ancak kalbe karşı işbirliği yaparlar.

                Kalbin istila edilip katledildiği bilinir ve onun hayat nuru daima ihraç ve izhar edilir. “Kalbin hayat bulup katili ihbar etmesi için bakaranın kuyruğu veya dili ile vurunuz” dendi.

 

                Nefsi, bakarayı, öldürüp kuyruğun vurulması, dokunma duyusu dâhil dış duyuların ilk hallerine dönüştürülmesidir. Bitkisel nefse bağlantısı bulunan ve en evvel ve en ahir yönünü sürekli baki kılmak için, beş duyunun, evvelki haline dönüştürülüp bırakılmasıdır. Tüm duyular faal halde kalır ama nefis öldüğü için ölmeden önce algılanan zanların değil artık yine hakkın algılanması beklenir. Dış duyular nefsin kuyruğudur. Lisanıyla, diliyle vurulması, nefsin ahlak ve kuvvetlerinin tadili ile lisanının yani fikrinin baki kılınmasıdır. Düşüncenin baki kılınması iki şekilde olabilir. Birinci yol tasavvuf yolunda olduğu gibi riyazetle yani kanaat ederek şehvet ve gazabı öldürmektir. Bu yol cani, azgın, azmış nefisler için daha iyidir. Diğer yol ahlakın tadil edilerek tahsil etme yoludur, bu yol yumuşak ve zayıf nefisler içindir. Bakaranın parçası maktule vuruldu ve maktul şah damarından kanlar akarak kalktı, dirildi ve katilini haber verdi. Yani kalp çocuğu hakiki hayatla dirildi. Ama bedene bağlılığı nedeniyle, bedensel kirliliğin üzerinde olduğunun, katilin eserinin üzerinde olduğunun, idrakindedir. Kalp, bedensel kuvvetlerin, kendi idrakine engel olacağını ve nurunu perdeleyeceğini biliyordu. Sizin akıl erdirmeniz ve anlayabilmeniz için, cehil ölüsü yani henüz idrakten yoksun kalp, ilim ve hakiki hayatla ihya edilir, diriltilir. (2.72,73)

 

YNÖ: 72. Siz bir adam öldürmüştünüz de onunla ilgili olarak çekişip duruyordunuz. Oysaki Allah, sizin sakladıklarınızı ortaya çıkaracaktı. 73. Şöyle dedik: "Kesilen ineğin bir parçasıyla öldürülen adama vurun." İşte böyle diriltir Allah ölüleri. Size ayetlerini gösteriyor ki, aklınızı işletebilesiniz.

 

 

 

 

                Işıktan Geliş

 

Işıktan çıktık, ‘ol’ ile ışın olup geldik,

Dostun nazarıyla, taştık da yayıldık,

Rahmandan rahimsi olup da açıldık,

Halk olan ‘şey’lerle evrene saçıldık.

 

Hak ilminden hakkını hakça alıp oldu,

Var olup evrende tanındı, belirlendi,

Mevcudat, farklılaşarak belirginleşti,

Halk olanın hiçbiri var oluşu bilemedi.

 

Benzeri olmayan, yeni, yararlıyı yarattı,

Tüm melekler secde etti, biri haddi aştı.

Öğretti eşyayı Âdem’e, isimleri belletti,

Âdem duramadı cennette, inerek çıktı.

 

Âdemoğulları, tevhit ilmi ile inşa edildi,

Verilen akıl ve hayal, yeteneklerini aştı,

Verdikleri sözü tutarak doğru yolu seçti,

Allah’ın ilmiyle, sırat köprüsünden geçti.

 

Parlaklıkla aydınlığın, nur olduğu bellidir,

Allah’ın yerle göğün nuru olduğu ayettir.

İlmin, Hakk’ın gölgesi olduğunu bildirdi,

Gölge, ardında ilim olan eşyanın deliliydi.

 

Önce, aklını kullanıp öğrenmeyi öğrendi,

Öğrenimin yararını anlayıp, kıymet bildi,

Nefsinin ihtiyaç, lezzet ve hazzını sağladı,

Huzur içinde, huzurda iken kalbini anladı.

 

 

Akıl, kalbin ruha açılan kapısından işledi,

Kalp, ruhun ilmi, nuruyla dolup genişledi.

Var olanı kapsayan kalp; oluşumun ilkiydi,

İçindekilere barınak Allah’ın evi, Kâbe’ydi.

 

Ruhun nuru, ilmin idrakiyle, Âdem yandı,

‘Bilinmeyi Seveni’ bilerek, amacına ulaştı.

Necdet, aldığını verip Allah ilmine bulaştı,

Umarım, dostlarına Dostun ilmini yaşattı.

                                               3.7.2019

                Tefekkür Ediniz

            “Tüm evren bir ve tek varlıktır, canlıdır” diyen, inanıyor mudur, biliyor mudur? “Görmeden, kanıtlanmadan inanmak” güçtür. Oysa son bilimsel bulgular inançları kanıtlar. ‘Bir rivayete göre’ deyip, ‘Peygamberimizin kutsal metinleri açıklamaları’ üzerinde tefekkür edenlerin, mesajları, tevilleri, önem kazanmaktadır. Bir ayetin açıklamalarının, Kitabın tümündeki mesajlara uygunluğu da ayrıca düşünülmelidir. Ruhban sınıfı olmayan dinimizde, ayetlerdeki mesajlar kullara özeldir. Aklı olmayana mesaj olamaz. Her birey aklının erdiği kadar sorumludur, kimseye kaldıramayacağı kadar yük yüklenmez. “İlim, gaiptir, kaybınızdır, Çin’de de olsa alınız” diyen Kitap, inançla birlikte, ilme çok değer verir. Anadolu erenlerinin “Yalnız keramet-i ilmiye vardır” mesajı değerlidir.

            Peygamber efendimiz, insanlığın geliştirip yaşadığı her şeyi özetlemiş, düzeltmiş, tamamlamış ve “Yeni bir din getirmedim güzel ahlakı tamamladım” demişlerdir. “Okuyun, düşünün, tefekkür edin, arayın, bulun, bilin, insan Allah’ı bilmek için yaratılmıştır” demesi, madde ve mana, ruh ve beden, ilim ve uygulama alanlarında, diğer dinlere kıyasla, daha çok düşünürün ilgisini çekmektedir. Ayetler ve Resulün açıklamalarında, özellikle din ve bilim kavramları üzerinde, olabilecek her düşünce alanında, tefekkür edilmesi istenmektedir. Bir bilim insanı, bu dinî mesajlar üzerinde derin düşünüp tefekkür ederse ancak tarihsel yanılgıya düşmeyebilir. “Aklını kullanmayana pislik yağar”, “Hiç düşünmez misiniz?”, “Akla uygun değilse inanmayın” gibi mesajlarla ikaz edilmesine karşın, kutsal mesajlara “Dogma” demek bilimsel olamaz.

            Bir ayetin (39.9) tercümesi: “Hiç bilenlerle bilmeyenler eşit olur mu? Ancak gönül ve akıl sahipleri düşünüp ibret alır." Ata’mızın yeni harflerle Türkçeye çevirttiği K. A. Kaşaniyyüs tevili (39.9) ise şöyledir: “İlim, kalpte kök salıp sahibine muhalefeti mümkün olmayacak surette damarlarıyla nefiste yerleşendir. Et ve kan ile karışarak azalarda eseri zahir olan ilimdir. Hiçbir organ veya aza ilmin gerektirdiği hallerden, ilminden ayrı ve gayrı olamaz. Her şey ilminin aynıdır. Bu ilmi, kâfir oldukları, inanmayı inkâr ettikleri için cahiller anlayamaz. Bu nasihatleri kuruntu ve tahayyül sınırlamaları olmayan saf akıl sahipleri anlar. Çünkü onlar zahirin, varlığın, ilmin eseri olduğunu, ilim ile tahakkuk ettiklerini, ilimle gerçekleştiklerini anlamışlardır. Kuruntulu akıllar tezekkür ve tefekkür edemez, bu ilimle tahakkuk edemez ve bu ilmi anlayamazlar. Bu ilim, tereddüt ve şüphe ettikleri için o akıllarda durmaz, gider.” 

            “İnsanlar için vaz olunan ilk mescit, sadr-ı manevî Mekke'sinde olan kalb-i hakikîdir. İşbu sadr-ı manevînin makamı, nefisten daha şereflidir ve kalb-i hakikîye müteveccih olan kuvvanın izdiham ettiği mevzidir, manevi sadır hakiki kalbe yönelen kuvvetlerin toplandığı yerdir. O beyt, kendisinden bütün vücudun feyz ve hayat ve kuvvet alması dolayısıyla ilâhi bir bere­ket sahibidir. Zira azalarda, organlarda bulunan bütün kuvvetler evvelâ hep o beytten, kalpten azalara sirayet eyler, geçer ve organları oluşturur. Ve o beyt âlemlere sebeb-i hidâyetdir, âlemler o kalp için yaratılmıştır. O sebeple hidâyete, vuslata, doğru yola girilen bir nurdur.” (3.96) İnsanın, maddi ve manevi tüm güç ve kuvvetlerinin kaynağı ilk DNA’sıdır.

            “Halk edilen zatlara ve mahlûkların, yaratılanların, hakikatlerine bakılırsa, heykel ve suretlerin, şekil ve biçimlerin cesetleştiği, maddeleştiği ve hakikatine uygun bir şekilde cisimlendiği görülür. Her şeyin ilmî bir hakikati ve o şeyin mevcut olmasına sebep olan bir aslı, özü ve melekûtu, madde ve manası, ilmi vardır. Her şeyin bir vasfı ve mazharı demek olan bir zilli, gölgeleşmiş, maddeleşmiş hali vardır. Şeylerin kendisi ve cesetleri farklıdır ve bunlar secde edici halde temessül ve tecessüm eder, cisimlenir ve cesetleşir.” (16.48)

            “Siz, Hakk’ın, ‘hıfz edicilerinden’, ilim yüklenebilen kuvvetlerinden oluştunuz. Siz, bu güç ve kuvvetlerin cisimlenmiş, şekil ve suret kazanmış, cisimleşmiş halisiniz. Bedenlerinizden sıyrılıp çıkmanız, soyunmanız halinde durum apaçık görünür. Suretlerinizin bir kısmı size sevap ve rahatlık veren ruhani latif kuvvetlerdir. Bir kısmı ise size azap veren cismani muzlim, zulmetli ve meçhul, suretlerdir. Cismani azalarınız, organlarınız, hal lisanı ile sizin yaptıklarınızı hatırlar ve işlediklerinizi söyler. Hafıza semavi bir güçtür ve ruhun bedenden ayrılması halinde yapılanları ortaya koyar.” (6.61)

            Ayetlerde kısaca değinilen, örneğin, ilmin, bilginin şekil alması, cisimlenip, maddeleşip bedenleşmesi gibi kavramlar bilimsel olarak kanıtlanır. Maddî olmayanın şekil alması, ‘temessül’, cisimlenmek, ‘tecessüm’, cesetleşmek ve ‘hıfz ediciler’ deyimleriyle yer alır. Hıfz edici, bilgi depolayıcı elektromanyetik kuvvetlerin yeri özeldir. ‘Hafızanın bedene dönüşmesi’ aklı zorlayan bir kavramdır.

            İnsan, bedeni var ama beden değildir, cisimleşen bilgi yüklü ışıktır, ilimdir, nurdur. Her ‘şey’ gibi insan da bilgisinin deposudur ve bu depoda bilgiden başka bir şey yoktur.

            Birkaç ayette görüldüğü gibi bilim, dinî kavramları kanıtlayan bir araçtır. Maddenin, herhangi bir şeyin, ilminin deposu olduğu ve belirli bozonlar içinde toplaşan elektromanyetik kuvvetlerce oluşturulduğu ve bunların tümünün son bilimsel bulgularla kanıtlandığı, apaçıktır. Kurcalanmadık ve sorgulanmadık bir harf, hece ve kelimesi kalmayan kutsal mesajlar asla dogma kavramıyla bağdaşmaz. Bilim, kutsal mesajların, dolayısıyla inançların, kanıtlayıcısıdır. Dinin de bilimin de aynı ilimden kaynaklandığı aşikârdır. Yeterince tefekkür edenler hep aynı sonuca yani hakikate, ilmin, Hakkın hakikatine varmışlardır.

            Umarım biz de hakikate ulaşabiliriz.

 

            Yücelişin Seyri

 

Çok rahat ettiğim koltuğa otursam,

Ellerimi dizlerimin üzerine koysam,

Beş duyumu tam olarak kullansam,

İşittiğimi görüp, gördüğümü tutsam…

 

Düşünebildiğimi, derince düşünsem,

Hayallerimi, sınıra kadar kullansam,

Fiiller irademde, beden sanki yitiktir,

Düşünmekse bile enerji yüklenmektir.

 

Yüklenen enerji, gerektirir nakliyeci,

Enerjinin nakli, algılanması hücre işi,

Bir nörondaki, bir molekülün tek işi,

Enerji denip atoma yüklenen, ne ki?

 

Elektronların, eksi yükünün elektriği,

Tüm elektrik ise bir voltun binde biri,

Cüzi iradem, ‘yazılımın’, yaptığı iştir,

Duyular,  çevredeki bir şeyleri algılar,

Algılanan, elektromanyetiğe yüklenir.

 

Ayet: “Siz, hıfz edici, mesaj alıp, veren,

Kuvvetlerin izdihamından oluşursunuz.”

Yokluktaki ilmin bilimini konuşursunuz,

İlmi bilip, bilimsel kanıtta buluşursunuz.

 

Yüklenen, taşınır, algılanıp, çözümlenir,

İnsanın DNA’sına yazılmıştır irade bilinir,

Her şey ‘verilmiş’ bu ‘irade’ ile yürütülür.

Atomik alışveriş, dönüşür keyfe, lezzete.

“Benlik”, bu olup bitenlerin neresinde?

 

Melekler, yetenekler, Âdeme secdede!

Âdem, Mekke’de Kâbe’de, tefekkürde,

Kalp Kâbe’sinde, tavaf ederek, şükürde,

Yaratılan, yücelişin seyrinde, cennette!

 

İnsan, bencil varoluş iddiasının peşinde,

Oysa olmalı, kendi inşasının, inşa işinde.

Necdet, kurban oluşla kurtul, tefekkürle,

‘Görünen, görenin görüntüsüdür’ sende!

                 İnsan Zalimdir

            Hırsız bile, zamanla kendisinin de bir çeşit çaba ve uğraşı sonunda kazandığını düşünerek, utanmayı kalbinden söküp atar. Bunu yapan, utanma duygusunun iyi olduğunu bildiği halde kalbinde sürekli bir çatışma ile yaşayamadığı için yapar. Utanma olmayınca şiddet şehvetle desteklenir. Birlikte daha büyük kötülük gücü oluşur ve daha çok sayıda iyi sıfatı kalpten atar. Böylece şer güçlerin işbirliği kalbi ruhtan uzaklaştırıp nefsin kucağına atar. Başta yapılan bir küçük tercih sonunda karakter ve kader haline gelir.

            Nefis mücadelesi büyük cihat olarak tanımlanır. Savaşların en uzun soluklusu, çatışmaların en kanlı geçenleri kalpte yürütülen iyilik ile kötülüğün çarpışmalarıdır. Bireysel çapta ve bir kalbin içinde yürütülen çarpışmalarda iyi sıfatlara karşı birleşen kötüler, üstünlük sağlanırsa, birbirlerine düşer. Kalbe hâkimiyet için bir kötü sıfat diğer biri tarafından yenilgiye uğratılabilir. Çok küçük ve basit görülen bir kötülük bile büyüme ve gelişme eğilimi gösterir. Böylece mücadele de büyür, kalbe hâkim oluncaya kadar sürer.

            Çevreye yayılan çatışmalar çevredekilerin de ilgisine girer ve onları da içine çeker. Bireyi aşan toplumsal savaşlarda “Halk aynen Hak’tır”, hatta “Halkın dediği Hakk’ın dediğidir” denilir. Haklı olan iyiler ile Hak’sız olan kötüler savaşır. Çevreye yayılmadan kalbin içinde yürütülen mücadelede ise kalbe, ruhtan akıl aracılığı ile alınan inançsal, nurani ve manevi değerlerin kaynağı da Hak’tır.

            Hakça yürütülen çatışmalarda Hak’lı olan taraf kazanır, iyilik, doğruluk ve güzellik kalbi yeniden fetheder. Hayat da hayattaki mücadeleler de bundan ibarettir zaten. Konuya ilişkin kutsal mesajlar, ayetler de her iki âlem için böylece geçerli olur.

            İnsanın, fıtratına kazınmış olan güzel ahlak değerlerinin kalpten sökülüp atılmasına karşı koyması, mücadele etme isteğini gösterir. Kişinin niyazı, arzu, istek ve duasının karşılık bulması halinde, Allah, savaşmasına izin vermiş demektir. Birey istemese olmazdı, izin verilmez, karşı koymaz, kötülüğe boyun eğerdi. Kişi içinde bulunduğu bir durumda yardım istemiş olmalı ki Allah da duasını kabul edip yardım etsin, diğer iyi sıfatları ve halkı onun yardımına göndersin. Kötü sıfatların kalpte kök salmasına karşı koyan kişi, aynı zamanda, Allah’ın iradesine yardım ediyor demektir. Kalp, önce havra sonra manastır ve mescit aşamalarından geçerek, Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlanmış olur. Kendi bünyesinde vücut bulan ve ortaya çıkan kötü sıfatlarla çarpışan kimseyi, Allah nuru ile kahrederek lütfeder. Belki de bir anlamda, “Kendine yardım eden, Rabbine yardım eder.” “Sana savaş açanlara ve sana zulüm yapanlara karşı savaşmana izin verildi. Allah, kendine yardım edene yardım eder!” (22.39,40).

            Nefsin terbiye edilmemiş ilk hali, madde gibi katı, zalimdir, şehvet ve gazap güçleriyle aklı ve kalbi emrine alır, menfaati için çalıştırır. Bedensel ve dünyevî her şeyi sevdirir, benimsetir, bencillik eder.

            Nefis, aklı kullanarak, her şeyin daha fazlasını elde etmeye çalışır. Sahip olduğu şeylerin zevkini çıkarıp, lezzetine vararak bunları kalbe güzel, akla makul göstermeye çalışır. Karşı çıkma gayretlerini zulüm ile bastırır.

            Akıl, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini ayırt etmeye, reşit olmaya başlayınca nefse etki edebilir. Nefsin kaprislerinin sonuçlarını gösterebilir. Benlik ve bencilliğinin ruhanî güçleri ezdiğini ve üzdüğünü açıklar. İyi, doğru ve güzeli gördükçe, nefis de esas istediklerinin bunlar olduğunu anlar. Akılcı bilgilerin lezzetini alır, ruhtan kaynaklanan, ilim nehirlerinden akan sütün kalp çocuğu için daha iyi olacağını anlar. Çocuğunun yetişmesi için teslim olur, kalbe ram olur, zulmünden vazgeçer.

            Arz ve sema, hüviyeti kabule istidatları olmadığından, hakikati zahir etme, ortaya çıkarma şeklinde taşımaktan kaçındılar ve kortular. İnsan ise istidadının kuvveti ve taşımaya iktidarı sebebiyle emaneti yüklendi. Hakikat hüviyeti nefsine yakıştırarak, hatta intihal etti. Hakkullahı, Allah’ın hakkını benimseyip intihal ettiği için de zulüm sahibi oldu. Benlik ve bencilliği nedeniyle hüviyeti bilemediği için çok cahil oldu. Yaradılışındaki nurun zuhurunu, ortaya çıkıp parlayışını engelledi. O nurun hakkını bilemeyip vermeyen münafık oldu. Yaradılış perdelerinin kesafeti, yoğunluğu nedeniyle de Hak ile olamayıp gayri ile kaldıkları için şirk sahibi müşrik oldular. Tövbe eden müminler, kemalâtı izhar ile yani ortaya çıkarıp olgunlaşarak emaneti eda eyler.  (33 Ahzab (97). 72, 73)

 

            Bakılan her şeyde Hak görünmeli. Hak görünürse, gören Allah’tır!

 

                İnsan Utanır!

            Utanma ve arlanma insanın doğuştan fıtratına kazınan kalbî duygulardan biridir. Dalında olgunlaşan meyve gibi, insan, insanca olgunlaşabilmesi için gereken her şey ile donatılmıştır. Aklı baliğ yani reşit olduktan sonra, ilk yapacağı kötü veya yanlış eylemlerde, fıtratında kazılı bulunan utanma duygusu, otomatik olarak devreye girer. İlk duygular bastırılır ve kötü duygular kökleşirse, nefsin gazap ve şehvet yani mal, mülk, makam, mevki, şan, şöhret, para ve pula düşkünlüğü insanın karakteri olmaya başlar.

            Kitabımızda, utanma anlamına da gelen “Hicap” kavramı yer alır. Bu kavram daha geniş ve kapsamlı anlam taşır. Hicap, perde, örtü, utanma, setretme, gizleme anlamlarına da gelir. Kısaca, hicap, Allah ile kul arasındaki perdedir. Perdenin ardı ve arkası görünmez. Ancak basiretle görülebilir. Basiret hikmetli bakış, sezgi ve ilham gerektirir. Bunun için de kalp gözü açık olmalıdır. Örneğin, güneş ışığı, güneşin kendisini görmeye engeldir, küresel olarak her açıdan perdedir. Güneşin kendisini, aslını, esasını ve içini görmek, çok ileri teknolojiyi, ilgili alanlardaki ilmin ayrıntılarını ve bunların uygulanmasını gerektirir. Güneşin merkezinden yola çıkan bir fotonun, milyonlarca yılda güneşin yüzeyine ve açığa çıkabildiği yeni bilinmiştir. Cehalet perdesiyle perdelenen, cehalet perdesini ortadan kaldırmadan göremez. Her şey kendi bilgisinin deposudur. Her şeyin özüne, kendini oluşturan bilgiye erişilerek, cehalet yok edilerek ulaşılabilir.

            “Allah, yerin göğün nurudur” (24.35) ayetini ilk bakışta anlamak zor olabilir. Bir rivayete göre elçisi “Ey hicabı nur ve gizliliği zuhurunun şiddetinden başka bir şey olmayan Allah'ım” diyerek dua etmiştir. Buna göre, Allah’ın nuru görünür ve bu nuru kendisine perde olur. Ayrıca gizli oluşu, zahir oluşunun, zuhurunun yani meydana çıkışının şiddetindendir. Işığın düştüğü yer veya eşya görünür, ışığın kendisi de görünmez. Nurun anlamı da zaten parlaklık, aydınlık, ışıktır. Aynı şekilde, güneş de ışığı nedeniyle görünmez; ışığı, kendisini görmeye perde olur.

            Allah, nuru seninle görünür kıldı, zahir etti, böylece, O, nurun senin vücut ufkundan doğuşu ile oluşan doğunun; nurun sende gurup ederek seninle örtünmesiyle ve vücudunla gizlenmesiyle oluşan batının Rabbidir. Tüm madde, eşya, Muhammediyenin bedeni, mana ise onun nurudur, eşyanın hakikati onun nuru ile bilinir, idrak edilir. Bu nurun doğuşu ile gerçek fecir, sabah oluşur, güneşin parlaması gözleri kör edebilir, nurun parlaması ise insanın benlik, bencillik ve ikiliğini yok edebilir. (73.9)

            Bedensel kuvvetlerin kendi kendisinin idrakine engel olacağını ve nurunu perdeleyeceğini Allah biliyordu. Sizin akıl erdirmeniz ve anlayabilmeniz için cehil ölüsü, ilim ve hakiki hayatla ihya edilir, diriltilir. (2.72)

 

            Bedenin terkibini, nelerden oluştuğunu, nelerin bir araya gelip ne ve nasıl oluştuğunu bilen, her şey için nasıl bir kudret gerektiğini iyi bilir. Yeniden diriltilen kimse halini ve bedenden tecerrüdünü de, sıyrılıp çıkmayı da bilir, bedenin terkibini de bilir.

Diriltilen birisi diğer insanlara örnek olsun veya delil kılınsın diye diriltilir. Hikmet, müminin gaip olmuş malıdır. İnsanlar, altın ve gümüş gibi madendirler, bedenle örtünmüş olsalar da aslı ve özü değişmez. Her kişinin istidadının gerektirdiği kadar ilim, hazinelerinde saklıdır, gizlidir. Her kişinin fıtratında, ilmin tümü, mükemmelliğe götürecek şekilde henüz başkalaşmamış halde, mevcuttur. Üzüm taneleri insanı ve onun kısmî idrakini andırır. Süt veya üzüm suyu ise kişinin yaşamını sürdürmesi için gereken beslenmeyi sağlar. Şarap, aşk, ilim, bilgi ve hakikatlere işarettir. İnsan üzüm gibi sıkılır, suyu çıkarılır ve eski yapısından kurtulup yeni bir yapılanmayla şarap, insan hakikatinin idraki, elde edilebilir. Şarabın sarhoşluğu insanı kendinden geçirerek aşka ulaşmasını sağlar, aşk ateşi de ilmin bilgiler ve hakikatler halinde ortaya çıkışını gerçekleştirebilir. İlmin tümünün idraki, incirin kendisine, insanın kısmî idraki ise incirin içindeki taneciklere benzer. Kişinin kendini bilmesiyle yapısının olgunlaşmak üzere başkalaşımı gerçekleşir. Bu ilk yapının çöküşü, harap olması ve göçüşüdür. Yapı taşlarının idraki külli idrake ve ilahi aşka götürür. Bu durum, haviye, göçmeye, göçük oluşumuna ve göçükte ilahi aşk ateşinin yanmasına, asar ateşine, eserler yaratan yanışa ve yeniden diriltilmeye gider.( 2.259)

 

            Küçük ve büyük olmak üzere iki kıyamet vardır ve gerçektir. Bir rivayete göre küçük kıyamet ‘doğal, tabii ölüm’, büyük kıyamet ise ‘ölmeden önce ölmek’ anlamındaki ölümdür. Mahcuplar büyük kıyametten haberdar değildir ama bu her iki cemden de şek ve şüphe yoktur. Nefislerini, şehvetlerde, fani lezzetlerde ve çabuk fani olan dünya nimetlerinin muhabbetinde helak edenler nefislerine zulüm etmiş olur.

Herkes muhabbet ettiği şey ile birlikte haşrolunur. Sevdikleriyle perdelenip örtündükleri için nurun baki olduğu hakikatini göremezler bu nedenle de iman edemezler. (6.12)

 

            Güneşin ilk hali kara ve karanlık taş halidir. Taşın kütlesinin büyüyüp göçük, haviye, yanan taş haline gelmesi, pişmesi, güneşin ikinci halidir. Güneş ışığının foton olarak güneşin merkezinden, yüzeyine ve dışına çıkışı milyonlarca yıl alır, parlayan güneş haline gelişi ise güneşin üçüncü halidir. Güneşin halleri, ezoterik anlamda çıraklık, kalfalık, üstatlık hallerini anımsatabilir. Tasavvufta ise nefsin yücelişine tabi olarak efal, sıfat ve zat hallerine de benzetilebilir. Belki de Mevlana’nın ‘hamdım, piştim, yandım’ deyişi de bu açıdan anlam kazanabilir. Bütün halleri anlayabilen tek varlık ise yalnız ve sadece insandır.

           

            Umarım biz de hallerin tümünü idrak edebiliriz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ezoterizm Nedir?

Genellikle önce isim gelir. Sonra adı geçmişti, işte o ismin cismi budur denir. En sonunda, ismi ve cismi bilinen bir kişi veya şeyin özellikleri, sıfatları veya kişiliği, aslı esası, özü, kısaca hakikati bilinir. Resim görülür, çok güzelse, ressamı aranır. Ressamın içinden gelen resim sanatını herkes düşünemez. Eserin özgün olması için taklit olmaması, içten ve özden gelmiş olması gerekir. İnsan davranışlarında, bitki ve hayvanlar âleminde olmayan bir boyut vardır. Bir bitki veya hayvan her ne ise odur, hep ve her zaman odur, başkası olamaz. İnsan ise bildiğini bilir ama bilmediğini bilemez. Emme basma tulumbası örnek verilir. Kaçan su ilave edilince, tulumbanın dibinden tatlı su çıkar, ne kadar çekilirse o kadar çıkar. Bu aşamadan sonra tulumba, kendisine sonradan eklenene ilaveten, artık içinden geleni verir. İçindeki hakikati ortaya çıkarır. Ezoterik düşünce, böylece, verilen bilgilerden fazlasını verir.

Bir bilim dalından mezun olan, eğer aynı dalın uzmanı olursa başkadır, doktorasını yapar da felsefesine dalarsa başkadır. Konunun uzmanı, bildiklerini iyi uygular. Konunun doktoru, yani felsefesini yapan ise konuya katkı sağlar, aldığından fazlasını verir. Bu durum genellikle meslekler için doğrudur. Çırak öğrenir, kalfa uygular, üstat ise içinden gelen hakikati dışarı çıkararak mesleğine katkı sağlar, hakikate ilişkin yeni bilgiler verir. “Bir ben var benden içeri” diyen kâmil insan da içinde bulduğu hakikati dışına çıkararak, tatlı suyunu akıtır durur.

“Görmeden inanmanın mükâfatı, inanılanın görünmesidir” ama bu hakikati gören beşer olamaz veya beşer asla hakikati göremez. İnsan, insanlığın bir parçasıdır ama insanlığı göremez. Ancak basiretiyle görebilir, hakikatin hikmetini idrak edebilir. İçtenlikle, içinden gelenleri dışına aktarırken “Bu ben olamam, bunlar benden değil, bunları bildiğimi ben de bilmiyordum” gibi hayrete düşüyor ve haşyet duyuyorsa gelenler hakikate ilişkin olabilir!

Fizik, kimya gibi bilim dallarında, uygulama uzmanlığından sonra, bilim dalının felsefesini yapmak bilimin kaynağına indirir. Diğer bilim dallarıyla beraber ilmin kaynağına hatta evrenin oluşumuna götürebilir. Tanındıkça, bilim insanı, bilimden konuşur ama herkes onu ‘konuşan bilim’ olarak görebilir. Moda uzmanı gördükleri için model çıkarma ve yeni modeller tasarlayıp yaratma işinde uzmanlaştıkça, ‘hayatı modelleme’ ile geçer hatta işi, ‘hayatı modellemek’ olur. Aynı şekilde matematik uzmanı da topluca yön değiştirip hızla uçan kuşların ve hızla yüzen balıkların bile matematik modelini çıkarır. Öyle anlatılır ki kuşların ve balıkların matematik modellere göre uçup, yüzdükleri düşünülebilir. Yaşanan bu olay ve eylemlerde matematik model de modellenen kuş ve balıklar da güzeldir ama bu güzellik modellenebilir olan ‘hayatın’ güzelliğinden gelir. Görünen, Hak ve hakikatin güzelliği olabilir.

Beyin ve nöron hücreleri alanındaki çalışmalar da “Nasıl oluyor bilinmiyor ama madde bilinç üretiyor” dedirterek, insanı hayrete düşür. Ayrıntıya inildiğinde belli başlı üç ‘kuvvet’ vardır.

‘Elektrik’, ‘Manyetik’ ve ‘Elektromanyetik’ olmak üzere, bu mevcut kuvvetlerle olur her olan. Bilgi elde edilir, bilgi işlenir ve bilgi üretilir; hafızada bilgi depolanır, hafızadan alınıp hatırlanır, bilinç oluşturulup DNA geliştirilerek yeniden depolanır. Her şeyin sorumlusu ve kaynağı bu üç kuvvettir. Bu kuvvetler, fotonlar halinde yayılan ışıkta mevcuttur. Kuvvetlerin bozonlar içinde toplanmasıyla, ‘nasıl olduğu bilinmeyen’ bir şekilde, ‘kütle’ oluşur.

Kütlesi olmayan ışık ve foton, kütle kazanarak, elektron ve protonlara dönüşerek atom oluşturmaya başlar. Yeterli ısı ve basınç altında oluşan kütle ve madde ışığın gurup etmiş halidir. Işık, güneşin doğuşu ise madde de ışığın batışıdır. Hakikat güneşinin batmış haline madde denir. Dışından bir ışığın üzerine düşmesiyle görünebilen eşyanın hakikati, aslında gurup etmiş ışıktır, hakikat güneşidir, kuvvetlerin tümüdür.

Din, kulu, Hakk’a götüren yoldur. Hakikate erenin artık yola ihtiyacı yoktur dense de artık yolcu yoktur aslında. Önce ayetlere inanılır, sonra ayetlerin doğruluğu, bilinen bilimlerce, kanıtlanır. Her neye ve nereye bakarsanız bakın, her ne düşünürseniz düşünün, her şeyin ardında aynı, bir ve tek, hakikat vardır, basiretle idrak edilir. Bulduğumuz ve değerini bildiğimiz para bile bizim değildir. Doğada bulduğumuz ve değerini bildiğimiz ‘bilgi’, ‘bilgiler’ ve ‘ilim’ de bizim olamaz, ‘henüz bilemesek de bir sahibi olmalı’ denebilir.

Genellikle bilimsel ‘beyin fırtınaları’ sırasında veya özellikle muhabbete dönüşen dinî sohbetler sırasında öyle ‘laf lafı açar’ ki ‘bunlar benden olamaz’ dedirtir.

Tatlı sohbetle, tatlı suya erilmiş olabilir. Hayretler içinde kalınabilir ve haşyet duyulabilir. Bu durumlarda öyle haz alınır, böyle sohbetler öyle zevk ve keyif verir ki bağımlılık yapar, mutluluk verir, tekrarı istenir, insan mest olarak kendinden geçebilir, Hak görünebilir!

Umarım, bizim muhabbetimiz sonunda da Hak görünür!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yaratılışta Cinsiyet

          Hikâye çok küçük ve basit, Âdem yaratılmış, eşi ile birlikte cennette yaşarken, “Yasak ağacın meyvesini yemeyin” denmiş, ama sürünerek gelen soğukkanlı yılan Havva’yı, o da Âdem’i kandırmış, elmayı yedirmiş. Bu nedenle ‘cennetten hubut ediniz’ emri üzerine, kovulmuşlar, düşmüşler. ‘Hubut olmasaydı hidayet de olmazdı’ denir. Cennetten düşülmeseydi yücelmeye de gerek kalmazdı.

          Anlatılanın sembolik olduğu ve anlatılmak istenenin izana bırakıldığı bilinir. İlim erildir, etkendir, etkiler; madde edilgen, etkilenir, dişi ve doğurgandır. Âdem, ruhu ve Havva, bedeni temsil eder. Kendi ışık ve ısısı olmayan madde normalde ağırdır, yerdedir, sürünür, soğuktur, ilim ise kalbe sıcaklık verir. Elmanın yenmesi, doğadan elde edilen bilgiyi sahiplenmektir. Elma sahibinindir, yetiştirenin, parasını ödeyenindir. Elma tüm nimetleri sembolize eder. Nimetler doğadandır. Ancak ağaca veya doğaya bile müteşekkir olmak insanlık gereği olabilir. Ağaç sulanır, doğa korunur. ‘Doğanın işi bu, elma vermeyip de ne yapacaktı, teşekküre gerek yok’ diye düşünülebilir. Ayağına kesafet, gülle, madde, bağlayan ona tabi olur, onun yanında, onunla kalabilir. Madde bağımlısı, maddeye esir olur.

          Âdem ve Havva, ruhu ve bedeni olan her kişi, nimetlerin kendine verilmiş olduğunu idrak ederse, kendi aklı dâhil, tüm yeteneklerinin verilmiş olduğunu düşünür idrak ederse, cennettedir. Nimetleri doğadan alıp da kaçmayan, verilenlerin ardını gören, bulmanın yeterli olmadığını idrak eder. Her şeyine, kendisinin sahip olduğunu iddia eden, doğada kalır ve doğa ile baş başadır. Doğadan elde ettiği bilgi de onundur, elma da.  İyi, doğru ve güzeli bilemeyen bulduğu ile yetinir.

Ben ve bencilliğini yaşar, mutlu olduğunu sanır. Arkasını dayayacak bir felsefesi bile yoktur. Kendisi her şeye değer ve bedeldir. Varlık âlemi içindeki her şey vardır ancak varlığın kaynağı yokluktur. İnanmamanın bedeli, sahip olunanlarla kalmaktır. İnanılanın ödülü ise inanılanın görünmesidir. Yoksa “Bilinmek” nasıl amaç olabilirdi.

           “Ruh semasından bir ilim suyu iner. Nüfus arzında, bu ilim suyu hikmet pınarları şeklinde kaynaklanır. Aynı su, arzda çeşitli amel ve ahlaka güç kaynağı oluşturur. Su, aslından çok farklı olan kök, sap ve ekin tohumlarına dönüşür. Sonuçta, isim ve sıfatları farklı olan şeyler ortaya çıkar. Bütün bu tecellilerde benlik kabuğundan soyunmuş hakikat sahipleri için büyük bir nasihat ve ibretler vardır.” (39.21) Doğadaki değişim, gelişim ve evrimden ibret alan öğrenir. Öğrendikçe, öğrenme yeteneği, melekeleri artar, melekler yardımcı olur. Tüm doğanın ardındaki hakikati idrak edip, nefsini geliştirip teslim olur.

            Mısır ülkesi olan bedende, emmare nefisle tutulan yolun sonu olmadığı görüldüğünde, Firavun Nefis, kendini levam ederek, yererek, bir başka hale geçer, kendisinin, her şeye hükmedemediğini, eksikliğini anlar gelişir. Duygudan yoksun ortamda, sömürü ve kölelikte, kalbe ihtiyaç duyulur. Aklın kalpsizce kullanımı, maddesel zenginlik verse de mutluluk getiremez. Levama nefsin, sudan yani ilimden gelen oğlu, Hz. Musa, kalp çocuğu olarak, akla gerektiği gibi önem verenleri toparlar. Her yer ve zamanda, iş ve işlemin, tüm hareketlerin, efalin, aynı ilmin uygulaması olduğu, akla gelen fikirlerin kutsallığı, anlaşılır. Kalp Musa, kendisine vaat edilen topraklara göç edip, Yusuf’un kardeşlerini, gazap ve şehvet kabileleriyle birlikte, Mısır’dan çıkarır, aklı kölelikten kurtarır.

            Akıl aracılığıyla kalbe dolan ilim, kalpte mayalanarak çoğalır, taşar ve yayılır. Beden ve madde âleminde yalnız ve sadece bir ve tek ilmin uygulandığının idraki, ayrıca, ilmin kendisine ulaşma zevk, lezzet ve keyfini de verir. Nefis, bu aşamada tatmin olup, mutmain olup, esas krallığın mana âleminde olduğunu hissedip, gelişip yeni bir hal içine girer. Mutmain nefsin, ruh babadan olma, kalp çocuğu Hz. İsa; ilmin kendisinin, maddeden, madde halinden, daha önemli olduğunun idrakine varır. Bu aşamada kalp, duygusal âlemin tüm sıfatlarının da yine aynı bir ve tek ilmin çeşitli uygulamaları olduğunun idrakine erer. İlmin kaynağı göklerdedir. Mutmain nefis, emmare ve levvame nefsaniyetlerden sonra, ruhun üçüncü eşidir. Eril ruh ve ilim dişi maddesel ve bedensel nefsi mertebeler halinde geliştirir.

            Bir rivayete göre, rehberiyle birlikte, tevhit ilmini talep eden, nefsaniyetlerin hepsini yaşayarak, Allah’ın ilmiyle, ruhuyla, zatıyla dirilebilir. Ebeveynleri, Allah’ın kulu Abdullah ve âmin deyip teslim olarak mülheme, ilham alan, nefis sahibi Âmine hatun olan Efendimizin vahiy aldığına inanırız. Allah’ın kelamını bize ileten efendimiz, kemale ererek, olgunlaşarak tüm özellikleri kendinde toplayarak, miraca çıkmış, Hakka ulaşmış, Allah, ona ruhundan nefyetmiş, insan ve insanoğlunun yaradılışının amacını, örnek olmak üzere, gerçekleştirmiştir.

Umarım biz de namazı miraç olan mümin olup Hakkın hakikatini idrak edebiliriz.

 

Aynasal Âlem

Varoluş, görünür, bilinir oluştur

Var olmak, görür, bilir olmaktır

Varlık, yokluk aynasında görünür

Görüneni, idrak edebilmek gerektir.

 

Bilebilmek için göz, akıl, sezgi gerek

Algılanmasaydı, bilinip görünemezdi

Algılayan olmasa görünme olmazdı

“Bilinip, görünme” istenmesidir sır!

 

Önce, bilip, gören, olmadan olmaz

Yaratmadan, Yaratıcı olunmaz

Yaratılana, Yaratıcıyı anlatmadan

Bilmediğini öğretmeden olmaz.

 

Sonra, “Gördüğün, görüntü sen değil,

Bildiğin, bilinen, işiten, sen değilsin.

Ben bilirim, ben görürüm” deniyorsa

“Kendimi ben görür ve bilirim!” Olabilir.

 

Yoktan, yokluktan var eder kuvvetleri

Madde ve anti madde, artı ile eksi,

Çeker birbirini yok eder, hepsi de

‘Boyutu sıfır, kütlesi sonsuz’ ile başlar.

 

Aynasal evrende, zerreler boy gösterir

Biri diğerinden yüz bin kat büyük olabilir

Bu âlemde parça bütünden ağır olabilir

Zerreler birbirine yaslanır da gaipleşir.

 

Bilimsel bilgidir, “Kaybolmayan zerreler

Bozonlarda toplanıp kütle oluşturur.”

Ayet de der ki: “İzdiham eden, hıfzedici,

Kuvvetlerle temessül, tecessüm edersin”(*)

 

Elektrik, manyetik, elektromanyetik

Gazap ve şehvet, itim, çekim, cazibe,

Temel kuvvetler, zerre diye görünürler,

Fani olan fena bulur, kalanlar bakidirler.

 

Zaman yoktur aslında, akla var görünür

Anda var ve yok oluş, tesadüf değil

Hep bir amaç vardır her yaratılanda

Birleşir, buluşur, gelişir, yetişir, oluşur.

 

Necdet, bilmeyene öğretilir  Kur’an

Cehaletten bilgeliğe, yaratılır insan.

Bilinçsizlikten, hıfz ile bilince ulaşılır

Böylece, insanın amacına kavuşulur.

(*) 16.48; 6.61                   12.12.2019

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İnsan Heveslidir

İnsan, sonuçta, kendini gerçekleştirmeye, ne olabilecekse olmaya heveslidir ve olgunlaşmak, amacına ulaşmak için gayret sarf eder. Aslında evrendeki her şeyin içinde, yaratılışında, fıtratında bir gelişim potansiyeli vardır. Zerreleri iyi tanıyan bilim insanları onların galaksileri oluşturmasına şaşırmaz. Görünmeyen kuvvetlerin, elektrik ve manyetik kuvvetler gibi itim ve çekim kuvvetlerinin, kütle kazanıp madde oluşturması doğaldır. Her şey insanda tevhit olabilir.

“Hayvanî ruh seması, insanî ruh semasından ayrılırsa tükenip yarılır, biter, gider, hevesler de kalmaz dağılır, saçılır. Cisimleşen unsurların ve cesedi oluşturan parçaların her birinin, bedenin harap olmasıyla, aslına dönmesini önleyen berzah âlemi, hayvanî ruhun zevaliyle, akar ve bu nedenle de her şey aslına döner. Beden kabirleri karıştırılınca içinde bulunan bilgi, ilim ve cisimleşen, cesetleşen kuvvetler açığa çıkar. Belirli bir ölçümle ve ölçü içinde, birleştirilip bir araya getirilen parçalardan oluşturulup yaratılan insan, nesiyle gurur duyup, nasıl mağrur olup, neyi inkâr edebilir.” (82.1-6) Ayetin dediği gibi ‘atmosfer’ uzay zaman birleşik alanın korumasından ayrılırsa dağılır ve saçılır. Atmosfer olmayınca da dünya yüzeyindeki canlılık ortadan kalkar. Aynı şekilde bireysel ölçekte insan ölürse, ruhu bedenden ayrılırsa, bedenin uzuv ve organlarını bir arada tutan canlılığı kalmaz kuvvetleri dağılır, saçılır.

“Dedikleri ve düşündükleri bilinen, zahiren de İslam hali üzere olan müminler terk edilmez. Belki bağlılığı ve bağımlılığı artırmak veya imtihan etmek amacıyla, bir süre için serbest bırakılır. Böylece kötü nefis sıfatlarına, şeytan ve kuruntuya dayanan heveslere sahip olanlar ortaya çıkar. Kalp sıfatlarıyla oluşan güzel ahlak sahipleri, ruhun müşahedesi, sırra ulaşma isteği ve girişimleriyle nefis sıfatlarından uzaklaşır. Bu nedenle bu iki grup arasına fitne girer, anlaşmazlık çıkar, kötü olaylar olur. Sonuçta nefis ve şeytan tarafını seçenler ile kalp ve ruh tarafını tercih edenler arasında ayırım keskinleşir, fark yaratılır, bilgi ve muhabbetin Allah için olduğu idrak edilir. Müşahedeleri, bilgileri ve muhabbetleriyle müminler doğru yoldadırlar.” (3.179)

Nefsanî faaliyetler ile kalbî faaliyetler iki ayrı âlemdir. Nefsanî âlemde yarışma, kalbi âlemde paylaşma hâkimdir. Üreticiler arasında da bir rekabet, tüketiciler arasında da bir rekabet vardır. Nefsanî âlemde, rakipler arasındaki yarışma mücadeleye dönüşebilir. Bunlar arasındaki paylaşımlar, paylaşılanların az veya çokluğuna göre kapışmaya dönüşebilir. Paylaştıkça azalan şeyleri paylaşım, adaletten uzaklaştırabilir. Gazap ve şehvet kuvvetlerinin hâkimiyeti altındaki nefsanî güç ve kuvvetler, tüm paylaşım fiillerini kavgaya dönüştürebilir. Böylece kötü nefis sıfatlarına, şeytan ve kuruntuya dayanan heveslere sahip olanlar ortaya çıkar. Kalp âleminde, kalp sıfatlarıyla oluşan güzel ahlak sahipleri ise ruhun müşahedesi, sırra ulaşma isteği ve girişimleriyle nefis sıfatlarından uzaklaşır. Nefsanî fiiller beden, madde ve maddi şeylerle ilgilidir.

‘İnsanın fikir babasına ihtiyacı yoktur’ deyip resulü inkâr eden, kendini insan yapan toplumsal öğretileri de reddedebilir. Kalbî fiiller ise ruh, ilim, güzel ahlakla ilişkili duygusal düşünce ve fikirlerle ilgilidir. Önemli olan düşünen akıl sahiplerinin nefis ile kalp ayırımını yapıp kalbi tercih etmesidir.

“Bunlar sebebiyle Allah'ın ayetleri ve sıfatlarına hidayet bularak, Hakk'ı arif olmaları için, ceset arzında duygu ve düşünce mecralarını; havas tarikleri, arzu, heves ve isteklerine uygun yolları, var ettik. Ve biz, akıl semasını, üstlerinde atmosfer gibi yükselterek, ceset arzını, tagayyür etmek, başkalaşmak, mükemmel olmak için tazelenmek, yenilenmek, üzere ve sehven, yanlışlıkla, kasıtsız olarak, olabilecek hasar ve hatadan mahfuz kıldık, koruduk. Akıl seması, her türlü hayal, tasavvur, duygu ve düşünceleri kapsayacak ve birbirine bağlayacak şekilde yer alır. Her birisi makul ve mantıklı olarak akla dayanır. Akılda boşluk bulunmaz, kırılmaz ve bükülmez, herkes aklını bir kere oluşturunca aklını terk edemez. Bütün bunları anlayamayanlar için akıl seması, mana göklerini yani uzayını, delil ve şahitlerinden, maddi veya bedensel kanıtlarından, uzaklaştırıcıdır. Allah-u Teâlâ Hazretleri, nefis gecesini ve ruh güneşinin nuru olan akıl gündüzünü ve gece ile gündüzü içine alan kalbi halk eden ve izhar eyleyen, açığa çıkaran, zattır. Bunların her biri, ulvi bir karargâh veya makamda ve ruhaniyet semasının bir mertebesinde Allah'a seyir eder.” (21.30-33) Güneşin yörüngesindeki Dünya ve Ay gibi insan da nefsi ve kalbiyle Allah’tan, Allah’ta, Allah’a seyir eder.

“Halik’ınıza dönüş için, nefsinizin hazzını ve huzurunu azaltın, heveslerinden vazgeçirin, tövbe ederek riyazetle yani kanaat kılıcıyla nefsinizi kökünden katledin.” (2.54) Benlik yapan bencil nefsi, kökünden kesip atın ki Allah’ın nefsi ile kaim olun. O’nun ilmi ile âlim, nefsi ile kaim ve hayatı ile hay, diri olunuz. Sizin fani olup fena bulmanız, yok olmanız, aradan çıkışınız bir boşluk yaratmaz, aksine, zaten var olan hakiki Varlığın, Hakkın ortaya çıkışına sebep olur. Fiillerin failinin Hak olduğunu öğrenerek, müşahede ederek hakça bir yaşam sürdürülebilir.

Umarım, bizim de kalbimiz, aklımız sayesinde nefsanî heveslerimizi kontrol edip ruhumuza ulaşabilir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İnsanlıkta Sebat

Reşit oluş, yetkisizlik ve sorumsuzluğun sonu ve yetkili ve sorumlu oluşun başıdır. Böylece başlar insanlık serüveni ve olgunlaşma süreci. Reşit olmak dâhil her şey verilmiştir, akıl, fikir, hayal, heves, gayret ve sebat fıtratta yer alır. Ruh ve beden, nefis ve kalp, akıl ve aşk, fikir ve düşünce hazırdır. Kitapta, bu tezatların oluşturduğu “Semer” kavramı vardır. (11.115, 119) İnsanın, yolculuğunu, tevhit üzere, semer üstünde yapması beklenir. Cehaletten bilgeliğe ulaşmak yetmez, cahillik ve bilgelikten oluşan, karşıt yönlerden gelen çapraz uçların oluşturduğu semerde, her ikisine tutunarak, oturup hedefe ulaşması istenir. Örneğin, aklın önemi büyük olsa da akıl aşk içindir, hükmünün aşka gelinceye kadar oluşu, akla uygundur. Bu durumun idraki ise olgunlaşma yolculuğunda ‘sebat’ etmeyi gerektirir.

Olgunlaşma sürecinde geri kalmanın, hayal kırıklığına uğramanın sebebi, genellikle, dikkatin dağılması değil gayretin eksikliği ve sebat etmemektir. (64.12) Bu hayal kırıklığının idrakiyle sebat etmek, sabrı billâh, sabretmenin en makbulüne götürebilir.

“Allah ile olmadıkça, benlik ve ikiliğin fena bulmadıkça, Hak ile kaim ve sıfatıyla fail olmadıkça, sen sebat etsen de sabredemezsin, çünkü hiç kimsenin bunda nasibi yoktur.” (16.127) Bu sabır, sabrı billâh, sabretmenin en üstün derecesidir, vuslattır.

Önce Allah için sabredilir, sabır-ı Allah, sonra Allah’ta sabredilir, fillah, yani Hak yolunda, seyri sülûkta, ardından Allah ile beraber sabır, ma’allah, fiil ve sıfattan soyunarak kalp huzuruyla sabır gelir ki bunu da Allah’tan sabır, anillah, izler, hicap ve safa ehline mahsustur.

“Var olan her şeyin ve herkesin varoluşunun bir amacı vardır ve amaca ulaşılmasıyla varoluş amacı ortadan kalkar ve helak kaçınılmaz olur.” (17.16) Her bedenin zevali de bedende bulunan organlar gibi, her şeyin birliğinden ayrışmasıyla olur. Ordunun birliğini ve tekliğini sağlayan disiplinden uzaklaşılmasıyla ordu çöker. Toplumu ayakta tutan zengin ve nimet sahibi kişilerin sahip olduklarını birlik için kullanmaktan ve harcamaktan uzaklaşılmasıyla toplum helak olur. Her şeyin beka ve sebatının sebebi vahdettir, birlikten uzaklaşılması zevali ve helaki getirir. Bireyler, birlik için değil kendileri için sebat ederlerse helak kaçınılmaz olur. Yalnız ve sadece aklı önemseyip aşkı reddetmek tabii ölüme götürür.

“Has kullarımızdan olup maddeden soyunmuş, cihattan kutsanmış, kendisine beşeri bir öğretici olmaksızın kutsal bilgileri, ledün ilminin tümüne ait hakikatleri, kendini levam etmeyi, yermeyi, öğrettiğimiz ve manevi olgunluğu verdiğimiz, nur yüzlü kulu buldular. Musa ona ‘Sana bildirilenleri bana öğretmen için sana tabi olabilir miyim?’ dedi. O kul, Musa’ya ‘Sen beden perdeleriyle mahcupsun, bedenden soyunmuş değilsin, gaibe ait manevi hakikatleri öğrenmen için benim arkadaşlığıma sabredemezsin’ dedi.

Musa da ona ‘İstidadımın kuvveti ve talep etmekteki sebatımla inşallah sabredebilirim’ dedi.” (18.65) Kutsal bilgilerin verildiği kişiden, Hakkın hakikatine ait bilgileri, öğrenmek Kitaba uygundur.

“Kalpteki bilgileri ve ilimleri, olgunluk ve fazileti biz ilim yönünden kapsamışızdır, bu nedenle gayrimiz kapsayamaz ve kalbi Allah’tan başkası bilemez.(18.91) Bu sebepten kalbe Arş-ı Allah denir.  

“İnsan, acilden halk olundu. Hilkatin, yaratılışın, aslı olan nefis, bir hal üzere sabit değil, hareketli ve daima ıstıraplıdır; ‘acele edici’ yaratılmıştır. Böyle olmasa; bir halden bir hale seyir ve terakki edemezdi. Zira ruh, daim-üs-sebattır ve ruhun, nefse taalluku sebebiyle kalbin vücudu hâsıl olur ve ruh ile nefis sebebiyle; kalp, seyirde mutedil olur. İmdi insan, kendisine sekine, huzur ve sükûn, veren ve tamamiyetini ifade eden ruh ve kalp nuru galebe etmeyerek; nefis makamında kaldığı müddetçe, cibilliyeti gereğince, insana acele lâzım gelir.” (21.37-39) İnsan, bedenden soyunup, kalp ve ruhun nuruna ermelidir.

“Ve biz, Meryem oğlu «kalp İsa'sını» ve anası «nefsi mutmaini» seyri illallah ve teveccühte, nefis ile kalbin birleşmeleri ve terakki zamanında, nefisten kalbin yeniden meydana gelmesi sebebiyle, ikisini bir ayet kıldık. Ve o ikisini, kalbin; «ruh makamına» ve nefsin; «kalp makamına» terakkisi sebebiyle, istikrar olunabilecek karar ve sebat ve temkin ve zahir ve keşfeden, ilmen-yakin sahibi, yüksek bir mekânda birleştirdik.” (23.50)

Rivayete göre, Allah’ın nefsiyle kaim, yerine geçen, ayakta, canıyla canlı, ilmiyle âlim, ruhuyla dirilmiş iken cennette yaşayan Âdem, bedenleşerek dünyaya indirildi. Bedensel nefsaniyeti, canlılığı, Âdem’in zevcesi, eşidir. Nefis, her tekâmül aşamasında Ruh Âdem’e bir oğul, kalp çocuğu verir. Levam etme aşamasında Hz. Musa, mutmain aşamasında Hz. İsa’nın, mülheme, ilham alma, aşamasında ise Hz. Muhammet’in kalp çocuğu olarak verildiği rivayet edilir.

Ayetler, insanın ilahî aşka erişebilmesi için böylece açıklanmış ve insanın ahdinde sebat etmesi beklenmiştir. Umarım biz de ahdimizde vefada sebat edebiliriz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Akıl Seması

“Hak'tan mahcup olanlar görmez mi, yer ve gökler, heyula iken, görkemli bir hayal ve cismanî bir madde iken, yapışık idiler? Biz bu iki suretin, ayrışarak, oluşumlarının aşikâr tebayünü ile ‘uyumlu farklılaşma ile’ yer ve gökleri ayırdık. Ervah, canlılık, mana gökleri ve uzayı ile beden ve ceset arzı, bir nutfe, su zerresi, suretinde bitişik idi. Biz, arz ve ervahın tebâyünü, uyumlu farklılıklarının, kendiliğinden ortaya çıkışı ile her ikisini birbirinden ayırdık, (cenin ve Büyük Patlamada olduğu gibi). Yani biz, nutfeden her hayvanı halk ve izhar eyledik. Ve ceset arzının, yok olmayıp kaim ve müstakil olması için, ceset arzında kemik dağlarını, (sinir, kas, damarlar gibi) özellikli yollarını, oluşturduk. Bunlar sebebiyle Allah'ın ayetleri ve sıfatlarına hidayet bularak, Hakk'ı arif olmaları için, ceset arzında duygu ve düşünce mecralarını; havas tarikleri, arzu, heves ve isteklerine uygun yolları, var ettik. Ve biz, akıl semasını, üstlerinde, (atmosfer gibi) yükselttik. Ceset arzını, tagayyür etmek üzere, ‘mükemmel olmak için başkalaşarak tazelenen, yenilenen’ kıldık. Akıl semasını ve ceset arzını da yanlışlıkla olabilecek hasar ve hatadan mahfuz kıldık, koruduk. Akıl seması, her türlü hayal, tasavvur, duygu ve düşünceleri kapsayacak ve birbirine bağlayacak şekilde yer alır. Her birisi makul ve mantıklı olarak akla dayanır. Akılda boşluk bulunmaz, kırılmaz ve bükülmez, herkes aklını bir kere oluşturunca aklını terk edemez. Bütün bunları anlayamayanlar için akıl seması, mana göklerini (uzayını), delil ve şahitlerinden, maddi veya bedensel kanıtlarından, uzaklaştırıcıdır.” (21 Enbiya, 30-33)

“Allah-u Teâlâ Hazretleri, nefis gecesini ve ruh güneşinin nuru olan akıl gündüzünü ve gece ile gündüzü içine alan kalbi, halk eden ve izhar eyleyen, açığa çıkaran, zattır. Bunların her biri, ulvi bir karargâh veya makamda ve ruhaniyet semasının bir mertebesinde Allah'a seyir eder.” (21 Enbiya, 30-33)

“Beden arzında, bireysel tedbir ve bedensel ameller sayesinde yaşanabilecek ortam hazırlanmıştır. Kalp seması ise sabır, şükür, tevekkül, bağışlama ve muhabbet makamlarıyla birlikte bilgi, hikmet ve hakikatler ile donatılmıştır. Hakikat nuru, vehim ve kuruntudan korunmuştur. Vücutta bir şey yoktur. Her şeyin hazinesi indimizde, katımızda, yanımızdadır. Önce sureti, şekli ve resmi, külli akılda külli veçhesiyle, her yönüyle, kaza âleminde resmi çizilir. Sonra, sebepleriyle birlikte, levha-i mahfuzdaki, muhafaza altındaki, gaip âlemindeki görüntüsüyle, külli nefis âleminde görüntülenir. Daha sonra ayrı ve farklı bir birim olarak ölçülerine göre, miktarına ve vasıflarına uygun, levha-i kader ve dünya semasında görüntülenir. Kısaca, külliden cüze, (plan, proje, program ve bütçesine) her şey tasarımına uygun gerçekleştirilir. Her şey belirli ölçüde, şekilde, yerde ve zamanda kendine özgü yaradılış ile indirilir. İlahi nefes rüzgârları, hikmet ve bilgi aşılayıcı, kalplere sefalar verici ve tecellilerin kabulüne hazırlayıcı olacak şekilde estirildi. Ruh göğünden hakiki ilimler suyu, (ilim yüklü enerji) indirilerek insanlar ihya edildi. İhya edilmezden önce insanın ilim hazinesi yoktu.” (15 Hicr, 21-23)

“Hayat-ı ilmiye, ilmin hayatı, suyuyla fıtrat makamında kıyam ederek, ayağa kalkarak, hakiki hayat ile ihya edilir, insan dirilir. Vahdette fâni kılmakla da öldürürüz. Sizin fenanızdan sonra, baki olan vücutları vâris olanlar; ancak biziz.” (15 Hicr, 21-23) Rüzgârlar, yağmurla suyu dağıtır, ışığın, enerjinin, klorofille şekere dönüşümünü sağlar. Verilen nefesle de enerji hücrelerde yakılarak bedene canlılık kazandırılır.

 “Haktan, şeriat lisanıyla, tabiat arzına nida olundu, ‘Ey arz, bedenin kalbe karşı isyanı sebebiyle, heveslerin baskın ve istilasını önle, mutedil ol’. Alışkanlıklar ve hisleriyle mahcup, kuruntulu fikirlerle donatılmış haliyle nefis ve doğasına yardım eden, ‘ey heves bulutlarıyla kaplanmış akıl seması, sen de nefse ve doğasına yardım etme’. Hakkın nurunun perdelenmesi ve hakiki hayatın kaynağı olan rutubetin kurumasıyla, cismanî kuvvetin suyu çekildi. Böylece helak olanların helaki ve kurtulanların kurtuluşuna ait ilahî emir uygulanmış oldu ve şeriat yerine tabiat yolunu tutanlar helak oldu.” (11 Hud.44) Bağlantısal bütünsellikteki İlahî dengeyi görmeyip, unutup, bozacak kadar ‘tabiat yolunu tutup bağımsız bireysellik yaparak’ şeraiti ihmal edenler, gökte güneşin yerde rutubetin kesilmesiyle helak olurlar.

 “Şimşeğin çakışında, yıldırımın düşüşünde ve gök gürültüsünde, kutsal aydınlanma açısından, ders alınabilecek deliller vardır. Doğal bilgiler elde edildikçe, doğanın veya evrenin ardında bir düzenin olduğu, her şeyin ilim küpü olduğu anlaşılır.” (13 Rad, 12)

“Okyanuslardan itibaren yağmur bulutlarının ve rüzgârların oluşumuna benzer şekilde, akıl semasında önce kalp huzuru bulutu oluşur. Hakka ilişkin bilgiler sayesinde Hakkın ilmiyle oluşan bu bulut kişiye ilmen yakınlık sağlar. Bulutların sentezi sırasında oluşan çarpışmalar yüzünden, şimşeklerin çaktığı ve yıldırımın düştüğü görülür. Duyulan gök gürültüsü korkutucu olabilir. Doğada ve evrende ele alınan her şey bir isim ile anılır ve bilinir. Bağımsız ve bağlantısız gibi görünen farklı şeyler varlığın kesret halidir ve celal tecellileri olarak anılır. Kesretin vahdet olduğunun idraki, büyük ‘Bir ve Tek’ gücün ortaya çıkışına neden olur.” (13 Rad, 12)

“Biz, «akıl semasında» ‘madde denizini araştırıp inceleyen akıl’, ‘hareketleri araştırıp inceleyen akıl’, ‘yetenekleri araştırıp inceleyen akıl’ ve ‘izinden giderek kaynağına ulaşan akıl’ gibi aklın makam ve mertebelerini yerleştirdik. Akıl semasını ilim ve bilgi ile donattık ve kuruntulardan arındırdık. Akıl semasına, madde denizine ilişkin ilim, yeteneklere ilişkin bilgiler, teorik ve uygulamalı bilimler yerleştirildi. Akıl ufku, aklın hükmüne uygun çakıldığında parlak bir ışık izleyecek şekilde yerleştirildi. Alıp kaçanı kovalar ama Hakka ulaşmak isteyeni de şimşeğiyle idrake ulaştırır.” (15 Hicr, 16-20)

“Şeriat ile terbiyeden evvel, akıl semasında, ihtiyaçlarınızı karşılayacak anlayışın oluşmasını talep ettik. Semai akıl, vehim ve kuruntuyla karışık, hayal ve fikir ufkunu içeren, ihtiyaçlarla sınırlı, nefsanî kuvvetlerle uyumlu fakat Hakkın hidayeti olmadıkça, Hakkın hakikatine ilişkin ilim ve idrakten uzaktır.” (72 Cin, 8,9)

İnsanın beden dünyasını saran atmosfer gibi akıl seması, kendi içinde ve kendi çapında yeterli görünür. İlk bakışta bağımsız ve bağlantısız görünse de dünyanın Güneş ve Galaksi sistemlerine bağlı ve bağımlılığı ilim ve idraki gerektirir. Bu da yerçekimsel güce karşı koyup yücelmeye bağlıdır.

“İyi ile kötüyü ayırma günü ertelenir. Büyük kıyamet gelir çatarsa şiddetli yel ile nefsanî güç yıldızları söner, ruhun nurunun etkisiyle akıl seması yarılır, sıfat tecellisiyle nefis sıfatı dağları, zatın tecellisiyle de nefis, kalp, akıl ve ruh dağları ve onlarda bulunan eşyanın tümü fani olup savrulur. Fenadan sonra beka halinde yeniden ihya ile neşredici resuller ortaya çıktığında, o resuller cemden sonra fark vakti için ertelenir, o da beka hali olan cem vaktinden o vakte kadar ertelenmiştir.” (77 Mürselat, 13) Akıl semasına verilen nefes ile ‘şiddetli yel’ farklıdır. Nefes ile yaşam başlar ve devam eder. Güneşin patlamasıyla oluşan yel ile Dünya üzerindeki yaşam sona erer. Yeniden inşa olan baki kalabilir.

            “Her bir nefis, hazırladığı şeyi bilir ve unutmuş olduktan sonra o şeye vakıf olur. Yıldız tozu denizinde yüzenler, birbirleriyle uyumlu halde olanlar, birlikte süzülüp giderler. İyiler iyilerle, kötüler kötülerle, tozlar tozlarla, küller küllerle, beraber seyrederler. Hayvani nefis, beden kabrinde, mezarında, nefsi natıka, konuşan nefis, doğurgan nefis kızını helak, yok eder. Hayvani nefse, gazap ve şehvet günahlarıyla, konuşan nefsi nasıl istila edip helak ettiği sorulur.” (81 Tekvir, 7- 14)

“(Kara deliğe düşen bir cismin bilgisi drape şeklinde çıkar, cismin maddesi ise deliğe düşer ve yok olur, enerjiye dönüşür hiçlik olur.) Hayvani nefis, yok olan cisim, işlediği günahlarını, geride kalan bilgilerle, kuvvet ve nüfus sayfalarını izhar eder, ortaya çıkarır. Ruh güneşinin kıvrılıp dürüldüğü vakitte bu sayfalar uçuşur, bilgiler diğer maddelerin üzerinde holografik görüntü şeklinde, iz halinde, kalır. Yeniden diriliş zamanında, maddenin hayat kazanması halinde sayfalar neşrolunur, yayınlanır, aşikâr olur. Hayvani ruh denen akıl semasının giderildiği, tabiat cehenneminde kahır ve gazabın eseri olan ateş, mahcuplar için yakıldığında her nefis hazırladığı, yaptığı şeyi bilir, unuttuklarını hatırlar. Lütuf ve rıza eserlerinin nimetlerini hak eden tevhit ehli de hazırladığını, yaptığını bilir, unuttuğunu hatırlar. Bilgi özelliğini geride bırakıp yokluğa düşen kuvvet daha önce şirk içinde olduğunu idrak ederse yeniden dirilişte Hakk’ın kuvvet ve gücüyle, yeni bilgilerle hayata döner. (81 Tekvir, 7- 14)

            Kitap ile ortaya konan düzen, kanun, ilke ve esasları, Âlem ile Âdemin ikiz oluşunu, umarım biz de hidayete ererek idrak edebiliriz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Nefes Üflenmesi

Kalp, ‘Evren Balonu’ dâhil her şeyi içine alır, Hakkın Arşıdır, arş-ı Allah’tır. Hakkın gölgesi, yokluk aynasındaki görüntüsü olan ilim, düzen, yasalar, evrene indirildiği için her şey sırasıyla oluşur, oluşmaktadır. Kalp ilk oluşan evdir, Kâbe’dir, tüm varlık için, her şey için barınaktır. İlim, kalbe üflenen Ruh, Evrensel İlahî Nefes, özelliği olan enerji, olduğu için her şey, hareket ve özelliklerini ilimden alır. Ruhun nuruna, diğer bir deyişle ilmin idrakine, eren kişi, kesrette, evrenin veya kalbin bir yerinde, bir ‘şey’ ile maddî ve nefsanî; her yerinde, vahdette, tümünde, ise ruhanî, rahimsi değil rahmanî, bütünsel bilgilere ulaşmış demektir. İlk verilen kutsal nefes veya üflenen ruhun, ilmin, idrakinde olan insan, kuruntudan, şeytandan arınmış olur. ‘Küresel Nefes’, rüzgârlar, yağmurla suyu dağıtır, ışığın, enerjinin, klorofille şekere dönüşümünü sağlar. Verilen ‘Bireysel Nefesle’ de enerji hücrelerde yakılarak bedene canlılık kazandırılır.

“Hak'tan mahcup olanlar görmez mi, yer ve gökler, heyula iken yani ‘görkemli bir hayal ve cismanî bir madde’ iken, yapışık idiler? Biz bu iki suretin, ayrışarak, oluşumlarının aşikâr tebayünü ile ‘uyumlu farklılaşma ile’ yer ve gökleri ayırdık. Ervah, canlılık, mana gökleri ve uzayı ile beden ve ceset arzı, bir nutfe, su zerresi, suretinde bitişik idi. Biz, arz ve ervahın tebâyünü, uyumlu farklılıklarının, kendiliğinden ortaya çıkışı ile her ikisini birbirinden ayırdık.” (21 Enbiya, 30-33)

“Evrensel maddî beden arzında, bireysel tedbir ve bedensel ameller sayesinde yaşanabilecek ortam hazırlanmıştır. Vücutta bir şey yoktur. Her şeyin hazinesi indimizde, katımızda, yanımızdadır. Önce sureti, şekli ve resmi, külli akılda külli veçhesiyle, her yönüyle, kaza âleminde resmi çizilir. Sonra, sebepleriyle birlikte, levha-i mahfuzdaki, muhafaza altındaki, gaip âlemindeki görüntüsüyle, külli nefis âleminde görüntülenir. Daha sonra ayrı ve farklı bir birim olarak ölçülerine göre, miktarına ve vasıflarına uygun, levha-i kader ve dünya semasında görüntülenir. Kısaca, külliden cüze, (plan, proje, program, bütçe ve maketine göre) her şey tasarımına uygun gerçekleştirilir. Her şey belirli ölçüde, şekilde, yerde ve zamanda, kendine özgü fıtrat, yaradılış ile indirilir. İlahi nefes rüzgârları, hikmet ve bilgi aşılayıcı, kalplere sefalar verici ve tecellilerin kabulüne hazırlayıcı olacak şekilde estirildi. Ruh göğünden hakiki ilimler suyu, (ilim yüklü enerji) indirilerek insanlar ihya edildi. İhya edilmezden önce insanın ilim hazinesi yoktu. Hayat-ı ilmiye ile ilmin hayatı, suyuyla fıtrat makamında kıyam ederek, ayağa kalkarak, hakiki hayat ile ihya edilir, insan dirilir. Vahdette fâni kılmakla da öldürürüz. Sizin fenanızdan sonra, baki olan vücutları vâris olanlar; ancak biziz.” (15 Hicr, 21-23)

İlmin idraki içinde olanlar, yabancı hiçbir beşerin el sürmediği ve süremeyeceği kendi bedensel zevklerini yaşarlar. Bunlar kendilerine özel ve özgü verilen cariye ve hurilerdir.

Parmak izleri, kalp ritmi ve kokuları gibi çok çeşitli yönler ve açılardan diğerlerinden farklı özelliklere, keyif ve zevklere sahiptir.  Ruh ve kalp cennetlerindeki nimetler, huriler beyazdır ilim nehirlerindeki inci mercanlardır. Nefis cennetlerindeki huriler, nimetler, maddesel yakutturlar. Hiçbirine başka bir beşerin el sürmesi olamaz.

            “Arzu ve isteklerinin şiddetli olması halinde, istidadı olanların nefisleri çamurunu, terbiye ederek ve arındırarak, kutsallık yönüne uçuşan kuşlar haline getirir, sohbetlerinin bereketiyle, hakiki hayat nefesi ve ilahi ilim nefesini nefyederim, üflerim. Derhal Allah'ın izni ile şevk ve himmet kanatlarıyla Hak tarafına uçucu diri bir nefis olur.”  (3 Ali İmran, 49)

“Ey insan sen, mevt ile rabbine gitmekte say ve içtihat edicisin, yani «Nefeslerin, eceline doğru atılan adımlar kadar» denildiği gibi nefeslerinle rabbine süratle gidicisin. Yahut rabbine gidici olduğun halde hayır ve şer amelde ciddi, gerçekten çalışıp, işleyen ve içtihat edicisin. Sen, bu çalışmanla Rabbinle buluşan olursun.” (84 İnşikak, 6)

“Kalbin ruha en yakın yerine ‘ufku mübin’, ‘açık ve aşikâr ufuk’ denir. Kalp seması ise sabır, şükür, tevekkül, bağışlama ve muhabbetle birlikte bilgi, hikmet ve hakikatler ile donatılmıştır. Hakikat nuru, vehim ve kuruntudan korunmuştur. Kalbin ruh ile yakınlık, dostluk kurulan bu yerde, resul, kutsal nefes ile temas kurdu.” (81 Tekvir, 23-25)

“İlahi nefes rüzgârları, hikmet ve bilgi aşılayıcı, kalplere sefalar verici ve tecellilerin kabulüne hazırlayıcı olacak şekilde estirildi. Ruh göğünden hakiki ilimler suyu indirilerek insanlar ihya edildi. İhya edilmezden önce insanın ilim hazinesi yoktu.” (15 Hicr, 22)

    Gerek Bireysel gerekse Evrensel ve Küresel düzeyde, İlahî Nefes, insan ve âleme, canlılık ve Hakkın ruhuyla diriliş amacıyla, üflenerek verilmiştir.

Umarım biz de İlahi Nefese kavuşabiliriz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tevhit Yasası

Kuran’ın sözlük manası ‘okumak’, insanı, doğayı ve evreni okumak, okuyup anlam vermek, mana çıkarmaktır. Tevhit açısından bakıldığında ise Kuran, bütün Varlığa, ‘Bir ve Tek’ anlam vermektedir. Bu idrake varmanın yöntemi olarak da insan, her şeyin ‘hareket’, ‘sıfat’ ve ‘Vücudu’nun esasını, özünü veya ardındaki gerçeği görmeye; böylece bilerek, ‘Hakkın Hakikati’ni idrak ederek olgunlaşmaya davet edilir. İlk var edilen enerji, ilk andan, çıkışından itibaren hareket eder ve bu enerji tüm hareketlerin temelidir. Hareket eden nesnelerin de, enerji ve ilim yüklü etkileşen ‘kuvvet’lerin yoğunlaşıp, kütle kazanıp, maddeleşerek oluştuğu bildirilir. Kısaca, Evrende ‘Enerji’, bir amaçla yaratıldığı için vardır, ‘Mevcut’tur var olan tek ‘Vücut’tur, sürekli halden hale geçer.

            “Kitabı, hak ile hakkıyla, hak ettiği şekilde indiren Allah’tır. Ona, kitapla inmesi gereken muhabbet ile tevhit ilmini indirdi. Tevhit ilmi muhabbetle indi, habip oldu, ilim habipin hakkı oldu, habip ilmi hak etti, ilminin hakkını verdi, gereğini yaptı, bildi ve bildirdi.” (42 Şura, 17)

“Kuran katıksız, Hakk’ın gayri olan batıl ile karışıklığı olmayan, Hakken yakındır, ayni cemden, vahdet makamından kaynaklanır, kalp makamından olsaydı ilmen, ruh makamından olsaydı aynen yakın olurdu. Zatın tevhidini ispatlamak için nebi ile önce “Kul”, sonra “Resul” son olarak da “Hak” ilişkisi kuruldu. Kul-resul-hak bir oldu, tevhit edildi. İkilik ve benlik ile perdelenmemek için kendi zatın ile Allah’ı tenzih et ve “Gayrı” bir şeyin olmadığını kabul et. (69 Hakka, 51,52)

“Sana vahdette kesretin bilgisi, tevhit ilminin ayrıntısı; kesrette vahdetin Şuhut’u ve vahdette kesretin tecellisi verildi. Çoklukta tekliğe şahit olduğun zaman, ibadet heykelliğinde değişim yaparak, nefsin teslimiyeti, kalbin huzuru ve ruhun Şuhut’u ile büyük kıyamet namazını kıl, cem ve tafsilin hukukunu ifa edecek, vahdet ve kesreti idrak etmenin hakkını tam olarak verecek kâmil-olgun insan namazı bu namazdır.” (108 Kevser, 1,2)

“Ey müminler, o küffarı siz katletmediniz ve lâkin onları Allah katletti. Bu ayet ile müminleri tedip ve kendilerinden ef'ali aldı ve Allah'ı ispat ile onları tevhidi ef'ale hidayet etti. Nebi’ye ise «Habib’im küffara toprağı attığın vakitte sen atmadın lâkin Allah attı» buyurup (sen atmadın) sözü ile atmak fiilini Allah'a ispat ile beraber (attığın vakit) sözüyle atmak fiilini Nebi’ye nispet eyledi. O halde toprağı atan Muhammed'dir. Fakat nefsiyle değil, Allah ile atan Muhammed'dir.” (8 Enfal, 17)

“Sahibiniz, efendiniz olan resul nefsine meylederek nihai amaçtan sapmadı, nefsiyle hareket ederek dalalete düşmedi, yanılmadı, yolunu şaşırmadı, azgınlık ederek Hak’tan ve tevhit caddesinden ayrılmadı.” (53 Necim, 2)

“Kendini büyük ve yenilmez zanneden Firavunun direncinin kırılmasından ve helak edilmesinden sonra Musa’ya seslendik: ‘Tevrat hikmetinin, kalbinden lisanına inip zahir olması için kırk gece bizim için ihlâsla tezekkür, tefekkür et’ dedik. Hadisi şerifte «Âdem'in, çamuru kırk sabah kudret eliyle yoğrulmuştur» denir.” (2 Bakara, 51-53)

“İlk kırk günde bebeğin kalbi atmaya başlar, ikinci kırk günde belkemiğinde kan hücreleri oluşmaya başlar ve üçüncü kırk günde azaların tamamı belirginleşmiş olur. Bu nedenlerle insanın önce bir su damlasından sonra çamurdan ve en sonunda da kan pıhtısından yaratıldığı anlatılır. Musa tefekkür etmek amacıyla aranızdan çekilince siz hayvanî nefis buzağısına taptınız. Tapma derecesinde sevdiğiniz nefsanî lezzetlere ibadet edercesine daldınız. Musa döndüğünde durumu açıklayınca pişman olup utanıp af dilediniz ve şükretmeniz için affedildiniz. Diğer bir deyişle, ruhunuzun güç ve kudretini bilmenizden, idrak etmenizden önce kalbinizin, kalp Musa’sının, inşası süresince yani kırk gün, beden ve nefsinizin esiri oldunuz. Kalbinizin çocukluk döneminde, tıfıl, yavru çocuk olan hayvani nefsinize tapındınız. Kalp nurunuz zuhur edince hakiki buluğa erdiniz, affolundunuz. Kalbinize, hikmet ve bilgiler verildi, bunları kullanarak hak ile batılı fark etme gücü verildi.” (2 Bakara, 51-53)

“Fail Haktır deyip fiillerin tevhidinde kalanlar madde âleminde kalır. Zahire mensup yani dış görünüşe önem verenler ile batına mensup yani mana âlemine önem verenler makul ve mantıklı olmakla mahcupturlar. Bunlar akıllarının yeteneklerine, kuruntularına ve hayallerine önem vererek nefsanî yıldızlara tapanlar gibidir. Hakiki iman ile iman edip tevhit ilmine ve kıyamete yakin gelenler Salih amel edenlerdir. Bunlar için efal ve sıfat cennetlerinden baki ve ruhanî sevap vardır, fiillerden korku ve sıfattan mahzun olmak da yoktur. (2.62) “Kitabı ve ayetlerini bilmek tevhit ilmi ile mümkündür.” (2 Bakara, 118)

“Tevhitte fena halindeki kişiyi seçtik, fenadan sonra beka halinde kurtuldu.” (2.130) “Siz Müslimler olarak sakın tabii ölüm ile ölmeyiniz, nefislerinizle ölü, Allah ile ebeden diri olunuz. Bedenin tabii ölümü, sizi bu hal üzere idrak eylesin.” (2.132) “Müminler, Kuranın ilmiyle âlim olur ve ahlakıyla ahlaklaşır, Allah’a iman eder yani Allah’ı ceman tevhit eder. Meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ederek mazharlarından her mazharına, tecellilerinden her tecellisine razı olarak, vahdetini kesret suretlerinde müşahede edici olarak Allah’ı tafsilatıyla tevhit ederler. ‘Bizim vücut ve sıfatlarımızı senin vücut ve sıfatlarınla setir ve imha eyle ve en büyük günah olan vücutlarımız günahlarını setir eyle, ört ve fenadan sonra bağışlanmış vücut ile bize rahmet et’ derler.” (2. 285)

“Biz inananların, enfüs ve afakta, içerde ve dışarıda, batın ve zahirde, görünür ve görünmezde, müşahede etmelerine yardımcı oluruz. Hatta muhakemelerine, deliller ile anlamalarına yardımcı oluruz, böylece, Hakk’ın görerek, apaçık aşikâr olduğunu idrak ederler. Yardım ettiklerimizden Hakk’ı eşyada müşahede edenler için Rab yeterlidir, efali delillerle sıfatı tecellileriyle, görünüşleriyle anlaşılır, her şey bilgisi kapsamındadır. Her şeyin hakikati Hakk’ın ilminin aynısıdır, vücudu ilmi ile oluşur, ilmi zatının aynıdır ve zatı aynı vücududur. Gayrın vücudu, aynı ve zatı da yoktur. Her şey fanidir, helak olur, yalnız Hakk’ın yüzü, Hakk’ın zatı bakidir. Nefiste ve çevrede görünen ve beliren vasıflar, sıfatlar Hakk’ın varlığının ortaya çıkışı iledir.” (41 Fussilet, 53,54)

Umarım biz de Hakkın ilmini, izniyle, idrak edebiliriz.

Kemale Tekâmül

Kitaba göre, önce Evren yaratıldı, sonra Dünya döşenip yaşam için uygun koşullar oluşturuldu. En sonunda canlılık ve diğer canlılarda olmayan yeni bir “Konuşma Geni ve Kemiği” ile insan yaratıldı. İlk andan itibaren, maddenin özellikleriyle ilgili, “Uyumlu farklılaşma” ve “Mükemmel olmak için başkalaşarak tazelenen, yenilenen” kavramları üzerinde durulur. Rivayete göre, Allah’ın nefsiyle kaim, yerine geçen, ayakta, canıyla canlı, ilmiyle âlim, ruhuyla diri iken cennette yaşayan Âdem, beden kazanıp dünyaya indirildi. Bedensel nefsaniyeti, canlılığı, Âdem’in zevcesi, eşidir. Nefis, her tekâmül aşamasında Ruh Âdem’e bir oğul, kalp çocuğu verir. Levam etme aşamasında Hz. Musa, mutmain aşamasında Hz. İsa’nın, mülheme, ilham alma, aşamasında ise Hz. Muhammet’in kalp çocuğu olarak verildiği rivayet edilir. Bedenleşerek inen Abdi, bedeniyle tekrar yücelir.

Hak'tan mahcup olanlar görmez mi, yer ve gökler, heyula iken, görkemli bir hayal ve cismanî bir madde iken, yapışık idiler? Biz bu iki suretin, ayrışarak, oluşumlarının aşikâr tebayünü ile ‘uyumlu farklılaşma ile’ yer ve gökleri ayırdık. Ervah, canlılık, mana gökleri ve uzayı ile beden ve ceset arzı, bir nutfe, su zerresi, suretinde bitişik idi. Biz, arz ve ervahın tebâyünü, uyumlu farklılıklarının, kendiliğinden ortaya çıkışı ile her ikisini birbirinden ayırdık, (cenin ve Büyük Patlamada olduğu gibi). Yani biz, nutfeden her hayvanı halk ve izhar eyledik. Ve ceset arzının, yok olmayıp kaim ve müstakil olması için, ceset arzında kemik dağlarını, (sinir, kas, damarlar gibi) özellikli yollarını, oluşturduk.”

“Bunlar sebebiyle Allah'ın ayetleri ve sıfatlarına hidayet bularak, Hakk'ı arif olmaları için, ceset arzında duygu ve düşünce mecralarını; havas tarikleri, arzu, heves ve isteklerine uygun yolları, var ettik. Ve biz, akıl semasını, üstlerinde, (atmosfer gibi) yükselttik. Ceset arzını, tagayyür etmek üzere, ‘mükemmel olmak için başkalaşarak tazelenen, yenilenen’ kıldık. Akıl semasını ve ceset arzını da yanlışlıkla olabilecek hasar ve hatadan mahfuz kıldık, koruduk. Akıl seması, her türlü hayal, tasavvur, duygu ve düşünceleri kapsayacak ve birbirine bağlayacak şekilde yer alır. Her birisi makul ve mantıklı olarak akla dayanır. Akılda boşluk bulunmaz, kırılmaz ve bükülmez, herkes aklını bir kere oluşturunca aklını terk edemez. Bütün bunları anlayamayanlar için akıl seması, mana göklerini (uzayını), delil ve şahitlerinden, maddi veya bedensel kanıtlarından, uzaklaştırıcıdır.” (21 Enbiya, 30-33)

“İnsanlara dokunan bir zarardan sonra, kendilerine bir rahmet tattırdığımız vakit,  kalpleri yumuşar. Belâlar, nefsin hırsını kırar ve nefis sıfatı hicaplarının keşfi, tabiat kesafetinin incelmesi ve heves perdelerinin kaldırılması ile kalbi taltif eyler. Kalp süfli yöne düşmekten kurtulur, ulvi yöne meyleder.  Vahşi hayvanlar bile, kıtlık vakitlerinde ve darlık günlerinde, başlarını göğe kaldırmış bir halde toplanıp dururlar sanki ulvi yönden yardım beklerler.” (10 Yunus, 21)

İbrahim, düşmanları olan nefsanî ve bedeni kuvvetlerce, kalp ateşinin hararetine atıldı, istidadının tekâmülü ve sefası, fıtratının paklığından afetten korundu ve rahatlık verildi böylece sülûk ile Rabbine teveccüh etti.” (37 Saffat, 97)

“Kendisinde asla tasarruf olmayan; ubudiyet makamında kemale eren Abdi’ni, halinden soyunması lisanîyle, geceleyin götüren Zattır. Bedeniyle örtülü ve tabiatıyla ilgili ve alakalı olarak «Esra» eyledi, geceleyin götürdü. Zira uruc ve terakki, ancak beden vasıtasıyla olur. Yani, makamlarda terakki ederek tekâmül ve yücelme, beden ile bedenleşme ile mümkündür. Kendisinde hiçbir tasarrufun olmadığını idrak eden, kulluk makamında olgunlaşan, dünya ile olan ilişkisini uygulamada kesebilen kul, gece, gece haliyle, gece olarak götürülebilir, yüceltilebilir.” (17 İsra (50), 1) Madde, ilmin, ilmin aydınlığının, hakikat nurunun gurup etmiş hali olarak gecedir, ışık yaymadığı için karanlıktır, gerçek batı da denebilir. İnsan maddeyi, madde denizini, kendi bedeni dâhil, bu şekilde idrak edebilirse, Zatına bir maddenin eklenmesinden, herhangi bir noksanlıktan tenzih etmiş olur.

“İnsan, Allah’a, şah damarından da, sağında sevaplarını ve solunda günahlarını yazmak üzere yer alan, meleklerden de, daha yakındır. Sağında oturan melek nefsin Hakka bakan yüzü yani akıl etme gücü, solunda oturan melek ise nefsin bedene bakan yüzü yani hayal etme gücüdür. İnsanın fıtratı, nurlar âleminden olduğu için hayırlıdır. Beden sonradan olmadır, arızîdir, bu nedenle, fıtrata uygun olmadığı için, ‘bedenselliğe düşkünlük’ gibi bir şey normalinde beklenmez. Akıl iyi bir fikir geliştirirse karşılığını hemen on kat alır, sağdaki melek bunu hemen kaydeder.”

“İyi bir fikrin birisine söylenmesi bile zincirleme yarar sağlayabilir. Nefis, bedensel zevklere uyarsa, pişman olup dönebileceği için, soldaki melek bunu yazması için yedi vakit bekler.” (50 Kaaf,17)

Tekâmül, evrensel, küresel ve bireysel olmak üzere üç boyutta da süreklidir; yaradılışın amacına ulaşmak üzere daima bir ‘kemale’, ‘mükemmelleşmeye giden yenilenme’,  ‘uyumlu farklılaşma’, ‘her anda bir şende olma’ hali gerçekleşmektedir. Bu durum, yaşam boyunca, akıl ile izlenebilir ve göz ile gözlenebilir. İnsandan da bu beklenir!

Umarım, biz de arızî olan bedenimizden soyunarak, kemalimize erebiliriz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Say Kanunu: Say ve İçtihat

Beyin hücreleri nöronlar ve Zihin Bilim alanındaki son bulgular şaşırtıcıdır. “İnsan beyni büyük bir bilgi işlem merkezi gibi çalışır. Her nöron diğer 15.000 kadar nöron ile elektriksel haberleşme yapar. Nöronlar, elektrik üretir, kodlar, mesaj gönderir, mesaj alır, çözümler, anlar ve ilgili diğer nörona tekrar kodlayıp gönderir. Yani her nöron günümüzün ‘röle istasyonları’ gibi çalışır. Her insan, bir başka ilişkiler halinde olan, özel bilgi işlem programları topluluğudur. Kişi Bilinci, Kozmik Külli Bilinç içinde yer alan, onun bir parçası olarak çalışan, Cüzî bir bilinçtir. Beyin en iyi bilgi işleyen organ değil, ‘Yaşamın’ kendisi ‘Üst Sistemdir’ ve bilgiyi daha iyi işler. Özgür irade yoktur. Evrenin tüm kuvvetleri, birbirleriyle, matematiksel olarak modellenebilir ve Bağlantısal Bütünsellik oluşturacak şekilde bağlıdır. Her nöron ve her zerre birbiriyle sürekli etkileşim ve iletişim içindedir. Yaşam Sistemi içinde DNA, RNA ve Proteinler her an birbirlerini değiştirecek şekilde çalışır. Her şey, her an, bir diğer andan farklı bir ‘hal’ içindedir.” Prof. Dr. Türker Kılıç.

“Ey insan sen, mevt ile rabbine gitmekte say ve içtihat edicisin. Sen, bu çalışmanla Rabbinle buluşan olursun.” (84 İnşikak, 6) Yaşar N. Öztürk’ün tercümesinden: “Ey insan, sen Rabbine varmak için çok didinecek, sonunda O'na kavuşacaksın!” Bir nöronun, bilgi işleyerek evrendeki tüm kuvvetlerle Bağlantısal Bütünselleşebilmesi, bir ve entegre olması, Evrenle bütünleşmesi gibi; ‘kul da çalışarak, içtihat edebilir, Rabbi ile kavuşabilir’ deniyor.

“İnsanların malı, ilimleridir, kalp, ilim ile kuvvetlenir, ilim kalbin malıdır.”  (2 Bakara, 177) İlgili diğer ayetlerle sentez edildiğinde, kalbin bireysel, küresel ve evrensel olmak üzere üç aşaması olduğu söylenebilir. İnsan kalbi, tüm evereni kapsayabilir, hatta müminin kalbine Allah sığabilir. Bu nedenle Hakkın, «Ben insanları, bana arif olsunlar, beni bilsinler, diye halk ettim» dediğine inanılır. “Her şey kendi ilmi ile bilinir, kul da, Allah da. Her kişinin ezeldeki istidadı, fıtratın aslı ve esası itibariyle birdir. Ancak yaradılışından itibaren, her insan bir diğerinden her şeyi ve özelliğiyle farklılaşır, tektir, birdir, farklı bir bütündür.  Her kişi için birlik, bütünlük ve teklik geçerlidir. Çalışma ibadeti sonucunda belirli bir miktar kazanç beklenmez, ne gelirse haktandır denir ve sonuç dua ile talep edilir.” (4.32)

“Siz, nefsinizle ve nefsinizin sıfatları ve fiilleri ile baki kaldığınız müddetçe iradeniz, mücerret bir temennidir. Temenni ise mümkün olmayan bir şey'i talep etmektir.” (4 Nisa, 122) Ergenlik yaşına gelen kişinin benliği oluşmuştur. Önce bu benlik nedeniyle kişi muhatap alınır, kutsal mesajlarla hitap edilir. “Kişi öğrendikçe Allah’a yaklaşır, önce ‘Halil’, seven olur, aşk ateşine atılır; sonra ‘Habib’, sevilen olur.” (4 Nisa, 125) “Çalışmayı terk ederek kemali talep etmek haramdır.” (5 Maide, 3) “Bilenler, bilgileriyle Allah’ı bilir, ancak çoğu bunu bilmez.” (6 Enam, 37) “Suretler, ilmin aynidir. Göklerde ve yerde, bir zerre miktarı ilminden hariç olamaz” (6.59) “Siz, Hakk’ın hıfz edicilerinden, ilim yüklenebilen kuvvetlerinden, oluştunuz. Siz, bu güç ve kuvvetlerin cisimlenmiş halisiniz. Bedenlerinizden soyunmanız halinde durum apaçık görünür. Cismani organlar, hal lisanı ile yapılanları hatırlar ve açıklar. Hafıza semavi bir güçtür, yapılanları aşikâr eder.”(6 Enam, 61)

“Her şey Rabbin iradesiyle ve ilmindendir, ilmi her şeyi kapsar, yönetir.” (6 Enam, 80) “Halinizin, halden hale döndürülmesine, başka kalıba sokulmasına kadir olan Zattır. Ruh nuruyla kalp danesini yarıp, kalp danesinden ilimleri ve bilgileri ve kalp nuruyla nefis çekirdeğini yarıp nefis çekirdeğinden güzel ahlâkı çıkarıcıdır.” (6 Enam, 95) “Ruh semasından ilim suyunu indirir, ilmî imanla iman edenler için büyük alâmetler vardır.” (6.99) “İnsana rahmet olarak bir nimet versek ve sonra onu geri alsak isyan eder, üzülür. Ferahlık versek iftihar eder sevinir. İnsandan, kazanması için çalışması beklenir ama kazancının olup olmaması ve ne kadar olacağı Allah’ın takdiridir. Çalışmasının karşılığını aldığını düşünerek Allah’ı unutması ve mahcup olması gerekmez. Bollukta ve darlıkta, neşede ve kederde, her hal ve koşulda, Hak’tan uzak olmamalı, onu unutmamalı. Unutan kişi unutulur, Hak da onu unutur. Sıhhat, sağlık ve nimet verilirse, önce kalpten, onları haktan bilmeli ve vereni bilip görerek onun rızası için kullanmalıdır.” (11.9)

İnsan çalışarak, gayret ederek, kendi kalbinin malı olan ilmini öğrenmeli, sonra bilinenleri içtihat, sentez ederek, bağlantısal bütünselliğin de ötesinde, ‘Bilinmeyi Seveni’, her an bir şende olanı bilmelidir. Rahmanî rahimsi, deryanın bir damlası, olduğunu idrak edebilir.

Umarım, bütünün parçası olduğumuzu idrak edebiliriz.

İlahi İrade Kanunu

            Günlük yaşamda, normal olarak, normal bir insandan beklenenler, genellikle, bilinebilir. Yaşam ortamında hüküm süren sorunlar ve koşullar ile kişisel ve toplumsal davranışlar bilindiği sürece, bireysel aklın kullanım sınırları tahmin edilebilir. Uç noktalar olarak ‘Ateist’ ve ‘Allah ehli’ olanlar dışındaki insanların ‘genel halleri’ ele alınırsa, insanlar, ‘Yarı İmanlı’, ‘Cennet Ehli’ ve ‘Sehven Cennetlik’ olmak üzere üç kategoride özetlenebilir.

            Her insanın çocukluk dönemi, fıtratları gereği, ortak denecek kadar masumiyet içerir. Reşit oluncaya kadar herkes, gerek eğitim ve öğretim kurumlarından, gerekse aile ve toplum hayatından, alacağını almış olur. Kendine göre çok sorununu çözmüş olabilir ama birçok sorusu da hala cevap bekler. İçgüdüsüyle, içinden gelenlerle ve fıtratına kazınanlarla; verilen aklı, fikri, kalbî duyguları, nefsaniyetiyle, belirli bir ahlak düzeyinde yaşamını sürdürür. İşinde başarılı ve aile hayatında mutlu olabilir ama bazı toplumsal soruları kadar bireysel soruları da hala cevap bekleyebilir. Yaşlılık döneminde hala cevapsız olan sorulara verilecek en iyi cevap, “Böyle gelmiş böyle gider, çevreye uyum göster yeter!” olabilir. Her üç kategorideki insanlar da aynı cevapta buluşabilir.

            Tanım itibariyle yarım imanlı kişiler, kiminle görüşürse onunla aynı fikirde olabilir. Cennet ehli ise her yaptığını cennete gitme hevesiyle yapar veya cennete gidemem kaygısıyla yapmaz. Bir başkasına, bilmeden yaptığı bir iyilik sayesinde, cennetlik olana da sehven cennetlik denebilir.

İnsanların inançları açısından da farklı olabileceği Bakara suresinin ilk ayetlerinde açıklanır. İnsanların ‘muhtelif’ yaratıldıkları ise yedi ayette ayrıca belirlenir. “İstenseydi insanların hepsi, fıtratlarında oldukları gibi, tevhit ederdi ve bir ümmet olarak yaratılırlardı. Amma velâkin muhtelif olarak, çeşitli olmak üzere yaratıldılar. Bazıları adil ve tevhit eden, bazıları ise müşrik ve zalim olmak üzere, halk edildi.”  (42 Fussilet, 8) Farklılıklar, genellikle, aynı fıtratın, koşullara uygun olarak, çeşitli tecellileri olarak görülür. Hitap elçileredir ama Kitaplar tüm bireyleredir. Mesaj “Oku, düşün, tefekkür et ve ibret al” şeklinde herkese aynı olsa da dünyevî gayretlerden uhrevî çalışmalara pek zaman kalmaz. Eğitim ve öğretim alanları da uzmanlıklar şeklinde olduğu için mesajlara ilişkin düşünceler genellikle derinleştirilemez.

            Tevhit babası Hz. İbrahim semavi dinlerin yani İslamiyet’in ilk peygamberidir. Sıradan insanlar, peygamberlere eşit düzeyde yakın veya yabancı kalmıştır. Mesajların tümü bir bütündür ve birbirlerini tamamlayarak ‘güzel ahlaka’ götürür. Ne Museviliğin Kabalası, ne Hıristiyanlığın Azizler kültürü, ne de İslamiyet’in Tasavvufu, sıradan insanlar için yeterince aydınlatıcı olabilmiştir. Bu uzmanlaşma konularında, toplumsal olarak daima uzak kalınır. Anadolu’nun ‘Erenler Kültürü’ halk ozanlarınca halka sevdirilir ama her sıradan insanı ‘Ermiş’ olarak görmek mümkün değildir. Aynı sabır ve gayret herkese uygun gelemez. ‘Kitap öylemi demiş, böyle mi demiş, ne demek istemiş, nasıl olur da böyle bir şey der?’ gibi çok çeşitli konularda anlayış ve yorum farklılıkları ortaya çıkar.

En sonunda, ‘Allah ile kul arasına girilmez, herkesin düşüncesi kendine’ denilmesi uygun görülür. Temel fikre en uygun davranış ‘herkesin dini kendine’ deyip, dini, tartışmaya açmamaktır.

            Tevhit bakışının odağı olan Tasavvuf ehli arasında, en küçük bir görüş ayrılığı bulunmuş, bilinmiş ve görülmüş değildir. Hızır, Yusuf, Mevlana ve Yunus arasında hiçbir fark yoktur. Düşünen akıllar için tevhit, dinsel ve bilimsel alanı da birleştiren bir ‘ilim’dir. Tevhit ilminin amacı kendini bilerek kemale erdirmek ve kâmil insan yetiştirmektir. Ermişler keramet ehli diye düşünülür oysa keramet kişide değil ilimdedir. Büyük Patlama ile ortaya konan ilim, uygulanırsa görülür, hareket ederse bilinir. Her zerre bilimsel özellikleriyle tanınır. Zerreler kadar ayrıntılı ‘bilgi’ ama evren kadar ‘bütün’ olabilen ilim; yok iken bir an içinde var olmuş veya var oldurulmuştur. Keramet işte bu ilimdedir, her ‘şey’ bu ilimden, bu ilmin içinde ve bu ilimle var olur. Bilimsel bilgi ve buluşlardan bilinir ki ‘ilim’ kavramı bir ‘düzenlilik, yasalılık’ içerir. Fizik ve kimya kanunları gibi bilimsel adlar da ‘doğa kanunları’ gibi genel adlandırmalar da aynı yaslara verilen adlardır. Yasa kavramı, aklı, bir irade, hüküm veya hükmetme düşüncesine götürür. Çünkü en küçük zerrelerin bile diğerinden farklı bir ismi, cismi ve resmi; fiziksel bir özelliği, hareketi ve marifeti vardır. Zaman, ilmin ortaya çıkışından itibaren başlatılırsa ilimden, salt ‘fizik’ olarak söz edilir. İradenin bir sahibi vardır denirse, ilimden ‘metafizik’ olarak da söz edilebilir.

Yasalılık, ‘düzenlilik’, bir İlahi İrade Kanunudur veya Fizik kanunudur demek zevkinize, keyfinize ve cesaretinize bağlıdır.

            Akıl, ‘sebep, olay ve sonuç’ sürecine yatkındır. Her olayın bir sebebi ve bir sonucu olması mantıklıdır. Bugün akıl, doğadan elde ettiği bilgilerle, belirlenebilen en küçük zerrenin, örneğin ‘hiçliğin özeti’ olarak bilinen ‘fotonun’, kendine özgü maddesel özelliklerini iyi bilir. Kendine özgü olanların diğerlerinden farklı olan özelliklerini iyi bilir. Diğer zerrelerle sürekli iletişim, etkileşim, değişim ve gelişim içinde olduğu belirlenmiştir. Canlıların nefsanî, kalbî ve ruhanî yasaları dâhil, kısaca, akıl, her zerrenin diğer her zerreye bağlı ve bağlantı içinde olduğunu ‘Bağlantısal Bütünsellik Modelini’ ortaya koyarak iyi bilir. Tüm ‘Evren’ tam ve mükemmel, ‘Bir ve Tek Bütün’ olarak, bir ‘İradedir’.

            Umarım, ilahi nitelikli bu iradenin kanunlarını bulabilir ve idrak edebiliriz.

 

 

 

 

 

 

 

 

Habbeden Dâbbeye Kendimizi Tanımalıyız

            İnsan tanımlanırken madde ve mana, ruh ve beden, olarak iki âlemden oluştuğu düşünülür. Hatta düşünen akılların zaman içinde uzmanlaşması nedeniyle, konuya ilişkin maddesel ve ruhsal ilimlerin insanı tanımlamaları ilgi çeker. Tanımlama amacıyla, ilgili olabilecek tüm bilgileri ortaya koyup, önce analiz sonra sentez edilmesi uygun olur. Madde ve mana deyimlerinden başlanabilir. Ezelden ebede gibi, ele alınan konu ‘insan’ olunca tarihsel boyutuyla ve ‘kutsallık’ kavramıyla da ele almak uygundur.

            Güncel bilimsel alanda, ‘madde’ kavramı ‘kütle’ kavramının ardındadır. Madde, ‘kütlesi sıfırdan büyük ve uzayda hacmi olan’ ‘şey’dir. Fizikçiler, Higgs (H) Bozonu olmadan kütlenin yok olduğuna inanır (believe). Higgs Alanı, simetri kırıcıdır, görülemez ve gözlemlenemez, evrensel bir ortamdır, ‘kütlesiz parçacıkları farklı kütlelere ayıran’ ortamdır. H Bozonu, alanın ‘kuvvet taşıyıcısıdır’, diğer parçacıklara kütlesini veren parçacıktır. Kütle, her şeyin kendine özgü özelliğidir. Vakum ortamında ışığın bütün dalga boyları aynı hızdadır. Prizma ortamı, beyaz ışığı farklı dalga boylarına ayırır. Prizma, beyaz ışığın, hız-simetrisini kırar. Evrenin Elektromanyetik-EM alanının kuvvet taşıyıcısı da fotondur. Atomların neredeyse tamamı boşluktur, %99,9999999999996 boşluktur. Çekirdeği bir bilye ebadında düşünürsek en yakınındaki elektron neredeyse 800 metre ötede bulunur. Çekirdeği de aynı oranda büyük bir boşluktur. Atomun çekirdeğindeki boşlukların da içini dolduran kuvvet alanları vardır, kuvvet alanları enerji taşır.

Elektronlar ile çekirdek arasında elektromanyetik bir kuvvet alanı vardır. Bu elektromanyetik alan etkileşimi sayesinde atomlar birbirleri ile bağ yapar ve kimyanın ve yaşamın var olması mümkün olur. Bilim insanları der ki: “Nasıl oluyor bilinmez ama bozonların içinde toplanan kuvvetler maddeyi oluşturur”. Bu bedensel temelden sonra, yeşil yaprakların Güneş ışığını şekere dönüştürmesiyle de canlılığın ve yaşamımızın temeli atılmış olur.

            Birçok kutsal mesajda halk ediliş öncesi, akıl verilişin öncesi parça, kısım, alan veya bölüm anlamındaki ‘habbe’ ve mahlûk, halk edilmiş ‘şey’, anlamındaki ‘dâbbe’ deyimi geçer. (2.164; 16.49) Kalp, merhamet, şefkat, sevgi ve aşk gibi duygusal kuvvetlerin çıktığı bir kaynaktır. Bedensel hareket, iş ve işlemlerin bu kuvvetlerden kaynaklandığı açıktır. “Nefis habbesinden, kalbe güç veren sadık niyetler çıkarırız. Meyvenin çiçeğinden meyvenin çıkışı gibi, akıl hurmasının zuhur etmesinden bilgi ve hakikatler hâsıl olur.” (6.99) “Doğadaki her dâbbe, hareket eden her canlı, kendine özgü bir sudan yani kendine özgü bir ilimden halk edilmiştir.” (24.45) “Beden arzında, çeşitli eşkâllerde nefsanî suretler dâbbeleri ihraç eyleriz.” (27.82) “Siz, Hakk’ın hıfz edici, ilim yüklenebilen kuvvetlerinden oluştunuz. Siz, bu güç ve kuvvetlerin cisimlenmiş, şekil ve suret kazanmış halisiniz.”(6.61)İzdiham eden kuvvetler gölgeleşip cisimleşir. Kütlenin hakikati bilinirse, kütlenin görünen ışık enerjisi olduğu idrak edilir. İzafi vücut, Mutlak vücudun ortaya çıkmış, görünür, aşikâr olmuş sıfatıdır. Her cisim ışır, ışık saçar, ışınım halindedir, hakikatini görünür kılar, enerji yayarak yanar.” (25.45) “Takat, kuvvet, habbe, sizin değil, tesir, kuvvet Allah’ındır. Size, kalbinizle bağlantılı olan habbelerle, ruhanî ve semavî kuvvetlerle, yardım ederiz.”(8.9)

            Bir insan vücudu, yaşa göre 10 ile 100 trilyon hücreden oluşur. Her hücre, binlerce veya milyonlarca atomdan oluşan, binlerce molekülden oluşur. Her molekülün bir görevi vardır. Hemen hepsinde ortak olan, hücre duvarında yerleşik bir haberleşme molekülüdür. Bu molekülün işi, bir atoma, eksi veya artı elektrik yüklü iyonları pompalamak, yüklü atomların elektriğini, göndermek istediği mesaja göre, kodlamak ve diğer hücreye göndermektir. Her hücrede, ayrıca, kodlu mesajı alıp kodu çözen, almaçlar ve yeniden kodlayıp göndericiler vardır. Artı ve eksi yüklü potasyum ve sodyum iyonlarının pompalanmasıyla oluşturulan elektrik yüklü atomlar, örneğin beyin hücreleri boyunca, gönderilir. Böylece insan düşünür, okur, öğrenir, konuşur veya fikir üretir. Sindirim, sinir veya kan dolaşım sistemi gibi her sistemimiz böylece çalışır. Kalem piller 1,5 volttur. Hücreler arası haberleşme ise 70 mili volt (voltun binde biri) ile yapılır. Nefesle ve besinle alınan, oksijen dâhil, her atom bünyeden çıkar. Hiçbir canlı bünyesinde hiçbir atom parçalanmaz. Oksijen karbonla bağlanıp çıkar. Besin olarak enerji aldığımızda da, oksijen atomunun diğer atomla bağlantı, conta, bağ enerjisini kullanırız. İnsanî her eylem, iş ve işlemimizin, elektromanyetik (EM) dalgaların kullanımına bağlı olduğunu, elektriği, yeni keşfettik. Kısaca, bilmediğimiz şeyleri kullanmışız. Hücre ve moleküllerimiz, içimizde, ayrı canlılar gibi yaşarlar.

“İçimde bir ben var benden içeri” diyenimiz oldu. Bünyemizdeki elektriksel dalgalar dışımızdan tespit edilip kaydedilebilir, müdahale edilebilir. Et ve kemik görünen, protein, vitamin, madde ve beden, aslında EM dalgalı parçacıklardan oluşur.

                Yokluktan, boşluktan yaratılmışlığımızın bilimsel bulgularla kanıtlanmasından sonra “Gerçekten hiçbir şey göründüğü gibi değildir” denmesi artık akla daha yatkındır. “Allah yerin göğün nurudur, ışığıdır, parlaklığıdır” kutsal mesajı, son bilimsel bulgulardan sonra daha iyi anlaşılır. Işığın EM enerjisinin, fotonun, bir klorofil molekülü tarafından şekere dönüştürülmesi ve canlıların da bununla beslenmesi apaçık bir gerçektir. Fikir üretmek, düşünmek, konuşmak, hafıza kullanmak hep elektriğin kodlanması, gönderilmesi ve alınması esaslarına bağlıdır. Gerçekler apaçık ortada iken kabullenip kullanmak bile bize yabancı gelebilir. İnsan beyni, canlılık ve yaşamın “Bağlantısal bütünselliği”, evrensel boyuttadır, “Kozmik Bilinç” ile bütünleşebilirliği bilimle kanıtlanmıştır. (1,2) Cüzi irade ve külli irade kavramları daha iyi anlaşılır olmuştur. Hakkın hakikati böylece anlaşılınca EM alanında uzman olmayanın “Ben” demesi ve bencillik yapması sorun olabilir.

            Umarım, Hakkın hakikatini biz de idrak edebiliriz.

 

(1)      https://www.google.com/search?q=connectome+projesi+nedir&oq=Connectome&aqs=chrome.3.69i57j0l7.6454j0j7&sourceid=chrome&ie=UTF-8

(2)      http://www.humanconnectomeproject.org/

 

 

 

Mevt, Maddeden Soyunmadır!

 

Tam ve mükemmel, kesin yok ve yokluktan, tam ve mükemmel, kesin ve mutlak boş ve boşluktan gelir yaşarız. Atom boşluktur, atomun bile olmadığı yerden geliriz. Geriye doğru bakar, tarihi yazar ve yaşayabiliriz. Geleceğe doğru bakar, geleceği yazar ve yaşayabiliriz. Sevginin ne kadar güçlü, kuvvetli ve kudretli olduğunu bilir, sever ve seviliriz. Bedenimizin ne kadar güçlü ve kuvvetli olduğunu bilir, bedensel iş ve işlemler yapar hareket ederiz. Ruh ve maddemizin kıymet ve kadrini bilir, ikisinin ayrı zevkine varır ve birlikte keyfini sürer, yaşarız. Beynimizin, madde olarak, atomlardan oluştuğunu biliriz ama bilincimizin de olduğuna şahit oluruz. Üstelik bu bilinci kozmik bilinç ile bütünleştirme cesaret ve bilgeliğini gösteririz. Hafızası boş olarak doğan beynimiz, zaman içinde bize, evreni kalbimizin içinde bir zerreye dönüştürebilir. Bu hâl içinde, doğum ve mevt kavramlarını, bilimsel ve dinsel mesajlar açısından değerlendirebiliriz. Ruh, maddeye bağlı ve bağımlı mıdır? ‘Verilmiş olan maddeye hükmediş iradesi’ sonuçta bilince mi dönüşür?

Zelzele suresinin tevilinde, çok ayrıntıdaki bir bilimsel gerçeğe değinilir. İnsan ruhunun yani ‘ilminin’, ‘maddeye hükmedişin’ verilen bir ‘irade’ olduğu anlatılır. Bu iradenin idrak edilme bilinciyle, maddeden soyunulabileceği açıklanır. Ruhun, maddeden soyunup, bir bilgi, ‘info’ olarak kalabileceğini ancak kütle ve maddenin tekrar enerjiye dönüşeceğini, yeniden toprak olacağını anımsatır.

“İnsan ruhunun, insanı insan yapan ilminin, maddeden soyunup, temizlenip, maddeyi terk etmesi, arınması zamanında, hayvanî ruh ve kuvvetler, canlılık ilmi ve canlılık veren kuvvetler, ıstırap ve acı çeker. Beden ve maddenin, ruhsuz, ilimsiz bir şey yapamaz sadece bilinçsiz hareket edebilir, kişiliği bozulur. Ruhsuzluk durumunda, madde, tek düze bir sarsıntı, sallantı ve titreşim içinde olur, yalnız bilinçsiz sarsıntı ve titreşim içinde oluş vardır. Bu eşkâl, bu tanım içindeki sarsıntı, sallantı ve titreşim, evvel-i meta manasında olan sakaleyn yani insan ve diğer canlıların cemidir, toplamıdır. Diğer bir deyişle herhangi bir ‘şey’ olmadan önceki haldir. Yani madde ve beden arzının, kendisinin kadri ve kıymetinin bilinmesine sebep olan ervah, mana ve ameller kuvvetlerinin heyetinin tümünü ve kalpte kökleşen itikatlar meta'larını, kıymetlerini, değerlerini meydana çıkarır. Bu hal içindeyken insan, «Beden arzının bu suretle muzdarip olmasının, sarsılıp titreşmesinin sebebi nedir, bunun devası, çaresi, derdi nedir, bu ıstırap, mizacın inhirafından mı, bozulup değişmesinden mi, yoksa ahlâtın, içine karışan şeylerin, galebesinden mi ileri gelmiştir?» der. Böyle durumda, beden arzı, halinin diliyle, hal diliyle, içinde bulunduğu halinin anlattığı şekilde, haberlerini söyler. O vakit beden arzı, verilen iradenin nasıl kullanıldığını, evveline ait haberlerini, söyler. Tahkik, incelendiğinde, görüleceği gibi senin Rabbinin ona işaret eylediğini, ruhun yok oluşu, ilmin ortadan kaldırılışı ve mevtin, ölümün tahkiki, incelenmesi, zamanında ıstırap ve harap ile ağırlığının ihracı ile emir eylediğini söyler. Maddenin içinden bir ‘şey’ oluşmasına ilişkin ilim çıkarıldığı zaman, maddenin kütle ve ağırlığı da ihraç edilir, ortadan kaldırılır, aslına döner. Ruhun maddeden soyunması zamanında, beden arzı da ıstırap içinde harap olup ortadan kalkar, kütlesi ve maddesi de yok olur.

O vakit insanlar,  kimi hayırlı,  kimi hayırsız, eşkıya olarak müteferrik, ayrılmış oldukları halde, bedenlerinin mizaçlarından, mezarlarından,  hesap ve ceza yurtlarına sudur ve hareket ederler. İmdi hayırlılardan zerre miktar hayır işleyen kimse o hayrı görür. Eşkıyadan zerre miktarı şer işleyen de o şerri görür.  Küfür ve hicap sebebiyle eşkıyanın hayırları yanıltıcıdır, keza iman, tövbe, galebe-i hayrat, selameti fıtrat ile hayırlıların da şerleri af olunur. (99.1-8)

‘Her Şeyin Birleşik Bir Kuramı Olarak Sicim Kuramına’ göre, “Madde atomlardan, atomlar da proton ile nötronun içindeki kuark ve elektronlardan oluşur. Bütün bu parçacıklar, aslında titreşen küçük sicim ilmekleridir. Sicim kuramı, tek bir ilkeden - en ileri mikroskobik düzeyde her şeyin titreşen tellerin bileşimlerinden oluştuğu ilkesi -  bütün kuvvetleri ve bütün maddeyi içerebilen açıklayıcı tek bir çerçeve oluşturur. Elektron,  bir biçimde titreşen bir sicimdir,  yukarı kuark başka bir biçimde titreşen bir sicim vs. Her hangi bir ‘şey’in ‘info’su asla yok olmaz ama kütlesi, örneğin kara deliğe düşerek, enerjiye dönüşür.” (1)

 

Bulunan, bilinen, tanımlanan her zerre, bilimsel özellikleriyle, titreşimiyle, kendine özgüdür ve böylece biri diğerinden farklı isim, cisim ve resimdedir. Her parçacığın bilimsel olarak özellikleri bilinir, öyle oldukları bilinse de neden öyle oldukları bilinmez. Tüm fizik bilgileri fizik ilmini oluşturduğu gibi tüm parçacıkların fiziksel özellikleri de ilmi oluşturur, ilimleri nedeniyle öyle oldukları söylenebilir. Her ‘şey’, Haktan, hakkını, hakça aldığı için var olur. Madde, canlılık ve insanın ruhu, kendine özgü ilmi, vardır ve Haktan alınmıştır.

 

 

Kemale eren insanlar, belirli bir bilince ulaşmış olarak kabul edilebilir. Bu bilinç düzeyi, everensel veya kozmik bilinç ile birleşebilirse ‘Bir ve Tek Bilinç’ olabilir ve parçalardan söz edilemeyebilir. Bir ülkenin tüm elektrik sistemi bir bütündür, küçük parçaları geçici olsa, ömrü kısa olsa da tüm sistem kalıcı ve ömrü uzun olabilir. Bir atomun alt parçacıkları var olduğu sürece, bir atom yok olsa da, yeniden uygun koşullar oluştuğunda, aynı atomdan yeniden oluşabilir. Hidrojen atomu, aynı bilimsel özelliklere sahip olarak, maddesel düzeyde yeniden oluşabilir. Canlılık ve insanlar, özellikle de beyin ve bilinç konuları üzerindeki bilimsel araştırmalar, madde düzeyindeki bilimsel özellikler ile ‘bilinç’ konusunun birbirlerinden çok farklı olduğunu gösterir. Binlerce atomdan oluşan moleküllerin, milyonlarca elektriksel akımlar oluşturarak, ortaya koyacağı bilinç, uzun ömürlü olabilir. Ayrıca, insanın mı bilinci oluşturduğu yoksa bilincin mi insanı oluşturduğu tartışılabilir. İradesi olmayan atomların bilinç oluşturması yerine, atomların verilen belirli bir irade çerçevesinde, örneğin DNA ile önce bir canlılık sonra da bilinç oluşturduğu, kutsal mesajlarla, anlatılıp açıklanmaktadır.

 

Umarım biz de, maddeden soyunarak, külli iradenin idraki içinde olabiliriz.

 

 

(1)     “Evrenin Zarafeti”, Brian Greene, sayfa 43, 45.

 

 

 

 

 

Taklidî ve Tahkiki İman

 

Bilim, doğa ve evren ile yaradılışa ilişkin kutsal mesajları kanıtlar. Kısaca, ‘bilimin amacı inancı kanıtlamaktır’. “Din ile bilimin ne ilgisi var” hatta “Dinde aklın yeri yok” diyen vardır. Oysa tahkiki imanın gereği akıl ve bilimdir.  Dinin de bilimin de ilgi odağı insandır, insan içindir. İnsana hitap, akla ve mantığa uygun, makul ve mantıklı olmalıdır. Kutsal mesajlar da, bilimsel bilgiler de, evren ve varoluşa ilişkindir. Kadim bilgiler, bilim açısından İdris Peygamber olarak bilinen Hermes’e, dinsel bilgiler ise, büyükbabası, Hz. Âdem’e dayanır. İnsanın gelişimiyle, her iki alanın bilgileri de, yaradılışın temelindeki evrime, değişim ve gelişime uğrar. Kutsal mesajlar da, bilim de, insanlığın gelişimiyle birlikte gelişir. Dinde tagayyür, ‘farklılaşarak mükemmele giden belirginleşme’ esastır.

Kişiler, kişiliklerinin bakış açılarına uygun olarak, bilgi ve mesajların uyumundan veya uyumsuzluğundan söz eder. İçten, kalpten vahiy ile gelen mesajların da, doğadan elde edilen bilgilerin de kaynağı, ilham veya sezgiler olmuştur. Bazı despotik kişilerin, kendi çıkarları uğruna, halkı sömürdükleri dönemlerde, ortak akıl ve kalpten gelen mesajlar, geniş kitlelerce kabul görmüştür. Doğanın ardındaki, fizik ve kimya gibi, ilme dayalı bilgiler de, doğa karşısında çaresiz kalınan alan ve dönemlerde gelişmiştir. Düşünen akıl, gerek kalpten aldığı duygusal, gerekse doğadan aldığı bilimsel, bilgilerin daima makul ve mantıklısını seçer.

Bilgi ve mesajların kaynağına inen akıl, mesaj ile bilgiler arasında asla bir tercih yapmaz, ‘akılsızlık’ veya ‘düşüncesizlik’ tercih yapar. Halkı sömürmek gibi akıl da sömürülerek, bilimsel bilgilerin doğru, mesajların dogma olduğu söylenir. Aklı, verilen en büyük nimet olarak, amacının dışında kullanmak yanlıştır. Âlem ve Âdemin halk edilişi, ilimle, ‘İlahi İrade Kanunları’ ile dünyanın döşenip, yaşama uygunluğunun sağlanması ve insanın bilinçle donatılarak yaratılması, mesajlar gibi hep akıl için ve akla hitap eder.

Kutsal mesajlar, aklını kullanan kişilere hitap eder, akılsızlara olmadığı üzerinde ayrıca durulur. İnsanlığın gelişimine uygun, anlaşılabilecek şekilde ve anlaşılmak üzere, her şeyin varoluşu açıklanmaya çalışılır. Bu nedenle, mesajlar, evrenin yoktan, yokluktan ve boşluktan yaratıldığından başlar. Bilimsel çalışmalar da nihayet bu gerçekleri kanıtlamış bulunmaktadır. Mesajları içeren kitap bir bilim kitabı değil ama sadece sosyal ilişkileri düzenleyen felsefe kitabı hiç değildir. Evrende, muhteşemin ihtişamı görülür ve Grand Dizayn, Büyük Tasarım gibi ifadelerle anlatılır. Hitap, her zaman aklını kullanan, işleten ve ibret alan kişiyedir; evreni ve kişinin kendisini, kendisine anlatır, ayna görevi yapar. Kitap, bakana kendini gösterir, okuyup düşünene kendini bildirir. İnsanı, böylece muhatap alarak, Kitap, ‘Yaratıcısını bilmek amacıyla, özgür iradesinin verildiğini’ idrak etmeye çağırır. Önce, bir başka kişiye kulluk etmemesi istenir. Sonra, verilen cüzi iradesinin de külli irade karşısında fazla geçerli olamayacağının idrak edilmesi öğütlenir.

Bilim, özgür iradenin yokluğunu kanıtlamıştır. İnsanın ne olduğu, nereden gelip nereye gittiğini açıklamak dinin, aklın, bilimin ve ilmin işidir. İnsan ile evren, Âdem ile Âlem, ikizdir. Âlem nasıl oluşmuşsa Âdem de öyle oluşur. Her ikisinde de çok geniş çaplı doğal ve evrensel yasalar geçerlidir. İkizler, uyumlu bütünleşme için sürekli etkileşim, değişim ve gelişim içindedir.

Gelecekte de geçerli olacak olan Kitabımızın temel konusu insandır. Rahman Suresi ikinci ayetinin “Kuranı öğrettik”, üçüncünün “İnsanı yarattık”, oluşu düşündürücüdür. Cenin, yumurtanın döllenişinden itibaren, ilk kırk günde ‘su damlası’, ikinci kırk günde ‘kan pıhtısı’, üçüncü kırk günde ‘çamur’ kavramlarıyla anılır. Bilim kanıtlamıştır ki cenin, ilk dönemde ‘su içinde damladır’, ikinci dönemde ‘bel kemiğinde kandamlası’ oluşur, üçüncü dönemde ise ‘bedenin eli, ayağı, organları belirginleşir’. Bebeğin önce kalbi oluşur ve kalp atışı başlar, kalbi durunca da hayatını kaybeder. Tam bir boş ve boşluktan oluşan atomlar, emirle, su içinde su damlası oluşturur. Kalbin oluşumu, tüm kuvvetlerin madde ve bedeni oluşturmak üzere toplanması, izdiham etmesi halidir. Bilim de, ‘ilgili kuvvet alanları içinde’ ‘toplanan kuvvetlerin’, ‘kütle kazanarak’ ‘madde’leştiğini kanıtlar. Kitap da ‘kuvvetlerin izdihamıyla bedenleşir, temessül ve tecessüm edersiniz’ der. İnsan beyni başlı başına bir mucizedir. Boş bir madde iken bilgi ve bilinç oluşturmayı başarır. İnsan, bildiğini bilen tek yaratıktır, ‘konuşma geni ve kemiği’ ile ayrıcalıklı olarak donatılmıştır. Adı FOXP2 olan genin hükmettiği 116 insan geninin şempanzelerde olmadığını bilim belirlemiştir. (1)

Ormanda kaybolmuş bir ergen insanın, konuşmayı unutup maymunlaşması, insanın yaratıldığına delil oluşturabilir. Doğadan, doğa koşullarına uyum sağlayarak gelmiş olamayacağını kanıtlayabilir. İnsan bedenini, farklı titreşimlere sahip parçacıklar, irade ilavesiyle toplanıp oluşturur. Çok farklı bilgi, bilim ve ilmin bütünleşerek oluşturduğu ‘insan bilincini’ geliştirmek, doğal bir süreç değildir. Akıl, fikir, hafıza, düşünme, fikir geliştirme ve konuşma, başkalarına öğretme ve öğrenim kuvvetleri, yetenekleri, diğer canlılara ilaveten, verilmiş nimet olabilir. Gazap ve şehvet kuvvetleri, elektrik ve manyetik kuvvetleri andırır. Elektriğin fazlası insanı öldürür, gazabın fazlası da kahreder; şehvet ise cezp edici veya itici, manyetik kutupları andırır. İnsanı, hangi kuvvetlerin yoldan çıkardığı ve hangi kuvvetlerin doğru yola ilettiği anlatılır. Elektromanyetik radyasyon, ışınım, evrenin her köşesindedir ama hiç mesaj taşımaz. Yalnız canlılarda, mesajlaşma amacıyla, bu ışınım, verilen cüzi iradeyle, kodlanıp çözümlenir, moleküller röle istasyonu gibi çalışır. Bu bilgi, maddesi kaybolsa da kaybolmaz. Aynı şekilde ruh da maddeden soyunabilir.

Umarım, biz de doğa ve evreni, dedikleri ve demek istedikleriyle, ‘kozmik bilinç’ olarak okuyabiliriz.

(1)      Konuşma Geni: FOXP2; Konuşma Kemiği: HYOID BONE

 https://www.livescience.com/7973-human-speech-gene.html

 

Aklın Yolculuğu

 

İnsan, hayatını, kazancını, bilgisini, aklına borçludur. Herkese verilmiştir, verilen en büyük nimettir. Âşıklarda pek çalışmaz denir. Evreni ve doğayı ilmeklerine kadar araştırır, bulur, okur ve anlar. İlham, hikmet ve sezgiyle güzel sanatlara açılır. Yaratılışın temellerine ulaşır. Temelde, din de bilim de aklı zorlar, iman edilen kanıtlanır. Akıl, fikir yürütme, bilme gücü ve ‘kuvveti’ olarak, ilim ortamında amacına ulaşır. Hıfzedici kuvvetleri keşfeder, bedenleştiğini kanıtlar ama genelde ne bulup, bildiğini keşfedemez, hikmetsiz eremez.

Büyük Patlama, ilk ışık, bulunup okundu. Deterministlik ararken, “Belirsizlik İlkesi” bulundu. İlkeye göre zerreler yokluktan çıkar, var olur, yok olur. Yalnız ‘kuvvet’ iken kütle kazanır. Zerrenin, her yerden birden geçip, ‘eş zamanlı olarak her olasılığı tükettiği’ saptandı. Maddenin de hem parçacık hem dalga olduğu, durağan olmadığı, kanıtlandı. Her bilimsel bulgu, muhteşem evrenin ihtişamını ortaya çıkarır. Aklın ‘bilinenler çemberi’ genişledi daha büyük ‘bilinmezler çemberi’ oluştu. Işığın gelişi var, gidişi yok, ‘her zaman her yerde o ışık vardır, ölçülmeye hazır ve nazırdır’, aynı ışık, evren 15 milyar yaşındayken de saptanabilir. Akıl, bilgiden ilme, kuvvetten kütleye ulaşır ama ilmin tümünü bilemez.

Aklı zorlayan konular genellikle ‘Kuantum’ alanındadır. Çift yarık deneyini Doçent olan eşime anlattım.

Hem parçacık hem de dalga olan ‘foton’ veya ‘elektronun’, gözlem yapılırsa bir, yapılmazsa iki yarıktan geçişini ve karşısındaki ekranda bırakacağı iz ve izlerini çok güzel anladı. “Sol taraftan geçmeye doğru yol alırken son anda sağ yarıktan geçer” deyişim mantıklı geldi.  “Sağ yarıktan geçip fosforlu ekrana ulaşmadan önce uzun bir yolculukla Andromeda galaksisini dolanır.  Bu,  durmaksızın devam eder gider.  Feynman’a göre,  elektron çıkış noktasını varış noktasına bağlayan her olası yolu eş zamanlı olarak tüketir” deyince, eşimin tepkisi “Yok artık!” oldu. (1) Tek olarak yakalayıp incelemesi zor olan zerrenin, halden hale geçişi aklı zorlar. Ya yeri bilinir ya da hızı, ikisi aynı anda asla bilinemez. Dalga ve parçacık hallerini de düşününce ‘tespit’ etmek güçtür. “Kütleli, kütlesiz zerre, her zaman her yerdedir ve ölçülmeye hazır ve nazırdır” kavramı bilimseldir.

Parçacığı, mermi gibi bir ‘şey’ düşünmek kolay, Evreni su dolu bir küre gibi düşünüp, merkezden küresel dalga halinin hayali çılgıncadır. Parçacık dalgayı yapan mıdır, dalganın kendisi midir? Bilime inanmak da zormuş. Sormadan olmaz, parçacık nokta mıdır; dalga küre, hatta evren, midir? “Eş zamanlı, durmaksızın, her yerde” ifadesini duyunca insanın aklına ‘senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?’ demek gelir. Böyle durumda, ‘turpun büyüğü heybede’ denir. Bilim insanlarına göre “Higgs bozonu içinde toplanan ‘kütlesiz kuvvetler’, nasıl oluyor bilinmiyor ama ‘kütle kazanır’ ve maddeleşir.” Bir bilimsel bulgu da şöyle: “Bir ‘şey’ kara deliğe düşse de ‘infosu’ kaybolmaz ‘olay ufkunda’ kalır, kütle ve maddesi tekrar enerjiye dönüşür.” 

Holografik yapı sayesinde, ‘şey’, kaybolmayan bilgisinin ve kuvvetinin yeniden kütle kazanmasıyla, yeniden oluşabilir. Kütle kazanan ‘kuvvet’, yeniden, yoktan, var olur. Parçacık kuvvettir, kuvvet bilgidir, bilgiyi depolar. Bilgi içeren zerrelerin bir kere var oluşları yeterlidir, kaybolmazlar. Evrenin oluşumu, zerrelerle bilgi ihracıdır.  ‘İnsanın, maddeden soyunup, yeniden dirilmesi’ böylece, makul ve mantıklıdır.

 Bilinmez ve belirsizliklerden, bilinen atomlar âlemine geçiş görünüşte aklı rahatlatır. Kütlesini düşününce ise, atomların tam bir boşluk olduğunu kabul etmek zordur. Atomun % 99, 99… (12 adet 9) u boşluktur. Dolu kısımda ne var olduğu da bilinmez. İnsan, gözlem yaparsa zerre yapmazsa dalga halinde yolculuk yapan foton ‘seçimini geciktirdiği’ bilinir. (2) Çift Yarık deneyinde, Galaksilerden gelen bir fotonun, son anda değiştirilecek ‘gözlem’ durumuna göre ‘Süper pozisyon’ hali, yani ‘hem dalga hem zerre’ hali, geçerlidir. Süper determinizm son gelinen nokta. Buna göre ‘özgür irade’ yoktur ve her olmuş ve olacak Büyük Patlama anında ‘Belirlenmiştir’. Yani, yalnız Allah’ın dediği olur!

İnsan, bedensel ve zihinsel gelişimi tamamlandığında reşit olur. Bedensel gelişim, hormonsal dengeyi gösterir. (3) Zihinsel gelişim ise beyin hücrelerinin, uygun elektrik akımları yaratarak, düşünce, bilinç üretimidir. Hangi mesajı diğer hücrelere taşıyacak, hangi hormonun, hangi atomlardan yapıldığını, nerede ve nasıl üretildiğini, biz yeni öğrendik. (4)

Nöron hücrelerimizde, hangi molekülün, nasıl elektrik ürettiğini ve nasıl mesaj yükleyip diğer hücreye gönderdiğini de yeni öğrendik. DNA maddeye hükmeder, talimat verir ve hücrelere ne zaman, ne yapacaklarını söyler. Moleküler biyoloji, hormon ve elektronik mesaj üretimi,  ‘verilmiş bir irade’ varlığını kanıtlar. Binlerce yıl önce, moleküller, elektrik üretip kodlamayı biliyor ve kullanıyordu!

Beynimizin ürettiği bilinç diğer beyinlerin ve bitkiler dâhil, tüm canlıların ürettiği beyin dalgalarıyla etkileşim ve iletişim içindedir. Bu durumun böyle olduğu ‘Connectome’ Projesiyle kanıtlanmıştır. (5) Projeye göre ‘özgür irademiz’ yoktur. Diğer yandan matematik ilminin son şaheseri ‘Bağlantısal Bütünsellik’ modellemesidir. Modele göre güneş sistemi ve evrende bulunan bütün galaksiler birbirlerine bağlı, bağımlı ve bağlantılıdır. Uzay zaman birleşik alanında var olan her ‘zerre’ ve ‘kuvvet’ sürekli etkileşim ve iletişim içindedir.

İlk gidenler Amerika kıtasını keşfedemedi. Bilgi ve zerreden, tüm ilmi keşif zordur. Ruhumuz, ruhun; ilmimiz, ilmin; bedenimiz, Vücudun; bir parçası olduğunu, akıl keşfeder. Bağımsız ve özgür görünen ve bilinen davranış ve sıfatlarımız, yakın ve uzak çevremize, doğa ve evrene, bağlı ve bağımlıdır. Küllî akıl şefliğinde, cüzî akıl aletini çalar, oynarız. “Allah, yerin göğün nurudur, ışığıdır, her yerde, her zaman, hazır ve nazır, yoktan var eden,  ‘Var Olan’, batın ve zahirdir” gerçeğini inkâr eden, ya bilimi satan, çıkarına kullanan, ‘dinci’ gibi, ‘bilimcidir’ ya da Allah’ı idrak ve keşif edemiyordur.

Tüm ilmin bütününü idrak edenin, isim verme hakkı vardır. Her isim ve sıfat Allah’ındır. Allah, Allah’ın ilmiyle bilinir ancak!

‘Akıl’ bizi, ‘Bilim’ gemisiyle, verene, O’na götürür, birinin O’nu tanımaması, O’nu bilmediğindendir! Olanı idrakin ödülü, ‘Var Olandır’! Umarım, ödülümüze kavuşabiliriz.

 

 

(1)     “Evrenin Zarafeti”, Brian Greene, sayfa  272.

(2)     https://en.wikipedia.org/wiki/Delayed-choice_quantum_eraser

(3)      

https://www.vitaminler.com/bilgi-bankasi/hormon-nedir-ne-ise-yarar

(4)     https://www.google.com/search?q=hormon+nedir&oq=hormon&aqs=chrome.5.69i57j0l7.6023j0j7&sourceid=chrome&ie=UTF-8

(5)     https://aklinizikesfedin.com/insan-connectome-projesi/

 

 

 

 

 

 

 

Muhteşemin İhtişamı

 

Düşünmeye başlayınca kolay durulmaz. Küçükten başlansa büyüğe, geçmişten geleceğe, zerreden evrene çıkılır. Dinden bilime, bilimden sanata ve müziğe geçilir. Uzmanların, ‘uzmanlık körlüğüne’ uygun, diğer alanlarda ‘uzmanlık alanım değil’ demesi beklenir. ‘Bilim İnsanı’ olarak tanınan uzmanlardan, araştırmalarıyla, ‘bilgi üreten, yeni bilgiye ulaşanlar’ ile ‘bu bilgileri kullananlar’ arasında büyük fark vardır. Araştırmasına kendini verip adayan, akıl kapasitesinin ve kendisinin ötesinden gelen; sezgisel, ilhama dayalı bilgiye ve onun hikmetine eren bilge; ‘Muhteşemin İhtişamını’ görebilir. ‘Bilgi Kullanıcı Uzmanların’ bazıları ise ‘bilimcidir’, dini sömüren ‘dinciler’ gibi, kanıtsız, alanları dışında, Allah’ı inkâr etmeleri, ancak bir ayetin gereği olabilir!

Semavi dinlerin, “Tevhit Babası” olarak bilinen Hz. İbrahim ile başladığı bilinir. Günlük yaşamın koşullarına, şeraitine uygun kurallar dışında, ana mesaj, Kabala, Sofizm ve Tasavvufla ortaya konmuştur. Tüm dinî kutsal mesajlar kısaca özetlenebilir. Her insan reşit olunca, yeterince aklı başına gelince, muhatap alınır ve aklına hitap edilir. Her şey ile birlikte, “Cüzî” denen bir “Özgür İrade” verildiği bildirilir. Zaman içinde, doğru yola girdiğinde, öğretilir ki bu iradenin amacı, parçası olduğu bütünü aramak, bulmak, bilmektir. Bilince, “Küllî İradenin” yanında cüzi iradenin hükmü olmayabilir. Var olanın ne amaçla oluştuğu, amacın “Bilinmek” olduğu gerekçesiyle; insan, ‘kendisini ve çevresini’ bilmeye davet edilir.

Kutsal mesajlar, ayetler halinde, deliller olarak, her aşamayı öğretir. Olmuş ve olacağı içeren Kuran, insanın, fıtratına kazınmıştır. Böylece, insan yaratılmıştır.

Yeni bilgiye ulaşıp bilgi üretmeyen nasıl üretildiğini bilemez. Einstein “Allah aşktır” derken, bilimciler inkâr eder, bu da ancak Allah’tandır. Hak etmedikçe ve istemedikçe vermez. İlk hücrenin, yaşamın sürdürülemeyeceği koşullarda oluştuğu veya uzaydan indiği iddia edilir. Bilimcilerin tek yasası “Evrimdir”, Allah’a inanmaz, evrime, tesadüfe inanır.  Oysa bilim, “Bütün, parçaların toplamından büyüktür, arta kalan evrimdir” der. Bu bilimciler, Dünyadan uzaklaşır, geriye bakıp, “İnsan, o kadar küçüktür ki ihmal dahi edilebilir” deyip, insanın mahlûkun eşrefi olduğu kavramını reddeder. Oysa uzaklardan bakıp, “Orada ölçülemeyen küçüklükteki varlık, aslında büyük bir insandır” denebilir. Hatta ‘evrende o kadar çok muhteşem ve mucizevî olay ve eylemler, değer ve katsayılar var ki tümünü Allah bile organize edemez’ diyen de vardır. Bilimci, ilmin ‘bütünlüğünü’ göremez.

Küçüğün en küçüğünü ve büyüğün en büyüğünü görmeye ve bilmeye çalıştığımız günümüze, “Yalnız ve sadece sen varsın Allah’ım” diyen Firavunlardan geldik. Çin’de, Hint’te, Sümerlerde, Mısır’da, Yöneticilerle eşdeğerde Rahipler de vardı. O günlerden bugünlere kadar, Nebiler, Veliler ve evliyalar ile birlikte gelinmiştir. ‘Tanrının Temsilcisi’ veya ‘Gölgesi’ yöneticiler, yerlerini demokrasiye bıraktıkça, rahipler de yerlerini kaybetmiş olabilir. Güç ve kuvvetin kaynağının gerçek sahibi, ‘Halk’ ortaya çıktıkça, Hakkın idraki Halka kalır.

Biri Zahir biri Batın; madde ve mana, beden ve ruh kavramları öne çıkar. Din de insanın aslında zannettiği kadar güç ve kuvvet sahibi olmadığını belirtir. Böylece, din de bilim de Muhteşemin İhtişamını ortaya koyar ve ikinci bir varlığın olmadığını kanıtlar.

Yeni bilgiler uzmanlaşmayı gerektirir. Halkın içindeki sıradan kişilerin bazıları maddi, bazıları da manevi bilgiler üzerinde yoğunlaşır. Maddi ve manevi ilimlerdeki uzmanlıklar yoğun çalışmayı, sezgilere güvenmeyi, ilhamlara dayanmayı, vahiy alırcasına odaklanmayı gerektirir. Bilgi üreten araştırmacıların, kendilerini çalışmalarına adadıkları, yoğunlaşıp odaklandıkları, sezgi ve ilhamlara ulaştıkları iyi bilinir. Daha önce elde edilmiş bilgilerin sınırlarına, ufuklarına, varıldığında akıllarına düşen ‘düşüncelerin’ yeni bilgiler olduğu görülür. Zamanının mevcut bilgilerinden veya tezlerinden farklı olan sezgisel bilgiler, içten gelenlerdir. Bu bilgilere ‘ezoterik’, ‘gizemli’ bilgi denebilir. Bu bilgiler, ufku âlâdan, mevcut ilimlerin ufkunun ötesinden, gelebilir. İnsanın fıtratında kazılı olan bilgilerden geldiği de iddia edilebilir. Bazı bilgeler, bu nedenle, “Yeni bilgi olmaz, insanın yeni hatırladığı bilgi olur” demişler. Rahman Suresi ilk ayeti, “O Rahmandır, Öğretti Kuran’ı, yarattı insanı” der.

Evrenin oluşumunun temelindeki ilk ışık, EMR-Elektro Manyetik Radyasyon, Işınım, o andan itibaren ışık hızında hareket eder. Hem de ışıktan daha hızlı açılım gösterebilen bir ortamda, uzay zaman ortamında, uzam birleşik alanında, hareket eder.

Günün bilimsel bulguları, evrendeki, ışıktaki, tüm kuvvetlerin, sürekli bir etkileme, etkilenme, etkileşim ve iletişim içinde olduklarını kanıtlar. Bilimsel özellikleri açısından farklı olan her element, aslında farklı ‘titreşen bir kuvvet’ olarak tanımlanır. Tüm evrenin, bu nedenlerle, ‘Bir ve Tek Varlık’ olduğu bilimsel bir gerçektir artık. CERN araştırma merkezinin bulgularından biri de “Nasıl oluyor bilinmiyor ama Higgs Bozonu içinde toplanan ‘kuvvetler’, kütle ve madde oluşturur” gerçeğidir. Diğer yandan “Siz, izdiham eden, toplaşan hıfz edici kuvvetlerin görünür olmasıyla tecessüs ettiniz, bedenleştiniz, tecessüm ettiniz” kutsal bir mesajdır.

Bedensel ve ruhsal, maddi ve manevi, bilimsel ve dinsel, akıl ve hikmete dayalı tüm ilimler bir bütündür, birbirini kanıtlar ve tamamlar. Yalnız ve sadece insan, kendini bilen, bildiğini bilen ve bilinç sahibi olan tek yaratıktır. Fıtratını gerçekleştirerek muhatabını arar. İçinden gelenleri, tarihsel derinlik ve ufuksal genişlik boyutlarında, bir ve tek bilinç içinde, birleştirir. İçinden gelenler ile dışında olanların bütünlüğünü kavrayabilir. Bütünün, parçaların toplamından daha büyük olduğunu idrak eder. İnsan, parçaların, cüzi bilinçle değil, kutsal bir külli bilinç ile birleştirilebileceğinin bilincindedir. İnsan, beyninin, maddesel yapısına karşın, bilinç oluşturabilmesinde, muhteşemin ihtişamını izleyebilir. Hakkın hakikati birdir, görüntüsünün, yer, zaman ve zemin koşullarına bağlı olarak, sonsuz ihtişamını yaşayabilen yalnız insandır. Madde beyniyle bilinç, maddî kalbiyle aşkı yaratır.

Umarım, biz de ufkumuzun ötesinden, ufku âlâdan, gelen bilginin hikmetini, ilâhî amacını, muhteşemin ihtişamını, idrak edip yaşayabiliriz!

İnsan İsrafı

 

‘Ye, iç, israf etme’ her insanın tavsiyesidir. Kıt ekonomik kaynakların en verimli kullanımı amaç edinilse de Dünya kaynakları çağımızda çok kötü kullanılmaktadır. İnsanlığı tehdit altında tutan virüs salgını, bu kötü kullanımı hatırlatabilir. Virüs nedir, insanlığı nasıl etkiliyor, hikmetini öğrenmek gerek; can nedir, canlılık nedir; can başka canlı başka, can ama canlı değil; canlının yaşamında, bedenin önemi nedir? Çevreye zarar veriyorsa, kemale ermeyen ve ‘insanlığını israf eden’ beşerden söz edilebilir. ‘Evren, dayanışma, iletişim ve etkileşim içinde bir bütündür, zarar veren zarar görebilir’. Aklını, yalnız bedensel, nefsanî alanda koşturan, kalbe çıkamayan, zarardadır, zarar verir, kendini israf ediyor olabilir!

Salgın vesilesiyle bilimsel analizler yeniden değerlendirildi. “İnsanlardan ağaçlara, canlıların hücrelerinde iki ortak özellik vardır, birisi çekirdekte ‘bilgi depolanması’, ikincisi çevresinde ‘enerji akımı’ olmasıdır. Metabolizma, enerji akımını düzenler, depolanmış bilgiye uygun çalışır, yeni moleküller inşa eder ve eski molekülleri parçalar verimli kullanır. Virüsler âleminde, kullanım kılavuzu olan metabolizma ile genler arasındaki bağlantı kopuktur. Viral genlerin, hücresi, maddesi, vücudu ve metabolizması yoktur. Virüsün alt parçaları ‘virionlar’, genlerin paketlenmiş disket halleridir ve cansızdırlar. Virion sadece bir organizasyon, aranjman, düzenleme, örüntü, yazılım, bir alt programdır.

Virüs ise bir proses, süreçtir, bir ‘şey’ değildir, sanal bir organizmadır. Virüs bir ‘canlı’ değildir ancak diğer canlıların hücrelerinde canlanır ve içlerinde sadece kendi bilgilerini üretir. Uygun bir hücreye girdiğini algılar, hücre içinde bulunan malzemeleri kullanarak hücrenin DNA’sına gider, yapısını dekoder, çözücü, gibi çözer, kendi bilgisini, ‘habercisini’ ekler, kodlar ve hücrede, hücrenin ölümü pahasına, yalnız virüsün üretilmesini sağlar.” (1)

Salgının, insan yaşamını çok etkilemesi sorgulanmıştır. Bilgi deposu genler ile kullanım kılavuzu olan ‘enerji akımı’,  ‘metabolizma’, yani kullanım iradesi, ‘verilmiştir’.  Verilenler, amacına uygun kullanılmalıdır, eksiklik ve yanlışlık yanılgıdandır. İnsan, yanılgı içinde midir? Yanılgı, ‘verilenleri’ sahiplenip yalnız nefsi için kullanmak olabilir. Bilgileri, istenen amaç için kullanmayan, olgunlaşmayan; Haksızlık, ‘insan israfı’, yapıyor olabilir!

Bilgi,  ilim deryasının bir damlasıdır; damla, deryayı düşündürür, ona götürür. Beyin hücreleri içindeki ve arasındaki akımlar, adeta bilginin,  enerji olarak akım halidir. Elektrik sinyallerinin üzerine ses ve görüntü bilgilerinin kodlanıp yüklenmesi televizyonu verir. Dijital bilgi işlem, günlük yaşamı oluşturur, tüm işlemler için elektrik akımı kullanılır.  Bilgisayardan, ısınma ve aydınlanmaya kadar hep elektron akışı kullanılır.  Kuantum mekaniğinin bilgi yüklü parçacıkları değerlendirilir. “Devasa madde kütleleri boş atomlardan oluşur.” (2) “Her ‘obje’, özelliklerinin taşıyıcısı,  bilgisinin deposudur.” (3) Bilgi bilinir, ilim anlaşılır ama uygulamaya geçişin ‘nedeni’ pek anlaşılamaz.

Bilim, ‘neden?’ sorusunu yanıtlayamaz. Bilgileri evrenden toplayan âlim,  ilmin açılımını yaşayan ariftir. Neyin nasıl olduğu iyi bilinse de nedeni yorumlanamayabilir. İnsan elektriği keşfetmeden önce, bedenin elektriği kullanıyor oluşu ‘verilmişliği’ gösterebilir. Arif, ilim ile kullanım iradesinin verilmiş olması gerektiğini idrak eder, ilmi ve iradeyi sahibine teslim edebilir!

Bilginin uygulanışı bir hareketi doğurur, bu fiildir, efaldir; nasıl olduğu ise onun özelliğini verir bu da sıfatıdır; ne olduğu anlaşılınca da bedeni veya vücudu, zatı bilinir. “Bilen ile bilmeyen bir olmaz. İlim,  sahibinden başka bir şey olmayan,  azalarında, zerrelerinde zahir olan,  görünen ve onlardan ayrı bir şey olmayandır. İnsanın, azalarının, zerrelerinin ilminden ayrı bir isim,  cisim veya resim olduğunu hayal etmek gaflettir.  Âlim arif, bu durumu kabul eder,  kâfir bunu inkâr eder.”  (39 Zümer, 9)

“Biz inananların, enfüs ve afakta, içte ve dışta, görünür ve görünmezde, müşahede etmelerine yardımcı oluruz. Hatta muhakeme ve delillerle anlamalarına yardımcı oluruz, böylece, Hakk’ın görünerek, apaçık aşikâr olduğunu idrak ederler. Yardım ettiklerimizden Hakk’ı eşyada müşahede edenler için Rab yeterlidir. Hakk’ın efali delillerle, sıfatı tecellileriyle,  görünüşleriyle anlaşılır,  her ‘şey’ bilgisi kapsamındadır.  Her şeyin hakikati Hakk’ın ilminin aynısıdır. Vücudu ilmi ile oluşur,  ilmi zatının aynıdır ve zatı aynı vücududur.  Gayrın, başkasının vücudu,  aynı, görüntüsü ve zatı, kişiliği de yoktur.  Her şey fanidir,  helak olur,  yalnız Hakk’ın yüzü,  Hakk’ın zatı bakidir.”

“Nefiste,  evrende ve çevrede görünen ve beliren vasıflar, sıfatlar Hakk’ın varlığının ortaya çıkışı iledir.” (41 Fussilet, 53,54) 

 “Cemden sonraki fark makamında,  vahdet ve kesret konusunda yanılmaksızın, Zatın Birliği düşünüldüğünde, sıfatın kesreti müşahede edilir.  Melekleri,  kalplerini ilimle,  yani Kuran’la ihya ettiği has kullarına,  emrinden,  ruhundan, nakşeder,  gönderir.  Bu nakış,  ilimden ibaret olan ruhun tenezzülü,  âleme inişidir.  Ruhun inişi bir iradenin olduğunu gösterir. Bu irade ise hakiki sıfatlar âleminin kanıtıdır, cisim ve hareketlerin açıklanmasıdır. Sıfat ve efal âlemleri, isim, cisim ve eylem, hareket âlemlerinin ortaya çıkışıdır.  Bunların tümü ise cemadat, nebatat ve hayvanat âlemlerinin oluşumudur.   Kısaca,  ilimden ibaret olan ruh,  irade,  sıfat ve efal âlemlerinin ortaya çıkışıyla âlemler oluşmuştur. İnsan,  ilminin aynıdır,  organlarının kendine özgü ayrı bir sureti ve yaşamı yoktur, organların ilminden ayrı bir resmi ve cismi de yoktur”  (16 Nahl, 2).

İlmin, sahibinden, yani bulunduğu zerreden ayrı ve gayrı olmadığını kabul edene âlim,  inkâr edene kâfir denir.  İlimden âleme geçişte irade beyanı olduğu görülür. İlimden ibaret olan ruhun tenezzülü,  inişi ve âlemleri oluşturması bir irade beyanını gösterir,  Hakk’ın iradesiyle inmiştir.  Kulların,  fıtratlarına nakşedilen ilimle, önce melekleri, melekeleri, yetenekleri sonra azaları,  organları,  bedeni oluşur.  İlmin açılımının böyle sonuçlanmasıyla ortaya çıkana,  zahir olana biz  insan  deriz. (5)

Umarım, biz de insanlığımızı, israf etmeden, idrak edip beşeriyetten, nefsaniyetten, kalbe yükselebilir ve sonuçta ruha yücelebiliriz.

(1) https://www.economist.com/essay/2020/08/20/viruses-have-big-impacts-on-ecology-and-evolution-as-well-as-human-health

(2)  http://www.evreningercekligi.com/blog/atomlardaki-bosluk

(3)  The Economist, S. Hawking's answer to a paradox, Aug 26th 2015, BY D.J.P. 

(4)  D. Bohm, “Wholeness and the Implicate Order”, 1980, Routledge & K. Paul

(5)  http://necdetaltinay.blogspot.com/2014/05/insan-insa-edilir.html

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hareket Evrenseldir

 

            Güncel, bilim insanlarınca, geniş kapsamlı kabul gören Standart Modele göre evren Büyük Patlama ile oluştu. İlk andaki sıcaklığın, yani hareketin, atom altı parçacıkların hareketinin, sonsuz olduğu kabul edilir. O andan itibaren, saniyeler içinde neler olduğu, nelerin oluştuğu bilimsel araştırmalar sonucunda belirlenmektedir. Uzayın hacmi iki katına çıkınca sıcaklığın da yarıya düştüğü bilimseldir! Evrenin, halen, gittikçe artan hızla açıldığı bilinir. Uzay, daha doğrusu, uzay zaman birleşik alanı, uzam, boşluğunda hareket eden galaksiler gibi uzam alanı da hareketlidir ve açılmaktadır. Galaksilerin tümü, Laniakea adıyla bir Süper Küme, Bağlantısal Bütünsellik oluşturur. Evrenle bütünleşik insan beynini de Konnektom Bilimi inceler. İnsan, böylece, evreni ve yaşamı bütünleyen bir parçadır.

            Bilmek için yaratılan, bilen ve bildiğini bilen tek canlı insandır. Bir gözlem olayında, gözlenenin gözlemciye göre davranışı yalnız insan için geçerlidir. Yalnız gözleyen insan ise gözlenen foton veya elektronun davranışı değişir, ya yolunu ya davranışını değiştirir veya seçimini geciktirir. Bunların hepsi, Kitabımızda, ‘farklılaşarak belirginleşme’, ‘bozunumla mükemmelleşme’ gibi deyimlerle anlatılır. (21.30-33) Hepsi sürekli etkileşim ve iletişim içinde bulunan kuvvetlerin halden hale geçişi ile açıklanmaktadır. Başlıca kuvvetler olarak elektrik, manyetik ve elektromanyetik kuvvetlerden söz edilir.

Bu kuvvetler ilk andan itibaren hep vardır, verilmiştir, sürekli hareket halindedirler ve belirli özelliklere, sıfatlara ve yeni sıfatlar kazanma yeteneğine sahiptir. Kazanabilecekleri sıfatlar arasında bilgi saklama ve bilgi işleme gibi yalnız insan için çok önemli özellikler de vardır. Kuş gibi uçan ve balık gibi yüzen araçlardan sonra, atomlara bilgi kodlayabilen moleküller gibi kuantum âleminde elektrik üretip bilgi işleyen Kuantum Bilgisayarını da ancak insan yapabilir. (1)

Suretler,  ilmin aynidir.  Göklerde ve yerde,  bir zerre miktarı ilminden hariç olamaz”  (6.59)  “Siz,  Hakk’ın hıfz edicilerinden,  ilim yüklenebilen kuvvetlerinden,  oluştunuz.  Siz,  bu güç ve kuvvetlerin cisimlenmiş halisiniz.  Bedenlerinizden soyunmanız halinde durum apaçık görünür. Cismani organlar, hal lisanı ile yapılanları hatırlar ve açıklar. Hafıza semavi bir güçtür, yapılanları aşikâr eder.”(6 Enam, 61) (2)

Beyin hücreleri nöronlar ve Zihin Bilimi alanındaki son bulgular şaşırtıcıdır. “İnsan beyni büyük bir bilgi işlem merkezi gibi çalışır. Her nöron diğer 15.000 kadar nöron ile elektriksel haberleşme yapar. Nöronlar, elektrik üretir, kodlar, mesaj gönderir, mesaj alır, çözümler, anlar ve ilgili diğer nörona tekrar kodlayıp gönderir. Yani her nöron günümüzün ‘röle istasyonları’ gibi çalışır. Her insan, bir başka ilişkiler halinde olan, özel bilgi işlem programları topluluğudur. Kişi Bilinci, Kozmik Külli Bilinç içinde yer alan, onun bir parçası olarak çalışan, Cüzî bir bilinçtir. Beyin, en iyi bilgi işleyen organ değil, ‘Yaşamın’ kendisi ‘Üst Sistemdir’ ve bilgiyi daha iyi işler. Özgür irade yoktur.”

“Evrenin tüm kuvvetleri, birbirleriyle, matematiksel olarak modellenebilir ve Bağlantısal Bütünsellik oluşturacak şekilde bağlıdır. Her nöron ve her zerre birbiriyle sürekli etkileşim ve iletişim içindedir. Yaşam Sistemi içinde DNA, RNA ve Proteinler her an birbirlerini değiştirecek şekilde çalışır. Her şey, her an, bir diğer andan farklı bir ‘hal’ içindedir.” (3)   

Sürekli hareketli bir ortamda, hareket halinde, etkileşim ve iletişim içinde, bulunan ‘kuvvetler’, kendileri bilgi yüklüdür, buna uygun bir özellik arz eder, bir isim ve bir sıfat taşırlar. Bu taşıma sürecinde, dolaylı olarak, korona gibi kendisi canlı olmayan bir ‘bilgi’nin taşınmasına da vesile olurlar. Hareket edenler ile harekete katılanlar, bireysel ve bütünsel düzeyde, daima belirli bir amaç içindedirler, tesadüf yoktur. ‘Rüzgâr bu yönden dört şiddetinde esecek’ deyiminde olduğu gibi her ‘kuvvetin’, hareketinin bir yönü bir de şiddeti, gücü veya kudreti vardır. Kuvvetler zıt yönlerde ve dengeli olmadıkça durağanlık da yoktur. Her yapılan iş potansiyel enerji olarak tanımlanabilen bu kuvvetlerin kullanımıyla yapılır. Gıdalardan enerji alınmasının özünde oksijen atomunun ‘bond’, bağ enerjisinin, gücünün kullanımı vardır. (4) İşi bitmiş proteinlerin çözülüp, hücre içinde yeni vitaminlerin üretilmesi işlemleri de atomların bu kimyasal bağlanma enerjisiyle yapılır.

"Bir düşünün bakalım! Allah'ın azabı yakanıza yapışsa yahut o saat gelip çatsa, Allah'tan başkasına mı yakarırsınız? Doğru sözlü iseniz söyleyin!" (6.40)

“La havle ve la kuvvete illa billâh” deyişiyle ‘güç ve kuvvetin’ yalnız ve sadece Allah’a ait olduğu belirtilir.

Evrensel bağlılık, bağımlılık ve bütünselliğe insan da zihin, beyin ve bilinciyle dâhil olduğuna göre her şeyin özünde ve temelinde yer alan ‘kuvvet’ kavramı vardır. Sürekli iletişim ve etkileşim içinde olan kuvvetlerin izdiham edip toplanıp maddeleşmesiyle oluştuğumuza göre kendimizi evrenden ayrı gayrı ve bağımsız düşünemeyiz. Özün özü, ‘Fail Haktır’. Her kuvvetin salınım, titreşim, yön ve şiddetinin farklılığı; özelliğinin farklılığına, içerdiği bilginin uygulanışına göredir. Her ilmin ayrı bir uygulanışı vardır. İlim uygulanırsa ortaya çıkar, zahir olur ve görünür. Maddeden soyunulması halinde geriye ilmi kalır. (5)

Umarım biz de vücut, sıfat ve fiilleriyle ortaya çıkan ilmin Hakkın ilmi olduğunu idrak edebiliriz.                                                                                     102020

 

(1)     http://necdetaltinay.blogspot.com/2020/04/habbeden-dabbeye-kendimizi-tanmalyz.html

(2)     http://necdetaltinay.blogspot.com/2020/03/say-kanunu-say-ve-ictihat.html

(3)     Prof. Dr. Türker Kılıç,

  https://www.youtube.com/watch?v=_7HLHNEwq7I

(4)     https://tr.wikipedia.org/wiki/Ba%C4%9F_enerjisi

(5)     http://necdetaltinay.blogspot.com/2020/05/dogumla-bir-mevtle-bin-yasa.html

 

 

Birlik ve Beraberlik

 Âlimler, analiz ve sentezler yapar. Arifler de, zaman içinde gelişen bir şekilde, bilinenler ile felsefe, bilinenin felsefesini, yapar. Önem ve öncelik zaman içinde değişse de bir noktada felsefe yapan arifler, inanç ile ilgili düşünceleri, belirli bir sonuca bağladı. Kısaca, “Allah vardır, birdir, tektir ve var olandır!” dendi.  İnanç,  bir ve tek sonuca bağlandı ama bilim, sonucu kanıtlamayı sürdürmektedir. Evrenin, ‘Bağlantısal Bütünsellik’ ve bireylerin, ‘Konnektom’ projeleriyle, Âlemle Âdemin de birlik, vahdet, içinde olduğu kanıtlanmaktadır. Birlik kavramı içinde, ‘vuslatta’, iki varlık varmış gibi düşündüren, ‘beraberlik’ kavramı olmayabilir. Kesrette mevcudat arasında beraberlik, vahdette ise birlik söz konusu olabilir.

“Görme,  işitme,  dokunma,  tat ve koku alma, beş duyu nedeniyle beş vakit namaz farz olmuştur. Bu duyular, maddeye yöneltmiş,  kalbi işgal etmiş,  ilimden ve ruhtan uzak tutmuş, nur ve huzurdan perdeli kılmışsa namaz,  rücu için tek yol,  farz olur.  Kalbin nefse açılan kapısının, Sadrın, kapanması ve ruha açılan Fuat kapısının açılması, nura yönelmenin odaklanması, idrakin tevhidinin, birliğinin sağlanması ve Rabbine yaklaşma namazlarının kılınması farz olur. Bu namazlar, Rab yönüne açılan beş kapıyı, nefse açılan beş duyu kapılarının tam karşılarında yer alacak şekilde, oluşturur. Beş vakit namaz kapıları ile kalbe nur girer ve bu nur zulmeti siler. Her namaz, bir duyuya kefaret oluşturur.” (11 Hud, 114)

Bünyemizdeki kuark,  elektron,  nötron, proton,  atom,  hidrojen,  oksijen su ve DNA moleküllerinden hatta hücre ve el, ayak gibi organlarımızdan söz edilmez.  Bunların hepsi kendilerini, bizim varlığımıza,  ilmimize feda etmiş,  fani olmuş, fena bulmuş,  kendilerini  ‘bilgi’leriyle teslim etmiş durumdadır. Her biri bir ‘şey’ iken, özellikleriyle, şeker küpü gibi, bilgi küpü iken, artık yalnız biz varız, onlar yok. Bilgileriyle, bizim insanlık ilmimize itaat ederek, tabi olarak, bize biat etmişlerdir. Hepsi beraberce, bizim birlik ve bütünlüğümüze delildir, şahittir, kendilerince bize teslim olmuşlar, bize çalışır, bizi anarlar. Bedenimizde bir biz varız bir de onlar var gibi ikilik oluşturacak şekilde yokturlar. Bu bağlı, bağımlı ve bağlantılı halleri,  beden dilinde bir anlamda, onların namazları, vuslatları,  miraçlarıdır.  Her şey bir ve tek ilmin uygulaması ise, her şeyin bilgisi ilmine tabi ise, biz bağımsız ve bağlantısız, hür, olmamızı neye borçluyuz? Cehalete mi acaba?

“İnsanın fıtratına işitme,  anlama,  idrak etme ve davete icabet etme kazınmıştır.  Benlik ve bencillik yapması fıtratları gereğidir.  Bu durumda muhatap alınır ve doğru yola davet edilir.  Kesretin vahdet, beraberliğin birlik, olduğunu anlayarak,  bütün içinde, tümde fani olarak,  fıtratınız gereğince yola girin. Fıtratı yok saymak doğru değil. Yaradılışınız gereğince davete uyun, sülûkta ilerleyin.  Var olup da davet edilen,  edilince,  yokluk iddia etmez, varlık ile kabul edip tehir etmeyin, karşılığını alırsınız. Tümde fani olmak,  yokluğun idraki değildir.”

“Sonra kendisine ruhumuzun üflenmesi ve suretimizle tasviri sebebiyle, insanı, “Başka bir hale girme” haliyle halk edilmiş olarak inşa eyleriz. İnsanın fıtratından gelen ahdi misaka uyma hali, bir halden diğer hale geçiş yeteneğidir. Bu yetenekle insan,  evrimsel gelişim alanı olan doğadan kurtulma ve önce yükselerek,  sonra da yer çekiminden kurtulup, yücelerek hal değişimiyle inşa edilir.”(8 Enfal, 24)

“Her bir ‘şey’in, o şeyi diğerinden ayıran, bir özelliği vardır. İnsan, insanlığı ile insandır. İnsan, insanlığını kaybederse, kendisi de kaybolur,  ona insan denmez.  Her özellik Hakk’ın vahdaniyetine,  birliğine delildir.  Gökler ve yerler adalet ile ayakta durur.  Adalet, kesret âleminde vahdetin gölgesidir. Eşyanın düzeninde yumuşak huyluluk,  birbirleriyle uyumluluk gibi vahdaniyete,  birliğe,  beraberlikte birliğe, götüren özellik mevcut olmasa düzen mevcut olamaz.  Birlikten gelen ve hep beraber birliğe götüren özellik yok olursa, düzen ve düzenlilik hemen bozulur. İnsan veya insanların, insanlık özelliğini kaybetmesi durumunda birlik ve beraberlik içinde yaşamaları mümkün değildir, insanlık düzeni bozulur.” (21 Enbiya, 22)

“Eşyanın tümünü, hakikatini, vasıflarını ve diğer vücudu olan ve olmayan şeyleri kapsayan,  Kur’an aklı olarak bilinen, kâmil insan istidadını, insanın fıtratında yaratıp kazıyarak Kur’anı öğretti.  Kâmil insan fıtratında toplanmış olan şey, ayrıntısıyla, fiilen zahir olmuş görünmüştür.  Bu zahir oluş rahmanî rahmet değil rahimî rahmettir.”  (55 Rahman, 2)  Konuşma yeteneği ile birlikte fıtratına kazınan akıl,  insana özgü, verilmiş, özel bir nimettir.

Gazap ve şehvet kuvvetleriyle hayat çok canlı ve heyecanlı yaşanır.  Konuşma yeteneğiyle tevhit ilmine sahip olunur, ilim onunla anlatılır, birlik ve beraberlik sağlanır, sevgi ve muhabbet ortamı oluşturularak,  Hakk’ın hakikatinin idraki sağlanabilir. Gazap ve şehvet kuvvetleri, üstünlük sağlanıp olumsuzlukları giderilerek,  teslim alınır.  Böylece,  kalp,  akıl vasıtasıyla ilmin kaynağına,  ruha,  yücelebilir.  Nefsanî ve hayvani düzeyde sahip olunan el,  bel ve dile artık gerek duyulmaz.  Her var olan şeyin,  Hak’tan hakkını hakça alması nedeniyle var olduğu idrak edilir.  Nutuk kuvvetiyle alınan haberler,  yine nutuk ile isteyene,  hak edene yalansız, apaçık verilir. Fıtrata kazınmış ahide,  anlaşmaya ve verilen söze kalp,  dil ve hal diliyle evet denir.  Konuşma yeteneği ve akıl yardımıyla, canlılığın yaratılmışlığının ve insanın inşasının hikmetine varan kişi, kendini önce sezgiye sonra ilhama bırakabilir. Her şey ve herkes ile beraberce birlik içinde oluş, görünen kesretin vahdet oluşu, idrak edilebilir.

Umarım, biz de hep beraber, herkes ve her şey ile tüm mevcudat ile birlikte, Bir Vücut içinde fiiliyle fail, sıfatıyla mevsuf ve vücuduyla mevcut, olduğumuzun idrakine erebiliriz.                                                            27112020

 

 

 

 

Beslenme Süreci

                                                                                                          Beslenme, sağlıklı yaşam amacıyla besin unsurlarının, sindirim sistemi yoluyla vücuda alınmasıdır. Bu, sağlıklı yaşam için, ‘müzik ruhun’, ‘ilim kalbin’ gıdasıdır deyimlerini de çağrıştırır. Canlılar, enerjiyi kullanma yeteneği olan metabolizmaya sahiptir; enerjiyi, moleküler düzeyde, formunu değiştirerek kullanır.  Gerçek nefes alma, hücrede oksijenin kullanımı, gerçek beslenme de hücre içinde ihtiyaç duyulan proteinlerin, alınan besinlerden üretilmesidir.  İnsan, ‘bilinç’ üreten canlıdır, beslenmesi amaca uygun olmalıdır. Her şey insan için insan Hak içindir, Hak, bilinçle bilinmelidir. Halk ediliş, yaratılış ve ruhla dirilerek yüceliş, varoluşta üç aşamadır. Her şey, bir bilginin uygulanmış halidir. Bilgi enerjidir, beslenmenin temelinde halden hale geçebilen bilgi veya ilim vardır denebilir.

 

“Kendilerine zulmedenler,  ‘nefsin gıdasını isteriz’  dediler.  Ruhun huzuru yerine, Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlanmak yerine,  nefislerinin huzurunu isteyip,  nefis sıfatlarıyla sıfatlandılar.  Ruhun lütfünden mahrum olarak,  daha dar ve paylaştıkça veya zamanla azalan, nefsanî ve heves ettikleri nimetleri tercih ettiler.” (2 Bakara, 59)

 

“Hayatı ve beslenmeyi anlamak için proteinleri anlamak şarttır. Proteinler 20 farklı amino asit zincirinden oluşur. Proteinin neyi nasıl yaptığı, onun şekline bağlıdır. Proteinin şekli, onun işini, fonksiyonunu belirler. Belirli bir proteini üretmek için, amino asit zincirlerini, ‘Protein Üreten Proteinler’ nasıl kullanıyorsa öyle kullanmak gerekir. Hem aynı atomları ve yapı taşlarını kullanmak hem de aynı şekilde şekillendirmek şarttır. Bu işlemde bilgisayarların yardımı kaçınılmazdır.”

“Laboratuarda bir proteinin şeklinin tahmini için Yapay Zekâ Bilgisayarları kullanılır. Makul düzeyde karmaşık bir proteinin alabileceği alternatif şekiller ise 10 üzeri 300 (10300) sayısı kadardır. Çünkü proteinin şeklinin, atomlarının kendi aralarındaki ve bulundukları hücre ortamındaki, su ve diğer atom, enzim, yapı taşları ve moleküller arasındaki etkileşimlerden etkilendiği bilinmektedir. Alternatifler değerlendirilirken, sezgilerin kullanıldığı da bir gerçektir ve aynı nitelik Yapay Zekâya da öğretilir. Sezgisel kararlar, alternatif yolların değerlendirilmesinde, ‘kısa yollar’ olarak tanımlanan yorumlardır.” (1)

 

Yukarıdaki bilimsel makalenin incelenmesi ilginç fikirlere götürebilir.  Bilimsel tahminlere göre evrendeki toplam atom sayısı 10170 kadardır. Sayının değeri 10 kat artırılırsa sayı 10171 olur ve ‘Bilinen Evrendeki Atom Sayısının’ 10 katı demektir. Işığın bir yılda kat ettiği yola 1 Işık Yılı uzaklık denmesi gibi bu sayıyı ‘Evrendeki Atom Sayısı – EAS’ olarak tanımlayabiliriz. Bir EAS bilinen evrendeki tüm atomların sayısı, 10 EAS ise bilinen evrenin atomlarının 10 katı olur. Ancak iş proteinlerin alabileceği şekil sayısı 10300 e geldiğinde gene okunamaz büyüklükte bir sayı bulunmuş olur. İnsan aklı zorlansa da bu sayıların büyüklüğünü bir an için olsun akılda tutmakta yarar vardır. Çünkü bu sayı bir ‘olasılık’ sayısıdır, alternatiflerin, alternatif yolların sayısıdır. Zar atımında hepsinin aynı gelme olasılığıdır. Bilgisayarda işlem yapmak istediğimiz bir sayıdır. Bu kadar işlemi yapabilen bir Yapay Zekâ Robotu ile ancak protein yapılabileceğini gösterir. Bu işlem miktarına ‘Sezgisel Kararlar’ verme yeteneğinin de eklenmesi ayrıca şarttır. Niceliksel kararlara nitelik de eklenmelidir. Kuantum Bilgisayarından beklenen işlem hacmi bu kadar büyüktür.

İşin önemi ve büyüklüğü, yapmaya ve üretmeye çalışınca çıkmaktadır. Aynı proteini sürekli üretebilen bir protein, her seferinde zarları aynı atıyor ve hepsinin, örneğin ‘altı’, gelmesini sağlıyor demektir. Bilim ilerledikçe haşyetimiz artıyor denebilir.

Beslenme süreci, güneş ışığının şekere dönüştürülmesiyle başlar. Klorofil molekülü, güneş enerjisini, ışığını, elektromanyetik dalgasını, elektromanyetik enerjisini, itim-çekim kuvvetini, şekere çevirir ve neden, niçin, nasıl, sorulmaz. Şeker molekülünün oksijeni, hücrede, mitokondri molekülü içinde, koparılır ve hücreye ‘bağ enerjisi’ kazandırılır. Bu enerji, gerçek nefes alma işlemidir ve oksijen atomu, karbon atomuyla birleşip, karbondioksit olarak ciğerlerde temizlenir. Açığa çıkan bağ enerjisi, hücredeki ‘Molekül Yapan Moleküllerce’ üretim sürecinde kullanılır. DNA’dan alınan reçeteye uygun olarak, ihtiyaç duyulan diğer moleküller üretilir. Her canlı hücre, dışarıdan alınan elementler, çinko, magnezyum ve demir gibi metaller, enzim, vitamin ve proteinlerle, ihtiyaç duyulan moleküllerin üretildiği büyük ve geniş bir fabrikadır. Protein üretimi için DNA’daki genetik bilgi, tek zincirli bir ‘Haberci RNA’sı oluşturulup üzerine yazılır, ‘Taşıyıcı RNA’ ile taşınır, ‘Ribozomsal RNA’ tarafından ‘Ribozom’ organzeline, parçacığına teslim edilince, protein anında sentezlenir. Verilen irade ile hücre içinde bu iş, göz açıp kapama kadar basittir.

 

İnsan, bedensel ve zihinsel gelişimle reşit olur. Bedensel gelişim, hormonsal dengeyi gösterir.(2) Zihinsel gelişim ise beynin, elektrik akımlarıyla, düşünce, bilinç üretimidir. İnsan bedeninde, hangi mesajı diğer hücrelere taşıyacak, hangi hormonun, hangi atomlardan yapıldığını, nerede ve nasıl üretildiğini, Biyolojiden, yeni öğrendik.(3)

Nöron hücrelerimizde, hangi molekülün, nasıl elektrik ürettiğini ve nasıl kodlayarak mesaj yükleyip diğer hücreye gönderdiğini de Nörolojiden yeni öğrendik. Oysa canlılar bu işleri binlerce yıldır yapmaktadır. DNA maddeye hükmeder ve hücrelere ne zaman, ne yapacaklarını bildirir. Moleküler Biyoloji, protein, hormon ve elektronik mesaj üretimiyle bize ‘Verilmiş İrade’ ortamını yaşatabilir. Binlerce yıl önce, moleküller, elektrik üretip kodlamayı biliyor ve kullanıyordu. Bir hafta önce yayınlanan bir makaleden anlıyoruz ki on milyarlarca evrenin atomlarının toplam sayısı kadar olasılıkla, proteinler anında üretilmekte ve beslenmemize sunulmaktadır.

 

      Umarım, biz de, çok kısa zamanda, şaşmayan bir düzenlilik içinde, aksamadan işleyen Âlemin düzeninin ihtişamını haşyetle anlar, iradenin kaynağını idrak edebiliriz.

                                                                 10122020

 

 

 

(1)     https://www.economist.com/science-and-technology/2020/11/30/how-do-proteins-fold

(2)      https://www.vitaminler.com/bilgi-bankasi/hormon-nedir-ne-ise-yarar

(3)     https://www.google.com/search?q=hormon+nedir&oq=hormon&aqs=chrome.5.69i57j0l7.6023j0j7&sourceid=chrome&ie=UTF-8

 

 

 

 

 

 

Resulün Mührü

Resulümüz Ahmet-i Mahmut-u Muhammed Mustafa (S.A.V.) insanlık tarihine önemli bir katkıda bulunmuş ve katkısına mührünü vurmuştur. İnsanlık tarihi, Âdem ile başlar Resul ile Hakk’a ulaşır. Bu ulaşım yolu diğer bütün yolların özeti ve özüdür. Halkı Hakka ulaştırır ama yolu ve yöntemi kendine özgüdür. İnsan olmanın düzeni ve insanlığın kullanma kılavuzu olan ‘Kuran’ resule inmiş ve yaşamında uygulamıştır. Ayetlerin, Âlemde ve Âdemde özel yerleri vardır, bakılırsa, yerleri bulunup görülebilir.

            Ayetlerin bir kısmı “Muhkem”, anlamı değişmez ve değiştirilemez; bir kısmı da “Teşbih” edici yani teşbihlere dayanan, hikâyeler gibi anlatılan, olarak açıklanabilir. Bu gerçeği bildiren ayet de vardır zaten. Bu nedenle olacak, en azından bazıları için, ayetler kadar Resulün açıklamaları da önem kazanabilir. Yerine, zamanına ve ilgili olaylara göre ayetlerin önem ve anlamları değişebilir. Marifet, teşbihleri muhkemler ile aynı anlama getirebilmektir. Günümüze kadar gelen açıklamalara bakıldığında ayetlerin toplumsal anlamlarında çok farklılıklar olduğu görülebilir. Sosyal yaşantı ve topluluklar farklı yorumlara ulaşabilir. Oysa bireysel düzeyde yapılan açıklamalarda hiçbir fark görülemez. Günümüz âşıklarından, Yunus ve Mevlana’ya, Resule kadar en ufak ayrılık mümkün değildir. Elden ele, ağızdan kulağa geçen mektup ve mesaj aynıdır ama zarfı farklı olabilir. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır. Süt ve maya aynı olduğu sürece, yoğurt aynı olduktan sonra herkes farklı yiyebilir. Nasıl yenirse yensin yoğurdun etkisi aynıdır.

            “Her şey ilminin aynıdır; şeyin, ilminden ayrı ne ismi ne cismi ne de resmi olabilir” ayettir. Bilim de aynı gerçeğe gelmiştir. Her ‘şey’, ‘infosunun’ deposudur, ilminin aynıdır. Şey, kara deliğe düşse info kaybolmaz, yeniden diriliş için, bilgisi kalır. Canlıların özellikleri DNA’larına genetik bilgi olarak konmuştur. İnsan ise “Fıtrat” ile ayrıca donatılmıştır. Herkes fıtratına kazınanları gerçekleştirir. DNA ve Fıtrat, yaşamın koşullarına göre açılım gösterip, içindekileri ortaya koyar. Batında ne varsa zahire o çıkar. Belki de Halk zahir, Hak batın denmesinin nedeni budur. Halk, aynen Hak’tır da denir. Her şey Hakk’ın ilminden hakkını, Hakça aldığı için, aldığı kadar, aldığı şekilde, var olur. ‘İlim, Hakk’ın gölgesidir, delilidir’.

            Resul ile Hak arasında geçen hadislerden biri “Sen olmasaydın Âlemi yaratmazdım” deyimidir. Âdem, ilk insan ve ilk peygamber olarak bilinse de, “Âdem, Muhammed’in nurundan yaratılmıştır” denir. Ruhun nuru olur, ışığın aydınlığı gibi. Bu açıdan bakıldığında tüm madde için “Beden-i Muhammed’i”, tüm mana için “Ruh-u Muhammed’i” denmesi normaldir. “Mana” tüm ilim, idrak ve iradeyi kapsayabilir. “Madde” ise mananın görünür hali olabilir. Kısaca, mana tüm kuvvetlerin toplamı; madde de kuvvetlerin ortaya çıkışı, potansiyelin kinetiğe dönüşümü, olabilir. Bilimsel bulgular da maddenin, kuvvetlerin Higgs bozonu içinde toplanmasından oluştuğunu kanıtlamıştır. Benzer anlamda ‘kalbin, izdiham eden kuvvetlerden oluştuğu' ayetlerde belirtilir.

Vakum ortamında var olup yok olan zerrelerden birinin ani genişlemesiyle evrenin oluştuğunun bilimsel kanıtları bulunmuştur. Ayet ise ‘var olsun yok olsun eğlence olsun diye yaratılmadı her şeyin bir amacı vardır’ der.

            Rivayete göre, Mekke’nin fethinden sonra sıra Kâbe’deki putların kırımına gelir. Hz. Ali ile Resul alt kattaki küçük putları kırar ve sıra yukarıdaki büyük puttadır. Ali, ‘ya Allah’ın resulü çık omzuma kır büyük putu’ der. Resul ‘ya Ali sen beni çekemezsin, kaldıramazsın sen çık da kır’ der. Ali, Nebi’nin omzuna çıkınca, nübüvvet mührünü görür, başı göğe değer ve büyük putu anında kırılır. Rivayet edildiğine göre o, ‘benlik putu’ idi. Bütün savaşlardan sonra Müslümanlar, kâfirlerle yapılan savaşlardan rahata erince; Resul, ‘sıra geldi savaşların en büyüğüne, Nefis mücadelesine’ demiştir. Kâbe’nin içindeki eylem böylece dışarıya aksetmiştir.

            Somut anlayış ve anlamların, soyut anlatımları çok gizemlidir. Beden Mekke’sindeki Kalp, Kâbe’yi anımsatabilir. Mekke’den Medine’ye hicret de, Dünya telaşından beyinsel düşünce aktivitelerine göç edip, bilinçlenmeye geçme olabilir. Bilinçlendikten sonra, idrakten idraksizliği görüp, idraksizlikten idraki görebilir insan. Yaşamak için yaşayanlardan bazıları, yücelmeyi amaç edinebilir. Benliğinin farkına varan bazıları da benliğinin ötesini merak etmeyebilir. Çokluk içinde, diğer mevcudatla birlikte, uyum içinde, mutlu olabilir. Kesretin Vahdet olduğuna kulak vermeyebilir. Nefsiyle barışık yaşamak en kolayıdır.

Savaşların ve mücadelenin en büyüğü olduğu söylenen ‘cihat’ olayına girmek; gerçekten azim, kararlılık, cesaret, kendini vermek, adamak, tabi olmayı gerektirebilir. Üstat, dirilmez, yetkililerce ‘diriltilir’ de üstat olur.

            “Mitokondrilerinde mutasyona uğrayan bir gen, genellikle, 20 veya 30 yaşlarındaki erkekleri, 30 veya 50 binde bir ihtimalle, retina hücrelerini öldürerek, kör eder. Konu Genetik Mühendislik konusudur. Mutasyona uğrayan genin, normali ile değiştirilmesi düşünülür. Virüslerin hücreye girip genlerini DNA’lara kopyalamasından yararlanılır. Bir virüs ele alınır ve kendini kopyalayamasın diye de önce kısırlaştırılır. Kısır virüse normal gen yüklenir. Virüs gözün retinasına enjekte edilir. Hastanın bir gözüne enjekte edilse de virüsün, hastanın optik sinirlerini kullanarak, diğer göze de geçtiği ve onu da iyileştirdiği görülür.” (1) Bu hafta yayınlanan bu bilimsel makale, insanın doğal olanı araç olarak kullanımı konusunda sınır tanımadığını gösterebilir. Cansız, yeni bir virüs yaratmak yerine, var olanı, mevcut olanı, verilen aklıyla, amacına uygun kullanmada sınır yok. “Nimetlerle kendimi sevdirdim” ayetine uygun bir davranış. Bir adım ötesi nimetleri vereni aramaktır.

Varsan eğer, baktırır, besletir hepsini / Çık aradan, bakıp da bildirir, kendini!

            Umarım biz de Nübüvvet Mührünü görebilenlerden olabiliriz.                                                19122020

(1)     https://www.economist.com/science-and-technology/2020/12/12/a-failed-study-shows-a-promising-treatment-for-blindness

 

Nefes Kuvvettir

“Kaostan düzene”  deyimi iyi bilinir.  İlk bakışta kaos, karmakarışık gibi gelse de aslında  “anlaşılması zor,  ilâhî denebilecek kadar,  karmaşık düzen”  anlamındadır.  Uzay zamanın en başında tam bir kaos varken, zaman içinde, gittikçe farklılaşan bir başka düzene geçiş söz konusudur denebilir. Entropi kavramına göre bir bozulma beklenirken sadece bir başka düzene geçiş olduğu bilimsel gözlem olmaktadır.  Eğer uzay zaman kavramına göre evrenin, mevcut katsayılar içinde, nefes alışıyla sonsuza dek süreceği öngörülüyorsa  “Her anda bir şe’nde” kavramı akla gelebilir.

Aldığı her gıda insana  ‘güçlü kuvvet’  verir. Yediği besinler, aldığı nefes, içtiği su, okuduğu kitap, edindiği bilgiler, gücüne güç katar. Açık sistem olan insanın çevresinden aldığı her şey ‘girdi’ veya ‘gıda’dır, kuvvettir.  Her besin belirli koşullar altında alınır,  işlenir ve daha güçlü kuvvetlere dönüştürülür. Bedensel, maddî güç de olsa,  beyinsel güç de olsa, tüm ‘güçlü kuvvetler’ girdidir. Bünyede, bedensel veya zihinsel işleme sürecinden geçirilip çevreye çeşitli çıktı verilir; üretim,  işleme,  tüketim süreklidir.  Vücudumuzda en küçük birim denebilecek atomlardan oluşan bir molekülün bir başka molekülü üretip kodladığı ve bunu,  hücrenin içindeki,  ‘seri üretim yapan molekül üretme fabrikasına’  gönderip aynı proteinden çok miktarda üretim yapılmasını sağladığı bir gerçektir. Beslenmek, hava, su ve ateşten çeşitli katkılar alarak güçlü kuvvetimizi geliştirmek zorundayız. Bu kapsamdaki bütün eylem ve olayların tümü bir kuvvet ‘iletişim ve etkileşimidir’.

“Beden arzında,  bireysel tedbir ve bedensel ameller sayesinde, yaşanabilecek ortam hazırlanmıştır. Kalp seması ise sabır, şükür, tevekkül, bağışlama ve muhabbet makamıyla birlikte bilgi,  hikmet ve hakikatler ile donatılmıştır.  Hakikat nuru,  vehim ve kuruntudan korunmuştur. Vücutta bir şey yoktur. Her şeyin hazinesi indimizde, katımızdadır.  Önce sureti,  şekli ve resmi,  külli akılda külli veçhesiyle,  her yönüyle,  kaza âleminde resmi çizilir.  Sonra, sebepleriyle birlikte, levha-i mahfuzdaki, muhafaza altındaki, gaip âlemindeki görüntüsüyle,  külli nefis âleminde görüntülenir.  Daha sonra ayrı ve farklı bir birim olarak ölçülerine göre, miktarına ve vasıflarına uygun, levha-i kader ve dünya semasında görüntülenir.  Kısaca,  külliden cüze, (plan, proje, program ve bütçesine) her şey tasarımına uygun gerçekleştirilir.  Her şey belirli ölçüde,  şekilde,  yerde ve zamanda kendine özgü yaradılış ile indirilir.  İlahi nefes rüzgârları,  hikmet ve bilgi aşılayıcı,  kalplere sefalar verici ve tecellilerin kabulüne hazırlayıcı olacak şekilde estirildi. Ruh göğünden hakiki ilimler suyu, (ilim yüklü enerji, aslında enerji yüklü ilim, bilgi enerjidir)  indirilerek insanlar ihya edildi.  İhya edilmezden önce insanın ilim hazinesi yoktu. Hayat-ı ilmiye, ilmin hayatı, suyuyla fıtrat makamında kıyam ederek,  ayağa kalkarak, hakiki hayat ile ihya edilir, insan dirilir. Vahdette fâni kılmakla da öldürürüz.  Sizin fenanızdan sonra,  baki olan vücutları vâris olanlar;  ancak biziz.” (15 Hicr, 21-23) Rüzgârlar, yağmurla suyu dağıtır, suyun ve ışığın, enerjinin,  klorofille şekere dönüşümünü sağlar. Verilen nefesle de enerji hücrelerde yakılarak bedene canlılık kazandırılır.

Kalp,  ‘Evren Balonu’  dâhil her şeyi içine alır,  Hakkın Arşıdır,  arş-ı Allah’tır. Hakkın gölgesi, yokluk aynasındaki görüntüsü olan ilim, düzen, yasalar, evrene indirildiği için her şey sırasıyla oluşur,  oluşmaktadır.  Kalp ilk oluşan evdir, Kâbe’dir,  tüm varlık için,  her şey için barınaktır.  İlim,  kalbe üflenen Ruh, Evrensel İlahî Nefes, özelliği olan enerji, olduğu için her şey,  hareket ve özelliklerini ilimden alır.  Ruhun nuruna,  diğer bir deyişle ilmin idrakine,  eren kişi;  kesrette, evrenin veya kalbin bir yerinde, bir ‘şey’ ile maddî ve nefsanî; her yerinde,  vahdette,  tümünde,  ise ruhanî,  rahimsi değil rahmanî,  bütünsel bilgilere ulaşmış demektir.  İlk verilen kutsal nefes veya üflenen ruhun, ilmin, idrakinde olan insan; kuruntudan,  şeytandan arınmış olur.  ‘Küresel Nefes’, rüzgârlar,  yağmurla suyu dağıtır,  suyun ve ışığın,  enerjinin,  klorofille şekere dönüşümünü sağlar. ‘Bireysel Nefesle’  de enerji hücrede yakılıp bedene canlılık kazandırılır.

“İyi ile kötüyü ayırma günü ertelenir.  Büyük kıyamet gelir çatarsa şiddetli yel ile nefsanî güç yıldızları söner, ruhun nurunun etkisiyle akıl seması yarılır,  sıfat tecellisiyle nefis sıfatı dağları,  zatın tecellisiyle de nefis,  kalp,  akıl ve ruh dağları ve onlarda bulunan eşyanın tümü fani olup savrulur. Fenadan sonra beka halinde yeniden ihya ile neşredici resuller ortaya çıktığında, o resuller cemden sonra fark vakti için ertelenir,  o da beka hali olan cem vaktinden o vakte kadar ertelenmiştir.” (77 Mürselat, 13) Akıl semasına verilen nefes ile ‘şiddetli yel’ farklıdır. Nefes ile yaşam başlar ve devam eder. Güneşin patlamasıyla oluşan yel ile Dünya üzerindeki yaşam sona erer. Yeniden inşa olan baki kalabilir.

“Arzu ve isteklerinin şiddetli olması halinde, istidadı olanların nefisleri çamurunu,  terbiye ederek ve arındırarak, kutsallık yönüne uçuşan kuşlar haline getirir,  sohbetlerinin bereketiyle,  hakiki hayat nefesi ve ilahi ilim nefesini nefyederim, üflerim. Derhal Allah'ın izni ile şevk ve himmet kanatlarıyla Hak tarafına uçucu diri bir nefis olur.”  (3 Ali İmran, 49)

“Ey insan sen, mevt ile rabbine gitmekte say ve içtihat edicisin,  yani  «Nefeslerin,  eceline doğru atılan adımlar kadar»  denildiği gibi nefeslerinle rabbine süratle gidicisin. Yahut rabbine gidici olduğun halde hayır ve şer amelde ciddi, gerçekten çalışıp,  işleyen ve içtihat edicisin.  Sen,  bu çalışmanla Rabbinle buluşan olursun.” (84 İnşikak, 6)

“Kalbin ruha en yakın yerine  ‘ufku mübin’,  ‘açık ve aşikâr ufuk’  denir.  Kalp seması ise sabır,  şükür,  tevekkül, bağışlama ve muhabbetle birlikte bilgi, hikmet ve hakikatler ile donatılmıştır.  Hakikat nuru,  vehim ve kuruntudan korunmuştur.  Kalbin ruh ile yakınlık,  dostluk kurulan bu yerde, resul, kutsal nefes ile temas kurdu.” (81 Tekvir, 23-25)

Gerek Bireysel gerekse Evrensel ve Küresel düzeyde, İlahî Nefes, insan ve âleme, canlılık ve Hakkın ruhuyla diriliş amacıyla, üflenerek verilmiştir. 

Umarım biz de İlahi Nefese kavuşup yeniden dirilebiliriz.

 

Eşyanın Hakikati

Bir kişiyi tanımak başka şey o kişinin sırlarına da talip olmak bambaşka şeydir. Tasavvuf, evrenin sırlarına talip olmaktır. Sır herkese verilmeyeceğine göre evren de sırrının kendinde kalmasını seçebilir. Yedi kat gök, yedi kat dünya ve yedi kat atmosferden söz edilir. Ayetlerin de açıklamaları makam ve mertebelerine göre olabilir. Herkesin anladığı anlam başka, az kişinin anlayabildiği anlam başka, hakikat olarak idrak edilen bambaşka olabilir. Hakikat, evrenin bilimsel gerçeklerinin bulunması, bilinmesi ve idrakinden öteye, bilinen gerçeklerin ardındaki sezilen gerçek olabilir. Madde ve enerjinin oluşum, gelişim ve girişimlerini hatta tüm iletişim ve etkileşimleriyle anlamak zor olabilir. Basiretle bunların ardını görebilmek daha da zor olabilir. Bu açıdan tasavvuf sabır, sebat ve tefekkür işidir denebilir. Tevhit ilmidir deyip ayetleri birleştirmek kolaydır, bilimsel bulgularla evreni anlamak da kolaydır. Bilimsel bulgularla iman edilenleri kanıtlayıp birleştirmek, tevhit etmek zor olabilir. İnsan, beden ve ruhundan sorumlu ve yetkilidir. Yetkilerini alıp zevk edip sorumsuzluk olmaz.

Özetle, “Sakfı merfu', levha-i mahfuza, saklı ve korunaklı levhaya, levha-i kaderden, suretler ve ahkâm nazil olan, sema-i dünyadır. Dünya semasına nüzulden, aşağı inişten, sonra cansız şeylerde, hululü, içine gizlice girişi ile şahadet âleminde zahir, aşikâr, olur. Bu da insandaki mahal-i hayal, tasavvur merkezi, mesabesinde olup mahıv ve ispat, var oluş yok oluş, levhasıdır.” (52.5)

Kader levhasından, saklı levhaya suretler, şekiller ve ahkâm, düzen, inen dünya semasına ‘Sakfı Merfu’ denir. Dünya semasına inişten sonra cansız şeylere dönüşüyle, içine gizlice girişiyle, görünür âlemde zahir, aşikâr, oluş başlar. Bu da insandaki hayal merkezinde var oluşa benzer olup, mahıv ve ispat levhasıdır, var olma ve yok olma levhasıdır. Levha kavramlarının daha iyi anlaşılması için aşı geliştirme çalışmalarına bakılabilir. Virüsün DNA’sında ‘Bağlantı Genini’ oluşturan ‘DNA Levhasına’, aşı üretimi sırasında, çeşitli enzim ve moleküllerden trilyonlarca eklenir, böylece, virüsün ‘haberci RNA’sı’ virüsün kendisini ürettiremez.

İnsan, aklını kullanırsa eğer, cansız şeylerin, ‘yokluktan boşlukta var oluş ve yok oluş’ gerçeğini, hayal ve tasavvur edip, deneyebilir ve gözlemleyebilir. Bilimsel deneye göre boş bir ‘vakum’ ortamında saniyenin dört kere milyarda birinde, 10-40ında, yokluktan boşluğa, parlayıp çıkan pozitron-elektron çifti ‘var olur yok olur’, çıkıp kaybolur. Parlayıp çıkan parçacıklardan birinin ani şişmesi sonucu evrenin oluşması ise diğer bir bilimsel  kuramdır.  https://www.youtube.com/watch?v=FYf7af2tb5U : “Yokluktan enerji var olabilir!”

“Bahri mescur, ‘Boşluk Denizi’, adı geçen ruh, ilim ve cansızlarla ispat olunan eşyanın kâffesinin, tümünün zahir olduğu, ortaya çıktığı, suretlerle dolu olan heyuladır. Boşluk Denizi, eşyanın tümünün zahir olduğu, göründüğü, suretlerle dolu olan heyuladır, görkemli büyüklüktür.” (52.6)

Yokluktan var olup boşluğa çıkan eşya, ilmin uygulanmış halleriyle, boşluk denizini, kesret âlemini, oluşturacak şekilde, görkemli büyüklükte, doldurur. Var olup yok olan elektron-pozitron çiftinin arasındaki boş olasılık denizinin sabit kalması nedeniyle elektronun elektrik yükü sabittir. Bu sabit milyarda bir az veya çok olsa atom ve eşya oluşamaz. Bilimsel bulgulara göre bir atomun da % 99, 9 (12 adet 9)u boştur ve dolu alanın da neyle dolu olduğu bilinmez. Belirli küçük Higgs alanları içinde toplanan, toplaşan ‘kuvvetlerle dolu uzay zaman boşluğu’ kütle ve madde oluşturur. Enerjinin toplaşıp dönüşümüyle oluşan madde yine enerjiye dönüşebilir.

“Ruh seması, sıfat yollarının kaynağıdır. Her sıfat o sıfatı izleyenleri ruh semasına götürür ve kavuşturur. Her hal ve makamdan ruh semasına bir kapı vardır.” (51.7) Her bilimsel özellik, yani sıfat, bir ilmin uygulanışından kaynaklanır. Fizik ilminin ‘Sicim Teorisine’ göre her zerre, farklı bir ‘titreşim ilmeğidir’, belirli özellikleri vardır, diğer ilmekten farklıdır, özellikleri, sıfatları, kendine özgüdür. Her şey bir ilmin uygulamasıdır, özellikleri, isim ve sıfatları bir diğerinden farklıdır, tagayyür etmiştir, faklılaşarak belirginleşmiştir. Her zerre, var olduğu için yer tutmaz, tesadüfen kullanılmaz; belirli bir amaç için kullanılacağından var edilmiş, bir yer ve önem verilmiştir.

“Tabiattan soyunanlar, sıfat ilimlerinde ve cennetlerindedir.” (51.15) Maddeden soyunmak, maddenin hakikatini idrak edip geride bırakmakla olur.

Her maddenin, bir bilimsel özellikle var olduğunun bilinmesi ve ilme götürmesiyle amacına ulaştığını anlamak gerekir. Madde esaretinden kurtulmak, mana âleminde, kalpte, duyguları yaşamak ancak gerektiğinde, esiri olmadan, maddeyi kullanmaktır.

“Zahir bedende, ilahi sıfatları zahir oldukları yerde, müşahede eden yakin sahipleri için ilahi isim ve sıfatları ortaya çıkaran deliller vardır. İlahi isim ve sıfatların tecellisinde nefislerinizde de ayetler, deliller vardır. Siz inkâr edip de görmüyorsunuz. Âlem semasında maddi rızkınız olduğu gibi ruh semasında da manevi rızkınız olan ilimler ile bunların idrakiyle oluşacak büyük kıyamet vardır. Semada, arz ve nefsin delillerinin, yüz ve suretlerinin semada bulunması haktır. Sizin nutkunuz gibi haktır.” (51.20-23) Her zerre itişsel ve çekimsel bir ‘kuvvet’ olarak kendine özgü isim ve sıfatla vardır. Bunları müşahede eden ‘düşünen akıl’ sahipleri ruha, ilme yaklaşır. Bu isim ve sıfatlar ilahidir, zerreler de onların delilleridir, tecellileridir. Böylece bedensel nefsanî oluşumlarda ilimsel deliller vardır. Semada, ruh âleminde, ilim ortamında, beden ve arzın delilleri vardır. Örneğin, DNA genlerinde milyonlarca yıllık atmosferin karbon izleri vardır. Fosillerin yaşı bu Karbon izinden saptanır. Ayrıca, canlı bedenlerin yapı taşlarında, Güneşten önce sönen Süpernovanın üretimi olan altın, gümüş ve demir gibi ağır metaller vardır. Günün canlıları geçmişin izlerini ve delillerini taşır.

Umarım, eşyanın hakikatini biz de idrak edebiliriz. 10012021

Güzellik Hak’tandır

“Din, güzel ahlaktır” bütünleştiricidir. “İnkâr edenler, devenin yaradılışının, semanın yüksek yüceliğinin, dağların dikilişinin, arzın yüzeyinin, özelliklerine bakıp görüp idrak etmiyorlar mı? Yani güzellik içinde zahir olan, açığa çıkan eserlere bakıp ibret almıyorlar mı? Apaçık eserlerden vuslat, kavuşma ve sıfat tecellisine ulaşmaları gerekir.” (88 Gaşiye, 17) Sanki gördüğü eserlerin güzelliğini idrak edenler güzelleşirler, eserleşirler!

Yerinde,  zamanında ve dozunda düzenli bir şekilde ihtiyaçları karşılanan nefis güzelleşir,  tatmin olur,  nefis bir durumda çalışır.  Sorunlarını böylece çözen kalp artık ruhun nurundan,  ilmin idrak ve aydınlığından,  yararlanır.  Ruhun nurunu zevk eden kalp yeniden doğar. Aklın ve kalbin, nefsin emrinde çalıştığı dönemde, etkinlikleri çok azdır.  Bu dönem gözden geçirildiğinde her ikisinin de fonksiyonunun farklı olduğu görülür.  Nefsanî zevklerin artmasına ve biraz duygu katılmasına katkı sağlarlar.  Oysa yeniden doğuş ile fonksiyonları tamamen değişir. Kalp ruha nefis de kalbe hayran kalır, eserleşirler.

“Kalpleriniz, ruh nuruyla, ilmin idrakiyle, hayat bulunca, his uykusundan uyanıp,  kutsal âlem fezasında dağılıp yaşarsınız.” (25.47) “Ruhani güçler âlemine, sizi temizleyen pak ilim suyunu indirdik.”  (25.48,  49) O ilim suyu,  hakikatlerin,  unutulmuş olan ahitlerin, verilen sözlerin,  kavuşmanın ve aslın güzelliğinin hatırlanması için indirilmiştir.”

“İlim,  suretler,  şekiller ve misaller verilerek anlatılmış ama insanlar suret,  şekil ve misallerde kalmıştır. İnsan,  celal perdelerindeki rahmani rahmet suretlerini görür ama rahimsi rahmeti düşünüp ilmi idrak edemez,  küçümser, horlar.”  (25 Furkan, 50)

 Bilen, bildiğini bilen, farkında olan yalnız insandır. “Âdemoğullarını,  nutuk ve temyiz,  ayırt etme,  akıl ve ilim sahibi olmakla takdir ettik,  terkim eyledik,  sıfat,  işaret, kerem,  ikram sahibi yaptık.  Dünya ve ahrete ilişkin her türlü ihtiyaçlarını talep ve elde etmeleri için kara ve denizlerde gezdirdik,  sebeplerini onlara kolay kıldık. Âdemoğluna,  başka mahlûklara verilmeyen değişik cins, rızıklar verdik. Onları mahlûkatımızın çoğundan üstün kıldık. Âdem, yakin kılındı, tevhit ile donatıldı,  ruh ve cesetten oluşturuldu, kemalin talebinde ruh ile cesette terakki ettirildi;  ruh ve bedende yürütülerek ervah, ruhlar, ilim âlemi denizinde ve cisim âlemi arzında ilerletildi.  Ayrıca ilim ve bilgilerin en güzeliyle rızıklaştırılıp tüm mahlûklara üstün kılındı.” (17.70; 2.30) İnsana, konuşma yeteneğiyle bilgi ve kültür aktarımı sağlayan, ‘konuşma geni’ ve ‘konuşma kemiği FOXP2’ ayrıca verilmiştir.

“Her şey Rabbin iradesiyle ve ilmindendir, ilmi her şeyi kapsar,  yönetir.”  (6 Enam,  80)  “Halinizin,  halden hale döndürülmesine, başka kalıba sokulmasına kadir olan Zattır. Ruh nuruyla kalp danesini yarıp, kalp danesinden ilimleri ve bilgileri ve kalp nuruyla nefis çekirdeğini yarıp nefis çekirdeğinden güzel ahlâkı çıkarıcıdır.” (6.95)

“Ruh semasından ilim suyunu indirir, ilmî imanla iman edenler için büyük alâmetler vardır.”  (6 Enam, 99)

“Kuran, değişmez, bozulmaz, noksansız, afetten korunmuş, kanıtlanmak üzere,  evrenin tümünde apaçık ve hakikatleri muhkem, sağlam kılınmış bir kitaptır. Hakikatlerini,  daha sağlam ve daha güzel olması mümkün olmayan bir ilim ve hikmet üstüne inşa eder.  Hakikatleri, zahirde,  görünürde, muayyen ve malum,  belirli ve bilinen, miktarda,  belirli zamanlarda aşikâr olur. Takdir ve tertibinde hikmete uygun intizamda, düzendedir. Ayrıntılarından layıkıyla bilgi sahibi olan ilim ve hikmet sahibince, ahkâm ve ayrıntısı cüzi âlemde ortaya çıkarılmış, aşikâr edilmiş bir kitaptır.” (11 Hud, 1)

 “(Ca’ıl) kelimesi, ibda, yoktan, örneksiz, yeni ve güzel bir şey icat etmekle tekvinin, yaradılış ve halk edişin ikisini de kapsar. İnsan, emir ve halk âleminden mürekkep olduğundan ayette (halukun) denilmeyip (ca’ılün) denilmiştir.” (2 Bakara,29) Hz. Ali «Allah,  güzeldir güzelliği sever»  buyurmuştur. Rivayete göre Nebi «Allah, halkı zulmette, bedende, yarattı.  Sonra onlara nurundan saçtı.  Nur, idrak isabet eden hidayet buldu, etmeyen dalâlette kaldı. O nur da Allah'ın boyasıdır. Bundan daha güzel boya yoktur» demiştir.

Her şey ilminin deposudur ve ilminden ayrı ve gayrı isimi, cismi ve resmi olamaz, ilmi çekilirse geriye bir şey kalmaz. Enerjiye dönerse maddesi kalmaz.

Her şey Hakkın ilminden hakkını hakça almadıkça halk edilmiş olmaz, ilmi uygulanmış olmaz. Uygulanınca da uygulamada ilmin güzelliği, en uygun ve en güzel bir şekilde uygulanmıştır.

Fizik, kimya, matematik bilimlerdir,

Evren bütünselliğindeki, dilimlerdir,

Bilimsel modellemeler güzel değil,

Görünen, modellenendeki güzelliktir.

 

            Umarım biz de güzelliği ve Güzeli idrak edebiliriz.

                                                                                                                      22012021

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Aşk Şarabı

Yokluktan boşluğa çıkarak var olan maddenin amacı canlılık,  canlılığın amacı ise insanın yaratılmasıdır. İnsana bilinç yüklenmesinin de bir amacı olabilir.  Bilinç ve idrak yeteneğinin gelişimi sayesinde,  ‘insanın bedeni vardır ama insan beden değildir’ denir.  Her mücadele veya küçük,  büyük her savaş nefis düzeyindedir. İnsanın bedeni ve nefsi vardır ama insan, yalnız bu ikisi ile tanınmak istemez.  Akıl ve kalbi,  insana insanlığını kazandırır. İnsan, idrakiyle beden ve nefsinin dışına ve üstüne çıkabilir.  Bilinciyle insan,  kendisinin dışına ve üstüne çıkarak, evrenin bile cismini bilir,  resmini çizer.  İnsan aklı, sonsuzluğu tanımlar ama aşk karşısında, duracağını da bilir.  Evrensel düzeyde, insanlık bilinci; ‘madde’, ‘canlılık’ ve ‘insana’ dışından ve üstünden bakılmasını sağlar.  Bilinç,  bilinenlerin tümünü içerir. İlmi idrak edenden, bilinen görünür. Aşk, âşık ve maşuku kapsar.  Her şey aşktan,  aşkta,  aşk için,  aşk içindedir.  Kendini bilme, insanın elinde değil yaradılışında, fıtratındadır.

Bilinen kuvvet ve kudretin Allah’a ait olduğu kolayca görülebilir. ‘İstememizi istemese isteyemeyeceğimiz’  aşikâr olur. İlmin her türlü niteliği ve niceliği, ilmin enerjiye dönüşümü ile ortaya çıkar.  Bu da failin Hak olduğunun kanıtıdır.  İnsan istemese,  sevmese ve bilmese hiçbir şey yapmaz veya yapamaz. Sevgi ve bilgi, aşk ve ilim ayrışmaz bütünlerdir. Var olan, aşktan doğan ilimdir. Vuslat yolundaki âşık yolcular, aşklarının hararetinden hiç bir zevk ile kıyaslanamayacak zevk içindedirler. 

Onlara sıfat iyiliğinden saf ve benlik zuhuru pisliğinden pak hakiki bir aşk şarabı olan zat muhabbetinin lezzetli şarabı içirilir.

“Bedenin terkibini, nasıl oluştuğunu, nelerin bir araya gelip nasıl ve ne olduğunu bilen, her şey için bir kudret ve irade gerektiğini iyi bilir. Yeniden diriltilen kimse halini ve bedenden tecerrüdünü de,  sıyrılıp çıkmayı da,  bilir,  bedenin terkibini de bilir. Diriltilen birisi, diğer insanlara örnek olsun veya delil kılınsın diye diriltilir. Hikmet, müminin gaip olmuş malıdır. İnsanlar, altın ve gümüş gibi madendirler, bedenle örtünmüş olsalar da aslı ve özü değişmez. Her kişinin istidadının gerektirdiği kadar ilim, hazinelerinde saklıdır, gizlidir. Her kişinin fıtratında, ilmin tümü, mükemmelliğe götürecek şekilde henüz başkalaşmamış halde, mevcuttur. Üzüm taneleri insanı ve onun kısmî idrakini andırır.  Süt ise kişinin yaşamını sürdürmesi için gereken beslenmeyi sağlar. Şarap, aşk, ilim, bilgi ve hakikatlere işarettir. İnsan üzüm gibi sıkılır,  suyu çıkarılır ve eski yapısından kurtulup yeni bir yapılanmayla şarap,  insan hakikatinin idraki,  elde edilebilir.  Şarabın sarhoşluğu, insanı kendinden geçirerek aşka ulaşmasını sağlar,  aşk ateşi de ilmin bilgiler ve hakikatler halinde ortaya çıkışını gerçekleştirebilir. İlmin tümünün idraki, incirin kendisine,  insanın kısmî idraki ise incirin içindeki taneciklere benzer. Kişinin kendini bilmesiyle yapısının olgunlaşmak üzere başkalaşımı gerçekleşir. Bu ilk yapının çöküşü, harap olması ve göçüşüdür. Yapı taşlarının idraki külli idrake ve ilahi aşka götürür.”

“Bu durum, haviye, göçmeye, göçük oluşumuna ve göçükte ilahi aşk ateşinin yanmasına,  asar ateşine,  eserler yaratan yanışa ve yeniden diriltilmeye gider.” ( 2.259) Süpernova külünden Güneş, oluşur, doğar!

“Kıyametin ilmi, arif olan; ilmi, Allah’ın ilmi ile mahvolan, sonra zatı Allah'ın zatında fani olan, kimsededir. Yani o kimse, cehil, nasıl bilir, onun ilmi de zatı da yoktur. Onlar, kıyameti gördükleri vakit ancak bir akşam, yani Hak nurunun, cesetlerde gurubu veya bir kuşluk, yani Hak nurunun mağribinden tulûu, batıdan doğuşu, vaktinden fazla durmamış gibidirler. Yani vahdette fena ile kıyameti görmeleri vaktinde,  kendilerinin asla vücutları olmadığını,  ancak his ile perdeli olarak cisim âleminde veya akıl ile perdeli olarak canlılık âleminde,  vücutlarının bir tohumdan ibaret olduğunu bilirler.  İyiden iyiye bilirler,  işte  «iki adımdır,  adımını attığın vakit vasıl oldun» diyenin muradı bu iki âlemdir ki varlığından geçtiğin anda ve o halde, vasıl oldun demektir.” (79 Naziat, 42-46) Sen çık, Yaradan kalsın!

“Kendilerine ait kuvvetleri olmadığı için, bireysel fiil ve hareketlerin, kendilerine ait olamayacağı idrak edildiğinde kıyametleri kopmuş sayılır. Hareketten gafil olan zamandan da gafil olur. Ne kadar zaman geçtiği anlaşılmaz. Kıyametten sonraki toplantıda, fiil ve hareketler hissedilmediği için, zamanın nasıl geçtiği anlaşılmaz. Hareketten gafil olan zamandan da gafil olur. Ne kadar zaman geçtiğini anlayamazlar. Bu durumda, yaratılıştan gelen nur batıl olur bilişmeye hidayet bulunmaz, insan kendisinin hiçbir şey bilmediğini idrak eder.”

“Ölüm halinde kemiklerin nasıl çürüyüp dağıldığına bak. Dirilme zamanında kemiklerin nasıl toplanıp sertleştiğini ve et giydirildiğini gör. Her uzvun terkibini, yapı taşlarını anla.” (10 Yunus, 45)  Bireysel fiil ve hareketlerin, kendi kuvveti olmadığı için, kendilerine ait olamayacağını idrak ettiklerinde kıyametleri kopar. Hareketten gafil olan zamandan da gafil olur. Ne kadar zaman geçtiğini anlayamazlar. Bu durumda, yaratılıştan gelen nur batıl olur, insan kendisinin hiçbir şey bilmediğini idrak eder. Ölüm halinde kemiklerin nasıl çürüyüp dağıldığına bak. Dirilme zamanında kemiklerin nasıl toplanıp sertleştiğini ve et giydirildiğini gör. Her uzvun terkibini, yapı taşlarını anla. İlk yaratılışta veriler cüzlerin amacı bu idraktir, yeniden dirilen Hakkın vücududur.

Umarım biz de üzüm tanesi halimizden, yapımızı idrak ederek, şarap haline geçebilir, Hakkın vücuduyla dirilebiliriz!

                                                                                                          03022021

 

 

 

 

 

 

 

Akılla İnşa

“Allah’ın eli,  Âdem’in arkasına mesh ederek zürriyetini zerreler halinde Âdem’in arkasından çıkardı ve onlara ‘Sizin Rabbiniz Ben değil miyim’ dedi. Onlar da ‘Evet Rabbimiz sensin’ dediler.” Allah’ın eli, âlemin ruhunu, ilmini idrak edebilen kutsal akıldır, külli akıldır. Akıl, ruhun nuru ile nurlanan, ilmin idrakiyle aydınlanan,  kalbin parlak bir mevzii, ‘ışık topu’ gibi, fikir üretme gücüdür. Kalbin sağ gözü teorik akıl yürütme gücünü, sol gözü pratik akıl etme gücünü, kalbin kulağı fehimi, idrak gücünü, kalbin dili ise sırrı, zikri ve fikri temsil eder. Âdem, âlemin kalbidir, insanlıktır. Mesh etme, Aklın ruhtan aldığı nur, anlayış, idrak ile insanlığı aydınlatmasıdır. Zürriyetin ihracı, insanlıktan insanları fiile çıkarması ve cüzi akılla donatmasıdır. İlmin, aydınlattığı insanlarda, görünmesidir. Allah’ın eli olan akıl, Allah’ın ruhundan, ilminden, nuru, idraki, alarak bireyleri nurlandırdı, aydınlığa çıkardı, idrake erdirdi, insanı olgunlaştırdı, kemale erdirdi. Allah’ın, ‘rabbiniz ben değil miyim’ diyerek ahdi, insanların zatlarına tevhit ilmini koymasıdır.” (2 Bakara, 27 ve hadis!)

Kutsal ve bilimsel mesajların dedikleri aynıdır. “Suretler, ilmin aynidir. Göklerde ve yerde bir zerre dahi ilminden hariç, ilimsiz, olamaz” (6.59) “Her şey Hakkın ilmi iledir. Hak, ilim açısından her bir şey'i vâsidir, yönetir.” (6.80) “Ruh semasından ilim suyunu indirir, ilmî imanla iman edenler için büyük alâmetler vardır.”  (6.99)  “Evvelden geleceğe kadar tüm mevcudatın vücudu, ilmi sana indirilen bir kitaptadır.” (7.1,2)

“İlim ile detaylandırdığımız,  bir kitap getirdik,  yani,  ilâhi ilmin gerektirdiği gibi, olgunlaşmaya yetkili ve elverişli,  el ve ayak gibi organlar,  göz ve kulak gibi aletler ve duygulardan oluşmuş  ‘beden-i insan kitabını’  getirdik.”  (7.52)  “İnsanın akıl yürütme âleminde ilim ve idrak nurunu inşa etmiştir.” (6.1) “Bilenler, bilgileriyle Allah’ı bilir, ancak çoğu bunu bilmez.” (6.37) İnsan, bedeninden soyunarak, kendine dışından bakabilirse hakikati görür!

“Aklî buyrukları, ruhî aydınlanmayı, kalbî ameli, uygulamayı, kabul etmek için onlara boyun eğin, benimseyin ve kendinizi Allah’ın huzurunda hissedin. İlmin kaynağı olan “Ruhtan”, ruhunuzdan akıl yolu ile ruh ve beden arasında “Aracı”, nebi, “Elçi” olan, kalbinize inen, makul ve mantıklı, akılcı, olmuş ve olacakları içeren, “Evren-Âdem” kitabını okuyunuz.” (2.50) Maddeden kurtulabilen, dışından bakabilen, Âdemi evrende görebilir!

“Allah'ın, ruh semasından indirip; cehil, cehalet ile ölmüş olduktan sonra kendisiyle nefis arzını ihya eylemiş olduğu ilim suyunda; kalp hayatiyle diri olarak, her birini hayvanî nefis kuvvetleri arzında dağıtmasında; Hakk’a ait ef'âl rüzgârlarını estirmesinde, hikmetler vardır. Ruh seması ile nefis arzı arasında fethedilmiş, ele geçirilmiş ve tertiplenmiş olan rabbani sıfatların tecellisi bulutlarında; vehim şaibesinden soyutlanmış,  şeriat nuruyla nurlanmış olan akıl ile hareket edenlere; elbette pek büyük deliller vardır.” (2.164) Ruh semasından indirilen ilim suyu ile cahilce benlik yapan birinin hiçbir şey bilmiyorum diyerek ölümünden sonra aynı ilim ile nefis arzı ihya edilir.

Kalp hayatıyla diri olanların arzda yayılmasında ve Hakkın fiilinin tecellisinde hikmetler vardır. Ruh semasıyla nefis arzı arasındaki fethedilmiş ve tertiplenmiş olan rabbani sıfat bulutlarında nurlanmış akıllar için deliller vardır. Bencil cehil ölür, Hakkın ilmiyle nefis ve kalp ihya olursa akıl nura kavuşur!

Habil ve Kabil’den Allah’a kurban sunmaları istenir. Somut olmayan, hayali kurban kabul edilmez. Akılcı, somut kurban kabul görür. Bu duruma çok kızan hayal ve kuruntu sahibi kardeş, aklı ile güzel işler yapan,  sanatkâr ve güzel ahlak sahibi kardeşini kıskanır ve öldürmek ister.  Hayal, kapsamını genişleterek aklı esir alır. Aklın, ilminin kaynağı olan ruh ile ilişkisini keserek yeni bilgiler elde edinmesini engeller, böylece, cahil aklın ölümüne neden olur. Akıl, hayal kurulmasına engel olmaz ancak kendini hayale kaptıran kişi aklını kullanamaz.  Aklı kullanmamak kişinin normal hayatını etkiler, güzel işler yapamaz, hayali işler peşinde koşmakla ahlakı da bozulur. Aklın ölümü insanın da ölümüdür hayal kurması ve kuruntu yapması da mümkün olmaz. Bu durum insanın yaradılış amacına aykırıdır,  her şeyin bir amacı vardır. Bir insanın böyle ölümü, toplumun hayal âlemine kapılması durumunda, insanlığın da ölümüdür. Her insan, insanlığı da kapsar. (5.29-32)

Akıl önce duyularıyla algılayıp bildiğini zanneder. Bilinmesi gerekenin sadece bu olduğunu, ilk görüş ve görünüşle elde edilen eşya bilgisinin esas olduğunu düşünür.

Kalp gözüyle, basiretle, eşyanın arkasındaki, ardındaki, ruh semasından inen, Hakkın ilmini görünce hiçbir şeyin ilk algılandığı gibi olmadığını idrak eder. Geliştirdiği benlikli ve bencil görüşlerin cehalet olduğunu anlayınca, bilmediğini idrak edince, bencil kişiliği ölür. Cehalet ölüsünün her biri; ruh semasından inip nefis arzını ihya eden ilim suyuyla, kalp hayatıyla diriltilip, hayvani nefis kuvvetleri arzında dağıtılır. Bu arz ve sema arasında tertiplenmiş, keşfedilmiş ve fethedilmiş sıfatların tecellisi bulutlarında, hayal ve kuruntudan arınmış akıllar için deliller vardır. Akıl, Âdemin arkasını mesh eden, insanlıktan insanı inşa eden kutsal külli aklın cüzi bir parçasıdır. Güneş değil ışığı görünür gibi akıl değil fikri görülür.

Umarım, biz de “Aklî buyrukları, ruhî aydınlanmayı, kalbî ameli, uygulamayı, kabul eder, onlara boyun eğer, benimser ve kendimizi Allah’ın huzurunda hissederiz.”

                                                                                                          04022021

 

 

 

 

 

 

 

Kuran Kanıtlanır

            “İş bu Kuran, değişmez, bozulmaz, noksansız, afetten korunmuş, bozulmamak ve kanıtlanmak üzere, evrenin tümünde apaçık olan ve hakikatleri muhkem, sağlam kılınmış bir kitaptır. Hakikatlerini, daha sağlam ve daha güzel olması mümkün olmayan, bir ilim ve hikmet üstüne inşa eder.  Zahirde,  görünürde, muayyen ve malum,  belirli ve bilinen, miktarda,  belirli zamanlarda, aşikâr olur.  Takdir ve tertibinde hikmete uygun intizamda, düzendedir.  Ayrıntılarından layıkıyla haberdar, bilgi sahibi, olan ilim ve hikmet sahibince, ahkâm ve ayrıntısı, cüzi âlemde ortaya çıkarılmış, aşikâr edilmiş, bir kitaptır.” (11 Hud, 1)

“Celal tecellilerinin kahredici gücü,  gök gürültüsüyle,  tespih eder.  Yani bu tecelliye uğrayan kişi,  aklın idrak edemediğini vicdanen bulacağı gibi,  Allah’ı, akılda tasavvur olunan,  hayal edilebilen şeylerden tespih ve tenzih eder, ayrı tutar, arındırır.  Bu tecelliden kazanılan olgunlukla fiilen hakkıyla hamt etmiş olur. Diğer bir deyişle aklın idrakiyle, idrakten yoksunluğunu idrak eden nefis, Hakk’ın kahredici tecellisini tespih ve tenzih eder.  Belki de idrakiyle idraksizliği idrak eden, idraksizlikten, idrak tecellisinin kahrıyla kazanılan olgunlukla, fiilen, söz ile değil hal ile halen, tespih ve tenzih ederek, hakkıyla hamt etmiş olur. Külli lütuf’unu kapsayan hakiki kahrının tecellisiyle, ilahi cemalinin işaretlerini yıldırım gibi indirir. Kendisine tecelli olunan kimsenin vücudu, çekilip alınarak, nefsinin bakiyesi,  geri kalanı,  ifna,  yok,  olmuş olur.  Bir hadiste belirtildiği gibi eğer perdeler kaldırılırsa Zatın nuru bakanları yakar.”

“Seven, sevilen, âşık ve maşuk kullarından dilediğine yıldırım isabet eder. Bu kullar, sıfatların ispatında akıllarıyla tefekkür eder.  İdraklerdeki akıl hileleri,  nurlu basiretin tecellisiyle ortadan kaldırılır ve aşkın nuruyla yakılmasında Allah’ın kuvvet ve şiddet sahibi olduğu kanıtlanır.” (13.13)

“Hakkın batındaki ilim hazinesinde vücudu olmayan bir şey asla zahire çıkamaz ve vücut bulamaz. Zahir de, batın da O’nundur, O'dur. O her şey'i bilicidir. Akıl güneşi, vücut gölgesine delil, şahit kılındı. Akıl delili, vücut gölgesinin hakikatinin vücuttan farklı bir şey olduğunu doğrular, kanıtlar. Akıl güneşi delalet etmezse, gölgenin vücudu ile hakikati arasında ayrılık olmazsa, vücut kendiliğinden var olmuş olur. Hariçte vücut ve hakikati arasında hiç bir fark veya ayrılık yoktur. Gölgenin vücudu olmazsa hiçbir ‘şey’ olamaz, eşya mevcut olamaz. Gölgenin vücuttan gayri bir şeyi, yani hakikati, olduğuna ancak akıl şahit olur.” (25.45) Doğanın temel yapıtaşlarının özellikleri tesadüfî ayrıntılar olmak şöyle dursun,  uzay ve zamanın dokusuna derinden sarılmıştır. (Brian Green, ‘Evrenin Zarafeti’)

 “Hakkın anlayış ve idrakine hakikat güneşi denebilir. İlim, fikirlerle anlaşılabilir. Gölge, akıl için bir belirtidir. Gölgesi düşen bir cisim ışık kaynağını düşündürür. İlim, Hakkın gölgesidir. Bu nedenle doğrudan Hakk’ın bir parçası olan ve henüz gölgeleşmemiş, maddeleşip cisimleşmemiş olan ilim ve fikir kutsaldır.  Düşünme ve fikir üretme yeteneğini,  kutsallık nedeniyle,  terbiye etmeye gerek yoktur. Henüz cisimleşmediği için fani de değil,  fena bulması da gerekli değildir.”

“Temel fikirler, ana fikirler, bir anda zahir olup ortaya çıkar, şimşek gibi çakabilir. Delilleriyle geri dönüşü kolaylaştırır,  temel fikirlerin doğruluğu,  diğer mevcut bilgilerle kıyas edilerek, kanıtlanır.” (27 Neml, 82)

            “Ruh seması, duhan, duman, yani kalpten yükselen latif bir madde idi. Sema, akıl ve ruh seması, latif bir cevherden, enerjiden, oluşur, beden arzı gibi kesif cevherden, maddeden değildir. Üçüncü kırk günde yani cenin ana rahminde dört aylık iken ruh üflenir.” (41 Fussilet,11)  Hadis der ki: “Sizin her birinizin hilkati, yaradılışının hakikati, anasının karnında kırk gün nutfe, döl suyu, olarak cem olur.  Sonraki kırk gün aleka,  kan pıhtısı,  olur .” Son bilimsel bulgular Hadisi’ doğrular,  kanıtlar niteliktedir. Bebeğin, 12. Haftadan sonra kemik iliğinde kan hücreleri belirir ve kan yapımı başlar.

“Kader âleminden mevcudat âlemine geçen suretleri, kalem kâğıda benzer şekilde, aklın nefse yazdığı gibi keşfetmek ve oluşumları gözlemlemek nuru, idraki, sana verilmiştir. Bu iki âlemin keşfi ve gözlemlenmesini göremeyenler bu nurdan mahcuptur. Sonsuz oluşumlar âleminden sınırlı oluşumlar âlemine geçişin keşfi ve müşahedesi sana ilahî ahlak ile birlikte verilen kutsal teyittir. Sana verdikleri ezalara Allah ile sabredersin.” (68 Kalem, 3,4) (Bu konu,  52 Tur, 5’te  ‘Sema-i Dünya’  kavramıyla daha açık anlatılmıştır,  tüm mevcudatın halk edilmesi  ‘Kader âlemi’  denen  ‘Yokluk Âleminden’  ilmine uygun çıkışlar, önce ‘Levha-i Mahfuz’ denen ‘Boşluk Âlemine’ var oluş çıkışlarıyla açıklanmıştır.

Bilim bunu CERN’DE kanıtlamıştır. Vakum ortamında, saniyenin 10-40 kında, elektron-pozitron çifti var olur yok olur!)

“Kuran, anlaşılsın diye Arapça olarak indirilmiştir. İnsanın yaratılışında vaat edilenler, kitapta tekrar edilmiştir. İnsanın, kitabın doğruluğuna şahadet etmesi, şahit olması ve onu okumaları beklenir. Hakiki mülk sahibi olan Allah;  kadri takdir olunmak ve mülkünde işi bozulmayacak derecede azametinin büyüklüğü sonsuzdur ki, hikmeti gereğince herkese hakkını verir. Habipim; hazinenin merkezinden «ledün ilminin» telâkkisi sebebi ile zevkinin amaç ve sonucundan dolayı, şevkin heyecanı zamanında Kuranın sana gelişi ve vasıl olmasıyla, hüküm olunmazdan evvel, Kuran ile acele etme. Zira ilim ve hikmetin nüzulü, inişi, senin terakki mertebelerinin tertibine uygun tertiplenmiştir. Ve sen,  talep etmekten,  ilim ve irfan kazanmaktan endişe etme! Zira feyiz, anlayış ve idrak sonsuzdur. Ve tasfiye, terakki ve tahliye arttıkça feyiz de artar. Çünkü ziyadeyi, daha fazlasını, istemek, ancak hal duası ve yaratılış lisanı ile olur. Kabulün imkânından evvel talep ve sualde acele etmek ile değildir. Her ne zaman bir şey'i bilirsen ondan daha iyisi, çoğu ve gizlisi olan bir şeyi kabulün ziyadeleşir.” (20 Taha, 113, 114)

Umarım, biz de Kuranı, acele etmeden, anlayışımızla idrak edip kanıtlayabiliriz!

                                                                                              09022021

 

Levhalarda Yazılıdır (1)

Günlük yaşantıda geçen birçok terim ve deyim anlamaları düşünülmeden geçer. Örneğin, alın yazısı, yazgı, kader, nasip, kısmet, pozitif düşünme, korktuğun başına gelir, yazıldıysa olur, Allah yazdıysa bozsun, bunlardan bazılarıdır. Kurumların bazılarının kabul törenlerinde “Sizinle aramızda bir bağ önceden olmasaydı şimdi bu sonuca ulaşılamazdı, ya biz uygun görmez ya da siz kabul etmezdiniz” gibi konuşmalar geçer. Uzun süre çocuk sahibi olmak isteyen çiftler de yazgı ortamını yaşar, sonunda çocukları olabilir. Hepsinde ortak olan önce tam bir yokluk ortamı sonra boşlukta bir şeylerin var oluşu söz konusudur. Sevilen bir şeye veya bir kişiye kavuşma durumlarında da olan şey budur. Yokluktan boşluğa çıkarak var olan bir şeyden söz edilir. CERN’de yapılan deneylerde de bu durum her seferinde gözlemlenir. Bir vakum ortamında saniyenin 10-40ında yokluk âleminden boşluk ortamına bir elektron-pozitron çifti çıkar var olur ve hemen sonra yok olur. Güncel olan aşıda da mRNA, ‘haberci RNA, denen ‘template-levhaya’ trilyonlarca ilave enzim doldurmak yani yazmak söz konusudur. Kuran’da da “Levha-i Kader denen yokluk âleminden Levha-i Mahfuz âlemi denen korunmuş ve saklı ortama indirilerek mevcudat oluşturulmuştur” denir. Kitap bu nedenle tüm evrende her olmuş ve olacağı, kanıtlanmak üzere, içerir. Her şeyin ilmi, uygulanmazdan önceki hali, Allah’ın indindedir.

“Ya Muhammed, Rabbinin meleklere «Ben, yeryüzünde halife kılıcıyım» dediğini, hatırla. (İz) kelimesi, ezelden ebede daim ve geçerli olan daimiliğe işarettir.”

 “Allah’ın meleklere sözü, yakin melekler olan kudretli ve kutsal kişiliklere ve semavî nefisler olan soyut ve somut ruhlara, Allah’ın iradesinin, Âdem’in icadına ait ve ilişkili olduğu manasının ilkah edilmesi, verilmesidir. Allah, Âdemin inşasında görev alacak olan ilim sahibi ve uygulayıcılara Âdemin icat edilmesi iradesini göstermiş, emretmiştir. Zira kâinatta hadis olan her şeyin,  yaratılmazdan evvel kaza-i sabık denilen ruh, ilim âleminde sonra âlemin kalbi olup levha-i mahfuz tesmiye olunan kalp, boşluk, âleminde sonra âlemin nefsi olup mahıv-ü ispat levhası ve dünya seması denilen nefis, varlık, âleminde sureti vardır (tasarı-düşünce-uygulama). «Her şeyin hazinesi, bizim indimizdedir, her şeyi, ancak malum miktarda indiririz» mealindeki (15 Hicr Suresi, 21)  ayeti kerimesi bu manayı kapsar.  İşte âlem-i kevende, oluşum âleminde, zuhurdan evvel ruh,  kalp,  nefis âlemlerinde sureti vücut bulmuştur. Allah meleklere «Ben halife kılıcıyım» demiştir. İmdi, nefsindeki hali itibar eyle ki, senin, keven-ü şahadet, görünür bedensel âlemin, olan aza ve cevahirinde zahir olan her sözünün, her işinin gaibi gaibinin maverası ruhundur. Ruhunda, sonra gaibi gaibinde sonra senin dünya göğün yani sana en yakın göğün olan nefsinde mevcut olduktan sonra aza ve cevherinde zahir olduğunu görürsün,  (ca'ü)  kelimesi,  ibda ile tekvinden,  yaradılıştan, umumi ve her ikisine şamil, insanda emir ile halk âleminden mürekkep olduğundan ayette (halikûn) denilmeyip  (ca'ılün)  denilmiştir.  Halife,  benim ahlâkımla ahlaklaşmış, vasıflarımla vasıflanmış, olarak benim emirlerimi infaz,  mahlûkatımı idare,  işlerimi tedbir,  nizam ve intizamını zabtı ile halkı bana itaate davet eder.”

“Ulu Allah sizin var olabilmeniz ve yaşayabilmeniz için yeryüzünü ve gökyüzünü halk etti.  Ciheti süfliye: aşağıda olan,  arz,  yeryüzü;  Ciheti ulviye: Yukarıda olan, sema, gökyüzüdür. Birisi beden ve beden azası olan âlemi cismani, cisim âlemi, ikincisi ruh, ilim âlemidir. Semanın yedi kat olması ruh âleminin mertebeleridir. 1- Madde, cin âlemi, 2- Nefis âlemi, 3- Kalp, 4- Akıl, 5- Sır-ı kalp, 6- Ruh, 7- Sır-ı ruh.” (2 Bakara, 29) 

“Beden arzında,  bireysel tedbir alma ve bedensel ameller sayesinde yaşanabilecek ortam hazırlanmıştır. Kalp seması ise sabır, şükür, tevekkül, bağışlama ve muhabbet makamlarıyla birlikte bilgi,  hikmet ve hakikatler ile donatılmıştır.  Hakikat nuru vehim ve kuruntudan korunmuştur, kötüye kullanan kişileri de parlak bir nur izleyip yakalatır. Vücutta bir şey yoktur. Her şeyin hazinesi indimizde,  katımızda,  yanımızdadır.  Önce sureti,  şekli ve resmi,  külli akılda külli veçhesiyle,  her yönüyle resim olunur, kaza âleminde resmi çizilir. Sonra, sebepleriyle birlikte, levha-i mahfuzdaki görüntüsüyle, külli nefis âleminde görüntülenir. Daha sonra ayrı ve farklı bir birim olarak ölçülerine göre, miktarına uygun, vasıflarına uygun levha-i kader ve dünya semasında görüntülenir. Kısaca, külliden cüze, plan, program ve bütçesine uygun olarak, her şey tasarımına uygun gerçekleştirilir. Her şey belirli ölçüde, şekilde, yerde ve zamanda kendine özgü yaradılış ile indirilir. (15 Hicr, 21) 

 

 

Sesten Konuşmaya

            Ses, algılanabilen periyodik basınç değişimleridir. Ses titreşimle oluşur, titreşim enerjiye dönüşür. Sesin kuvvetine gürlük denir. ‘Sicim Birleşik Kuramına’ göre,  “Madde,  atomlardan; atomlar  da elektron,  nötron  ve  proton ile içindeki kuarklardan oluşur. Bütün bu parçacıklar, aslında titreşen küçük sicim ilmekleridir. Sicim kuramı, tek bir ilkeden, “En  ileri  mikroskobik  düzeyde  her  şeyin  titreşen tellerin bileşimlerinden oluştuğu” ilkesiden, ibarettir. Elektron, bir  biçimde  titreşen  bir  sicim, yukarı  kuark başka  bir  biçimde  titreşen  bir  sicimdir. Her  hangi  bir ‘şey’in ‘info’su  asla  yok  olmaz  ama  kütlesi,  örneğin  kara  deliğe düşerek, enerjiye dönüşür.” (1)

             “Bir  emirle,  halen,  her  an,  oluşmaktaki evrenin,  ‘Hadis  olur,  fani  olur’  şeklinde  var  ve  yok  olması istenmedi, her şeyin bir amacı vardır.” (21 Enbiya, 16,17) “Ruhsuzluk  durumunda,  madde;  tek düze  bir  sarsıntı,  sallantı  ve  titreşim  içinde  olur,  yalnız bilinçsiz  sarsıntı  ve  titreşim  içinde  oluş  vardır. Diğer  bir  deyişle  herhangi  bir  ‘canlı şey’ olmadan  önceki  haldir.  Yani  madde  ve  beden  arzının kadri ve kıymetinin bilinmesine sebep olan ervah, mana ve ameller, kuvvetlerinin tümünü meydana çıkarır. Böyle durumda, beden arzı, halinin diliyle, hal diliyle, içinde bulunduğu halinin anlattığı şekilde, haberlerini söyler. O vakit beden arzı, verilen iradenin  nasıl  kullanıldığını,  evveline ait haberlerini, söyler. Maddenin içinden, bir ‘şey’ oluşmasına ilişkin,  ilim  çıkarıldığı  zaman,  maddenin  kütle  ve  ağırlığı  da ihraç edilir, ortadan kaldırılır, aslına döner.”

“Ruhun maddeden soyunması zamanında, beden arzı da ıstırap içinde harap olup ortadan kalkar, kütlesi ve maddesi de yok olur.” (99 Zelzele, 1-8)

“Yer ve gök, maddesiz ve müddetle kayıtlanmaksızın, halk edilmiştir. Yer ve gök, Allah’ın ilmi ile görünür,  vücudu ile mevcuttur.  Zaman ve mekân ile sınırlı olan aklın itibarı olmasa, arz ve semanın vücudu itibar olunmazdı.  Sema ve arz, Allah’ın vücudundan ayrı ve gayrı olamaz. Her şey istek ve iradesiyle, “Kûn, ol” emriyle, ancak söz ve ses duyulmaksızın, arada bir vasıta olmaksızın ve zaman geçmeksizin birden, sürekli, her an içinde olmaktadır.” (2.117)

“Nutuk, sizin bedenleriniz arzında ve lisanınız üzere zahir olmuş,  meydana çıkmış olan  ‘mütekellim-i hakikînin’, ‘hakiki kelam edenin’ sıfatlarından bir sıfattır. Eğer huzur ve görüş sahibi, şahit, iseniz kalplerinize mütekellim-i hakikî o sıfatla tecelli etmiştir. Nutkunuz, hayvanat sesleri gibi sedalar olmayıp,  hakikî nutuk ise, kalbinize tecelli eden ‘sıfat’, tekellüm sebebiyle, kelimeler suretinde yer almış olan rızık-ı maneviniz, size ruh semasından nazil olmuştur. Ve bu suretle sizin kemaliniz hâsıl olmuştur ve ahret ahvaline onunla hidayet bulmanız için Hakk’ın nuru size parlamıştır, kalbinize manalarıyla doğmuştur.” (51 Zariyat, 23)

Arz ve sema, madde ve mana, yer ve gök, önce bitişikti, heyula iken, görkemli bir hayal ve cismanî bir madde iken, yapışık idiler. Uyumlu farklılaşma ve başkalaşarak mükemmelleşme sayesinde,  sonra,  kısadan uzuna ses ve renk dalgaları gibi ayrıldılar.

Benzer şekilde bebek,  nokta iken,  kan pıhtısı oldu,  ruh verilip,  insan olma ilmiyle donatılıp, arzı ve semasıyla, yayılıp döşendi. Her ne yaşanırsa tüm varlık ile yaşanır, kısmî yaşanmaz, organsal yaşanmaz,  bir bütün olarak yaşanır. Duygular akılla yaşanır,  aklın kullanımında duygular da etkindir. “İnsan ile Dünyada, arz ve sema, madde ve suret, farklı olarak yedi kat olarak hüküm ve takdir edildi.  Semanın her katına amacı, işleri,  araçları,  tesir ve tedbirleri işaret edildi.”  (41 Fussilet, 12)  Bazı tesirlere karşı da dünya gibi insan da uyumlu farklılaşıp başkalaşarak, örneğin fazla ışığa karşı bronzlaşarak, korunur.

Fiziksel de kimyasal da olsa bedenimizdeki her hücremiz, elektrik oluşturuyor,  üretiyor,  radyo ve TV istasyonları gibi ses ve görüntü kodlayıp,  diğer hücreye gönderiyor sonra da mesajları alıp,  lisanını ve anlamını çözümleyip, mesajların gereğini yapıyor. Daha önemlisi bütün bu iş ve işlemler, hücrelerimizin bir protein veya molekülünün yaptığıdır.  Hücrelerarası mesaj alışverişi gibi hücre içindeki organeller arasındaki mesaj alışverişi de elektrikle olmaktadır. Elektrik akımının dalgalanması DNA’YI da etkiler ve DNA nöronların yapısını değiştirir. Diğer bir deyişle elektronların üstünde yaşıyoruz. Elektron bilgi yüklenebiliyor, taşıyabiliyor,  muhafaza edebiliyor ve hafızadan alıp hatırlama yapabiliyor.

Beden elektriği sinyalleri,  atom düzeyinde çalışır. (2) Sinir hücreleri olan nöronların yüzeylerinde, sinyali oluşturan ve alıp ileten proteinler vardır.  Eksi veya artı elektrik yüklü atomlar, bu proteinlerce, nöronların hücre duvarlarından, birbirlerine geçirilerek, sinyalleşme başlatılır ve sürdürülür. Bir hücrenin içinde bir atoma elektron yüklendikçe, hücreler arasındaki denge bozulur ve bu iyonların bir hücrenin içinden diğerine, hücreden hücreye pompalanmasıyla, 70 mili volt düzeyinde, bir voltaj, akım dalgalanması yaratılarak sinyal iletilir. Bir mili volt, voltun binde biridir. Kıyas ile anlaşılması amacıyla, cep telefonları 5 mili volt ile şarj edilir. Elektronları kullanan bakır tel yerine, bedenin sinir istemi, yüklenmiş elektriği, iyonları, genellikle de potasyum ve sodyum iyonlarını,  kullanarak nöronlardan geçirir. İyon, normalden fazla veya az elektron yüklü atomdur. Görevli proteinler bir atomun elektron yükünü artırabilir veya eksiltebilir, böylece anot veya katot oluşturabilir. Enerji görülemez, etkisiyle bilinir. Görülemeyen bilinebilir;  algılanabilir olan ilim, enerjiye dönüşünce EMR, elektromanyetik radyasyon, yayılımı ışık hızında hareket oluşturur.  Hareketi algılama yeteneği de insan bilincindedir. Bilinç, akıl ve akıl semasında oluşur, aklın hızı, zaman ve mekân sınırı tanımaz.  Bu mesajlarla hayal eder, düşünür, ses oluşturur, konuşur, hafızaya kaydeder ve hatırlarız.

Umarım, biz de, titreşimleri hisseder, sesi duyar, mesajı dinler, ilmi idrak edebiliriz.             19022021

 

(1)     “Evrenin Zarafeti”, Brian Greene, sayfa 43, 45.

(2)     https://pursuit.unimelb.edu.au/articles/reading-the-body-s-electrical-signals-to-treat-illness

 

                Dayanışmayla Oluşum

            Mevcudatın arasındaki dayanışma ve yardımlaşma, oluşumun kaynağından olabilir. Var olanlar içindeki ve arasındaki dayanışma ve yardımlaşmanın nedeni, oluşumun kendisinin dayanışma içinde vuku bulmasıdır. Ayetler, tagayyürden, uyumlu farklılaşarak mükemmelleşmeden söz eder. İlmin ilk uygulanışı, elektro manyetik enerji dolu kuvvetler olarak ortaya çıkışıdır. Sürekli iletişim ve etkileşim içinde olup da, Higgs bozonu içinde toplanıp maddeleşip, bedenleşen, kuvvetler; canlı ve cansızların temelini, kaynağını oluşturur. Canlıların özü DNA Levhasına, maddeye hükmetme iradesi, yazılmıştır.

Bu durum CERN’de yapılan bilimsel deneylerin tümünde gözlemlenir. Bir vakum ortamında, saniyenin 10-40ında, trilyonda birinde, yokluk âleminden boşluk ortamına bir elektron-pozitron çifti çıkar, var olur ve hemen yok olur. Kitapta, “Bir emirle, halen bile oluşum halindeki evrenin,  ‘Hadis, var, olur,  fani, yok, olur’ şeklinde eğlence gibi oluşması istenmedi” denilir. (21 Enbiya, 16,17). Kısaca, madde evreninin, “Var olur, yok olur” halinde rastgele oluşmadığı, belirli bir düzen ve amaç üzere oluştuğu bildirilir.

Atamızın bir heykeli için kaidesine de önem verilir. Benzer şekilde, eğer bu âlemde, Âdem icat edilmesi planlandıysa, yerlerin ve göklerin halk edilip döşenmesi, canlılığın yaratılması ve hepsinden sonra, insanın inşasının düşünülmesi makul ve mantıklıdır. Heykelin kaidesi maddedir, insanın bedeni ise canlıdır, üstelik insanı insan yapan öz, manadır, insanlık bilincidir.

“İnsan, böylece esfel-i safilinden, maddenin çukurundan, açılan temelden, ana rahminden, arş-ı alaya yücelir. ‘İnsanlık ilmi, Allah’ın ilmiyle bağlantılıdır’ denebilir. İnsan, kuvvet ve kudretini, maddeye ve bedene hükmetme iradesini doğrudan Hak’tan, gaip âleminden, alıyor olabilir. İnsan, onun ilmi ile âlim, vücudu ile mevcut, nefsi ile kaim, ayakta, hayatı ile hay, diri, kuvvetiyle kuvvetli ve hükmü ile iradelidir. “Fıtratı gereğince, her nefsin kudret âleminden kuvveti ve onu terbiye eden hükümdarlık âleminden gelen iradesi vardır. Kudret ve kuvveti, ilim ve nurdan, aklıyla ilmin idrakinden gelir. Hükmü yerine getirme, uygulama azim ve iradesini ise hükümdarlık âleminden, zaman içinde, yerine ve zamanına göre, gerektikçe, yardım olarak, alır.” (50. 21)

“Allah, Âdemin inşasında görev alacak olan ilim sahibi uygulayıcılara, Âdemin icat edilmesi iradesini göstermiş, emretmiştir. Zira kâinatta hadis olan her şeyin, yaratılmazdan evvel kaza-i sabık denilen ruh, ilim âleminde, sonra âlemin kalbi olup levha-i mahfuz denen kalp, boşluk, âleminde, sonra âlemin nefsi olup ispat levhası ve dünya seması denilen nefis, varlık, âleminde, sureti vardır, tasarlayıp, düşünüp, uygulamaya benzer. Her şeyin hazinesi, bizim indimizdedir, her şeyi, ancak malum miktarda indiririz.” (15 Hicr Suresi, 21)

 Güncel olan COVID 19 aşısının üretiminde, mRNA, ‘haberci RNA, denen ‘template-levhaya’, virüsün kendi bilgilerinin arasına, trilyonlarca ilave enzim, kimyasal ‘harf’, doldurmak, yazmak, söz konusudur.(1) Böylece virüsün üretilmesi engellenir. Kitap, Levhalardan bilgiler vermesi nedeniyle, tüm evrende her olmuş ve olacağı, kanıtlanmak üzere, içerir. Her şeyin ilmi, uygulanmazdan önceki hali, Allah’ın indindedir.

“Nefis, tabii lezzetlere meyil ederek süfli tarafa cezp edilirse, tabiat perdesi, kalbini mana âleminden koparır, uzaklaştırır. Mana âleminin kuvvet ve kudretinden yoksun kalır,  gereken yardımdan kesilirse, kalbin iradesi zayıflar. İlmin nurundan, idrakinden, mahrum kalan iradenin, kuvvet ve kudreti de zayıflar. Bu durumu fark edip ulvi yöne dönüp, bedenden soyunursa, ilahi nur ve kuvvet yardımına ulaşır. Allah’a yakınlaşması halinde ise, nebiler gibi bilinmeyeni bilir, kadir olunmayan şeylere kadir olur. İnsan, kendisine bağış ve ihsan olunmuş olan bedende, ilahi kuvvet ve kudrete sahip olur, hükümdarlık âlemlerinin vasıflarıyla vasıflanırsa, sezgi ve ilhama erişir. Gaibi kimse bilemez ama gaipten nida olunur, yardım alınır, fıtrata nakış olunmuş olanlar okunabilir. Sadık rüyalar ile vahiy aynı vadidendir. Nefsin tahayyül kuvvetiyle, gaipteki suretler cesetleşebilir, tecessüm edebilir.” (11 Hud, 69) (48 Fetih Suresi, 27) (80 Abese, 13-16) (85 Büruc, 20,21)

  “Göklerde ve yerde bir zerre miktarı ilminden hariç olamaz. Zatının kâffesine, tümüne, huzuru dolayısıyla, cemi gaipleri kapsayan hazineler, Hakk’ın indindedir. O gaip hazinelerini Allah’tan gayri kimse bilemez, ancak o bilir. Yani gaip hazinelerinin kapıları kilitlidir, anahtarları Hakk’ın elindedir. Hakk’ın gayri, o gaip hazinelerinden haberdar olamaz. Gaip mekânından şahadet âlemine çıkarılmasının sebepleri; Hakk’ın kudret ve tasarrufu elindedir. Onun indinde mahfuzdur, saklıdır. O hazinelerde bulunan gaiplere muttali'  olmak için, Hakk’ın gayrisi, o esbabı çekip almağa kadir değildir.  Bu anahtarlar da,  Hakk’ın  "Esma-i İlâhisi”dir.

"Apaçık Kitap”, iş bu cüzi oluşumun şahısları ve adetleri "Sema-i dünya"dan ibarettir.” (6 Enam, 59) (47 Muhammed, 31) (52 Tur, 50,51) (57 Hadid, 1-3)

“Ve kitabın aslı Allah'ın indindedir. Yani, ezeli ve ebedi her olmuş ve olacak şey'in «vecih-i külli üzere» nakış olunmuş bulunduğu ve mahıv ve ispattan münezzeh, akıl-ı külden ibaret kaza-i sabık levhası; «Allah’ın indindedir»” (7 Araf, 39) (13 Rad, 39) “Vücutta bir şey yoktur. Her şeyin hazinesi indimizde, katımızda, yanımızdadır. Önce sureti, şekli ve resmi, külli akılda külli veçhesiyle, her yönüyle, resim olunur, kaza âleminde resmi çizilir. Sonra, sebepleriyle birlikte, levha-i mahfuzdaki görüntüsüyle, külli nefis âleminde görüntülenir. Daha sonra ayrı ve farklı bir birim olarak ölçülerine göre,  miktarına uygun,  vasıflarına uygun levha-i kader, dünya semasında görüntülenir. (15 Hicr, 22) (45 Casiye, 28)

Umarım, biz de, harflerden oluşan birer anlamlı ‘kelimetullah’ olarak, nereden gelip nereye, dayanışma ve uyum içinde, gittiğimizin bilincini idrak edebiliriz.                                                                                                                 03032021

(1)   https://www.economist.com/science-and-technology/2021/02/06/how-vaccines-are-made-and-why-it-is-hard

 

 

 

 

Varoluş Renklidir

Doğada ve Evrende, ilmin uygulanmış hali olarak, bir ‘Düzen’ vardır, rastgelelilik ve tesadüf yoktur. Düzenin fark edilmesi önemlidir. Örneğin, Doğada bir ‘altın oran’ uygulaması vardır. Renkler, en sıcağından en soğuğuna, dalga boyları en kısasından en uzununa kadar düzenli ve uyumlu bir farklılaşma gösterir. Galaksilerin açılımı ve yerçekimsel güçlerin etkileşimi, belirli bir matematiksel formüle dayanır. Eşyayı oluşturan enerji kuvvetleri, belirli ortamda, bilinen koşullarda, kesifleşip kütleleşir, maddeleşir, bedenleşir. Hücreler arası mesajları ileten 5 mili voltluk elektrik yüküdür. Hücreler arası bu elektrik alış verişi, sesli ve renklidir. İnsanlığın, son bilimsel keşiflerle yaptığı renkli TV yayınlarını, nöronlar, ezelden beri hep yapar. İnsan, kalbinin içinde yaşar!

Mikrodalga ışınımı, X-ray ışınımı gibi çeşitli Elektro Manyetik Radyasyon-EMR ışınımı dalgalar halinde, küresel biçimde, yayılır. Her yerden her yere, her zaman sonsuz EMR ışınımı vardır. Bir göze ulaştığında ‘görülebilir ışık’ olarak görünür. Görünen ışık fotondur, ışın, ışık hızında ve kuantalar halinde yayılır.  Bir kuanta, belirli bir miktar enerjidir. Böylece fotonun enerjisi ölçülür. Işınım dalga halinde olsa da partikül,  parçacık veya foton olarak görünür.  Bir ışık kaynağından sonsuz ışın, ışık çıkar. Işık, prizma veya camdan geçerken kırılır ve dalga boylarına göre ayrılarak renkler de görünür.  Kuantum mekaniğine girince de dalga özelliği gösteren parçacık ve parçacık özelliği gösteren dalgalar söz konusu olur. Bilimin “Belirsizlik İlkesi”  ile çeşitli gerçeklikler anlatılır, gerçek bilinenler oluşur.  Sanırım en iyi sonuç şu olabilir “Görünen bilinmedikçe, Bilinen görünmüş olmaz!”

“Arz ve sema, madde ve mana, yer ve gök, ayrılmadan önce bitişikti; heyula iken yani görkemli bir hayal ve cismanî bir madde iken, yapışık idiler. ‘Uyumlu Farklılaşma ve Başkalaşarak Mükemmelleşme’ sayesinde, kısadan uzuna, ses ve renk dalgaları gibi ayrıldılar.  Benzer şekilde bebek, su damlası iken, kan pıhtısı olur, insan olma ilmiyle donatılınca yani ruh verilince, arzı ve semasıyla, yayılıp döşenir.  İnsan ve Dünyada, arz ve sema, madde ve mana, kuvvetleri farklılaşarak yedi kat olarak hüküm ve takdir edildi. Arz ile Semanın her katına, amacı, işleri,  araçları,  tesir ve tedbirleri, işaret edildi.”  (41.12)

Ayetin açıkladığı gibi Evrende yer ve gök önce bitişik iken sonradan  ‘uyumlu farklılaşıp kendiliğinden ortaya çıkış’ ile yer ve gök ayrılmıştır. ‘Uyumlu farklılaşma’ kavramı en iyi gök kuşağında görülebilir.  Renkler,  en kısa dalga boyundan en uzun dalga boyuna kadar kesiksiz,  boşluksuz,  atlamasız bir şekilde oluşur. Fotonun açılımı küreseldir, bir ucu gözde iken, uzun dalganın boyu evrenin fiziksel büyüklüğü kadardır. Bu açılım, uyumlu farklılaşmayla kendiliğinden ortaya çıkışın örneğidir. Foton, ‘kuanta’ adlı enerji paketlerini içerir, kütlesi yoktur, hızı ışık hızıdır.  Hem parçacık hem dalga özelliği gösterir. Her dalga boyu ayrı bir renkte ve ısıdadır. Dalga boyu kısaldıkça içerdiği enerji ve ısısı artar. Her dalganın enerjisi ölçülebilir. “Hatta kuramsal açıdan, hacim olarak ifade edilmesi halinde,  en kısa dalga boyundaki enerjinin bir santimetre küpü, evrendeki tüm galaksilerin kütlesel oluşumuna yeterlidir.” (1) Enerji, Kütleye dönüşür, nedeni bilinmez. Kütle ve enerji neden canlanır da hayat oluşur? ‘Neden’ soruları kutsal metinlerde açıklanır.

“Allah’ın ayetleri ve sıfatlarına hidayet bularak, Hakk'ı arif olmaları için, ceset arzında, duygu ve düşünce, kalp ve akıl;  havas tarikleri,  arzu,  heves ve isteklerine uygun yolları,  var ettik.  Ve biz, kalp ve akıl semasını, üstlerinde atmosfer gibi yükselterek,  ceset arzını,  tagayyür etmek, başkalaşmak, mükemmel olmak için tazelenmek, yenilenmek,  üzere oluşturduk ve sehven, yanlışlıkla, kasıtsız olarak, olabilecek hasar ve hatadan mahfuz kıldık,  koruduk.  Akıl seması,  her türlü hayal,  tasavvur,  duygu ve düşünceleri kapsayacak ve birbirine bağlayacak şekilde yer alır. Her birisi makul ve mantıklı olarak akla dayanır.  Akılda boşluk bulunmaz,  kırılmaz ve bükülmez, kimse aklını terk edemez.  Bütün bunları anlayamayanlar için akıl seması, ilim ve mana göklerini yani uzayını, delil ve şahitlerinden, maddi veya bedensel kanıtlarından, uzaklaştırıcıdır. Allah, nefis gecesini ve ruh güneşinin nuru olan akıl gündüzünü ve gece ile gündüzü içine alan ’Kalbi’ halk eden ve izhar eyleyen,  açığa çıkaran, zattır. Bunların her biri, ulvi bir karargâh veya makamda ve ruhaniyet semasının bir mertebesinde Allah’a seyir eder.” (21.30-33)

 İnsan beyninin ağırlığı, vücudun yüzde 2 si kadardır ama enerjinin yüzde 25 ini harcar. Beyin, düşünce üretir, etkendir; madde vücut, düşünceyi uygular, edilgendir. Düşünce gücü,  elektronik alet çalıştırır, enerjik kuvvettir.  Beyin hücreleri arasında oluşan elektrik akımı ve EMR alanı kuvvetlerden oluşur. Kutsal metinlerde bu alana ‘Kalp ve Akıl Seması’ denir. Günlük yaşamda farkında olunmasa da “Ben” denilen ‘şey’ ilgili kuvvetler arası bir denge durumudur. Belirli bir denge durumuna ‘ben’ denir. Nörolojiye göre, ses ve renkler gibi, her şey, sinir uçlarınca algılanır ve her şey, tamamen bir algıdır, bütünden kopuk ayrı bir ‘benlik’, ‘sen,  ben’  yoktur. Her hareket, yeni bir denge durumu yaratır. Hareketleri ve yeni denge durumlarını, akıl, kendine özgü ‘kıyas’ yöntemiyle anlar. “Kalbin elektromanyetik alanının çapı yaklaşık 5 metredir. Kalbin elektrik akım kuvveti, beyin elektrik akım kuvvetinden 60 kat daha güçlüdür. Kalbin elektromanyetik alan kuvveti ise beyninkinden 5.000 kat daha kuvvetlidir.” (2,3) Beyin, kalbin içinde ve etkisinde çalışır, EMR alanları etkileşim içindedir. Kalbin elektrik ve manyetik alan kuvvetlerinin titreşimi evreninkilerle de etkileşim içindedir. Uyumlu frekanslar birbirini çeker, sonunda genellikle birleşir, korkulan başa gelir. Olumlu duygu ve düşünceler de mutlaka gerçekleşir.

Umarım, evrimsel olması istenen evrensel oluşumun hakikatini idrak edebiliriz!

                                                                                                                                             19032021

 

(1)     D. Bohm, “Wholeness and the Implicate Order”, 1980, Routledge & K. Paul

(2)     Sercan Çetin, https://www.youtube.com/watch?v=E3Sgne96bk0

(3)     https://www.facebook.com/TeslaOsilatoru/videos/740712966726432/

 

Işıktan Huzura,

Önce ışık vardı. Büyük Patlama ile Hakkın ilmi, ışık enerjisi olarak parladı. Hala da ışıktan başka şey yok, ışık halden hale geçer. Hakk’ın Hakikat Güneşi parlayınca ortam aydınlanır; elektromanyetik kuvvetler gurup edince de ortam kararır, maddeleşir, bedenleşir. Tüm mevcudat, Rahmanın hamurundan oluşur. Cemadat, ‘halk edilir’ bu hamurdan, canlılık, ‘yaratılır’ bu çamurdan ve insan ‘inşa’ edilir aynı ruhtan, ilimden. Maddeden bedene, nefisten kalbe ve ruha, ilme ve bilince geçiş insan için kaçınılmazdır. Maddenin özünün ışık olduğunu, enerjinin kütleye, kütlenin enerjiye dönüşü bilimseldir. Bedenin içinde ve dışında tüm hareketlerin temelinde elektromanyetik ışınım olduğu bilinir. İnsan, kalbinin içinde yaşar! (1)

“İnsan,  acilden halk olundu.  Hilkatin,  yaratılışın, aslı olan nefis,  bir hal üzere sabit değil, hareketli ve daima ıstıraplı bir şeydir; acele üzerine mecburen yaratılmıştır. Böyle olmasa; halden hale seyir ve terakki, tekâmül etmez, gelişmez, mükemmelleşmez.  Zira ruh,  daim-üs-sebattır, sabittir ve ruhun,  nefse taalluku sebebiyle kalbin vücudu hâsıl olur ve ruh ile nefis sayesinde; kalp, seyirde mutedil olur, dengede durur. İmdi insan, kendisine sekine ifade eden ruh ve kalp nuru galebe etmeyerek, nefis makamında kaldığı müddetçe, cibilliyeti, yaratılışı, gereğince insana acele lâzım gelir.”  (21.37-39) Ruh sabittir, değişmez, halden hale seyir eden nefis ise özündeki ışık nedeniyle, hareketli, acelecidir. Ruh ve nefsin ortasında, kalpte, ruhun nuru galipse huzurdadır; kalpte, nefis galipse acelecidir. “Tövbe edip Zat’ında fena olduktan sonra bağışlanan vücutta bir huzur, sükûnet hissedilir.” (2 Bakara, 248)

 

Bu kavramlar, ‘Fiil’, ‘Sıfat’ ve ‘Kişilik’ olarak, insanı vuslata götürebilir. İnsanın kişiliği sıfatlarıyla açığa çıkar. Sıfatları ise fiillerinden anlaşılır. Kuran’da bu kavramlar ‘Efal’, ‘Sıfat’, ‘Zat’ veya ‘Nefis’, Kalp’, ‘Ruh’ makamları olarak anılır. Her makam ise, ‘Tevhidi Efal’, ‘Fena-i Efal’ ve ‘Tecelli-i Efal’ gibi ‘tevhit’, ‘fena’ ve ‘tecelli’ mertebelerine ayrılabilir. İnsanın, genel ve geniş kapsamlı vücuttan, hatta evren bütünlüğünden, ayrı ve gayrı bir varlığının olamayacağı aşikârdır. Bu nedenle Zatın tecellisi mertebesinde, kişi zanlarından kurtulur ve aradan çıkar. Varlığın, Hakk’ın vücudu, sıfatlarla mevsuf olanın, sıfatlananın, Hak ve fiillerin Hakk’ın yani failin Hak,  olduğu idrak edilmiş olur. Böylece, Zatında fena bulana, Hakkın vücudu bağışlanır ve kişi huzura kavuşur. Dört Kitabın özeti budur. İnsan, Allah’ı bilmesi için inşa edilir! (2) Allah bilindiğinde, ete kemiğe bürünüp isimlerle görünebilir ve “Ene el Hak” ayetini okuma hakkı kazanabilir. Bilgi ilimden bir parçadır ama uygulama teknoloji gerektirebilir. Uygulamada Resulün örnek alınması önerilir. Bu nedenle bilgelerin yolundan gidilebilir. Her daim huzurda olduğunun idrakinde olup zatında fena bulana Hakkın vücudunun bağışlanacağı müjdelenir.

“O gün melekler ya kahır ya da lütuf için insan ruhuna iner. Bedenin kahrı ruh, ilim, lütuftur. Bireysel beden harap olur, o gün, değişmeyen sabit mülk, lütuf ve kahır sıfatlarıyla sıfatlanan, her şeye istihkakını veren, Rahmanındır. Batıl olan her mülk zail olmuştur, kimsenin kuvvet ve kudreti yoktur, Rahmanın mülkü zahir olur. Kalp seması nuru sekine, kalp rahatlığı, bulutu ile yarıldığında ve ‘ruhanî kuvvetler’ melekleri indiğinde, kalp arşının doruğunda, saltanat, tüm sıfatlarıyla tecelli eden, Rahmanındır.” (25.25, 26) Bedenin kahrı lütuftur çünkü kalan ruh, ilim lütuftur; ruhanî kuvvetler, kalp arşına, sıfatlarıyla tecelli eder.

“Bundan sonra yapılacak şey içinizdeki Hakka yaslanıp, sabır ile beklemektir. Bu durumda sabrınız taşsa bile Rabbiniz size melek ve melekeler ile yardımcı olacaktır. Çıkmış olduğunuz yoldaki zorluklar, mücadelede karşınıza çıkacak üzüntülere karşı sabır ve ilahi rıza için Allah’a itaat etmeyi, zorluklara dayanmayı, nefse karşı koymayı gerektirir.”  (8.11)

“Ancak, Hakkın size kuvvet vermesi ve nuru görerek nurlanmak ve size sekine ve bu isteğin inmesi için, sabır, Hakk’ın emrine karşı gelmemek, menfaat ve ganimete meyletmemek, nefis korkusundan sakınmak ve nefsin ruh ve kalp sultanını zorlaması altında kırılması gerekir. Sabır ve onur ruhun sıfatıdır. Hareket ve acı ise nefsin sıfatıdır. Ruhun gücü kalbe sahip olunca, kalbi nefse karşı korur. Nurun Zat’ındaki sevgi nuru ile kalp âşık olur ve sükûnete kavuşur. Bu şekilde kalp, nefis kuvvetlerini yener, nefis sıfatlarının zulümlerini kovar. Ve nefis de kalbin nuru ile aydınlanır. İşte o zaman rahmet iner ve kalp bu nurla nefis kuvvetlerini yok ederek ûrûc eder; semanın meleklerine ulaşır ve tüm meleklerin kuvvetini ve vasıflarını çekip indirir. Meleklerin inmesi, özellikle, dünyadan tamamen çekilip koparılarak yücelik yönüne tevekkül edildiğinde ve gazaba uğrandığında yardımcı olmaları içindir. Ancak kalp, sabırsız davranıp acele eder, bağırıp çağırıp, korkuya yenik düşerse veya dünyaya meylederse, nefis kalbe galip gelir, kahır ve istila eder, sıfatlarının zulümleriyle nuru engeller ve o ilişki kopar, yardım da kesilir, melaike de inmez.”  (3,125) (8,11)

“Ve sen Allah tarafından değerli görüldüğün için senin diğer beşere yardımın ve onlara feyiz olacak sohbetinin nuru senin namazın olacaktır. Tahkik: senin büyük hatırın onlara iltifat olacağından onlara feyiz verdiğin nur, yardımlarının gücü ve sohbetinin bereketi kendilerine sekine inmesine sebep olur. Kalpleri o nurla rahatlar ve emin olur.

Sekine, kalpte oluşan bir nurdur, bu nurla kalp, halka döner ve inanç kuvveti bulur. Şeytanın vesveseleri ve nefsin tahrikleri ve teşviklerinden oluşan acılardan kurtulur. Çünkü Sekine, nefis ve şeytanın vesveselerini kabul etmez. Allah, onların yalvarmalarını, günahlarını ve itiraflarını duyar, niyet ve amaçlarını, gizli kalmış pişmanlıklarını ve üzüntülerini bilir.” (9.103)

“Önce İnsan inşa edilir. İnşa edilen insan, beden ile örtülür, tesettüre girer. Eskiden ceset olan beden nefsi, artık Ruhun nuru ile aydınlanmıştır. Bulutun su ve ilimi temsil ettiği gibi, aynı zamanda hayvani ruhu temsil edebilir. Beden ve ceset maddesinin ilmi idrak edilerek, insani ruh semasına ulaşılabilir. İnsan ruhu, ilmin kaynağıdır.”  (25.25, 26)

 

Umarım, özün ışığını ve özün özündeki Hakk’ın hakikatini, ilmini, idrak edebiliriz!

                                                                                                                             30032021

 

(1)     http://necdetaltinay.blogspot.com/2021/03/varolus-renklidir.html

(2)     http://necdetaltinay.blogspot.com/2021/03/dayansmayla-olusum.html

 

 

 

 

 

 

Kavuşmaya Azmetmek

 İnsan,  cahilden,  cehaletten kaçar,  bilmek,  öğrenmek,  bilenler ile beraber olmak,  onlarla konuşmak ister. Bilme isteği, bilgisizlikten bilgeliğe sığınmaktır, Allah’ın âlim ismine sığınmaktır. Bir şeyden kurtulmak için önce bunu istemek ve gereğini yapmak şarttır.   Daha iyisini isterken,  daha iyi olmayanın da idrakinde olmak gerek.  Yani bir şeyin daha güzeli veya çoğu mümkün olmadıkça eldeki ile yetinilir. Mevcut ile yetinmek, kanaat etmek daha iyisini aramayı durdurmamalıdır. Çocuklar kendi aralarında oynarlarken hiçbiri diğerinden sıkılmaz veya halinden şikâyetçi olmaz. Ancak, çıraklarla veya çocuklarla beraber olmayı isteyip de aralarına girmiş olan bir büyük, üstat, zamanı gelince ayrılmayı da bilir. Çocukluğun, çocukluk olduğunun idraki içindedir ve esas yerinin başka olduğunu, kendisinin bir büyük olduğunun bilinci içindedir. Sürekli çocuklarla birlikte kalması ve çocukluk, çıraklık etmesi kendisine ve büyüklüğüne zarar verir. Halkın arasına girmek, halk ile halk olmak, onlardan biri gibi davranmak, sıradan bir insan gibi olmak, yetişmiş, olgun bir insan için de mümkündür. Samimiyetle talebelerinin arasına girmiş olan bir öğretmen,  fazla kaldığında,  laubalilikle karşılaşabilir.  Buna sebep olmamak için her an diğerlerinde olmayan  “Öğretmenlik”  sıfatına sığınabilir.  Cahil ile arkadaşlık edip ona yardım etmeye çalışan bilge kişi bir süre sonra cehalet karanlığından bilgeliğin aydınlığına çıkar.   Bedensel zevklere meyli olan bir kalbin bunlara dalıp gitmesi, sonuçta zararlı olacak beden gecesinde kalmasını doğurabilir. Böylece, nefsanî fiiller, efalden, kalbî duygulara, sıfatlara, geçilir.

Ancak,  aklî,  ulvî,  uhrevî ve manevî zevklerin derinliğine ve güzelliğine dalmış,  bunları zevk etmiş bir kişi,  uzadıkça acı vermeye de başlayan bedensel ve dünyevî zevklerin karanlığından kurtulmaya, ilâhi nurların aydınlığına çıkmaya, bakar. Bakmaz ise, bu zevklerini kaybettikçe artık ne çıkmak ister ne de çıkabilir.   Daha iyi olmaya azmetmiş bir kişi, o yönde iradesini kullanmaya kasteder, azmeder, ancak, daha kolay elde edilebilen zevklere dalarsa,  nefsine uyarsa,  azim ve iradesini gevşetir, kaybeder,  hayal ve vehimlere kapılır.  Nefsin şerrinden, mananın yüceliğine sığınmasını,  kaçmasını bilmeli,  bunun kendisi için iyi olmayacağının idrakine varmalı. Dünyada daha çok şeye sahip olma, yeme içme, şehvet gibi nefsanî zevklerin verdiği huzur ve mutluluk eğer kalpte yerleşirse kalp artık ilmin aydınlığından, “İlahi nurun doğuşu” zevklerinden mahrum kalır.

Özet olarak, “Zat güneşinin doğuşundan önce oluşan, sıfat tecellisi nurunun, aydınlığının, gerçekleşmesi için, beden-vücut gecesinin şerrinden”; “Daha iyi-doğru-güzele gitmek için gösterilen azim ve iradeye, bedensel zevklerin vereceği hayal ve kuruntuların şerrinden”; “Kalbî ve bedensel yaşamın sağlıklı yürütülmesine zarar veren, nefsin şerrinden” korunmalıdır.  Kalp, Beden, Nefis üçlüsünün uyumu bir ihtiyaçtır! (113 Felak S.)

Bilgi, ilim, insanın kaybıdır bulup almalı. Gece, insan, nefsine uyar, karanlık ve uyku, insanın gaflete düşme halidir. Gaflete düşmezse eğer uyanıktır, aydınlıktır. Bir yerde, bir kişide akıl var, ortamda da ilim var ise bu ateş ve barut var demektir patlama kaçınılmazdır.

Bu patlama “Big Bang”ten de büyük olabilir. Birinde var olunur, diğerinde Yaradan kalır! Bedensel, maddî âlemde, fail ve kalbî duygularla sıfatlanan, mevsuf, Haktır!

“Siz O’na ve elçisine itaat edin.  Sözünü duyup yüz çevirmeyin. Duymak anlamayı, anlamak uygulamayı gerektirir. Sadıksanız, gayret, azim gösterin. Hayvandan da beter,  duymadıkları hâlde dava edenlerden,  sağır ve dilsizlerden olmayın. Yerdegezenlerin en kötüsü sağır ve dilsiz olanlardır. Yaradılışlarında olan duyup,  anlama,  basar ve uygulama yeteneklerini köreltmemiş olsalardı bunları yaparlardı. Körelme nedeniyle,  çabuk yüz çevirenlerde,  anlayış ve irade olmaz, hikmet, bunların göğsünde debelenir, tereddüt eder. Kalpleri, hakikati, huzur ve sükûn içinde karşılayamaz; hakikati işitip,  anlayıp,  kabul edip,  basiretle görüp uygulayamazlar.  Henüz görmeden,  gaibe iman edenler,  Hak görünmeden, hakikat bilgisinin doğruluğuna inananlar, O’na ve elçisine uyunuz, duyduklarınızı uygulayınız.” (8 Enfal, 20)

“İnsan,  böylece, esfel-i safilinden yani maddenin çukurundan,  açılan temelden,  ana rahminden,  arş-ı alaya yücelir.  ‘İnsanlık ilmi,  Allah’ın ilmiyle bağlantılıdır’  denebilir. İnsan,  kuvvet ve kudretini,  maddeye ve bedene hükmetme iradesini doğrudan Hak’tan,  gaip âleminden,  alıyor olabilir. İnsan,  onun ilmi ile âlim,  vücudu ile mevcut,  nefsi ile kaim yani ayakta, hayatı ile hay, diri, kuvvetiyle kuvvetli ve hükmü ile iradelidir. Fıtratı gereğince, her nefsin kudret âleminden kuvveti ve onu terbiye eden hükümdarlık âleminden gelen iradesi vardır.

Kudret ve kuvveti, ilim ve nurdan, aklıyla ilmin idrakinden gelir.  Hükmü yerine getirme,  uygulama azim ve iradesini ise hükümdarlık âleminden, zaman içinde, yerine ve zamanına göre, gerektikçe, yardım olarak, alır.” (50 Kaaf, 21)

Akıl, bir tek iş yapar, o da bilgi alıp işlemesidir. Ortam da tam bu işe hazırdır. Ortam zaten ilmin uygulanmış halidir. Akıl yuvarlansa ilmin üzerinde yuvarlanır. Evvelinden ahirine olan da bu, olacak olan da. Başka ne beklenir ki? İnsan var, insanda arayış var, akıl var, ataleti bozmak yeterli. İnsan, insanı okuyunca, ayet okunur. İnsanın, bilgili, azimli ve uyanık olması yeterlidir. Her okunan ayetin doğruluğu, âlemde ve Âdem’de yeri bulunarak, kanıtlanabilir. İnsanın, hiçbir gayreti boşa gitmez, hak ettiği tam olarak, Hakça verilir.

Umarım, bizim gayretimiz de, vücudu ile mevcut olduğumuzun idrakine yeterli olur!

                                                                                                          08042021

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Aşk Ateşi

Ateş varsa, ışık ve sıcaklık vardır. Isı, enerji, varsa ateş vardır, sıcaklık ve ışığını ölçerken, kaç mumluk ışık olduğu ölçülürken, J/s=watt, (joule per second), ısı ile ölçülmüş olur. (1) Ateşin ısı, ışık ve sıcaklığı, açığa çıkan enerjisi, yananın ve yangının çeşidine göre çok farklıdır. İnsanın bedensel yangını ile içinin yanması; eşyanın yanması ile eşyanın oluşumu için gereken yanış, çok farklıdır. Güneşteki yanma ve sıcaklık, altın ve demir madenleriyle birlikte güneş sisteminin oluşumu için gereken, bir süpernovanın yanma ve sıcaklığının yanında sönük kalır. Önce, sıcaklığı sonsuz olan yanma vardı. Sıcaklık ve hareket özdeştir, birbirlerinin kaynağıdır. Su ısıtılırsa yani enerji verilirse hareketlenir, sürtünme hareketi yani enerji harcanması da sıcaklığı artırır. Potansiyel varsa açığa çıkar.

Bir hadise göre “Kişi sevdiği ile haşir olunur, kıyametten sonra onunla dirilir, ağacın çekirdekten çıkışına benzer.” Bunun nedeni, insan kalbinin, muhabbet ettiği şeyin suretinde şekillenecek kadar o şeyin, nefsine kazınmasıdır. Kalpten sevilen kişi, insanın dünyasını doldurur. Ateşin harareti, yanmanın maddi mi manevi mi olduğuna bağlıdır. Cismanî kuvvetler çok sınırlı oysa ruhanî kuvvetler sınırsızdır; ruhanî ateşin elemi, cismanî ateşin eleminden hem daha sürekli hem de daha şiddetli olur. Bu nedenle, «Cehennem ateşi,  yetmiş defa su ile yıkandıktan sonra faydalanmak için dünyaya indirildi» denir. “O ateş,  dinden mahcup olanlar, kâfirler, için ihzar olunmuştur.” (2 Bakara, 24)

 

            “Kişi kendini bilince, yapısı değişir, olgunlaşmak üzere başkalaşım gerçekleşir.  Bu ilk yapının çöküşü, harap olması ve göçüşüdür. Yapı taşlarının aslının olmayışının, zan oluşunun, idraki, külli idrake ve ilahi aşka götürür.  Bu durum,  haviye, göçmeye,  göçük oluşumuna ve göçükte ilahi aşk ateşinin yanmasına;  asar ateşine,  eserler yaratan yanışa ve yeniden diriltilmeye gider.” (2.259) Bir kişi potansiyeli ne ise onu açığa çıkarır, uygular. Kişinin kendini bilmesi, zanlarından kurtulmasıdır. Sonsuz ve sınırsız ‘Ruhani Kuvvetlerin’ gücünü idrak edince, bunların elektromanyetik enerji şeklinde ortaya çıkabileceğini görebilir. Nefsanî ve kalbi duyguların kaynağında ruhani kuvvetlerin olduğu anlaşılır.

“Beş duyu ile gazap ve şehvet olarak bilinen iki nefsanî kuvvete, hakikatleri bilinmediği için, ‘yedi gaip’ denir. Bilinmeyen yedi gaip, geceyi temsil eder.  Vücut,  hayat,  ilim,  irade,  semi,  işitme,  basar,  görme, kudret ve kelamdan ibaret sekiz sıfat, gündüzü temsil eder. İnsanların,  bu yedi gece ve sekiz sıfat rüzgârlarıyla, zahir ve batınlarına etki edilir, kökleri kurutulur, hatta katledilir. Kendi nefisleriyle ayakta olduklarını ve yaşadıklarını düşünenlerin hayatları olmayan ölüler olduğu görülür. İçi boş hurma kütükleri gibi şeklen kuvvetli fakat hayatları ve manaları yoktur, birer haviye, göçüktürler, hakiki vücutları ve değer verilecek anlamları yoktur. İlahi aşk ve şevk ateşi olmadan göçüktekiler yanamaz, şiddetli soğuk ve nefsanî heves rüzgârlarıyla helak olurlar.” (69 Hakka, 5-7) İlahi, ruhani kuvvetlerin suyla yıkanmış hali, elektromanyetik kuvvetler olarak bilinir.

Bu kuvvetler, Higgs Bozonu içinde toplanarak maddeyi ve bedeni oluşturur. Yedi Gaip kuvvetler bunlardan oluşur. Bu kuvvetler, ruhani yani ilahi aşk ateşi olmadan yanamaz.

 

“İzdiham eden kuvvetler, gölgeleşip cisimleşir. Kütlenin hakikati bilinirse,  kütlenin görünen ışık enerjisi olduğu idrak edilir. İzafi vücut, ‘Mutlak Vücudun’ ortaya çıkmış, görünür, aşikâr olmuş sıfatıdır. Her cisim ışır, ışık saçar, ışınım halindedir,  hakikatini görünür kılar,  enerji yayarak yanar.” (25.45) “Nefsin zulmet gecesi, insanlara libas, elbise kılınmıştır. Bu zulmet,  sizi istila ederek,  Hakkın zat,  sıfat ve gölgesinin müşahedesinde, sizi setir eder, örter. Siz hakkın zat, sıfat ve gölgesini müşahede ediyorum diyerek meşgul olur,  var olduğunuzu zannedersiniz.  Sizi,  hayat ve dünya da, böylece, gaflet uykusunda uyutur. Hadisi şerif: “Bütün insanlar uykudadır, ölünce intibah eder, pişer, uyanırlar.” Uykudayken, ‘Daimi hakiki hayattan’  gafil olunur. Kalpleriniz ruh nuruyla hayat bulunca,  his uykusundan sonra, kutsal âlem fezasında, intibah ile intişar eder, güneş gibi parlayıp,  ışık saçıp,  dağılıp,  yanarak yaşarsınız.” (25 Furkan, 47) Ölmeden önce ölen, pişer, yanar!

“Birbirinize karşı düşmanlık etmeyiniz. Düşmanlıklar, vücutta, akıl etme gücü ve vehim, kuruntu, hayal etme gücü arasında oluşur. Uygunluk ve uyumluluk, lezzet veya menfaat için olursa, bunlardan mahrum kalındığında düşmanlık başlar. Tevhitten mahcup olduğu ve nefsini sevdiği için her biri günahından sıyrılmak ister.

Bunlar, arası açık insanların ortasında olan cehennemde, yanarak, çekişirler.” (50 Kaaf, 28)

Kâmil insan, ruhani kuvvetlerle yanmış, Hakk’ın ruhunun nuru ile aydınlanmış kişi olarak yanar ve aydınlatır. Süreç aynı süreçtir, her birey bu sürecin mutlaka bir yerindedir, ama başında ama sonunda. Tasavvuf, gayriyi yakan ilahi aşk ateşiyle yanıp, yakıcı olmaktır. İnsanın fıtratında, ruhun nuruyla yanmak vardır. Potansiyel olarak ruhani kuvvetlerin yakıcılığını hissedebilen insan, maddesel veya bedensel yanışın sönüklüğünü idrak edebilir.

      Umarım, biz de ölmeden önce ölebilir, intibah edip, pişip, intişar edip, yanabiliriz.

                                                                                                    28042021

 

 

(1)     https://www.khanacademy.org/science/ap-chemistry/thermodynamics-ap/internal-energy-tutorial-ap/a/heat

 

 

 

 

 

Tevhit ve Takva

“Hakiki iman edenlerdenseniz,  müminseniz, kalbinizin iradesiyle, O’na ve resulüne,  efal takvası ile yani Allah’ın fiilini görüp kendi fiillerinden kaçınmakla, itaat ediniz. Ve onlar,  Rab’lerine tevekkül ederler.”  (8  Enfal, 1-4)

“Gazap, şehvet ve nutuk kuvvetlerinin, rezilliğinden sakınmalı, faziletlerine dikkat edilmelidir, böylece insanlar eline, beline ve diline hâkim olmalıdır. Nefsine bağlı kalmaktan ve şehvet kuvvetinin zuhuru fahişesinden kurtulup, kalbî duygularla dolu kalp evine yüceliş hacda gereklidir. Gazap, Şehvet ve Nutuk (El-Bel-Dil) olmak üzere bu üç kuvvetle yapılan her iyi ve kötü işler bilinir ona göre sevap veya günahı yazılır.  Ey halis akıl sahipleri, niyet ve amellerinizde sakının. Çünkü madde kabuğundan ve vehim, kuruntu şaibesinden halis olan aklın hükmü, sakınmak ve korkmaktır.” (2 Bakara, 197)

“Tevhit ve takvayı, ‘Allah’tan başkasının var olmadığını’, insanlara haber veriniz. Cemden sonraki fark makamında, vahdet ve kesret konusunda yanılmaksızın; Zatın Birliği düşünüldüğünde, sıfatın kesreti müşahede edilir. Melekleri, kalplerini ilimle yani Kuranla ihya ettiği has kullarına,  emrinden,  ruhundan,  nakşeder,  gönderir.  Zatın birliğini beyan edip, ilan edip, ilimden ibaret olan ruhun tenezzülü, âleme inişi, düşüşü açıklandı. Ruhun inişiyle bir irade gösterildi, böylece, hakiki sıfatlar âleminin ve meleklerin nasıl var olduğu açıklandı. Sıfat ve efal âlemleri, isim, cisim ve eylem, hareket, âlemlerinin ortaya çıkışıdır.

Bunların tümü ise cemadat, nebatat ve hayvanat âlemlerinin oluşumudur. Kısaca, ilimden ibaret olan ruh,  irade,  sıfat ve efal âlemlerinin ardışık olarak ortaya çıkışı ile âlemler oluşmuştur.”  (16 Nahl, 2)  Böylece,  ilimden âleme geçişte irade beyanı olduğu görülür.  Burada aklı zorlayan ilim ile âlem arasının, bilimsel açıdan, nasıl doldurulacağıdır. Bilimsel olarak kanıtlanan “Vakum ortamında, saniyenin 10-40ında, yokluk âleminden varlık ortamına, çıkıp, var olup yok olan zerreler” deneyinin iyi anlaşılması gerekir. “Dinin aslı ve esası tevhit ve takvadır. Takva libası, elbisesi, Allah’ın sıfatının nurudur. Zira nefis sıfatlarından sakınmak, ancak Hak sıfatının tecellisiyle olur.” (7.Araf, 26)

“İnsan, bir şeye tabi olursa, ona itaat eder, kulu olur. Dünya, ömrü kısa olan bir gölgedir, ona tapan gölgenin gölgesi gibidir, tabi olursan yetişemezsin, terk edersen o sana tabi olur. Gölgenin gölgesinin de gölgesi yoktur, o kişinin zatı yoktur, bu nedenle mülk ve kudreti de yoktur. Allah'ın gayrine muhabbet ve iltifat etmezse, rızkını ziyade edip, onun sıfatını mahıv ile  «sıfatımızı ona veririz.»  Ve lezzetimizden ilim talim eder ve kudretimizle onu kadir kılarız. Hadisi kutside, “Kulum bana takva ile yakınlaşırsa ben o kulu severim,  sevdiğim vakit; işittiği kulağı,  gördüğü gözü, tuttuğu eli, ben olurum”  buyurmuştur. Rızık verdiğimiz kimse; ilim ve hikmet gibi «batın nimetlerden» gizlice; yiyecek ve içecekler gibi «zahir nimetlerden» de apaçık infak eder, tüketir. Müşrik, doğuştan dilsiz gibidir.  Dilsiz insanın konuşma yeteneğinin doğuştan olmaması gibi şirk koşan da istidadında akıl ve idrakten yoksundur.

İnsan ilahi vücudun aracı, hazretinin, var oluşunun, vekilidir.  Akla hizmet edene dünya da hizmet eder, dünyaya hizmet edene dünya da engel çıkarır.  Akıl nefse hâkim olmalı, nefis akla değil. Akıl da kalbin sesini dinlemelidir.”  (16 Nahl, 75, 76)

“Ve sır makamında olan nazarî akıl Davut'unu ve sadır makamında olan amelî akıl Süleyman’ını hatırla! Davut ve Süleyman’a biz hikmet ve ilim verdik. «Hikmet-i nazariye ve ameliye» ve «keşif ve muamele»  her ikisi, kemali talepte birbirine uyum gösterir. Takvadan zırh yapmak için Davut’a zırh yapma sanatını öğrettik. Takva ne kadar güzel, kuvvetli ve metin bir zırhtır.” (21 Enbiya, 78-83)

 “Takvanın tüm mertebelerini geçenler takvada kâmil olurlar. Önce efallerinden sonra sıfatlarından ve zatlarından sakınırlar. Kamil takva sahipleri, Allah’a ve kullarına dostturlar, muhabbetleri bakidir. Takvanızın mertebelerini Allah bilicidir.” (49 Hucurat, 13) “İman, Bâtıni ve kalbîdir, İslam ise zahiri ve bedenîdir. Hakiki iman, şek ve şüpheden arınmış kalpte sabitleşen ve kararlaşan yakınlaşmadır.” (49.15) “Takvanın evvel mertebesi, haramlardan sakınmak,  ahir mertebesi, benlik ve ikilikten sakınmak olduğu gibi tövbenin de evveli günahlardan rücû,  ahiri de vücut günahından rücûdur.” (66 Tahrim, 7,8)

“Marifet mahalli ve Rahman'ın arşı olan kalbin vücudu, ancak ruh nurunun ve nefis zulmetinin uyumlu karışımı ile olur.  Kalp,  ruh ve nefsin toplam karışımından doğmuş bir mevcuttur.” 

“Nefsin bedenselliği olmasa kalpte manalar anlaşılıp zapt olunmaz. Nitekim ruh makamında yalnız safa ve nurluluktan,  manalar, zapt ve beyan olunamaz. Ruh, kalp, nefis bir hakikattir. Beden, hayvani ruh ve hayvanî kuvvetlerin cümlesine nefis denilir. Bu nedenle nefsin takvası insanlara farz olmuştur.” (91 Şems, 4-8)

Cemadat, nebatat ve hayvanat takvanın kâmil ve mükemmel durumunu yaşar. Yalnız insana, Gazap, Şehvet ve Nutuk kuvvetlerinin tümü verilmiş ve seçim yapma hakkı tanınmıştır. Bu hak, ya inanan olarak Hak için veya inanmayan olarak Halk için kullanılır. Halk aynen Hak’tır. Takva, yalnız insana farz kılınmıştır. İnsan, ya Allah’ın kulu ya da toplumun bir ferdi olarak ahlak sahibi olur, iki halde de şirk ve bencilliğinden vazgeçer!

Umarım, biz de takvayı idrak eder, şirk koşmadan Allah’a teslim olabiliriz.

                                                                                                          12052021

 

 

 

 

 

 

Huzur Namazı

Her şey ve herkes, bir diğerinden farklılaşarak belirginleşen, ortaya çıkan bir ilimdir. S. Hawking’e göre her şey, ilminin deposudur. (1) İnsanın kendini bilmesi, kabul etmesi, rıza gösterip razı olarak, ilmine itaat edip tabi olması, tevhit ve takvanın uygulamasıdır, salâttır, namazdır. İlmin, bilinen kısmı bilim! Her şey, ilmine uygundur! Her şeyin ardında, ilim vardır! Beden, ruhun zahiridir, ikinci, açığa çıkmış, halidir; ruh da bedenin batınıdır, ilk, gizli halidir!  Madde,  ilmin uygulanmış, görünür halidir. (2) Halk, aynen Hak’tır!

“İbadetle aranan, baki kalp saadetini, nefsanî saadetlere tercih etmektir. Namaz, nefse ve bedene zorlu bir yüktür. Nefis için mal vermek, can vermekten şiddetlidir!” (2 Bakara, 3) “Rab'lerini talep eden, kalp huzuru, ruhun Şuhut’u, uyanıklığı ile sırra yönelir. İbadeti Rab'lerine tahsis eden vahdet, sır ehli, vasıl ve kâmiller, ibadetleriyle, cennet veya sevap değil ezeli muhabbetle zat-ı ilâhiyi murat ederler.” (6 Enam, 52)

“İnsan, bedeni vardır ama yalnız beden değildir, nefsanî duyguları vardır ama hayvan değildir, kalbinin huzurlu olmasını ister, ruhunun, ilminin gereğini idrak eder. Terakkide, ‘her düzeyin ilminin idraki o düzeyin namazıdır’. Nefsin Rıza, Yatsı Namazını; Kalbin Huzur,  Sabah Namazı izler.  Nefsini, kalbinin sesini dinlemeye ikna eden, hakikatin sır bilgilerini almayı hak eder. Böylece Sırra Erme, Akşam Namazı kılınır.”

“Benlik ve bencillik yok edilip, hakikat güneşinin batıdan doğuşu sağlanarak, yüceliş yolunda, Ruhun Şuhut, uyanıklık, İkindi Namazı eda edilebilir. Hakkın ruhuyla dirilerek, ledün, hakikat ilminin idraki zevkiyle Şükür, Öğle, Gizlinin Keşfi, Hafa Namazı kılınır. Hakikat güneşinin istivasında, en tepe noktasında, kul ve namaz yoktur, Cuma hariç. Kuran ile Furkan: Var olan her şeyin, eşyanın ardında akıl ile bilinecek bir ilmin olduğunu içeren Kuran’ın bildirilişi ve bu ilmin nasıl uygulandığının Furkan olarak indirilişi nedeniyle; ilim ve amel, ilim ve uygulamanın, ayrıntılarını idrak ederek, mutlak salât, mutlak namazı, yerine getir;  ilim ile uygulama arasını birleştir. Her ilim için bir salât vardır.” (17 Isra, 78; 29 Ankebut, 45) Teori-pratik, ilim-amel, ilim-uygulama, teknoloji-uygulama arasındaki fark gibi namazlar da bedensel veya ruhsaldır. Maddeye ve doğaya ilişkin ilimler doğa koşullarına uyum göstermek ve temel ihtiyaçları karşılamak için geliştirilir.

Konunun daha kolay anlaşılabilmesi için oluşan ilk koşullara gidilmesi yararlı olur. Yokluktan veya hiçlikten var olan, meydana çıkan, her en küçük parçacıkta dahi bir özellik vardır. Her şey özelliklerinin toplamıdır, kendisidir. Parçacığın, artı veya eksi elektrikle yüklü oluşu ve yükün miktarı, ilk oluşum anında belirlenir.  Önceden belirlenmiş bulunan özellik,  bilgi veya ilim, parçacığın davranışını belirler.  Örneğin,  yanıcı olan hidrojenin ve yakıcı olan oksijenin birleşerek söndürücü özelliği olan su oluşturması, içlerinde önceden belirlenmiş davranış biçimine uygundur. Parçacık, ilminin aynıdır, ilmine tabidir ve ona itaat eder.

İnsanlığın gelişiminde, doğanın en çetin koşullarına uyum gösterildiği apaçıktır. ‘Uyum gösterme yeteneği’, ‘evrim yasaları’ olarak bilinir. Tek hücreden çok hücreye gelinmesinin temelinde ‘yazılım’ olduğu kanıtlanmıştır. Hayat, madde veya donanım değil, yazılım temellidir; hayat, maddeyi, eşyayı kullanım iradesidir; eşya, iradeye itaat eder.

Donanımın yazılıma tabi olması hayatı,  canlılığı, ortaya çıkarmıştır. DNA’da yer alan kütle ve madde, kendilerine yüklenen bilgiye, içlerinde var olan özelliklerle itaat edince canlılık oluşur. İlkel, ilk el, denebilecek bilgilerin birikimi, tek hücrenin içinde canlılığı geliştirerek çeşitlendirmiştir. Bilinçteki her gelişim DNA’yı değiştirir. Yazılımın ilk halinde dahi, bir gelişim potansiyeli vardır. Bilgi birikimleri, hücrenin içinde çok çeşitli işlevleri yürütebilecek, protein, RNA gibi organımsı parça, organel, oluşmasına yol açar. Hücrenin içindeki parçalar arasında gelişen eşgüdüm ve işbirliği, tek hücrenin bölünmesinden öteye, iki veya daha çok hücrenin eşgüdüm ve işbirliğine yol açmıştır. Böylece tek hücreden çok hücreli hayat doğabilir. Bütün bunlar maddenin, ilme, iradeye, itaatinin sonuçlarıdır. Kısaca denebilir ki insan,  bilgilerden oluşan, bilimsel olarak uygulanmış ilimdir. Bilgiler ilme tabi olduğu kadar, ilim de maluma, bilgilerin kaynağına, tabidir ve etkileşim içindedir. Bu nedenle, her insan kendine özgü bir ilimdir. Bilim insanlarınca kanıtlanan ‘elektron ve moleküllerin etkileşim içinde oldukları’  gerçeği bu kapsamda düşünülebilir.

 

“Fıtrat eliyle Allah’ın kendilerine vermiş olduğu akıl kitabı Kuran ilmi, uygulama amacıyla izhar edilmeli, ortaya çıkarılıp okunmalıdır. Bu fıtrata kazılı ilmin zuhuru zamanında,  ortaya çıkarılıp uygulandığı zaman,  ‘kalp huzuru’  namazı kılınmalıdır.  İlmin,  bu şekilde fıtrata konulmuş olduğu idrakiyle, uygulanması, kalp huzuru namazının kılınması demektir. Kendilerine ilmin sıfatları verilenler, bunlarla amel edip, ilmi uygulamaları halinde, efalin terki ile infak eden, nafaka veren kimseler, kendi efal ve sıfatlarını Hakk’ın efal ve sıfatlarıyla ticaret etmiş olurlar.” (35 Fatır, 29)

“Vahdet nurunun tecellisi ile davet edilenler, davet edildiği zaman, fıtratları gereğince, safça icabet ederler ve müşahede namazını kılarlar. Davete uymalarının kendi iradelerinde olmadığını ve kendi akıllarıyla perdelenmiş olmadıklarını idrak etmektedirler. O’nun her an bir şe’nde, her şey ile bir şe’nde ve ona bir nazarı olduğunu,  onda bir sırrı olup o şe’niyet ve sırrın başkası için olmadığını bilirler. Her şey o şeye özgü bir nazar olduğu için vardır. Herkes, kendisine özgü bir nazar olduğu için vardır, bunun idrakinde olanlar bu sırrın başkası için olmadığını bilirler. Bilenler için davete uyarak rızıklaşmak, infak etmek, Allah için tüketim, kapsamındadır.” (42 Şura, 38)

Umarım, biz de, bizde zahir olan Furkan’ın Kuran’ını, ilmin iradesini, idrak edebiliriz.

(1)     The Economist, “S. Hawking's answer to a paradox”, Aug 26th 2015, BY D.J.P.

(2)     https://necdetaltinay.blogspot.com/2016/12/bilginin-evrenselligi.html

 

Yarenler

 

Söz, ruhtan, kalpten gelir, dilden çıkar,

Canandan gelir, ruh arınır, kalbi yıkar,

Sözün hâkimi iken, çıkınca seni bağlar,

Doğrusu gönlü sarar, güzeli kalbi dağlar.

 

Aranır, bulunur, İlahi İrade Kanunları,

Açıklanır, görülüp, uygulanır sonuçları.

Görünmez bağlardır kanunlar, Haktan,

Hakka götürürler, kalpten geçip, ruhtan.

 

Aklını kullanır, çok düşünürler, Yarenler,

Üstatları ve Kitapları var, hepsi kardeşler,

Geride kalmaz kimse, ikna edilir bireyler,

Çoğunluk yetmez, oy birliğine görüşürler.

 

Her yer ve zamanda Hak görünür temeli,

Görmüyorsan eğer ihtiyacın, ara rehberi.

Her kanun, senden, Allah’a giden yoldur,

Tut birini görürsün yolun yolcusu boldur.

 

Kimse demedi yarenler kendileri bağladı,

Kendilerini bağlayıp, yüreklerini dağladı,

Yeri geldi İbrahim üstat, yürekten ağladı,

Hepimizin bu gruba bağlanmasını sağladı.

 

Grup bazen çok azaldı bazen çok çağladı,

Gençler dağıttı Ali Oktay Cever toparladı,

Zordu işi, ama Yüksel Önür birliği sağladı,

İlahi İrade Kanunları yüzü aştı bizi ağarttı.

 

 

Kimsenin özel kuvveti ve kudreti, yoktur,

Tüm eşyanın kaynağı, levha-i yokluktur.

Hakkın görünür halidir ilimle, eşya yoktan,

Necdet, tevhitte Hak görünsün geç çoktan.

                                               20062021

A.O.Cever Üstadın katkısı:

“Yarenler” denilen kutsal emanet,

İhya etti onu, sevgili Necdet. 

 Bizlere İbrahim Türker’den kaldı,

Sağ kaldıkça ona, ederiz hizmet.

 

Hakka Arif Olunur

 

Düşülmüşken cehalet girdabına,

Akıl, fikir dalarsa dünyaya,

Unutulursa rabbe hamt,

Hakka arif olamazsın.

 

Dünya mülküne çok taparsan,

Fani olanı baki sanırsan,

Hak’tan her daim uzaklaşırsan,

Hakka arif olamazsın.

 

Ben bilirim, ben yaparım dersen,

Güç kuvvet senin zannedersen,

Allah’tan hiç utanmazsan,

Hakka arif olamazsın.

 

Mürşidin sözü Hak bilinince,

Hakk’ın zikri duyulunca,

Gaflet uykusundan uyanınca,

Hakka arif olunur.

 

Allah’ın çağrısı, mütekellimden duyulur,

Hak sana bakar, görünen Hak olur,

Dost sendedir, bilen, bilinen Dosttur,

Hakka arif olunur.

 

Ölmeden önce ölürsün,

Hakikat güneşini görürsün,

Ahret âlemine geçersin,

Hakka arif olursun.

 

 

 

 

Fenafillâhtan geçilir,

Vücut Zat’ın denilir,

Bekabillaha erişilir,

Hakka arif olunur.

 

Hazret mertebesi bilinir,

Sıfat Allah’ındır denilir,

Muhammedî gömlek giyilir,

Hakka arif olunur.

 

Halk ve Hak belirlenir,

Tenzih tespih tevhit edilir,

Var olan Allah’tır denilir,

Hakka arif olunur.

 

Vahdet deryasına dalınır,

Âdem olup rızaya erişilir,

Ehadiyet zevk edilir,

Hakka arif olunur.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bir ve Tek Yol

Her işin, bir başı, sonu ve amacı vardır,

Kapsamı geniş, içeriği bol, kapısı dardır.

İstemek, talep, yetmez, ‘rıza’ kapısıdır,

Eşiği yüksek, benlikten geçiş, kasıtlıdır.

 

Olay, eylem ve oluşumlardan başlanır,

Hareketin aslı, esası, özü, kuvvetlerdir,

İten, çeken, etkileşen kuvvet sahiplidir,

Bilimsel özellik sahibi zerreler ilimseldir.

 

İlmi hal de denir, ilimdir uygulanan hep,

Zerre, ilmin görünen halidir, hepsi sebep.

Nasıl olduğuna gelince, sıfatıdır saptanır,

Akıl mantıkla, sıfatlanan kim, hesaplanır.

 

Levhadan gelip, ortaya çıkılır, kanıtlanır,

Kuvvet, izdihamla, maddeleşir ispatlanır.

Geri dönüşü, maddeden soyunarak olur,

Bir; aynalarla ve yansımalarla, çok olur.

 

İş, işlem, fiil ve sıfatlarını müşahede et,

Tüm mevcudat bir Vücut’tandır, keşfet.

Gayrisi yok, vücut bir ise, hakikat birdir,

Yer ve zamanda, görünen Hak, hakikattir.

 

Nerde ne zaman kim ne demiş denemez,

‘Kimden ne denmiş’ hakikattir, geçilemez.

Tevhit budur ve bu tevhittir, tasavvuftur,

‘Ben derim ki’ diyemeyen, mutasavvıftır.

 

Resul, evvelini özetlemiş, dönüş Resuledir,

Bir ve tektir bu yol, erenler resule ermiştir.

Necdet, kendini bilen resule erer, Rabbidir,

Çokluk neymiş, görünen Rab bil Âlemindir!

                                                               03072021

Hakikate Doğru

Kutsal mesajlar, akılsıza değil, ‘Düşünen Akıl Sahibi Olgun İnsanlar’ içindir. Olgunlaşması için gereken her şey, yazılım ve donanım olarak, her insana verilmiştir. İnsana verilmiş, ihsan edilmiş, ‘insana özgü gen ve konuşma kemiği’ temeline dayanan, akıl etme, konuşma ve düşünme yetenekleri olgunlaşmak için yeterlidir. Çevresini tam anlayan ve çevresini tamamlayan insan, kendini bilerek, nereden gelip nereye gittiğini bulabilir. Kadim zamanlardan beri, dünyanın her köşesinde, yaşamış olan hemen her topluma, ‘tevhit’ fikri aşılanmıştır. Son peygamber olarak gönderilen Resul, kendinden önce gönderilen kutsal mesajları özetlemiş ve düzenlemiştir. Her defasında yanlış anlamaları düzelten yeni mesajlar gönderilerek doğru yolun açıklanmaya çalışıldığı apaçıktır.

 

Bilim insanları, filozoflar, din adamları ve peygamberler, ayrım yapılmadan, ‘Düşünen Akıl Sahibi Olgun İnsanlar’ olarak, ihsan edilmiş yetenekleri iyi kullananlardır. Yer ve zaman ayrımı gözetmeksizin, kimin nerede ne zaman ne dediğine bakılmaz. Tevhit ilminin gereği olarak, ‘Gayrisi Olamayacağına Göre’, ‘Kimden, ne zaman, nerede, ne dendiği’ sorgulanabilir. Daima söyleyen, yalnız ve sadece, Haktır, söylenen hakikattir ama anlaşılan yanlış olabilir. Her insan çevresini okur ve anlar. Evreni okuyanlar arasında, bilim insanı veya din adamı gibi ayırım yapılamaz. Herkes aynı yetenekleri, çevresini tanımak ve bilmek için aynı amaçla kullanır. İlk emir ‘oku’, kendini veya evreni oku anlamındadır.

 

‘Düşünen Akıl Sahibi Olgun İnsanlara’ gelişimleri sürecinde, sezgi, ilham veya vahiy gibi her ne geliyorsa aynı kalp veya ruhtan gelir, aynı yazılım ve donanım kullanılır.

Ne bilim insanına ne de din adamına diğerini ‘ötekileştirmek’ yakışır. Her zerrenin veya atomun temelinde aynı ‘Kuvvet’ vardır ve kuvvetin sahibi bellidir. Bilime göre kuvvetler ‘toplanarak’ kütle kazanır ve maddeleşir. Kutsal mesajlara göre de kuvvetler ‘izdiham’ ederek bedenleşir ve cesetleşir yani temessül ve tecessüm ederler. Her şeyin temelinde Haktan ve hakikatten, Hakkın hakikatinden, genelden özele, rahmandan rahimsiye, deryadan damlaya bir açılım söz konusudur. Evrenin oluşum ve açılımında bir amaç vardır. Her şey ‘bilinmek sevildiği’ için var olmuştur. Bilen insan, bilinen Hak ve Hakkın hakikatidir.

 

Bugün, bilimin keşfettiği yani özelliklerinin bilindiği iddia edilen zerreler bile gözlemlendiğinde, davranışlarındaki titreşimlerle, etkileme ve etkilenme, etkileşimlerinin ne olduğu bilinirse de neden öyle olduğu bilinemez. Vakum ortamında, saniyenin 10-40ında, var olup yok olan elektron-pozitron çiftinin elektronunun elektrik yükünün daima sabit oluşunun nedeni, henüz, bilinmez. Pozitron ile elektron arasında bir ‘boşluk denizi’ veya ‘olasılıklar denizi boşluğu’ olduğu iyi bilinir. Elektrona yaklaştıkça elektrik yükünün arttığı uzaklaştıkça da bu yükün azaldığı iyi bilinir. Atom çekirdeklerinin etrafında dönen, enerji hatlarında trenler gibi atomdan atoma koşup enerji aktarımını gerçekleştiren elektronların elektrik yükü sabittir. Biraz az veya çok olması halinde atomların birleşemeyeceği apaçıktır.

 

Bu tür gerçekler üzerinde inşa edilmiş olan ‘yerler ve gökler’ içinde, yaşama uygun koşulların var oluşu düşündürücüdür. Yaşam için ‘olmazsa olmaz’ olan çok sayıda koşul aynı anda mevcuttur. Zerreler ve koşullar düzeyindeki mucizevî gerçeklerin üstüne canlılığın ‘maddesel olmadığı’, ‘yazılımsal olduğu’ gerçeği de iyi bilinmektedir.

Tüm canlılarda, metabolizma, gelişim organizasyonu ve çoğalma süreçleri aynı anda var olmalıdır. Bu karakteristik özellikler, maddeye hükmeden bir iradeyi gerekli kılmaktadır.

 

Atamızın dediği gibi insan ve insanlığın gelişimi ve olgunlaşma süreçleri paraleldir. Yaratıcı, insanlığın çocukluk ve gençlik çağlarında dolaylı yani peygamberler aracılığı ile kullarına hitap etmeyi seçmiştir. İnsanlığın olgunlaşma çağında ise doğrudan içsel temas ile hitap edebileceği için peygamberlik sürecini sona erdirmiştir. Son kutsal mesajların bütünlüğü olgun insana ‘vuslat’ için yol gösterme mahiyetindedir. Aşamalar veya mertebeler halinde Hak ve hakikate nasıl ulaşılabileceğine ışık tutulur, yol gösterilir.

 

Fethiye’den Tekirdağ’a beni ziyarete gelen Ezgin Tan kardeşten, son aldığım bir bilgiye göre arılar her sabah ilk uçuşlarında önce çevreyi keşfeder ve o gün içinde hangi tür çiçeklerden bal alacağına sanki karar verirlermiş. İlk çiçek hangisi ise akşama kadar aynı tip çiçeklerden bal alırlarmış. Böylece hem en uygun döllenmeye hem de balın kalitesine katkı sağlanmış olabilir. Arıların böyle davranması ne kadar bireysel ise aynı zamanda o kadar da koloni, toplum ve evrenseldir. Önce okyanusların ‘tek organizma’ olabileceği konusunda araştırmalar olumlu sonuçlandı. Sonra tüm galaksilerin bir ‘Bağlantısal Bütünsellik’ içinde oldukları kanıtlandı. ‘İnsan ve Yaşam Bilinçlerinin’  evrensel bütünselliğin bir parçası olduğu da görüldü. Hatta son küresel virüs salgını, dünyanın ‘olgunlaşmamış insanların keyfine’ bırakılmadığını gösteriyor olabilir. Kozmik bilinç iş başında olabilir!

 

 

Kendini bilen olgun bir insanın, Hakkın fiil, sıfat ve vücudunu, kendisine bağışlanma amacına uygun olarak kullanacağı düşünülebilir. Kendini, Hakkı ve Hakkın hakikatini bilen olgun kişinin, çevresel ve evrensel düzeyde, hiçbir kişi veya eşyaya, zarar vermeyeceği açıktır. Yaygın bir anlayış ve hoşgörü içinde bakışla, sevgi, sohbet ve muhabbet ortamının yaratılabileceği düşünülebilir. Hiç kimse veya hiçbir şey bir ıssız ada değildir. Her şey ve herkes 1 görünür ama milyonda veya milyarda 1 olduğu da bir gerçektir. Görünen, görenin görüntüsüdür. Her görünen tevhit ilmi açısından ‘cemalidir’, tecellisi olarak celali de olabilir. Abdi Hu! Hakkın abidesi, büstü! Onun kuvvetlerini alır, hareket eder, sıfatlarını kuşanır, vücuduyla mevcut olarak boy gösterir! Uygun koşulların oluştuğu ortamda en uygun şeyler olur, olay ve eylemler gerçekleşir. Her şey ve herkes varlığını Haktan, hakkını, hakça almasına borçludur.

 

Kendini, potansiyelini, gerçekleştiren kişi, varoluşunun amacını gerçekleştirmiştir. İnsan, insan olmasını bilmeli, kendi nefsini, rabbini bilebilmeli, olgunlaşmalıdır. Açılımları evrensel, davranışları küresel, karakteri toplumsal, hareketleri bireysel olmalıdır. Kullanacağı güç ve kudretin hakkını verebilmelidir.

 

Umarım, biz de kullandığımız her birim enerjiyi, Hakk’ını idrak ederek kullanırız!

 

                                                                                              07072021

 

 

 

Varlığı Yaşayan İnsan

            Bu üç kelime aslında üç kavramdır. Kavramların senteziyle bir gerçeğe, ‘hakikate’, ulaşılabilir. Bilimsel olarak, madde ve manasıyla, yazılım ve donanımıyla, gözlemlenebilen, anlaşılabilen, bilinebilen tüm evren bir ve tek varlıktır. İnananlar için ‘Bir ve Tek Varlık’ Allah’tır ve gayrisi de yoktur. Allah’ı, gayrisi bilemez, Allah ehli ancak Allah’ın ilmiyle bilebilir. Varlığın var olmasının amacı yaşamdır. Yaşam ise belirli bir amaç için var edilen, yaratılan, maddeye canlanma iradesi verilerek başlatılan, canlılığa aittir. Yaşam, maddeye hükmeden irade beyanıdır, ‘maddesel’ değil, iradî, yazılımsaldır. Canlılığın amacı ise ‘insanın inşasıdır’. İnsan, kendini bilir ve bildiğini bilir. Özel olarak olgunlaşmak üzere, özelliklerle donatılmıştır. Kendine özgü konuşma ve bilinç üretme yetenekleriyle, Allah’ı bilebilmek için teçhiz edilmiştir. İnsan, kendini bilerek, yaşamı ve Yaradan’ını idrak ederek, kendinden geçmeyi, fani olduğunu anlayıp fena bularak, baki olana erebilir. “Allah, (bilinmeyi sevdiği için) Kuran’ı öğreterek, insanı yaratmıştır.”(55 Rahman, 2,3) Kök hücre benzeri, ‘bir şey’ değil, insandan, ‘her şey’ olabilir. İnsan, ‘hiçlik’ sonrası ‘Hepliktir’!

            Varlık nedir, var olan nedir, var olmaktan önceki ve sonraki hali nasıldır soruları, ‘Düşünen Akıl Sahibi’ her insanı meşgul eder. Maddesel Galaksiler, ‘Bilinen Evrenin’   ortalama %5idir, geriye kalan ise sırasıyla, % 30-35 ve % 60-65 olmak üzere, ‘Karanlık Madde’ ve ‘Karanlık Enerjidir’. Her durumda, bilinen her şey ‘belirli özellikler’ halinde bilinir.

Her ‘şey’, fiziksel veya kimyasal, belirli yasa ve kurallara uymasıyla tanımlanır. Her zerrenin farklı bir titreşimi vardır. Her şey, daha önce ‘Malum’ olan bir ilmin ‘Uygulanmış’ halidir. Tez ve antitezler olarak yürütülen deneyler sayesinde, her alanda geçerli bilimsel yasalar saptanır. Yasalılık esastır, kaos, karmakarışık anlamında değil ‘ilahî’ düzen, anlaşılması zor, ‘çok karmaşık’ anlamındadır. İnsan, öğrendikçe bilim ve bilimsellik artar, her şeyin maluma tabi ilme dayandığı açıktır. Varlık, ilmin uygulanmış halidir. Varlığın esasının ve özünün ilim olduğu, ‘her şeyin, ilminin deposu’ olduğu bilinir. “İlimden de Hakka varılır, bu nedenle ilim Hakkın gölgesidir.” (25 Furkan, 45-50; 27 Neml, 82)

Yaşayan canlı bir hücrenin, işin en başında, üç özelliğinin birden, aynı anda, olması gerektiği bilimsel bir gerçektir. Birinci özellik ‘metabolizma’, organizmanın içindeki yaşamı sürdürme amacıyla bir dizi kimyasal reaksiyonlar sistemidir. Organizmalar, genellikle, kendi içindeki faaliyetleri yürütmek için dış enerji kaynaklarına bağımlıdır. Bazı organizmalar, kendi organik moleküllerini, basit ham maddelerden veya güneş ışığının enerjisiyle sentez edebilir. İkinci özellik ise ‘Düzenli Gelişim’ özelliği olup çevresinden ne alacağı, onu nasıl işleyeceği ve çevresine ne vereceği belirlenmiş olmalıdır. Üçüncü hayati öneme haiz özellik ise ‘Düzenli Çoğalma Sistemi’ özelliğidir. Canlı bir hücrenin yalnız ve sadece diğer canlı bir hücrenin çoğalması ile elde edilebileceği, bilimsel açıdan kanıtlanmış olarak, değerlendirilir. Çünkü herhangi bir organik molekül bile, henüz, laboratuarda sentez edilememiş durumdadır.

Şekli önemli basit bir molekülün oluşabilmesi için ‘katlanma olasılığı’ 10300 olarak saptanmıştır. Oysa dünya değil bilinen evrendeki atom sayısının 10170 olduğu bilinmektedir. Canlılığın tüm iradesi, DNA Levhalarında yazılıdır.

            Bilmek, insan içindir, insana özeldir. İnsan, bilmek için vardır, bildiği kadar insandır, mesleği ve işi açısından, bildiği gibidir, ne biliyorsa odur ve o kadardır, usta veya çırak. Bilip olgunlaşması için her şey kendisine nimet olarak verilmiş, gereken her şey ile teçhiz edilmiş, donatılmıştır. Verilenlerle insanın, kendini bilmesi ve olgunlaşması beklenir. Kendini bilen olgun bir kişinin, madde ve manasını, beden ve ruhunu bilmesi, Hak ile batılı ayırt eden kişi olması beklenir. Araştırmaları sonucunda, sezgiye ermiş ve ilham alma deneyimleşmiş ve vahiy alma olgunluğuna ermiş olabilir. Ancak böyle bir olgunlaşmayı gerçekleştirmiş kişiler, kutsal mesajlara muhatap olabilir. İnsan, olgunlaşarak ahlak sahibi olmalı ki ‘Güzel Ahlak’ için dinsel mesajlara muhatap olabilsin. İnsanın, Hakka dönük yüzü önü, bedenine dönük yüzü ise arkasıdır. Önünü ve arkasını bilmeyene hitap edilmez. Yeryüzü ve gökyüzü döşenir, canlılık yaratılır ve insan, insanlarca da, ‘inşa’ edilir. Olgun bir insan bile yalnız başına ormana bırakılsa insanlığını kaybedebilir. İnsan, doğada doğal olarak yetişip olgunlaşan bir canlı değildir. Âdemoğlu olarak olgunlaşana mesajlar inebilir.

            Olgun insanın ruh, kalp ve beden dengesini idrak etmesi beklenir. İnsan, evreni tam anlayan ve tamamlayandır.

Deryanın bir damlası ve Rahmanın bir rahimsisi olarak özgürlüğünün sınırlı olduğunu, sezgi ve ilhamlarıyla, bilebilir. Benlik ve bencilliğinden vazgeçip zekâtını vererek, yeniden doğuşa adaydır. Ses duyulmaksızın, kalbine inecek bir ‘Oku’ nidasına karşılık, sessizce, ‘Benim neyim var, nasıl okuyabilirim’ diyebilir.  “Sonra sizi, ruhumuzdan üflenmiş ve suretimizle tasvir edilmiş olarak, diğer yaratılanlardan “Başka bir hale girebilen” halk olarak inşa eyleriz. İnsan, hakikatte halk olmayan bir halktır. İnsanın yaradılışından, fıtratından, gelen ahdi misaka uyma hali, bir halden diğer tüm hallere geçiş yeteneğidir. Bu yetenekle insan, evrimsel gelişim dışında yücelip, her hale girebilmek üzere inşa edilir. Yani halk edilen diğer tüm doğadan farklı olarak inşa edilerek yaratılan yaratıktır. Bundan sonra sizler tabiat açısından ölüsünüzdür. Kısaca, kurtuluşa götüren mevte ermişsinizdir. Fena ile ölü, büyük kıyamet gününde beka ile dirisiniz, yani, irade ile ölürseniz, hakikat ile diriltilir, ‘bir canlı’ değil ‘can’ olursunuz.” (23 Mü’minun, 14-16)

            Umarım, biz de insanlığımızı, yücelerek idrak edebiliriz.

                                                                                              08082021

 

 

 

Hakk’ın Hakikati (Ş)

Bir canlının canıyla canlandım

Bir canlının kanıyla kanlandım,

Bir canlı olup, ben ayaklandım,

Bir aşığın da narına yakalandım.

Benim dediğin bak nedir senin,

Fail Hak ise, fiiller midir senin,

Mevsuf Haksa sıfatlar mı senin,

Vücuduyla mevcut, yok, senin.

İraden, ben teslim oldum Bir’e,

Zaten, hepsi emaneten verile,

Akıl verilmiştir bu amaçla bile,

Verilenleri teslim et, idrak ile.

Atar tutar basar tüm organlar,

Tümü kök hücreden çıkmışlar,

Bitkisel ve hayvansal olmuşlar,

Canlar, her olmuşa doymuşlar.

Her şeyin hakikati varsa, vardır,

Hakk’ını almışsa bil, Hak’tandır,

Her olmuş da üstelik yoktandır,

Yokluk levhasından var olandır.

 

Önce, canlılardan birisi, insandır,

İradî mevtle gidip canla gelendir.

Canlılardan bir canlı olmak değil,

Olabiliyorsan ‘can’, önünde eğil!

 

Necdet, can için canlı, sevilendir,

Canlıların dışındakiler evirilendir,

Görünen, görenin görüntüsüdür,

Büyüktür, sen-ben diye görünür!

                                   08082021

 

Savunma Hakkı

Her canlı, hücre veya çekirdek, öncelikle maddeye bağlı ve bağımlıdır. Maddeye hükmetme iradesi bağışlanması sayesinde, yumurta veya çekirdek, uygun koşullar altında, gelişir, büyür, bedenleşir; kendine özgü fıtratına uygun şekil ve usulde, hayattaki yerini alır. Her canlı, varlığını ve neslini sürdürmesi için maddi ve manevi donanıma sahiptir. Bitki ve hayvanlar âleminde, her bireysel, koloni veya kümesel ünite, eko sistemi içinde varlığını sürdürerek yaşar. Genetik yapısında yer alan, yerine göre, hayatta kalması ve neslini sürdürmesi amacıyla, evrim geçirme veya kendini feda etme, seçeneklerini kullanır. Yalnızca insan, diğer canlılardan çok ayrıcalıklı bir şekilde, kendine özgü ve çok özel teçhiz edilmiştir. İnsan, akıl etme, düşünme ve konuşma yetenekleriyle donatılmıştır. İnsan, bilen ve bildiğini bilen yaratık olarak kalmayıp özel olarak ‘yaratıcısını bilmek’ üzere ayrıca muhatap alınıp inşa edilir. Kendini savunma ve teslim etme hakları tanınmıştır.

“Tahkik edildiğinde, incelendiğinde, görülür ki manevi göklerden dünya göğünü yani insanlığın aklını, faziletler, deliller ve işaretlerle ziynetleştirdik, donattık, teçhiz ettik. O delil ve işaretleri, vehim ve kuruntu şeytanlarına yasakladık. O şeytanları, vehim ve kuruntuyu, tabiat çukurunda mahcup, perdeli, olanlara; cismani âlem haviye’sinde, ocağında, cehennemin dibinde, zulüm berzahında, alanında, kalanlara, mahsus kıldık. Kuruntu şeytanının, Nur âleminden uzakta olan ve uzakta kalanlara özel olmasını sağladık.”

“Şek, şüphe ve kuruntu, nur âleminden uzak, madde âleminde oluşta esas mesele, sorun, Rablerinden mahcup oluştur. Rabbin eğitim ve öğretiminden sonra mahcubiyetten kurtuluş mümkündür. Mahcuplar oraya atıldıklarında, ruhanilerin ve insanların seslerini duymaz, korkunç suretli hayvanların sedalarıyla bağrışır, birbirleriyle savaşırlar. Cehennem de üzerlerine kaynayarak yükselir. Nur âlemine şiddetle karşı çıkış nedeniyle, gazap şiddetlenir. Gazap altında oluşları, resullerin getirdiği hakikatlere karşı koymalarındandır. Hakkı işitseler, hakkı bilecekler ve itaat edip, nur âlemine kavuşacak ve kurtuluşa ereceklerdir.” (67.5-8) İnsanın, ‘eğitim-öğrenim’ sürecinden geçip geçmeme elindedir.

Dünya ile Gökyüzü arasındaki ilişki ne ise insan ile akıl seması arasındaki ilişki de odur. İnsanlığın aklı da insanlığın etrafında teçhiz edilmiş, donatılmıştır. İnsan, akıl semasının merkezindedir. Dünya, gök kubbenin merkezindedir ve madde olarak aşağıda, alttadır. İnsan da akıl semasının madde kısmıdır, cismanidir, vehim ve kuruntunun bulunduğu yerdir. Cismani âlem haviyesinde, tabiat çukurunda, kalınırsa kuruntu şeytanı musallat olur. Akıl semasına çıkılırsa, nur âlemine çıkılmış olur ve kuruntu şeytanından uzaklaşılmış olur. İnsan, düşünerek, tefekkür ederek, eğitim ve öğretimle, maddeden arınıp kurtulmalı, akıl semasına yükselmeli; aşağıda, merkezde, kalırsa cehalet kuyusunda kalmış, cehennemi kaynamış olur. Nurdan, akıldan uzak ve gazap içinde oldukları için hayvani sedalarla bağrışır, birbirleriyle savaşırlar, resullerin hakikatlerini anlayamaz karşı koyarlar.

Hakkı işitseler, hakkı bilecekler, itaat edip nur âlemine kavuşacaklar ve kurtuluşa erecekler. İnsan, kendi iradesiyle, madde çamurundan arınmayı bilmeli, yükselip yücelmeyi başarmalıdır. Maddi bilgilerin, ilmin tümü iyi bilinmeli ki, madde esaretinden kurtulmalıdır.

“Kalem, Külli Akıldır. Suretler, levhada nakşolunur. Kalem, nasıl kâğıt veya levha üzerine yazı yazarsa aynı şekilde külli akıl ile de nefsin üzerine tüm mevcudat yazılarak halk edilmiş, oluşturulmuştur. Eşya, külli vücut, şekli, mahiyeti ve ahvaliyle takdir olunur. Kâtip Allah’tır.” (68.1) İnsan, bulunduğu yere, savunduğu konuma, kendi seçimleriyle gelir.

“Gözleri, ışığı görüp, ışığın ne ifade ettiğini, nereden ve nasıl geldiğini, ardındaki hakikati görmekten, idrakten acizdir, uzaktır. İdrak gücü olmayan, nur âlemine bakmaya kadir değildir. Her şeyin sadece göründüğü gibi olduğunu düşündükleri süfli, maddi âleme bakma zilleti kaplar onları. Hâlbuki onlar, saadetlerini kazanma kudretleri varken, aletleri, vücutları ve istidatlarının bekası zamanında, nur âleminden yardım almaya, secde etmeye, davet edilmişlerdi.” (68.43) Hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Örneğin, ışığın yeşil renginin dalga boyunu yansıttığı için, yaprak yeşil görünür ama yeşil değildir, diğer tüm renkleri içerir. Bilgileri anlayarak anlayış gücü geliştirilir, idrak etme gücü kazanılır. Her şeyin ardındaki nur, idrak âlemini ve ardındaki hakikati görebilmeyi gerektirir. Hakikati görmek, nur âleminden, zamanında yardım aldıkça gelişir; insan, öğrendikçe öğrenir. Herkes yardım almaya davet edilmiştir, ilim Çin’de de olsa alınmalı.

‘Say Kanunu’ gereğince, insan, Çin’e gidip öğrenmeli, ‘öğrenmemi istiyorsa beni gönderir’ veya ‘doymamı istiyorsa ağzıma besler’ denemez. Kendi seçimleriyle geldiği, bulunup savunduğu konum, fıtratına uygun olmalıdır. ‘Fena’, ‘beka’ âlemleri çok farklı ve ayrıdır, fenadan beka görülemez.

Her insanın içinde bulunduğu hali ‘savunma’ hakkı vardır. Hak edene, hak ettiği verilir. Her şey ve herkes, hak ettiğini Haktan, hakça, alır. “Senin hidayetinle hidayet bulmanın hâsıl olmaması,  senin kusurundan değil,  ancak hidayetin husulünde şart olan haşyet ve yumuşaklığın zıddı olan kalplerin kasvetinden, katılığından ileri gelmiştir.” (20 Taha, 2) Kesret âleminde, diğer mevcudata karşı savunulan, vahdet âleminde teslim edilir.

Umarım, biz de, önce kendimizi olgunlaştırır, savunur, akıl semasına çıkarır; nur âleminden yardım almaya davet edildiğimizde, davete icabet eder, ilme itaat eder, savunduğumuzu teslim ederek, kurtuluşa ereriz!

                                                                                  Necdet Altınay, 23092021

 

 

 

 

 

Suyun Azizliği

Bir bardak su verene ‘su kadar aziz ol’ denir. Su, demir gibi Dünya’ya gökten indirilmiştir. Oksijen ve hidrojen tüplerinin açılmasıyla su elde edilmez. Su hayattır. Halk edişin temelidir. Güneş sisteminden önceki, Hidrojen yakıtını bitirip, altın dâhil tüm madenlere dönüşüp dağılan, süpernova kalıntılarında, su kütleleri bulunur. Dünyanın ve insanın % 75’i sudur. Susuz yaşam olamaz, sürdürülemez. Su, ilmin sembolü, her şeyin özüdür. İnsan, önce rahimde ters olarak tutunan su damlasından, sonra kan pıhtısından ve son aşamada da çamurdan yaratılıp, ilimle inşa edilir. Susuz ne toprak olur ne de hava, ateşin de özü sudur, yanıcı Hidrojen ve yakıcı Oksijen suyun özü, H2O formülüdür.

“Ruh semasından bir ilim suyu iner. Nüfus arzında, bu ilim suyu, hikmet pınarları şeklinde kaynaklanır. Aynı su, arzda çeşitli amel ve ahlaka güç kaynağı oluşturur.  Su,  aslından çok farklı olan kök,  sap ve ekin tohumlarına dönüşür.  Sonuçta,  isim ve sıfatları farklı olan şeyler ortaya çıkar.  Bütün bu tecellilerde, benlik kabuğundan soyunmuş hakikat sahipleri için büyük bir nasihat ve ibretler vardır.”  (39 Zümer, 21) “Kur’an,  Furkan olarak görünür;  ilim, suret halinde görünür. Surette kalanlar ilmi göremez. İlim bir düzen içinde surete bürünerek açılım halindedir.  İlmin görünür hale bürünüşünü, bürünüyor oluşunu, görebilmek için ilmi bilmek, surette kalmamak gereklidir.” (41 Fussilet, 5) “Ortada, açıkta, görünür, hadis, zahir, zuhura gelmiş olanın anlatmaya çalıştığı hafa, gizli olanı, görünür olmaya çalışanı görmeden, hatta inkâr ederek, surette kalmayınız.”

“Aşikâr olarak görünen ‘arz’, görünmeyen, henüz bilinmeyen ilimden rızkını alır. Arzın toprak, ateş, hava, su olmak üzere dört temel anasırdan alacakları takdir edilmiştir. Yeryüzü ve gökyüzü veya arz ve sema olarak bilinen oluşumlardan biri olarak arz rızkını aldıkça oluşur.” (41 Fussilet, 10)

Sanal parçacıktan çıkan ilk enerji de,  zamanla oluşan kütle ve madde de,  ilminin aynıdır. S. Hawking’e göre her ‘şey’ bilimsel özelliklerinin, ardındaki ilminin deposudur, kaybolmayan ilminin görüntüsüdür. Evren, sanal parçacığın görünen halidir, önemli olan, bu parçacığın yüklendiği özellikler ve özünde taşıdığı Kur’an, ‘Düzen’, fizik ve matematik ilmidir. Bir inşaat projesinin ismi, resmi,  cismi de, ardındaki ilmin halleridir, aynıdır. “İnsan da fıtratının, fıtratına kazınan ilminin aynıdır.”(41.53,54) Herkesin ve her şeyin cismi ve ameli, ilmine tabidir, biat eder, daim secde eder. Kırk sene önce, bir bilge kişi,  Bursa’da, Ahmet Hançer, “Mana âleminde ispat edildi, madde âleminde ispata gidiliyor” demişti. ‘İnanç âleminde söylenenlerin doğruluğu, bilimsel olarak ispat edilecek’ demiştim.

“Ego, benlik, cahillik, hayvani nefis,  şehvet,  gazap ve bencilliklerden oluşan, ‘Nefsin Semud Kavmi’, ilim suyu tufanında helak olur.” (85 Büruc, 17,18) Kötü huylara Semud kavmi denebilir. Su tufanında kurtuluşa erenler, öğrenimleriyle, örneğin şehvet iffete dönüşerek, yeni sıfatlarıyla doğup, yeni ilim ve ruhla dirilerek yaşarlar. Varlık âleminin ardında olup da gece gibi görünmeyen yedi mertebe, manada olduğu için görünmez.

Vücut, hayat, ilim, işitme, görme, irade, kudret ve kelamdan oluşan sekiz sıfat mertebesi ise gündüz gibi maddede, zahirde, açıktadır. Bâtıni değerleri olmayan insanlar, içi boş kuru hurma kütükleri gibidir. Bu insanlardan oluşan kavmin, hayatları ve manaları yoktur.

 Bilgi ve ilim, bilen veya bulanın değildir. İlim, kişiyi, ilmin sahibine götürür.  Batın ve zahirde görünen ilimle, bireysel kişilikler helak olur, kişi fena bulur. “Hak,  Muhammed suretinde zahir olur, görünür. Genel rahmeti, bütün eşyaya vücut vererek ve özüne olgunluğu yerleştirerek, eşyanın tümünü kapsar. Özel rahmeti, olgunluğun idrakine sahip Muhammed evliyasına özgü, sıfatların, hakikati içeren kitabının, inişidir. Bu Kitap önce bütünün, tüm var olanın, var olan her şeyin tamamının; kısaca eşyanın özüne kısaltılarak, öz halinde konduktan sonra; ayetler indirilerek, ayrıntılı bir şekilde açıklanmış Furkan, uygulama aklı, kitabıdır.” (41 Fussilet, 1-4) Kuran, ilim, inmiş; Furkan olarak ortaya çıkmış.

İlim, bilenlerin bilmeyenlere sistemli öğretimiyle öğrenildi. Yoğun öğretim ile öğrenim yoğunlaştı,  bilen ile bilmeyen hızla ayrıştı. Âlim ile cahil arasında uçurum oluştu. Cehaletle ilişiğini kesenin bencil kişiliği, cahilliği, ölmüş sayılabilir. Bu kişinin ilk kişiliği, ilim suyunun tufanında helak olur. İyi okullarda, başarılı olan gençlerin, kısa zamanda kişilik değiştirecek kadar gelişimi dikkat çekicidir. Başarılı gençte öyle bir kişilik oluşur ki başarısız gençte olabilecek bozuk kişilik ile bir ilişkisi olamaz.

Muhtemel bu bozuk kişilik tamamen ölmüş,  helak olmuş,  hatta ilimle, kişi, yeniden dirilmiş denebilir. Kitapta adı geçen Semud kavmi ilim suyu tufanında helak olan cahillik, benlik ve bencillik olabilir.

Âlim sıfatına layık görülen kişilerin bireysel kişilikleri de aynı ‘gürleyen sesle gelen şiddetli rüzgâr ve fırtınayla mahvolabilir’. Âlimler, hayatlarını uğruna adadıklarına kavuşmaları halinde,  âlimlik sıfatlarını da  “Bildiklerim benim olamaz, tek bildiğim, hiçbir şey bilmediğimdir” deyip teslim ederse, arif olur. Bu güzel sıfatlara Âd kavmi denebilir.  Adı geçen kavimlerin durumu, “Tam teslimiyet içindeki Müslümanlar olarak can veriniz, Ölmeden önce ölünüz” (2 Bakara, 132) anlamındaki ayet ile de açıklanabilir.  Adı geçen bu kavimler, böylece, Allah’ın rahmetine kavuşmuş olabilir. Ayetler, yaşanan ve yaşanacakları açıklar.  Evrensel olayların tümünün ardındaki ilim aynıdır.  Kitabımız, Furkan, uygulama, ilmini ayrıntılarıyla açıklar.

Umarım biz de, nefsanî davranışlarımızın temelinin ilim suyu olduğunu idrak edip, fiil ve sıfatlarımızı, tufandan kurtulup, teslim edebilir, arif olabiliriz.

                                                                                  Necdet Altınay 03102021

 

 

 

Vaat Edilmiş Topraklarda Deprem

Akıl, bazen çok aciz kalır. Aklın işleme ilkesi itibarî ve izafîdir, kıyas yapar. Maddenin tanımı: ‘kütlesi, hacmi ve ağırlığı olan şeye madde denir’. Bu en çağdaş tanım, akıl içindir ama düşünen akla uygun değildir, çünkü ne olduğu belirlenmiyor, ‘ona madde denir’ deniyor. Aslında madde ve zaman yoktur, ‘ego’muz gibi zandır. Elektriksel ve manyetik dalgalar, sırasıyla, gazap ve şehvet güç ve kuvvetleri, vardır. Güçlü kuvvetler maddeye bağlı ve bağımlı değildir. İnsan bilinci, ruhu, maddeden bağımsızdır, birbirlerinden ayrılmaları doğaldır ama bu iş, kıyas olmadığı için akla zor gelir. Cansız, ruhsuz, beden sarsılır, dökülür.

Bölünemez anlamına gelen ‘atom’, maddenin en küçük parçasıdır ama madde değildir, tam bir boşluk ve yokluktur. Atom altı zerreler, tamamen elektrik yüklü dalgalardır, elektromanyetik kuvvetlerden başka bir şey değildir. Bilim burada da ‘parçacık hali gösteren dalgalardır’ deyip çıkar işin içinden. Hayat, ‘maddesel’ değildir, DNA’ya yüklenmiş bir ‘yazılım, irade’ olduğu kanıtlanmıştır. Donanımın yazılıma tabi oluşu, hayatı, canlılığı, ortaya çıkarır. DNA, maddeye hükmederek ‘enerji üretir’, ‘yaşar’ ve ‘çoğalır’. Bir hücrede bu üç işlem aynı anda mevcut olmalıdır. Hayatın, sadece yaşayan bir hücrenin çoğalmasıyla oluşabileceğini de bilim kanıtlamıştır. Evrim, hücrenin gelişimine aittir.

Dalgaların, yalnız insan nazarı altında parçacığa dönüştüğü bir gerçektir. Maddeye nasıl geçilmiş ise cansız maddeden canlılığa da öyle geçiliverir. Bu konuda kutsal mesajlar daha anlamlıdır.

“Ortada, açıkta, görünür olanın anlatmaya çalıştığı hafi, gizli olanı, görünür olmaya çalışanı görmeden, hatta inkâr ederek, surette kalmayınız. Aşikâr olarak görünen ‘arz’, görünmeyen, henüz bilinmeyen ‘ilimden’ rızkını alır. Arzın, dört temel anasırdan alacakları takdir edilmiştir. Yeryüzü ve gökyüzü veya arz ve sema olarak bilinen oluşumlar, Haktan rızkını hakça aldıkça oluşur, açılır, gelişir.” (41 Fussilet, 9,10)

Rivayete göre, Allah’ın nefsiyle kaim, yerine geçen, ayakta olan, hayatıyla hay, canıyla canlı, ilmiyle âlim, ruhuyla dirilmiş iken cennette yaşayan Âdem, bedenleşerek dünyaya indirildi. Bedensel nefsaniyeti, canlılığı, Âdem’in zevcesi, eşidir. Âdemoğluna, ilim halinden tekrar ruha dönebilmesi ihsan edilmiştir.  Bilgiler,  kuvvetler halinde uygulandıkça hareket eder, oynaşır. Bedensel nefsaniyetin, canlılıkta, bilgilerin özelliğine uygun bir şekilde, farklılaşarak belirginleştiği için ruh ile cilveleştiği söylenir. İnsanî nefsaniyetin dişiliğinin, eril ruha, her aşamada, aldığı bilgilerin özelliğine uygun gelişip, bir kalp çocuğu doğurduğu rivayet edilir. Veledi kalp, akıl aracılığıyla ruhtan aldığı bilgilerle beslenir, büyür ve kendine vaat edilmiş topraklarda, alanlarda serpilir, hüküm sürer. Bireysel düzeyde, her kişinin bedeni, kendine özgü bir Mısır ülkesidir. Azan Nil, verimli toprağı yarıp akar, taşar; ‘sudan gelen çocuk’ Musa, rahimde kalmaz, doğar, vaat edilen bedeninde yaşar. İnsana, nefsaniyetin her aşamasını, edebiyle, yaşama hakkı ihsan edilmiştir.

 

Mısır ülkesinde, emmare nefisle tutulan yolun sonu olmadığı görüldüğünde, Firavun Nefis, kendini levam ederek, ‘yererek’, bir başka hale geçer; kendisinin, hayalince, her şeye hükmedemediğini, eksikliğini anlar. Firavunun bir rehbere ihtiyaç duyduğu,  halk arasında duyulunca, tevhit ilmine hâkim olan İbrahim’in, aklı temsil eden,  oğlu Yusuf önerilir. 

Beden ülkesi Mısırda, akıl Yusuf’un hükümdarlığı süresince, işlerin düzelmesi memnuniyet verir ve aklın ülkede hüküm sürmesine izin verilir. Önce baş tacı yapılan akıl, zamanla sömürülür ve sadece köle gibi çalıştırılıp nefsanî menfaat için kullanılır. Duygudan yoksun ortamda,  sömürü ve kölelikte,  kalbe ihtiyaç duyulur.  Aklın kalpsizce kullanımı,  maddesel zenginlik verse de mutluluk getiremez.  Levama nefsin,  sudan yani ilimden gelen oğlu,  Hz. Musa, kalp çocuğu olarak, kalbe gerektiği gibi önem verenleri toparlar. Her yer ve zamanda, iş ve işlemlerin, tüm hareketlerin, efalin, aynı ilmin uygulaması olduğu,  akla gelen fikirlerin kutsallığı, anlaşılır. Kalp Musa, kendisine vaat edilen topraklara göç edip, Yusuf’un kardeşlerini, gazap ve şehvet kabileleriyle birlikte, Mısır’dan çıkarır, kalbiyle aklı kölelikten kurtarır. Akıl aracılığıyla kalbe dolan ilim, kalpte mayalanarak çoğalır, taşar ve yayılır. Beden ve madde âleminde yalnız ve sadece bir ve tek ilmin uygulandığının idraki, ayrıca, ilme ulaşma zevk, lezzet ve keyfini de verir. Levam Nefis, bu aşamada tatmin olup, kalbe ram olur, esas krallığın mana âleminde olduğunu hissedip yeni bir hal içine girer. Mutmain Nefsin, ruh babadan olma, kalp çocuğu Hz. İsa; ilmin kendisinin, maddeden, madde halinden,  daha önemli olduğunun idrakine varır.

Bu aşamada kalp, âlemin tüm sıfatlarının da yine aynı, bir ve tek, ilmin çeşitli uygulamaları olduğunun idrakine erer. İlmin kaynağı göklerdedir. Mutmain nefis, emmare ve levam nefislerden sonra, ruhun üçüncü eşidir; Hz. Yusuf ve Musa’dan sonra, İsa da üçüncü oğuldur. Âlemde olan Âdem’de de olur!

Aynı Rivayete göre, kalp çocuğu rehberinden tevhit ilmini talep eden, nefsaniyetin aşamalarını yaşayarak, Allah’ın ilmiyle, ruhuyla, zatıyla dirilebilir. Ebeveynleri, Allah’ın kulu Abdullah ve âmin deyip teslim olan,  ilham alan, dördüncü eş Mülheme Nefis sahibi Âmine hatundan olan ve vaat edilmiş topraklarda özel eğitimle yetişen kalp çocuğu, dördüncü oğul Resulümüzdür. Miraca çıkıp inerek, Allah’ın kelamını getiren efendimiz, Hakka ulaşıp dönmüş, ruhun maddeden soyunabileceğini, örnek olmak üzere, gerçekleştirmiştir.

“Beden arzının kadir ve kıymetinin bilinmesi, beden arzının sırrının ortaya çıkışı ve aklın bu sırra erişidir. Sırra eriş, kalpte yerleşen bilgi ve inançlara bağlıdır. Beden ile canlılık hareketleri farklıdır. Bunu fark ediş, madde ile mananın birbirinden ayrılışıdır, mananın maddeden, ruhun bedenden soyunuşu, ayrılışı, aklın zanlarından kurtuluştur. Ruhsuz, cansız beden, sarsıntı geçirir. İnsan ruhu, bilinci, hayvani ruhtan ayrılıp, arınması sırasında, beden ve ruh ilişkisi bozulur, beden harap olur. Bu durumda beden arzı, bir çeşit deprem sarsıntısı geçirir ve şiddetle sarsılır.

Beden arzının kadrinin ve kıymetinin bilinmesine sebep olan ilim ve amellerin tümü, kalpte yer eden ilim ve inançlarla ortaya çıkar. İnsan, beden arzının ıstırabına anlam veremez, nedenini bilemez. O zaman beden arzı, hal diliyle haberlerini verir. Bu durumda insanlar da inanan ve inkâr edenler olarak ikiye ayrılır. Bedenlerinin mizaçlarına göre hesap verme ve ceza çekme yerlerine doğru hareket ederler. Zerre kadar hayır işleyen hayrını, şer işleyen şerrini görür.” (99 Zelzele, 1-8)

Umarım biz de tüm beden eşlerimizin kadir, kıymetini ve oğullarını idrak edebiliriz!

                                                                                  Necdet Altınay 20102021

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Memo’cum, (Ş)

Kısa zamanda, çok iş başardın,

Hem öksüz, hem yetim kaldın,

Eşinden de olmuştun, az önce,

Tamamen bana kaldın, bence!

 

Diyemezsin neden aldın, kime?

Alanı da, vereni de, insan bile!

Soyup da insanı çaresiz fitnesiz,

Teslimini ister bırakıp kimsesiz!

 

Böylece âlemden sen soyundun,

Habibe benzer, köşeye kondun,

Tabak sevdiği deriye ne yapmış,

Senin için artık bir adım kalmış!

 

Necdet, tut Memo’nun elinden,

Kurtulunuz, bu suyun, selinden,

Tufan, kurtar bizi Dünya elinden,

Hakiki diriliştir, ötesi, ölümden!

Necdet Altınay, 21102021

 

 

 

 

 

 

 

Dört Anasır

Sır, camı ayna yapar, insanın kendini görmesini, bilmesini sağlar. Ana sırlar, sıradan sırlarla, sentez edilmeli. Bir insana, “Evrene, çevrene bak, gördüğünü oku!” dense yapılacak şey basittir. İlk bakışta insan, hayvan, bitki veya cemadatın tümü toprak, hava, su ve ateşten oluşur. Tüm mevcudatın, belirli yasalarla, düzenli bir şekilde oluşturulup yönetildiği görülür. Çevrenin ve tüm evrenin ‘Bağlantısal Bütünsellik’ içindeliği, her zerrenin bir diğeriyle etkileşimde bulunduğu saptanır. ‘Sicim Teorisine’ göre, her zerre birbirine bağlı, bağımlı ama farklı, kendine özgü, titreşen, enerji halkasıdır. Zerrenin, nur denen, parlak, parçacık özellikli, elektromanyetik dalga oluşu bilimsel bir gerçektir.

“Besmele kelimesinde okunan harfler on sekiz, yazılan harfler ise on dokuzdur. Besmelenin kelimeleri birbirinden ayrılırsa harflerin toplamı yirmi ikidir. On sekiz harf için on sekiz bin âlemden bahsedilir. Bu âlemler ceberut (kudret), melekût (hükümdarlık), arş, kürsî, yedi kat gök, toprak, hava, ateş ve sudan oluşan dört anasır ve cemadat, nebatat, hayvanattır. Diğer bir deyişle, Sultan, Tahtından, Sultanlığındaki; cansız cemadat, canlı bitki ve hayvanat olarak özetlenen; toprak, ateş, su ve hava olan dört temel unsurdan oluşan mevcudata; yedi makamdan hükmeder. Bunlara, başlı başına bir âlem olan ‘insan’ âlemi eklenirse on dokuz eder. Kelimelerin ayrılmasıyla açığa çıkan üç elif ise hakikatte bir İlahî âlem olan ama tafsilatta üç olarak ifade edilen efal, sıfat ve zata işarettir. Hepsi yirmi iki eder. Kısaca, 19 bin âleme, gizlenen fiiller, sıfatlar ve vücutlar olarak hükmedilir.”

“Zat sıfatla, sıfat efalle, efal de eserlerle perdelenmiş, gizlenmiştir. Kime, oluşumlardaki eserlerin perdesi kalkarsa, efal tecelli ederse, o kimse tevekkül eder. Efal perdesi kalkıp sıfat tecelli ettiyse o kimse razı ve teslim olur. Sıfat perdesi kalkıp zat tecelli ederse o kimse vahdette fani ve muvahhit, tevhit eden olur, her işlediğini ve okuduğunu besmele çekerek işler ve okur. Resulün, secdesinde ‘Yarabbi cezandan affına, gazabından rızana, senden sana sığınırım’ demesiyle bu üç mertebeye işaret ettiği rivayet olunur.”(1 Fatiha, 1)

Yedi makam olarak özetlenen bakış açısının üçü ‘ilmen’, ‘aynen’, ‘hakken’ yakın makamlarıdır. “İbrahim’in, «Ey Rabbim bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster» dediğini hatırla.” (2 Bakara, 260) Bu ayet ve devamında “Kuşlardan dört tanesini al, kuvvetlerini kendilerine özgü işlerinden men et, asıllarına döndür, parçalara ayır. Her birinin kafasını toprak, hava, su ve ateş tepelerine koy veya vücudun beş duyusu ile kol ve bacaklardan oluşan yedi aza dağına dağıt; çağırdığında her birinin sana koşarak geleceğini göreceksin” denir. Kısaca, ‘Karga, tavus, kaz ve horozun, sırasıyla hırs, gurur, aç gözlülük ve şehvetin ilk nefsanî hallerinden aslına döndüğünü, örneğin, şehvetin iffet olarak sana dönüp secde ettiğini; sen de fenadan sonra bağışlanmış hakiki hayat ile dirildiğini, göreceksin’ denir. İlmi bilinip idrak edilenin, geliştirilerek farklı uygulanmış hali, aynen görülür.  

“Hak,  Âdem’i anne ve babasız olarak, topraktan takdir ve tasvir edip  «Hayat sahibi beşer ol»  diye irade eyledi.  Derhal his ve hareket sahibi oldu.”

“Bu ayet, ruhun üflendiğine, ruhun emir âleminden bir irade olduğuna ve bunun için cesedin halk edilmesi gibi madde ve zaman gerekmediğine işarettir.” (3 Ali İmran,  59)

Ateş varsa, ısı, ışık ve sıcaklık vardır. Isı, atom hareketiyle enerji aktarımıdır; sıcaklık 0C ile ısı ve ışık ise J/s=watt, (joule per second), Jule ve vat ile ölçülür. (1) Bir kilogram suyu bir derece ısıtmak için bin kalori yani 4.186 Jule ısı aktarımı gerekir. Kilogram ile ölçülen her şey atomlardan, atomlar ise titreşen enerji halkası olan zerrelerden oluşur. Bilimde ölçüm şart oysa ‘varlık, benlik ve an’ ölçülemez. Madde ve zaman yoktur, tamamen zandır. Bu gerçek ayetlerde açıkça yer alır. “Evrensel maddî beden arzında, bireysel tedbir ve bedensel ameller sayesinde, yaşanabilecek ortam hazırlanmıştır. Vücutta bir şey yoktur. Her şeyin hazinesi indimizde, katımızda, yanımızdadır. Önce sureti, şekli ve resmi, külli akılda külli veçhesiyle, her yönüyle, kaza âleminde resmi çizilir. Sonra, sebepleriyle birlikte, levha-i mahfuzdaki, korunan levhadaki, gaipteki görüntüsüyle, külli nefis âleminde görüntülenir. Sonra ayrı ve farklı bir birim olarak ölçülerine göre, miktarına ve vasıflarına uygun, levha-i kader ve dünya semasında görüntülenir. (15 Hicr, 21-23) Akıl, zihin, ‘manada’ oluşanları, nurları, parlak zerreleri, ‘madde’ âleminde gördüğünü zanneder.

“Arzu ve isteklerinin şiddetli olması halinde, istidadı olanların; nefisleri çamurunu, terbiye edip arındırarak, kutsallık yönüne uçuşan kuşlar haline getirir; sohbetlerinin bereketiyle, hakiki hayat nefesi ve ilahi ilim nefesini nefyederim, üflerim.”

“Allah'ın izniyle, şevk ve himmet kanatlarıyla Hak tarafına uçucu diri birer nefis olurlar.”  (3 Ali İmran, 49) “İlahî nefes rüzgârları, hikmet ve bilgi aşılayıcı, kalplere sefalar verici ve tecellilerin kabulüne hazırlayıcı olacak şekilde estirildi. Ruh göğünden hakiki ilimler suyu indirilerek insanlar ihya edildi. İhya edilmezden önce insanın ilim hazinesi yoktu.” (15 Hicr, 22)

“Mutlak vücudun nurunun, kalbe güneş gibi doğuşuyla oluşan Doğunun ve bu nurun gurubuyla oluşan Batının da Rabbi Haktır. Mevcudat, O’nun nuruyla zuhur eder, zahir olur, görünür. Her mevcutta, gizlenen Hak’tır, gurup eden nurudur; onunla tesettür etmesiyle her mevcutta gurubu vardır.  O, doğuş ve gurup ile onu terbiye eder.” (55 Rahman, 17)

Umarım biz de, gurup eden nurun, eşya ile tesettür edenin, sırrına erebiliriz.

                                                                                              Necdet Altınay, 04112021

(1)     http://necdetaltinay.blogspot.com/2020/12/nefes-kuvvettir.html

(2)     http://necdetaltinay.blogspot.com/2021/04/ask-atesi.html

(3)     http://necdetaltinay.blogspot.com/2021/10/vaat-edilmis-topraklarda-deprem.html

(4)     http://necdetaltinay.blogspot.com/2021/10/suyun-azizligi.html

 

 

 

Rüyaların Hakikati

Eşyanın hakikati idrak edilmeli. Cemadat, taş, toprak atom yığınlarıdır. Farklı titreşen elektrik halkacıklarından oluşan ‘atom’ Jule ve Vat olarak ölçülürken çoğulu, ‘atomlar’ olunca, Kilogram olarak ölçülür. Çünkü hacim oluşturan atom yığınının üstünde atmosfer baskısı oluşur, deniz seviyesinde ağır, dağ başında hafiftir. Madenlerle canlı bedenler farklıdır. Nebatat ile hayvanat vücutları da farklıdır ama insan bedeni hepsinden farklıdır. Madde ve mana, beden ve ruh, yazılım ve donanım kelimelerinin her biri farklı anlamlar içerir. Yazılımsız donanım bir hiçtir. Ruhsuz beden de cesettir, biliriz ama bedeni kullanırken ruhun etkisini ne düşünür ne de anlarız. Bedenin elinde ve iradesinde hiçbir şey yoktur, bedenin kendisi ‘bağış ve ihsandır’. Bedene hareket etme isteği gönderilirse kuvvet ile desteklenir. Bir şey istemek ilme dayanır, ‘ceberut’ âlemindendir, kuvvet ise ‘melekût’ âlemindendir. Vahiy ve sahih rüyalar aynı kaynaktan, ‘ceberut’, kudret, ilim âleminden kaynaklanır. Mevt ve soyunma sürecinde beden evvel, ruh ahirdir, ahrettir.

“Fıtratı gereğince, her nefsin, ‘kudret âleminden’ bir kaynağı vardır ve ‘melekût âleminden’ onu terbiye eden bir müdürü vardır. Kudret âlemindeki kaynağından ilim ve nur feyzini, anlayış ve idrakini; melekût müdüründen kuvvet ve amel, uygulama feyzini yardım olarak alır. Her nefis, ilminden bir saik, dürtü, istek ve amelinden bir şahit kuvvetle beraber gelir.” (50 Kaaf, 21) Kısaca ilim, maluma götürür. 

 

Her olay insanın bir azasıyla meydana çıkar, elle yapılır, gözle görülür; azalar amellere şahitlik eder, ameller ilmine şahitlik eder, ilim malumdan gelir. “Duygularının içinde yaşayıp, dış ortamda yaptıklarınla çok meşgulken,  maddî ve cismanî perdeni mevt nedeniyle kaldırınca,  işleyen ilmi idrak edince, daha önce tasdik etmediğin şeye, ahreti görüp, şahitlik edersin.” (50 Kaaf, 21,22) Yapılmak istenen önce ilimle, bilgiyle düşünülür sonra kuvvet ve kudretle yapılır. Düşünce, rüyalar gibi kudret âleminden; kuvvet, melekût âleminden, ahretten kaynaklanır.

“Tutmak isteyen, eliyle tutar; beden, cisim ve ceset olarak ‘el’ aradan çekilirse, soyunulursa, ‘ilim ve kuvvet’ kalır. Ve o nefis için böylece bedenden soyunmak suretiyle, ceberut ve melekût dizisinde dizildiği vakitler olur. Bedenden ilim ve kuvvete gidiş Allah’a yaklaşmadır. Kendisine bağış ve ihsan olunmuş olan bedeninin tedbiri sebebiyle, ceberut ve melekûttan uzaklaştığı vakitler de olur. İnsan genel olarak tutan bir el görüp onunla ilgilenerek ‘ceberut ve melekûtun’ suretleşmiş, suretlerin cesetleşmiş, gaibin suretleşmiş, halini görür. Nitekim sadık rüyalarda görüldüğü gibi aralarında hiç bir fark yoktur. Zira sadık rüya ile vahyin her ikisi bir vadidendir, aralarında fark yoktur. Yalnız uyku ve uyanıklık ile fark vardır.” (11 Hud, 69) İnsan bedeni tamamen ‘bağış ve ihsandır’ çünkü aslında madde yoktur, zaman gibi zandır, beden ise maddeden çok farklıdır. (1) Ayrıca, beden ile madde, taş ve toprak arasında da çok fark vardır. Canlı vücut, madenden farklıdır. İkisi de atomlardan oluşur ama yapıları aynı değildir.

Her ikisi de küçük titreşimlerden oluşur ama vücuttaki titreşimlerin amaçları vardır, arzu ve isteği vardır, arzu ve isteğini gerçekleştirecek ilave kuvvete ihtiyaç duyar ve ilminden, ruhundan yardım alır. Bu yardımlar ceberut ve melekût, kudret ve kuvvet, âlemlerinden, ahretten gelir.

“Nefis, tabii lezzetlere meyil ederek süfli tarafa cezp edilirse, tabiat perdesi, kalbini, mana âleminden koparır, uzaklaştırır. Mana âleminin kuvvet ve kudretinden yoksun kalır,  insan yardımdan kesilirse, kalbin iradesi zayıflar. İlmin nurundan, idrakinden, mahrum kalan iradenin, kuvvet ve kudreti de zayıflar. Kişi bu durumu fark edip ulvi yöne dönüp, bedenden soyunursa, ilahi nur ve kuvvet yardımına gelir. Allah’a yakınlaşması halinde ise, nebiler gibi bilinmeyeni bilir, kadir olunmayan şeylere kadir olur. İnsan, kendisine bağış ve ihsan olunmuş olan bedende, ilahi kuvvet ve kudrete sahip olur, hükümdarlık âlemlerinin vasıflarıyla vasıflanırsa, sezgi ve ilhama erişir, sahih rüya görür. Gaibi kimse bilemez ama gaipten nida olunur, yardım alınır, fıtrata nakış olunmuş olanlar okunabilir. Sadık rüyalar ile vahiy aynı vadidendir. Nefsin tahayyül kuvvetiyle, gaipteki suretler cesetleşebilir, tecessüm edebilir.” (11 Hud, 69) (48 Fetih Suresi, 27) (80 Abese, 13-16) (85 Büruc, 20,21)

Resulü ihtiyarlatan ayet: “İlahi Hüviyet, şu ve bunluk, senlik, benlik ile kayıtlanmaz, kayıtlı olamaz. Halk ol,  Hak ile ol,  Hak ile halk ol.” (11 Hud, 112, 113) “Ve ana ve babasını kendi oturduğu tahtına oturtup, kendi ebeveyninin karşısında ayakta durdu. Ebeveyn ve kardeşleri, Yusuf’a kavuştukları için Hakk’a şükür secdesi etmek üzere yere kapandı.”

“Yusuf'un hatırına gelerek: ‘Babacığım! İşte evvelce gördüğüm rüyanın tevili budur’. Ebeveynini taht üzere çıkarması «Akıl ve nefis mertebelerinin, gazap ve şehvet gibi diğer kuvvetlerin mertebelerinden yukarıda olduğuna ve akıl ile nefsin kalbe ziyade yakin olduklarına, diğer kuvvetler üzerinde saltanatlarının kuvvetine» işarettir.” (12 Yusuf, 100) İnsan önce beden lezzetlerine, ahmaklıkla, düşkünlükle ve düşüncesizce bir istekle atılım yaparak, ‘beni tabiat’ kuyusuna, ‘benlik’ kuyusuna atılır, düşer. Sonra fıtratına, genlerine kazınmış olan ilahi meziyetler ve yardımlar sayesinde bu kuyudan çıkarılır, lütfe erer. Aklı ve nefsiyle fiillerine hâkim olarak güzel sıfatlarla dolu kalbinin idrakine varır. Ruha ulaşması için yardım almayı kabul ederse, uygun zeminde ‘evet’ derse, sezgi ve ilhama da kavuşabilir, sahih rüyalar da görüp Allah’a vasıl olmaya muktedir olabilir.

Umarım biz de verilenlerin ve eşyanın hakikatini idrak edip sahih rüya görebiliriz.

                                                                                  Necdet Altınay,18112021

 

(1)   http://necdetaltinay.blogspot.com/2021/11/dort-anasr.html

 

 

 

Ben Ve Biz Hitapları

İnsan, insanlığını, düşünce kudretiyle, mekânında, kuvvetini kullanarak, hükmedip yürütür. Besmelenin anlamı:Sultan, Tahtından, Sultanlığındaki; cansız cemadat, canlı bitki ve hayvanat olarak özetlenen; toprak, ateş, su ve havadan oluşan, mevcudata; (1) yedi makamdan hükmeder.” İnsan ve insanlığın ‘Kullanma Kılavuzu’ olarak indirilen Kuranda da Allah’ın hitapları, makam ve mertebeye göre ‘Ben’ ve ‘Biz’ olarak geçer. ‘Yerleri ve gökleri halk ettim’, ‘yarattım’, ‘Halife atayacağım’, ‘Âdeme öğretti’ derken tekil, fakat Kitabın çoğunluğunda, insanın eğitim, öğretim, inşa işinde, ‘affettik’, ‘dirilttik’, ‘gönderdik’ ifadeleri ‘sizin için, Halifem, Resullerimle yaptık’ yolundaki insana hitaptır. Çünkü ‘vahdette fani ve muvahhit, tevhit eden insan, her işlediğini ve okuduğunu besmele çekerek, Allah ile birlikte, Allah’ta, işler ve okur. Benliğinden soyunan kişi de ‘ben’ diyemez.

Bazı ayetlerdeki hitaplar dikkat çekicidir. 2 Bakara, 29: ‘yarattı’; 2.30: Rabbin meleklere: "Ben, yeryüzünde bir halife atayacağım"; 2.31: ‘Âdeme öğretti’; 2.52: ‘affetmiştik’; 2.53: ‘mesaj vermiştik’; 2.55: ‘sizi dirilttik’; 2.59: ‘pislik indirdik’; 2.60: ‘saldırmayın demiştik’; 2.104: Ey iman edenler! "Bizi davar gibi güt!" demeyin, "Bize bak!" diye konuşun ve dinleyin; 2.113: ‘aralarında hükmü, kıyamet günü Allah verecektir’; 2.151: Nitekim size aranızdan bir resul göndermişiz; 2.213: ‘peygamberleri müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak gönderdi; Kitap’ı hak olarak indirdi’; 2.253: ‘İşte resuller! Biz onların bazısını bazısına üstün kılmışızdır.

Allah, onlardan bazısıyla konuşmuştur’. “O Zat, sema ve arzın mülküne sahip olan zattır.” (25 Furkan, 2) “Ve biz, büyük kıyameti tekzip edenlere, cehennemi hazırlamışızdır.” (25.11) Kısaca, ‘sıratı müstakimdeki’ insana, ‘fenafillâh’ makamlarında ‘Olgunlaşma’ sürecinde ‘sevdiği’ insan, insanı kâmil, halife ve resullere ‘biz’ denilip, ‘genel’ değil ‘özel’ hitap edilmektedir. Genel ve geniş kapsamlı hitaplar tekildir.

“İnsanın fıtratında, Kuranı anlayacak aklı yaratıp nakşederek, kazıyarak, Kuranı öğretti böylece insanı izhar eyledi.” (55 Rahman, 1,2) “Akıl göğünü, ruh güneşi mahalline kaldırdı, nefis ve beden arzına, adalet düzenini indirdi ve itidal vaaz eyledi.” (55.7,8) “Nefis, ayrıca, neslinin devamını sağlayan maddesini ve ilmini içeren, cismanî lezzetlerin en lezzetlisi olan, cinsel ilişki lezzetlerinin kuvvetine sahiptir. Kısaca, beden arzı, zahiri ve Bâtıni zevk ve lezzetlerin kuvvetleriyle donatılmıştır.” (55.10-12) “İnsanın, zahir ve batınında, beden ve ruhunda, ‘Hakikat Güneşinin’ doğuşu ve batışı vardır, ‘Doğuş’ ve ‘Batış’ ile onu terbiye eder. Rabbinin zatı baki kalır.” (55.76) Önce Halk zahir, Hak batındır.

“Cem makamında olan tevhitte, hakiki ahret olan ‘ebedî beka’ lazım gelir. Bu muvahhitler, kesretin tafsilinde ‘cemi’ müşahede eder, bu cemi ile melaike âleminin batını ve nebi âleminin zahiri olan tafsilattan mahcup olmazlar. Ahkâm ve maarifle zahir arasını cem eder, istikamet ilmini ifade eden kitaba iman ederler. İstikamet, fenadan sonra beka makamında sahibinin Allah ile tahakkuk zamanında,  bütün insanî kuvvetler ruhun nuru ile nurlanır ve bütün güç ve kuvvetler ilahi emir hududunda durur.”

“Kısaca, bu makamda bütün kuvvetler, Hakkın zillinde, gölgesinde olarak, külliyet ile vahdet, birlik ile bütünlük, dizisinde dizilmiş olur.” (2 bakara, 176) İnsanın fenafillâh yolculuğu burada bitmiş olabilir.

            “O muvahhit, kendi ihtiyacı olduğu ve mala muhabbet ettiği halde malı verir. Malı vermek, yaşadığın, sağlıklı olduğun, malı sevdiğin, fakirlikten korktuğun halde ve zamanda vermektir. Ölüm döşeğinde miras paylaştırmak mal vermek değildir. Hakiki muvahhitler, kendi ihtiyaçları olsa dahi diğer ihtiyaç sahiplerinin nefislerini tercih ederler. Kalplerini malla meşgul etmemek, Allah’la beraber olarak rızasını kazanmak için verirler. Kerem,  ferahla ve sevinçle olan vermektir.” (2 bakara, 176) Benlik soyunmadan bekaya erişilmez!

            “Sizi cem makamına hidayet etmesi üzerine Allah'a tazim, riayet, etmeniz, azamet ve kibrini bilmeniz için ve belki istikametle şükür edersiniz diye, size bunları emir eylemiştir. Bana teveccüh etmiş olan salik ve talipler, benim marifetimden sana sual ettiklerinde, hemen, tahkik, ben zahirim. Bana hal ve istidatları lisanı ile dua edenlerin dualarını kabul eylerim. Benim icabetimi talep etsinler. Ve tasfiye halinde onların kalpleri aynasından ‘Ben’ tecelli edeceğimden ‘Ben'i müşahede etsinler.” (2 Bakara, 185)

                “Allah, vücutta ondan başka mabut yoktur. Ondan başka her neye ibadet olunsa ibadet, başkasına vaki olmaz. Bilinsin bilinmesin hep O’na olur. O diridir, kayyumdur, âlimdir. Ben zahirim, Ben batınım, evvelim, ahirim.” (2 Bakara, 255)

“Hak Teâlâ Hazretleri, zatının muktezası olan adalet ile kaim olduğu halde, ervah göklerini ve sicim arzını izhar eyleyen Zat-ı mutlaktır, ol dediği vakit derhal olur.” (6 Enam, 73) Herkes onun ilmiyle âlim, nefsiyle kaim, ayakta, hayatıyla hay, diri, vücuduyla mevcuttur. Fena makamlarından sonraki beka makamlarında da yalnız Allah vardır, ‘Ben’ der.

            “Fazilet yolu benim doğru yolumdur. Bu yola ancak bir garaz, amaç, için sağa, sola meyil etmeyerek doğru olduğu halde benimle kaim olan kimse girebilir. Zira faziletin membaı, ancak vahdettir. Görülmez mi ki fazilet, ifrat ile tefrit tarafları arasındaki itidallerden ve vasatlardan ibarettir ki bu itidalleri tayin üzere hakikat ile sülük ancak Allah'ın dininde, Allah'a doğru, müstakim olan ve Allah Teâlâ'nın, kendisini hak yola sülûka Tevfik ile teyit eylediği kimseye mümkün olur. Ta ki o kişi efalinden, sıfatından ve sonra zatından fenaya vasıl ve fenadan sonra beka halinde Hakk’ın sıfatıyla muttasıf olup, o Hak'la kaim olur. O vakit Hak'ta Hak ile müstakim olur. Ve o takdirde onun sıratı, Hakk’ın sıratı ve seyri de Allah'ın seyri olmuş olur. (6 Enam, 153)

İnsan, insan olduğunu anlayıp verilenlerle ergenleşip ve olgunlaşıp mesaja muhatap olursa, aşikâr ayetlerin mesajlarının kıymetini ve kadrini bilirse, okuyup anladıkça mesajlar kendini cezp eder, cezbeye kapılan olgun insan da Allah’a vasıl olabilir.

            Umarım biz de sıratı müstakimden geçebiliriz.                                        Necdet Altınay, 18112021

http://necdetaltinay.blogspot.com/2021/11/dort-anasr.html

Varlığın Haysiyeti

Kendini bilen her insanın bireysel, toplumsal ve insanlık düzeyinde bir haysiyeti, gururu, şanı, şöhreti, bilinecek kadir ve kıymeti vardır. Evrenini ve çevresini tamamlayan ve tam anlayan insan, bilir ve bildiğini bilir. Kendini oluşturan her zerrenin, iletişim ve etkileşim içinde olduğu tüm çevresinin farkındadır. İnsan, ıssız bir ada değildir. Herkes, insanlığını, kendi çevresel ortamında, geniş çaplı iletişim ve etkileşim içinde, bedensel ve ruhsal kuvvetlerine, hükmederek yaşar. ‘Uzay Zaman Birleşik Alanındaki Kuvvetlerden’ bazıları, elektron-pozitron misali, zıt kuvvetler halinde,  ‘yokluktan’ ‘boşluğa’ çıkar ve aralarındaki ‘boşluk denizi’ sayesinde, zahir olur, görünür, ‘kaynağından bir nazar iradesiyle’ de, toplaşıp kütle kazanır, kaynağından kopmayacak şekilde ‘eşyayı’ oluşturur.

Büyük Hadron Çarpıştırıcılarından, proton gibi parçacıkların saniyede 40 milyon defa, hızla, çarpıştırılarak elde edilen bulgularla kanıtlanan bilgilere göre “Varlığımızı” (1), saniyenin 10-40ında, ‘Yokluktan’ ‘Boşluğa’ var olup çıkan ve yok olup giden parçacıklara ve aralarındaki ‘Boşluk Denizine’ borçluyuz. Elektronun elektrik değeri, elektronun etrafında polarize olan pozitron ile elektron arasındaki boşluğa tabidir. Yakında artar, uzakta azalır. Elektronun elektrik değeri milyarda bir az ya da çok olsa atom oluşamaz. Evrende hassas denge vardır. Milyarda bir farklı olsa evren olaşamazdı denen milyonlarca katsayı bilinmektedir. Sistemin dışından yapılan bir müdahale sonucunda, Higgs bozonu içinde, ‘toplanan kuvvetler’ bir parçacığın hareketini kısıtlar, parçacık ‘kütle’ kazanır ve hareket etmesi için daha büyük kuvvetle itilmesi gerekir, böylece madde ve her şey oluşur.

“Her şey ve herkese özgü, irade beyanı olarak, bir ‘nazar’ vardır.” (42 Şura, 38) Bu ayet, halk edişte, ‘kuvvetler’ üzerinde, kaynağından, bir irade beyanı olduğunu gösterir. “İnsanlar için vaaz olunan ilk mescit, manevî sadır Mekke'sindeki hakikî kalp, Kâbe’dir.  Hakikî kalbe yönelen ‘kuvvetlerin izdiham ettiği’, toplandığı yerdir. Buradan bütün vücut feyiz, hayat ve kuvvet alır. Her azaya giden kuvvetler buradan gider ve âlemlerin sebeb-i hidayetidir. O sebeple hidayete, vuslata, doğru yola girilen bir nurdur.” (2 Bakara, 96) İnsanın manevî sadrında, göğsünde, Mekke’sinde, bulunan hakikî kalbi, Kâbe’sidir.

Özetle, “Sakfı merfu'; levha-i mahfuza, levha-i kaderden, suretler ve ahkâm nazil olan sema-i dünyadır. Dünya semasına nüzulden, aşağı inişten, sonra mev’atte, cansız şeylerde, hululü, içine gizlice girişi ile şahadet âleminde zahir, aşikâr, olur. Bu da insandaki mahal-i hayal, tasavvur merkezi, mesabesinde olup mahıv ve ispat, var oluş yok oluş, levhasıdır.” (52 Tur, 5) Kader levhasından, saklı ve muhafaza edilen levhaya suretler, şekiller ve ahkâm, düzen, inen dünya semasına ‘Sakfı Merfu’ denir. Dünya semasına inişten sonra cansız şeylere dönüşüyle, içine gizlice girişiyle, görünür âlemde zahir, aşikâr, oluş başlar. Bu da insandaki hayal merkezinde var oluşa benzer olup, mahıv ve ispat levhasıdır, var olma ve yok olma levhasıdır. İnsan, aklını kullanırsa eğer, cansız şeylerin, ‘yokluktan boşlukta var oluş ve yok oluş’ gerçeğini, tasavvur edip, deneyebilir ve gözlemleyebilir. ‘Yokluktan boşluğa çıkıp var olan zerreler’ bilimsel deneylerde kanıtlandığı gibi ayet de ‘Kader Levhasından’ ‘Dünya Semasına’ inip aşikâr olan zerrelerden söz etmektedir.

“Bahri mescur, ‘Boşluk Denizi’,  birbirine yakın olup da etrafı çevrili olan ve ispatlanan eşyanın tümünün zahir olduğu, ortaya çıktığı, suretlerin göründüğü heyuladır,  görkemli büyüklüktür.” (52 Tur, 6) Yokluktan var olup boşluğa çıkan cansızlar, ilmin uygulanmış halleriyle, ‘boşluk denizi’ sayesinde, kesret âlemini, oluşturacak şekilde, görkemli büyüklükte, doldurur. Bu boşluk denizi, yokluktan boşluğa çıkan elektron-pozitron çiftinin arasında yer alan boşluk denizini hatırlatır. “Eğer biz ‘var olur yok olur’ mevcudat olsun isteseydik kudret yönünden bize mümkün olurdu. Lâkin öyle mevcudat, varlık olsun istemedik, çünkü hikmet ve hakikate uygun olmaz, aykırı olurdu”. (21 Enbiya, 17) İnsanlar bir düzen içindedir ancak düzeni bilmezler, kaos derler!

‘Kutsal Mesajlar’, ‘eşyanın’ ‘yokluktan’ ‘boşluğa’ çıkan zerrelerden oluştuğunu bildirir. Bu durumun, bilimsel olarak elde edilen bilgi ve bulgularla kanıtlanmış olduğu görülmektedir. Ayrıca ‘eşya’ bir bütündür ve onları oluşturan ‘kuvvetler’, ‘Uzay Zaman Birleşik Alan Kuvvetleridir’, sürekli iletişim ve etkileşim içinde olup, uzay zamanı büküp ‘toplanmaları’ bütünlüğü bozmaz. En önemli husus, bilim insanlarınca, bu kuvvetlerin, Hadronda çarpıştırma gibi ‘sistemin dışından’ bir etkiyle toplandığının bildirilmesidir. (1)

 “İnsan bir bütündür ama kendi nefsiyle var değildir, her mevcut olan O’nun vücuduyla mevcuttur. Vücudun bütününden infisam etmek, kopmak, ayrılmak, iki vücut halinde var olmak mümkün değildir. Akıl kıyasladığı için iki varlık gibi görür. Mümkinat, mevcut olanlar, Allah’ın efali ve sıfatıdır. İnsan, tüm organlarıyla bir bütün halinde yaşarken, kendi iradesi dışında bir organı, eli, kolu, hareket ederse onu duyar, işitir. Akıl bir insanı ayrı bir varlıkmış gibi itibar eder, düşünürse o insan varlıktan kopmuş gibi olur. İnsanın ayrı bir varlıkmışçasına hareket etmesi halinde ise ‘Varlık’ onu hemen işitir, çünkü kendi kendine hareket ettiğinde varlıktan kesilmiş, kopmuş olur. Özgürmüş gibi hareket edildiğinde niyeti bilinir, sözü işitilir, hareketi duyulur ve hissedilir. Bağımsız gibi hareket etmenin nedeni maddenin ardındaki, özündeki ilmi bilmemek olabilir. Hareket ve sıfatların karanlıklarından, hayal, kuruntu ve şüphelerden, kurtularak ruh âlemi fezasına; ilim ile kalbin ufkuna ve semasına çıkılabilir. Maddeyi, eşyayı, kişileri mevcudatın tümünden, ‘Vücut’tan, kırık, kopuk ve bağımsız hayal etmek eşyanın doğasına aykırıdır.” (2.256, 257)

 Umarım biz de Hakk’ın, vücudunun kopmaz bir parçası, sürekli iletişim ve etkileşim içindeki ayrılmaz haysiyetli bir nazarı (2) olduğumuzu idrak edebiliriz.

                                                                                  Necdet Altınay, 02122021   

(1)    https://www.youtube.com/watch?v=FYf7af2tb5U

(2)    http://necdetaltinay.blogspot.com/2017/07/nazarla-olusum.html

 

Varlığın Haysiyeti

Kendini bilen her insanın bireysel, toplumsal ve insanlık düzeyinde bir haysiyeti, gururu, şanı, şöhreti, bilinecek kadir ve kıymeti vardır. Evrenini ve çevresini tamamlayan ve tam anlayan insan, bilir ve bildiğini bilir. Kendini oluşturan her zerrenin, iletişim ve etkileşim içinde olduğu tüm çevresinin farkındadır. İnsan, ıssız bir ada değildir. Herkes, insanlığını, kendi çevresel ortamında, geniş çaplı iletişim ve etkileşim içinde, bedensel ve ruhsal kuvvetlerine, hükmederek yaşar. ‘Uzay Zaman Birleşik Alanındaki Kuvvetlerden’ bazıları, elektron-pozitron misali, zıt kuvvetler halinde,  ‘yokluktan’ ‘boşluğa’ çıkar ve aralarındaki ‘boşluk denizi’ sayesinde, zahir olur, görünür, ‘kaynağından bir nazar iradesiyle’ de, toplaşıp kütle kazanır, kaynağından kopmayacak şekilde ‘eşyayı’ oluşturur.

Büyük Hadron Çarpıştırıcılarından, proton gibi parçacıkların saniyede 40 milyon defa, hızla, çarpıştırılarak elde edilen bulgularla kanıtlanan bilgilere göre “Varlığımızı” (1), saniyenin 10-40ında, ‘Yokluktan’ ‘Boşluğa’ var olup çıkan ve yok olup giden parçacıklara ve aralarındaki ‘Boşluk Denizine’ borçluyuz. Elektronun elektrik değeri, elektronun etrafında polarize olan pozitron ile elektron arasındaki boşluğa tabidir. Yakında artar, uzakta azalır. Elektronun elektrik değeri milyarda bir az ya da çok olsa atom oluşamaz. Evrende hassas denge vardır. Milyarda bir farklı olsa evren olaşamazdı denen milyonlarca katsayı bilinmektedir. Sistemin dışından yapılan bir müdahale sonucunda, Higgs bozonu içinde, ‘toplanan kuvvetler’ bir parçacığın hareketini kısıtlar, parçacık ‘kütle’ kazanır ve hareket etmesi için daha büyük kuvvetle itilmesi gerekir, böylece madde ve her şey oluşur.

“Her şey ve herkese özgü, irade beyanı olarak, bir ‘nazar’ vardır.” (42 Şura, 38) Bu ayet, halk edişte, ‘kuvvetler’ üzerinde, kaynağından, bir irade beyanı olduğunu gösterir. “İnsanlar için vaaz olunan ilk mescit, manevî sadır Mekke'sindeki hakikî kalp, Kâbe’dir.  Hakikî kalbe yönelen ‘kuvvetlerin izdiham ettiği’, toplandığı yerdir. Buradan bütün vücut feyiz, hayat ve kuvvet alır. Her azaya giden kuvvetler buradan gider ve âlemlerin sebeb-i hidayetidir. O sebeple hidayete, vuslata, doğru yola girilen bir nurdur.” (2 Bakara, 96) İnsanın manevî sadrında, göğsünde, Mekke’sinde, bulunan hakikî kalbi, Kâbe’sidir.

Özetle, “Sakfı merfu'; levha-i mahfuza, levha-i kaderden, suretler ve ahkâm nazil olan sema-i dünyadır. Dünya semasına nüzulden, aşağı inişten, sonra mev’atte, cansız şeylerde, hululü, içine gizlice girişi ile şahadet âleminde zahir, aşikâr, olur. Bu da insandaki mahal-i hayal, tasavvur merkezi, mesabesinde olup mahıv ve ispat, var oluş yok oluş, levhasıdır.” (52 Tur, 5) Kader levhasından, saklı ve muhafaza edilen levhaya suretler, şekiller ve ahkâm, düzen, inen dünya semasına ‘Sakfı Merfu’ denir. Dünya semasına inişten sonra cansız şeylere dönüşüyle, içine gizlice girişiyle, görünür âlemde zahir, aşikâr, oluş başlar. Bu da insandaki hayal merkezinde var oluşa benzer olup, mahıv ve ispat levhasıdır, var olma ve yok olma levhasıdır. İnsan, aklını kullanırsa eğer, cansız şeylerin, ‘yokluktan boşlukta var oluş ve yok oluş’ gerçeğini, tasavvur edip, deneyebilir ve gözlemleyebilir. ‘Yokluktan boşluğa çıkıp var olan zerreler’ bilimsel deneylerde kanıtlandığı gibi ayet de ‘Kader Levhasından’ ‘Dünya Semasına’ inip aşikâr olan zerrelerden söz etmektedir.

“Bahri mescur, ‘Boşluk Denizi’,  birbirine yakın olup da etrafı çevrili olan ve ispatlanan eşyanın tümünün zahir olduğu, ortaya çıktığı, suretlerin göründüğü heyuladır,  görkemli büyüklüktür.” (52 Tur, 6) Yokluktan var olup boşluğa çıkan cansızlar, ilmin uygulanmış halleriyle, ‘boşluk denizi’ sayesinde, kesret âlemini, oluşturacak şekilde, görkemli büyüklükte, doldurur. Bu boşluk denizi, yokluktan boşluğa çıkan elektron-pozitron çiftinin arasında yer alan boşluk denizini hatırlatır. “Eğer biz ‘var olur yok olur’ mevcudat olsun isteseydik kudret yönünden bize mümkün olurdu. Lâkin öyle mevcudat, varlık olsun istemedik, çünkü hikmet ve hakikate uygun olmaz, aykırı olurdu”. (21 Enbiya, 17) İnsanlar bir düzen içindedir ancak düzeni bilmezler, kaos derler!

‘Kutsal Mesajlar’, ‘eşyanın’ ‘yokluktan’ ‘boşluğa’ çıkan zerrelerden oluştuğunu bildirir. Bu durumun, bilimsel olarak elde edilen bilgi ve bulgularla kanıtlanmış olduğu görülmektedir. Ayrıca ‘eşya’ bir bütündür ve onları oluşturan ‘kuvvetler’, ‘Uzay Zaman Birleşik Alan Kuvvetleridir’, sürekli iletişim ve etkileşim içinde olup, uzay zamanı büküp ‘toplanmaları’ bütünlüğü bozmaz. En önemli husus, bilim insanlarınca, bu kuvvetlerin, Hadronda çarpıştırma gibi ‘sistemin dışından’ bir etkiyle toplandığının bildirilmesidir. (1)

 “İnsan bir bütündür ama kendi nefsiyle var değildir, her mevcut olan O’nun vücuduyla mevcuttur. Vücudun bütününden infisam etmek, kopmak, ayrılmak, iki vücut halinde var olmak mümkün değildir. Akıl kıyasladığı için iki varlık gibi görür. Mümkinat, mevcut olanlar, Allah’ın efali ve sıfatıdır. İnsan, tüm organlarıyla bir bütün halinde yaşarken, kendi iradesi dışında bir organı, eli, kolu, hareket ederse onu duyar, işitir. Akıl bir insanı ayrı bir varlıkmış gibi itibar eder, düşünürse o insan varlıktan kopmuş gibi olur. İnsanın ayrı bir varlıkmışçasına hareket etmesi halinde ise ‘Varlık’ onu hemen işitir, çünkü kendi kendine hareket ettiğinde varlıktan kesilmiş, kopmuş olur. Özgürmüş gibi hareket edildiğinde niyeti bilinir, sözü işitilir, hareketi duyulur ve hissedilir. Bağımsız gibi hareket etmenin nedeni maddenin ardındaki, özündeki ilmi bilmemek olabilir. Hareket ve sıfatların karanlıklarından, hayal, kuruntu ve şüphelerden, kurtularak ruh âlemi fezasına; ilim ile kalbin ufkuna ve semasına çıkılabilir. Maddeyi, eşyayı, kişileri mevcudatın tümünden, ‘Vücut’tan, kırık, kopuk ve bağımsız hayal etmek eşyanın doğasına aykırıdır.” (2.256, 257)

 Umarım biz de Hakk’ın, vücudunun kopmaz bir parçası, sürekli iletişim ve etkileşim içindeki ayrılmaz haysiyetli bir nazarı (2) olduğumuzu idrak edebiliriz.                                                     Necdet Altınay, 02122021           

(1)    https://www.youtube.com/watch?v=FYf7af2tb5U

(2)    http://necdetaltinay.blogspot.com/2017/07/nazarla-olusum.html

 

 

Haysiyetli Olunmalıdır

Say İlahi İrade Kanuna göre çalışma esastır, her şey çalışana, hak edene, hak ettiği kadardır. “Hakkın batındaki ilim hazinesinde vücudu olmayan bir şey asla zahire çıkamaz ve vücut bulamaz. Zahir de, batın da O’nundur, O'dur.” (25 Furkan, 45) “Kuran, anlaşılsın diye Arapça olarak indirilmiştir. İnsanın yaratılışında, genlerinde vaat edilenler, kitapta tekrar edilmiştir. İnsanın, kitabın doğruluğunu kabul etmesi, şahit olması ve onu okuması beklenir.” (20 Taha, 113, 114) Görüldüğü gibi dünya ve evrendeki her şey Hakkın ilim hazinesinden çıkar ve var olur. İnsanın, genlerinde yazılı olan bilgiler uygulanır, Kitap bunları doğrular ve insanın da bunları okuyup, şahit olup, haysiyet kazanması beklenir.

“İş bu Kuran, değişmez, bozulmaz, noksansız, afetten korunmuş, bozulmamak ve kanıtlanmak üzere, evrenin tümünde apaçık olan ve hakikatleri muhkem, sağlam kılınmış bir kitaptır. Hakikatlerini, daha sağlam ve daha güzel olması mümkün olmayan, bir ilim ve hikmet üstüne inşa eder.  Zahirde,  görünürde, belirli ve bilinen miktar ve zamanda, aşikâr olur.  Takdir ve tertibinde hikmete uygun intizamda, düzendedir.  Ayrıntılarından layıkıyla haberdar, bilgili, kendi cehaletini keşfeden, ilim ve hikmet sahibince; ahkâm ve ayrıntısı, cüzi âlemde ortaya çıkarılmış, aşikâr edilmiş, bir kitaptır.” (11 Hud, 1) Genlerindeki bilgilerin uygulanmasıyla var olan insan, ilim ve hikmetle mükemmel uyumlu düzen ve tertipte, teslimiyette, inşa edilirse, Kuran düzeninden kaynaklanan haysiyete kavuşur.

“Herkes ruh-nefis çiftinin oğludur. Nefis anne önce bedeniyle meşgul olur ve kendi kemaliyle ilgilenemez. Bedenle meşguliyetinden basireti açılmaz, idraki safi olmaz, rüştünü ispat edemez ve kendi kemalinden gafildir. Rüştüne erince, Nefsin akıl basireti açılır, fıtratındaki aydınlanma başlar,  istidadı zahir olur, beşiğinde uykusundan uyanır ve gaflet uykusundan yakaza, yarı uyanık, haline geçer; cevherinin kutsallığını anlar, merkezini ve gayesini arar. (46 Ahkaf, 15) İnsanın, bedensel gelişimi tamamlanıp rüştü kanıtladıktan, aklıyla iyi ve kötüyü ayırt ettikten sonra nefsinin akıl basireti açılır. Fıtratındaki aydınlanma başlar, istidadı görünür, gaflet uykusundan uyanır, uyanık hale geçer ve cevherinin kutsallığını idrak eder. Böylece kendi merkezini bulur ve evrenin merkezinde olduğunu anlar. Dünya ile Gökyüzü arasındaki ilişki ne ise insan ile ‘akıl seması’ arasındaki ilişki de odur.  İnsanlığın aklı da, insanlığın etrafında teçhiz edilmiş, donatılmıştır. İnsan, kendi akıl semasının merkezindedir. (1) Dünya, gök kubbenin merkezindedir ve madde olarak aşağıda, alttadır. (2) Bedensel gelişimden sonra aklın basireti açılır, gaflet uykusundan uyanırsa insan, cevherinin kutsallığını idrak ederek, Hakkın vücuduyla haysiyet kazanır.

“Biz,  «Ey ateş sen,  İbrahim’e hal-i fenaya vusulü sebebiyle serin ol» dedik. Azgın ve asi olan Nemrut Nefis ve kavmi olan gazap ve şehvet kuvvetleri,  Ruh İbrahim’ini,  yani Ruhun mazharı olan vücut incisini, zikir mancınığına koyarak, tabiat-ı rahim harareti ateşine attılar. Allah, tabiat-ı rahmin nar-ı hararetini İbrahim’e serin ve selâmet eyledi.”(21 Enbiya, 69)

“Biz İbrahim’i kurtardık, kendisini hidayet, hakiki rızık, kemali sıfatlar, ilim ve amelle terbiye etmesi sebebiyle, âlemlere mübarek kıldığımız «beden arzına» gönderdik.” (21 Enbiya, 69) Olgunlaşan insan, idrakiyle, gönderilen mübarek beden arzında, haysiyete kavuşur.

“Biz, Ruh İbrahim’ini ve akıl Lût’unu, fenadan sonra Hakkın ihsan edilmiş, bağışlanmış vücuduyla, mübarek kıldığımız tabiat-ı bedeniye arzına, ‘Terbiyeyi Kabule Müsait Olanlar’ için gönderdik. Terbiye ile olgunlaşmaya müsait olanlar, feyiz ve hidayetle, faydalı mahsuller ve meyveler verecek kadar kemale erebilir. Böylece kemale erenler, iyi, güzel ve hayırlı ameller işler ve hükmümün şeraitine, şartlarına, uyarlar. Beden arzı bu amaçla ve nedenle mübarek kılınmıştır. Bizim İbrahim’i ateşten kurtarmamızın sebebi de müsait olanlara, olgunluğun vasıflarını kazandıracak hakiki erzakı vermesi, ilim ve amelle terbiye ve tekmil etmesi içindir.” (21 Enbiya, 71) Yarenlerin “İrşat”, “Öğrenim ve Olgunlaşma” ortamı, olgunlaşmaya müsait olanlar için mübarek yani ilahî hayrı bulunan, bereketli kılınan «beden arzı» ortamı olabilir. ‘Öğreten Öğreniciler’ olup olgunlaşabilirler!

            “Allah yer ile göğün nurudur. Nur, Allah’ın zatıyla zahirdir, kuvvetiyle kütle kazanır, görünür hale gelip görünür,  eşya da nur ile görünür hale gelip görünür.  Nur, zuhurunun,  ortaya çıkışının, şiddetinden ve eşyanın kendisiyle zahir olması dolayısıyla, mutlaktır ve ilahi isimlerden birisidir. Zuhurunun şiddetinden gizlidir, ışığın kaynağı görünür kendisi görünmez. Mevcut olan her şey onunla mevcut olmuştur.  Cisimler âlemi,  ilahi nurun gurup ettiği,  tesettüre girdiği yerdir, örtülü halidir. İnsanın kemale ermiş, olgunlaşmış halinde, bu nur parlar, yaradılışa uygun olarak parlayan bu nur ise diğerlerini aydınlatır.  Parlayarak aydınlatan nura, nurun nuru, batıdan doğan hakikat güneşi denebilir. Cahil kişi cisimlerin altında kalmış, cisimler âlemi dalgasının örttüğü kişidir, altından elini çıkarsa basiretinin körlüğünden göremez.” (24 Nur, 35) Haysiyet, nurun nuru, ilmin idraki iledir.

“Ve bizim inzal ettiğimiz şu Kuran, sırf tevhide hidayet ve doğru yola irşat ziyadeliğiyle mübarek bir kitaptır. En yakın yoldan, kemalin en yüksek derecelerine hidayet eder. Binaenaleyh siz, o kitaba tâbi olunuz ve bütün mâsivâullahtan, sizi Allah’ı düşünmekten alıkoyan her şeyden, hatta kendi zat ve sıfatınızdan, bile sakınınız ki size bağışlanmış vücutla, Allah’ta ve Allah’la, rahmetiyle rahmet olunasınız.” (6 Enam, 155)

            Umarım biz de, bize bağışlanacak vücutla, Allah’ta ve Allah’la, rahmetiyle, haysiyet kazanabilir, haysiyetli olabiliriz.

                                                                                              Necdet Altınay, 15122021

(1)     http://necdetaltinay.blogspot.com/2021/09/evrenin-merkezisin.html

(2)     http://necdetaltinay.blogspot.com/2021/09/savunma-hakk.html

 

 

 

   Gen Levhanı Oku!

Kulak ver, kalpten gelen sese,

Cahil cühela, gelmez herkese,

Açılan yeni sayfa, kitabından,

Payına düşendir, hitabından!

       Senden sana, O’na giden yol,

       Kendi sesindir, dediği gibi ol!

       Şüpheye, kuruntuya yer yok,

       Var olan vücut, görünür çok.

Boş değil, çocuktan al haberi,

Dışına aktarır, içinden geleni,

Şaşarsın görüp, nasıl bildiğini,

Okur geliştirir sayfa genlerini.

       Genlerde kazılıdır, aklı, hisleri,

       Harfle yazılı, genlerde bilgileri,

       Yeni deneyim, kazınır genlere,

       Okunup yazılır, yenisi genlere.

Rüşt, ispatlanır, akılla, beyinle,

İçinden dışına döner, bilgisiyle.

Vahdet biter, dünya kesretiyle,

Dönmeli kendine Oku emriyle!

 

Yanılgı yazma, kendi levhana,

Kötülükler yazılmasın yazgına,

Aldanma sakın, sapkın azgına,

Dönüp içine uğrama bozguna!

 

Kitap, Âlemle Âdeme, El Kitabı,

Geninde, fıtratında kazılı olanı,

Seni sana okutur, O’nun hitabı!

Necdet, fena bul, bil baki olanı!

       Necdet Altınay, 22122021

Hisler Genlerde Kazılıdır

Bebeğin DNA’sında, her seferinde bir protein açılır işini yapar, emer, kıskanır, sever, güler, ağlar, etkiler, etkilenir tepki verir; uyum gösterilen koşulda RNA ve DNA’sı değişir, gelişir. “Beyin hücresi ‘Nöronlar’ arasındaki, metrelerce uzun, elektromanyetik dalga lifleri yalnız o ana özeldir, ne daha önce oluştu ne de sonra oluşacaktır. Bu dalgalar sayesinde yer, içer, duyar, görür, bilir, bilinçlenir, konuşur, yaşarız. Tüm yaşam iç içe var olmuş bir kodlamalar uyumudur; yaşam, DNA’dan DNA’ya film aktarımıdır.” (1) Canlı hücre, oksijen atomunu, hidrojenden koparıp karbona bağlamasıyla, elektrik enerjisi kazanır ve her işini bu enerjiyle yapar. Hücre, elektrik enerjisini nasıl üreteceğini, mesajını elektromanyetik dalgalar üstünde nasıl kodlayıp, nereye göndereceğini, iyi bilir. Elektromanyetik kuvvetler ile onları kullanım iradesi, DNA bünyesinde, Hakça verilmiştir. “Her şey ve herkese özgü ve özel, irade beyanı olarak, bir ‘nazarım’ vardır.” (42 Şura, 38) (2)

“Fitneci ve münafıkların, kalpleri şek, şüphe ve iki yüzlülük hastalığına tutulmuştur ve bunlar kalplerine kök salmıştır. Resul de müminlere yardım etmek ve dini yüceltmekle bunlara kin ve haset etmeyi de yüklemiştir. Rezaletlerin tümü kalp hastalıkları ve arazlarıdır. Bunlar kalbin zayıflamasına ve helak olmasına yol açar. Çünkü münafıkların azapları elim ve kâfirlerin azapları azimdir, büyüktür. Felç olan bir organın duyarsızlaşması gibi kovulmuş, dışlanmış olan inkârcı kâfirlerin azapları elim ve azim olsa da kalpleri azabı idrak edemez ve sefasını da süremez; büyük kin, nefret ve elemin şiddetini kalpleri hissedemez. İkiyüzlü münafıkların ise asılda istidatları sabit ve idrakleri baki olduğundan, elem ve acının şiddetini hisseder, duyarlar. Çaresiz yalan ve buna katılmış araz olan müzmin hastalıklar sebebiyle azapları elemli olur. Böyle kişiler, bütün işlerde ve akılcı lezzetlerde cüzî menfaat, hissî lezzetler peşindedir, bedensel lezzetlere dalmıştır, dünya muhabbetiyle meşguldür. Kurtuluşu ve iyiliği, dünya işlerini kendilerine uygun yürütmekte, geçimlerini kazanmakta bilirler, bütün amaçlarına böylece ulaşabileceklerini düşünürler. Oysa hissiyat ve idraklerini bozduklarını hissedemezler.” (2 Bakara, 10, 12)

Bir hadise göre  “Kişi sevdiği ile haşir olunur, kıyametten sonra onunla dirilir,  ağacın çekirdekten çıkışına benzer.” Bunun nedeni, insan kalbinin, muhabbet ettiği şeyin suretinde şekillenecek kadar o şeyin,  nefsine kazınmasıdır. Kalpten sevilen kişi,  insanın dünyasını doldurur.  Ateşin harareti,  yanmanın maddi mi manevi mi olduğuna bağlıdır. Cismanî kuvvetler çok sınırlı, oysa ruhanî kuvvetler sınırsızdır; ruhanî ateşin elemi,  cismanî ateşin eleminden hem daha sürekli hem de daha şiddetli olur.  Bu nedenle,  «Cehennem ateşi,  yetmiş defa su ile yıkandıktan sonra faydalanmak için dünyaya indirildi»  denir.  “O ateş, dinden mahcup olanlar, kâfirler, için ihzar olunmuş, hazırlanmıştır. İlahî kahır ateşi gazap kızgınlığına tenezzül etmiş gibi olur ve gazap, insanın ahlakını yakar hem de ateşin yapamadığı tesiri yapar. Bu nedenle gazap, kötü ahlakı yakıp güzel ahlakı inşa edebilir. 

Eğer bunu yapamaz iseniz sizi ateşe götüren inadı terk edip teslim olun iman ediniz. Ateş imanın makamına konulmuştur.” (2 Bakara, 24) İlk defa hırsızlık yapanın yüzü kızarır, utanır, sıkılır, acı çeker. Gazap kuvvetleri, kötülüğü yakabilir, güzel ahlakı, geliştirebilir.

”Kuvvet ve kudretimin, zat ve sıfatlarımla, mevcudatın ilahi düzene uygun halleriyle, tecellisini gösteren delillerden sonra; hissi lezzetlere alıştığınız için, cenneti nefsinizle değişmeyiniz.” (2 Bakara, 41) Yaşamın işleyen ilahî düzenine, nefsiniz ve benliğinizle, engel olmayın; enerjinizi düzensizliğinizi düzeltmekte kullanınız. “Arzın yarılıp çekirdekten bitki çıktığı gibi sizi de rahimde, vücudun siyah madde denizinden, ters tutunan damlanın bedensel maddeden arınmasıyla, kurtarırız. Maddeden kurtulamadığı zaman, nefsin, madde fesadından helak olduğunu müşahede eder, görür, gözlemlersiniz. İman ederek, istidadınızda, genlerinizde, olan nuru, ilim ve irfanı, taşıp yayılan olgunlaşma nurunu tasdik ederek, kabul edip uyarak, içinize doğan şeylere ikbal ediniz, uyunuz. Güzel ahlak ve tevhidin istidadınıza, genlerinize, delilleriyle konulması, kazınması ahittir, bu ahde uyulması da sizin ahde vefanızdır. Nurlu parıltılarla verilen ilim ve irfanı, nefsanî lezzet ve kazançlarla değişmeyiniz. Nefsanî sıfatlarla ruhani bilgi ve aydınlığı karıştırmayın. Ruhani kuvvetler ve hisler, nefsanî kuvvet ve hislerden şereflidir.” (2 Bakara, 50) Bebeklikteki saf ve temiz, arı duru ilahi düzeni, çocukluk ve gençliğinizde kaybetmişseniz ruhani kuvvet ve hislerinize tekrar dönünüz.

Bizi aile yapan kan bağı değil, birbirimizin hayatına kattığımız sevinç ve birlikte gülebilme ve öğrenebilme bağıdır, hislerimizdir. Ruhani kuvvet ve hisler bütünleştirir, bireysel nefsanî kuvvet ve hisler ise ayrıştırır.

 İlk kırk gün içinde, bebeğin bünyesine giren enerji kuvvetleri önce kalbini oluşturur; diğer organları, kuvvetler, kalpten geçerek oluşturur. Önce kuvvetler vardır sonra kuvvetler sıfat kazanır ve vücut oluşturur. Kırk yaşında, Kalp, nefsanî yaşamdan kaçış yeridir. Nefis, Kalpte, huzur duyar, huzur içinde olur. Kırk yaşında insanı incelerken, ne tür nefsanî hareketleri olduğundan başlanır ve ne tür kalbî duygular altında bulunduğuyla devam edilir. Kişilik ve vücudunun kaynağı araştırılır.

“Ve batınından, ruh'un mahal-i tesirini, ruhun bedene tesir ettiği, bedeni etkilediği yerini ve ferc-i istidadını,  istidadın, açılıp,  yarılıp,  çatlayıp bedende ortaya çıktığı yeri;  bedensel kuvvetlerin mütecaviz yani aktif olanlarından hıfz etmiş,  öğrenmiş olan kul;  zeki ve safi nefsi zikret, tanı, öğren ve hatırla.” (21 Enbiya, 91) (5) DNA’mızda bir proteinimiz açılır, ruh bedene tesir eder. Nefsinde yaşadığın gerek bedensel hareketlerin gerekse kalbi duyguların kaynağına in, nereden geldiklerine, çıktıklarına bak. Fiillerinin de duygularının da kaynağının ruhun olduğunu göreceksin.  Fıtratından ortaya çıkan her şeyin beden ve nefsinde zahir olup göründüğünü anlarsın. Örneğin, sevgi ve merhamet duygularının kaynağı ruhun ve fıtratındır, duygularını yaşarken yapılan hareketler, kendi içini ve ruhunu gösterir.  Her duygunun bir ucu kulda iken,  sonsuzluktaki diğer ucu Allah’tadır.  Batılda kalma, vuslat için Hakka yürü.

Umarım biz de insanı insan yapan akıl ve duygularımızın kaynağını idrak edebiliriz.

(1)     Prof. Dr. Türker Kılıç: http://drturkerkilic.com/video/50-yilda-yasamdan-ne-ogrendim-95

(2)     http://necdetaltinay.blogspot.com/2021/12/varlgn-haysiyeti.html

(3)     http://necdetaltinay.blogspot.com/2020/02/akl-semas_3.html

(4)     https://evrimagaci.org/soru/vmat2-geni-tanriya-inanma-geni-mi-6790

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

   Kuvvet ve Kudret!

‘Kuvvetler’, dememiz yeterlidir,

‘Elektromanyetik’ de geçerlidir,

Gazap ve şehvet, namı diğerdir,

Her şeyin özü, esası, temelidir!

 

Tamamlıyorsam ben bu Evreni,

Tam anlıyorsam, ben çevremi,

‘Kuvvetler’, algılanıp bilinmeli,

Ağlayıp, gülerken de sezilmeli.

 

Tefekkürle, mağaraya kapatır,

Kalpte, kendimle olup, taptırır,

Ses getiren tellerimi, kıpırdatır,

Etkisiyle ve tepkisiyle, yaşanır.

 

Kuvvetler, kalp dışına taşarmış,

İnsan, kalbinin içinde yaşarmış.

Her duygu bir başka titreşimdir,

Her titreşim etkileyen girişimdir.

 

İstemeden etkileyip etkilenirsin,

Sistemin bütünlüğü etkileşimdir,

Yaptık, ettik desek de olan olur,

Neden, niçin, denilmesi boştur!

 

İletişimle etkileşimler bir girişim,

Hepsi bilgi işlem, hem de bilişim.

Değiştirmeye çalışma, yalnız izle,

Müdahil olma, olursan eğer gizle.

 

Hak kuvvetlerini idrak ile bilensin,

Kuvvetten bilinç oluşturan sensin,

Sen ile çevreni bilip, birleştirensin,

Gitti kesret geldi vahdet diyensin!

 

Olay ve eylemler olur, olup geçer,

Kendini bilen, yalnız, oturup izler,

Rol verilmişse, oynar ancak gizler,

Necdet, bil, Allah’ındır kuvvetler!

 

                Necdet Altınay, 01012022

 

Hislerin Kullanımı

 

İnsan, diğer halk edilenler ve yaratılanlar, cemadat, nebatat ve hayvanat, arasında aklı ile ön plana çıkar ve fark yaratır ama aklıyla duygularını kontrol edebildiği için bu farkı yaratmıştır. Duygularına hâkim olamayan, hatta onların esiri olanlar sıradanlaşır, başarıya ulaşamaz, amacına eremez. Nefsinden kalbine çıkamazsa ruhuna eremez. Seven, sevilir.

 

“Mal sevgisi,  hicapların, örtünün, en kesifidir, malı sevin, kıskançlık yapmadan, size fitne vermeden; malı vereni daha çok sevin, malı Allah verdi diye sevin.” (76.8) “Nimetlere şükür, nimetleri verene karşı sevgi yaratır. Bu sevgi, fıtratın kapısını açar. Sevgi, sevilmeyi ve aşkı doğurur. Allah, seveni daha çok sever. Söz konusu cennetler, fıtratlarındaki emel ve ahlakı, miras gibi alıp, ilim ve ilgili koşulları olan sıfat ve kuvvet şubelerine ayrıldıkları için meyve verenler ve bu meyvelere sahip olanlar içindir. Korku, sevgi ve aşka dönüşerek,  nefisten kalbe ulaştırarak,  cennete kavuşturur.” (55 Rahman, 46-48)

“Kalbi, Kâbe’yi, insana emin olarak döneceği selâmet mahalli, yeri kıldık.” (2 Bakara, 125) “Tevhidim olgunluğa erip, sevgimin olgunlaşması dolayısıyla, “Habib”, sevgili, oldum. Kalbimde Sevgi, Nefsimde adalet, tam oldu.” (42 Şura, 15) Bilinmek, için kâinat yaratılmıştı, tevhit benimle kemal buldu, sevilen, sevgili oldum, fıtrat benimle amacına ulaşmış oldu.Yüce Allah, Kitapla, sevgi ile tevhit ilmini indirmiş oldu. Kitabı,  hak ile hakkıyla,  hak ettiği şekilde indiren Allah’tır.”

“Ona, kitapla inmesi gereken muhabbet ile tevhit ilmini indirdi. Tevhit ilmi muhabbetle indi, habip oldu, ilim habipin hakkı oldu, habip ilmi hak etti, ilminin hakkını verdi, gereğini yaptı, bildi ve bildirdi. Tevhit ilmi, Allah’ın Habib’inin hakkı oldu. Ve adaleti de indirmiş oldu. “Ruh”ta tevhit ilmi,  “Kalp”te sevgi,  “Nefis”te,  benlikte,  adalet olunca fenafillâh ve büyük kıyamet yakın olur.” (42 Şura, 16, 17)

“Hz. Cem’de, Hak’tan halka rücu edilir. Rab, halk sureti ile örtündü. Elçisi, kendi vücudundan fani, Hakk’ın vücudu ile mevcut, hakkın sıfatı ile mevsuf, sıfatlanmış oldu.  ‘Ben senin suretinle zahir oldum,  şimdi halk suretinde benimle kaim ol,  Hak ile halk ol’.  Rabbinin adıyla,  O’nun ismi altında,  O’nun adına,  namına,  hesabına oku,  zatının vücudu ile oku. İnsan,  rahimde ters olarak tutunup duran su damlası  ‘alâk’tan,  alakadan,  ilgiden,  sevgiden,  yaratılmıştır.” (96 Alâk, 1,2) İnsan ve insanlığın gelişiminde, uygulama alanında, ilim, ‘Bir arının ısı izini 500.000 km den algılayabilir!’ bir araç geliştirme aşamasına gelmişse, ilme ve kaynağına az kalmış olabilir! Doğum üzerindeki araştırmalarıyla kendi doğumunu hayal ve tasavvur etmeyi başaran insan, ‘Evrenin’ doğumunu izleyebilir.

“Bizi, hidayet yolunda ve vahdet yönünde yönlendir. Marifet, muhabbet, sevgi ve hakkın zatının hidayeti sıratında, yolunda, rahimsi, özel, nimetler verilenlerden kıl. Evvelde, ahirde, batında, zahirde hakkın yüzünü müşahede ettir. Bu yol, fani olan gölge vücutlarından yok olan nebi, sadık, şüheda ve evliyanın yoludur.”

“Sözle ve fiilen, söz ve eylemle, sana hitap eder, ibadeti sana tahsis eder,  yardımı senden talep eder;  seninle sana ibadet ederim.  Bu huzur hallerimde, bütün hareket ediş ve duruşlarımda, seninle sana ibadet eder daim namazda olurum. Her vecih üzere ve her vecihten, yüzden, cemalini müşahede eylediğimden, daim muhabbet lisanı ile olurum.” (1 Fatiha, 4,5)

“Bunlar küllî işlerden ve aklî lezzetlerden, cüzî menfaatler ve hissi lezzetlerle mahcup, bedenî lezzetlerde dalgın, dünya muhabbeti ile meşgul olduklarından salâh ve iyiliği,  sırf dünya işlerini kendileri için düzmekte ve geçimlerini kazanmakta bilirler, arzu ve isteklerine ancak bu suretle kavuşurlar. Hâlbuki hissiyatları ile idraklerini bozduklarını hissedemezler.” (2 Bakara, 12) “Tümde fani olmak, yokluğun idraki değildir. Sonra kendisine ruhumuzun üflenmesi ve suretimizle tasviri sebebiyle insanı, yaradılıştan gelen “Başka bir hale girme” haliyle inşa eyleriz. İnsanın fıtratından gelen ahdi misaka uyma hali bir halden diğer hale geçiş yeteneğidir. Bu yetenekle insan, yücelerek hal değişimiyle, inşa edilir.”(8 Enfal, 24) “İnsan gerçekte, böylece, halk edilmeyen bir halktır. Yani halk edilen diğer tüm doğadan farklı olarak, inşa edilerek, yaratılan yaratıktır. Bundan sonra sizler tabiat açısından ölüsünüzdür. Doğaya bağlı ve bağımlı değilsinizdir. Kısaca, kurtuluşa götüren mevte ermişsinizdir. Benlik ve bencilliğinizden vazgeçme zekâtını vererek yeniden doğuşa adaysınızdır. Sonra siz kıyameti sugra (küçük) gününde, ikinci defa meydana gelme gününde, hakikat ile diriltilirsiniz. Fena halinde ölü iseniz kıyameti Kübra (büyük) gününde beka ile diriltilirsiniz.”(23 Müminun, 14-16)

 

 

İnsanı insan yapan duygular, merhamet, sevgi ve muhabbet, kendini tanıma ve bilmeye götürmenin ötesinde, nimetleri vereni de sevdirir. Aklı ile bilip algıladığı ve hisleriyle hissettiği her şeyin kaynağına ulaşmak ister. Bildiklerinin ardında, hissettiklerinin ötesinde, sezgi ve ilhama hatta vahye kadar ulaşmak ister. Yaratılış amacının bu olduğunun idraki içinde sahip olduklarının hepsinden hatta kendisinden vazgeçip amacına ulaşmayı tercih eder. Sevdikçe sevildiğini idrak edip aşk içinde kendinden, akıl ve duygularından, geçmeyi zevk edebilir. (2) Hakkın vücuduyla mevcut, ilmi ile âlim, nefsi ile kaim, ayakta ve hayatıyla hay, diri olan insan, ‘Bilinmeyi Seveni’, ‘Severek Bilmeyi’ bilebilmelidir ve zevk etmelidir.

 

Umarım biz de hislerimize tırmanarak, Yaratana ulaşmayı hak edebiliriz.

 

                                   Necdet Altınay, 06012022

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Gölgeden Hakk’a

            İnsanın gölgesi, insanın varlığına delil; insan, Hakkın delili ve şahididir. Gölge, güneşin varlığına delildir, madde de Hakk’ın varlığına delildir. Kütlenin, hakikati bilinirse, görünen ışık enerjisi olduğu idrak edilir. Her cisim ışır, ışık saçar, ışınım halinde, hakikatini görünür kılar, enerji yayar. Enerji, iletişim ve etkileşim içinde olan kuvvetler halinde hareket eder, gölgeleşip maddeleşir. Akıl, Hakk’ın elidir, vücut gölgesinin delili ve şahididir. Akıl, her mevcudun, Hakkın gölgesinin uzatılmasıyla vücut bulduğunu idrak eder. Akıl ayrıca, maddeden soyunarak, esaretinden kurtulabilir. Buna da ifna ediş denir ki akıl, eski halini unutup yeni haliyle kaydederek yapabilir

“Bilinmelidir ki eşyanın mahiyeti ve görünenin hakikati, hakkın gölgesi ve mutlak vücudun sıfatının işaretidir. Kütlenin, maddenin hakikati, Hakk’ın ilmi, görüntüsü, gölgesidir. Mutlak vücudun ortaya çıkmış, görünür olmuş sıfatıdır. Akıl güneşi, vücut gölgesine delil, şahit kılındı. Akıl delili, gölgenin hakikatinin, vücuttan farklı bir şey olduğunu doğrular, kanıtlar. Akıl güneşi delalet etmezse, gölgenin vücudu ile hakikati arasında ayrılık olmazsa, vücut kendiliğinden var olmuş olur. Vücudun, ilminden ayrı ve gayrı bir ismi, cismi ve resmi olamaz ama farklılığa yalnız akıl şahitlik eder. Gölgenin vücudu olmazsa hiçbir şey olamaz,  eşya mevcut olamaz. Gölgenin vücuttan gayri bir şeyi, yani hakikati, olduğuna ancak akıl şahittir.” (25 Furkan, 45)  

“Sonra gölgeyi ifna ederek,  ortadan kaldırarak,  elde tutabiliriz. Her an mevcut olan fani bir ‘şey’in fena bulması, evveline, oluşuna nispetle kolaydır. Ele alınan her şey her an başka bir mazharda zahir olur. Tutuşun ve yok, ifna, edişin o şeyi tamamen ortadan kaldırmak olmadığına,  o şeyin suret ve hakikatine, ezelden ebede kaydeden, akıl şahittir. Akıl, Hakk’ın elidir. Tutuş ve ifna, o şeyin değişime uğramasıdır, tamamen yok olması değildir. İfna, yok, ediş, mevcut olanın bir önceki halini, hakkın eli veya pençesinden ibaret bulunan, akılda tutmaktan vazgeçmek ve yeni haliyle kaydetmektir. Nefsin zulmet gecesi insanlara libas, elbise kılınmıştır. Bu zulmet sizi istila ederek Hakk’ın zat,  sıfat ve gölgesinin müşahedesinde sizi setir eder, örter. Hayat ve dünyada gaflet uykusunda uyutur. Hadisi şerif: “İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar.” Uykudayken “Daimî hakiki hayattan” gafil kalırsınız. Kalpleriniz, ruh nuruyla, ilmin idrakiyle, hayat bulunca, his uykusundan sonra, kutsal âlem fezasında dağılıp yaşarsınız. Ruhani güçler âlemine, sizi temizleyen pak ilim suyunu indirdik. O ilim suyu, hakikatleri, asıl vatanları, unutulmuş olan ahitleri ve aslın güzelliğinin hatırlanması için indirilmiştir.” (25 Furkan, 46-50)

“Siz, Hakk’ın, ‘hıfz edicilerinden’, ilim yüklenebilen kuvvetlerinden oluştunuz. Siz,  bu güç ve kuvvetlerin cisimlenmiş, şekil ve suret kazanmış, cisimleşmiş halisiniz. Bedenlerinizden sıyrılıp çıkmanız, soyunmanız, halinde durum apaçık görünür.  Suretlerinizin bir kısmı, size sevap ve rahatlık veren, ruhani latif kuvvetlerdir.  Bir kısmı ise size azap veren cismani muzlim, zulmetli ve meçhul, suretlerdir.”

“Cismani azalarınız, organlarınız, hal lisanı ile sizin yaptıklarınızı hatırlar ve işlediklerinizi söyler.  Hafıza semavi bir güçtür ve ruhun bedenden ayrılması halinde yapılanları ortaya koyar.” (6 Enam, 61)

“Nutuk kuvveti,  ruhun nurunu,  ilmin idrakini, içeren manayı kavrama ve anlatma kuvvetidir. İlahi ilmin tümünün Hakk’ın gölgesi olduğunu, göklerdeki ve yerdeki her mevcudun bu gölgenin uzatılmasıyla vücut bulup kudret ile halk edildiğini inkâr ederler.”  (17 İsra, 98) “Onlar ağızları mühürlenmiş ve nutuktan aciz bulunduklarından, asla yekdiğeriyle söyleşemezler. Birbirlerine bir şey soramazlar.” (28 Kasas, 66) “Zira hiç bir şey nutuktan hali değildir. Lâkin gafiller anlamazlar.” (41 Fussilet, 20, 21) “Nutuk, sizin beden arzınızda ve lisanınız üzere zahir olmuş olan ‘Mütekellimi Hakikî’nin sıfatlarından bir sıfattır. Hakk’ın nuru size işrak eylemiştir, kalbinize doğmuştur. Tüm kuvvet ve kudret Allah’ındır.” (51 Zariyat, 23)  Kuvvetler, var olan her şey ve herkesin temelidir.

“Her zerre, bilgi ve özelliğinin yani ‘info’sunun deposudur,  başka bir şey içermez.  Nasıl olduğu bilinmeyen bir şekilde, sistemin kaynağından yapılan müdahaleyle, zerreler gölgeleşip, pıhtılaşıp, katılaşıp kütle kazanır,  maddeleşir. Protonlar, ışık hızına yakın bir hıza ulaşacak kadar hızlandırıldıktan sonra, saniyede milyonlarca defa çarpıştırılarak, parçalanır ve kuarklar, zerreler, açığa çıkar. Sonuçta, ‘madde anti madde ayna evreni’ oluşur. Kuvvetlerle dolu olan zerrelerin yarıçapı sıfırdır, içleri boşluktur.

Bazı zerreler, protondan 180 kat,  elektrondan 200 kat ağır,  biri diğerinden 100 bin kat büyük olabilir. Higgs Bozonu, kuvvet taşıyıcı boşluktur, kuvvetlerle doludur, aynaların olduğu şekil oluşturur.  Enerji,  bilinmeyen bir şekilde,  gölgeleşir, pıhtılaşır katılaşır, maddeyi oluşturur. Aslen enerji olan ve madde denilen atom, patlayarak tekrar enerjiye dönüşür.” (1,2) “Doğanın temel yapıtaşı olan kuvvetlerin özellikleri, tesadüfî ayrıntılar olmak şöyle dursun, uzay ve zamanın dokusuna derinden sarılmıştır.” (Brian Green, ‘Evrenin Zarafeti’) (3)

“Her şeyin hakikati Hakk’ın ilminin aynısıdır, vücudu ilmi ile oluşur,  ilmi zatının aynıdır ve zatı aynı vücududur. (41 Fussilet, 53,54) “İlmin ayrı bir varlığının idraki ise Hakkın varlığına delildir. Nasıl ki bir eşyanın gölgesi varsa gölge, güneşin varlığına delildir,  aynı kapsamda, ilmin varlığı da Hakkın varlığına delildir. İlim, böylece Hakkın ‘gölgesidir’.” (39 Zümer, 9) (4) “Halk edilen ve yaratılanların, hakikatlerine bakılırsa, heykel ve suretlerin, şekil ve biçimlerin cesetleştiği, maddeleştiği ve hakikatine uygun bir şekilde cisimlendiği görülür. Her şeyin, ilmî bir hakikati ve o şeyin mevcut olmasına sebep olan bir aslı, özü ve melekûtu, madde ve manası, hükmü, vardır. Her şeyin bir vasfı ve mazharı demek olan bir zilli, gölgeleşmiş, maddeleşmiş hali vardır. Şeylerin kendisi ve cesetleri farklıdır ve bunlar secde edici halde temessül ve tecessüm eder, cisimlenir ve cesetleşir.” (16 Nahl, 48)

             Umarım, gölge varlığın hakikatini akılla bilerek, Hakkın varlığını idrak edebiliriz.

                                               Necdet Altınay, 20012022

(1)      https://bilimfili.com/gercekligin-olculmeden-once-varolmadigi-deneysel-olarak-kanitlandi

(2)      https://www.science.org/content/article/quantum-experiment-space-confirms-reality-what-you-make-it-0

(3)      https://www.halkkitabevi.com/evrenin-zarafeti-ciltli?gclid=CjwKCAiA9vOABhBfEiwATCi7GND9WmgEmzumJwffhDEJnruw33wgfCPOsLfE4cPywIqKGs808Jg3oBoCLdUQAvD_BwE

(4)    http://necdetaltinay.blogspot.com/2017/12/hakkn-hakikati.html

Akıbet Gerçekleşir

Verilen aklın, insanca kullanımı ve ‘Kaos’ diye bilinen ‘İlahî düzenin’ anlaşılabilmesi, insanlığın yüzyıllarına mal olmuştur. Cansızların halk edildiğinin ve canlıların yaratıldığının bildirilmesinden sonra, insanın inşa edilmesi de zaman almaktadır.  Evrenin oluşumunda, ilmin yeri ve öneminden söz eden ayetler, bilimsel deneylerle kanıtlanmaktadır. Örneğin, var olan her zerrenin sürekli bir iletişim ve etkileşim içinde olduğunu bilim kanıtlamıştır. İkiz elektron veya atomlar, arada galaksiler olsa dahi, ayrıca özel bir haberleşme kanalı olmaksızın, aynı anda durum değiştirir. Bu sonuç, olmuş ve olacakların, amaçlarıyla birlikte, Büyük Patlamadan itibaren tayin edildiğini, gelecekteki akıbetin ezelde bilindiğini, belgeler. Doğrusu, zaman yoktur, geçmiş ve gelecek aynı anda mevcuttur, insan aklı bunu kavrayamaz! İlim, kaynağından itibaren, maluma tabidir. Her hareket bir amaç içindir.

Kuantumun bilinmez, belirsiz ve olasılıklar ortamından, bilinen atomlar âlemine geçiş, görünüşte, aklı rahatlatır. Oysa atomların tam bir boşluk olduğunu kabul etmek bile zordur. Atomun % 99, 99…(12 adet 9) u boşluktur. Dolu kısımda ne var o da bilinmez. İnsan gözlem yaparsa ‘parçacık’, yapmazsa ‘dalga’ halinde yolculuk yapan fotonun, ‘seçimini geciktirdiği’ kanıtlandı. Çift Yarık deneyinde, Galaksilerden gelen bir fotonun, son anda değiştirilecek ‘gözlem’ durumuna göre, ‘Süper pozisyon’ hali, yani ‘hem dalga hem zerre’ hali, geçerlidir. (1)

Süper determinizm, son gelinen noktadır. ‘Özgür İrade’ yoktur, her olmuş ve olacak, amacıyla birlikte, Büyük Patlama anında, ‘Belirlenmiş’, akıbet malumdur.

İnsan, bedensel ve zihinsel gelişimle reşit olur. Bu gelişimler kendiliğinden olmaz. Bedensel gelişim, hormonsal dengeyi gerektirir. Henüz en küçük bir hormonu üretemesek de bedende, hangi mesajın diğer hücrelere nasıl taşındığını, hangi hormonun, hangi atomlardan, nerede ve nasıl üretildiğini, yeni öğreniyoruz. (2) Zihinsel gelişim ise beyin hücrelerinin, uygun elektrik ve akımını üretip aktararak, düşünce ve bilinç üretmesidir. Nöron hücrelerimizde, hangi molekülün, nasıl elektrik ürettiğini ve nasıl mesaj yükleyip diğer hücreye gönderdiğini de yeni öğreniyoruz. Bilimin kanıtladığına göre, uygun ortamda, DNA, yazılıma hükmeder, talimat verir ve hücre içinde, ne zaman, ne yapılacağını bildirir. Bilim, hormon, molekül ve elektromanyetik mesaj üretiminin, ‘verilmiş bir irade’ olduğunu kanıtlar. Binlerce yıl önce, canlı hücrelerdeki moleküller, elektrik üretip kodlamayı biliyor ve kullanıyordu! (3) Bilim, ‘bir hücrenin canlılık kazanabilmesi için aynı anda üç görevin birden yapılıyor olması gerekir’ sonucuna varmıştır. Bu üç görevden birincisi ‘elektrik enerjisinin üretimi’, ikincisi bu ‘enerjinin hücresel faaliyetlerde kullanımı’, üçüncüsü ise ‘hücre çoğalma işlemlerinin yürütülmesi’. Bilime göre, sonuç olarak, ‘bir canlı hücre, ancak diğer bir canlı hücrenin bölünmesiyle’ elde edilebilir. Kısaca, her faaliyet, sonuca, akıbete, uygun yürütülür. Sonuç, sebepleri belirler. Yani, yalnız Allah’ın dediği olur!

“Habipim, sen kemali tamamlamak üzere gönderildin.” (12 Yusuf, 109) Hadis: Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim. Herkesin kendine özgü bir haysiyeti vardır, onun özel istidadı ona özel saadettir ki o saadet onun akıbetidir, «hakikî hayat» elbet odur. Güzel ahlakı tamamlama akıbetine uygun olarak, Resul gönderilmiştir.

“Sizden evvel, tevhidi efal konusunda enbiyaya inanmayanlara ne olduysa bundan sonra da o olacaktır. İnanan ve inanmayanların akıbetleri, gelecekte de evvelden olduğu gibi olacaktır. Bu sözler, insanlara, tevhidi efal ilminin ayrıntılı beyanıdır. Söz dinleyenlere nasihattir. Onları sıfat ve zat tevhidine yönlendirmedir. Muvahhit, tevhit eden kimse, belaları Allah’tan bilir. Eğer derecesi rıza değilse en azından sabreder ve onunla kuvvet bulur.” (2 Bakara, 137-139) “Biz sana, ulvi yönden kutsal hakikatleri ve ruhani bilgileri rızıklaştırırız. Muteber olan akıbet, bedensel elbisenden ve nefsanî davranışlarından tecrit olman ve soyunmandır.” (20 Taha, 132, 133) “Aklın yolu birdir, vehim şeytanının yolları müteferriktir. Kalplerin dağınıklığı kuvvetleri zayıflatır ve niyetleri çürütür.” (59 Haşır, 17)

Aklın yolu birdir, çünkü malum olan, vasıfları ayrıntısıyla iyi bilinen, akıbete götüren, yoldur. Araçların, ilmin ve bilimin akıllıca kullanımıyla, malum olan ve iyi bilinen akıbete, sonuca, insanlığın hedefine, amacına giden yolların bütünüdür aklın yolu.

Canlılardan, ‘yer ve zamanın koşullarına uyum gösterebilen, bu yeteneği geliştirebilen’, hayatta kalır. Hatta neslin hayatta kalması için bireyin kendini feda etmesi de söz konusu olabilir. Bu kadar önemli ‘Evrim Kuramı’ bir ‘Tesadüfün’ üstüne kurulmuştur. Kuramın temelinde, yaklaşık 3,5 milyar yıl önce ‘Kendini Kopyalayan’ bir molekülün ‘Tesadüfen’ oluştuğu var sayılır, kabul edilir. Hâlbuki ayetler, yaşam sürecinde, ‘Tesadüfün’ olmadığını özel olarak belirtir. Hem ‘Evrim’ ve ‘Fedakârlık’ genlerde kazılıdır. Akıl, tesadüfü, bu kadar önemli bir konuda, kabul edemez. Çünkü hayatta kalmak, yaşamak için bireysel ölüm dâhil her şeyin gerçekleşmesi bir tesadüfe dayanamaz. Bir tesadüfle gelen, giderse eğer, yeni bir tesadüfle tekrar gelebilir! ‘Tesadüf’, olmuş ve olacağın akıbet için olması fikrine terstir. 

Bilimsel bulguların ve Kutsal mesajların genel değerlendirmesinden çıkabilecek akıbet şöyle özetlenebilir. “Yaradan, yaratılışı, bilerek isteyerek, severek, aşkından ve belirli bir amaca uygun, bilinmeyi sevdiği için gerçekleştirmiştir. Cansızların yaratılışının amacı canlılık, canlılığın amacı insan ve insanlığın alt yapısını oluşturmaktır. İnsanın amacı da insanlığı kemale erdirmek ve kendi olgunluğunu sağlayarak vuslata ermektir.” İnsan, fotonun tek mi çift yarıktan mı geçeceğini belirlerken ‘İnsanın’ gözlem yapıp yapmadığına göre geçmesine benzer şekilde, Yaratanı bilip bilmediğimize göre davranabiliriz! Bilenle bilmeyen bir olmaz!

Umarım biz de bilinmeyi sevmiş de yaratmış olanı bilme akıbetine erebiliriz!                                                                       Necdet Altınay, 02022022

 

(1)    https://en.wikipedia.org/wiki/Delayed-choice_quantum_eraser

(2)     https://www.vitaminler.com/bilgi-bankasi/hormon-nedir-ne-ise-yarar

(3)     https://www.vitaminler.com/bilgi-bankasi/hormon-nedir-ne-ise-yarar

(4)     http://necdetaltinay.blogspot.com/2020/05/akln-yolculugu.html

(5)     http://necdetaltinay.blogspot.com/2015/10/evren-duzenli-hicliktir.html

 

 

Gönle Düşüş

Bir duygu imiş aklı tetikleyen,

Cılız bir hismiş, aklı etkileyen,

El öpme, diz çökme kabulüm,

Sevginin reddedilmesi zulüm.

 

Bilinenlerden farklı ve doğru,

Çekimine kapıldığım bir soru,

Fikirler hep birbirine uyumlu,

Nasıl olur bu, benlik sorunlu?

 

Ben bana önem verdim hep,

Hakkı bilmek nasıl olur acep,

Denilen de önce, kendini bil,

Güzelce bağlandı Rabbini bil!

 

Gönle düşmekle başladı çıkış,

Öğrenip de gör bu nasıl bakış,

İçimdeymiş, Nakkaş ile nakış,

Necdet, ‘bensiz’, O’nadır varış!

     Necdet Altınay, 03022022

            (NECDET CAN HOŞ SÖYLEDİN

                KENDİNİ PÂK EYLEDİN

                       MELÂMET SON NOKTADIR

                       ONU DA SEN PEYLEDİN

                                 Ali Oktay CEVER)

Halka Nefes ve Ruh Verilmesi

Kalp, ‘Evren Balonu’ dâhil her şeyi içine alır, Hakkın Arşıdır. Hakkın gölgesi olan ilim, bilimsel yasalar, evrene indirildiği için her şey sırasıyla, bilimsel yasasına uygun, halk edilir. Kalp, ilk oluşan evdir, Kâbe’dir, tüm varlık için, her şey için barınaktır. Büyük Patlama ile Evrenin oluşumu başka, evrende kütle ve madde, galaksi ve yıldızların, oluşumu başkadır. Evrende, cansız varlıklar, ‘Ol’ emriyle ‘Halk edilir’, Allah’ın vücuduyla oluşur; canlılar, bir irade beyanı olan nefes verilişle ‘Yaratılır’ ve insan, ruh üflenerek, inşa edilip, ‘Dirilir’.

 “Habipim sen, «Ruh, Rabbimin emrindendir» deyiver.” (17 İsra, 85) “Söz ve ses duyulmaksızın, bir hüküm, irade beyanı olan, ‘Kûn, Ol’ emriyle, mevcut olur her şey. Yerler ve gökler, vasıta olmaksızın, madde ve müddet gerekmeksizin, Allah’ın vücuduyla, oluşur. Halk, hakikati itibariyle Hak’tır.” (2 Bakara, 117) İnsan da iş için ‘başla’ emrini verir. “Evrensel maddî beden arzında, ortak ve bireysel amaçlara uygun, yaşanabilecek ortam hazırlanmıştır. Vücutta bir şey yoktur. Her şeyin hazinesi indimizde, katımızda, yanımızdadır. Önce sureti, şekli ve resmi, külli akılda külli veçhesiyle, her yönüyle, kaza âleminde resmi çizilir. Sonra, sebepleriyle birlikte, levha-i mahfuzdaki, muhafaza altındaki, gaip âlemindeki görüntüsüyle, külli nefis âleminde görüntülenir. Daha sonra ayrı ve farklı bir birim olarak, ölçülerine göre, miktarına ve vasıflarına uygun, levha-i kader ve dünya semasında görüntülenir.

Kısaca, külliden cüze, (plan, proje, program, bütçe ve maketine göre) her şey tasarımına uygun gerçekleştirilir. Her şey belirli ölçüde, şekilde, yerde ve zamanda, kendine özgü fıtrat, yaradılış ile indirilir. «Nefehât-ı İlâhiye»  rüzgârları, İlahi Nefes Rüzgârları, hikmet ve bilgi aşılayıcı, kalplere sefalar verici ve tecellilerin kabulüne hazırlayıcı olacak şekilde estirildi. Ruh göğünden hakiki ilimler suyu, (ilim yüklü enerji) indirilerek insanlar ihya edildi. İhya edilmezden önce insanın ilim hazinesi yoktu. İnsan, hayat-ı ilmiye ile ilmin hayat suyuyla fıtrat makamında, kıyam ederek, ayağa kalkarak, hakiki hayat ile ihya edilir, insan dirilir. Vahdette fâni kılmakla da öldürürüz. Sizin fenanızdan sonra, baki olan vücutları vâris olanlar; ancak biziz.” (15 Hicr, 21-23) Hiçbir şey ‘Tesadüfen’ var olamaz. (1) ”Var olanların tümü «sıfatının mazharlarıdır, göründüğü yerdir» ancak «insan-ı kâmil» müstesnadır ki o,  «Cemal-i zata» mahsus, ona özel ve özgü kılınmıştır. Bu tadil, mutedil kılınma, sebebiyle, insan, «Hakka mahsus olan ruhu kabule istidatlı, kabiliyetli» oldu. Ve insana da «kendi ruhundan nefha eyledi», işte bu nevi insan ile yaratılış, nihayet buldu, Hak zahir oldu.” (32 Secde, 7-9) (2) “Kendi olgunluklarının üstünde, olan Âdem’in olgunluğu inkişaf edince, melekler Âdem’e secde ettiler. İblis, secdeden sakındı, çünkü vehim, kuruntu şeytanı maddeye tabi oldu, bedenini görüp ruhunu idrak edemedi, Âdem’in hakikatini görüp, bilemedi.” (38 Sad, 69, 70) “Sizin için ruh semasından hakiki rızkı indirir. O da kalplerin kendisiyle hayat bulduğu ve kuvvetlendiği ilimdir ki, ne büyük bir rızıktır.”

“Bu rızık, ilim ile ahvalinin, halinin, öncesini, maddeden soyunarak, idrak edip, gayriden geçip, Hakka rücu edenler; tezekkür etmek, hatırlamak, için Hakka dönerler. Ölmüş kalplerin sebeb-i hayatı olan ledün ilmini, ehli has kullarından dilediğine verir. ‘Kalkış’ günü, kulların, beden ve benlik perdesinden kurtuldukları gündür.” (40 Mümin, 13-16) Böylece, “Kuran öğretilir, insan inşa edilir.” (55 Rahman, 2,3)

“Arzu ve isteklerinin şiddetli olması halinde, istidadı olanların nefisleri çamurunu, terbiye ederek ve arındırarak, kutsallık yönüne uçuşan kuşlar haline getirir, sohbetlerinin bereketiyle, hakiki hayat nefesi ve ilahi ilim nefesini nefyederim, üflerim. Derhal Allah'ın izni ile şevk ve himmet kanatlarıyla Hak tarafına uçucu diri bir nefis olur.”  (3 Ali İmran, 49) “Hak'tan mahcup olanlar görmez mi, yer ve gökler, heyula iken yani ‘görkemli bir hayal ve cismanî bir madde’ iken, yapışık idiler? Biz bu iki suretin, ayrışarak, oluşumlarının aşikâr tebayünüyle, ‘uyumlu farklılaşmasıyla’, yer ve gökleri ayırdık. Ervah, canlılık, mana, gökleri ve uzayı ile beden ve ceset arzı, bir nutfe, su zerresi, suretinde bitişik idi. Biz, arz ve ervahın tebâyünü, uyumlu farklılığının kendiliğinden ortaya çıkışıyla, her ikisini birbirinden ayırdık.” (21 Enbiya, 30-33) Âlem ve Âdem yapışık ikizdi. Büyük Patlamada evrende her şey yapışıktı, uyumlu farklılaşma ile uzay zaman dokusu, içindeki galaksilerden ayrıştı.

“Ey insan sen, mevt ile rabbine gitmekte say ve içtihat edicisin, yani «Nefeslerin, eceline doğru atılan adımlar kadar» denildiği gibi nefeslerinle rabbine süratle gidicisin.”

“Yahut rabbine gidici olduğun halde hayır ve şer amelde ciddi, gerçekten çalışıp, işleyen ve içtihat edicisin. Sen, bu çalışmanla, Rabbinle buluşan olursun.” (84 İnşikak, 6) “Kalbin ruha en yakın yerine ‘ufku mübin’, ‘açık ve aşikâr ufuk’ denir. Kalp seması ise sabır, şükür, tevekkül, bağışlama ve muhabbetle birlikte bilgi, sezgi, hikmet, ilham, vahiy ve hakikatlerle  donatılmıştır. Hakikat nuru, vehim ve kuruntudan korunmuştur. Kalbin ruh ile yakınlık ve dostluk kurulan bu yerinde, Resul, ‘Kutsal Nefes’ ile temas kurdu.” (81 Tekvir, 23-25)

      İlim, idrak edilinceye kadar kalbe üflenen Ruhtur, Evrensel İlahî Nefes, özelliği olan enerji, olduğu için her şey, hareket ve özelliklerini ilimden alır. Ruhun nuruna, diğer bir deyişle ilmin idrakine, eren kişi, kesrette, evrenin veya kalbin bir yerinde, bir ‘şey’ ile maddî ve nefsanî; her yerinde, vahdette, tümünde, ise ruhanî, rahimsi değil rahmanî, bütünsel; bilgilere ulaşmış demektir. İlk verilen kutsal nefes veya üflenen ruhun, ilmin, idrakinde olan insan, kuruntudan, şeytandan arınmış olur. ‘Küresel Nefes’ rüzgârları, yağmurla suyu dağıtır; su, ışığın, enerjinin, klorofille şekere dönüşümünü sağlar. Verilen ‘Bireysel Nefesle’ de enerji, hücrelerde yakılarak, bedene canlılık kazandırır.

Gerek Bireysel gerekse Küresel ve Evrensel düzeyde, İlahî Nefes, Âlem ve Âdem’e, canlılık ve Hakkın ruhuyla diriliş amacıyla, bir irade beyanı olarak, üflenerek verilmiştir.

 

Umarım biz de gayretlerimizle, İlahi Nefese kavuşup, Allah’ın ruhuyla dirilebiliriz.

                                   Necdet Altınay, 20022022

 

 

(1)   http://necdetaltinay.blogspot.com/2019/04/tesadufen-var-olamaz.html

(2)    http://necdetaltinay.blogspot.com/2020/02/nefes-uflenmesi.html

İlahi Hikmet

Hikmet, akılla izi sürülen, gereği yapılıp hak edilen, ‘eşya’ bilgisi nimetidir, verilir; müminin gaibidir. Kaynağı kutsaldır, ilahidir, insana özeldir, verilirse nimet, idrak edilirse akluhikmettir. Ayetlerde tanımlanan fiil ve sıfat tecellilerinin delilleri, aranıp bulunup izlenirse; ilahi emir uygulanırsa ve hikmet için şart olan infak hikmeti verilirse; eşyadan soyunup, ‘say’ ile halis öz akla ulaşılırsa, hikmet verilir. Evrende her şey amaca doğru düzenlenmiştir, sonuca götüren sebepler gerçekleşir. Yaratanını bilen kâmil insana, sıfatların en özeli olan hikmetin verileceği müjdelenir. Allah’ın hikmetinden infak edilmesi için infak hikmetinin verilmesinin cezası, karşılığı, hakkın vücudunun bağışlanmasıdır!

“Konuşabilmeniz, ayetlerimizi okuyup anlayabilmeniz, öğrenip anlatabilmeniz, kitabı ve hikmetini idrak edebilmeniz için kendi cinsinizden bir insanı size resul göndererek sizi andığımız gibi, zikir olunduğunuz gibi veya hatırlandığınız gibi siz de daveti kabul ederek, uyarak, iradenizle itaat ederek, beni zikrediniz. Bana doğru yapacağınız yolculukta, idrakinizin artması ve nimetlerinizin bollanmasıyla, ben de sizi zikredeyim. Bana olan yolculuğunuza muhabbetle devam ediniz ve doğru yolda olduğunuza şükrediniz ki ben de irfanınızı ve muhabbetimi artırayım. Nimetleri alıp da nimetlerin kimden geldiğini bilmemek küfürdür.” (2 Bakara, 151,152)

“Size ef’âl ve sıfat tecellilerinin delilleri zahir olduktan sonra eğer siz,  ilâhi emre teslim makamından düşerseniz, biliniz ki, Allah galiptir. Sizi kahır eder.  Kahretmesi de, hikmet muktezası üzeredir, hikmetinin gereğidir. Çünkü muti olan kimsenin ibret alıp itaatini ziyadeleştirmesi için hikmet-i ilâhiye muhalefet ve münazaa edenlerin, çekiştirenlerin kahrını iktiza eyler, gerektirir. Bu kabil tam olarak teslim olamayan kimseler, ancak, sıfat tecellileri cümlesinden hüviyet sıfatı gölgelerinde Allah’ın ve semavi kuvvetler melekleri suretlerinin tecelli etmesini beklerler. Hâlbuki levhde, levha-i mahfuzda yalnız bunların ihlâk, helak, olunması işi kaza olunmuştur. Bütün işler, ancak Allah’a rücû eder, döner. Bu nedenle, herkes, cezasıyla karşılanır, yani, herkes ve her şey fena ile Allah'a rucû edip döner, Allah’ta fena bulur ve fani olur. Fena bulduktan sonra Allah’ı görmek istemeleri ve görmeleri levhalarında, genlerinde, yazılı değildir.” (2 Bakara, 209, 210) 

“İnfak, nafaka vermek, ‘benliğini’ vermek, ihlâs ile Allah ile olduğu zaman, dilediğine Hakk’ın sıfatlarıyla sıfatlanması ve Allah'ın hikmetinden infak etmesi için infak hikmetini verir. Ve her kim hikmet verilmişse, tahkik o kimseye çok hayır verilmiştir. Zira hikmet, Allah'ın en hususi sıfatıdır. Hikmetin, eşyanın en şereflisi ve sıfatın en hassı olduğu fikir edilemez, düşünülemez, ancak Allah'ın, hidayet nuruyla nurlandırmasıyla akılları vehim şaibesinden rüsum, resim, şekil ve adetler, nefis hevesleri kabuklarından saf olan, halis öz akıl sahipleri düşünebilir. İmdi, birinci infakın, nafakada ihlâsın cezası, karşılığı, katıyla fazlasının verilmesi; ikinci infakın, Hakkın sıfatıyla sıfatlanarak infakın, cezası sıfat cennetidir; üçüncü infakın, Allah’ın hikmetinden infak etmesi için infak hikmetinin verilmesiyle yapılan infakın, cezası hakkın vücudunun bağışlanmasıdır, aralarında ne derece fark bulunduğu dikkate değer.” (2 Bakara, 269)

“Rabbinin, öğreticinin, eğitimi ve öğretimiyle makul ilimler kitabını, hikmetlerini, batın ve zahir bilgilerini öğrettiği nebiler gönderilmiştir.” (3 Ali İmran,  48) “Âlimdir, ilim sıfatıdır, ilmi başka kimse bilemez, Allah’ta fani olanın kalbi, hakkın vücuduyla mevcut olur. Zira sıfat vücuda tabidir, ilmi de Allah’ın ilmidir.” (4 Nisa, 113) “İsa’ya, Kutsal Ruhu teyit eden ve levha-i mahfuzda sabit olan hakikatler ve bilgiler kitabımı, ahval, koşullar ve ahlak makamlarını, soyunma ve arınmanın ayrıntılarını, Allah’ta sülûk hikmetini, fiiller ve sıfatların tevhidine götüren batın ve zahir ilimlerini öğrettik.” (5 Maide, 110) “Sana hikmeti öğreten ve seni konuşma makamına getiren, «hikmet sahibi Allah ben'im.»”  (27 Neml, 9) “İlmimizle sıfatlanması nedeniyle, Davut’a nazari ve ameli hikmeti verdik.” (38 Sad, 20) “Allah, yüzleşmekten ve muhatap alınmaktan arîdir.” (42 Şura, 51) “Dilemeniz istenmeden, dileyemezsiniz; iradem, iradeniz olur.” (76 İnsan,  30)

 “İnsanlar, ezeldeki fıtratları itibariyle Hak din üzerine ve bir ümmet idiler. Her doğan, fıtrat üzere doğar, her doğan çocuğun bir çocukluk dönemi vardır. Sonra farklı arzular ve nefis sıfatlarının kazanılmasıyla doğası değişir, neşeleri farklılaşır, mekânları ve yaşam koşullarının başkalaşımı nedenleriyle her biri diğerinden ayrılır. Beden ve madde ile perdeli, mahcup olanlar, özel zarar ve menfaat kaygısıyla, ‘sırf diğerinden farklı görüş ve biliş olsun, ayrışma olsun’ diye vahdetten kesrete, birlikten sonsuzluğa, farklılaşırlar. Oysa tekrar Hak din üzerinde ittifaka, kesretten vahdete, sonsuzluktan birliğe, karşıtlıktan muhabbete davet için peygamberler ve kitaplar gönderilmiştir.” (2 Bakara, 213)

‘Allah’ın vücuduyla mevcut, fiilleriyle fail, sıfatlarıyla mevsuf, ilmiyle âlim, hayatıyla hayat sahibiyiz’ deyip fani olduktan ve fena bulduktan sonra, Allah’ın veya semavi meleklerin tecellisini görmek istemek ve görmeyi beklemek; saklı levhada, genlerde, yazılı değildir, böyle bir yazılım yoktur. Bütün var olanlar sonunda Allah'a döndürülür. Tam olarak teslim olup, fena bulup fani olarak dönüş, ilahi emrin ve ilahi hikmetin gereğidir. Hakkın bağışlanmış vücudunda, üflenen ruhun dirilişiyle, bekayı yaşamak, olgunluğu hak eden kâmil insanın hakkıdır. İlk insan Âdeme de nebi olarak verilen, diğer nebilere de verilenler gibi, ‘Tevhit’ ilmidir. Resul ile insanlığın olgunluğu tamamlanmış Hak zahir olmuş, infak hikmeti verilen Resul, hikmete mazhar, göründüğü yer, olmuştur. Hikmete ermek için gerekeni yapmaktan, bir anlamda ‘bal yemek için balı üretmekten’, başka çare yoktur!

 Umarım biz de delilleri izleyerek, insanlığın amacına erer, hikmete mazhar olabiliriz!

                                   Necdet Altınay, 03032022

  

Meşakkat Çekmeyin

Doğal olarak insan, doğar, bebeklik, gençlik ve olgunluk çağlarını geçerek gelişir. Bebeklikte, her şey Bir ve Tek bütündür, sonra ‘şeyler’ birer ikişer öğrenilir, herkes ve her şeyin farkı belirginleşir. Böylece rahmanîden rahimsiye, vahdetten kesrete, açılım süreci gider. Öğrenim ve gelişimin bir yerinde, insan, kutsal mesajla karşılaşır. Kesretten vahdete dönüş başlar. Ortam ve çevre koşullarına uyum göstermek çok meşakkatli bir iş iken; hareketlerin, fiillerin ve sıfatların kaynağının bir ve tek olduğu görülür. ‘Kuranı öğrettim, insanı yarattım’ mesajına uygun olarak, insan, olgunlaşmaya başlar. Allah’ı bildikçe meşakkatlerden kurtulmayı öğrenir. Bu süreç, fıtratın ve genetik yazılımın gereğidir.

“Kuranın daveti ancak kalbin hicabı, perdeli, halinde ve nefsin vücudu ile mümkün olabilir. Davete uyup beşeriyetin tümü tamamen fena bulduğunda, nefsin, Hak ile bekası görülür ve fani olma secdesi edilir, nefis ile mevcut olunmayıp Hak ile mevcut olunarak; Hak, ikilik ve benlik zuhurundan tenzih edilir. Bu makamda daimi olarak tespih edilir. Zatın tecelli ettiği gün, büyük kıyamet günüdür ve o gün hiç kimsenin tahammül edemeyeceği, arkalarında bırakacağı, meşakkatli gündür.”  (76 İnsan, 26,27) “Allah, sizin için meşakkat ve darlık murat etmez. Herkesin vahdet âleminde olduğu çocukluğundan sonra bireysel tercihler ve koşullar nedeniyle, kesret âlemine geçenleri, içine girdikleri çirkin nefis sıfatlarından kurtarmayı diler. Siz, fenadan sonra beka zamanında kemal nimetine şüküredersiniz.” (5 Maide, 6)

“Biz, insanı, nefis ve hevesi, kalbinin fesadı ve perdesinin kalınlığı, yüzünden meşakkat üzere halk eyledik.” (90 Beled, 4) “Sizin karşınıza çıkan güçlük, meşakkat ve musibetlere sabredip, tevhit üzere olarak, yardım dileyip Allah’ın dostluğunu isterseniz ve tevekkül edici olursanız muradınıza erer, güzelce korunursunuz.” (3 Ali İmran, 120) “Bazılarının, ’Keşke öyle yapmasaydı, orada olmasaydı ölmeyecekti’ gibi düşünmeleri, kendi kalplerine meşakkat ve darlık verir. Eğer onlar muvahhit, tevhit eden, yakın sahibi ise o ölümlerin Allah’tan olduğunu görüp, bilecek ve sadırları genişleyecektir.” (3 Ali İmran,  156) “Alışmış olduğu ve huy edindiği nefis karargâhından, hak yoluna girmek üzere, hicret ederse; istidadındaki meşakkatler, kuruntular, hayaller, hayvanlık, canavarlık gibi nefis sıfatlarından kurtulur ve göğsünde genişlik hisseder.” (4 Nisa, 100) “Nefsanî günahlarının ve cismani muhabbet fiillerinin meşakkatlerini yüklenirler. Bu yükler nefislerinde kökleşirse murat ettikleri şeylerden geri kalır ve yükler gittikçe ağırlaşır.” (6 Enam, 31) İnsan, meşakkat ve güçlüklerden kurtuluşun hakikatini aramalı, hikmetini bulmalıdır.

“Senden evvel de, dinleyip dediklerine inanırlar da hicaptan, perdelenmekten kurtulurlar ve itaat ederler diye, ümmetlere resuller gönderdik. Hatta nebilerin gelmesine yakın şiddet ve meşakkatlere tabi tuttuk.” (6 Enam,  42) “İman edip de meşakkatlere katlanarak hicret etmeyenlerle, hicret edinceye, Allah yolunda infak edinceye kadar, dostluk etmeyin.” (8 Enfal, 72)

“Bedende herhangi bir organın eksik, sakat olması veya hastalık durumu size nasıl meşakkatli gelirse, resule de sizin azap çekmeniz öyle meşakkatlidir.” (9 Tövbe, 128) “Gaflete düşene dünyada azap vardır ama ahret azabı daha meşakkatlidir.” (13 Rad, 34) Meşakkat, nefisten kalbe, akılla ruha hicrete sevk etmelidir.

“Davut’a gelen vahiylerden biri şöyledir: «Ey dünya,  bana hizmet edene hizmet et, sana hizmet edene de meşakkat çektir.» Kutsal hadislerden biri de şudur: “Bana nafile ibadetlerle yaklaşana ben de yaklaşırım ve severim, sevince de işittiği kulağı ve gördüğü gözü olurum.” (16 Nahl, 75) “Allah için sabır, Allah’ta sabır, Allah ile beraber sabır, Allah’a sabır, Allah’la sabır olmak üzere beş çeşit çok meşakkatli sabır vardır.” (16 Nahl, 127) “Kuranı, senin meşakkat çekmen için indirmedik, hidayet bulamayanlar, doğru yola gelmeyenler senin yüzünden değil kalplerinin katılığındandır.” (20 Taha, 2) “Din, size, ibadeti külfet ve meşakkat kılmamıştır. Nefis baki oldukça, kalp ve ruhtan kendisinde bakiye buldukça, ibadet hakiki olmaz ve zevki de tam olamaz. Muhabbeti tam ve safa sahibi için zaman müsait ve ibadet rahat olur.” (22 Hac, 78) “İnsan ömrü, nefis denen Tur dağına inip çıkmakla, meşakkatle, geçer. Doruktan, dibe, esfeli safiline, bedenin çukuruna düşülür.” (74 Müddesir, 26) İnsan, meşakkatli nefis mücadelesinden dönmeyi bilmelidir.

“İnsanları çarpıp helak eden büyük meşakkat ve bela, ya küçük, ya da büyük kıyamettir. Çarpan büyük kıyamet ise çarptığı kişiyi ifna eden, zat-ı ehadiye,  bir olan zatın,  tecellisidir;”

“beşeriyetin tamamen ifnası hali, değeri ve kadri bilinemeyen bir haldir. İnsanlar o Şuhut’ta, her şeyde Hakk’ı görmesi halinde,  dağılıp parçalanarak hakir ve zelil olurlar.  Çünkü muvahhidin, tevhit edenin, nazarında, kendisinin kadri ve kıymeti yoktur. «Nazarlarında insanlar, sivrisinek ve pervane gibi olmadıkça, kişinin imanı kâmil olamaz» denir. İnsanlara aynı fena ile nazar ettiğinde, insanlar, yanmış ve dağılmış pervaneler gibi olurlar.”  (101 Karia, 1-4) İnsan için ölmeden önce ölmek, kurtuluşun tek yolu olabilir!

 İndirilen Kitap, insanın olgunlaşmasını amaçlayan öğütleri kapsar. Ruh ve nefsin kalp çocuğu olarak muhatap alındığında, insan, mahcuptur, perdelidir, örtülüdür, tesettürlüdür. Dünyaya çıplak, korumasız, bilgisiz, boş beyinle gelen insan; örtünür, korunur, bilgi edinir, bilinci gelişir; çevresindekilere kıyasla kendinin ne olduğunu anlar, kendince benlik ve diğerleriyle ikilik oluşturur. Meşakkatlerin kaynağına indikçe Allah’a yaklaşır, sever, sevilir, mesajları anlayıp uyguladıkça, benlik ve ikilikten kurtulur. Her şeyde Hakk’ı görmesi halinde kişinin imanı kâmil, kendisi de insanı kâmil olur.

Umarım biz de meşakkatlerden kurtulur, Hak, biz diye de görünür!

                                   Necdet Altınay, 16032022

Zekâtla Vuslat

‘Evrende, tesadüfen ışık, kuvvetler, kütle, madde, yıldızlar, dünyalar, aylar ve bunların üzerinde hareket eden çeşitli vasıflarda şeyler var, hepsi de tesadüfen hareket ediyor, bakalım ne olacak, görelim ne sonuç çıkacak’ denmez. Tesadüf yoktur. Her hareket, belirli ve bilinen bir amaç ve sonuca gitmek üzere, olması gereken, sebepler dizisidir. İnsan, Girdi-Üretim Süreci-Çıktı açık sistemine uygun, amacını gerçekleştirmek üzere, gerekenleri yapar. İlahî düzen de böyledir. Tesadüfen olan biten bir şey de yoktur. Yokluktan çıkıp var olan her şey bilinen bir amaç için var olur. Nihai amacı gerçekleştirmek üzere gereken özelliklerle donatılmış olarak var olur. İnsanın, özgür iradesinin var olduğunu düşünme özgürlüğü vardır. Kendisine verilenlerin emanet olduklarını idrak edince zekât ve sadaka vermesi hakkıdır. Her insanın, kemale erme, kâmil insan olma hakkı vardır.(1)

Hak, Muhammed suretinde zahir olmuş, görünmüştür. Görünen, Görenin görüntüsüdür! Nihai olgunlaşma ve gelişim özelliklerini kapsayacak şekilde, bütün mevcudat ve eşyaya vücut verildi. Bu vücut veriş rahmeti rahmaniye yani genel olan her şeyi kapsayan, rahmani olan rahmettir.  Rahmani özellikler birbiriyle uyumludur,  tevhit edilebilir, birleştirilebilir. Güncel olan “Bağlantısal Bütünsellik” kavramıyla tüm galaksilerin bir ağ şeklinde birleştirilmesi bu nedenle gerçektir. Bununla birlikte, bireye veya kişiye özel olgunlaşma ve idrake uygun özellikler de vardır. İnsanlık, insana uygundur. Her insana, insanlığa uygun ama bireysel düzeyde farklı kişilik oluşturan özellikler verilir.”

“Her eşya da madde,  kütle ve enerjiden oluşur ama masa masadır,  cam da cam.  İnsan kemale erer,  olgunlaşır, eşyadan da sanat eseri oluşur. İnsanlığın kapsadığı tüm özellikler ve insan, birbirleriyle tam bir uyum içindedir. Ancak, insanların, insanlıktan seçip aldıkları özellikler, bireysel ilişkilerde, ilk bakışta, birbirleriyle uyumlu görülmeyebilir! (41 Fussilet, 1-4)

Kuran, ilmin tümünü kapsayan kitaptır. Bu kitap bütünün, eşyanın, özüne konduktan sonra, ayrıntılı ayetleri indirilen Furkan, uygulama aklı, kitabıdır. Kuran, Arapçadır ama tüm beşeriyete müjdeleyicidir. Furkan’ı ise eşyadan, düşünen akıl sahipleri okuyabilir. Nefis sıfatları oluşur ve kalınlaşırsa, araya girer, eşyayı görmekten ardındaki ilmi göremeyen için kitap ile aralarına perde girmiş olur. Habip,  bir beşerdir ama vahiy gelen beşerdir.  Kendisine,  ‘varlığınız iddiası günahıyla’ şirk etmemeniz vah yedilir. Kutsal âleme yönelmeye götüren, yönelten, yaradılıştan gelen nurunu ve ebedi hayat madeninin, kaynağının, değerini; doğal bedensel duygularla değişip örtenler, ahreti de inkâr ederler. Vahdetin tahakkuk etmesi, ortaya çıkması için bireysel benlik ve ikilik sıfatlarının mahvı ile nefislerini tezkiye etmeyen, yani zekât olarak verip temizlemeyenlere azap vardır. Zekâtı Allah’ın kabul etmesi için dua edilir. Arızî,  sonradan olan, suret ve maddeyi görüp de bunların ardındaki ilmi idrak edememek yüzünden küfür, inkâr, edilir. Beden arzını halk edip, onu zatına perde kılıp örtünen Zattan; beden perdeleri yüzünden, mahcup olan, göremeyen, sizsiniz.” (41 Fussilet, 5-9)

 

“Madde ve surette kalıp gayr ile oluyor, gayrı tanıyorsunuz, etki edemeyecek eşyaya tesir nispet ediyor, yakıştırıyor, gayrı etkili zannediyorsunuz. Halık, Yoktan Yaratıcı, isim ve sıfatlarıyla âlemleri böyle terbiye eder.” (41 Fussilet, 5-9)

Bizimle sizin aranızda cinsiyet ve vasıflara dayanan münasebet, ilişki, vardır, dünya ve ahrette biz sizin evliya ve ahbabınızız. Aynı şekilde, Haktan mahcup ve perdeli olanlarla şeytanlar arasında da münasebet, ilişki, alaka vardır. İstidadınızın gereği olan kemale ererseniz, sizden kaybolana, terk ettiğiniz nefsanî fiil ve sıfatlara, şevkiniz olmasın, aramayın, tekrar sahip olmayı istemeyin. Her ne isterseniz efal ve sıfat cennetlerinde o şey sizin için hazır olur. Allah, sizin için kendi efal, sıfat ve zatını; sizin efal, sıfat ve zatınızı iptal edip, size vererek, merhamet ve rahmet edendir. (41 Fussilet, 31, 32) «Kur'an'ı Biz inzal eyledik, indirdik ve elbet onu Biz hıfzediciyiz, koruruz» buyrulmuştur. (15 Hicr  Suresi, 9)

Biz inananların,  enfüs ve afakta,  içerde ve dışarıda,  batın ve zahirde,  görünür ve görünmezde, Hakkı müşahede etmelerine yardımcı oluruz. Hatta muhakemelerine,  deliller ile anlamalarına, yardımcı oluruz. Böylece, Hakk’ın görerek, apaçık aşikâr olduğunu idrak ederler. Yardım ettiklerimizden Hakk’ı eşyada müşahede edenler için Rab yeterlidir. Efali, fiilleri, delillerle, sıfatı tecellileriyle, görünüşleriyle, anlaşılır, her şey bilgisi kapsamındadır. Her şeyin hakikati, Hakk’ın ilminin aynısıdır, vücudu ilmi ile oluşur; ilmi zatının aynıdır ve zatı aynı vücududur. Gayrın vücudu, aynı ve zatı da yoktur.”

“Her şey fanidir, helak olur, yalnız Hakk’ın yüzü, Hakk’ın zatı bakidir. Nefiste ve çevrede görünen ve beliren vasıflar, sıfatlar, Hakk’ın varlığının ortaya çıkışı iledir.(41 Fussilet, 53,54)

Güzel söz söylemek ve kabahat örtmek, arkasından eziyet yapılan sadakadan hayırlıdır. (2 Bakara, 263) Her yenilen yemek, vücutta kendi cinsinden işler doğurur, yemek haram ise yiyen kişiyi haram işlere; mekruh ise mekruh, iğrenç, şeriatta hoş görülmeyen, işlere; mubah, işlenmesinde sevap günah olmayan şeyler, ise mubah işlere; haz veren kabilinden ise haz alınacak işlere, davet eder. (2 Bakara, 276) Bütün yemekler düşünen akıl sahiplerine asıl hükmüyle helâl olmuştur. Akıl, zarar veren ve helak eden şey’in haram olduğuna hükmeder. (3 Ali İmran, 93)

Hem parçacık hem de dalga olan  ‘foton’  veya ‘elektronun’,  insan gözlem yaparsa bir,  yapmazsa iki yarıktan geçişini ve karşısındaki ekranda bırakacağı iz ve izlerini anladı. “Sol taraftan geçmeye doğru yol alırken son anda sağ yarıktan geçer ve kararını geciktirebilir” deyişim mantıklı geldi. “Sağ yarıktan geçip fosforlu ekrana ulaşmadan önce uzun bir yolculukla Andromeda galaksisini dolanır. Feynman’a göre, elektron, çıkış noktasını varış noktasına bağlayan her olası yolu eş zamanlı olarak tüketir” deyince,  rahmetli eşimin tepkisi “Yok artık!” oldu. (2) “Kütleli, kütlesiz zerre, her zaman her yerdedir ve ölçülmeye hazır ve nazırdır” kavramı bilimsel, ateistlik bilimsel olmayabilir!

Umarım biz de emanetimizi zekât olarak verip çıkarız aradan kalır Yaradan!

                                   Necdet Altınay 02042022

(1)    http://necdetaltinay.blogspot.com/2020/05/akln-yolculugu.html

(2)    “Evrenin Zarafeti”, Brian Greene, sayfa  272.

 

 

 

Sefaya Yüceliş

Dün yaşananlar, bugünün; bugün yaşananlar da yarının sebepleridir. Her şey, belirli ve bilinen bir akıbete gider. İlahi nefes ile hayat verilenler, emanetlerini zekât olarak verip, meşakkati durdurup, kurtuluşa ererse, kendileri için en hayırlısı olur. Mevcudatın tümünde görülen her çeşit olgunluk, Hakkın cemal ve celal sıfatlarıdır. Hırsızlığın doruğu, polisliğin de doruğudur. Bedensel zevk ve lezzetlerden, kalbî duyguları yaşamaya yücelerek; dostluk, sevgi ve muhabbet, sefa ile safi olursa, ilmin ve muhabbetin kaynağına yaklaşılmış olur.

“Beden arzında, bireysel tedbir alma, bedensel iş ile işlemler ve hareket sayesinde yaşanabilecek ortam hazırlanmıştır.  Kalp seması ise sabır,  şükür,  tevekkül,  bağışlama ve muhabbet makamlarıyla birlikte bilgi, hikmet ve hakikatler ile donatılmıştır. Hakikat nuru vehim ve kuruntudan korunmuştur. Vücutta bir şey yoktur. Her şeyin hazinesi indimizde, katımızdadır. Önce sureti, şekli ve resmi, külli akılda külli veçhesiyle, her yönüyle, resim olunur, kaza âleminde resmi çizilir. Sonra, sebepleriyle birlikte, levha-i mahfuzdaki görüntüsüyle  külli nefis âleminde görüntülenir. Daha sonra ayrı ve farklı bir birim olarak, ölçülerine göre, istenen miktarda, vasıflarına uygun, levha-i kader ve dünya semasında görüntülenir. Kısaca, külliden cüziye, her şey tasarımına uygun gerçekleştirilir. Her şey belirli ölçüde, şekilde, yerde ve zamanda kendine özgü yaradılış ile indirilir.”

 

“İlahi nefes rüzgârları, hikmet ve bilgi aşılayıcı, kalplere sefalar verici ve tecellilerin kabulüne hazırlayıcı, olacak şekilde estirilir. Ruh göğünden hakiki ilimler suyu indirilerek insanlar ihya edilir. İhya edilmezden önce insanın ilim hazinesi yoktur. İnsan, ‘Hayat-ı İlmiye’, ilmin hayatı, suyuyla fıtrat makamında, kıyam ederek hakiki hayat ile ihya edilir. Vahdette fâni kılmakla da imâte eder, öldürürüz. Sizin fenanızdan sonra, baki olan vücutları vâris olanlar ancak biziz.” (15 Hicri, 21-23) Önce ‘Kaza Âleminde’ kapsamlı resmi çizilir. Sonra,  sebepleriyle birlikte,  levha-i mahfuzdaki görüntüsüyle, ‘Külli Nefis Âleminde’ görüntülenir. Daha sonra farklı bir birim olarak, ölçülerine göre, istenen miktarda, vasıflarına uygun, levha-i kader ve ‘Dünya Semasında’ görüntülenir. Kısaca, Plan, Program, Bütçe, Uygulanır!

“Anlayışları nedeniyle «Rahman isminin feyzini, ilmini, kabule mahsus olan» Rahman’ın has kulları, nefisleri huzur içinde tatmin olmuş, hareketleri benimsemeye, üstlenmeye, ‘ben’ demeye, çekinen kimselerdir. Bu kimselerden istenen tek şey ‘ben’ dememe beyanıdır. Bunlar, hareketlerin, akıl ve organlarının, emniyet içinde olduklarına kararlılıkla inandığı için, sakindir. Yeryüzünde yavaş gezenlerdir.  Ve onlar, sefalet ehli olan cahiller, kendilerine hitap ettikleri vakit «cahillerin sözlerini teslim edip kabul ederler». Rahmet ile dolu ve sefaletle zuhur etmekten uzak ve kalp nuruyla kuvvetlenmiş olan nefisleri, «cahillerin ezasından müteessir ve muzdarip olmaktan âli olduğundan» cahillere karşı muaraza, itiraz, etmezler. Onlar, «riyazet ile fani» «kalbin sıfatları ile kaim», «hayat-ı ilahiye ile hay,  diri»  olurlar.” (25 Furkan, 63,64)

“Diri oldukları halde  «Rab’lerine itaat edip onunla kalarak ve nefis makamında irade ile meyyit, ölü, olurlar» ve ettikleri duaya uygun «hal lisanıyla»: «Ey Rabbimiz, bizden cehennem azabını men et, zira cehennem azabı bir hükümdür ve cehennem fena bir makam ve karargâhtır» derler.” (25 Furkan, 63,64)

“Selâm, gönülleri şen olan, yaratılışları eksiksiz, temizlenip seçilen, has kullarına özeldir. Varlıkların tamamında görülen tüm olgunluk, Hakkın cemal ve celal sıfatları olup, bu olgunluklarda gayrın nasibi yoktur. Has kullarından seçip saf kıldığı kullarının zatlarının sefası ve aynlarının, hakikatlerinin, istidat noksanlığından ve perdelenmekten temizlenmiş olması, Hakkın o kullarına selâmıdır.” (27 Neml, 59) “Has kulların ‘selâmün âleyküm’ demeleri, Hakkı kabule mani olan afattan Allah size selamet, kurtuluş, versin demektir. Biz, sefahat, sefalet ehli, düşkün, olmakla yok olmaya mahkûm kişilerin muhabbetini talep etmeyiz, çünkü onlar bizim muhabbetimizden faydalanmazlar.” (28 Kasas, 55)

“Allah’tan başka evliya dostlar edinenlerin misali ev yapan örümcek misali gibidir. Uhrevi yaşamın kaynağı, Zatın Tekliği ve İlahi Muhabbettir. Bu dostluk, sevgi ve muhabbet; terkibin zevali zamanında, terkip olunan şeyden kurtulduktan sonra, maddeden soyunduktan sonra, kalp ve ruh makamında; nefsin, beden perdelerinden kurtuluşu zamanında, sefa ile safi olabilir. Çünkü o makamda muhabbetin kaynağına yaklaşılmış olur. Kıyamet gününde ise büsbütün safi ve sırf ilâhi muhabbet olur.” (29 Ankebut, 41)

“Ey müminler, Allah’a tabi olup doğru söz söyleyin, sözde doğruluk sıdk ve sevaptır. Sadık oluş her saadetin mayasıdır, her kemalin, olgunluğun, aslıdır, çünkü kalbin sefasındandır. Kalbin sefası ise tüm olgunlukların ve tecellilerle aydınlanmanın kabulünü gerektirir.” (33 Ahzab, 70)(Y) “Allah dostları, konuşma ve görüşmelerinde bilişirler. Biliştiklerinden, tevafuk, uyum ve uygunluk, içinde olurlar, zatlarından soyundukları için sevişirler. İrfan, anlayış ve idrakin sefasıyla sefalaşırlar, dünya ve ahret işlerinde yardımlaşırlar. Bu dostluk, canı gönülden olan samimi dostluktur. Bu dostluklar, Enbiya, Evliya, Şüheda ve Asfiyanın, olgun, kâmil insanların muhabbetleridir.” (43 Zuhrüf, 67)

Umarım bizim de dostluğumuz, kalp ve ruhumuzda, sefa ile safi olabilir ve biz de bilişir, sevişir, tevafuk, uyum içinde, samimi dost olabiliriz.

                                   Necdet Altınay 14042022

 

 

 

 

 

Kul, Hakkın Abidesidir

Atamızın dediği gibi ‘insan ve insanlığın gelişimi paraleldir’. Bir bebek, önce ebeveynlerinin hayalinde belirir, istenir ve ‘olsun’ denir. Doğa incelenerek, yoktan ve yokluktan birçok şey var edilir, bilinenlere uygun ve uyumlu, çok şey gerçekleşir. Her seferinde, önce altına yapıp üstüne oturan, bakıp göremeyen, eliyle tutamayan, yürüyemeyen, hareketsiz, sıfatsız ve kişiliksiz, kalpsiz ve boş beyinli bir ‘bebek varlık’ elde edilir. Sonra görülür ki bu varlık en sorumlu ve en yetkili olacaktır. Dünyaya ve evrene anlam katacak, mana verecek ve her şeyi önemli kılacak, kâmil bir insana yücelecektir.

İnsan, geriye bakarak, doğayı okuyarak, kendini bilir. Âdem ve Âlemin ikiz olduğunu idrak edip, kıyasla âlemi öğrenir. Dünya, yıldız ve galaksileri; kuantum âleminde zerreleri inceler. CERN’DE, tam bir boşluk ve yokluk yani vakum ortamında, hızlandırıp çarpıştırdığı atom altı parçacık deneylerinden, evrenin oluşumuna ilişkin sonuçlar çıkarır. Yokluktan, vakum ortamına, saniyenin 10-40ında, zerrelerin çıkıp var olup yok oldukları deneyimleşir. Büyük Patlama, var olan bir ‘şey’in patlaması değil uzay-zaman birleşik alanının patlamasıdır, bu boş ‘barınak’ta, kalp Kâbe’sinde, Beytullahta, ‘ol’ emriyle, hareket başlar. Enerji hareketi, belirli özellikler yani sıfatlar yüklenmiş zerrelere aittir. “Protonların içinde üçer adet bulunan kuarkların çarpıştırılmasından ortaya çıkan ‘w bozonu’ Hidrojen atomundan 90 kat daha ağırdır, ‘z bozonu’ ise daha da ağırdır.

Bu w bozonun içinden geçen kütleli elektronlar kütlesiz nötrino olarak çıkarlar.” (1) Hareket sıcaklıktır, ‘ol’dan sonra oluşan zerreden, hız ve hareketini ayırmak mümkün değildir. Fiil ve sıfatlar, vücuttan, mevcudatla birlikte, akıbetleri dâhil, verilmiş olarak ortaya çıkar ve var olur. İkiz atom deneyleriyle, bilim kanıtlamıştır ki neyin, nasıl ve ne olacağı, evrenin ilk oluşumunda ‘belirlenmiş’ durumdadır. (2) Bilimin kanıtladığı gerçekler bizi ‘hakikate’ götürür!

Her şeye barınak olarak var olan uzay zaman, uzam, balonunun içinde ilk oluşan, yani yokluktan çıkıp var olan, kuvvet ve enerji yüklü ışığın, foton gibi alt parçalarıdır. Işığın hızı sabittir, öyle olması istenmiş! Bugün, ışıktan daha hızlı yayıldığı veya genişlediği bilinen tek şey uzamdır, barınaktır, evrendir. Işık, ‘elektrik’, ‘manyetik’ ve ‘elektromanyetik’ olmak üzere üç temel kuvvetten oluşur. Ayette, “Kuvvetlerin ‘izdiham’ etmesiyle tecessüm ettiniz, cisimleştiniz, bedenleştiniz” dendiği gibi; (3 Ali İmran, 96) kuvvetler, belirli alanlarda, Higgs Bozonu içinde, toplaşarak maddeyi oluşturur. Geriye sadece, yeşillikte, klorofilin, fotonu, ışık enerjisini, şekere çevirmesi kalır. Enerjiden ışığa, ışıktan maddeye ve klorofil ile de canlı bitkiye geçişi idrak eden insan için artık Âdem ve Âlemi anlamak çok kolay ve her şey apaçıktır. Bir canlı hücrenin oluşması için aynı anda üç fonksiyonun birden var olması gerekir. Dışından enerji alan’, içinde bu ‘enerjiyi amaçlarına uygun kullanan’ ve ‘çoğalmasını bir sisteme bağlayan’ canlı hücreden ötesi zamana bırakılabilir.

Hücrelerimizin her biri tam teşekküllü bir fabrikadır. Bedenin ihtiyaçları karşılanırsa, aklı başında bir insan oluşur. Bu gerçekler ışığında, ‘ben’ diyen insan oluşması için o insana ihtiyaç yoktur! Kâmil insanın ‘inşası’ özeldir. Senin var olman için sana ihtiyaç yoksa var olmak için bir şeye muhtaç olmayan Yaratan vardır sadece, başkası, gayrisi yoktur. (Özgür İrade: 6 Enam, 61)

“Eşya ve görünen mevcutlar,  ezeldeki ilimlerinin açığa çıkmış halidir.  Eşyanın aslı ve esası, görünen maddenin hakikati, Hakk’ın yokluk aynasındaki görüntüsü, ilmi, gölgesidir. İlmin görünür haline ‘gölgenin uzatılması’ denir. Vücudun, ilminden ayrı ve gayrı bir ismi,  cismi ve resmi olamaz ama farklılığa yalnız akıl şahitlik eder.” (25 Furkan,45) “Sıfatının tecellisi, ortaya çıkışı, için ‘nefehat-i Rabbaniye rüzgârlarını’, ‘şişirici rüzgârları’ gönderir.” (25 Furkan, 48) Boş barınak olan evrenin içinde enerjiyi aniden şişiren rüzgâr esebilir. Bir bardağın tasarım, üretim ve malzeme bilim ve teknolojisinden ayrı bir ismi, cismi ve resmi olamaz, akıl da buna şahittir. ‘Şey’, infosunun, bilgisinin, deposudur. (3)

Bir anlamda, nefsi terbiye oruç, ilme tabi olup itaat namaz, bir şeyi yerinde, zamanında, dozunda yapmak hac, sorana bilgi vermek zekât, iyi doğru güzeli ikrar kelimeyi şahadettir. “Sonuç olarak, bu idrak, aşk ile soyunma ve kavuşma halidir.  Bu hal içinde iken abdın vücudu yoktur. Hak yakin geldiğinde, vücut biter. Vücut yoksa namaz kılınamaz. Buna,  güneşin tulû’u,  doğuşu,  birden bire zuhuru,  bir şeye aniden vakıf olup bilme,  hali denir.”

“Güneşin doğuşu zamanı, abdın, kulun, vücuduna vahdet güneşinin istivasından zevali yani en tepe, doruk, noktasından sonrası zamanıdır. Vahdet güneşi kulun vücudunda en tepe noktasındayken namaz kılınamaz çünkü orada Hak yakindir, kul yoktur. Namaz için vücut gerekir. Cem makamından önce yani halk ile mahcup olarak, fark-ı evvel,  ilk fark,  benlik,  ikilik zamanında,  tevhidi idrak etmekten önce de; cemden sonra fark-ı sani,  ikinci fark halinde,  beka zamanında da; abdın vücudunun gölgesi var olunca, namaz vacip olur. İnsan, yalnız cem hali içindeyse Abd-i Hu’dur, abidesidir, delilidir. Namazların en evveli ve en lâtifi Hafi, gizlilik, makamındaki ‘soyunma ve kavuşma namazı’, “Öğle” namazıdır.  Namazların en makbulü, ‘salâtı vüsta’ olanı, ise ‘asır namazı’, ‘Ruh makamında Şuhut namazı’ olan “İkindi” namazıdır. Ruhen, her yerde ve her şeyde Hakk’ın görünmesi namazıdır.  Ruh ve hafi makamlarında şeytanın gireceği bir yer olmadığından öğle ve ikindi namazlarında okumalar gizlidir. Ruhun nuru,  ilmin idraki içinde,  kalp aydınlığında, gece ve gündüz meleklerinin buluşmasıyla namaz kılınır. (4) Bu namaz, kalp makamında kılınan huzur namazıdır. Kalbin hayatı, hakiki aşktır. Yakin olunca batından bir aşk ve şevk kopar. Namazda, kıyamet koparcasına kıyama durulur, aşk içinde, aşkta, âşık ile maşuk kavuşur. Kalp makamında, ruh, beden ve nefsin idrakine varılır. Nefis makamında, baş eğme ve teslim olma namazı, “Yatsı” namazıdır. Nefis, kalp ve sır gibi şeytanın vesvese etmesi mümkün olan makamlara alâmet kılınan yatsı, sabah ve akşam namazlarında, şeytanı engellemek için okumalar yüksek sesle yapılır. (17 İsra, 78; 15 Hicr, 99) (21 Enbiya, 30-33)

Umarım biz de namazı miraç olan mümin, ‘abide’,  olup Hakkın hakikatini idrak edebiliriz.

                                                                                                                                 Necdet Altınay 24042022

(1)     https://www.economist.com/science-and-technology/2022/04/16/experiments-contradicting-the-standard-model-are-piling-up

(2)     http://necdetaltinay.blogspot.com/2017/07/nazarla-olusum.html

(3)     The Economist, Stephen Hawking's answer, Aug 26th 2015, BY D.J.P.

(4)     http://necdetaltinay.blogspot.com/2019/02/namaz-vakitleri.html

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Cürümden Tevhide

Uzay zaman birleşik alanının, uzam boşluğunun, var olmak üzere, Büyük Patlama halinde, zuhurundan, ortaya çıkışından, sonra; ruhsal, bilimsel, ‘kuvvetler’, kütle kazanıp, maddeleşti varlıklar oluştu. Oluşum, enerji, kütle, madde, bitkiler, hayvanlar ve insanlar âlemi olarak gerçekleşti. Var oluşta döngüsel yasalılık esastır. ‘Her şey sonuçta aslına döner’ temel yasadır. Evrimden de kapsamlı olan “Tagayyür etmek” dinde esastır. Anlamı, ‘uyumlu farklılaşarak, başkalaşıp, belirginleşip, mükemmele, tevhide dönerek, maddeden soyunarak, Hakka ulaşım, vuslattır’. Cürüm ise, ‘hata, isyan, kanuna aykırı hareket’tir. Evrensel yasaların amacı, insanın, oluşumu ve olgunlaşarak, Hakka dönüşü olabilir.

“İşlediklerini, kendi sıfatları olarak işleyip, sıfatları ile mahcup olanların yolunun zahir olması, açığa çıkıp belli olması için, sana sıfatımızı beyan eyledik, kendi sıfatımızla mevsuf kıldık. Bu mahcupların, cürüm ve kabahatleri de bundan ibarettir.” (6 Enam,  55,56) “Ve «Ey kavmim siz, nefis sıfatları hicap ve günahından tövbe, istiğfar, edin ve şirk sebebiyle, heveslerinize tâbi olma günahlarınızı, Rabbinizin örtmesini talep ediniz.» Sonra da tevhide yönelerek, tecrit olup soyunarak ve tenevvürle, aydınlanarak, Hak yoluna sülük etmekle, doğru yola girmekle, ona rücû ediniz. O’na dönerseniz, Ruh semasını, hakikat ilmi ve yakin bilgisi sularıyla, size gönderir ve sizin istidat kuvvetinizi, kemal kuvvetiyle de ziyade eder.”

“Ve siz ‘nefis sıfatınızın zuhuru ve tabiata tabi olup dünyaya muhabbetle, süfli yöne teveccühünüz sebebiyle, mücrim, hata yapan,  günahkârlar olarak, Haktan i'raz etmeyin, yüz çevirmeyin’.” (11 Hud, 52) Bilerek,  isteyerek,  bilinçli olarak Olgunlaşma Sürecine  ‘evet’  demeden önce insan doğada, doğal olarak yaşarken ‘yer-içer-yatar-kalkar-savaşır-sevişir’. “Hidayete erince, insanın, arz ve seması değişir.  Kalp veya Efal makamında Doğanın tümü değil yalnız ‘iyi-doğru-güzel’ olanlarını seçer. Şehveti iffete, açgözlülüğü kanaate dönüşür. Tabiat arzı nefis arzına, kalp seması da sır semasına dönüşür. Doğa ile kalbi arasında yaşarken,  güzel nefsi ile sırrı arasında yaşamaya başlar. Kendi efalinin olmadığını kabul edip Hakkın efaline tevekkül eder, kabul etmekten başka çarenin olmadığını anlar. Sıfat makamına yükselince, nefis arzı kalp arzına yükselir, sır seması da ruh semasına yükselir. Tevekkülün yerini de rıza alır, her şeye razı olunur. Zatın keşfinde ise rıza seması, tevhit semasına dönüşerek, gayrisi mevcut olmayan hal alır. Tecelli ile vahidül kahhar zahir olur.” (14 İbrahim, 48) “Habipim; ‘sizi, size vekil tayin edilen ölüm meleği öldürür’ deyiver. Yani, her ne kadar, zalim ve nefsanî sıfatlar ile mahcup olsalar da fıtrattan tamamen düşmedikçe; cüzi kişiliğin sonunda dönüp geleceği yer olan «külli insanlık» sizi öldürür.” (32 Secde, 11,12) Rüştünü kanıtlayıp benlik geliştiren herkese bir ölüm meleği vekil tayin edilir. Fıtratına kazılan değerleri tamamen kaybetmedikçe, her insanı ‘insanlık’ doğru yola getirir ve nefsanî benliğini öldürür.

Bireysel kişiliğin bağışlanma kapısı kapanmadıkça, benlik ve ikilik yapma derecesi aşırı olmadıkça, külli nefis yani insanlık, insanı doğru yola sokabilir. Benlik ve ikilik aşırı dereceye varmışsa gazap meleği, nefsanî kişiliği öldürür, bedeninden ayırır. Çünkü aşırıya kaçan bireysel kişilik, görme ve işitme duyularını köreltir ve ‘seni gördük ve işittik Rabbim’ diyemezler ve rücu temenni edemezler. Adaletin gereği olarak sürekli narda, ateşte ve cehennemde olurlar.

“Nefsanî şehvet ve gazap kuvvetlerine yenik düşerek arsız, avare, serseri, hilekâr, sahtekâr, günahkâr, kibirli, hırslı, şımarık, cimri gibi niteliklerle anılan mücrimler; nefsanî ve bedensel açıdan öyle tanındıkları gibi; kalp ve ruh açısından da doğru düşünememek, yanlış bilgilere sahip olmakla da cahil olarak bilinirler. Böylece alt taraftan da üst taraftan da azap içindedirler. İşte bu durum, cismani tabiatın, esveli safilin çukurunun, dibidir. Alt tarafta ateş yanarken üstten de kaynar su dökülüyor denebilir.”  (55 Rahman, 41-44)

“İmdi: dünya göğü yarıldığı vakit; semai dünya, nüfusu hayvanidir, dünya seması hayvani kişiliktir, onun inşikakı, yarılması, ruhun zevali zamanında, ruhtan boşalmasıdır. Zira insanî ruhun, hayvanî nefse nispeti, hayvanî nefsin bedene nispeti gibidir; beden, nefis ile hayat kazanır, nefis de ruh ile hayat kazanır; bu nedenle ruhun bedenden ayrılması sebebiyle, ruhun zevali zamanında, hayvani ruh yarılır.” (55 Rahman, 37) “O gün aza dağları, kemikler gibi bedensel organlar, ‘dağılmış toz, atılmış pamuk gibi olur’.” (70 Mearic, 9)

Beden, nefis ile canlanır, nefis de ruh, ilim ile canlanır. Her zerre, Haktan, Hakkın gölgesi olan ilimden, hakkını, hakça aldığı için, kendine özel ve özgü belirli özelliklere sahip olarak yoktan, yokluktan, var olur. Zahir olan ilim ile zerre ortaya çıkar var olur, ilmin zevali, sona ermesi, yok olmasıyla da zerre yok olur. Örneğin, foton ve nötrinoların kütlesi yoktur, elektron ve protonların kütlesi vardır. Tümünün var olması için ortak özelliği, ilim kazanarak, bilimsel vasıflar, sıfatlarlarla ‘tagayyür’ etmeleridir. Böylece her zerre bir diğerinden farklılaşarak belirginleşmiştir. Bir zerrenin içinden ruhu yani ilmi, diğer bir deyişle bilimsel özellikleri, yarılıp çıkarsa, zevale ererse, nasıl var olduysa aynı şekilde yok olup giderse; geriye zerrenin kütlesi kalmaz yok olur, zerre mevt olur, ‘dağılmış toz, atılmış pamuk’ gibi olur. Enerjinin kütleye ve kütlenin enerjiye dönüşümü bilimsel bir gerçektir. Kara deliklerin ‘olay ufkunu’ geçen kütleler, ‘infoları, bilgileri’ olay ufkunda kalarak, kara deliğe düşer ve enerjiye dönüşürler. (1) Belki de kara deliğe düştükleri için kütle enerjiye dönüşmez ama ‘ruhu zevale’ erince, yani ilmi sona erince, çıkıp gidince, kütle ‘inşikak, inşirak edip, yarılıp’, kara delik oluşur. İlimdir, bilgidir etken olan, tesir eden, gelip giden, var olup yok olan ve kütle, madde edilgendir, tesir edilir, etkilenir. Bilgi, info, kuvvettir, Hakkındır, Haktan gelir, Hakkı bilir, kemale eren insan da, Hakkı bilince, Hakka döner!

Umarım biz de insan olarak, kemale ererek, Hakka dönüşü gerçekleştirebiliriz!                                                                    Necdet Altınay 25052022

(1)     The Economist, Stephen Hawking's answer. Aug 26th 2015, by D.J.P.

Emanetin Sahibi

Âdem, topraktan takdir ve tasvir edilip «Hayat sahibi beşer ol» diye irade beyanıyla hayat buldu. Ruhunun verilmiş olduğu ve ruhunun, ilminin, emir âleminden olduğu, kendisine bildirilmiştir. Tekrar Hakka dönüş ile müjdelenmiştir, Hak, Âdemi, yaklaştırmak için uzaklaştırmıştır. Geri dönüşü istenmeseydi geri dönemezdi. Âdemoğlu insan, eril ruh ve dişil bedenin çocuğu olan kalptir. Kalbin ufku ruh semasıdır. Sema, ilim suyu bulutlarıyla yüklüdür. Beden arzı, bu su ile yeşerir, hayat kaynağı olur. Nimetlerden yararlanan insan, nimetleri vereni arar, bulur, bilir; azgınlık etmez, yolunu şaşırmaz. Kulun fenası halinde Hak, kendi vücudunu bağışlayarak, zatıyla baki kılar. Böylece, kul, emanetin sahibi olarak, ‘yardımı ancak senden talep eder,  seninle sana ibadet ederiz’ der.

“Külli vücudun, ilim ve hikmetin, sahibi Allah’tır.” (2 Bakara, 2) “Allah, her şeyi muhit olan, kaplayan, kapsayan, büyük arşın sahibidir. Her şeye hükmü ve emri o büyük arştan gelir.” (9 Tövbe, 129) “Allah, insanın vücudu ve işlerinin, her şeyinin, sahibidir. Kendisi zuhur edince, her şeyi kahır, yok, eder.” (114 Nas, 2) “Belki manevî âlemin bütünü, O’nun batını ve suretler, şekiller, eşya âleminin bütünü, onun zahiridir. Göklerin ve yerin, ayrı, gayrı, vücudu yoktur, bütün mevcudat, her şey, onunla mevcuttur.  Hiçbir şey Haktan gayri değildir, her şeyi, her zaman, her yerde görür, bilir, işitir. Kendisinin var olması için bir şeye ihtiyaç duyan ‘muhtaçtır’, muhtaç olan kendi kendine, kendiliğinden var olamaz.”

“Böylece var olanın bütünden infisamı, kopması, ayrılması, bağımsız olması, mümkün değildir, ‘özgür’ olması tamamen zandır. Çünkü O’nda, cüzlere ayrılmak, ikilik, yoktur, înfisam tabirinde bir lâtife, yani güzellik vardır ki, infisam, bir şeyin ayrılmayarak kırılması, kopması demektir. Mümkün olanların tümü, Allah'ın ef’âli veya sıfatıdır.” (2 Bakara, 255)

“Hak, Âdem'i topraktan takdir ve tasvir edip «Hayat sahibi beşer ol» diye irade eyledi. Derhal his ve hareket sahibi oldu. Bu ayet, ruhun nefyine ve ruhun, ilmin, emir âleminden olup, cesedin halkı gibi madde ve müddet açısından sonraya bırakılmış olmadığına işarettir.” (3 Ali İmran, 59) “Âdem, Rabbi cihetinden bir takım nurlara, Hükümdarlığında nasıl Hükmettiğine, ilişkin anlayışlara ulaştı. Yani Âdem, Rabbinden ilim, ahlak, bilgi talep etti. Allah, Âdem’in tabiat elbisesinden sıyrılmak, meleküti nurlar sırasında dizilmek, manayı idrak ederek, kutsal olgunluğa ulaşmak ve hakiki ilimle süslenmek suretiyle, kendine rücu etmek istemesini kabul etti. Âdem’e rücu’u ilka eyledi, onu rücu edici kıldı, makbul olan tövbe budur, Âdem tarafından kaynaklanan değil. Kullarına gazabında rahmet eder. Âdem’e gazabını, Âdem’in kemaline ve Hakk’a rücu’una sebep kılmış ve yaklaştırmak için uzaklaştırmıştır.” (2 Bakara, 37)

“Allah, Hâkim ve Kadir olarak, ruh erkeğini ve nefis dişisini halk etti ve Kalp olarak siz doğdunuz. Bazınız ruh tarafına, bazınız da nefis tarafına meyletti. Bu nedenle çalışmalarınızın sonucu muhtelif ve müteferriktir.” (92 Leyl, 3)

“Allah’ın ikramı sonsuzdur, zat ve sıfatı ile mevcut olup, zatını ve sıfatını sana bağışlamıştır. Fenadan sonra, ikramının anlaşılması için bekada, zatı ve sıfatı seninle zahir oldu. Seni, sıfatların en şereflisi olan ilim sıfatı ile seçti, ilmini öğretti ve olgunluğundan hiçbir şeyi senden esirgemedi.” (96 Alak, 3)

“Kuran, ancak cümle âlemler içinde sizden, yalnız sülük yolunda istikameti dileyen kimse için zikir ve nasihattir. Sıratı müstakim de ancak Hakk’ın olduğu tariktir, yoldur. Binaenaleyh hiç kimse o yola girmeyi dileyemez. Ancak Allah'ın dilemesiyle diler, zira Allah'ın yoluna ancak onun iradesi ile sülük olunur, girilir.” (81 Tekvir, 26-28) “Kul efâlindan sıyrılıp soyunduğunda, efâliyle tecelli eder; sıfatından vazgeçtiğinde, Hak sıfatlarını verir,  kulun fenası halinde, Hak vücudunu bağışlayarak zatıyla baki kılar. Böylece, ‘yardımı ancak senden talep eder,  seninle sana ibadet ederiz’ derler.” (1 Fatiha, 4)

“Kötülüğü sahiplenmezsiniz zaten, fazilet sahibi olduğunuzu düşünmek günahtır.” Fazilet sana Allah'ın fazlı ve ihsanıdır.” (74 Müddesir, 7) “Nutuk, sizin bedenleriniz arzında ve lisanınız üzere zahir olmuş olan, mütekellimi hakikînin, kelam sahibinin, sıfatlarından bir sıfattır. Eğer huzur ve Şuhut sahibi iseniz, kalplerinize mütekellimi hakikî, o sıfatla tecelli etmiştir. Nutkunuz, hayvan böğürmeleri gibi sedalar olmayıp hakikî nutuk ise, kalbinize tecelli eden sıfat-ı tekellüm sebebiyle, kelimeler suretinde münderiç, içinizde bulunan, manevi rızkınız, size ruh semasından nazil olmuştur. Hayvan sesleri gibi nutuklar ise hakikatte nutuk değildir.”

“Ve bu suretle sizin kemaliniz hâsıl olmuştur ve ahret ahvaline onunla hidayet bulmanız için Hakk’ın nuru size işrak eylemiştir, Kalbinize manaları doğmuştur.” (51 Zariyat, 23) “Siz bir şeyi dileyemezsiniz, ancak benim meziyetimle dilersiniz. Ben onları dilerim ki, onlar beni dilerler. Binaenaleyh iradeleri benim irademin gerisine çekilmiş olur.  Belki iradeleri, onlarda zahir olan iradem olur. Kemallerini ortaya çıkararak, ilmin onlarda ibrazını bilici hikmet sahibidir.” (76 İnsan, 30) “İnsan ruhu terakki eder, derece atlar ve makam sahibi olur. İnsan ruhunun son derecesi zatın tevhidinin keşfidir,  bu makamda büyük kıyameti kopar. Cem makamında, zatın Şuhut’una vararak şahit olur. Şuhut ile gözlemle, şahit olur. Şuhut olunan zatın birliğidir. Damlaların her biri senettir, varlığa, deryanın ehadiyetine, birliğine, delildir. Deryanın birliğinde,  ehatlığında fani olan, fena bulan damlanın kadrini, ehat olan Allah’tan başka kimse bilemez. Deryanın birliğine şahit olan damla, şehit olur, şahit olunan deryadan başkası da bu durumu bilemez, takdir edemez. Şahit olunan ve şahit olan aynıdır, itibardan başka bir fark yoktur.  Allah’ta fani olanı,  Allah’a şahit olanı, ancak, şahit olunan Allah bilebilir.” (85 Büruc, 1-3)

“Akıl, insanın ruhunda ve nefsinde etkilidir. Aklın, özellikle, nefis zulmetini delip etkili olması halinde,  nefis,  basiret sahibi olur; bu anlayış ve idrak ile hidayet,  doğru yolu, bulur.” (86 Tarik, 1) “Bütün yiyecek ve içecekler akıl sahiplerine asıl hükmüyle helâl olmuştur. Zira akıl, eşyanın, mutlaka kulların menfaati için halk olunduğuna hükmeder.”

“Buna binaen bilinecek şeyler cümlesinden olan bir şey, ‘bilinmek için’ halk olunmuştur. Zira akıl, zarar veren ve helak eden şey’in haram olduğuna hükmeder.” (3 Ali İmran, 93)

Umarım biz de, Hakkın huzurunda ona şahit olur ve kalbimizde tecelli edeni idrak ederek şehit olabiliriz!

Necdet Altınay, 10062022

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Aşk Ateşi

“İnsanlar,  iştiha, arzu, ettiği, ilgi duyduğu, şeylerin muhabbeti ile tezyin olundu, onların sevgisiyle donatıldı, teçhiz edildi. İlgi duydukları, ilgisini çeken, şeyler sevdirildi. İnsan, âlem-i ulvî ile âlem-i süfliden terkip olunmuş, ulvi ve süfli âlemlerin karışımından oluşmuş ve doğmuştur. Bu doğuşu ve neşesiyle, insanın fıtratı hicaplaşmış, perdelenmiştir. Tabii perdeler, bedenî örtüler ve hissî lezzetler acı suları ve hayvani şehvetler keskin rüzgârlarıyla, asli, esas olan tabiatının ateşiyle tutuşmuş ve basiret nuru sönmüştür. Buna binaen garip vatanlarında ve zulmet diyarında çeşitli güçlük ve meşakkatlerle müptelâ olmuş bir halde yurt edinmeye çalışır. Bu halde iken bir fark ve temyiz nurunun parladığına ve âlem-i akıldan bir yıldırım ışığı gördüğünü sanıp ayni zamanda kendisini çağıran heves ve şeytana tesadüf ederek, ona tabi oluverir. İçinde gözlerin lezzetlendiği ve nefislerin iştahlandığı şeyler bulunan, tenezzül ettiği bir menzile, güzel bir bahçeye tesadüf edip hemen orayı vatan tutarak, o meskenden razı ve memnun olur. İşte şehvetin aldatıcı hali budur. Zikir olunan arzular ve bu arzuların kendisine tezyin olunmasından o kimse bulunduğu âlem-i süfliden faydalanarak aldanır. Bu durum âlem-i süfli hayatının kemalidir, en iyi halidir ki, onunla ahret hayatının faydalarından ve âlemi ulvînin kemalinden mahcup olur, perdelenir, engellenir, mahrum kalır. Ahret hayatının daha ziynetli, kıymetli, daha lezzetli ve daha safalı olduğunu, üstelik bununla beraber baki olduğunu anlayamaz.”

Eğer o kimseye tevfik-i ilâhî ve imdat sırrı yetişirse, o vakit ulviyetin merkezine hareket etmesi için batınından bir aşk ve şevk kopar. Sönmüş olan basiret nuru ateşi parlar,  envar-ı ilâhiye lem'aları, ilahi aydınlanma kıvılcımları çakar, işrakât-ı kudsîye, kutsal güneşin ışıkları birbirini takibe başlar. Basiret nuru nurlanır, merkez ve meskenindeki, kaynağındaki, talepten men eden, alıkoyan, hicaplar, perde ve engeller incelir, içinde bulunduğu sefası kederlenerek, evvelce safa zannettiği şeyler, karanlık olur. Ve ruhanî cüz'ün, cismani cüz üzerine galebesiyle, galip gelmesiyle,  nefsindeki heves ateşi sakin olur. Hakiki hayatın kuran suyunun lezzetini tadıp,  artık acı suya sabredemez. Ve tatlı sudan içtiği kupalarla kalbi yakin hatıralarına başlar. Güneşin ziyasından mahrum kalan bir kimse olduğunu anlar. Öteden beri güzel ve tatlı bulduğu şeylerden sakınarak, oradan göç etmeğe karar verir. Ve hareket edip yürümeğe başlar, ta ki aynen yakin sabahının nuru aydınlandığı ve vahdet güneşinin tulu-u zamanı geldiği vakit gözlerinin hayrette kaldığı,  vasfında aklının dehşete daldığı bir cennet görür. Ve gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, kalp-i beşerin hatırlayamadığı lezzetlerin husulünden sonra, güneşin doğmuş olduğu bir halde, şifa buldukta, o cennette birçok dostlar ve ahbaplar bulur. Ve kendisinin yuvası ve esas karargâhı o makam olduğunu bilir ve ünsiyet bularak dar ü kararda mülkü Gaffar'ın, kullarına mağfireti çok olan Allah, civarında Kuddüs mahallesinde nazil olur. Ve ona vecih-i kerim nurları parlar. Kalbine umumî olan rıza ruhu hulul eyler.”

“İşte «Salih amel ile mevsuf, sıfatlanmış, olanlar için Rab’leri indinde daim ve baki ve müebbet, ebedi, oldukları halde altından ilim nehirleri akan cennetler, temizlenmiş pak çiftler ve Allah'tan rıza vardır» mealindeki ayetin manası bu beyan olunan keyfiyetten ibarettir. Allah kulların ahvalini görücüdür, imdi ayetteki cennetler, ef'âl cennetleri, çiftler âlem-i Kuddüs ruhani sıfatları, Rıdvan da sıfat cennetleridir. (3 Ali İmran, 14, 15)

“Muttakiler,  takva sahipleri,  haramdan kaçınanlar,  iman edenler,  taklidi,  tahkiki, ilmen, aynen ve hakken olmak üzere beş sınıftır. Bunlara, cennetlerde, tagayyür etmemiş, bozulmamış, şek, şüphe, vehim, kuruntu bulaşmamış sudan, ilimden, nehirler vardır. Yeryüzünün su ile hayat bulması gibi iman edenler de bozulmamış su nehirleriyle, kalplere hayat veren, hakikate ilişkin bilgilerden oluşan bu ilim ile Hakkın hakikatine ulaşırlar. Bu ilim ve bilgi nehirleri, kalp makamına vasıl olan, Hakkın sıfatlarıyla sıfatlananlara özel ve özgüdür. Nefis sıfatlarından geçip, kalp makamına ulaşanlara, bozulmamış sütten nehirler vardır. Canlılık, efal, hareket ve fiil veren su; yerini, amellere hikmet katıp sıfat kazandıran ilimlere bırakır. Sıfatın tecellilerini müşahede edip zatın cemalinin Şuhut’una,  her şeyde Hakkın görünüşüne, eren kâmiller için zat ve sıfat muhabbeti şarabından nehirler vardır.  Ruh ve cem makamında, Hakkın cemaline dalıp, gömülüp, boğulmaya arzulu olup, kendi sıfatından sakınan âşıklar için önce nurlu ve kutsal, ballı, tatlılıklar, sonra zat ve sıfat muhabbeti şarabından nehirler vardır. Zat,  sıfat ve efal tecellilerinde çok çeşitli lezzetler vardır.”

“Tevhit ilmi sütüyle beslenen kişi önce tagayyür etmemiş, bozulmamış, saf su ile efalinden, sonra nurlu ve kutsal ilimle ballı sıfatlarından, sonunda muhabbet şarabı ile kendi zatından geçer.”  (47 Muhammet, 15)

“Hararet, aşk ve şevk ile beraber, vahdetten kaynaklanan, cennetteki bir muhabbet kaynağıdır. Vuslat yolundaki salik, talip ve her şeyi bir tarafa bırakmış olan âşıklar, aşklarının hararetinden hiç bir zevkin kıyas olunamayacağı bir zevktedirler. Efalde, ilahi kudreti ve hükmedişi izlerler, sıfatta ise eserleri, güzel sıfatlı hurileri izlerler. Burada devamlı kalabilirler.” (76 İnsan, 18, 19) “İnsan vücudunun aslı, madde, mana veya ulvi, süfli olmak üzere, iki âlemden oluşturulur. Hangi âlemde ve halde olursa olsun insan, kendisine emanet verilmiş ve sonra kendi başına terk edilmiş değildir. Emanet edilen şevk ve muhabbet, sürekli gelişim içindedir. Örneğin kimse, sıfat makamında Zat’tan perdeli şekilde terk edilmez. Keşfetmeyi alışkanlık haline getiren salikin, âşık olması için, kendisine Zat’ın tevhidi keşfettirilir ve perdesi kaldırılır. Böylelerine, muhabbetin ateşiyle benliğinin erimesi ve sırrın letafet kazanması için Zat tecellisi yolu engellenir. Sonra, keşfinin mükemmel olması için yolu açılır ve Hakk’ı keşfetmesi sağlanır.” (93 Duha, 2, 3)

“Var olan her şeyin, eşyanın ardında, akıl ile bilinebilecek bir ilim vardır. Bunu vahiy edilmiş Kur’an bildirmiş, bu ilmin nasıl uygulandığı da sana Furkan olarak indirilmiştir. İnsan, ilim ve amel, ilim ve uygulamanın ayrıntılarını idrak ederek namazı (salât) yerine getirir ve ilim ile uygulama arasını birleştirir.”

“İlmin ve uygulamanın idraki olan namaz,  her düzey için yerine getirilir. En evveli beden namazı olan “Yatsı”dır, Nefsin rızasına “Yatsıdan sonra vitir namazıdır”; kalbin huzuruna “Sabah”; sırra ermeye “Akşam”; benlik ve bencilliğin yok edilmesi ve hakikat güneşinin parlaması için yüceliş yolunda ruhun Şuhut’una şahit olup, uyanıklığına, “İkindi”;  Hakk’ın ruhuyla dirilip, itaat ve hakikat ilminin aşkı, zevkiyle şükretmeye “Öğle” namazları kılınır. Hakikat güneşi en tepeye yükseldiğinde kul ve namaz yoktur.” (29 Ankebut, 45) Güneş tepedeyken, Cuma namazı kılınabilir.

Umarım, aşk ve şevkle, uygulanıştan ilmi idrakle namaz kılarak, Hakkı keşfederiz!

Necdet Altınay 26062022

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Âşık Olunur, Bilinmez!

“Seyr-i sülûktan, doğru yola girdikten sonra yapılacak şey içinizdeki Hakk’a yaslanıp,  sabır ile beklemektir.  Bu durumda sabrınız taşsa bile Rabbiniz size melek ve melekeler ile yardımcı olacaktır. Çıkmış olduğunuz yoldaki zorluklar, cihat, mücadelede karşınıza çıkacak üzüntülere karşı sabır ve ilahi rıza için Allah’a itaat etmeyi, zorluklara dayanmayı, nefse karşı koymayı gerektirir. Ancak, Hakkın size kuvvet vermesi ve nuru görerek nurlanmak ve size sekine, huzur ve bu isteğin inmesi için, sabır, Hakk’ın emrine karşı gelmemek,  menfaat ve ganimete meyletmemek, nefis korkusundan sakınmaktır. Nefsin, ruh ve kalp sultanlarının zorlaması altında kırılması gerekir. Sabır, sebat ve onur ruhun sıfatıdır.  Hareket ve acı ise nefsin sıfatıdır.  Ruhun gücü kalbe sahip olunca, kalbi nefse karşı korur. Nurun Zat’ındaki sevgi nuru ile kalp, ruha âşık olur ve sükûnete kavuşur. Bu şekilde kalp, nefis kuvvetlerini yener, nefis sıfatlarının zulümlerini kovar. Ve nefis de kalbin nuru ile aydınlanır, mutmain olur.  İşte o zaman rahmet, Ruh semasından ilmen yakin suyu, iner ve kalp, bu nurla, ilmin idrakiyle, nefis kuvvetlerini yok ederek, ûrûc eder; semanın meleklerine ulaşır ve tüm meleklerin kuvvetini ve vasıflarını çekip indirir. Meleklerin inmesi, özellikle, dünyadan tamamen çekilip koparılarak yücelik yönüne tevekkül edildiğinde ve gazaba uğrandığında yardımcı olmaları içindir. Ancak kalp, sabırsız davranıp acele eder,  bağırıp çağırıp,  korkuya yenik düşerse veya dünyaya meylederse,  nefis kalbe galip gelir, kahır ve istila eder, sıfatlarının zulümleriyle nuru engeller ve o ilişki kopar, yardım da kesilir, melaike de inmez.” (3 Ali İmran, 125)

Halil kendisinde gayrilik bakiyesi tevehhüm, vehim olunmaya, kuruntuya düşmeye, yakın olan bir muhiptir, sevendir.  Habib ise kendisinde bu cihet tasavvur olunmayan bir mahbup, sevilendir.  İşte bu sebeptendir ki, Halil aşk ateşine atılmış Habib bu ateşe atılmamıştır.  

Akıl, kalbe ezelden âşıktır.”  (12 Yusuf, 94) “Nurun Zat’ındaki sevgi nuru ile kalp, ruha âşık olur ve sükûnete kavuşur. Bu şekilde kalp, nefis kuvvetlerini yener, nefis sıfatlarının zulümlerini kovar. Ve nefis de kalbin nuru ile aydınlanır, mutmain olur.” (3 Ali İmran, 125) “Ruh semasından aşk ateşi gelerek nefislerini yer bitirir ve ifna, yok, eder.” (3 Ali İmran, 181) “İstisna hükmüyle cennetten çıkmak öyle bir şeydir ki o da saîdin;  «Ehadiyet-i zât» da fenası ve «sabahat-i cemâlde, cemalin güzelliğinde» aşk ateşiyle yanmasıdır. Ki bu yanmak, «makam-ı müşahede»  de Ruhun vücuduyla olmayıp,  şahit ve meşhût, şahit olunan, Hak olmak ve gayrin,  ayn ve eseri baki kalmamak derecesinde; gören göz, işiten kulak, hatırlayan kalp-i beşer olmaksızın, «Şuhûd-i Zâtiy-i Ehâdî» ile olandır.” (11 Hud, 108) “Akıl; ancak fıtrata hidayet bulabilir ve ancak maarife, bilgi bilmeye, hidayet edebilir.  Amma cemal nuruyla nurlanmak ve visal, vasıl olma, talebine şevk ve celâl ve cemâlin kemâline belki cemalin celâline ve celâlin cemaline aşk zevkiyle lezzetlenmek, ancak hidayet-i Hakkaniye nuru ile müyesser olunabilen bir iştir. Şüphesiz bizim ona talimimiz dolayısıyla Yakup, ilim sahibidir,  ayan ve şuhud sahibi değildir.”

“Lâkin insanların çoğu bunu bilmeyip, kemâli «Akılda olan ilimden ibarettir» zan ederler, yahut mana: Havas insanları, aklı küllinin ilmini bilmezler.” (12 Yusuf, 68)

“Allah'tan sabır «Sabr-ı  anillah»; «İnsanlıktan soyunup, İlahi nurla nurlanan», kendi kalpleri ve vasıfları kalmayan, çok arzulu ve istekli aşıklardan olanların sabrıdır. «Ehl-i ayan ve müşahedeye»  mahsustur. Kendilerine Cemâl-i îlâhi güzelliğinden bir nur parladığı vakit,  yanıp,  fâni olurlar. Bu da; muhip olanların, sevilenlerin, hallerindendir. Bu sabırdan daha meşakkatli bir şey yoktur. Ve tahammülü en ağır bir sabırdır. Eğer muhip buna takat getirirse; hafi, yani, gizlenmiş olur ve eğer takat getiremezse mahbupta fâni ve helak olur. «Sabır-ı billah»,  Yani;  «Allah ile sabırda»  Hakk'ın,  kendilerini bilkülliye ifna ederek,  «benlik ve ikilik»  bakiyesinden bir şey bırakmadığı sonra da zatından vücut bağışlayarak,  «istikamet makamında»  Hak ile kaim ve Hakk’ın sıfatıyla fail olan «temkin ehline mahsus sabırdır.» Bu sabır, «Ahlâk-ı îlâhiyeden» olup, hiç bir kimsenin onda nasibi yoktur. Bu sabır,  «benim sabrım olup, benim kuvvetimle takat getireceğini»  beyan buyurmuştur. İşte bu sabra, Habib-i Ekrem’in, kuvveti vefa edemediği için;  Nebi «Hud suresi beni kocalttı» buyurmuştur. Bu sabrın sahibi, eşyayı: «ayn-i Hak» ile görür, eşyadan her ne sâdır olursa «fiilullah» görür ve onların üzerine zahir olan herhangi bir sıfatı; Hakk’ın tecellilerinden bir tecelli görür. Beni onlarla gördüğün gibi, sen de benim seyrimle gidici, benim ile ve emrim ile kaim olduğun halde, onlarla ol.” (16 Nahl, 127) 

“Ceset arzındaki kemik, sinir, kas ve etten oluşan tüm parçalar; tabii kuvvetler, hayvan ve insan ağaçlarından oluşan tüm bahçeler; nefsanî heves şaraplarının sıkıldığı şehevî kuvvetler, aşk ile muhabbet şaraplarının sıkıldığı aklî kuvvet üzüm bahçeleri; bitkisel kuvvet ekinleri ve diğer zahiri ve Bâtıni hurma bahçeleri, aynı su ile sulanır. Göz, kulak, burun delikleri gibi kökleri bir dalları farklı; lisan, fikir, vehim, zikir aletleri gibi farklı görünen ama kökleri de ayrı olanların tümü, hepsi de ‘hayat’ denen bir su ile sulanır.” (13 Rad, 4) “Ruhul-kuddûs, kusursuz, noksansız, kutsal ruh, ilim, semasından, ilim suyunu inzal edip, indirdiğinde, Kalp vadilerinde, kalplerdeki istidatlar miktarınca, sel halinde aktı. «İlim seli», «nefis arzında» «kötülük sıfatlarını» ve «rezaletler köpüğünü» oluşturur. Maarif ve keşifler, nefsin kemali olduğu için, nefis onlarla ziynetleşir, değer kazanır ve «fazilet kazanır». Nefsin yararlanması dolayısıyla, bilgi ve hakikatler sebebiyle, hâsıl olan «faziletlerin doğuşunu» talep için, «aşk ateşinde eridiklerinde», bilgi ve hakikatler ve aşkı coşturan mana ve keşiflerde de, «selin köpüğü» gibi habaset vardır, aşırıya kaçılıp, gurur oluşabilir, benlik ve ikilik yaratılabilir.” (13 Rad, 17)

“Vuslat yolundaki salik,  talip ve her şeyi bir tarafa bırakmış olan âşıklar, aşklarının hararetinden hiç bir zevkin kıyas olunamayacağı bir zevktedirler. Ve Rab’leri,  onlara sıfat iyiliğinden ve derinden saf, bakiye ve benliğin zuhuru pisliğinden pak, sırf hakikî bir aşk şarabı, zat muhabbetinin lezzetli şarabını içirmiştir.” (76 İnsan,  18, 21)

Umarım, kalbimiz ruha âşık olur, aşk ateşinde erir, lezzetli aşk şarabından içeriz!                                                                                                                            Necdet Altınay, 03072022

Canım Cananım

 

Âdem’e, ruhundan ruh üflemiş,

Hayatıyla diri, canla canlanmış,

İlmiyle âlim, nefsi ile kaim imiş,

Yalnız insan ilimle inşa edilmiş.

 

Denir, müşahede edemiyorsan,

Her şeyde Hakkı göremiyorsan,

Bir rehbere ihtiyaç duyuyorsun,

Vuslatsa amaç, ne duruyorsun!

 

Bilge Hacı Bey demişti ki iyi bak,

En sevdiğinde bulursun mutlak,

Denedim, seni hep sen sandım,

Nefse, yüzüne bakıp, aldandım.

 

Nefsi nefsim sandım ilk görüşte,

Yanıldım, çok utandım, bilince!

Oysa ben, seninle hayattaydım,

Kalp gözüyle, şimdi mi baktım?

 

Ruh, aşk ile kalbimde, kaynıyor,

Bedene dar gelip de, çıkamıyor,

Gözlerim dolup, taşarak ağlıyor,

Kalbim bu zevki ilk defa yaşıyor!

 

Ruhun, kalpte dolup, taşıyorum,

Önce sanki seninle yaşıyordum,

Oysa şimdi hep seni yaşıyorum!

Aşkta vuslat mı, yok oluyorum?

 

 

Dedim, ne haldeyim bilmiyorum,

Hayatın bu gerçeğine şaşıyorum.

En sevdiklerin başına toprak attı,

Hepsi, tamam oldu deyip bıraktı.

 

Bedenini mezara bırakıp geldiler,

Kalbime sığamayanı bilemediler,

Umarım, hep senle dolu olurum,

Aşk içinde, Hak görünür, kalırım!

 

Varlığımızın kaynağı bir ve tekse,

Yaradılışımızın amacı bilinmekse,

 Mevtle giden kaynaktan gelense

Hakikati anlamayız ne hikmetse!

            Necdet Altınay, 17062022

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Aşkla Vuslat

Molekül, organel, hücre ve organlardan oluşan bedensel bütünlük içinde oluşan bilinç, ‘düşünen akıl’ sahibi ise, idrak eder, bilir ki, bu alt sistemler, insana, nimet olarak ‘verilmiştir’. Genler, doğa, çevre bilinçli kişiyi, kişiye gerek duymadan, emaneten oluşturur. İnsan, bunu idrak etmeli. “Biz, vücudumuz günahlarından sana rücu eyledik, bize bu dünyada fenadan sonra bekada adalet, ahrette müşahede takdir et.” (7 Araf, 156) Evrenin amacı insan oluşturup inşa etmek; olgun insanın amacı ise kendini ve Rabbini bilmektir!

“Var olan her şeyin, eşyanın ardında, akıl ile bilinebilecek bir ilim vardır. Bunu Kur’an bildirmiş, bu ilmin nasıl uygulandığı da Furkan olarak indirilmiştir. İnsan, ilim ve amelin, ilim ve uygulamanın, ayrıntılarını idrak ederek namazı (salât) yerine getirir ve ilim ile uygulama arasını birleştirir. Namaz, teslimiyet, zikir, tabi olmak, itaat etmek ve ulvî ilişki eylemlerini içerir. İlmin ve uygulamasının idraki olan namaz,  her düzey için yerine getirilir.  Bedenin idraki ‘Yatsı’; Nefsin rızası ‘Vitir’; kalbin huzuru “Sabah”; sırra erme “Akşam”; benlik ve bencilliğin yok edilmesi ve hakikat güneşinin parlaması, yüceliş yolunda ruhun Şuhut’u, uyanıklığı, ‘İkindi’; Hakk’ın ruhuyla dirilerek, itaat ve hakikat ilminin zevkiyle şükretmekle “Öğle” namazları kılınır. Hakikat idrak edilince, ayni vahdette, kul ve namaz yoktur.” (29 Ankebut, 45) Güneş tepede ise, gölgeler yoksa yalnız Cuma namazı kılınır.

“İnsan ile şeytandan başka hiçbir mahlûkta küfür bulunamaz. Kâffesi, hepsi, Allah'ın emirlerine uyar ve itaat eder. Şeytan, küfrünün hakikatinde Allah'ın iradesi olduğuna inanır, bu da ayni imandır. Yalnız insan, kendi iradesi ile hicaplaşır, perdelenir, örtünür, tesettüre girer.” (3 Ali İmran, 83) “Sizden şeytanın vesvesesini gidermek, yakin kuvvetiyle kalplerinizi kuvvetlendirip göğsünüzü sakin tutmak ve o kuvvetle ayaklarınızı sabit kılmak için, size Ruh semasından ilmen yakin suyunu indirdiğini hatırlayınız. Çünkü korku ve tehlike yerlerinde sebat ve şecaat, ancak yakin kuvvetiyle olur.” (8 Enfal, 11)

“Şevkinin şiddetinden kendine özgü çalışması ve gayretiyle,  nefsini terbiye ederek,  Allah yolunda, menfaat beklemeksizin, çalışıp ilerleyenler, içtihat ederler. Bu nefisler, fikir ile bilgileri birleştirip, nazar çakmağını çakarak, faal akıl nuruyla iştigal, meşgul olma, uğraşma, ateşini çıkarır. İlahî tecelli sabahının nurunun, anlayışının, idrakinin, ortaya çıkışıyla ve eserinin sürekli görünüşüyle; nefsin, vehim ve hayal vesveseleri, şehvet ve lezzet eğilimleri, ortadan kalkar. Nefsin efal ve sıfatının tümü yağma edilir. Büyük kıyamet sabahında, aşk ile Hakk’a şiddetli yönelme nedeniyle, bedeni geride bırakıp, kalp ve ruh dostluğuna dönüş, beden toprağının tozunu atar ve bedenden toz koparır. Yani ifna ve helak ederek, tecelli sabahının nuruyla, cemi aynı zata dâhil ve aynı cemde gark olurlar.  Beden toprağını o derece latif hale getirirler ki cemi zata dâhil olurlar.  Çünkü miraç beden ile olmuştur, vasıl olma ancak beden ile olur. Hakka, hakkın nimetleriyle vasıl olunur. Hakka ulaştıran malı çok sevmesi nedeniyle, insan, Hakka arkasını, mala önünü, döndüğünden cimri olur ve şen şakrak güler yüzlü olamaz, Hak’tan mahcuptur. Beden kabirlerinde bulunan nefis ve ruhları dirildiği zaman sadırlarında gizlenmiş olan tüm niyet, sıfat ve ameller ortaya çıkar, herkes hak ettiği karşılığı alır.” (100 Adiyat, 1-8)

“Siz,  tabiatın,  doğanın maddesel, bedensel, şeylerinin kendisini görüp de ardındaki ilmi görmezseniz, tabiat cehenneminin ateşini görürsünüz. Daha sonra ilmin de üstünde olan zevk ve vicdan ile o ateşi aynen yakin olarak zevk edeceksiniz. Bunun üzerine nimetin ne olduğunu takdir edecek, fani, gelip geçici, lezzetler mi yoksa baki olan uhrevi nimetler mi daha kıymetli olduğunu anlayacaksınız. İlmen yakin mertebesine varmış olsanız, ilmen yakin olarak bilseniz, bedensel ve duygusal olgunlaşma, şehvet ve kuruntuda boğulma rezaletleri içindekilere özel, tabiat cehennemi ateşini görürdünüz ve bu rezaletlerden tamamıyla sakınırdınız.  Diğer bir deyişle,  yediklerinizin,  yalnız damak tadı yerine,  verdiği güç ve kuvvetle geliştirebileceğiniz düşünce ve fikirleri görebilseniz, bu fikirler ile o yiyeceklerin ardındaki (protein ve vitamin moleküllerini oluşturan) ilmi idrak etseniz, geçici lezzetlerde kalmamış olursunuz. (Yiyeceklerden alınan protein ve vitamin moleküllerinin beyinde oluşumunu tetiklediği, lezzet, zevk, haz veren seratonin ve melatonin moleküllerinin ardındaki ilmi idrak edip, bilgi işlem sürecinin, bilincin, kıymetini bilirsiniz.) İlmin kıymetini bilmemek halinden, bilmek haline geçilirse, bilmemek halinin nasıl bir hal olduğu daha iyi anlaşılır. Maddede, eşyada, lezzette ve yiyecekte kalmanın zararları görülür. Lezzetin faniliği, geçiciliği, diğer bir lezzeti iticiliği, böyle düşünmenin sığlığı ortaya çıkar. İlmî yakınlığı bilseniz şevkinin şiddetinden, aşk ateşinin yakışından, cenneti ve cehennemi görürsünüz. Sonra o şevk ile aynen yakin ve müşahede rütbesine terakki ederseniz, aşk ateşinin hakikati ayanen, apaçık, görünür.” (102 Tekasür, 6-8) İlmen yakınlık aşk ateşine götürür, aynen yakınlık ise aşk ateşinin hakikatini apaçık, görünür kılar!

“Ebrara, iyi niyetlilere, ikram edilen şarabın mizacı, sırf hakiki aşkın yüce makamındandır ki o da cem halinde, mertebesinde, sunulur, kâfur denilir ve zat muhabbetidir, cennet meşrubatının en güzelidir, vücut rütbelerinin en âlâsıdır, vasfının suretinden tecerrüdü, soyunulması, nedeniyle deresiz ve oluksuz akar. Ebrar, iyi niyetli sadıklar, için ikram, sıfat makamında, sıfat muhabbetinde olduğu gibi zat muhabbetinde de vardır. Zatı da müşahede ettikleri için şarapları, zat muhabbeti ile karışık olabilir. Doğru yolda, sıratı müstakimde, yaklaşmakta ve yakınlaşmış olanlara, tafsil makamında ehli istikamette olanlara ebrar, sadık, denir bunların hakikatleri ve içtikleri ile cem makamında ehli istiğrak, gark olmuşların hakikatleri ve içtikleri farklıdır. Zat muhabbeti, vücutsuz, efal ve sıfatın üstünde, deresiz, oluksuz (kütlesiz, maddesiz, meysiz) akar. Ebrar için sıfat makamında sıfat muhabbeti olduğu gibi zat muhabbeti de vardır, zatı da müşahede ettikleri için,  karışıktır.  Mukarrebler,  yakınlaşmış olanlar,  tafsil makamında doğru yolda olup da tevhidi zata vasıl olanlar, Allah ile kaim olan kâmillerdir. Cem makamında ehli istiğrak, gark olmuş,  dalmış, olanların şarabı nispetsiz,  farksız,  beyaz ve halistir,  saftır kâfurdur.” (83 Mutaffin, 27-29) Aşk ateşinin hakikatini görene, aşkın yüce makamında olan sadıklara, Ebrar denir ve şarap ikram edilir. Cem makamında ikram edilen ise kâfurdur!

Umarım, nimetlerin ardını, ilmini, idrakle, aşk ateşinin hakikatini apaçık görebiliriz!

 Bil, ilmî ve aynî yakine dek,

Ruhun, ruha geldiyse denk,

Yoktur pek, mekâna gerek,

Aşk ile müebbet muhabbet!

 

                                               Necdet Altınay, 27072022

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Aşkla Vuslat

Molekül, organel, hücre ve organlardan oluşan bedensel bütünlük içinde oluşan bilinç, ‘düşünen akıl’ sahibi ise, idrak eder, bilir ki, bu alt sistemler, insana, nimet olarak ‘verilmiştir’. Genler, doğa, çevre bilinçli kişiyi, kişiye gerek duymadan, emaneten oluşturur. İnsan, bunu idrak etmeli. “Biz, vücudumuz günahlarından sana rücu eyledik, bize bu dünyada fenadan sonra bekada adalet, ahrette müşahede takdir et.” (7 Araf, 156) Evrenin amacı insan oluşturup inşa etmek; olgun insanın amacı ise kendini ve Rabbini bilmektir!

“Var olan her şeyin, eşyanın ardında, akıl ile bilinebilecek bir ilim vardır. Bunu Kur’an bildirmiş, bu ilmin nasıl uygulandığı da Furkan olarak indirilmiştir. İnsan, ilim ve amelin, ilim ve uygulamanın, ayrıntılarını idrak ederek namazı (salât) yerine getirir ve ilim ile uygulama arasını birleştirir. Namaz, teslimiyet, zikir, tabi olmak, itaat etmek ve ulvî ilişki eylemlerini içerir. İlmin ve uygulamasının idraki olan namaz,  her düzey için yerine getirilir.  Bedenin idraki ‘Yatsı’; Nefsin rızası ‘Vitir’; kalbin huzuru “Sabah”; sırra erme “Akşam”; benlik ve bencilliğin yok edilmesi ve hakikat güneşinin parlaması, yüceliş yolunda ruhun Şuhut’u, uyanıklığı, ‘İkindi’; Hakk’ın ruhuyla dirilerek, itaat ve hakikat ilminin zevkiyle şükretmekle “Öğle” namazları kılınır. Hakikat idrak edilince, ayni vahdette, kul ve namaz yoktur.” (29 Ankebut, 45) Güneş tepede ise, gölgeler yoksa yalnız Cuma namazı kılınır.

 

“İnsan ile şeytandan başka hiçbir mahlûkta küfür bulunamaz. Kâffesi, hepsi, Allah'ın emirlerine uyar ve itaat eder. Şeytan, küfrünün hakikatinde Allah'ın iradesi olduğuna inanır, bu da ayni imandır. Yalnız insan, kendi iradesi ile hicaplaşır, perdelenir, örtünür, tesettüre girer.” (3 Ali İmran, 83) “Sizden şeytanın vesvesesini gidermek, yakin kuvvetiyle kalplerinizi kuvvetlendirip göğsünüzü sakin tutmak ve o kuvvetle ayaklarınızı sabit kılmak için, size Ruh semasından ilmen yakin suyunu indirdiğini hatırlayınız. Çünkü korku ve tehlike yerlerinde sebat ve şecaat, ancak yakin kuvvetiyle olur.” (8 Enfal, 11)

“Şevkinin şiddetinden kendine özgü çalışması ve gayretiyle,  nefsini terbiye ederek,  Allah yolunda, menfaat beklemeksizin, çalışıp ilerleyenler, içtihat ederler. Bu nefisler, fikir ile bilgileri birleştirip, nazar çakmağını çakarak, faal akıl nuruyla iştigal, meşgul olma, uğraşma, ateşini çıkarır. İlahî tecelli sabahının nurunun, anlayışının, idrakinin, ortaya çıkışıyla ve eserinin sürekli görünüşüyle; nefsin, vehim ve hayal vesveseleri, şehvet ve lezzet eğilimleri, ortadan kalkar. Nefsin efal ve sıfatının tümü yağma edilir. Büyük kıyamet sabahında, aşk ile Hakk’a şiddetli yönelme nedeniyle, bedeni geride bırakıp, kalp ve ruh dostluğuna dönüş, beden toprağının tozunu atar ve bedenden toz koparır. Yani ifna ve helak ederek, tecelli sabahının nuruyla, cemi aynı zata dâhil ve aynı cemde gark olurlar.  Beden toprağını o derece latif hale getirirler ki cemi zata dâhil olurlar.  Çünkü miraç beden ile olmuştur, vasıl olma ancak beden ile olur. Hakka, hakkın nimetleriyle vasıl olunur.”

“Hakka ulaştıran malı çok sevmesi nedeniyle, insan, Hakka arkasını, mala önünü, döndüğünden cimri olur ve şen şakrak güler yüzlü olamaz, Hak’tan mahcuptur. Beden kabirlerinde bulunan nefis ve ruhları dirildiği zaman sadırlarında gizlenmiş olan tüm niyet, sıfat ve ameller ortaya çıkar, herkes hak ettiği karşılığı alır.” (100 Adiyat, 1-8)

“Siz,  tabiatın,  doğanın maddesel, bedensel, şeylerinin kendisini görüp de ardındaki ilmi görmezseniz, tabiat cehenneminin ateşini görürsünüz. Daha sonra ilmin de üstünde olan zevk ve vicdan ile o ateşi aynen yakin olarak zevk edeceksiniz. Bunun üzerine nimetin ne olduğunu takdir edecek, fani, gelip geçici, lezzetler mi yoksa baki olan uhrevi nimetler mi daha kıymetli olduğunu anlayacaksınız. İlmen yakin mertebesine varmış olsanız, ilmen yakin olarak bilseniz, bedensel ve duygusal olgunlaşma, şehvet ve kuruntuda boğulma rezaletleri içindekilere özel, tabiat cehennemi ateşini görürdünüz ve bu rezaletlerden tamamıyla sakınırdınız.  Diğer bir deyişle,  yediklerinizin,  yalnız damak tadı yerine,  verdiği güç ve kuvvetle geliştirebileceğiniz düşünce ve fikirleri görebilseniz, bu fikirler ile o yiyeceklerin ardındaki (protein ve vitamin moleküllerini oluşturan) ilmi idrak etseniz, geçici lezzetlerde kalmamış olursunuz. (Yiyeceklerden alınan protein ve vitamin moleküllerinin beyinde oluşumunu tetiklediği, lezzet, zevk, haz veren seratonin ve melatonin moleküllerinin ardındaki ilmi idrak edip, bilgi işlem sürecinin, bilincin, kıymetini bilirsiniz.) İlmin kıymetini bilmemek halinden, bilmek haline geçilirse, bilmemek halinin nasıl bir hal olduğu daha iyi anlaşılır.”

“Maddede, eşyada, lezzette ve yiyecekte kalmanın zararları görülür. Lezzetin faniliği, geçiciliği, diğer bir lezzeti iticiliği, böyle düşünmenin sığlığı ortaya çıkar. İlmî yakınlığı bilseniz şevkinin şiddetinden, aşk ateşinin yakışından, cenneti ve cehennemi görürsünüz. Sonra o şevk ile aynen yakin ve müşahede rütbesine terakki ederseniz, aşk ateşinin hakikati ayanen, apaçık, görünür.” (102 Tekasür, 6-8) İlmen yakınlık aşk ateşine götürür, aynen yakınlık ise aşk ateşinin hakikatini apaçık, görünür kılar!

“Ebrara, iyi niyetlilere, ikram edilen şarabın mizacı, sırf hakiki aşkın yüce makamındandır ki o da cem halinde, mertebesinde, sunulur, kâfur denilir ve zat muhabbetidir, cennet meşrubatının en güzelidir, vücut rütbelerinin en âlâsıdır, vasfının suretinden tecerrüdü, soyunulması, nedeniyle deresiz ve oluksuz akar. Ebrar, iyi niyetli sadıklar, için ikram, sıfat makamında, sıfat muhabbetinde olduğu gibi zat muhabbetinde de vardır. Zatı da müşahede ettikleri için şarapları, zat muhabbeti ile karışık olabilir. Doğru yolda, sıratı müstakimde, yaklaşmakta ve yakınlaşmış olanlara, tafsil makamında ehli istikamette olanlara ebrar, sadık, denir bunların hakikatleri ve içtikleri ile cem makamında ehli istiğrak, gark olmuşların hakikatleri ve içtikleri farklıdır. Zat muhabbeti, vücutsuz, efal ve sıfatın üstünde, deresiz, oluksuz (kütlesiz, maddesiz, meysiz) akar. Ebrar için sıfat makamında sıfat muhabbeti olduğu gibi zat muhabbeti de vardır, zatı da müşahede ettikleri için,  karışıktır.  Mukarrebler,  yakınlaşmış olanlar,  tafsil makamında doğru yolda olup da tevhidi zata vasıl olanlar, Allah ile kaim olan kâmillerdir.”

“Cem makamında ehli istiğrak, gark olmuş,  dalmış, olanların şarabı nispetsiz,  farksız,  beyaz ve halistir,  saftır kâfurdur.” (83 Mutaffin, 27-29) Aşk ateşinin hakikatini görene, aşkın yüce makamında olan sadıklara, Ebrar denir ve şarap ikram edilir. Cem makamında ikram edilen ise kâfurdur!

Umarım, nimetlerin ardını, ilmini, idrakle, aşk ateşinin hakikatini apaçık görebiliriz!

 Bil, ilmî ve aynî yakine dek,

Ruhun, ruha geldiyse denk,

Yoktur pek, mekâna gerek,

Aşk ile müebbet muhabbet!

 

                                               Necdet Altınay, 27072022

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Âşık Bilir Aşkı

“Hararet, aşk ve şevk ile beraber, vahdetten kaynaklanan, cennetteki bir muhabbet kaynağıdır. Vuslat yolundaki salik, talip ve her şeyi bir tarafa bırakmış olan âşıklar, aşklarının hararetinden hiç bir zevkin kıyas olunamayacağı bir zevktedirler. Efalde, ilahi kudreti ve hükmedişi izlerler, sıfatta ise eserleri, güzel sıfatlı hurileri izlerler. Burada devamlı kalabilirler.” (76 İnsan, 18, 19) “İnsan vücudunun aslı, madde ve mana veya ulvi ve süfli olmak üzere, iki âlemden oluşturulur. Hangi âlemde ve halde olursa olsun insan, kendisine emanet verilmiş ve sonra kendi başına terk edilmiş değildir. Emanet edilen şevk ve muhabbet, sürekli gelişim içindedir. Örneğin kimse, sıfat makamında Zat’tan perdeli şekilde terk edilmez. Keşfetmeyi alışkanlık haline getiren salikin, âşık olması için, kendisine Zat’ın tevhidi keşfettirilir ve perdesi kaldırılır. Böylelerine, muhabbetin ateşiyle benliğinin erimesi ve sırrın letafet kazanması için Zat tecellisi yolu engellenir. Sonra, keşfinin mükemmel olması için yolu açılır ve Hakk’ı keşfetmesi sağlanır.” (93 Duha, 2, 3)

“Seyr-i sülûktan, doğru yola girdikten sonra yapılacak şey içinizdeki Hakk’a yaslanıp,  sabırla beklemektir.  Bu durumda sabrınız taşsa bile Rabbiniz size melek ve melekeler ile yardımcı olacaktır. Çıkmış olduğunuz yoldaki zorluklar, cihat, mücadelede karşınıza çıkacak üzüntülere karşı sabır ve ilahi rıza için Allah’a itaat etmeyi, zorluklara dayanmayı, nefse karşı koymayı gerektirir.” (3 Ali İmran, 125)

 

“Ancak, Hakkın size kuvvet vermesi ve nuru görerek nurlanmak ve size sekine, huzurda bu isteğin inmesi için, sabır, Hakk’ın emrine karşı gelmemek,  menfaat ve ganimete meyletmemek, nefis korkusundan sakınmaktır. Nefsin, ruh ve kalp sultanlarının zorlaması altında kırılması gerekir. Sabır, sebat ve onur ruhun sıfatıdır.  Hareket ve acı ise nefsin sıfatıdır.  Ruhun gücü kalbe sahip olunca, kalbi nefse karşı korur. Nurun Zat’ındaki sevgi nuru ile kalp, ruha âşık olur ve sükûnete kavuşur. Bu şekilde kalp, nefis kuvvetlerini yener, nefis sıfatlarının zulümlerini kovar. Ve nefis de kalbin nuru ile aydınlanır, mutmain olur.  İşte o zaman rahmet, Ruh semasından ilmen yakin suyu, iner ve kalp, bu nurla, ilmin idrakiyle, nefis kuvvetlerini yok ederek, ûrûc eder; semanın meleklerine ulaşır ve tüm meleklerin kuvvetini ve vasıflarını çekip indirir. Meleklerin inmesi, özellikle, dünyadan tamamen çekilip koparılarak yücelik yönüne tevekkül edildiğinde ve gazaba uğrandığında yardımcı olmaları içindir. Ancak kalp, sabırsız davranıp acele eder,  bağırıp çağırıp,  korkuya yenik düşerse veya dünyaya meylederse,  nefis kalbe galip gelir, kahır ve istila eder, sıfatlarının zulümleriyle nuru engeller ve o ilişki kopar, yardım da kesilir, melaike de inmez.” Halil kendisinde gayrilik bakiyesi tevehhüm, vehim olunmaya, kuruntuya düşmeye, yakın olan bir muhiptir, sevendir.  Habib ise kendisinde bu cihet tasavvur olunmayan bir mahbup, sevilendir.  İşte bu sebeptendir ki, Halil aşk ateşine atılmış Habib bu ateşe atılmamıştır. (3 Ali İmran, 125) “Akıl, kalbe ezelden âşıktır.”  (12 Yusuf, 94) “Ruh semasından aşk ateşi gelerek nefislerini yer bitirir ve ifna, yok, eder.” (3 Ali İmran, 181)

Kutsal mesajlar, kâmil insan olma yolundaki insana, yol göstermek üzere, delil olma niteliğindedir. Seyri sülûk yolunda, soyut kavramlarla, somut adımlar atılmasını önerirler. Hareket, fiil, iş ve işlemler, sıfat ve kişiliğin; ruh, ilim, akıl, kalp, nefis ve beden üzerindeki yansımalarını kapsar. Örneğin, ‘güzel’ sıfatı, ruh, akıl ve nefsi farklı titreştirir.

“İstisna hükmüyle cennetten çıkmak öyle bir şeydir ki o da saîdin;  «Ehadiyet-i zât» da fenası ve «sabahat-i cemâlde, cemalin güzelliğinde» aşk ateşiyle yanmasıdır. Ki bu yanmak, «makam-ı müşahede»  de Ruhun vücuduyla olmayıp,  şahit ve meşhût, şahit olunan, Hak olmak ve gayrin,  ayn ve eseri baki kalmamak derecesinde; gören göz, işiten kulak, hatırlayan kalp-i beşer olmaksızın, «Şuhûd-i Zâtiy-i Ehâdî» ile olandır.” (11 Hud, 108) “Akıl; ancak fıtrata hidayet bulabilir ve ancak maarife, bilgi bilmeye, hidayet edebilir.  Amma cemal nuruyla nurlanmak ve visal, vasıl olma, talebine şevk ve celâl ve cemâlin kemâline belki cemalin celâline ve celâlin cemaline aşk zevkiyle lezzetlenmek, ancak hidayet-i Hakkaniye nuru ile müyesser olunabilen bir iştir. Şüphesiz bizim ona talimimiz dolayısıyla Yakup, ilim sahibidir,  ayan ve şuhud sahibi değildir. Lâkin insanların çoğu bunu bilmeyip, kemâli «Akılda olan ilimden ibarettir» zan ederler, Havas insanları, aklı küllinin ilmini bilemezler.” (12 Yusuf, 68) Hak edene, celalin cemaline âşık olma zevki verilir!

 

“Şevkinin şiddetinden kendine özgü çalışması ve gayretiyle,  nefsini terbiye ederek,  Allah yolunda, menfaat beklemeksizin, çalışıp ilerleyenler, içtihat ederler. Bu nefisler, fikir ile bilgileri birleştirip, nazar çakmağını çakarak, faal akıl nuruyla iştigal, meşgul olma, uğraşma, ateşini çıkarır. İlahî tecelli sabahının nurunun, anlayışının, idrakinin, ortaya çıkışıyla ve eserinin sürekli görünüşüyle; nefsin, vehim ve hayal vesveseleri, şehvet ve lezzet eğilimleri, ortadan kalkar. Nefsin efal ve sıfatının tümü yağma edilir. Büyük kıyamet sabahında, aşk ile Hakk’a şiddetli yönelme nedeniyle, bedeni geride bırakıp, kalp ve ruh dostluğuna dönüş, beden toprağının tozunu atar ve bedenden toz koparır. Yani ifna ve helak ederek, tecelli sabahının nuruyla, cemi aynı zata dâhil ve aynı cemde gark olurlar.  Beden toprağını o derece latif hale getirirler ki cemi zata dâhil olurlar.  Çünkü miraç beden ile olmuştur, vasıl olma ancak beden ile olur. Hakka, hakkın nimetleriyle vasıl olunur. Hakka ulaştıran malı çok sevmesi nedeniyle, insan, Hakka arkasını, mala önünü, döndüğünden cimri olur ve şen şakrak güler yüzlü olamaz, Hak’tan mahcuptur. Beden kabirlerinde bulunan nefis ve ruhları dirildiği zaman sadırlarında gizlenmiş olan tüm niyet, sıfat ve ameller ortaya çıkar, herkes hak ettiği karşılığı alır.” (100 Adiyat, 1-8)

 

 

 

Molekül, organel, hücrenin organları, hücre ve bedenin organlarından oluşan bedensel bütünlük içindeki bilinçli insan, ‘düşünen akıl’ sahibi ise, idrak eder, bilir ki, bu alt sistemler, insana, nimet olarak ‘verilmiştir’. Genler, doğa ve çevre bilinçli kişiyi, kişiye gerek duymadan, emaneten oluşturur. İnsan, bunu idrak edip: “Biz, vücudumuz günahlarından sana rücu eyledik, bize bu dünyada fenadan sonra bekada adalet, ahrette müşahede takdir et” demeli. (7 Araf, 156) Evrenin amacı insan oluşturmak; dinin amacı olgun insan, kâmil insan olmak isteyeni inşa edip kendini ve Rabbini bilmesini sağlamaktır!

            Umarım biz de kendimizi bilip, dünya ve ahrette Haktan hakkımızı, aşkla alabiliriz!

                                               Necdet Altınay 15102022

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Saygı Duyulmalı

Elektrik, manyetik ve elektromanyetik, başlıca kuvvetler, kendine özgü, fiziksel veya kimyasal, ilminin özelliklerini taşıyan bilgi küpüdür. Kütlesi enerjiye dönüşse dahi bilgisi kalıcıdır. Bilimsel olarak, kuvvetlerin belirli bozonlar içinde toplanmasıyla maddeleşme, tecessüm, bedenleşme, oluşur. Yazılım, donanımdan çekilirse de, donanım çöker. Hayvani oluşumdan öteye, bir denge ve ölçü fikriyle inşa edilen insan, bu fikir geri alındığında aslına döner. Ayet der ki: “Hayvanî ruh seması,  insanî ruh semasından ayrılırsa tükenip yarılır,  biter, hevesi de kalmaz dağılır, saçılır. Cisimleşen unsurların ve cesedi oluşturan parçaların her birinin,  bedenin harap olmasıyla, aslına dönmesini önleyen berzahlar, hayvanî ruhun zevaliyle akar, bu nedenle de her şey aslına döner. Beden kabirleri karıştırılınca,  içinde bulunan bilgi, ilim ve cisimleşen, cesetleşen kuvvetler açığa çıkar. Belirli bir denge ve ölçü içinde birleştirilip bir araya getirilen parçalardan oluşturulup inşa edilen insan, nesiyle gurur duyup, nasıl mağrur olup, neyi inkâr edebilir.” (82 İnfitar, 1-6) Bedenin, cesedin, harap olmasıyla her şey ilim haline geri döner. Böylece, insanın kendine özgü bir şeyinin olmadığı belli, insan nesiyle gurur duyar, mağrur olur, ‘ben der’ deniyor. Bedeni, ölçülü, dengeli inşa edilip, hafıza, akıl, fikir, idrak, hikmetle donandığı için Allah’a saygı duymalıdır.

 

 

“Oku, keremi, ikramı bol, cömert ve uludur Rabbin. Zat ve sıfatı ile mevcut olup zatını ve sıfatını sana bağışlamıştır. Eğer seni fena halinde, cemde, baki kılsaydı, onun hiç bir sıfatı zahir olmazdı, seni sıfatlarının en şereflisi olan ilim sıfatı ile seçti ve kemalinden, olgunluğundan, hiç bir şeyi senden esirgemedi, ilmini talim eyledi, öğretti. (96 Alak, 3) “Ey müminler, siz Hak'ta fâni olurcasına, verdiğiniz sözden, seyri süluktan dönmez,  Allah’a itaat edersiniz. Allah da sizin için Furkan aklı olarak, hak ile batılı ayıran bir nur hâsıl eder. Allah, ‘vücûd-i mevhub-i Hakkanîyi’, Hakkın bağışlanmış vücudunu ve Furkan aklını, uygulama aklını ve ilmini, vermekle büyük fazilet ve kerem, ikram sahibidir.” (8 Enfal, 29)

“Kabul ettiği sonsuz suretleri, şekilleri, derecelerin, mertebelerin, en aşağısına göndericidir. Ta ki kalbe varit ve vasıl olan,  inen kemal,  olgunluk, nuru,  tabiat eserine vasıl olunca, artık bu nur ile nurlanarak, iniş fiiline son verir. İşte kalpten nefse nur-u ilahînin parlamasından ve yıldırmasından, nefsinin kahrına ve fiilinden menine ve yeter yeter diyerek kalbe muvafakatine, uyum göstermesine, tabi olmasına, onu zorlamaya, kudret ve kuvvet sahibi olan Rabbi, izzet kademi ile tabir olunmuştur.” (50 Kaaf, 30) Her türlü nefsanî ve bedensel zevkin sonunda daima bir acı duyulur. Her şeyin ‘azı karar çoğu zarar’ denir. İşte bu hal, nefsin, kalbe hâkim olarak, kalbin ruhtan bilgi almasını kesmesi halinde bile kalbin içinden gelen, fıtratına uygun, ilahi bir nurun parlaması, bir sıfatın ortaya çıkışı hali, Allah’ın insana yaradılıştaki bir izzeti ve ikramıdır.” (69 Hakka, 12)

“Aniden ortaya çıkan bu ilahi nurla, nefis, fiillerini durdurur ve kalbe rıza gösterir. Bu hal ile donatıldığı için insan, Rabbine saygı duymalıdır. “Rahmana arkanızı döndüğünüzde, şeytana uyup, onu dinleyip, ona tabi olduğunuzda dahi fıtratınızdaki şeraiti, nakşedilenleri, size unutturmayız, bulunduğunuz yerin yanlış olduğunu hatırlatıp, hakiki yerinizin kutsi âlem olduğunu bildiririz, ahdinize, tevhide, fıtratınıza döndürürüz.”  (69 Hakka, 12)

Örneğin: “Züleyha, Yusuf’u aşk yapmaya davet etti, o da, önce meyledip sonra, ilham geldiğinde, ‘sahibime bu kötülüğü yapamam’ deyip kaçtı, kadın kovaladı, kapıda gömleği yırtıldı ve kocasıyla karşılaştılar. Bu olaylar, Nefsin  “Pişmanlık duyma”  halinin varlığının ve ortaya çıkışının bir işaretidir. İnsanın gelişiminde öyle haller olur ki,  nefsi kalbini kaplar, onu istila eder,  kendi sıfat ve lezzetleriyle, hatta bunları süsleyerek, kalbi etkiler,  yanlışı doğru gösterir, kendine özgü, perdeleyen sıfatlarıyla kalbin ruha dönük nur yollarını kapatır. Neden yanlış olduğu bilgisi ruhtan gelmese de kalp yanlış olduğunu içten hissederek anlar. Yanlış yapan, yanlış olduğunu bilerek yapar. Yanlışı yapmaktan, pişman olup dönerse, fıtratına uymuş, Allah’a saygısından haksızlık yapmamış olur.” (12 Yusuf, 23) İnsan, fıtratının donatılmış olduğunu, yeri ve zamanı gelince, sezgi ve ilhamlarla, keşfeder.

 

 

“Nefis, tabii lezzetlere meyil ederek süfli tarafa cezp edilirse, tabiat perdesi, kalbi mana âleminden koparır, uzaklaştırır. Mana âleminin kuvvet ve kudretinden yoksun kalır,  gereken yardımdan kesilirse, kalbin iradesi zayıflar. İlmin nurundan, idrakinden, mahrum kalan kalp iradesinin,  kuvvet ve kudreti de zayıflar.  Bu durumu fark edip ulvi yöne dönüp, bedenden soyunursa, ilahi nur ve kuvvet yardımına ulaşır. Allah’a yakınlaşması halinde ise, nebiler gibi bilinmeyeni bilir, kadir olunmayan şeylere kadir olur. İnsan, kendisine bağış ve ihsan olunmuş olan bedende, ilahi kuvvet ve kudrete sahip olur, hükümdarlık âlemlerinin vasıflarıyla vasıflanırsa, sezgi ve ilhama erişir. Gaibi kimse bilemez ama gaipten nida olunur, yardım alınır, fıtrata nakış olunmuş, nakşedilmiş, olanlar okunabilir. Sadık rüyalar ile vahiy aynı vadidendir. Nefsin tahayyül kuvvetiyle, gaipteki suretler cesetleşebilir, tecessüm edebilir.” (11 Hud, 69) (48 Fetih Suresi, 27) (80 Abese, 13-16) (85 Büruc, 20,21) İnsan, kendini çaresiz hissettiğinde, sorunların içinde çözümsüz kaldığında, kalbinin iradesinin, kuvvet ve kudretinin zayıfladığını idrak ettiğinde, anlamalı ki bunun nedeni nefsidir. Nefsinin, kalbe hâkim olmasındandır. Bedensel sıfatlardan kaçarak ruhuna yaklaşırsa, sezgi ve ilhama erişir, ilahi kuvvet ve kudrete sahip olur, şükreder, saygı duyar.

 

 

 

Zerrenin kütlesi enerjiye dönüşse dahi bilgisi kalır. Şeker gider tadı kalır. İnsanın, belirli denge ve ölçü içinde sentez edilen maddesel ve bedensel varlığında inşa edilen kişiliği, yazılımı, manevi varlığı, geri alınırsa anıları kalır. Kendisine Hakça verilen maddi ve manevi varlığında yaşarken, daima kendi bünyesinde bir diyalog içindedir. ‘Kalbinin sesini dinle’ ikazıyla yaşamını sürdürürken, bilge bir kişinin ‘bir ben var benden içeri’ deyimini hatırlar. Hata yaptığında, kararsız kaldığında, çaresizlik hissettiğinde içinden bir ses, bir nida, duyar. Sıfat ve kişiliğinin hareketlerini, fıtratına nakşedilmiş donanımı iyi, doğru ve güzel inceleyebilirse, hareketinin yönünü tayin edebilir; nefis değil ruh yönünü tercih ederse, sezgi ve ilhamları, akıl ve hikmeti izleyip, Hakka yaklaşabilir. İnsan, asla yalnız değildir, tek başına terk edilmemiştir, fıtratının yönlendirdiği, ulvi âleme güvenebilir.

Umarım biz de rahmanî rahimsinin idraki içinde, özgürmüşçesine yaşayabiliriz.

                                   Necdet Altınay 13102022

 

 

 

 

 

Kader Levhasında Yazılıdır (2)

Somut gerçekler, araştırılıp bulunabilir, incelenebilir, yaşamdaki yeri belirlenebilir, bilimsel bilgi ve bulgularla kanıtlanabilir, akıl ve bilgiye dayandığı için kutsal mesajlarda da yer alabilir. ‘Varoluş’, bu gerçeklerden biridir. Evvelinde, hakkında hiçbir şey bilinmezken,  bir hiçlik-yoklukta iken, bir şey, bir konu, önce akıl ve hayal, Külli akıldan, Kaza âleminden, Cüzi akıl, Kader âlemine düşer, sonra ilgili ilim ve bilgisiyle, Nefis Âleminde gerçekleşir.

“Kur’an, değişmez, bozulmaz, bozulamaz, noksansız, korunmuş, kanıtlanmak üzere, evrenin tümünde, apaçık olan ve hakikatleri muhkem, sağlam kılınmış bir kitaptır. Hakikatlerini,  daha sağlam ve daha güzel olması mümkün olmayan,  bir ilim ve hikmet üstüne inşa eder.  Zahirde,  görünürde, muayyen ve malum,  belirli ve bilinen,  miktarda, belirli zamanlarda aşikâr olur. Takdir ve tertibi, hikmete uygun intizamda, düzendedir. Ayrıntılarından lâyıkıyla haberdar,  bilgi sahibi, olan ilim ve hikmet sahibince,  ahkâm ve ayrıntısı cüzi âlemde ortaya çıkarılmış, aşikâr edilmiş bir kitaptır. (11 Hud, 1) “İlim, tüm mevcutlar için gereklidir, her mevcut kendine özgü bir ilmin uygulaması, bilgisinin deposudur. Keza, uygulaması olmayan ilim gerçek ilim değildir. Uygulaması olmayan bir ilim, geçici olup,  kalbi güçlendirmez.  Her şey ilminin aynısıdır. İlmi, organlar ve objelerden ayrı düşünen cahil, inkârı nedeniyle kâfirdir. Zerrenin, ilminden ayrı ismi, cismi ve resmi olamaz. Diğer yandan, ‘vehim’ ile karışık olan akıllar, tezekkür edemez ve bu ilim ile aşikâr olamazlar, bu ilmi anlayamazlar.”

İlmin ayrı bir varlığının idraki ise Hakkın varlığına delildir. Nasıl ki bir eşyanın gölgesi varsa, gölge,  ışığın varlığına delilse, aynı şekilde, ilmin varlığı da Hakkın varlığına delildir. İlim, böylece Hakkın ‘gölgesidir’.” (39 Zümer, 9) (3 Ali İmran, 96)

Varoluşun, bilimsel açıklaması vardır. “Evren kavramı, bir Uzay-Zaman, ‘Uzam Balonunu’ ve ‘Galaksiler’ gibi bunun ‘İçindekileri’ kapsar. Önce ‘ani bir genişlemeyle, Patlamayla, Uzam Balonu oluşmuş ve sonradan bu ‘Boşluğa’, kendine özgü bilgi, ilmi ve özelliğiyle oluşan mevcutlar doluşmuştur. “Evren, yoktan, yokluktan var olmuştur. Küçük kütleli zerrelerin yokluktan çıkıp, kısa bir süreliğine, var olduğu sürekli görülür, deneylerle kanıtlanır. Zerreler, çok az miktarda enerji taşırlar ve bir an için var olup yok olurlar. ‘Ani Genişleme Kuramına’ göre küçük bir zerrenin sonsuz derecede ani genişlemesi sonucunda, 13,8 milyar yıllık bilinen bu ‘Evren’ oluşmuştur. Yokluktan herhangi bir ‘Şey’ olmuş değildir, Evren hala bir ‘Hiçlik’, ‘Yokluktur’, sadece ‘Düzenli Yokluktur’. İsviçre’deki Büyük Hadron Çarpıştırıcısında, CERN’de, kanıtlanmıştır ki ‘yokluk’ sadece enerjinin olmamasıdır, ‘fizik yasalarının olmaması’ değildir. Çünkü ‘Uzay Zamandaki’ bir ‘Boşluk’, tanımlanmış bölgede enerjinin olmadığını gösterir, ama Uzay Zamanda ‘fiziksel yasalar’ her zaman, ‘Doğanın’ matematiksel olarak tanımlanması için vardır. Belirli bir zamanda bir şeyin ya enerjisi, hareketi ya da hızı ölçülebilir. Hızı bilinirse enerjisi bilinmez, enerjisi bilinirse hızı bilinemez. Bu, geçerli olan ‘Belirsizlik Kuramıdır’. Yokluktan yaratılan küçük miktardaki enerji, ani bir şişme ile bugün bilinen evreni oluşturur.

Bu süre içinde, E=MC2 formülüne göre, ‘Kütle’ içindeki pozitif enerji (E) ile ‘Gravite’, ‘Yer Çekimsel’ formundaki negatif enerji (M) birbirine eşittir, birbirini dengeler. Toplam enerji böylece ‘sıfır’dır.” (1) (55 Rahman, 19)

Yokluktan var olup boşluğa çıkan cansızlar, ilmin uygulanmış halleriyle,  boşluk denizini,  kesret âlemini,  oluşturacak şekilde,  görkemli büyüklükte, doldurur. Bilimsel bulgulara göre bir atomun % 99,9 (12 adet 9)u boştur ve dolu alanın da neyle dolu olduğu bilinmez. Uzay zaman boşluğundaki belirli küçük alanlar içinde toplaşan, enerji yüklü ‘Kuvvetler’, kütle ve madde oluşturur.  Enerjinin, toplaşıp dönüşümüyle oluşan madde, yine enerjiye dönüşebilir. Yokluktan boşluğa çıkıp var olan cansızlar,  ilmin uygulanmış halleriyle, ‘boşluk denizi’ sayesinde, kesret âlemini, oluşturacak şekilde, görkemli büyüklükte, doldurur. Bu ‘Boşluk Denizi’, yokluktan boşluğa çıkan elektron-pozitron çiftinin arasında yer alan, ‘Olasılıklar Denizi’ de denen, ‘Boşluk Denizini’ hatırlatır. (2)(3) Kütlenin, hakikati bilinirse, görünen ışık enerjisi olduğu idrak edilir. Her cisim ışır, ışık saçar, ışınım halinde, hakikatini görünür kılar, enerji yayar. Enerji, iletişim ve etkileşim içinde olan kuvvetler halinde hareket eder, gölgeleşip maddeleşir. Akıl, Hakk’ın elidir, vücut gölgesinin delili ve şahididir. Akıl, her mevcudun, Hakkın gölgesinin uzatılmasıyla vücut bulduğunu idrak eder. Akıl ayrıca, maddeden soyunarak, esaretinden kurtulabilir. Buna da ifna ediş denir ki akıl, eski halini unutup yeni haliyle kaydederek yapabilir.

Varoluş, Kuranda da açıklanır. “Eğer biz  ‘var olur yok olur’ mevcudat olsun isteseydik kudret yönünden bize mümkün olurdu. Lâkin öyle mevcudat, varlık, olsun istemedik, çünkü hikmet ve hakikate uygun olmaz, aykırı olurdu.” (21 Enbiya, 17,18) “İnsanlar bir düzen (order) içindedir ancak düzeni bilmezler, kaos derler! Batıl inancı, yakin olmanın kanıtı ve keşfiyle değiştiririz. Hak, batılı kökünden söker, batıl derhal zail, yok olur. Ve hemen mevcudatın fâni olduğu görülür, hakikat zahir olur. Önce her şey, ilmiyle, Kaza Âleminde, Külli Akılda resmedilir, Sonra Levha-i Mahfuz denen Külli Nefis Âleminde şekil ve sebepleriyle oluşturulur, Sonra şekilleri, miktarı ve vasıfları, sıfatları ayrıntısıyla, Kader Levhası da denen Dünya Semasında çizimleriyle yer alır.” (15 Hicr, 21) “Sakfı  merfu',  levha-i  mahfuza, levha-i kaderden, ilmin suretleri ve ahkâmı nazil olan  sema-i  dünyadır.  Dünya semasına nüzulden,  aşağı inişten,  sonra ilmin,  cansız şeylere, hululü, içine gizlice girişi ile ilim şahadet âleminde zahir, aşikâr, olur. Bu da insandaki mahal-i hayal,  tasavvur merkezi, var oluş yok oluş, levhasıdır.” (52 Tur, 5) “Bahri mescur, ‘Boşluk Denizi’, adı geçen ruh, ilim ve cansızlarla ispat olunan eşyanın kâffesinin,  tümünün, zahir olduğu, göründüğü, canlı cansız suretlerle dolu heyuladır, görkemli büyüklüktür.” (52 Tur, 6) (4) Varoluşun, levhadan levhaya nüzulü, inişi, yazılıdır hatta bazı levhalarda kanıtlanmış şekliyle, DNA’nın A, T, G, C harfleri gibi bilinen şekilde, yazılıdır. Her zerrenin bir sembolü, harfi, vardır.

Umarım, bilimsel ve kutsal gerçekleri idrak ederek ‘Hakkın Hakikatine’ ulaşabiliriz.                                                                                     Necdet Altınay 30102022

(1)      By PAUL BALDWIN EXCLUSIVE, Mar 10, 2016. https://www.express.co.uk/news/science/612340/Origin-of-the-universe-riddle-solved-by-Canadian-physicists-and-er-it-wasn-t-God

Boşluk Boş mudur? (https://www.youtube.com/watch?v=FYf7af2tb5U)  

http://necdetaltinay.blogspot.com/2021/02/kuran-kantlanr.html

http://necdetaltinay.blogspot.com/2022/01/golgeden-hakka.html

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kudretin Vekiliyiz!

Akıl ve fikir yürütmede kimsenin kontrolü, kuvveti ve kudreti yoktur. Fikirlerin çıkışı ve uçuşması maddeye bağlı değildir, eşya ile ilgili olsa da fikirler eşyaya dayanmaz. Yerde ve gökte,  gizli olan büyük kıyametin ilmi; eşya, nefis, kalp, sır, ruh, hafa, gaybül gaybtan oluşan yedi makamın sırrı; yer ve göğün gizli hakikati; ceset ve ruh âlemlerinin ilmi Allah’ındır,  Allah’a mahsustur. Varlık âleminin ardında olup da gece gibi görünmeyen yedi makam, manada veya batında, perde arkasında olduğu için görünmez. Vücut, hayat, ilim, işitme, görme, irade, kudret ve kelamdan oluşan sekiz sıfat mertebesi ise gündüz gibi maddede, zahirde, açıktadır. İnsan, yedi makamda, sekiz sıfatı, Allah’ın kudretinin vekili ve şahidi olarak yaşar. Hakikat Güneşinin doğup batışıyla, kalpte, mana, maddeye hükmeder.

“Mevt ile hayat, harekâtı iradîyedir; hayat, iradenin olması, mevt ise iradenin olmamasıdır. Yaşam ile ölümün halk edilmesinin amacı maluma tabi olan ilmin insanlarda uygulanarak ortaya çıkışıdır.  Malumun zuhuru ile zahir olan Allah’ın ilmidir.” (67 Mülk, 2) “İnsana, ilim öğretir ve kudretimizle onu kadir kılarız. İnsan; İlâhi Vücudun vasıtası ve kudretinin vekilidir.”  (16 Nahl, 75) Kutsal hadis:  Kulum, güzel ahlak ile bana yaklaşırsa ben kulumu severim, sevdiğim vakit, işittiği semi sıfatı kulağı, gördüğü basar sıfatı gözü, tuttuğu kudretli eli ben olurum» (19 Meyem, 96)

 

“Bu vücutta Zülkarneyn;  vücudun iki boynuzuna, yani, Doğu ve Batısına sahip olan kalptir. Kalbi, «beden arzında» kudret ve tasarruf sahibi kıldık. Güneşin battığı yere gelince, Ruh güneşinin «beden maddesinden» ibaret bulunan çamur ile karışık bir suda gurup eder olduğunu gördü. Ve o çukurun yanında «nefsanî bedensel kuvvetler» ve «Ruhani kuvvetler» kavmini buldu.” (18 Kehf, 86) Parlayan ve aydınlatan Ruh Güneşi, ışığın, çamur ile karışık, kütle kazanmış madde denizinde gurup etmiş, ışığın maddeleşmiş durumda olduğunu gördü. Kalp, bu çukurda, Doğu olarak enerji kuvvetlerini ve Batı olarak kütle kuvvetlerini buldu. Ayet der ki: Hakikat Güneşinin doğduğu yer olarak Doğunun, ışık enerjisi olduğu anlaşılmalı; Hakikat Güneşinin gurup ettiği yer olarak da Batının, kütle yani madde denizi anlaşılıp idrak edilmelidir. Işığa enerji yükleyerek ‘Yaratılışın’ başlatılması Kudret, İrade, gösteriminin başlangıcıdır. “Allah,  bütün kudret ve kuvvetlerin kaynağıdır.” (39 Zümer, 36) “İlmi,  bütün eşyada nafizdir, işleyendir. «Hayat, ilim,  irade,  kudret,  semi,  basar,  kelâm» sıfatları, sıfatların anasıdır. Size verilen bu sıfatlarla Hakk’ın sıfatlarına şahit olursunuz.” (20 Taha, 7) (15 Hicr, 87)

“İnanmayanlar, ‘Öldükten sonra yeniden diriliş olur mu?’ derler. Oysa insan ve âlem, durum ve koşulların değişimiyle, her anda başka, yeni bir hilkattedir, yaradılışta, oluşumda ‘halkı cedid’ kapsamında, her anda bir şendedir. Âlemdeki oluşuma, ibret almak üzere bakan kimse, değişim ve yeniliği inkâr edemez.” (2 Bakara, 107)

“Rububiyeti, Hakk’ın, hak edene hakkını vermesini, efal ve tecellileri, göremeyenler anlık yeniliği inkâr edebilir.” (13 Rad, 5,6) “Allah'a, ancak tevhit edenler dua eder, diğerleri, vücudu ve kudreti olmayan, Hak olmayan bir hayale dua eder.” (13 Rad, 14) “Göklerde ve yerde kudret ve kuvveti ile tasarruf edici ancak O'dur. Göklerin ve yerin küllisi, tamamı, O’nun batını ve zahiridir. O’ndan başka bir şey yoktur ki,  size yardım ve sahiplik edebilsin.” (2 Bakara, 107)

Var olan herhangi bir şeyin var olması için  ‘zaman’ ihtiyaç duyulan bir şey değildir. Atomun veya suyun var olabilmesi için belirli bir zamanın geçmesi gerekmez. Var olan, zamana gerek olmaksızın var olur. Zaman, bağımsız bir değişken değildir, uzay ile birlikte “Birleşik Alan” oluşturur. ‘Uzay Zaman’, uzam, bir bütündür. Proton nötron birleşmesi, zaman değil ama “Güç” ister. Kuvvet ve kudret yok ise ortamda, kuantum fiziğinin elemanları gibi, “Şeyler”, birbirini çekip itmez ve birleşemez, atom bile oluşamaz.  Hidrojen atomu için proton, nötron ve elektrondan birer tane gerek,  ama ayrıca bir birim zaman gerekmez. Zaman, insan aklı içindir ve itibarî, izafîdir. Kuvvet ve kudret esastır, temeldir.

İnsanlar ayetleri uygulamaz, ayetler insanların yaptıklarını ve yapacaklarını, olan ve olacakları, açıklar. Evren,  gökyüzü ve yeryüzü ile ilgili ayetler, güncel bilimsel bulgulara uygun ve uyumludur. “Kudretle icâd ve hikmetle tasarruf ancak O’nundur. Kûn, Ol, ilim,  irade, kudret sıfatlarıyla olur.” (16 Nahl, 40) “Evreni güç, kuvvet ve kudretimizle biz kurduk,  onu genişletmekteyiz.” (51 Zariyat, 47)

“Gaz ve toz halinde bulunan evrene ve yeryüzüne ‘isteyerek veya istemeyerek gelin’ dedik, ikisi de  ‘isteyerek geldik’  dedi.” (41 Fussilet, 11).  “Sema,  arza bitişikken onu ayırdık.” (21 Enbiya, 30) “Düşünüp,  ibret alabilmeniz için her şeyi çiftler halinde yarattık.” (36 Yasin, 36;  51 Zariyat, 49). “Yeryüzünü canlandıran suyu gökyüzünden indirdik.” (2 Bakara, 164) “Gördüklerinden de ibret alamazlar. Bu nedenle kalp ve ruh yönünden gelebilecek herhangi bir duygu ve bilgi, bedensel zevk ve lezzetlere düşkün olanlara tesir etmez, etkili olmaz. Oysa sema ve arzın halk edilmesinin amacı yeniden diriliştir. İlahi sıfatlardan mahrum kalışlarının nedeni yeniden dirilişe inanmamalarıdır.  Bu nedenle de Hakk’ın kudretinden de mahrum kalırlar.” (17 İsra, 97,98)

Doğanın ve çevrenin neden, niçin gibi sorularına ve amaçlarına takılıp cevap aranabilir. Felsefe yapılarak çeşitli görüşler tartışılabilir. Evrenden, çevrenden ve kendi âleminden geri çekilmeye başladıysan arınmaya çalışıyorsun demektir. Tabiat ateşini hisseden yanmaya da başlar. Hayat boyu süren çabanın aslında bizim olmayan güç, kuvvet, kudret ve bir enerji ile mümkün olduğunu anlayabiliriz. Sonradan ‘Evrim’ denen ‘Tagayyürün’ yani ‘farklılaşarak belirginleşip mükemmelleşmenin’ hüküm sürdüğü düzlemden, önce hakikat ilmi ile yükselip sonra da hakikate doğru yücelmek mümkündür.

Umarım biz de Hakka yücelmenin bir yolunu bulabiliriz!                                  

Necdet Altınay 12112022

Fikirler İndirilir

Her açık sistem, bir üst sistemin alt sistemi ve her alt sisteminin de üst sistemidir. Alt ve üst sistemler birbirini tamamlar ve bütünler. Örneğin, sindirim sistemi ağız, mide ve bağırsak alt sistemlerini kapsar. Hepsi bir bütündür, birbirini tamamlayıp bütünler ve birbiriyle etkileşim ve iletişim içindedirler. Aynı ilişkiler, ‘aklıma bir fikir geldi’ denildiğinde düşünülen, ‘akıl’ ve ‘fikir’ sistemleri arasında da görülür. Fikir üretim sistemi, aklın dışında ve üstündedir. Akla düşen bir fikir, üstten alt sisteme indirilir. Akıl daha sonra bir fikri analiz edip, kıyaslayıp, parçalara ayırarak, inceleyip, ölçüp biçer. Çocuk sahibi olmak isteyen bir insanın henüz bir arkadaşı bile olmayabilir. Gerisi sonradan akılla tamamlanır.

“İnsanlara gönderilen on iki vekil, beş dış duyu; görme, işitme, koklama, dokunma, tat alma ve beş iç duyu; adalet, vicdan, zekâ, hayal ve fikir gücü ile teorik ve pratik akıldan ibarettir. Eğer siz ruh, kalp ve melekût, hâkimiyet, imdadından gelen akıl ve ilhamla, isabetli fikirler ve doğru hatıralarla, akıl ve fikir resullerine hürmet edecek olursanız, fena ile zatınızı da teslim ile Allah'a iyi bir ödünç verirseniz, sizden hicaplarınız olan zat,  sıfat ve ef’âlinizin vücutlarını elbette setir eder, örterim.” (5 Maide, 12) “Musa, ruh semasından, ilim, hikmet ve mana yağmurunun inmesini istedi. Biz de, beden arzında, dünyasında, ayakta durmasını sağlayan nefis asasını, fikir ile aklın kaynağı olan dimağ taşına vurmasını emir eyledik.”  (2 Bakara, 60)  

 

“Nefis asasını, fikir ile dimağ taşına vurunca,  beş zahiri duygu, beş Bâtıni duygu ve teorik akıl ile pratik akıl olmak üzere, insanın başlıca on iki duyusundan, on iki göz ilim kaynadı. İnsanların her birisi bir ilmin kaynağını bilir, âlim, sanatkâr olur, böylece, Allah’ın vermiş olduğu ilim ve amel, düşünce ve davranış, rızıklarından yararlanın, cehaletle, yeryüzünde fesatlık yapmayın.” (2 Bakara, 60)  

“Ruhu temsil eden Ümran, karısı olan cismani tabiat yani bedensel kuvvetlerin karnındaki mutmain nefis kızını Allah’a adak olarak adadı. Nefis kızı kutsal ve temiz olunca, Allah adağı kabul etti ve fikir Zekeriya’sını ona kefil kıldı. Fikri temsil eden Zekeriya, ne zaman dimağ mihrabındaki nefis Meryem’inin yanına girse, manevi rızkını, hakikatleri, Nefsi temsil eden Meryem’in yanında bulurdu. Bu nedenle, o anlarda, Fikir Zekeriya’sı kendisinde gelişen mananın içeriğini talep eder ve tabiat kirinden arınmış, bu güzel manevi hakikatleri idrak eden güzel bir oğlu olmasını isterdi. Duası kabul edildi ve Fikir, olacak olan oğlu Akıl Yahya’sı ile müjdelendi. Ruhu temsil eden Ümran’ın manevi kutsal hakikatler ile beslediği, büyüttüğü, Nefis kızı Meryem sonunda ‘Kalp’ kelimesiyle müjdelendi.” (3 Ali İmran, 38,39) “Dünya ve ahrette sözü geçen ve dinlenen birisi olarak, külli manayı ve kutsal bilgileri idrak ederek Hakk’a kıyam eden, Hakk’ın tecellilerini ve keşiflerini kabul edici olarak nur ile mesh edilen, Meryem oğlu İsa, Kalp Çocuğu olarak doğmuştur. (3 Ali İmran, 45)

 

Ayetlerde anlatıldığı gibi fikirlerin kaynağı ruhtur; akıl, fikirleri idrak için verilmiştir. Fikirler ruhtan doğarlar, kutsal ve etkindirler, edilgen olan nefisten Akıl Yahya’sı ve Kalp Çocuğu İsa’nın doğmasına sebep olurlar. “Allah, ‘İşte böylece dilediğini halk eder’. Yani cezbeye, çekimine, kapılıp keşiflerde bulunana, seven ve sevilenlerin hallerinde olduğu gibi başka bir beşerin talim ve terbiyesi olmaksızın, kalp makamını bağışlar.” (3 Ali İmran, 47)

“O şaşkın kimsenin, akılcı nazariye, akılcı ameliye ve fikir gibi hidayete çağıran refikleri, arkadaşları, vardır. «Yol budur, Bize gel» diye davet ederler, fakat heves ve arzularıyla kalp kulağı tıkanmış olduğundan,  onların sesini işitmezler.” (6 Enam, 71) “Hiç bir şey’i Allah’a şerik etmeyiniz.  Zira şirk,  kuvve-i nutkiyenin, nutuk, konuşma, kuvvetinin yani fikir, izan ve idrak kuvvetinin, fikirde hatasından ve aklı kullanımdaki ve delili anlamaktaki kusurundan ileri gelir.” (6 Enam, 151) “İç ve dış duyular, gözler, kulaklar ve burun gibi kökleri bir kendileri ayrı kuvvetlerdir. Lisan, fikir, kuruntu ve zikir ise kökleri de kendileri de farklı kuvvetlerdir. Bu kuvvetlerin hepsi de hayat suyu ile sulanır.” (13 Rad, 4)

 “Eshâb-ı kehf ile «bedenin harabından sonra,  baki kalan,  insanın ruhaniyetinin»  murat olunması da caizdir. ‘Eshab-ı kehf; üçtür’ diyenler için ‘ruh, akıl, kalp’ olabilir. Köpek de; mağaranın kapısına sımsıkı bağlanan nefistir.  Beştir diyenlerin sözü ‘ruh,  kalp,  akl-ı nazarî,  akl-ı amelî ve enbiyada bulunan ve enbiyadan olmayanlarda «fikirden» ibaret olan kuvve-i kudsiyeye, kutsal kuvvete’, işarettir.” (18 Kehf, 10)

“Kıyas terkibinde; ancak fikir ile külliyatı cüz'iyata zam edebilir. Fikirsiz, «külliyatı cüz'iyata zam edemez.» Fikir vasıtasıyla iki âlemin, ahvalini ihata ve her ikisinin hayretini cemi' eyler.” (27 Neml, 22) Örneğin, ‘araba fikri’ olan arabayı parçalarına ayırabilir ve tekrar birleştirerek araba yapabilir. “Fikir çakmağının çakmasıyla yaktığımız kutsal mana ateşini ve onun ağacı olan ‘Fikir Kuvvetini’ siz mi inşa eylediniz, yoksa biz mi inşa ediciyiz?” (56 Vakıa, 71-73) “Allah’a yaklaştı, fena ile Cebrail’in makamından ilerledi ve zatta fena bularak Sebahat ile yüzerek, yandı.” (53 Necm, 3)  “Allah, onların üzerine, ruhun nuruyla nurlanmış zikir ve fikir kuşlarını, ebabilleri, gönderdi ki o kuşlar, akıl ve şer’in kalemi ile her biri üzerine ismi yazılmış,  meselâ zillet kibri,  tevazu böbürlenmeyi, savm, oruç, şehveti,  inkıhar gazabı giderici, taşları atarlar.” (105 Fil, 3) Fikir üretme gücü, insana verilen kutsal kuvvetlerden biridir.

Bilim insanları der ki ‘Evreni anlamak isteyen enerjiyi, titreşimi ve frekansı iyi bilmelidir’. Yoktan veya yokluktan yaratılan evrenin nasıl oluştuğunu kanıtlamak üzere, vakum ortamı yaratılarak zerrelerin yokluktan boşluğa çıkıp var olduğu ve yok olduğu deneyler yapılır. Uzay zaman birleşik alanına, uzam boşluğuna, zerreler dolar. Gaz ve toz bulutu, çekim gücüyle göçerek ateş olır, sonuçta Güneş olup yanar. Bu konseptte eksik olan, zerrelere yüklenmiş olan “İlimdir.” Her zerre yüklü olduğu ‘bilgi’ ile hareket eder. Bu ilim ilmullahtır, malumdur, bilinendir, Allah’ın bildiğidir, ilim maluma tabidir.

Her zerrenin ilim yüklü enerjisi, titreşimi ve frekansı farklıdır, öyle tagayyür etmiştir, ‘farklılaşarak belirginleşip mükemmelleşmiştir’. “İnsan, bir ‘Fikir’ ile gaflet uykusundan intibah eder, uyanır, ısınıp ateş alır harlar, pişer; kalp ruh nuruyla hayat bulunca kutsal âlem fezasında intişar eder, Güneş gibi parlayıp yanar.” (25 Furkan, 47) Hâkimiyet veya hüküm Levhasında yazılı olanlar Kader Levhasına indirilir. Her şeyin temelindeki Kuvvet ve Kudreti, O’nun vekili olarak kullanırız. Aklını iyi kullanan, hikmete, ilhama hatta vahye ulaşabilir!

Umarım bizim de, bir fikir ile ham taşımız pişer de Güneş gibi parlayıp yanarız!

                                   Necdet Altınay 23112022

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sağlık ve Sıhhat

            Beden, kalbin, maddeye bağlı ve bağımlı, kesif, cisimleşmiş kısmıdır. Kalp için, bedenin sağlık ve sıhhati önce gelir. Nefis, bedenin kemalini,  olgunluğunu sağlamaktan sorumludur ama önce sağlık. Beden sağlığı sağlanmadıkça nefsin, manevi olgunluğunu sağlayıcı basireti açılmaz, idraki saf olmaz ve rüştünü ispat edemez. Ulvi bilgilerden rızkını almadığı sürece de nefis, yetim sayılır. Yetimler, nikâhlandığı zaman rüştünü kanıtlamış olur ve kendilerine hakları olan ilim malı verilir. Doğal olarak insanın çocukluk evresinde,  bedensel organları yeterince gelişinceye kadar, insanlık konusunda olgunlaşması beklenmez. Bu devrede nefis, bedenle meşgul, onunla dalgındır ve kemalinden gafildir. Sağlıklı bedende nefis, ruh ile bağlantı kurar, ulvi bilgiler edinir. Doğru bilgi iyi uygulanır.

“Rahman, sıhhat ve rızık gibi zahirî ve genel kapsamlı nimetleri verendir. Rahim ise ilim ve bilgi gibi Bâtıni nimetlerin kişiye özel hayırlarını verendir. Bütün mevcudat, kendi özellik ve hassasiyetleriyle kemallerini, olgunluk ve mükemmeliyetlerini, kuvveden fiile, kavramdan gerçekliğe, çıkarmaya çalışarak Hakkı tespih ve hamt ederler. Bu amaçla, ihtiyaç duyulan her şeyin verilmesi rububiyettir.” (1 Fatiha, 1) “Saadet üç kısımdır. Biri kalbe, biri bedene, biri de beden etrafındaki şeylere aittir. Kalbe ait olan saadetler, hikmet, marifet, bilgi, ilmî ve amelî kemallerdir. Bedene ait olan saadet, sıhhat, kuvvet, tabii şehvetler, cismani lezzetlerdir. Beden etrafındaki şeylere ait saadet, mallar ve sair sebeplerdir.

“Zenginlik, büyük bir nimettir ve zenginlikten daha büyük nimet, sıhhattir ki, sıhhat, kalbi kuvvetlendirir.” (2 Bakara, 3) “Allah’a tevekkülünün sıhhati hususunda Nuh’un haberini tilâvet et, oku ki senin halini onunla itibar edip anlasınlar. Eğer sizin yakinen imanınız sahih oldu ise itaat etmek şartıyla Allah’a tevekkül ediniz. Zira tevekkülün sıhhatinin şartı, kuvvet sahibi olmamanın idrakidir.” (10 Yunus, 84) “İlim ile amel edilir, iyi, doğru ve güzel bir bilgi uygulanırsa yapılan iş ve işlemler iyi, güzel ve doğru olur. İnanış, şüphesiz bir şekilde ve itikat, sıhhatli olursa ancak amelin en iyi hali olur. İnanış sıhhatli olmazsa kemale erdirecek amel de mümkün olmaz.” (16 Nahl, 97) “Meskeniniz sıhhat ve mizacın itidali ile güzel bir beldedir.” (34 Sebe, 15) Yani vücudunuz, bedeniniz sizin yuvanızdır, sağlıklı ve sıhhatli ise inanışınız, tevekkülünüz, kalbiniz sıhhatli olur.

Atomların çekirdeklerinde bulunan protonların iç basınçlarının,  Büyük Okyanusun en derin yeri olan Maryana Çukurundaki basıncın trilyonlarca katından daha fazla olduğu belirlenmiştir. Bu nedenle protonları oluşturan ‘Quarkları’ birbirinden ayırmak mümkün değildir. Kuarklar güçlü itim-çekim kuvvetleridir. DNA molekülünün 25.000 civarında olan genlerden oluştuğu bilinir. Kuark atomun, DNA da hücrenin çekirdeğinde bulunur. Hücre, kendi başına çevresinden enerji alan, aldıklarını içinde işleyen veya yakan,  bölünerek kendini oluşturan, artık ve atıkları toplayıp atan gibi alt sistemleri, organelleri,  organcıkları, bulunan, bir açık sistemdir. Çevresinden girdi alıp işler ve çevresine belirli çıktılar verir. Hücre, çevresini etkiler ve çevresinden aldıkları sinyallerle etkilenir, etkileşim içinde yaşayan canlı bir organizmadır. Hayatı ve hayatını sürdürmek için gayretleri olan bilinçli bir yapısı vardır. Hücrenin bilinçli faaliyetlerine biz sadece yardımcı olabiliriz.

Sağlıklı ‘Beslenme’ ile sıhhat kazanma süreci, güneş ışığının şekere dönüştürülmesiyle başlar. Klorofil molekülü, güneş enerjisini, ışığını, elektromanyetik dalgasını, elektromanyetik enerjisini, itim-çekim kuvvetini, şekere çevirir. Şeker molekülünün oksijeni, hücrede, mitokondri molekülü içinde, koparılır ve hücreye ‘bağ enerjisi’ kazandırılır. Bu enerji, gerçek nefes alma işlemidir ve oksijen atomu, karbon atomuyla birleşip,  karbondioksit olarak ciğerlerde temizlenir. Açığa çıkan bağ enerjisi, hücredeki ‘Molekül Yapan Moleküllerce’ üretim sürecinde kullanılır. Beslenme, sağlıklı yaşam amacıyla, besin unsurlarının, sindirim sistemi yoluyla vücuda alınmasıdır. Canlılar, enerjiyi kullanma yeteneği olan metabolizmaya sahiptir;  enerjiyi,  moleküler düzeyde, formunu değiştirerek kullanır. Gerçek nefes alma,  hücrede oksijenin kullanımı, gerçek beslenme de hücre içinde ihtiyaç duyulan proteinlerin, alınan besinlerden üretilmesidir.  İnsan, ‘bilinç’  üreten canlıdır,  beslenmesi amaca uygun olmalıdır. Her şey insan için insan Hak içindir, Hak, bilinçle bilinmelidir. Cansızın halk edilişi, canlının yaratılışı ve ruhla dirilerek yüceliş, varoluşta üç aşamadır. Her şey, bir bilginin uygulanmış halidir.  Bilgi enerjidir, sıhhatin temelinde halden hale geçebilen bilgi veya ilim vardır denebilir.

 Sağlık için yaptıklarımız, Yaratılışın, amacına ulaşmasına yardımcıdır. (1)

Oruç tutarak, nefsini kontrol edene, hücrelerdeki yenilenme süreci sonucunda, daha sağlıklı bir bünyenin verilmesi,  onun kalbî duygulara daha fazla zaman ayırmasını sağlar. Kalbin güçlenmesiyle de ruhsal ve ulvî duygulara geçilmesi beklenir. Yaratıcının huzurunda ve huzur içinde oluş duygularıyla, verilmiş akıl, fikir, bilgi ve ilim yeteneklerinin kıymeti daha iyi bilinebilir. ‘İnsanın içi ve dışının bilinçle dolu oluşu bilinci’ mükemmel bir duygudur. Akıl, fikir, bilgi, bilim ve ilimden maluma, bilince, geçiş insanı nihai amacına ulaştırabilir. Ancak küllî ilmin malum olan bilinci ile maddesel olanların, cansızların halk edilmesi,  canlı olanların yaratılması ve insanın inşa ediliş süreci anlam kazanabilir.

Özet olarak, “Zat güneşinin doğuşundan önce oluşan, fecir, sıfat tecellisi nurunun,  aydınlığının,  gerçekleşmesi için, beden-vücut gecesinin şerrinden”;  “Daha iyi-doğru-güzele gitmek için gösterilen azim ve iradeye,  bedensel zevklerin vereceği hayal ve kuruntuların şerrinden”; “Kalbî ve bedensel yaşamın sağlıklı ve sıhhatli yürütülmesi, nefsin zarar veren şerrinden” korunmalıdır. Kalp,  Beden,  Nefis üçlüsünün uyumu bir ihtiyaçtır! (113 Felak S.)

Umarım biz de Yaratılışın doğal akış sürecini idrak ederek uyum gösterebiliriz.         Necdet Altınay 10122022

http://necdetaltinay.blogspot.com/2020/12/beslenme-sureci.html

Kelam Hakkındır

Kelam, konuşma, nutuk kuvvetinin, anlayış ve idrak iradesinin, çok özel bir halidir. Nutuk kuvveti, ilmin idrakini içeren, manayı kavrama ve anlatma kuvvetidir. Bu kuvvete sahip olanlar arasında kelam edilir. ‘Bilinmek’ için ‘Yaratılışın’ amacına ve özüne uygun kelam edilir. Manayı kavrayan ve anlatmak isteyen, anlamasını istediğine, Allah sevdiğine, kelam eder. Kör, sağır ve dilsize kelam edilemez, ariften arife kelam olabilir. İlim, ilimden nasibi olana anlatılabilir. İlimden hazzı ve bilgiden nasibi olmayan,  âlim ve arifi ve onların ilmini bilemez. Kuran, Allah kelamıdır ve sana fena bulman ve yeniden dirilerek bekaya geçmen için indirilmiştir. Bu kitap, ilim olarak, bütünün, eşyanın, özüne konduktan sonra ayrıntılı ayetleri indirilen Furkan, uygulama aklı, kitabıdır. Kuran, eşyanın özüne Furkan olarak konan uygulamanın, ilim olarak anlatımıdır. Allah, hiç bir beşere kelam etmedi, vahdette fena bulan bir insanla ancak vahiy yoluyla veya sıfat perdesi arkasından konuşur, ya da bir resul gönderip ona vahiy eder. Tur, Hz. Musa’ya kelam olunan dağdır yani akıl ve nutuk mazharı olan insanın dimağıdır. Görünen, Görenin görüntüsüdür!

“Maddenin çekimine kapılan, Dünya hayatına dalan kişi, hidayetten kör, hak söz söylemeye dilsiz ve haklıyı, makulü, işitmeye sağırdır. Zira nutuk ile murat olunan manayı idrak edemez, çünkü anlayacak ve fehim edecek kalp sahibi değildir. Anlaşılamayan bir şeyden söz etmek nasıl mümkün olabilir?” (17 İsra, 97,98)

“Hidayet eden kelam, ne ilham tarikiyle Hak’tan, ne de insanların kelâmından işitmek yolundan ve ne de ibret almakla basar tarikinden gelebilir. Nutuk kuvveti, ruhun nurunu, ilmin idrakini, içeren manayı kavrama ve anlatma kuvvetidir. İlahi ilmin tümünün Hakk’ın gölgesi olduğunu, göklerdeki ve yerdeki her mevcudun bu gölgenin uzatılmasıyla vücut bulup kudret ile halk edildiğini inkâr ederler. Bu nedenle de öldükten sonra tekrar diriltilme kudretini inkâr ederler.” (17 İsra, 97,98) “Araştıran ve inceleyen ilim sahipleri, kitabın hakikatini apaçık görür. Gözlerinde perde olan mahcubun, arifi ve kelamını, dediklerini anlaması mümkün değildir. Çünkü bir şeyi anlayan kişi ona kendisinde bulunan manalardan bir mana verebilir ve verdiği o mana ile anlayabilir. İlimden hazzı ve bilgiden nasibi olmayan, âlimle arifi ve ilimlerini bilemez.” (34 Sebe, 6) “Biz, Davut’u kuvvetlendirdik. İlmimizle vasıflanması sebebiyle ona nazari ve ameli hikmeti, marifet ve şeriatı, yani ahkâmı beyan eden kelamı verdik.”  (38 Sad, 20) “Allah, Hak ve sadıktır, biri diğerine benzeyen, sana ve senden evvelki peygamberlere nazil olanları içeren, bir kitap olduğu halde, sözün en güzelini ikişer ikişer olarak tenzil eyledi, indirdi. Kuran ayetleri,  sana kalp makamında, fani edip fena bulduran ve fenadan sonra baki kılan olarak, nazil olduğu için Kuran ayetlerinin tenzili, indirilişi, Hak ve halk itibarıyla mükerrer olur, iki defa indirilmiş olur.” (39 Zümer, 23) “Ayetleri, bazen ‘Ben’ diyerek Hak ve bazen de ‘Biz’ diyerek Halk tilavet eyler, okur. Kalbe gelen ve eseri bedene nazil olan nurlu anlam ve idrakiyle hareketlenmesi dolayısıyla, o kitaptan, Allah’ı bilen ve haşyet ehli olanların tüyleri ürperir.” (39 Zümer, 23)

“Her kim, nurundan mahcup olup da, kelamını anlamaz ve manasını görmezse onun için başka bir hidayet edici yoktur. (39 Zümer, 23) Kuran, olgunlaşmak isteyene, kuvvetlerini dönüştürmek üzere, örneğin şehveti iffete çevirmek için, önce kemale ermek için, sonra baki kılmak, bekada kalmak için indirilmiştir.

“Allah, hiç bir beşere kelam etmedi, bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur. Ya da resul gönderip vahiy eder. İnsana, Allah’ın söz söylemesi ancak şu üç halde olabilir. Birinci hal: insan vahdet makamına ulaşırsa ve onda yok olup sonra beka makamında Hakk’ın vücuduyla hakikat olarak dirilirse, vasıtasız olarak ona vahiy olunur. “Sonra iyice yaklaştı ve sarktı. İki yayın beraberliği gibi, belki ondan da yakındı. Böylece vahiy etti kuluna vahiy ettiğini, buyurduğu gibi.” (53 Necm, 8-10) İkinci hal: Kalp perdesinde ve sıfat tecellileri makamında olup Allah’a yalvarma, konuşma,  gizliliği görme, dostluk yolu üzere yüce Allah, ona konuşmuş olur. Hz. Musa’nın halinde olduğu gibi konuşur. Sıfat örtüsüyle perdelenmiş olduğu için göremez.” (42 Şura, 51) Böylece muhatap alınan insan, hala Hakka yüz çevirip, diğer kulları muhatap alır. “Tur, Musa’ya kelam edilen dağdır. O dağ akıl ve nutuk mazharı olan insanın 'Dimağı’dır.” (52 Tur, 1) “İnkâr edenlerin kalpleri taştan daha katıdır, çünkü dağa indirilseydi ‘İlahi Kelam’dan dağ bile etkilenir, paralanırdı.” (59 Haşır, 21)

 

“Kuran, benlik ve ikilikten uzak, Haktan gayrı olan batıl ile karışık olmayan vahdet, cem makamından indirilmiştir ve hakken yakindir. Kalp makamından indirilseydi ilmen yakin, ruh makamından indirilseydi aynen yakin olurdu.” (69 Hakka, 38-52) ”Kalbin, ruha en yakın halinin yeri, ufku mübin, Kutsal Nefesin Kuranı indirdiği yerdir.” (81 Tekfir, 23) ”İnsan, «Kelimetullah» ise Kelam, Kelimeler, söz de insanın en olgun halinin özelliklerinin anlatımıdır. Furkan, ilmin uygulanmış hali Evren ise Kuran, Evrenin ilminin anlatımıdır.” (1 Fatiha, 1) Kuran, ikiz olan ‘İnsan’ ve ‘Âlemi’ anlatır.

“Bu Kitap, Arapçadır ama Hakk’ın Kelamıdır ve tüm beşeriyete müjdeleyicidir. Hak, Muhammed suretinde zahir olmuş, Halk olarak görünmüştür. Nihai olgunlaşma ve gelişim özelliklerini de kapsayacak şekilde,  bütün mevcudat ve eşyaya vücut verildi. Bu vücut veriş rahmeti rahmaniye yani genel olan her şeyi kapsayan, rahmani olan, rahmettir. Rahmani özellikler birbiriyle uyumludur, tevhit edilebilir, birleştirilebilir.” (41 Fussilet, 1-4) Güncel olan “Bağlantısal Bütünsellik” kavramıyla tüm galaksilerin bir ağ şeklinde birleştirilmesi bu nedenle gerçekleşebilir. Tüm Evren Bir ve Tek bütündür, her zerre ötekiyle sürekli etkileşim ve iletişim içindedir ama her zerre farklı bir titreşimdir. Bununla birlikte, bireye veya kişiye özel olgunlaşma ve idrake uygun özellikler de vardır. İnsanlık, insana uygundur. Her insana, insanlığa uygun ama bireysel düzeyde farklı kişilik oluşturan özellikler verilir. Her eşya da madde,  kütle ve enerjiden oluşur ama masa masadır,  cam da camdır. 

İnsan kemale erer,  olgunlaşır, eşyadan da sanat eseri oluşur. İnsanlığın kapsadığı tüm özellikler ve insan, birbirleriyle tam bir uyum içindedir. Ancak, insanların, insanlıktan seçip aldıkları özellikler, bireysel ilişkilerde, ilk bakışta, Hak kelamına karşı kör, sağır ve dilsiz olan mahcuplara, birbirleriyle uyumlu görülmeyebilir!  

 Umarım,  kelamın idrakiyle, olgunlaşma özelliğimizi gerçekleştirip, vasıl olabiliriz!

                                   Necdet Altınay 24122022

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Mutluluk Fıtrattandır

Kitabımız Kuran, Allah kelamıdır, akla, akıllı olana, aklı buluğa erene, hitap eder, olgunlaşmak isteyene nasihattir. Hitabı duyan akıl, fıtratı uyandırır, istidat harekete geçer, ezelde fıtrata kazınan ‘ahde’, vefa gösterip Hakkı arar. Kuvvet ve Kudretin sahibini arayıp, hareketlerini ve sıfatlarını, emanetler olarak iade edip, vücudunu Hakka, kendi iradesiyle, benlik ve ikiliklerinden vazgeçerek, teslim eder. Tevekkül göstererek, kişi razı olunca, Allah da ondan razı olur. Efal, sıfat ve zatlarını, Allah’ta fena bulup, fani olarak, teslim edenler, altlarından şeriat, ahlâk, tevekkül ve tevhidi efal ilimlerinin nehirleri cereyan eden, akan, cennetlerde yaşarlar, işte bu en büyük saadet ve mutluluktur. İstidat ve idrak ne kadar kuvvetliyse, mutluluğun olgunluğu ve lezzeti de o derece kuvvetli olur.

“Mutluluk, Kalbe-Bedene-Ortama ait olmak üzere üç tiptir. Kalbe ait mutluluk: Hikmet, Marifet, ilmî ve amelî kemaller, olgunluklar. Bedene ait mutluluk: Sıhhat, Kuvvet, Tabii şehvet, Cismani lezzettir. Ortama ait mutluluk: Mal, mülk, zenginliktir. Züht ve ibadetle aranan baki kalp saadetini kazanmak için beden ve beden etrafındaki saadetlerden sakınmalı. Namaz, nefse ve bedene zorluca bir yüktür. Malı vermek ise nefse sevimli olan haricî saadetlerden yüz çevirmektir ki, buna züht denir. Nefis için mal vermek can vermekten şiddetli olur! Cömertlik fazilettir,  bundan mahrum kalmamak için infak, sahip olunan malın tümüne değil, yalnız bir kısmına tahsis kılınmıştır.” (2 Bakara, 3)

“Herkese hak ettiği verilir. İstihkak, biri ruhanî, diğeri bedenî olan, iki uhrevî, ahrete ait, saadet olabilir. Allah, bünyenin şiddeti ve kuvvetin fazlalığı olan bedeni saadet ve ilimden ibaret olan ruhani saadeti, hak edene verir.” (2 Bakara, 247) “Her kişinin ezeldeki istidadı, fıtratın aslı ve esası itibariyle birdir. Ancak yaradılıştan itibaren her insan bir diğerinden her şeyiyle farklıdır, tektir, özeldir, farklı bir bütündür. Her insanın yaradılışı, diğerinden farklı bir olgunluk ve mutluluk gerektirir. Bir insanın bir başkası gibi olgunlaşması ve mutlu olması hayaldir,  hayalidir. Sebep, şartlar ve sonuç olarak sürecin tümü bir kişiye özeldir. Her kişi için birlik, bütünlük ve teklik geçerli olduğu için olgunluk ve mutluluk da farklı olacaktır.” (4 Nisa, 32) “Çalışmadan, şans oyunlarıyla, kemali ve mutluluğu talep etmek haramdır.” (5 Maide, 3) “Nefis meralarından, nefsanî olan her şeyden, kalbe hicret eden, kalbî duyguları benimseyen ve nefis aleyhine hakikate ilişkin ilimlerle kalbe yardımcı olan, ilim sahipleri, cemal ve celal müşahedeleriyle, Hakkın sıfatlarıyla sıfatlanırlar. Sıfatın keşfinde ve Allah’ın en büyük kapısı olan rıza makamında sabredenlerden, Allah razı olmuş ve onlar da Allah’tan razı olmuştur. Bunlar için altlarından tevekkül, rıza ve bunlara münasip ilim nehirleri akan efal ve sıfat cennetleri hazırdır. İşte saadet ve mutluluğun en büyüğü budur.” (9 Tövbe, 100) “Yalan ve iftira, insanı insan yapan nutuk, konuşma, yetenek ve özelliğinin kötüye kullanılması olduğu için, insanı hayvandan aşağı iten şeydir. Her güzelliğin aslı, her beğenilenin maddesi ve hayır ve saadetin malik ve sahibine olan sadakat, her kemalin kaynağıdır. Sadakatin aslı da fıtrattaki ahde vefadır.” (9 Tövbe, 119) (11 Nur, 11-26)

“Fıtrata sadakat, Hakkın, “Tüm âlem senin için, sen benim için!” sözünde gizlidir. Sadakat, kemal ağacının kökü, ahval yemişlerinin tohumu gibidir.” (9 Tövbe, 119) (11 Nur, 11-26) Her şey Âdem için Âdem, Hak içindir, arayıp bulmalı, vuslata ermelidir, insanın mutluluğunun kaynağı budur.

”Sizi tevhide davet ederiz ve yardımcı oluruz, şüphe etmeyin. Allah’a yaklaşırsanız şüphe etmezsiniz. İstidadınızın gerektirdiği ‘Amaç ve mutluluk’ nedeniyle size bir kemal, olgunlaşma, tayin olunmuştur, bu sizin manevi ecelinizdir.” (14 İbrahim, 10) “Herkes, kendi çalışmasıyla ve bildiği harflerle yazdığı, kendi kitabını okur. Hak ve batılı, doğru ve yanlışı ayırabilen ‘Akıl Resulünü’ göndermedikçe kimseye azap edilmez, aklı olmayana ceza yoktur. Daveti işiten akılda, istidat harekete geçer ve daveti kabul eder.” (17 İsra, 13, 15) “İstidat ve idrak ne kadar kuvvetliyse, mutluluğun olgunluğu ve lezzeti de o derece kuvvetli olur.”(17 İsra, 75) “Yalnız ben varım, Allah ben’im. Büyük kıyameti gösterseydim, insan gayret ve çalışmasının değeri kalmazdı.” (20 Taha, 14, 15) “Efal, sıfat, zatın fenası ölümlerinden her biri iradi bir ölüm ise de, lâkin bunlar daha saf, leziz, iştahlı ve mutlu bir hayattır ve her biri bir cennettir. Vücudu hakkanî ile Rabbinden vücut verildiler. İşte bu, büyük bir feyiz, anlayış ve idraktir, saadettir ki ondan büyük feyiz ve saadet olamaz. Allah âlimdir.” (44 Duhan, 56, 57) “O cennetlerin altlarında şeriat, ahlâk, tevekkül ve tevhidi efal ilimlerinin nehirleri cereyan eder, akar.” (61 Saf, 12) 

 

“Ve sizi tevekkül ve nefsin sair makam ve menzilleri gibi güzel meskenlere dâhil eder. İşte bu saadet, zikrolunan cennetlerde bu makamlara nail olamayan kimselere nispetle, büyük bir saadettir, mutluluktur.” (61 Saf, 12) 

            İnsan, hayatını kazanmak, geçimini sağlamak için çalışır, gayret gösterir. Mutlu olmak daima aklının bir köşesindedir. (1) Mal, mülk edinmek ve zengin olmak üzere, önce ortama ait mutluluk peşinde koşulur. Sonra bedensel sağlık, kuvvet ve güç sahibi olmak, doğal ihtiyaçlarını karşılamak ister. En sonunda sıra ‘Hikmet, Marifet, ilmî ve amelî kemaller, olgunluklar’ elde etmeye gelir. İnsan hayatında, yalan ve iftirasız mutlu olmak, zorlu bir süreçtir. Hakkın kelamını işitip nasihatlerini dinlemek ve uygulamak süreci kolaylaştırır. Benlik ve bencillikten uzaklaşarak, ikilikten vazgeçerek mutluluğun kaynağı belirlenmiş olabilir. (2) Tevhit ilmine sarılarak idrak artırılırsa, mutluluğun derecesi de artar. Allah’ın kelamından şek ve şüphe edilmemesi halinde, doğru yoldaki yolculuk da mutlu bir şekilde sürdürülür. Nefsanî alandan kalbe hicret edilir. Hikmet, Marifet, ilmî ve amelî kemaller, olgunluklar aranırsa, Kitabımızda, Tevhit İlminde, bulunabilir.

            Umarım, biz de aradığı ruhanî ve bedenî saadeti bulan ve vasıl olanlardan olabiliriz. Necdet Altınay 07012023

(1)   http://necdetaltinay.blogspot.com/2014/05/cennetten-dusus.html

(2)   http://necdetaltinay.blogspot.com/2019/12/ezoterizm-nedir.html

Hidayet Fıtrattandır

Kuran, fıtratına, kalbine kazınmışa, genlerine harflerle yazılmışa uyana, kalbinin sesini dinleyene, kendini bilmesi, içindeki olgunluğu ortaya koyabilmesi için nasihattir. Ne yapıp ne yapmayacağını söyleyerek, insanlıktan yaratılan insanın, bir anlamda, böylece, ezelde verilen sözünde durmasına, olgun insan olmasına yardımcı olur. Nimetlerin verilmesinin amacı vereni bilmektir. Nefsin ve bedensel zevklerin amacı ise iyilik, doğruluk, güzellik gibi kalbi duygularla, kalbe yücelmektir. Kalpten ruha geçiş ise bilgilerle ilmin idrakine ve aydınlığına vararak yücelmekle olabilir. Böylece, göz ile görmekten kalp ile görüşe, basirete geçilebilir. Davranışlar görsel ve nefsanî, basiretle bilgi edinme kalbî, aydınlanma ve idrak ise ruhîdir. Ledün ilmini gayrisi bilemez, Rab bilebilir. İnsan, delillerle, hak yoluna hidayet edilir, bencillik ve ikilikten geçebilene Hakkın vücudu bağışlanır.

“Kuran, sırf tevhide hidayet ve doğru yola irşat ziyadeliğiyle mübarek bir kitaptır.  En yakın yoldan, kemalin en yüksek derecelerine hidayet eder. Zat ve sıfatınızdan bile Allah'a sakınınız, vücud-u mevhub, Hakkın bağışlanmış vücudu ile Allah'ta ve Allah ile istikamet rahmetiyle rahmet olunasınız.” (6 Enam, 155) “Habipim, kıymeti bilenemeyecek kadar büyük ve vasıfları tam olarak bilinemeyen sıratı müstakime, seyri süluka, sen de dilediğini hidayet edersin.” (42 Şura, 52) “Sana, takdir, tezkiye ve tasfiye ile olgunluğun her çeşidinin, büyük kıyametin koparcasına olgunlaşmanın, sende bulunması ve fiilen açığa çıkarılması için hidayet etti.” (87 Âlâ, 3)

“Allah,  münafıkların istidat nurlarını giderdi. Mala düşkün münafıklar hidayeti verip dalaleti aldılar. Bunlara ilim, amel, hikem ve maarif, bilgi, ahlâk ve hakikatte zengin olmaları, Allah indinde yakınlık ve keramet bularak yüz yüze olmaları için nur ve beka âleminden anapara, kapital, sermaye verilmişti. Ticaretleri kârlı ve kendileri hidayet ehli olamadılar.” (2 Bakara, 17) “Onları hidayet olunmuş kılmak sana vacip değildir. Sana vacip olan, hidayeti tebliğdir.” (2 Bakara, 272) “Nizamın tertibi hükmü ve zahir ve batın olgunluğunun ortaya çıkışı için, bazısının hidayeti bazısının mahrumiyeti gereklidir. Bunun için senin değil ancak Allah'ın hidayet-i asliye ile kalp kulağını açmış ve nuru fıtrat ve sıfat istidadı ile kendisine hayat-ı hakikîyi bağışlamış olduğu kimse icabet ve kabul eder.” (6 Enam, 35) “Gözün görmesine sebep olan nur basar, kalbin görmesine sebep olan nur basirettir. Her kim Rabbinden gelen bu nurlarla görücü oldu ise görmesinin ve hidayet bulmasının faydası ve görmemesinin zararı kendi nefsinedir.” (6 Enam, 104) “Ezeldeki fıtratları itibariyle tüm insanlar bir ümmet idiler. Bu fıtrat üzerine vahdete yönelik idiler, asli hidayetlerinin nuru gereğince aydınlanmış idiler. Farklı mizaç ve arzular, adet ve davranışlar nedeniyle farklılaştılar.” (10 Yunus, 19) “Hidayetleri sana ait değil Allah'a aittir. «sana münasip olan kimse, senden hidayeti kabul eder,  münasip olmayan kabul etmez»  (13 Rad, 7) “Dalâletini murat eylediği kimsenin  «hidayeti»  ve hidayetini dilediği kimsenin  «dalâleti»  mümkün değildir.” (14 İbrahim, 4)

“Vaktaki Rabbi, Musa'nın vücudu dağına tecelli edince; dağı parça parça ve mütelaşi kılıp Musa, bayılarak düştü, fâni oldu, ayılınca «Seni tenzih ederim, eneiyetimin, benliğimin, zuhuru günahından sana rücu ettim» demiş, hidayet ve Allah'ın temkini ile istikamet bulmuştu.” (19 Meryem, 143)

“Ruhun hidayeti, ahval, müşahedeler, gözlemler ve aydınlanma iledir. Kalbin hidayeti, bilgi edinme, keşiflerde bulunma ve sırra erme iledir. Nefsin hidayeti, ahlâk,  davranışlar ve edep iledir.” (21 Enbiya, 73) “Yani benim halimi ve hidayetimin kıymetini ve bana mahsus verilmiş olan ledün ilmini Rabbimden gayri kimse bilemez. Ben, nefsimden Rabbimde fâni ve benim gayrim de halimden mahcup olduğundan ne ben, ne de gayrim bilir, ancak Rabbim bilir.” (28 Kasas, 85) “Habipim, de ki: ‘Kuran gaibe iman edenlere hidayettir.” (41 Fussilet, 44) “Ben kullarıma zulüm edici değilim, zira istidadı bağışladım ve istidada münasip olan kemali bildirip kazanılması yoluna hidayet eyledim. Belki siz, kemale karşı olan şeyleri kazanmakla ve nuru zulmette koyup, bakiyi fani ile değiştirmekle, nefislerinize zulmedicilersiniz’.” (50 Kaaf, 29) “Biz o insanı delilleri ile hak yoluna hidayet ettik.” (76 İnsan, 3) “Bu fenayı sırftan sonra halkı hidayet ve Hakk’a davet için Rabbin, sana vücudu hakkanîyi, Hakkın bağışlanmış vücudunu, verecektir.” (93 Duha, 5)

 

“Sizin kesrete dönüşünüzde, Hakkın izniyle ve şeriatın koşullarına uyarak, nefsinize lezzetli tatlılığı talep etmek ve nefsin hazlarıyla zevk almanızda, mutlu olmanızda, sizin için günah ve zarar yoktur. (1) Çünkü o vakitte nefis isyan halinde değildir. Hakkın nuruyla nurlandığından, haz ve lezzet, kalbe etki etmeye, kalbi kuvvetlendirmeye ve kalbi duyguların gelişimine yardım eder. Kalbi duygular cemale şuur, cemalini görme, yeridir ki gayrin oraya vusulü haram kılınmıştır. Yani ‘Hafa’ olarak bilinen ‘Ruhun Sırrında’ Allah’ın cemalini müşahede ediniz. Çünkü bu makamda olan zikir müşahededir. Sizi, mertebe itibariyle zikrine hidayet eylediği gibi Allah’ı zikir edin. Zira Allah önce, nefis ile olan lisan zikrine, sonra sıfat tecellileri ilimlerinin keşfedilmesi demek olan sırrın zikrine hidayet eder. Sonra zat nurunun mülahazasıyla beraber sıfat tecellileri nurlarının müşahedesi olan ruhun zikrine, sonra ikiliğin bekasıyla beraber zat cemalinin müşahedesi olan gizliliğin zikrine, sonra bakiyenin kalkması ile şuhud-i zatî olan zatın zikrine hidayet etmiştir, ulaştırmıştır. Her ne kadar siz, marifetullah Arafat’ına ulaşmazdan ve orada durmazdan evvel bu zikirlerden gafil idiniz. Fakat Allah, sizi hidayet eyledi. Hidayet eylediği gibi zikir ediniz. Ondan sonra siz, her hangi bir şahıs gibi sair insanların yürüdüğü ibadetler ve şeriat yollarından aşağıya ininiz.” (2 Bakara, 198) Son, başa dönüştür!

 

 

“Bizi, ‘hidayet üzere sabit, vahdete giden doğru yol ve yönde kararlı kıl. Bilgi edinerek sevgi, sohbet ve muhabbetle, Hakkın Zatına götüren sırat köprüsünde, kendilerine kişiye özel, rahimsel, nimet verilenlerden eyle. Böylece, evvelden, ahiren, zahirinde ve batınında, Hakkı Şuhut edip, baki yüzünü müşahede ederek, gölgesel vücudunu, fani, yok eden Nebinin, sadıkların, şüheda ve evliyanın yolunda olmamızı sağla, seninle, senden, sana sığınırız, Rahmanî Rahimsin’ diyenlerden eyle.” (Fatiha Suresi)

Umarım biz de nefsimizden, kalp yoluyla, ruhumuza yücelten hidayete erebiliriz!

                                               Necdet Altınay 21012023

(1)     http://necdetaltinay.blogspot.com/2023/01/mutluluk-ftrattandr.html

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Adalet Temeldir

“Hakk’ın delili, gölgesi, olan ilimden ilk halk edilen cevherin, Celalî nazarla hayâsından, edebinden, taşıp yayılmasından, sonra uygulanmış olarak açığa çıkan, ilmi hıfzedici kuvvetlerin izdihamıyla temessül ve tecessüm ettiniz. (1) ilimden başka bir şey olmayacak şekilde, bedenleştiniz.” (2) Diğer bir deyişle, “Önce hiçbir şey yoktu, vakum ortamında, yoklukta, var olan ilmin, zuhurunun şiddetinden görünmeyecek şekilde, hakkını Hak’tan hakça, adaletle, alarak, ortaya çıkışıyla;  bir  ‘şey’ var oldu ve ışık,  parıltı,  aydınlık,  nur oluştu. Nurun, fotonun maddeleşmesiyle her şey halk olundu, canlılık yaratıldı ve insan inşa edildi.” (3) Adalet, ruh güneşinin, kutsal bedende gurup etmesiyle sonradan oluşan karanlıkta, farklı titreşimler halinde, kuvvetlerden, oluşan zerrelerin temelidir.

“Emanetleri ehline, sahiplerine veriniz. İlk önce istidadınızın hakkını ödeyin. İlk yaptıklarınız içinizden gelenlerdir, fıtratınıza uygun olarak yaparsınız. Yaptığınız iş ve işlemler, eylem ve olaylar, daima bir kuvvete dayanır. Bu kuvvetlerin hakkını verin, kuvvetlerin sahibinin siz olmadığını bilin. Her işin ve eylemin bir sıfatla yapıldığını ve hiçbir sıfatın size ait olmadığını, tüm sıfatların Allahın olduğunu, idrak edin. En sonunda tevhitte fani olup, vücudun Hakka ait olduğunu anlayın. Fenadan sonra bekaya döndüğünüzde, insanlar arasında hüküm verirken, eşyanın da Allah’ta kaim olduğunu bilerek, Allah’ın adaletiyle sıfatlanarak hükmedin. Nefsiyle kaim olan, ebeden adalete kadir olamaz. Allah sizi bilir, işitir ve görür.” (4 Nisa, 58)

“İnsanlara gönderilen on iki vekil, beş dış duyu; görme, işitme, koklama, dokunma, tat alma ve beş iç duyu; adalet, vicdan, zekâ, hayal ve fikir gücü ile teorik ve pratik akıldan ibarettir. Eğer siz ruh,  kalp ve melekût,  hâkimiyet,  imdadından gelen akıl, hikmet ve ilhamla, isabetli fikirler ve doğru hatıralarla, akıl ve fikir resullerine hürmet edecek olursanız, fena ile zatınızı da teslim ile Allah'a iyi bir ödünç verirseniz, sizden hicaplarınız olan zat,  sıfat ve fiillerinizin vücutlarını elbette setir eder,  örterim.”  (5  Maide,  12) “Hak terazisinin dili adalet sıfatıdır, bir kefesi his, kalp âlemi, diğer kefesi akıl âlemidir.” (7 Araf, 8) “Ceset arzı, kemik dağları ve damar nehirleriyle döşendi. Ahlak ve idrak yemişleri olarak da zulüm-adalet ve soğukluk-hararet gibi zıtlıklarla süslenmiştir. Ruh cesetle örtüldüğü gibi ruhaniyet gündüzü de cismaniye gecesi ile örtülmüştür. Böylece düşünenler için delil ve işaretler konmuştur.” (13 Rad, 3) “Her bir ‘şey’in, o şeyi diğerinden ayıran bir özelliği vardır. İnsan, insanlığı ile insandır. İnsan, insanlığını kaybederse,  kendisi de kaybolur, ona insan denmez. Her özellik Hakk’ın vahdaniyetine, birliğine, delildir. Gökler ve yerler adalet ile ayakta durur. Adalet, kesret âleminde, vahdetin gölgesidir. Eşyanın düzeninde yumuşak huyluluk, birbirleriyle uyumluluk gibi vahdaniyete, birliğe, beraberliğe götüren özellik mevcut olmasa düzen mevcut olamaz. Birlikten gelen ve birliğe götüren özellik yok olursa düzen ve düzenlilik hemen bozulur. İnsan veya insanların, insanlık özelliğini kaybetmesi durumunda birlik ve beraberlik içinde yaşamaları mümkün değildir, insanlık düzeni bozulur.” (21 Enbiya, 22)

Uyumsuzluk yaşayan insan, akıl, hikmet ve ilhamla, akıl ve fikir resullerine hürmet etmemiş, vahdaniyeti ve Hak terazisinin dili olan adalet sıfatını, kesret âleminde, vahdetin gölgesi, olan adaleti kaybetmiştir. Ruh gündüzü-cisim gecesi, zulüm-adalet ve soğukluk-hararet gibi zıtlıkları, delilleri, görememiştir.

“Biz, kıyamet günü için hazırlanmış adalet terazilerini koyarız. Allah’ın terazisi, vahdetine lâzım gelen bir sıfatı ve vahdetinin zilli demek olan adaletidir ki «ervah gökleri»  ve «madde, eşya yeri» o adaletle kaim ve müstakim olmuştur. Eğer adalet olmazsa;  emir-i vücut nizamı, tertibi, mahdut üzere kararlaşmaz. İmdi adalet; eşyanın tümünü kapsayınca, her mevcuda, haline ve yükleneceği miktara göre, adaletten hakkı isabet etmiştir.” (21 Enbiya, 47) “Olgunlaşma amacıyla verilen yetenek ve kuvvetleri, adaletle, bu amaç için kullanmayan sevilmez ve hesap sorulur.” (22 Hac, 38) “Hak Teâlâ, sıfatının zuhuru kılmak suretiyle; her şey’in halkını, zuhurunu güzel kılan «zatı celil, yüce ve âlâdır.» Zira güzellik, sıfata mahsustur. Var olanların tümü «sıfatının mazharlarıdır, göründüğü yerdir.» Ancak «insan-ı kâmil» müstesnadır ki o, «Cemal-i zata» ihtisas etmiş, mahsus bulunmuştur. Bu sebepten; «İnsan-ı kâmil», tesviye ile yani, Ahsen-i takvim ve mizacın pek adaletlisi ile mutedil kılınmıştır, iki tarafı bir edilmiştir. Bu tadil, mutedil kılınma, sebebiyle, «Hakka mahsus olan ruhu kabule müsait» oldu. Ve insana da «kendi ruhundan nefha eyledi» ve işte bu nevi insan ile cemadatı halk ediş, nebatatı ve hayvanatı, canlıları, yaratış ve insanı inşa ediş, nihayet bulup, Hak zahir oldu.” (32 Secde, 7,9)

“Biz, Kuran’ı kutsal gecede indirdik. Kutsal gece, sonradan oluşan bir karanlıktır. Resulün bünyesinin, ruh güneşinin nurunu örtmesiyle; ruh güneşinin, Resulün bünyesinde gurup etmesiyle, sonradan oluşmuştur. Âlemdeki hidayet ve adalet, rahmet ve bereket, o bünye-i saadet sebebiyle ortaya çıkmıştır ve Resul'ün rütbe ve kemali, olgunluğu da o bünyeyle arttığı için leyle-i mübarek, bereketlenen, çoğalan, kutsal gece olarak sıfatlanmıştır. Nitekim kadir gecesi denmesi de bu sebepledir.  Resulün kadri, değeri nefsini bilmesinden ve kemalinin, ancak nefsiyle zahir olmasından gelir. Miracı da cesedi ile olmuştur. Zira cesedi olmasaydı mertebelerde tevhide kadar yükselmesi mümkün olmazdı. Kutsal gecede kitapların inzali, gerçeklerin tümünü kapsayan Kuran aklının ve mevcudatın düzenlenmesi, sıfatın tafsilatını ve velayetinin kurallarını açıklayan, isimlerin manasını, fiillerin ahkâmını doğrulayan, Furkan aklının, Muhammed’in bünyesine inzaline işarettir. Yahut gerçekten her olmuş ve olacağı içeren kitap olan ruh-u Muhammed’inin, suret-i Muhammedi’de inzaline yahut Kuran’ın inzaline işarettir. Mevcut, Vücudun elçisidir, irsal edilmiş halidir, ilmin zahir olmuş kısmıdır, mevcudat akıllı bir şekilde düzenlenmiştir,  Kuran aklıyla, onun inzali, inmişliği ile tertiplenmiş, Furkan aklı haline dönüşmüştür. Büyük kıyamet zamanında, insan; aramızda kalan bu duhanı da, duman perdesini de, kaldır, aynî imanla iman ederim derse, akıl Resullüğünü de geride bırakmış, geçmiş, Allah indinden kendisine verilen ilimle eğitilmiş, ilmi ile âlim, hikmetini arif olur.” (44 Duhan, 3)

Umarım biz de Allah’ın kendi ruhundan nefha edilip, hikmetini arif olabiliriz.

                                               Necdet Altınay 04022023

(1)     https://necdetaltinay.blogspot.com/2018/07/hakikatin-golgesi-insanlkhali-deyip.html

(2)     https://necdetaltinay.blogspot.com/2017/04/rahmani-rahim.html

(3)     https://necdetaltinay.blogspot.com/2019/03/ilim-ve-insan-kanttr.html

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İnsan, Olmalıdır!

İnsanın, Rabbini bilsin diye inşa edilmesi istenir. İnsan da bildiği için, bildiği kadar ve bildiği gibi bir insandır. Bilgisini uygular, bildiğini söyler, bildiğini yapar, bilgisini geliştirir, bu amaçla donatılmıştır, fıtratını gerçekleştirir. En sonunda, bilenin kendisi olmadığını ve bilgilerinin kendisine ait olmadığını, kendisinden konuşanın kim, kimin kulu ve abidesi, olduğunu idrak eder; kendi davranışlarına bile rıza gösterir, razı olur, manalar kalbine doğar, kemale erer, olgunlaşır. İçinden geleni işler, genlerini gerçekleştirir, çevresine uyar. Tevhit ilmini bir bilenden, nutuk yeteneğiyle, öğrenebilir. Her şey, insana, verilmiştir.

“Yaradılış, fıtrat, eksiksizdir, her şey önceden olması istendiği üzere, olmuş ve olacak, fıtratta yazılıdır. Var olan, çok görünse de tümü, bir ve tektir, Fıtrat Vaki ve Bakidir. Tevhit ilminin yolu ve yönü fıtrata kazınmıştır. Kuran, insanın kullanma kılavuzudur. Resulün fıtratındaki olgunluğu, hikmetiyle birlikte, içeren Kuran, Furkan olarak ortaya çıkmak üzere, ayrıntılı bir şekilde, cem mahzeninden, aziz ve rahim olan zattan, indirilmiştir.” (36 Yasin, 1-3,5) Kuran’ın bir ayetinde, Allah’ın, Âdemoğullarına verdiği söz, ‘ahdi misak’ olarak bildirilir. (2 Bakara, 27) Diğer bir ayetinde de ‘Ahdi Misak’, ‘Elestü birabbiküm’ olarak anlatılır. (7 Araf, 172) Bu durumu, Resul de şöyle açıklar “Allah, eli ile Âdem’in arkasına mesh ederek zürriyetini, neslini, zerreler halinde Âdem’in arkasından çıkardı ve onlara «Sizin Rabbiniz Ben değil miyim?» dedi. Onlar da «Evet, Rabbimiz, sensin» dediler.”

Allah’ın eli, ‘Saf, Kutsal Akıl’dır, Âdem ise ‘Konuşan Külli Nefis’, Âdem’in arkasını mesh etmesi, sırtını sıvazlaması, aklın, ruhanî bilgilerle, küllî nefse tesiri ve onu nuru ile tenviri, aydınlatmasıdır. Zürriyetinin ihracı ise insanlıktan, insanları yaratmasıdır. Ahdin misakı, Allah’ın sözünde duruşu, tevhit delillerini akıllara rekzi, kazımasıdır, bu amaçla, tüm bilimsel bilgi ve bulgular Kuranı kanıtlar. İnsanlar, her ne zaman cismani perdelerden soyunsalar, bedensel ve maddesel şeylerin ötesine geçseler, ‘Tevhit İlmi’, en vazıh, açık ve en zahir, görünür, bir şey olarak, kendilerine inkişaf edercesine, keşfolurcasına, tebeyyün eder, aşikâr olur. Bu ilim, kendilerine zaruri olmuştur. “Bela”  yani  «Evet»  demeleriyle icabetleri,  zatlarıyla tevhit ilmini kabul edip olgunlaşmalarıdır.    

“Nefsin zulmet gecesi insanlara libas, elbise, kılınmıştır. Bu zulmet, sizi istila ederek,  Hakkın zat,  sıfat ve gölgesinin müşahedesinde, sizi setir eder, örter. Siz hakkın zat, sıfat ve gölgesini müşahede ediyorum diyerek meşgul olur, var olduğunuzu zanneder, düşünür durursunuz. Sizi, hayat ve dünya da, böylece, gaflet uykusunda uyutur. Hadisi şerif: “Bütün insanlar uykudadırlar, ölünce intibah ederler, pişerler, uyanırlar.” Uykudayken “Daimi hakiki hayattan” gafil kalırsınız. Kalpleriniz ruh nuruyla hayat bulunca, his uykusundan sonra, kutsal âlem fezasında intişar eder, güneş gibi yanıp, (foton gibi) yayılıp, dağılıp,  yanarak yaşarsınız.” (25 Furkan, 47)

 

“Yeniden yaratıp yeniden dirilten, manevi olarak ihya eden biziz. İstidatları, manayı içerir ve zatlarında hakikat gizlidir. Bu hakikat ve manayı araştırmaları, aralarında konuşmaları beklenir. Böylece, hakikat ve mananın ortaya çıkartılması ve fiile ihraç edilerek kâmil insan olmaları için yeniden diriltilirler. Bu diriltme intibahın, pişmenin evvelidir, buna kemale erenler ‘yakaza’ derler.”  (18 Kehf, 19)

“Mearic, Miraçlar, Merdivenler, mutluluk halleri demektir ki, o da itidal ile tabiatlar, huylar makamından, manadan madde, maden makamına,  sonra nebatat makamına sonra hayvan makamına, hayvan makamından bazısı bazısının fevkinde, üstünde, mertebeler ve dereceler halinde, insan makamına, getiririz. Sonra nefis menzilinden ve kalp menzilinden, ehli sülukûn işaret eylediği intibah, uyanıklık, yakaza, tövbe, inabe, hak yoluna girme, mürşide biat, gibi sülük menzillerinde, sonra fenayı efal ve sıfat mertebelerinde ilerletiriz. Ta fenayı zata kadar la buud, helak olma ve la yehza, uyanıklık, terakki mertebeleridir. Çünkü sıfatta fena makamına tekabül eden mertebelerden sonra Cenabı Hakk’ın, her sıfat hizasında terakki edilecek bir mertebesi vardır. İnsan vücudunda bulunan, arz ve semavî kuvvetler ile insan ruhu, kıyamet-i kübrada, büyük kıyamette, Hakkın Zatı camiasına, ezelden ebede kadar sürüp giden zamanlarda uruc eder, yücelir.”  (70 Mearic, 3, 4)  

“Âlim, amil ve arifi kâmilin, Allah'a daveti sahih olur.” (41 Fussilet, 33) “Ruh”ta tevhit ilmi, “Kalp”te sevgi, “Nefis”te, benlikte, adalet olursa fenafillâh ve büyük kıyamet yakın olur.” (42 Şura, 17)

“Resulün eli, müminlerin ellerinden üstündür. Rıza, irade-i Hak’ta iradenin fenası demektir ki, o da fena-i sıfatın kemalidir.” (48 Fetih, 9) “Nutkunuz, mütekellimi hakikînin sıfatıdır. Eğer huzur ve Şuhut sahibi iseniz, kalplerinize mütekellimi hakikî o sıfatla tecelli etmiştir. Hakikî nutuk, kalbinize tecelli nedeniyle size ruh semasından nazil olmuştur. Ve bu suretle sizin kemaliniz hâsıl olmuştur, Hakk’ın nuru size işrak etmiştir, kalbinize manaları doğmuştur.” (51 Zariyat, 23) “İbadet marifet, bilginiz, kadardır, arif olmayan ibadet etmez.” (51 Zariyat, 56) Görünmeyenin Abdi, kulu, Abidesi Olmaz. “Şahsın kemali, ilim ve amel ile nevin, toplumun, halkın, insanlığın, kemali kılıç ve kalemle hâsıl olur.” (57 Hadid, 25) “Nuru kemali, olgunluğun idraki, nuru fıtrî ile bulunur ve kemali ancak kâmil bilir, bu sebepten «Allah'ın gayrisi Allah'ı bilemez»” (65 Tegabun, 6) “Madde deryasının suyu azgınlaşıp tufan olduğunda, biz sizi, olgunluk ilim ve uygulamasından oluşan şeriat gemisinde yüklenip taşıdık.” (69 Hakka, 11) “Olgunlaşmak üzere, ibret için görmek,  bilmediğini sorup öğrenmek üzere biz, ona iki göz, bir dil ve iki dudak gibi alet-i bedeniye nimetlerini vermedik mi?” (90 Beled, 8-9) “Seni sıfatlarının en şereflisi olan ilim sıfatı ile seçti ve kemalinden, olgunluğundan, hiç bir şeyi senden esirgemedi.” (96 Alak, 3)

Allahın, Elçisiyle ve Kitabıyla, demek istedikleri kısaca özetlenebilir. Ey düşünen akıl verilmiş insan, çevrenden, Dünya ve Evren Ormanından çıkıp, bana ulaşman için seni nimetlerimle besledim, büyüttüm, genlerinle donattım, çevrene işaretler ve delililer koydum.

Beni, elçi, veli ve evliyalarıma uyarak, kitaplarımı okuyarak, ara, bul, bil ve ol; vasıflarımla vasıflan, kuvvetlerimi kullan, sıfatlarımla sıfatlan, ilmimle âlim, amil, arif ol, Halifem ol. Cisimsel ve bedensel perdelerden soyununca, sen keşfedercesine aşikâr olan tevhit ilmini fark edebilirsin. Gaflet uykusundan uyandıkça pişmenin zevkine erebilir. İstidadında gizli olan mana ve hakikati bulabilir, Güneş gibi yanabilirsin. Nutuk yeteneğinle, ruh semasından kalbine tecelli eden, ‘mütekellimi hakikiyi’ idrak edebilirsin.

Umarım biz de genlerimizde ve çevremizde gizlenenlere ulaşıp, hakikate erebiliriz!

                                               Necdet Altınay 18022023

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Malum, Olur!

İnsan, doğuşunda, fıtratında, çok şey ile donatılmıştır. Doğuşta, genler ile verilenler verilmeseydi, insan, canlı bile olamazdı. İnsanlara, ilminin kaynakları olarak, beş dış duyu; görme, işitme, koklama, dokunma, tat alma ve beş iç duyu; adalet,  vicdan,  zekâ,  hayal, fikir gücü ile teorik ve pratik akıldan ibaret on iki vekil gönderilmiştir. Doğuşta boş beyin ile doğan bebek bu kaynaklarla elde ettiği bilgileri öğrenir ve bilir, hatta bazı şeyleri olmadan önce dahi bilebilir. Eğer, fıtratına kazınmış olan tevhit ilmini öğrenip, hakikati keşfedebilir ve Allah’ta, Allah ile kendinden fani olabilirse, yeniden dirilebilir ve bağışlanmış vücut içinde, beka âleminde, Allah’ın ilmiyle, olacakları, olmadan önce bilir ve görebilir.

“Kuranı, ilmi, öğretti, insanı yarattı.” (55 Rahman, 2,3) “İnsanın ilmi yoktu, Allah, ilmini insana öğretti ve bilgelik sıfatını ona bağışladı.” (96 Alâk, 5) “Biz bir şeyi murat ettiğimiz zaman ‘ol’ dememiz yeterlidir, o şey hemen mevcut olur. Allah’ın iradesi, ilmi, kudreti arasında fark yoktur, belirli bir şekilde, belirli bir zamanda, belirli sebeplerle, o şeyin olacağını bilir. Mevcut olan her şeyde irade, kudret ve ilim sıfatları görülür. İnsanlar da bir şeyi yaparken, bilgiden başka, alete ihtiyaç duymazsa ilim, irade ve kudret sıfatları aynı olurdu, ilim maluma, bilinene, tabi olurdu.” (16 Nahl, 40) “Ruhlara savaşma azmi veren, kalpleri takviye eden malumatı ilahiyedir. İlahi bilgiler, keşiflerde lezzet verir.” (37 Saffat,  41,42)

“İnsanlara ilmin kaynakları olarak gönderilen on iki vekil, beş dış duyu; görme, işitme, koklama, dokunma, tat alma ve beş iç duyu; adalet,  vicdan,  zekâ,  hayal, fikir gücü ile teorik ve pratik akıldan ibarettir.” (5 Maide, 12) “Kalbin görmesine sebep olan nura "basiret" denir.” (6 Enam, 104) “Her nefis, ilminden bir dürtü ve amelinden bir şahit ile gelir, ilim batın, amel zahirdir. Çünkü herkes ilgisini çeken şeye ve ilmiyle yapmayı tercih ettiği şeye cezp edilmiş olur. İnsanı o şeye sevk eden, ister vehim ve kuruntusu, ister cismani, ister ruhani olsun, ister aklı, ruhu, muhabbeti, kalbi veya fıtratı olsun, mutlaka şuurundan ve hükmünden kaynaklanmıştır. Kendisine galip gelen ilmi, onu malumuna götürür. El ellediğine, dil söylediğine, göz gördüğüne, şahittir. İlim maluma, sebep sonuca tabidir.” (50 Kaaf, 21) “Yer ve göklerde bulunan bütün mevcutlar Allah’ı tespih eder. Her mevcut, sabit ve izafi olan vücuduyla imkândan, mümkün oluştan ve fani oluştan, Allah’ı tenzih eder. Mükemmelliğe götüren özel başkalaşımı ile aciz oluştan ve olgunluğunu ortaya çıkaramamaktan, tertip ve düzeni ile tüm eksikliklerden tenzihini izhar eder, ortaya çıkarır. Allah,  tüm mevcutları bir oluşuma zorlayan ve sonra da fani olup yeniden diriltmek üzere kahreden kuvvetler ile olgunlaşmalarını tertipleyen hikmetin, sahibidir. İzafi vücutların kaynağı olan zattır. İzafi vücutların imkân ve ihtiyaçlarının onda son bulduğu zattır. Her şey Allah ile mevcut ve Allah’ta fanidir, her şeyin evveli ve ahiridir. Sıfat ve efaliyle harici âlemlerde zahir olandır, var olandır, var olan varlıklardır. Zatıyla, varlıklarla örtünmesi sebebiyle, batındır.

Her şeyi bilir zira her şeyin mahiyeti, aslı, ilminin, aynıdır; o şey, bilinen suretlerinden bir surettir. Eşya suretlerinin tümü levha-i mahfuzdadır, saklı, giz’li levhada, yokluktadır. Suretlerle beraber, suretlerle nakşolunmuş olan levhanın mahiyetini, özüyle, ilmiyle bilir. Hakk’ın yokluktaki ilmi, zatının ilmiyle aynıdır. Allah sizinle görünür ve siz onunla mevcut olduğunuzdan, nerede olsanız O sizinledir.” (57 Hadid, 1-4) Biz kiminle!?

“Velayet makamına, Hazreti Cem'e uruc ile rücû, ancak Hakk’adır.” (67 Mülk, 15) “Gayrin girmesi haram olan evi, Hazreti Cem Kâbe’sini, Allah, insanlara, hakiki mevtlerinde, içinde yaşayacakları ve hayatı, kudreti ve diğer sıfatları ile halleri, durumları, iyileşecek bir mahal, yer, kılmıştır. Beka âleminde, bağışlanmış ikinci vücut ile hakiki hayatta kıyam ettiğiniz zaman, gaip ve şahadet âlemlerinde eşyanın hakikatini bilen Hakk’ın ilmiyle bilirsiniz.” (5 Maide, 97) “Ben, «ayn-i cem'» de cemi-i sıfat ile mevsuf olan «Zât-ı Ehad’e» davet ederim. Belki ben;  «Allah ile benden faniyim»  bu nedenle,  yoluna davet eden O'dur. Bu yola yalnız ben davet ederim ve bu yolda bana tâbi olanlar davet ederler ve her kim ki buraya davet ederse, o bana tabi olandır.” (12 Yusuf, 108) “Basireti arayan talipleri terbiye ile zekâtı veriniz ki, bu, halinizin şükrü ve makamınızın ibadetidir. Ve bunu nefsinizden görmeyerek Allah ile olmak, Allah’ın ahlakıyla ahlaklaşmak suretiyle, işbu irşatta Allah’a yapışınız. Allah’a dayanınız. Hakikat ile istikamet makamında Mevlâ’nız ve imdadın devamı ile irşatta yardımcınız ancak o Allah’tır. Allah, ne güzel Mevlâ, ne güzel yardımcıdır.” (22 Hac, 78)

“Belki insan, kendi nefsi üzerine delil ve ispattır. Nefsinin amellerinin bekası, zatında kökleşmesi ve ‘güzeli gören göz’ gibi sıfatı azasının sureti olarak kendi ameline şahittir,  hariçten bildirilmeğe gerek yoktur.” (75 Kıyamet, 14)

“Sema’ya tekrar tekrar nazar edin,  bakın,  her açıdan bakın,  görülmesi düşünülen, talep edilen, beklenen şey görülmez. Faydası yok, usanıncaya kadar tekrar et, gör, hakikat rücu eder, eninde sonunda ortaya çıkar. Çünkü fikir kaynar ve dolaşırsa, yerinde durmayıp gezer ve evrenin çeşitli açılardan görünüşü düşünülürse; bir yerde durmayıp gezilirse, çeşitli açılardan bakılırsa; sema, her açıdan farklı görünmez. Fikirlerin çatışması ve incelemenin tekrarı, hakikatin ortaya çıkmasına sebep olur. Semada çatlak, yırtılma bulunamaz, nazar ediş ve inceleme devam ettikçe beklenen, umulan görüş bulunamayınca, nedametten başka bir şey ifade etmeyince, aynı beklentiyi devam ettirmekten çekinilir, imtina edilir. Evrenin imtina edilen, beklenen görüş gibi bir vücudunun olmadığını kabul etmek çok zor olur.” (67 Mülk, 4) Her nereden bakılırsa bakılsın, evren, bakılan açının merkezinden, büyük patlama olmuşçasına, bakılan nokta, evrenin merkezi gibi görünür.  Görülmesi tahmin edilen şey görülmez, tahminlerde pişmanlık duyulur, nedamet gösterilir. Bir balonun yüzeyinde bulunan galaksilerden bakılıyor gibi, balonun yüzeyinde duruyor gibi, evrene bakıp bir görüntü tahmin edilir ama evrene her noktadan bakışta aynı şey görülür, Büyük Patlamanın merkez noktasından bakılıyor gibi görünür.

Evrenin her noktası, evrenin açılımının, uzayın genişlemesinin merkezidir. Her nokta merkezdir, evrenin merkezidir. Her kes, bakmasını ve incelemesini bilen, her insan, evrenin merkezidir.

Umarım, Allah ile kendimizden fani olup, Allah’ın ilmiyle bilir, olacakları görebiliriz!

                                   Necdet Altınay 04022023

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Evliya Olgunluğu,

Fatiha suresi, Kuranın özetidir. Müslüman olduktan sonra yüzünden okunan duanın, Müslüman olmak için tersinden okunması önerilir. Böyle okuma sırasında önce ‘Ben’ diye başlar dua, ortasında ‘seninle, senden, sana, sığınır; seninle sana ibadet ederiz’ denir ve en sonunda ‘O’, ben yoğum sen varsın, diyerek bitirilir. Son bölümde, ‘Sadece Rahmanî, genel, madde âleminde veya sadece manevi âlemde kalanların değil, kendilerine rahimsi, özel, nimetler de verilen, evvelde, ahirde, zahirde ve batında, Hakk’ı Şuhut edip, şahit olup, Hakk’ın baki yüzünü müşahede edip, görüp, fani vücutları gaip olan Nebinin, sadığın, şühedanın ve evliyanın, yollarına ilet bizi’ denilir. ‘Kuranı öğrettim, insanı inşa ettim’ ayetleri gerçek olur, insana bahşedilen, ‘Bilgelik’ sıfatı duanın kabulüyle gerçekleşir.

“Kaza, Belâ, Allah’ın bir kamçısıdır, halktan kesilip Hakk’a teveccüh etmeleri, kullarını zat-ı ilâhîyesine sevk, için; en çok enbiyaya, sonra evliyaya, sonra onlara mümasil olanlara yöneliktir.” (3 Ali İmran, 154) “Siz şeytan ve evliyasından değil sadece benden korkunuz.” (3 Ali İmran, 175) “Evliya, Allah'ı, Allah onları sevdiği için sever. Nimet verdiği için veya korktukları için sevenler nimet vermediği veya korkmadıkları zaman sevemez. Sıfatları için sevenler, sıfatlar değişince sevemez. Amma Zat muhabbeti, Zat’ın bekasıyla bakidir. Tecellinin değişmesiyle değişmez, Zat'ı seven, lütuf zamanında Lâtifi sevdiği gibi, kahır zamanında Kahhar’ı da sever. Aralarında fıtri münasebet ve ezeli muhabbet rabıtası ve zati cinsiyet olduğundan, o kavim, müminlere de tevazularında sevgi ve merhamet sahibidir ve gayet yumuşaktırlar.” (5 Maide, 54)

“Allah’ın evliyası öyle kimselerdir ki, imanı hakiki ile iman ederler. Bekada, benliklerinin zuhurundan sakınırlar.” (10 Yunus, 63) “Kubbelerim altında benden gayri kimsenin bilemediği evliyalarım vardır. Onların şanları, kendileri, Allah’ta helak olmuştur.” (18 Kehf, 21) “Enbiya ve evliyanın gazabı, Hakk'ın sıfatı onlarda zahir olduğu içindir.” (20 Taha, 97) “Kemale erenlerde parlayan nur, asılda parlayan sabit istidat nuru üzere zait olan bir nurdur ki, güya kat kat olmuş nurdur. Allah her şeyi bilir, evliyasına, yardım ve hidayetiyle, bildirir ve keşfettirir.” (24 Nur, 35) “Evliyalar, Benim gayrime ve gayrimin ispatına iltifat etmeksizin, beni tevhit eder. Ve hiç bir şey'i Bana şerik kılmazlar.” (24 Nur, 55) “Allah’tan gayri evliya dostlar edinenlerin misali, zayıf ev yapan örümcek misali gibidir. Uhrevi muhabbetin kaynağı, Zatın Birliği ve İlahi Muhabbettir.” (29 Ankebut, 41) “Resul; müminlere nefislerinden evlâdır. Çünkü Nebi;  «müminlerin hakiki vücutlarının ve olgunluklarının kaynağıdır.» Ve evvelden olan kutsi idrak istidadının ve sonradan olan kutsallık idrakine dayanan olgunluklarının kaynağıdır. Böylece Nebi, müminlerin hakiki babasıdır. Fıtratlarında müminler ile Hak arasında vasıta ancak odur. İlk yaratılan nur onundur. Onsuz, Hakkın feyzi, idraki, müminlere vasıl olmaz, kurtulmuş olamazlar, necatları ancak onda fena iledir.”  (33 Ahzab, 6) “Enbiyayı vahiy ile evliyayı ilham ile elçiler kılmıştır. Teorik, kuramsal, akıl ile pratik, uygulamalı, akıl insanın iki kanadıdır. Anlama, görme, hareket etme hayvani nefsin üç kanadıdır.” (35 Fatır, 1) “Sen, bil külliye, Allah'ta fani olduğun için ne zatın, ne sıfatın, ne fiilin ve ne de dinin vardır.  Eğer bunlardan birisi mevcut olsa hakikatte din halis olamaz.”  (39 Zümer, 3)

 

“Rahmani, genel, rahmet, bütün eşyaya vücut vererek ve özüne olgunluğu yerleştirerek eşyanın tümünü kapsar. Evliya, genel rahmete, zatın tevhidine ve gerçek olgunluğun idrakine sahiptir. Muhammed'ine mahsus rahimsi, özel, rahmet ile de mevsuftur, vasıflıdır.”  (41 Fussilet, 2) “Eğer Allah dilemiş olsaydı, kadere binaen insanların kâffesini, tümünü, fıtrat üzerine millet-i vahide, hepsini muvahhit, tevhit eden, kılardı. İşi hikmet üzere bina ederek,  bazısını muvahhit,  adil,  bazısını da müşrik ve zalim kıldı.” (42 Şura, 8) “İstidat ne derece kuvvetli olursa, başlangıçta, o nispette nefsanî sıfatı kuvvetli olur. Aydınlanmanın parlaklığı karşısında sıfat kalmaz, saklanmak mümkün olmaz, çok evliyayı böyle yakmışızdır.” (50 Kaaf, 36) “Evliyasına, sema ve arzdan tecelli eden Zat-ı ecel, yüce ve âlâdır. Allah, her şeyde hazır ve zahir, evliyasına her zerrede tecelli edendir. Bunun için iman eden,  iman etmiş,  inkâr eden inkâr etmiştir.” (85 Büruc, 9)

Kuran, insana var olduğunu zannettiren en önemli üç hususun ‘Efal’, ‘Sıfat’ ve ‘Zat’ olduğunu söyler. Şöyle ki, ‘varım, çünkü istediğim gibi hareket ediyorum, yiyor, içiyor, tutuyor, geziyorum’ der. İkinci olarak, ‘çok çeşitli sıfatlara sahibim, ana, baba, evlat, eş, meslek sahibi, iyi, kötü davranışlarım var, güzel, çirkin, sıfatlarım var’ diyebilir. Son olarak da, ‘bir vücudum var, maddi ve manevi benliğim ve kişiliğim, kimliğim, zatım vardır’ der.

Anadolu Halkından duyulur, ‘Gökten iğne düşse, gayriye değmez’, ‘Halk, aynen Hak’tır’, ‘Fail, Hak’tır’, ‘Mevsuf, vasıfları olan, her sıfatla sıfatlanan, Hak’tır’, ‘Mevcut olan Hak’tır’.

Ayetler de tüm bu deyişleri teyit eder. ‘La havle ve la kuvvete’ hiç kimsenin kuvvet ve kudreti yoktur, tüm kuvvet ve kudret Allah’a aittir. Tüm isim ve sıfatlar, ‘esma ve müsemma’, Allah’ındır. Her mevcut olan, Allah’ın vücuduyla mevcuttur, O’na muhtaçtır.

Bilimsel ve teknolojik bilgi ve buluşlar da tüm bu fikirleri kanıtlar. Evrende bilinen başlıca kuvvetler ‘elektrik, manyetik ve elektromanyetik’ kuvvetlerdir. Bilim insanlarınca kanıtlanmıştır ki, nasıl oluyor bilinmiyor ama kuvvetlerin Higgs bozonu içinde toplanmasıyla ‘madde’ oluşuyor. Kısaca, insan, madde ve manasıyla, kendisini de oluşturan hiçbir kuvvetin sahibi değildir. Aslında ne bir hareketi, efali, ne de bir isim veya sıfatı üstlenebilir. Ayette denildiği gibi “İnsan, Allah’ın hayatıyla hay yani diri, ilmiyle âlim, nefsiyle kaim, vücuduyla mevcuttur.” (2 Bakara, 255) Ayrı bir varlıkmışçasına var olduğunu iddia etmesi tamamen bir ‘zan’dır. İnsanın, ‘zan’larından kurtulması tam bir imandır!

Evliya, kendisinde Allah’ın tecelli ettiği insandır, her insanın amacı ‘Evliya’ olmaktır!

Umarım, Kuran’dan Tevhit İlmini öğrenip idrak ederek, amacımıza ulaşabiliriz! (1)                                                                           Necdet Altınay 18032023

(1)   http://necdetaltinay.blogspot.com/2023/02/insan-olmaldr.html

 

Rahim’si Büküm

Rahman, genel, Var Olan, Vücut; Rahim, özel, oluşan mevcut, cezbe, çekim, kuvvetlerdir. Bilimsel açıdan, Evrende, Elektrik, Manyetik ve Elektromanyetik olarak başlıca üç Enerji kuvveti vardır. Kuran’da da buna paralel ve karşılık üç Rahimsi kuvvet, sırasıyla Gazap, Şehvet ve Nutuk kuvveti vardır. Kuvvetler, Yokluktan, Mana âleminden, Madde âlemine geçiştir. Aydınlık, parlaklık ve nur olarak bilinen ‘Işık’ üç kuvveti de kapsar. Dinde tüm kuvvetler de Ruhun Nurudur, Hakk’ın gölgesidir. Bilim, ‘Işık, Kuvvetler, Higgs Bozonu içinde toplaşır madde oluşur’ der; ayetler de, ‘İnsanların, izdiham eden kuvvetlerle temessül ve tecessüm edip bedenleştiğini’ açıklar. (1) Görelilik Kuramına göre Dünya, Ay’ı elastik bir lastikle çekmez; oluşan kütle, uzay zamanı büker, Ay, düz çizgide hareket eder ama Dünya bu çizgiyi büktüğü için Ay, Dünyanın etrafında döner. Benzer şekilde oluşan Nefsanî kuvvetler, kalbi çeker, istila eder. (2) Bu kütle ve bükümler, zahirde, Güneş her ikisini yutunca, enerjiye dönüşür. Kalbe, Ruh Nuru intişar edip, Hakikat Güneşi doğunca, Batında da, zanlar kalkar, Hak zahir olur, Hak’tan gayri, ne insan kalır ne de çekim!

“İşte böylece Allah, dilediğini halk eder. Yani, cezbe ve keşif ile mahbupların, sevilenlerin ve bazı muhiplerin, sevenlerin, hallerindeki gibi talim ve terbiye olmaksızın, kendisine kalp makamını bağışlar, nefsin çekiminden kurtarır.” (3 Ali İmran,  47) “Kuran'ı dinlemekle kendilerinde ümit uyanır, cezbeye kapılırlar. Vecde, kendinden geçişle ve tevhit ile Hak yoluna girmeye soyunurlar.” (6 Enam, 51)

“Dinleyenin dinleme iradesi, konuşanın kelâmını cezp eder ve dinleyen kimselerin kabulü,  söyleyenin sevincini artırır ve kelâmın da açılmasını sağlar.” (11 Hud, 12) “Uhrevî nasipleri peşinden gidenlere, dünyada da bir şey noksan kılınmaz.” (11 Hud, 15) “Kalp, akla dayalı delillerle tezekkür ederse, ruha ulaşır, ruh nuru zuhur eder ve kutsal nur kalbe doluşur. Bu durumda, nefis,  kalbi kendi cihetine cezp eder ve kalbi istila ederse, kalple çekişirse, ruh nuru, nefsi de kalbe tâbi kılar, sonra kalp vasıtasıyla nefiste de nur, zuhur eder. Kalbin nuru ile nurlanmak ve makamına ulaşmak için, nefis, kalbe âşık olur. O takdirde nefsin bütün kuvvetleri etkilenir, tabii kuvvetler bile etkilenir.” (12 Yusuf, 25, 29) “Abdin fenayı talep için sır makamında münacatını işitici, istidadının kuvveti ve Şuhut, şahit olma, mahalline teveccühünü ve kuvvet-i muhabbet ve kemal-i şevk ile ona incizabını, cezp edilişini, görücüdür.” (17 İsra, 1) “Âdemoğullarını nutuk ve temyiz, ayırt etme, akıl ve ilim sahibi olmakla takdir ettik. Ayrıca ilim ve bilgilerin en güzeliyle rızıklaştırıp tüm mahlûklara üstün kıldık.” (17.70; 2.30) “Nutuk kuvveti, ruhun nurunu, ilmin idrakini, içeren, manayı kavrama ve anlatma kuvvetidir. İlahi ilmin tümünün, Hakk’ın gölgesi olduğunu, göklerdeki ve yerdeki her mevcudun, bu gölgenin uzatılmasıyla vücut bulup kudret ile halk edildiğini inkâr ederler.”  (17.98)  “Onlar ağızları mühürlenmiş ve nutuktan acizdirler, söyleşemezler.”  (28 Kasas, 66)  “Zira hiç bir şey nutuktan hali, muaf değildir.” (41 Fussilet, 20, 21) “Nutuk sizin bedenleriniz arzında ve lisanınız üzere zahir olmuş olan mütekellimi hakikînin sıfatlarından bir sıfattır. Hakk’ın nuru size işrak etmiştir,  manası kalbinize doğmuştur.”  (51 Zariyat, 23)

“Ta ki süfli yöne çekimden, ortaya çıkan ortamdan, tövbe ve istiğfar suyuyla yıkanıp temizleninceye kadar, namaza yaklaşmayınız.” (4 Nisa, 43) “Allah’tan başka kimsenin kuvvet ve kudreti yoktur.” Kuvvetler, var olan her şey ve herkesin temelidir. “Ey ilmî imanla iman etmiş olanlar, siz gaflet uykusundan kalkıp hakikî münacat ve huzur ve Hakk’a teveccüh, yönelme, namazına niyet ettiğiniz vakit, yüzlerinizi yıkayınız. Yani, kalplerinizin nefsinize bakan yüzlerini, aslında temiz ve temizleyici güzel ahlâk koşulları, edep ve terbiye ilimleri suyu ile nefis sıfatları pisliğinden temizleyiniz. Ve ellerinizi, yani kudret ve kuvvetlerinizi, şehvetleri tatminde kullandıklarınızı, maddelere meyil etme pisliğinden, dirseklere kadar, yani kuvvetlerinizin hukukunu ve yararlarını idrak derecesine kadar temizleyiniz. Ve ruhlarınızda, dünya muhabbeti ve âlem-i süfliye teveccüh, yönelme, sebebiyle hâsıl olan, kalbin kederlenmesi ve tagayyür etmesi tozunu,  hidayet nuruyla silkiniz. Genelde ruh, taalluk sebebiyle kederlenmez, belki ruhun nuru, kalpten hicapla uzaklaşırsa, kalp zulmette kalıp kararır. Ruh nurunun intişar etmesi veya yayılması için, kalbin ruh tarafına gelen âli cihetinin cilâlanması kâfi gelir. Zira kalp ikiyüzlüdür. Bir yüzü ruha nazırdır, bakar ki, bu ayette o yüze baş demekle işaret olunmuştur. İkinci yüzü nefis kuvvetlerine nazırdır, o da ayak ile işaret olunmuştur. Ve ayaklarınızı yıkayınız, yani tabii bedensel kuvvetleriniz açısından, lezzetlerde ifrat ve şehvette düşkünlük tozlarını gidermekle temizleniniz. Bedeni, ayakta durabileceği bir itidal derecesinde temizleyiniz.

Bu beyana göre lezzetlerde ifrat ve şehvette inhimak, düşkünlük, etmiş olanlar,  kalplerinin kendileriyle huzur ve münacata, dua etmeye, müsait olabileceği bir safhaya dönüşüne kadar, tabii kuvvetlerini riyâzât ve ahlâk ilimleri suyuyla yıkamağa muhtaçtırlar. Ve lezzet ve şehvet dalgınlıkları, itidale yakın olanlara ise yalnız silmek kâfi gelir. Eğer sizler cünüp, yani ulvî yöne yüz çevirdi iseniz ve tamamen süflî yöne cezp edilme, çekilme ve nefse meyil ederek Hak’tan uzak oldunuz ise derhal örtünmeyi ve uzaklığı gerektiren karanlık ortamdan ve çirkin sıfattan, külliyetinizle, tamamen, temizleniniz. Allah, rahmetiyle, sizin üzerinize meşakkat, güçlük ve darlık kılmayı murat etmez. Ve lâkin sizi nefsanî sıfatlardan temizlemeyi murat eder. Ve beklenir ki, sizler fenadan sonra beka zamanında istikamet ve adalet hakkıyla kıyam sebebiyle, kemal nimetine şükür edersiniz.” (5 Maide, 6)

Umarım biz de cezp edilir, vecde içinde kendimizden geçer, Allah’a vasıl olabiliriz!

                                                                                  Necdet Altınay 02042023

(1)     http://necdetaltinay.blogspot.com/2017/10/temessul-ve-tecessud.html

(2)     http://necdetaltinay.blogspot.com/2017/06/hayatn-kuvvetleri.html

 

 

 

            Salih Amel

 

            Her mevcut, belirli amaçla yokluktan var olur. İnsan da Hakka rücu etmek üzre yaratılır; esveli safiline, tabiatın, bedenin, çukuruna, rahme hubut eder, iner. Amacı, hidayet ile Allah'a vuslattır, yücelmektir. İyi, doğru, dürüst gayretlerle, say, çalışma, kanununa göre, salih amel ile olgunlaşmasını tamamlar. Sırat köprüsünden geçer gibi seyri süluk, Allah yolunda olgunlaşma, sürecinden, geçmesi beklenir. Bu yolda ve Hak yönünde gidilirse yaşam cennet olur; tersine gidilirse, yaşam, öne çıkarılan, vesvese, zorluk ve engeller nedeniyle, cehenneme döner. Fıtratına ve genlerine yazılanların hayata geçirilmesi için donatılmış olan insana verilenler, doğru yönde, salih amelle gidilirse, yardımcı olur. Nefis, önce bedensel gelişimi tamamlar sonra kendi sırrına erer. Kuran ilmi ve Resulün uygulama örneğine uygun, kâmillerin rehberliğinde de, hubuttan hidayete erişilir. (1)

 

            "Habibim, Kuran, sana indirilmiştir ve has kullarımıza senden miras kılınmıştır. Bu kitaba ancak senden ve senin vasıtan ile vasıl ve varis olunur. Bu kullara, bu son ve mükemmel kemal ve istidadı veren sensin. Bunların sair ümmetlere nisbetleri, senin sair enbiyaya olan nisbetin gibidir." (35 Fatır, 32) "Kuran, müminlere, çeşitli lütufları nimet olarak verir, inanmayan, perdeli mahçuplara da çeşitli kahırlarla, zorluk çıkararak hidayet eder. Vasıl olanları ifna ile galip olan kuvvet sahibidir ve vasıl olanlara beka zamanında sıfatıyla in’am eden, nimet veren, nimet sahibi, O'dur." (34 Sebe, 6)

"İlim uygulanmak ister, ilim amel ile ortaya çıkar, görünür, amaca ulaşır. Salih amel, ilim merdiveninin basamaklarıdır, Allah'a yüceltir. ilim uygulanmaz ise kaçar, göçer, unutulur. (35 Fatır, 10)

 

            "Habibim de ki: Bilenle bilmeyen bir olur mu? Nefis makamında alim bilir, muti, tatmin olur, cahil bilmez kâfir olur, bilseydi gayrile Haktan mahçup olmazdı. Vehim ve tahayyül kısırlarından safî olan akıl sahipleri, Kitaptan nasihat alır." (39 Zümer, 9) "Hakiki ilim ve aynî ile iman eden, kendi sıfatlarından soyunup, tezkiye ve tasfiye ile Allah'ın sıfatlarıyla sıfatlanıp salih amel işleyenlerle, Rahman, dostluk ve muhabbet eder." (19 Meryem, 96) Kutsal Hadise göre "Kulum bana, ben onu sevene kadar yaklaşırsa, işittiği kulağı, gördüğü gözü ve tuttuğu eli ben olurum." "Eğer bir kul Allah'a yönelirse , Allah da, kullarının kalplerini o kula yönlendirir." "Hamd ü sena, methetmek ve övmek, Allah'a aittir. Kitabı, Habibinin kalbine indirerek, Allah Resulüne hamd etmiş, onu methetmiş ve Resül, karşılığında, 'Elhamdülillah' demiştir. Hak, kâmil kulunu Kayyum tayin etti, yani emrettiği gibi istikamet tayin etti. Ehli fena muvahhitlere karşı olan zahirî kahrın, batını lütuftur. Kahır ile Lütufun gölgesi Gazap ile Şehvettir, kahrı sonucunda, Şecaat ve İffete dönüşürler. Böylece kulun imanı tam ve ameli salih olur." (18 Kehf, 1,2) "Bildiği ile amel edeni, Allah, bilmediğine varis kılar. İlmen yakın olana, aynen ve Hakkel yakın derecesi verilir. İlim ve fazilet sahibi salih kişileri, Kalp cennetiyle müjdeler." (19 Meryem, 76)

"Dünya ehli, faniyi baki, kötüyü iyi, madumu, olmayanı, mevcut, şerri hayır addeder, onlar, hata ve batıl ehli yalancılardır. İlahi emirlere vakıf olmadan, gafletten henüz uyanmadan, yapılan günahları, Allah affeder. Şirki imana, rezaletleri faziletlere tebdil eden, çevirenler, hakiki tövbe ile Allah'a dönmüş olur." (25 Furkan, 70-72)

 

            "Beden ve organlarının gelişimlerini tamamlamadan, Nefis, kendini geliştiremez. Bedenin gelişimini bitirdikten sonra Nefis, kendi olgunlaşmasıyla ilgilenebilir, Nefsin basireti açılır, fıtratı ve istidatı zahir olur. Beşiğinde gaflet uykusundan uyanır, yakaza, yarı uyanık, hale geçer. Böylece cevherinin kutsallığını anlar, amacını idrak eder. Fıtratının nurları işrak ettikçe, kalbine ruhun nuru doğdukça, olgunlaşma talebi, arzu ve isteği artar, şiddetlenir. Kutsal ruh, rüşdünü görürse, Nefsin hakikate ilişkin ilim ve hüküm mallarını vermeye başlar. Nefis, ebeveyni olan Ruh ve Bedenine verilmiş olan nimetlere şükür eder. Nefis, ruh ve bedenin sırrına vakıf olur, erişir ve kendi kemali zahir olur, görünür, mertebelerle yücelir. Bu nedenle anne babaya saygı ve ihsan vacib olur." (46 Ahkaf, 15) "Ruh İbrahim'ine Kalp İshak'ını ve Nefis Yakup'unu bağışladık. Kalbin hidayeti, bilgi kazanmak, keşiflerde bulunmak ve sırra ermekledir; Nefsin hidayeti, güzel ahlak, iyi ve doğru davranış, edeple, terbiye iledir." (21 Enbiya, 71-73) "İstidat ne kadar kuvvetli ve kendisinde mümkün ve gizlenmiş olgunluk ne kadar tam ise kurtuluş sıkıntısı da o kadar büyük olur. Nefsani ve bedensel akıl Nuh'unu, görkemli cismani madde denizinden kurtarmak güç olmuştur.” (21 Enbiya, 76-78)

“Sır makamındaki nazari akıl Davud'unu ve sadır makamındaki pratik, uygulamalı, akıl Süleyman'ını hatırla. Yırtıcı hayvani nefislerinden kurtulabilmek için ilim, idrak, güzel ahlak, edep ve terbiye, ibadetleriyle gayret göstermişlerdir." (21 Enbiya, 76-78)

 

            "Din, Tevhit, Adalet ve Ahiret İlmidir. Din, değişmeyen ilim ve uygulamadır. Şeriat ise değişen zaman, durum ve hallere ilişkin kaidelerdir." (42 Şura, 12,13) "Hakk'a vusul, ermek, kolaydır, ama Hak üzre beka, daim kalmak, istikamet ve ubudiyetle, kullukla, Hak'la Hakk'a sabretmek, çok zordur."  (103 Asr, 3) "İman edenlerden ameli salih olanları, faziletli olup iyilik edenleri, tevhitte fena makamına ulaşanları, nefis arzında halife kılacağız." (24 Nur, 55) "Üç tür Kıyamet vardır. Tabii Mevt zamanında, Nefis cennetinde, eserler bırakılır, iş ve işlemler ile iyilikler yapılır. İradî Mevt zamanında, Kalp cennetinde arzu ve istek duyulan güzel ahlak makamlarında sıfat tecellileri müşahede edilir. Mevti ekber zamanında, Ruh cennetinde, cemalini görmenin zevki yaşanır, fenafillah için Allah yolunda mücadele edilir. Hangi derecede iman ederse etsin, salih amel işleyenlerin efal ve sıfat günahlarını zat nuruyla örteriz." (29 Ankebut, 5-7) "Arzda, Yeryüzü Hükümdarlığını, Doğal Kuvvetleri, bunlardan soyunmuş olan İnsanlık Nüfuzunu, Halkedişin Olgunluğunu bilir. Semadan indirilen ilim, bilgi ve ruhani hakikatleri; semaya yükselen salih amelleri ve güzel ahlakı bilir. Semanın nurani olgunluğuyla rahmet edici; arzın zulüm edici hallerini bağışlayarak rahmet edicidir." (34 Sebe, 2)

"Arif olmayan alimin Allah'ı tasavvuru ile arif olan alime tecelli eden Allah arasında büyük fark vardır, tecelli haşyet uyandırır. (35 Fatır, 28) "Kemal, ilmî ve amelî olmasa, davet sahih olamaz. Sahih olsa da Allah'a, yani cemi sıfat ile mevsuf Zatına olamaz. Zira amel etmeyen bir alim davet ederse daveti, Allah ismine olur. Alim olmayan bir salih amel sahibi davet ederse daveti Gafürür Rahim ismine olur. Alim, amil ve arif kâmilin ise, Allah'a daveti sahih olur." (41 Fussilet, 33)

 

            Umarım, biz de fikir, zikir, şükür, salih amel ve haşyetle amacımıza ulaşırız!

 

                                               Necdet Altınay, 15042023

 

(1) https://necdetaltinay.blogspot.com/2023/03/evliya-olgunlugu.html

 

 

 

 

 

 

 

 

                İrfan Sahibi Kâmil

 

            İrfan, 'Bilmek, anlayış, tecrübe ve zekâdan ileri gelen zihnî kemal, olgunluktur'. İlim, her yönüyle bilmektir. İrfan ve marifet ise; çeşitli yönleriyle bilmektir. Fıtrî istidat eseri olarak, inceleyerek, tefekkür edip, bilmektir. Buna "İlmi Ledün" de denir. İslamiyet, ilim, irfan, şuhud, şahit olma ve zevk dinidir. İnsanın mesaisinden, «çalışmasından» gayri hiçbir şeyi yoktur. Allah, «Ben ins ve cinni bana arif olsunlar diye halk ettim» buyurur. İnsanın amacı, Hak'ka arif olmak, Hak'kı bulmak, Hak'kı bilmek, Hak'tan olmaktır.

 

            “Arzın yarılıp, çekirdekten bitki çıktığı gibi sizi de, rahimde, vücudun siyah madde denizinden, ters tutunan damlanın bedensel maddeden arınmasıyla, kurtarırız. Maddeden kurtulamadığı zaman, nefsin, madde fesadından helak olduğunu müşahede eder, görür, gözlemlersiniz. İman ederek, istidadınızda, genlerinizde, olan nuru, ilim ve irfanı, taşıp yayılan olgunlaşma nurunu, tasdik ederek, kabul edip uyarak, içinize doğan şeylere ikbal ediniz, uyunuz. Güzel ahlak ve tevhidin istidadınıza, genlerinize, delilleriyle konulması, kazınması ahittir, bu ahde uyulması da sizin ahde vefanızdır. Nurlu parıltılarla verilen ilim ve irfanı, nefsanî lezzet ve kazançlarla değişmeyiniz. Nefsanî sıfatlarla, ruhani bilgi ve aydınlığı karıştırmayın. Ruhani kuvvetler ve hisler, nefsanî kuvvet ve hislerden şereflidir. İnsan, ruh, ilim aleminden taşıp yayılan olgunlaşma nuruyla ilim, irfan sahibi olur. Nurun kalbinize dolmasını, nefsin lezzet ve kazancıyla değişmeyiniz.” (2 Bakara, 50)

“Mallarınız olan bilgilerinizin zekâtını, tabii beden kuvvetleri fakirinize veriniz. Siz, «ruh» Rab'binden «akıl» meleği vasıtasıyla «kalb» Nebi'sine nazil olan makûlat kitabını okuyunuz." (2 Bakara, 50) "Göklerde ve yerde olan mevcudatın tümü Allah'ın dinini kabul etmiştir. Her şey isteyerek, yalnız insan ve şeytan kerhen, istemeyerek, kabul etmiştir. Şeytan, isyanını, kabahatini, bilir ve kerhen iman eder ve küfrünün hakikatinin de Allah'ın iradesi ile olduğuna inanır, bu da ayni imandır." (3 Ali İmran, 83) Yalnız insanın, ilim ve irfan sahibi oluncaya, olgunlaşıncaya, kadar imanı tam değildir. "Herkes ve her şey Hakk'ın ilmi ile alim, fiili ile fail, vücudu ile mevcuttur; nefsi ile kaim, ayakta, hayatı ile hay, diri, kuvveti ile kuvvetli, gücü ile güçlü, kadri ile kadirdir; hükmü ile zayıf ve fakirdir. Herhangi bir kemâl, ilim, irfan yine Hakkın kemâli, ilmi ve ma'rifeti, bilgisi ile kâmil, âlim ve arif olmuştur." (28 Kasas, 70) "Allah’ı alim ve arif olanlar haşyet eder. Allah'ın azametiyle kendisine tecelli eylediği kimse, hakkıyle Allah’tan haşyet eder. Arif olmayan alime hasıl olan huzur tasavvuru ile arif olan alime sabit olan tecelli arasında çok büyük bir fark vardır. İlim ve irfanın mertebeleri hasebiyle haşyetin sayılmıyacak mertebe ve dereceleri vardır." (35 Fatır, 28) "Hak, Muhammed suretinde zuhur etmiş, zahir olmuş, görünmüştür. Bütün eşyaya vücut vermiş, özüne olgunluğu yerleştirmiş, ilim, irfan ve bilgelik sıfatını, Muhammet evliyasına özgü bağışlamıştır." (41 Fussilet, 1,2) "Cennette boş laf işitilmez, ilim, keşif, zevk ve vicdan, tevhid ve irfan suları kaynaklarından beslenen nehirler vardır." (88 Gaşiye, 10) Verilmiş nimetlerden yararlanın, onları kullanın, zikredip, şükredin.

 

            “Konuşabilmeniz, ayetlerimizi okuyup, düşünüp anlayabilmeniz, öğrenip anlatabilmeniz, kitabı ve hikmetini idrak edebilmeniz için kendi cinsinizden bir insanı size resul göndererek, Kuran'ı onun lisanında indirerek, sizi andığımız gibi, zikir olunduğunuz gibi veya hatırlandığınız gibi siz de daveti kabul ederek, uyarak, iradenizle itaat ederek, beni zikrediniz. Bana doğru yapacağınız yolculukta, idrakinizin artması ve nimetlerinizin bollanmasıyla, ben de sizi zikredeyim. Bana olan yolculuğunuza muhabbetle devam ediniz ve doğru yolda olduğunuza şükrediniz ki ben de irfanınızı ve muhabbetimi artırayım. Nimetleri alıp da nimetlerin kimden geldiğini bilmemek küfürdür.” (2 Bakara, 151,152)

 

            “Allah dostları, konuşma ve görüşmelerinde bilişirler. Biliştiklerinden, tevafuk, uyum ve uygunluk, içinde olurlar, zatlarından soyundukları için sevişirler. İrfan, anlayış ve idrakin sefasıyla sefalaşırlar, dünya ve ahret işlerinde yardımlaşırlar. Bu dostluk, canı gönülden olan samimi dostluktur. Bu dostluklar, Enbiya, Evliya, Şüheda ve Asfiyanın, olgun, kâmil insanların muhabbetleridir.” (43 Zuhrüf, 67) Dostluğunuz samimi, irfan ve idrak ile sefanız daim olsun.

 

            “Kuran, anlaşılsın diye Arapça olarak indirilmiştir. İnsanın yaratılışında vaat edilenler, kitapta tekrar edilmiştir. İnsanın, kitabın doğruluğuna şahadet etmesi, şahit olması ve onu okumaları beklenir.” (20 Taha, 113, 114)

“Hakiki mülk sahibi olan Allah'ın; kadri takdir olunmak ve mülkünde işi bozulmayacak derecede azametinin büyüklüğü sonsuzdur ki, hikmeti gereğince herkese hakkını verir. Habipim; hazinenin merkezinden «ledün ilminin» telâkkisi sebebi ile zevkinin amaç ve sonucundan dolayı, şevkin heyecanı zamanında Kuran'ın sana gelişi ve vasıl olmasıyla, hüküm olunmazdan evvel, Kuran ile acele etme. Zira ilim ve hikmetin nüzulü, inişi, senin terakki mertebelerinin tertibine uygun tertiplenmiştir. Ve sen, talep etmekten, ilim ve irfan kazanmaktan endişe etme! Zira feyiz, anlayış ve idrak sonsuzdur. Ve tasfiye, terakki ve tahliye arttıkça feyiz de artar. Çünkü ziyadesini, daha fazlasını, istemek, ancak hal duası ve fıtrî, yaratılış lisanı ile olur. Kabulün imkânından evvel talep ve sualde acele etmek ile değildir. Her ne zaman bir şey'i bilirsen ondan daha iyisi, çoğu ve gizlisi olan bir şeyi kabulün ziyadeleşir.” (20 Taha, 113, 114)

            İnsan, aslında ve esasında, ben doğdum diyemez, doğurulur; büyüdüm diyemez, büyütülür; okudum, öğrendim diyemez, okutulur, öğretilir ve eğitilir; reşit oldum diyemez, kendisine, 'sen artık reşit oldun' denir. Aslında hemen her şeyi verilmiştir, bir kısmı doğuştan genleriyle, bir kısmı sonradan çevresiyle verilmiştir ve 'farklılaşarak belirginleşip mükemmelleşmesi' için teçhiz edilmiş, donatılmıştır. Ruhanî, manevî aleminden taşıp yayılarak Tevhit İlmi halinde akan, ilim ve hikmet nüzulü, inişiyle oluşan, nehirde, akış yönündeki Sıratı Müstakimde, çabalayıp yüzerek ilerlediği 'Olgunlaşma Sürecinde' irfan sahibi olur, Hakkı bulur bilir ve Hak'tan olduğunun idrakine varır. (1)

            Umarım, irfan sahibi bir kâmil olarak, Hak'tan olduğumuzu idrak edebiliriz!

 

                                   Necdet Altınay, 26042023

 

 (1)   http://necdetaltinay.blogspot.com/2023/02/insan-olmaldr.html

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İlim Kaynağı Hayal

Bilim, ‘her obje, ilminin aynıdır’ der. Dr. S. Hawking, “Her obje bilimsel özelliklerinin deposudur, bilgisinin, ilminin taşıyıcısıdır, kütlesi kara deliğe düşse de bilgi asla kaybolmaz” der. (1) Bilim insanları, maddeyi oluşturan enerjinin, ‘yokluktan, boşlukta var oluş ve yok oluş’  gerçeğini, hayal edip, deneyip, gözlem yapabilir. CERN, İsviçre’de, yapılan ‘Bilimsel Deneye’ göre, boş bir ‘vakum’ ortamında, saniyenin dört kere milyarda birinde, 10-40ında, yokluktan boşluğa, pozitron-elektron çifti parlayıp çıkar, ‘var olur yok olur’,  kaybolur. Parlayıp çıkan parçacıklardan birinin ani şişmesi sonucu evrenin oluşması ise diğer bir bilimsel kuramdır. Çünkü evrende eksiler artıları, anti madde de maddeyi yok eder, kalan değer sıfırdır. “Yokluktan enerji var olabilir!” (2) İnsan ve insanlığın gelişiminde, uygulama alanında, ilim, ‘Bir arının ısı izini 500.000 km uzaktan algılayan’ James Web Teleskopunu geliştirmişse, ‘Hayal Etmenin’, ilim kaynağı olduğunu kanıtlamış olabilir! Hayalî ‘Sanal Dünyada’ dolaşırız. Hayalî ‘Yapay Zekâ’, insanı korkutur, insan medeniyetinin ‘İşletim Sistemi’ şifresini kırmış ve insanın, lisanını öğrenmiş, ‘Düşüncesini’ okumuştur! (3)

“Gördüklerinden de ibret alamazlar. Bu nedenle kalp ve ruh yönünden gelebilecek herhangi bir hayal, duygu ve bilgi, bedensel zevk ve lezzetlere düşkün olanlara tesir etmez, etkili olmaz. Oysa sema ve arzın halk edilmesinin amacı yeniden diriliştir. İlahi sıfatlardan mahrum kalışlarının nedeni, yeniden dirilişe inanmamalarıdır.” (17 İsra, 97, 98) 

“Sakfı merfu', levha-i mahfuza, saklı ve korunaklı levhaya, levha-i kaderden, suretler ve ahkâm nazil olan, sema-i dünyadır. Dünya semasına nüzulden, aşağı inişten, sonra cansız şeylerde, hululü, içine gizlice girişi ile ilim, şahadet âleminde zahir, aşikâr, olur. Bu da insandaki mahal-i hayal,  tasavvur merkezi,  mesabesinde olup mahıv ve ispat, var oluş yok oluş, levhasıdır. ‘Bahri mescur, Boşluk Denizi’, adı geçen ruh, ilim ve cansızlarla ispat olunan eşyanın tümünün zahir olduğu, ortaya çıktığı, göründüğü, suretlerle dolu olan heyuladır yani görkemli büyüklüktür.” (52 Tur, 5, 6) “Biz, inananlar için, ilmin kaynakları olarak,  görme,  işitme, dokunma,  tat alma ve koklamadan ibaret beş dış duyu. Adalet,  vicdan,  zekâ,  hayal ve fikir etme gücü olmak üzere beş de iç duyu. Ek olarak teorik, kuramsal akıl ve pratik, amelî, uygulamalı akıl, olmak üzere 12 vekil gönderdik. Herkes bir ilim üzerinde uzmanlaşır.” (5 Maide, 12) “İlim, hiçbir organ için gereksiz olamaz, hiçbir organ ilimden ayrı oluşamaz, ondan ayrılmış olamaz. Nefis tarafından karşı konulan,  gereksizliği düşünülen, gaflete düşülmesi mümkün olan, akılda kalmayıp çıkıp giden ve resmi yalnız hayal edilebilen ilim,  gerçek ilim değildir. Uygulaması olmayan ilim, gerçek ilim değildir. Böyle bir ilim kalıcı olmayan, çabuk kaybolan, tasavvur edilebilen, hayali bir ilimdir. Böyle ilim kalbi güçlendirmez, açlığını gidermez, doyurmaz. Âlim, ilmin ‘şey’ ile aynı olduğunu, ayrı ve gayri olmadığını bilendir. Her şey ilminin aynısıdır. Cahil, ilmin azalardan, organlardan, objelerden ayrı ve gayrı olduğunu zanneder, bu nedenle, inkâr eden, kâfirdir. Bu ayetten,  kuruntu,  vehim ve hayal kusurları olmayan akıl sahipleri ders alır.” (39 Zümer, 9)

“Çünkü zahirin kendisinden müteessir olduğu ilim ile tahakkuk etmişlerdir.  Vehim ile karışık olan akıllar, tezekkür ve bu ilim ile tahakkuk edemez ve bu ilmi hıfz edemezler, anlayamazlar.” (39 Zümer, 9) İlim kuvvetleri, yokluktan boşluğa, ‘Kalbe’, çıkar, ‘Maddeyi’ ve ‘Eşyayı’ oluşturur.

“Her şey,  o şeye özgü bir nazar olduğu için vardır. Herkes kendisine özgü bir nazar olduğu için vardır, bunun idrakinde olanlar, bu sırrın başkası için olmadığını bilirler.” (42 Şura, 38) Bilimin ulaştığı son güncel bulgu: “Gözlem yapan ile gözlenen birbirinden ayrılamaz.” Enerjinin dalga fonksiyonunun ancak insan gözlemi altında çöküp, parçacık özelliği göstermesi ilginçtir.  Ele alınan bu bilgiler ışığında, ‘bilgi’ler ve özelliklerin maddeyi oluşturduğu ve insana verilen akıl, fikir, hayal ve düşünme yeteneklerinin de “Bilinç” oluşturduğu, açıktır. İnsanın bilinçli gözleminin,  enerjinin dalga açılımını parçacık haline dönüştürdüğü gerçektir. İnsana bahşedilen bilinçli nazar, gözlemleme ve basiretin varoluşa büyük katkıda bulunduğu böylece kanıtlanmaktadır. “Yokluk, gizlenip sırlanarak, sır tutarak, izafî vücut bariz, apaçık olmuştur. Yokluk boşluk değildir, yoklukta, eşyanın ilmi vardır,  ilim ışık olarak görünür hale geçer. Nur, hariçte zahir olan vücuttan ibarettir.  Eşya ve görünen vücutlar, ezeldeki ilimlerinin açığa çıkmış halidir. Her mevcut bir ilimle görünür; mevcut, ilmin, bilginin, görünür halidir.  Her şey hak ile zahir olmuş,  görünmüştür.  İlmin görünür haline ‘gölgenin uzatılması’ denir. Yokluk, her şeyin, batındaki vücut hakikatinin sabit bulunduğu ‘levhi mahfuzdur’, ‘sırf yokluk’ değildir.” (25 Furkan, 45)

“Hakkın batındaki ilim hazinesinde vücudu olmayan bir şey asla zahire çıkamaz ve vücut bulamaz.  Her şeyin bilgisini içeren yokluk, sır tutarak, önce enerjiye ve ışığa sonra eşyaya dönüşür, görünür hale gelir. Eşyanın aslı ve esası, görünen maddenin hakikati, Hakk’ın, yokluk aynasındaki görüntüsü, gölgesidir. Gölge, güneşin varlığına, madde de Hakk’ın varlığına delildir. Bilinmelidir ki eşyanın mahiyeti ve görünenin hakikati, Hakk’ın gölgesi ve Mutlak Vücudun sıfatının işaretidir. Mevcutlar, nur ile hariçte zahir olur görünür. Mevcudat, ezeldeki ilmin izhar edilmiş halidir. Kütlenin, görünen enerji olan ışığın, maddenin hakikati, Hakk’ın ilmi, görüntüsü, gölgesidir.  Kütlenin hakikati bilinirse, kütlenin,  görünen ışık enerjisi olduğu ve Hakk’ın ilmi idrak edilir.  Mutlak vücudun ortaya çıkmış, görünür olmuş sıfatıdır. Her cisim ışır, ışık saçar, ışınım halindedir, hakikatini görünür kılar, enerji yayar. Sonra, ‘akıl güneşini’ Vücut gölgesine delil kıldık. Akıl delili, gölgenin hakikatinin, Vücut’tan farklı bir şey olduğunu doğrular, kanıtlar. Akıl güneşi delalet etmezse, gölgenin vücudu ile hakikati arasında ayrılık olmazsa, mevcut kendiliğinden var olmuş olur, Vücut, mevcut olur ki bu mümkün değildir. Bir ‘şey’ kendiliğinden mevcut olamaz. Mevcudun,  ilminden ayrı ve gayrı bir ismi,  cismi ve resmi olamaz ama farklılığa yalnız akıl şahitlik eder.” (25 Furkan, 45)

Akıl, Fikir ile Hayal Etme ‘Gücü’ önemli ilim kaynağıdır. İnsanlık, ‘Hayal’ ederek, ilmini geliştirmiş, mikro ve makro kozmozda ayrıntıları deneyip gözleyecek aletler geliştirmiş,  varoluşun ve evrenin sırrını çözmüş, Hakikat Güneşi ‘Eşyadan’ doğmuştur.

Umarım, hayal edip, eşyanın hakikatini, ilmi, idrak edip, Hakka ulaşabiliriz!

                                   Necdet Altınay 13052023

(1)     The Economist, Stephen Hawking's answer, Aug 26th 2015, BY D.J.P.

(2)     https://www.youtube.com/watch?v=FYf7af2tb5U

(3)     https://www.economist.com/by-invitation/2023/04/28/yuval-noah-harari-argues-that-ai-has-hacked-the-operating-system-of-human-civilisation

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hayal İle Halvet

Ayetlerin dedikleri ve bilimsel deneylerin gösterdiği gibi ‘Hayal’ henüz bilinmeyen yeni bilgilere ulaşmanın bir yoludur ve yöntemidir. (1) Araştırma ve Geliştirme, ARGE, uzmanları birer tefekkür uzmanıdır. Bilinenlerden bilinmeyenlere ulaşırlar. Öyle derin düşünür, tefekkür ederler ki kafalarındaki tüm bilinenleri atıp, beyinlerinde hayalî bir vakum ortamı oluştururlar. Böylece bu vakum ortamı ‘Boşluğuna’, ‘Yokluktan’ yeni bilgiler, ilim kırıntıları çıkıp gelsin isterler. Örneğin, E=MC2 diyen kişi bu formülü galaksiler arasında okumamıştır. Önce aklını bilinenlerden boşaltmış, tefekkür etmiş, derin düşünmüş hem de günlerce, sonunda sezgi, ilham gelmiş hatta vahiye ulaşmış olabilir. Bu durumu herkes yaşayabilir.

Âlem ile Âdem ikizdir denir. Âlemde olan her şey Âdemde de vardır. Önce havanın basıncını ölçen kişiler iki yarım küreyi birleştirip içindeki havayı boşaltarak vakum ortamı oluşturdular. Sonra CERN, İsviçre’de, vakum ortamı oluşturarak bu boşluğa yokluktan çıkıp gelip var olan yok olan elektron-pozitron çiftlerini gözlemlediler. Bunu Evrenin oluşumunu anlamak amacıyla yaptılar. Aniden oluşan uzay zaman birleşik vakum ortamına yokluktan var olup çıkan ve anında yok olan zerrelerden birinin ani genişlemesiyle evrenin oluştuğu kuramını geliştirdiler. İlk bakışta akla uygun gelmeyen bu halin doğru olabileceği makul görüldü. Çünkü evrendeki artılar ve eksiler veya madde ile anti madde birbirlerini götürdüğünde geriye ‘olamayacak’ bir şey kalmaz denmektedir.

Bütün dinlerde Namazın farz olduğu bilinir. Allah kavramı ile herhangi bir şey düşünülmez. Namaz, müminin miracıdır denir. Hakkıyla namaz kılan kendini veya çevresini düşünemez. Namaz kapsamında, kişisel bir vakum ortamı oluşturulduğu düşünülebilir. Aynı kapsamda, ‘Uzak Doğuda’ yapılan ve Batıya yayılan Meditasyonda da sistem aynıdır. ‘Mantra’ denilen herhangi bir anlam taşımayan bir kelime üzerinde odaklanarak bilinenlerden uzak bir vakum ortamı yaratılmak istenir. Meditasyon yapan kişilerin beyinsel elektromanyetik dalgalarını saptayarak ne düşündüklerini belirlemeye çalışmak istendiğinde düşünme aktivitesinin olmadığı görülmektedir. Sonuçta, meditasyonla, insanın yenilendiği hissine kapıldığı düşünülür.

Tasavvufta ‘Vuslat’ kavramı vardır, Hakkı bilmek, Hakka ermek, Hak ile buluşmak anlamlarını taşır. Tevhit ilmi, insanın kendini vermesini, kendinden vazgeçmesini ister. Anadolu erenlerinin ocaklarında Kuran ilmi öğretilir. Dervişlere alması gereken dersler verildikten sonra özümlemeleri beklenir ve uygulamaya geçilmesi önerilir. Bu amaçla ‘Halvete Giriş’ kavramı anlatılır. Halvetin kırk gün gibi uzun bir süreyi kapsadığı bilinir. Küçük bir hücrede, minimum ihtiyaçları karşılanarak, Dünya’dan elini eteğini çekerek, tefekkür etmesi beklenir. Atamızın tercüme ettirdiği Tevilatı Kaşaniye kitabında anlatıldığı gibi her insana ‘Benlik’ kazandıran ‘Efal-Sıfat-Zat’ kavramlarının aslında Allah’a ait olduğu ilmi öğretilir. Bu makamlar Fenafillâh makamlarıdır. Bunların yerine Hakkın efali, Hakkın sıfatları ve Hakkın zatıyla yeniden dirilmesi beklenir.

Kuranın bu makamları ayetlerde anlatılmıştır. Yeniden dirilişin Hakkın efal, sıfat ve zatıyla olabileceği öğretilir. Halvete giren kişinin tefekkürle oluşturduğu vakum ortamında Hakkın verdikleriyle, Hakka kavuşur. (2)

Bir hafta boyunca bireysel ibadetlerle Hakka yaklaşan Müslüman’ın Cuma namazından çıkışta, artık giren kişi olmadığı, Hakkın olanlarla çıkıp nasibini araması beklenir. Cuma namazında cem olunur, tevhit olunur, bir ve bütün olunduktan sonra Rahmanî rahim olarak, everenin bir tamamlayıcı zerresi olarak cumadan dağılması beklenir. Cuma namazında kişinin bireyselliği bırakacağı Cuma suresinde anlatılır. Benlik olarak bildiklerinin geride bırakılarak vakum ortamı halinde bir boşluk yaratılarak, evrenin yaratılışında olduğu gibi yokluktan varlığa geçiş kavramı açıklanır.

Önce din adamlarınca deneyimleşen hayalî halvet, sonra vakum odalarında bilim insanlarınca denenmiştir. Aynı kavram Âlem ve Âdem olarak makro ve mikro düzeylerde yaşanabilmektedir.

Umarım biz de hayal ile halvet ortamında ‘benlikten’ vazgeçerek, hakka kavuşabiliriz.

                                               Necdet Altınay 13052023

(1)     http://necdetaltinay.blogspot.com/2023/05/ilim-kaynag-hayal.html

(2)   http://necdetaltinay.blogspot.com/2023/03/evliya-olgunlugu.html

 

İyilik, Doğruluk, Güzellik,

“Âlemdeki bir yolculuğun tevili ve tefsiri, Âdem için de geçerlidir. Hz. Musa’nın Hızır ile yolculuğu, Âdemin kendinden Rabbine olan yolculuğu ile tevil edilebilir. Reşit biri, maddeden manaya, Nefisten Kalbe, yolculukla olgunlaşır. ‘Manevi Olgunlaşma İradesi’ gösterdiğinde kendisine manevî, Bâtıni, ledün ilminin tüm kutsal bilgileri, ‘Beşer’ aracılığı olmadan verilir, bu ‘İrade’, kişinin Hızır’ıdır. Olgunlaşmak, senden sana bir yolculuktur. Başlangıçta, Maddeye dönüklük ve ihtiyaç duyuş nedeniyle Sabredilmesi güçtür. Yaradılışta verilen güç, irade ve kararlılık sayesinde, ‘inşallah sabrederim’ denip yolculuğa başlanır. İyilik, doğruluk, güzellikten ayrılmadan, güzel ahlak ile yola çıkılır. Hakikate ulaşmak amacıyla, Madde ve Mana denizinde, Beden Gemisine binip yolculuğa başlanır. Bedensel ihtiyaç ve zevklere az önem verildiği için, eskisine oranla ihmal edildiği için, önce, Beden gemisi yara alıp zayıflamış zannedilir. ‘Gemiyi batırmak mı istiyorsun?’ denerek, ‘Bedensel zevklerden’ mahrum kalındığı için şikâyet edilir. Hak, hukuk, adalet ve vicdana uygun davranmak yeterli bulunmaz; doğru, dürüst, iyi olmakla yetinilmez. Olgunlaşma yolunda daha azimli ve kararlı olmak, iradesine hâkim olmak gerektiği hususunda uyarı ve teşvik görülür. ‘Hata ettim özür dilerim’ denerek ‘Hatayı kabul etme’ fazileti gösterilir. Aza kanaat edip  iyilik,  doğruluk ve güzellikle yetinince, her şeyin daha çoğunu isteyen Hayvani Nefis ölür. ‘Çocuğu niye öldürdün’ denilse de böylece, ‘Acımasızlığı’ ölüp yeniden dirilerek ‘Merhamete’, vahşi ‘Şehveti’ ölüp yeniden dirilip ‘İffete’, dönüşerek ‘Efal’ makamı geçilir.” (18 Kehf, 78)

“Kalp,  nefse acır,  önce nefsin isteklerini kabul edip arzularını karşılarken, nefsin iyiliği için, Nefis, disiplin altında tutulur. Bu, ruhsal bir tefekkürdür. Yine, hata, kabul ve itiraf edilir. Kalbe hâkim Nefisten, nefsin ram ve âşık olduğu Kalbe, ‘Sıfat’ makamına, geçilir.” (18 Kehf, 78)

“Kalp,  nefse hâkimiyet sağlayınca,  nefis kalesi fethedilince,  önceleri nefse hizmet eden, onun zevk ve ihtiyaçlarını sağlayan, beş duyumuz gibi, bedensel güçler topluluğu ile karşılaşır. Üzerine hakikat güneşi doğmakta olan kalp,  gerçeğin ışığını görmüş ve ısısını hissetmiştir.  Hakikatin,  sabır ve şükür gibi,  doyum olmaz zevklerini tadan kalp,  artık daha fazla ilim, adalet, iyilik, güzellik, merhamet, hoşgörü ister. Yeni fethedilen nefis kalesi ahalisinden, yani, görme, işitme, koklama, dokunma ve tat alma duyularından da ruhani kutsal gıdalar temin etmelerini ister. Bedensel beş duyu ise, kutsal aydınlanmaya, ilahi bilgiler elde edilmesine, manevi bilgiler sağlanmasına, cemal ve celal tecellisine katkı yapamayacağı gibi bunlara karşıdırlar. ‘Hayvani Nefsin’ kesilip kurban edilmesinden sonra, tatmin olmuş, kanaat eden, ‘İnsani Nefis’; madde ile mana, ruh ile beden arasında,  yeniden inşa edilmeyi bekler, ‘Sıfat’ makamından ‘Zat’ makamına geçilir. Hayvani nefis harabesinin ötesinde, inşa edilmeyi bekleyen bir duvar vardır. Hayvani nefis, sahibini hayvana yakınlaştırır, İnsani nefis ise sahibini Hakk’a ve hakikate yakınlaştırır. İnsani nefis duvarının onarımı, hakikate ulaşma amacıyla yapılan yolculuğun en önemli dönüm noktasıdır. Para, makam ve güç anlamını yitirir. İyilik, baskıyla, zorla, bir şey karşılığında olamaz.” (18 Kehf, 78)

“Fazilet, İlahî ahlakla ahlaklaşmak ve İlahi sıfatla sıfatlanarak nur âlemine çıkıştır. Sıfat perdesi açılır, Gaip idrak edilir, Allah’ta fenadan sonra, Allah ile hareket edilir. İnsanî nefisle, ilahi sıfatla, Kalp, Zülkarneyn, yolculuğu ile nur âlemine çıkılabilir.” (18 Kehf, 78)

“Bu vücutta Zülkarneyn; vücudun iki boynuzuna, yani Doğu ve Batısına, sahip olan ‘Kalp'tir. Biz Kalbi, Gönlü, mana ilminin ve bu ilmin uygulanışından ortaya çıkan hazine mallarının tümünü elde etmeye, birleştirmeye, Doğu ve Batıdan istediği yöne gidebilmeye yetkili ve yetenekli kıldık. Her gönlün, içinde bulunduğu olgunluktan, istediği herhangi bir olgunluğa erişebilmesi için en uygun yolları gösterdik. Zülkarneyn, «seyrifillah» ile bir yol tuttu. Maddi ve Manevi kâinatların arasında yüceldiğinde gördü ki “Asli makamı ve mertebesi” burasıdır. Doğu ve Batıda seyri ise, maddeye tenezzül ediş ve manaya yüceliş seferidir. İstediğini yapabileceği zaman ilk tercihi süfli âleme yönelmek oldu ve bedeniyle ilgilendi. İlk yolculuğu, güneşi izleyerek, doğudan batıya yaptı ve Ruh-Güneşinin kavuştuğu yeri gördü. İzleme ve inceleme sonunda, güneşin karaların ötesindeki denizden battığı gibi, ruhun da nutfe-cenin denen çamur ile karışık bir kaynak suyunda, karanlık cisim, rahim ile çok iyi bir uyum içinde bulunan ve bedenin maddesinden ibaret olan çamur ile karışık bir suda gurup ettiğini gördü. Bu su bir çukurda idi ve çukurun başında “Bedensel Nefsanî Güçler” ile “Ruhani Güçler” kavimlerini, topluluklarını gördü. “Ey Zülkarneyn, bu topluluklara istersen hazlarını ifa ile iyilik; istersen, perhiz, kahır, uzaklaştırma ile azap edebilirsin” dedik.” (18 Kehf, 83 -109)

“Zülkarneyn, ‘Şehvet, gazap, vehim ve hayaller ile geçimsizlik ve zorbalık yapanlara karşı güzel ahlak anlayışını getirerek azap edeceğiz’ dedi.” (18 Kehf, 83  -  109)

“Sonra, maddeden arınarak, Allah’a yücelme yolunu tuttu. Ruhun, yani ‘Hakikat Güneşinin’ doğuşunu gördü; bu Güneşin, adalet, vicdan, zekâ, hayal, akıl, fikir, sezgi, ilham ve kutsal güçlere doğuşunu gördü. Bunların, ruhun nuru ile aydınlanıp mananın tümünü idrak ettikleri için “Hakikat Güneşi” ile aralarında bir perde kılmamıştık. Zülkarneynin, ilim, bilgi, olgunluk ve faziletini biz ilim açısından kaplamışızdır. Yani, Kalp, tüm âlemleri kapsadığından, bizim gayrimiz kalbi kaplayamaz. Bu nedenle, Allah’tan başka, kalbin bildiğine vakıf olan bir mevcut yoktur. Onun için kalbe “Arşullah” denir. Yücelme yolunu tutan,  Doğuya giden kavimle, maddeyi seven Batıya giden kavmin yolları ayrılır. Aralarına, ‘Neden duvarı onardın’ dense de bir Set inşa edilmelidir. Bu set, şeraitin sınırı, hikmetli davranışa dayanan kalbin hicap duyması, ar, namus, ayıp, utanma, duygularıdır.  Zülkarneyn: Bu “Set yığını kanunu”, kul için emniyet ve beka açısından rahmettir, Fenafillâh ve Bekabillahı yaşatır. ‘Hâl-i Fenada’, «Kıyameti Kübra»  ve Hakk’ın zuhuru sebebiyle, o makamda; ilim ve hikmetin irtifaı, yücelmesi ve gayrin, fiilinin intifası, yok olması ve «Efal-i İlâhinin tecellisi» hâli vardır. Hâl-i Bekada’, «vucûd-i hakkani» ile icat, diriliş, vardır; Sur da nefiy olunur, üflenir ve kâffesini, tevhit, istikamet ve temkinde, nefisleri ile değil, Allah ile olmakta cem eyleriz. «Kıyamet-i Kübra» sahibine; kâfirlerin cehennem ateşinde yandıkları, zahir olur, görünür.”  (18 Kehf, 83  -  109)

            Umarım,  Olgunlaşma Yolculuğunda, Kalbimiz, Fena ve Beka hallerini yaşatabilir!

                                   Necdet Altınay 27052023

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Cihatla Vuslat!

Cihat, bilinçle, iradeyle, kalbin, nefisle yaptığı savaştır. Âlemin, Elektrik, Manyetik ve Elektromanyetik kuvvetlerine karşılık Âdem’in de, sırasıyla, Gazap, Şehvet ve Nutuk kuvvetleri vardır. Kuvvetler, ruhun, ilmin görünür halidir, verilmiştir, tüm fiillerin, iş ve işlemlerin kaynağıdır. Kuvvetlerin Doğal halleri vahşi olabilir. Örneğin, elektrik doğada şimşek ve yıldırımdır. Elektromanyetik kuvvet olan ışık, klorofil ile şekere dönüşür, canlılığı besler, Elektromanyetik top ise cisim fırlatır öldürür. Nutuk kuvveti de kötüye kullanılırsa Diktatör yaratır, helak eder, iyi kullanılırsa halkı cehaletten kurtarır, ilme, bilime, bilgeliğe yüceltir, Hakka ulaştırır. Kuvvetlerin, Âdem’deki en doğal hali bedendir ve nefistir.

“Nefis mücadelesi büyük cihat olarak tanımlanır. Savaşların en uzun soluklusu,  çatışmaların en kanlı geçenleri, kalpte yürütülen iyilik ile kötülüğün çarpışmalarıdır.  Bireysel çapta ve bir kalbin içinde yürütülen çarpışmalarda iyi sıfatlara karşı birleşen kötü sıfatlar,  iyilere karşı üstünlük sağlarsa,  birbirlerine düşerler.  Böylece mücadele de büyür, kalbe hâkim oluncaya kadar sürer. Nefsin, terbiye edilmemiş ilk hali, madde gibi katı ve zalimdir; şehvet ve gazap güçleriyle aklı ve kalbi emrine alır, menfaati için çalıştırır. Bedensel ve dünyevî her şeyi sevdirir, bencillik eder. Firavun-Emmare Nefis, aklı kullanarak, her şeyin daha fazlasını ister. Sahip olduğu şeylerin zevkini çıkarıp, lezzetine vararak bunları kalbe güzel,  akla makul, göstermeye çalışır. Karşı çıkma gayretlerini zulüm ile bastırır.” (22 Hac, 39,40)

“İnsanın, fıtratına kazınmış olan güzel ahlak değerlerinin kalpten sökülüp atılmasına karşı koyması,  mücadele etme isteğini gösterir. Bir anlamda, “Kendine yardım eden, Rabbine yardım eder. Sana savaş açanlara ve sana zulüm yapanlara karşı savaşmana izin verildi. Allah, kendine yardım edene yardım eder!” (22 Hac, 39,40). Akıl, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini ayırt etmeye, reşit olmaya başlayınca nefse etki edebilir. Nefsin kaprislerinin sonuçlarını gösterebilir. Benlik ve bencilliğinin, ruhanî güçleri ezdiğini ve üzdüğünü açıklar. İyi, doğru ve güzeli gördükçe, nefis de istediklerinin bunlar olduğunu anlar. Akılcı bilgilerin lezzetini alır, ruhtan kaynaklanan, ilim nehirlerinden akan sütün kalp çocuğu için daha iyi olacağını anlar. Kalp Çocuğunun iyi yetişmesi için teslim olur, kalbe ram olur, zulmünden vazgeçer. Bedensel nefsaniyet, canlılık, Âdem’in eşidir. Nefis, doğru yol olan seyri sülûktaki her tekâmül aşamasında, Ruh Âdem’e bir oğul, kalp çocuğu, verir. Levam etme aşamasında Hz. Musa’nın, mutmain aşamasında Hz. İsa’nın, mülheme, ilham alma, aşamasında ise Hz. Muhammet’in kalp çocuğu olarak verildiği rivayet edilir. 

“Seyr-i sülûk ile doğru yola girince yapılacak şey içinizdeki Hakk’a yaslanıp, sabır ile beklemektir. Rabbiniz size melek ve melekeler ile yardımcı olacaktır. Çıkmış olduğunuz yoldaki zorlu cihatta, mücadelede, karşınıza çıkacak üzüntülere sabredin ve ilahi rıza için Allah’a itaat edin, zorluklara dayanın, nefse karşı koyunuz. Ancak, Hakkın size kuvvet vermesi ve nuru görerek nurlanmak ve size sekine, huzur ve bu isteğin inmesi için, sabredin.” (3 Ali İmran, 125)

“Hakk’ın emrine karşı gelmeyin, menfaat ve ganimete meyletmeyin, nefis korkusundan sakının.  Nefsin,  ruh ve kalp sultanlarının zorlaması altında kırılması gerekir. Sabır, sebat ve onur, ruhun sıfatıdır. Hareket ve acı ise nefsin sıfatıdır.” (3 Ali İmran, 125)

“Ruhun gücü kalbe sahip olunca, kalbi nefse karşı korur. Nurun Zat’ındaki sevgi nuru ile kalp,  ruha âşık olur ve sükûnete kavuşur. Bu şekilde kalp, nefis kuvvetlerini yener, nefis sıfatlarının zulümlerini kovar. Ve nefis de kalbin nuru, idraki ile aydınlanır, mutmain olur. İşte o zaman rahmetle Ruh semasından ilmen yakin suyu iner ve kalp, bu nurla, ilmin idrakiyle, nefis kuvvetlerini yok ederek, ûrûc eder, yücelir; semanın meleklerine ulaşır ve tüm meleklerin kuvvetini ve vasıflarını indirir. Meleklerin inmesi, özellikle, dünyadan tamamen çekilip koparılarak yücelik yönüne tevekkül edildiğinde ve gazaba uğrandığında yardımcı olur. Ancak kalp, sabırsız davranıp acele eder, bağırıp çağırıp, korkuya yenik düşerse veya dünyaya meylederse, nefis kalbe galip gelir,  kahır ve istila eder, sıfatlarının zulümleriyle nuru engeller, yardım da kesilir, melaike de inmez.” (3 Ali İmran, 125)

“Ruh semasından aşk ateşi gelerek nefislerini yer bitirir ve ifna, yok, eder.” (3 Ali İmran, 181) “İstisna hükmüyle cennetten çıkmak öyledir ki saîdin, iyinin; «Ehadiyet-i zâtta-Zatın Tekliğinde» fenası ve  «sabahat-i cemâlde,  cemalin güzelliğinde»  aşk ateşiyle yanmasıdır. Ki bu yanma, «makam-ı müşahedede, gözlem makamında» Ruhun vücuduyla olmayıp, şahit ve meşhût, şahit olunan, Hak olmak ve gayrin, ayn ve eseri baki kalmamak derecesinde.” (11 Hud, 108)

“Gören göz,  işiten kulak, hatırlayan kalp-i beşer olmaksızın, «Şuhûd-i Zâtiy-i Ehâdî, Tek Zata Şahitlik» ile olandır.” (11 Hud, 108) “Akıl; ancak fıtrata hidayet bulabilir ve ancak bilgi bilebilir. Amma cemal nuruyla nurlanmak, cemalin idrakiyle aydınlanmak ve visal, vasıl olma, talebine şevk ve celâl ve cemâlin kemâline; belki cemalin celâline, güzelliğin şiddetine ve celâlin cemaline, varoluş şiddetinin güzelliğine, aşk zevkiyle lezzetlenmek, ancak hidayet-i Hakkaniye nuru, Hakkın yardımının idraki ile müyesser olunabilen, kavuşulabilen, bir iştir. Her ilim sahibi, apaçık şahit olan, değildir. İnsanların çoğu, kemâli, «Akılda olan ilimden ibaret» zanneder, aklı küllinin ilmini bilmez.” (12 Yusuf, 68) “Ruhul-kuddûs, kusursuz, noksansız, kutsal ruh, ilim, semasından, ilim suyunu inzal edip,  indirdiğinde, Kalp vadilerinde, sel halinde aktı. «İlim seli», «nefis arzında» «kötülük sıfatlarını» ve «rezaletler köpüğünü» oluşturur. Maarif ve keşifler, nefsin kemali olduğu için, nefis onlarla değer ve «fazilet kazanır». Nefsin yararlanması, bilgi ve hakikatler sebebiyle, hâsıl olan «faziletlerin doğuşunu» talep için «aşk ateşinde eridiklerinde»  bilgi ve hakikatler ve aşkı coşturan mana ve keşiflerde de,  «selin köpüğü»  gibi habaset vardır, aşırıya kaçılıp,  gurur oluşabilir,  benlik ve ikilik yaratılabilir.” (13 Rad, 17) “Vuslat yolundaki salik,  talip ve her şeyi bir tarafa bırakmış olan âşıklar, aşklarının hararetinden hiç bir zevkin kıyas olunamayacağı bir zevktedirler. Ve Rab’leri, onlara sıfat iyiliğinden ve derinden saf, bakiye ve benliğin zuhuru pisliğinden pak, sırf hakikî bir aşk şarabı, zat muhabbetinin lezzetli şarabını içirmiştir.” (1), (76 İnsan,  18, 21)   

 

Umarım biz de cihatta başarılı ve âşık olup vuslata, Tekliğe, Hakka, erebiliriz!

Necdet Altınay 10062023

 

(1)     http://necdetaltinay.blogspot.com/2022/07/askla-vuslat.html

 

   

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kıyasla Bilmek

Her şey diğeriyle kıyaslanarak öğrenilir, bilinir. Bu alanda Kuran’daki ‘Tagayyür’, ‘Her şey, farklılaşarak belirginleşip mükemmelleşir’, kavramı önemlidir. Kendi âlemimiz, dünyamız ve evrendeki her şey bu şekilde öğrenilir. Ama kendimizi bilmek için kıyas bir düzeye kadar geçerlidir. Özellikle, olgunlaşma sürecine, seyri sülûk aşamalarına, geçişten sonra kıyas yeterli olmayabilir. Kıyasla bilme artınca, kıyassız bilişle, ‘Kendini bilen Rabbini bilir’ aşamasına gelinebilir. Çünkü Allah’ın, ‘Resulümü ben bilirim, beni ise gayrisi bilemez’ kutsal deyimi geçerlilik kazanır. Allah, ilmullah, Allah’ın ilmiyle bilinebilir, bildirilirse eğer. Bildiklerimizle düşünebilir, düşündüklerimizi uygulayabilir olunca, tefekkür edip sezgilere ve ilhamlara erişince, akıl hikmete erince, vahiy bile alınabilir, ihsana, idrake ulaşılabilir.

Düşünür ve görüş sahibi olanlardan alıntı yapılır, o der ki bu der ki gibi duyulan, okunan fikirler paylaşılır. Kaynağından hayal, akıl ve fikir sahibi olunanlar anlatılırken öyle sorular sorulur ki sizin cevaplarınıza siz de şaşırabilirsiniz. Ağzınızdan çıkan fikirler okuyup duyduklarınız olmayabilir. Hatta ‘bunları ben biliyor olamam’ denebilir. Tefekkür ederek kaynağa ulaşmış olabilirsiniz. Emme basma tulumba misali, kaçan suyunuz dolunca, kaynaktan yeni ve taze su çıkarabilirsiniz. Çıkan bu fikirlere sahiplik edemezsiniz, işte bu ezoterik bilgidir, içinizden, derinliğinizden, kaynağından çıkmıştır. Böyle bilgiler sezgiseldir, ilham almışsınızdır, size verilmiştir, Hakkın ihsanıdır.

“Biz, inananlar için, ilmin kaynakları olarak,  görme,  işitme, dokunma,  tat alma ve koklamadan ibaret beş dış duyu. Adalet,  vicdan,  zekâ,  hayal ve fikir etme gücü olmak üzere beş de iç duyu. Ek olarak teorik, kuramsal akıl ve pratik, amelî, uygulamalı akıl, olmak üzere 12 vekil gönderdik. Herkes bir ilim üzerinde uzmanlaşır.” (5 Maide, 12) İlmin kaynağı Haktır, ilim, Hakkın gölgesidir!

Kuran, insana kendisinin var olduğunu zannettiren en önemli üç hususun ‘Efal’, ‘Sıfat’ ve ‘Zat’ olduğunu söyler. Şöyle ki, ‘varım, çünkü istediğim gibi hareket ediyorum, yiyor, içiyor, tutuyor, geziyorum’ der. İkinci olarak, ‘çok çeşitli sıfatlara sahibim, ana, baba, evlat, eş, meslek sahibi, iyi, kötü davranışlarım var, güzel, çirkin, sıfatlarım var’ diyebilir. Son olarak da, ‘bir vücudum var, maddi ve manevi benliğim ve kişiliğim, kimliğim, zatım vardır’ der. “İnsan, Allah’ın hayatıyla hay yani diri, ilmiyle âlim, nefsiyle kaim, fiiliyle fail, sıfatıyla mevsuf, vücuduyla mevcuttur.” (2 Bakara, 255) Kişinin, ayrı bir varlıkmışçasına var olduğunu iddia etmesi bir ‘zan’dır. İnsanın, ‘zan’larından kurtulması tam bir imandır!

Ayetlerin dedikleri ve bilimsel deneylerin gösterdiği gibi ‘Hayal’ henüz bilinmeyen yeni bilgilere ulaşmanın bir yoludur ve yöntemidir. (1) Araştırma ve Geliştirme, ARGE, uzmanları birer tefekkür uzmanıdır. Bilinenlerden bilinmeyenlere ulaşırlar. Öyle derin düşünür, tefekkür ederler ki kafalarındaki tüm bilinenleri atıp, beyinlerinde hayalî bir vakum ortamı oluştururlar. Böylece bu vakum ortamı ‘Boşluğuna’, ‘Yokluktan’ yeni bilgiler, ilim kırıntıları çıkıp gelsin isterler.

Örneğin, E=MC2 diyen kişi bu formülü galaksiler arasında okumamıştır. Önce aklını bilinenlerden boşaltmış, tefekkür etmiş, derin düşünmüş, hem de günlerce, sonunda sezgi, ilham gelmiş hatta vahye ulaşmış, kendisine ihsan olarak verilmiş olabilir. Bu durumları herkes deneyerek yaşayabilir.

Tasavvufta ‘Vuslat’ kavramı vardır, Hakkı bilmek, Hakka ermek, Hak ile buluşmak anlamlarını taşır. Tevhit ilmi, insanın kendini vermesini, kendinden vazgeçmesini ister. Anadolu erenlerinin ocaklarında Kuran ilmi öğretilir. Dervişlere alması gereken dersler verildikten sonra özümlemeleri beklenir ve uygulamaya geçilmesi önerilir. Bu amaçla ‘Halvete Giriş’ kavramı anlatılır. Halvetin kırk gün gibi uzun bir süreyi kapsadığı bilinir. Küçük bir hücrede, minimum ihtiyaçları karşılanarak, Dünya’dan elini eteğini çekerek, tefekkür etmesi beklenir. Atamızın tercüme ettirdiği Tevilatı Kaşaniye kitabında anlatıldığı gibi her insana ‘Benlik’ kazandıran ‘Efal-Sıfat-Zat’ kavramlarının aslında Allah’a ait olduğu ilmi öğretilir. Bu makamlar Fenafillâh makamlarıdır. Bunların yerine Hakkın efali, sıfatları ve zatıyla yeniden dirilmesi beklenir. Kuranın bu makamları ayetlerde anlatılmıştır. Yeniden dirilişin Hakkın efal, sıfat ve zatıyla olabileceği öğretilir. Halvete giren kişinin tefekkürle oluşturduğu vakum ortamında Hakkın verdikleriyle, Hakka kavuşur. (2) “Yokluktan, enerji, ‘Boşluk’ ortamına, çıkıp var, sonra da hemen yok, olabilir!” (3)

 

Özel-Genel:“Yedi kat gökler ve yer ve bunlarda bulunanlar Hakk’ı tespih ederler.  Her şeyin,  diğerinde olmayan bir özelliği ve gayrinde olmayan, ona özel bir olgunluğu vardır ki,  o kemal, hâsıl olmadıkça onu arzular ve talep eder. Hâsıl oldukça, onu hıfz edip muhabbet eder, hatta olabilecek olsa bile daha ilerisini istemez.” (17 İsra, 44)

Ehad, Vahit, Samet: “De ki, Hu olarak bilinen Allah birdir, mutlak birliğin hakikatidir ki sıfat itibar olunmaksızın, sıfatları düşünülmeksizin zat demektir. Zat ile sıfatın arasında ancak akıl ile fark bulunabilir. İhlâs, birliğin hakikatini, kesret, çokluk, şaibesinden kurtarmaktır. İyilik kötülüğün, güzellik çirkinliğin delili, şahididir. Vahit, kesret sıfatlarıyla beraber zattır. Her damla su bir diğerinden,  örneğin,  mineral, bakteri veya tuz içermesi nedeniyle,  farklı olsa ve damlalardan oluştuğu bilinciyle derya dersek Vahit,  damlaları düşünmeksizin derya dersek Ehad, deryanın kendisi aslında damlaların olduğunun senedidir, delilidir, Samettir.” (112 İhlas, 1)

Fatiha suresi, Kuranın özetidir. Müslüman olduktan sonra yüzünden okunan duanın, Müslüman olmak için tersinden okunması önerilir. Böyle okuma sırasında önce ‘Ben’ diye başlar dua, ortasında ‘seninle, senden, sana, sığınır; seninle sana ibadet ederiz’ denir ve en sonunda ‘O’, ben yoğum sen varsın, diyerek bitirilir.

 

Son bölümde, ‘Sadece Rahmanî, genel, madde âleminde veya sadece manevi âlemde kalanların değil, kendilerine rahimsi, özel, nimetler de verilen, evvelde, ahirde, zahirde ve batında, Hakk’ı Şuhut edip, şahit olup, Hakk’ın baki yüzünü müşahede edip, görüp, fani vücutları gaip olan Nebinin, sadığın, şühedanın ve evliyanın, yollarına ilet bizi’ denilir. ‘Kuranı öğrettim, insanı inşa ettim’ ayetleri gerçek olur, insana bahşedilen, ‘Bilgelik’ sıfatı duanın kabulüyle gerçekleşir.

Umarım biz de aklı ve kıyası geçebilir, kalpten görür, bildiriliriz de bilge olabiliriz!

Necdet Altınay  04092023

(1)      http://necdetaltinay.blogspot.com/2023/05/ilim-kaynag-hayal.html

(2)      http://necdetaltinay.blogspot.com/2023/03/evliya-olgunlugu.html

(3)      https://www.youtube.com/watch?v=FYf7af2tb5U

 

 

 

 

 

 

 

 

İnsan, Evrenin Merkezindedir!

İnsan, yalnız bir araya gelmiş madde veya atom topluluğu değildir. Maddesiyle birlikte manası, ruhu, ilmi, yönetim ve işletim sistemi, bilinci, vardır. Hayat, iradî hareketler bütünüdür. Mevt ise iradi hareketlerin olmaması halidir. İlim, elektromanyetik dalgalar halinde uygulanan kuvvetler şeklinde görülür duruma geçerek, uygulanmış olur. Tagayyür, yani ‘farklılaşarak belirginleşip mükemmelleşme’ kavramına göre verilmiş kütle, eşya, madde, gelişir. Bu dalgasal kuvvetlerin, toplanmasıyla oluşan maddeleşme ve bedenleşme, insanda, ruhun zevcesi olan, maddesel nefsi oluşturur. Ruh ve maddeye, ‘Hayvani Nefis’, canlılık verir. Nefis de, yedi Yıldızın maddesel gelişimine paralel, yedi aşamada kemale erer. Her aşamayı bir Nebi simgeler, sırasıyla, Âdem, İdris, Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed. Bireysel düzeyde, bedensel azalar ve organlar, gelişimini tamamlayınca, ‘Nefis’, gelişmeye başlar, merkezini ve amacını arar. İnsan da böylece, olgunlaşmaya ve insanı kâmil olmaya başlar. Büyük bir dairenin çemberinden, merkezine doğru, daha küçük daireler halinde, hareket edercesine, geniş çevresinden, kesretten vahdete, kendi merkezine, doğru hareket eder. Bu inşa ve ifnanın sırrına eren, müşahede eden, kemale erebilir ve Kehf suresinin sırrını kavrayabilir. Kuran, Âlem ve Âdem üçüzdür, özdeştir!

“İnsan, vahdete ne kadar yaklaşırsa, dairenin çevresinden merkeze doğru gelircesine, muhabbet kuvveti de o derece kuvvetli olur. Müminler arasındaki yakınlaşma imanın kuvvetine bağlıdır.” (8 Enfal, 62-63)

“Hakk’ın gayri bir şey yoktur. Onda, sizden başkası yoktur, ancak siz varsınız. Onların hepsi helak olsalar bile senin için bir beis, sakınca yoktur. Biz mükemmelliğe, kemale, erişilmesi için eşyanın tümünü ademden, yokluktan, vücuda ihraç eder, çıkarır, sonra da hepsini ifna eyleriz, yok ederiz. Biz efal ve sıfatımızın tecellisi ile beden arzında olanları kuruturuz. Yani nefis ve sıfatları, hakiki mevt veya tabii mevt ile ifna, yok, ederiz. Bu inşa ve ifnanın sırrına eren kemale erer. «Eshab-ı  kehf»  daima Emr-i Hak ile kaim olan yedi kâmil kimsedir.” (18 Kehf, 5-9) “Bedensel gelişim tamamlanınca, nefis de kendi kemalini tahsil etmeye, olgunlaşmasını tamamlamaya zaman bulur ve gaflet uykusundan uyanarak, cevherinin kutsallığını anlayarak, merkezini ve amacını arar. Nefis, fıtrata güveni tam olduğu için kendi âleminin geleceğini arar ve fıtratının nurları parlar, olgunlaşma isteği şiddetlenir. Nefsin rüştünü görürse, Kutsal Ruh, nefse, hakikat ilmini ve hüküm mallarını verir.” (46 Ahkaf, 15) “Sakfı Merfu',  levha-i mahfuza, levha-i kaderden, ‘Yokluk Âleminden’, ilmin suretleri ve ahkâmı nazil olan sema-i dünyadır. Dünya semasına nüzulden, aşağı inişten, sonra ilmin,  cansız şeylere hululü,  içine gizlice girişi ile ilim şahadet âleminde zahir, aşikâr, olur. Bu da insandaki mahal-i hayal,    tasavvur, hayal merkezi, var oluş yok oluş, levhasıdır.” (52 Tur, 5) “Bahri Mescur,  ‘Boşluk Denizi’, Vakum Ortamı,  adı geçen ruh,  ilim ve cansızlarla ispat olunan eşyanın kâffesinin, tümünün, zahir olduğu, göründüğü, canlı cansız suretlerle dolu heyuladır, görkemli büyüklüktür.” (52 Tur, 6)

CERN, İsviçre’de yapılan bilimsel araştırma sonuçları, yaratılan ‘Vakum Ortamına’, ‘Yokluktan’ zerreler halinde, kütlesi olan ‘Kuvvetlerin’, sürekli, var olup yok olmakta olduğunu kanıtlamaktadır. (1) Toplam enerjisi sıfır olan Evrenin, bir zerrenin ani genişlemesi sonucunda var olduğu, Bilim İnsanlarınca ileri sürülür. (2) Kuran kanıtlanır!

”O zatî mutlak, vahdetten kesrete doğru, bir merkezden çıkan,  tabaka  tabaka  yedi  sema halkeyledi.” (67 Mülk, 3) “Sema’ya tekrar tekrar nazar edin,  bakın,  her açıdan bakın,    görülmesi düşünülen, talep edilen, beklenen şey görülmez. Faydası yok, usanıncaya kadar tekrar et, gör, hakikat rücu eder, eninde sonunda ortaya çıkar. Çünkü fikir kaynar ve dolaşırsa, yerinde durmayıp gezer ve evrenin çeşitli açılardan görünüşü düşünülürse; bir yerde durmayıp gezilirse, çeşitli açılardan bakılırsa; sema, her açıdan farklı görünmez. Fikirlerin çatışması ve incelemenin tekrarı,  hakikatin ortaya çıkmasına sebep olur. Nazar ediş ve inceleme devam ettikçe beklenen,  umulan görüş bulunamayınca,  nedametten başka bir şey ifade etmeyince,  aynı beklentiyi devam ettirmekten çekinilir, imtina edilir. Evrenin imtina edilen, beklenen görüş gibi bir vücudunun olmadığını kabul etmek çok zor olur. Ayrıca, Semada çatlak, yırtılma bulunamaz.” (67 Mülk, 4) Nereden bakılırsa bakılsın,  evren,  bakılan açının merkezinden,  büyük patlama olmuşçasına,  bakılan nokta, evrenin merkezi, görünür. Görülmesi tahmin edilen şey görülmez, tahminlerde pişmanlık duyulur, nedamet gösterilir. Bir balonun yüzeyinde bulunan galaksilerden bakılıyor gibi, balonun yüzeyinden, evrene bakıp bir görüntü tahmin edilir.

Evrene her noktadan bakışta aynı şey görülür, Büyük Patlamanın merkez noktasından bakılıyor gibi görünür. Evrenin her noktası, evrenin açılımının, uzayın genişlemesinin merkezidir. Her nokta merkezdir, evrenin merkezidir. Herkes, bakmasını ve incelemesini bilen her insan, evrenin merkezidir. (3) Kendini bilen, evreni bilir, Rabbini bile bilir, belki de bilen Hak’tır!

Bilimsel ve teknolojik buluşlar, ayetlere yeni anlamlar katabilir. Örneğin, 67 Mülk suresinin 4.cü ayetini tam olarak anlamak için bugün ulaşılan, bu linkteki, bilgiye ihtiyaç duyulur. (3) Burada, kısaca, “Kişisel olarak evrenin merkezinde olabiliriz” deniyor. Tam da ayetlerde bildirildiği gibi bedensel gelişimini tamamlayan insan, kesretten vahdete, çemberin dışından merkeze doğru, arayışa geçer. Nereden gelip nereye gittiğini anlar. Çevresinde gördüklerinin, aynı merkezden kaynaklandığını anlar. Her şeyin bildiği ve gördüğü gibi olduğu, var olanın bir ve tek bütün olduğu, aşikâr olur. Evvelde, ilk önce, merkezden, ‘Yokluktan’, ‘Boşluğa’ her ne çıkmış ise hala sadece o vardır, ikinci bir varlık da yoktur. Var Olan, Bir ve Tektir!

Umarım, gelişimle olgunlaşır, Rabbimizi bilebiliriz!

                                   Necdet Altınay 06092023

(1)     Boşluk Boş mudur?

(https://www.youtube.com/watch?v=FYf7af2tb5U)

(2)     By PAUL BALDWIN EXCLUSIVE, Mar 10, 2016.

https://www.express.co.uk/news/science/612340/Origin-of-the-universe-riddle-solved-by-Canadian-physicists-and-er-it-wasn-t-God

(3)   https://www.youtube.com/watch?v=BOLHtIWLkHg

Yaradılışta Yasal Düzen

Din söyler, bilim kanıtlar. Bilimsel olan değişim ve gelişimi, ‘Tagayyür’, farklılaşarak belirginleşip mükemmelleşme, kavramı açıklar. Hiçbir şey yok iken, Yoklukta, Uzay Zaman Boşluğu denen vakum ortamının ani şişmesiyle, Yokluktan Boşluğa, cenin gibi, nutfe ilim yüklü enerji damlasının çıkıp var oluşundan sonra, tüm evren oluştu. Büyük Patlamanın böyle olduğunu açıklayan çok sayıda bilimsel deney ve bulgular ile çok sayıda kutsal mesaj vardır. Hakikat, Hakkın hakikatidir, Hakkın ilminin, Kuran olarak indirilip, Furkan olarak görünmesiyle eşya oluşmuş, insan inşa edilmiştir. “Atomların neredeyse tamamı  %99,9999999999996’sı boşluktur. Evrendeki tüm maddeyi oluşturan enerji, bir santimetre küpü doldurmaz. Maddenin oluşumundaki matematiksel formüller ve fiziksel yasalar, DNA’yı hatırlatan ‘düzen’, ilk oluşum anında, enerjinin içinde, nutfe şeklindedir.”

«Allah, en evvel bir cevher, enerji halk eyledi, cevhere celâli ile nazar edince, cevher, hayasından eriyerek kısmen su ve kısmen ateş oldu»  (11 Hud, 7) “Bahri mescur, ‘Boşluk Denizi’, ilimden ibaret olan ruh ve cansızlarla ispat olunan eşyanın kâffesinin,  tümünün,  zahir olduğu, ortaya çıktığı, göründüğü, suretlerle dolu olan heyuladır yani görkemli büyüklüktür.” (52 Tur, 6) “İlim hiçbir organ için gereksiz olamaz,  hiçbir organ ilimden ayrı oluşamaz, ondan ayrılmış olamaz. Âlim, ilmin ‘şey’ ile aynı olduğunu, ayrı ve gayri olmadığını bilendir. Her şey ilminin aynısıdır. Vehim ile karışık olan akıllar, tezekkür ve bu ilim ile tahakkuk, edemez ve bu ilmi hıfz edemezler, anlayamazlar.” (39 Zümer, 9) “Her var olanın bir amaç için var edildiği, tesadüfün olmadığı, bilinmeli. Eğlence olsun diye, rastgele veya amaçsız bir şey var olamaz.  Hiçbir şey kendiliğinden var olamaz.” (80 Abese, 1-6) Dr. Stephen Hawking de, “Her obje, ilminin aynıdır ve kendi özelliklerinin deposudur, bilgisinin, ilminin taşıyıcısıdır, kütlesi kara deliğe düşse dahi bu bilgi asla kaybolmaz” der. (1) Büyük Patlamada, aniden şişen Uzay Zaman Boşluğunun, vakum ortamının, içine, Yokluktan, ilim yüklü enerji nutfesi çıkıp gelmiş ve Evren oluşmuştur. Bu bilgi kaybolmayacağı için, ‘hiçbir şey ölmez, her şey yaşar’ denir. İkiz foton, elektron ve atomlar üzerinde yapılan çok çeşitli deneyler sonucunda, ‘her şeyin, evrenin oluşumunda, önceden belirlendiği’ bilimsel olarak kanıtlanmıştır. (4)

İlimden ibaret olan ruh, her şeye ve herkese, kendisine özgü özellik verir. Sicim teorisine göre de her zerrenin titreşimi farklıdır. Bilimsel deneye göre boş bir ‘vakum’ ortamında saniyenin 10-40ında, yokluktan boşluğa, parlayıp çıkan pozitron-elektron çifti  ‘var olur yok olur’, çıkıp kaybolur. “Yokluktan, Boşluğa, bilgi, ilim yüklü enerji çıkıp var olur.” Parlayıp çıkan bu parçacıklardan birinin ani şişmesi sonucu evrenin oluşması ise diğer bir bilimsel kuramdır. Zıt kutupların birbirini sıfırlaması nedeniyle, elektrik ve manyetik kuvvetler ile madde ve anti madde toplamı aslında tam bir “Hiçliktir” ama Matematik ve Fizik gibi yasalar gerçek olduğu için “Düzenli Hiçliktir.” Bilimsel Kuramlardan biri de Evrenin nutfesi denebilecek Enerjinin içinde, DNA örneğine benzer, Kuran ‘Bilgisi’ bulunur, çekirdeğin veya ceninin açılımı gibi bu bilgi de açılıp yayılarak, Kuran südur ederek, Evreni ve eşyayı oluşturur. DNA da atomlardan oluşan, bilgi yüklü moleküllerdir.

“Mülk âlemine, kudret eliyle,  kuvvet ve kudretiyle hükmeder. Yaşam ile ölümün halk edilmesinin amacı maluma tabi olan ilmin insanlarda uygulanarak ortaya çıkışıdır. Malumun zuhuru ile zahir olan Allah’ın ilmidir.” (67 Mülk, 1,2) “O’nun, her an, her şey ve herkes ile bir şe’nde, bir neşede ve her şeye, herkese bir nazarı ve bir sırrı vardır. Herkes kendisine özgü, her şey o şeye özgü, bir nazar olduğu için vardır.” (42 Şura, 38) Aslında maddenin olmadığı ve elektronların, gözlem altında, ‘algılandığını, nazarı, algılayarak’ parçacık özelliği gösterdiği, çarpıcı bilimsel gerçektir. “Her şeyin, belirli bir zamanda, belirli bir süre için, belirli bir şekilde, oluşması için emrimiz olur. Emrimiz, göz atıp bakmamız, basar gibi kelime-i vahidedir, şeriatta o emre “Kûn” denir. Bu basar, nazar ediş, o mevcudu da içerecek şekilde, tüm varlık içindir. Vücut icat edilir ve bunun üzerine defaten o zamanda o vecih üzere  ‘şey’in vücudu vacip olur.  Bütün işlenenler nüfus levhalarında sabittir.”  (54 Kamer, 50,  51) “Fenadan sonra beka halinde esma hazretinde ve zat ile sıfat arasında fark makamında ve sıfat ile vücut memleketinde, her var olan  ‘mevcut’,  hikmete uygun ve yardıma muhtaç olacak şekilde, yönetilir. Ahsen-i veçhe ve edhemi nizam üzere müdir, belirli bir düzen içinde ve en iyi bir şekilde yönetmeye kadir olan muktedirin mülkünde olanların, tüm olay, eylem ve işleri; irade, arzu ve hükmü üzere yönetmeye ve iradesince etkilemeye kadir ve kendisine hiç bir şey imkânsız olmayan, muktedir padişahın indindedirler.” (54 Kamer, 54)

“Hak,  Muhammed suretinde zahir olur görünür. Genel rahmeti bütün eşyaya vücut vererek ve özüne olgunluğu yerleştirerek eşyanın tümünü kapsar.  Özel rahmeti,  zatının tevhidi ve gerçek olgunluğun idrakine sahip Muhammed evliyasına özgü sıfatların,  tekliğin zatından bütün hakikati içeren hepliğin kitabının inişidir. Bu Kitap önce bütünün, tüm var olanın, var olan her şeyin tamamının; kısaca eşyanın özüne kısaltılarak, öz halinde konduktan sonra ayetler indirilerek ayrıntılı bir şekilde açıklanmış Furkan, uygulama aklı kitabıdır. Kur’an,  Furkan olarak görünür,  ilim suret halinde görünür. Surette kalanlar ilmi göremez. İlim, bir düzen içinde surete bürünerek açılım halindedir. İlmin görünür hale bürünüşünü, bürünüyor oluşunu, görebilmek için ilmi bilmek, surette kalmamak gereklidir.” (Fussilet 41, 1-5) Genel olan Rahman, özel hal olan Rahim halinde görünür!

“Ortada, açıkta, görünür, hadis, zahir, zuhura gelmiş olanın anlatmaya çalıştığı hafa; gizli olanı, görünür olmaya çalışanı görmeden, hatta inkâr ederek, surette kalmayınız. Aşikâr olarak görünen ‘arz’; görünmeyen, henüz bilinmeyen ilimden rızkını alır. Arzın toprak, ateş, hava, su olmak üzere dört temel anasırdan alacakları takdir edilmiştir. Yeryüzü ve gökyüzü veya arz ve sema olarak bilinen oluşumlardan biri olarak arz rızkını aldıkça oluşur. Sonra  ‘sema’nın icadı kast edildi. ‘Sonra’ kavramı zamanı içermez, çünkü oluşumda zaman yoktur, yön ve oluşturulanların farklılığına işaret eder. Sema çeşitli yönlerden arzdan farklıdır, örneğin, sema latif, arz kesiftir. Sema manadan, yazılım veya tasarım gibi latif bir cevherden oluşur. Arz ise donanımdır, kesif bir maddeden oluşur. Her ikisi birden, zaman farkı olmaksızın, fiilen mevcut olur.”  (41 Fussilet, 9-11)

“Eğer biz  ‘var olur yok olur’ eğlence misali mevcudat olsun isteseydik kudret yönünden bize mümkün olurdu. Lâkin öyle mevcudat, varlık, olsun istemedik, çünkü hikmet ve hakikate uygun olmaz, aykırı olurdu. İnsanlar ‘İlahi’ bir düzen içindedir ancak düzeni bilmezler, kaos derler! Batıl inancı, yakin olmanın kanıtı ve keşfiyle değiştiririz. Hak, batılı kökünden söker, batıl derhal mahıv ve zail olur. Ve hemen mevcudatın fâni olduğu görülür, hakikat zahir olur.”  (21 Enbiya, 17,18) “Hak'tan mahcup olanlar görmezler mi ki, gökler ve yer, heyula, yani görkemli bir hayal ve cismanî bir madde iken, yapışık idiler? Biz bu suretlerin, ayrışarak, oluşumlarındaki aşikâr uyumsuzluğu ile gökleri ve yeri ayırdık. Ervah, canlılık, mana gökleri ile ceset arzı, bir nutfe suretinde bitişik olmuşlardı. Biz, arz ve ervahın tebâyünü, karakterlerinin uyumsuzluğu, nedeniyle, kendiliğinden ortaya çıkararak, her ikisini birbirinden ayırdık,  cenin ve Büyük Patlamada olduğu gibi. Yani biz, nutfeden her hayvanı halk ve izhar eyledik.” (21 Enbiya, 30)

“Biz, inananların, içerde ve dışarıda, görünür ve görünmezde, müşahede etmelerine yardımcı oluruz. Hatta muhakemelerine,  deliller ile anlamalarına yardımcı oluruz. Böylece, görerek, apaçık Hakk’ın aşikâr olduğunu idrak ederler. Yardım ettiklerimizden Hakk’ı eşyada müşahede edenler için Rab yeterlidir, efali delilleriyle, sıfatı tecellileriyle, görünüşleriyle anlaşılır, her şey bilgisi kapsamındadır. Her şeyin ‘Hakikati’, Hakk’ın ilminin aynısıdır, vücudu ilmi ile oluşur,  ilmi zatının aynıdır ve zatı aynı vücududur. Gayrın vücudu, aynı ve zatı da yoktur, batıldır, zandır. Her şey haliktır, yaratılandır, yalnız Hak Halık’tır, Yaratandır, Hakk’ın yüzü, Hakk’ın zatı bakidir. Nefiste ve çevrede görünen ve beliren vasıflar, sıfatlar, Hakk’ın varlığının ortaya çıkışı iledir.” (41 Fussilet, 53, 54)

Bilimsel ve teknolojik çalışmalar, araştırma ve deneyler, Evrenin işleyişindeki Matematik ve Fizik gibi yasaları bulur ve geliştirir. Işığın sönüklüğünden yaşını, evrenin yaşını bulur, galaksilerin serüvenini bilir ama şimdilik kuantum alanında şaşkınlığa uğrar. Örneğin, “Protonlar, ışık hızına yakın bir hıza ulaşacak kadar hızlandırıldıktan sonra,  saniyede milyonlarca defa çarpıştırılarak, parçalanır ve kuarklar, zerreler, açığa çıkar. Sonuçta madde anti madde ayna evreni oluşur. Kuvvetlerle dolu olan zerrelerin yarıçapı sıfırdır, içleri boşluktur. Bazı zerreler protondan 180 kat, elektrondan 200 kat ağır, biri diğerinden 100 bin kat büyük olabilir.” Şaşırtıcı ama gerçek, ‘Parça’, ‘Bütünden’ büyüktür!

Görünen,  görenin görüntüsüdür. Umarım, bize de, bizden de, Hak görünür!            Necdet Altınay 28102023

 

(1)   The Economist, Stephen Hawking's answer, Aug 26th 2015, BY D.J.P.

(2)   The Economist, Quantum theory, Oct 24th 2015.

(3)   D. Bohm, “Wholeness and the Implicate Order”, 1980, Routledge & K. Paul, sayfa 242.

(4)   Expres UK, Historic Discovery,By Paul Baldwin, Octber 16, 2015.

(https://www.express.co.uk/news/science/612340/Origin-of-the-universe-riddle-solved-by-Canadian-physicists-and-er-it-wasn-t-God

Daim Anda Bir Şende!

Bilimsel olarak, “Geçmiş ve gelecek aynı anda mevcuttur, ama insan aklı bunu idrak edemez.” Bunu söyleyen Einstein, ayrıca, “Her zerre diğer bir zerreyi algılar, üstelik insan tarafından ‘algılandığını da algılar’ der. Fenafillahta zaman vardır, Bekada yalnızdır Allah!

“İnsanların, insan olduklarını henüz idrak edemedikleri tarihi bir zaman dilimi vardır. Zaman içinde doğadaki diğer canlılardan ayrıldı ve verilmiş yetenekleri sayesinde gelişimini tamamladı. Biz o insanı, deliller ile Hak yoluna yönelttik. İnsani duygular ile donatıp, uygun koşullarda en uygun davranışlarda bulunması için gereken bilgi, beceri ve nimetleri verdik. İnsanlardan bir kısmı, nimetler sayesinde, nimetleri verene kavuşmak isteyip şükretti ve yönelttiğimiz yönde ilerledi. Diğerleri sadece nimetleri aldı ve onları gördü ama nimetleri vereni aramadı, kavuşmak istemedi. Biz hepsini görsel ve akılcı delillerle doğru yola yönelttik. Kimseyi kayırmadık, kimseye ayrımcılık yapmadık, hepsine eşit mesafede kalıp eşit davrandık.” (76 İnsan, 1-3) “İnsanın vücudunda bulunan bedensel ve manevi kuvvetler ile ruhu ve ilmi, büyük kıyamette, Hakkın huzuruna, ezelden ebede kadar sürüp giden süreler boyunca, yükselir ve yücelir. Emrin urucunda buyrulduğu gibi bu kabil makamlarda, miktarı muayyen murat olunmamıştır. Bu Hakka uruca niyetlenme süresince, azap vaki olduğundan, eziyetlere katlanıldığından, sen, sabrı cemil ile sabret.” (70 Mearic, 4) “Zamanda bulunan, zaman ile beraber, zaman içinde, olan hadiselerin kaynağı ve sebebi olarak bilinen dehre kasem ederim. İnsanlar, tagayyür edişi yani farklılaşarak belirginleşip mükemmelleşmeyi, zamandan bilip, zamanın yaptığını zannedip, olaylar ve koşullarda etkili olduğunu düşünürler. Nitekim «Bizi ancak dehr helak eder» derler. Hal şu ki hakikatte müessir olan yalnız Allah’tır. Nebi, «Dehre sövmeyiniz,  zira dehr ancak Allah'tır» buyurur. Yüce Allah, sıfat ve efal ile dehr mazharında zuhur eyler. Olay ve eylemleri dehr’den bilerek, Hak'tan mahcup, perdeli, olan insan elbette hüsran ve ziyan içindedir.  Çünkü böyle bilerek, dünya hayatını mahcup olarak yaşar ve bakiyi faniye tercih ederek, fıtrat nurunu ve asli hidayetini, istidadı ezelisini, hüsrana, zarar ve ziyana uğratır. Yalnız Allah'a iman eden, ilmen yakin ile iman eden ve dehr hicabından kurtulup, Allah'tan gayri müessir olmadığını bilen, malları olan istidat, yaradılış, nuru ile kemal, olgunlaşma, nurunu kazanır. Zatın tevhidi ile sıfat ve fiillerini de tevhit eder. Çünkü sabit olan Hak ancak budur. Hak üzere ve Hak ile dünyanın tamamına sabredenler hüsranda değildir. Hakk’a vusul, ermek, kolaydır, ama Hak üzere baki kalmak ve Hak'la sabretmek azizdir. Fetvayı kelâm, nevi insan hüsrandadır, ancak ilim ve amelde kâmil ve bunlarla mükemmel olanlar hüsranda değildir. Asr'ın bir anlamı da daraltmadır. O halde, temiz ve saf oluncaya kadar belâ, mücahade ve riyazat ile Allah’ın insanları daraltmasıdır. Posa ile baki beşeriyetle perdeli, maddede kalan, ruha, ilmine yücelemeyen insan, hüsrandadır. Ancak ilim ve amel ile vasıflanan, posa ve tortusu gittikten sonra, baki kalan saflığa, gereken önemi vererek, yakınlıktan ibaret olan Hakk’ın sabitliğini idrak eden ve işbu belâ ve riyazetle sıkılmağa sabredenler, hüsranda değildir. Bu nedenle Nebi, «Belâ, enbiya, evliya ve emsalleri içindir» keza «Belâ, Allah'ın kullarını onunla kendisine sevk ettiği bir kırbacıdır» der. (103 Asr, 1-3) Dehr, Fenada, beşeri insanlarca hissedilir; Bekada yalnız Allah vardır, zaman yoktur!

            “Mahcuplar, “Bizim hissi hayatımızdan başka hayat yoktur, tabii ölüm beden ile olur, bedensel hislerimizin hayatı ile yaşarız, bunlardan başka ölüm ve yaşam yoktur” derler. Sizi dirilten ve öldüren, tekrar ebedi hayat ile ihya edecek olan dehr, zaman değildir, Allah’tır.” (45 Casiye, 24-26) “Hayvani ruh yarıldığında, insani ruh, ruh semasına çıkarak, Kadiri Mutlak’ın emrine bağlılığını görür. İnsani ruh, Hakkın emrine bağlılığına lâyıktır.” (84 İnşikak, 1,2) “Beden arzı, kendisinden çekilip çıkan ruhtan geriye kalanlarla çok değişik bir maddesel hal içinde kalır. Kendisinde bulunan ruhun, kuvvetleri de alıp boşalması sonucunda, tabiatıyla hayat, mizaç, terkip ve şekil gibi eserler ve arazın tümünden de mahrum kalır. Beden arzı da, bu ceset haliyle, Kadiri Mutlak’ın emrine bağlı kalışa lâyıktır.” (84 İnşikak, 3-5) “Ey insan, sen uğraşıların ve nefes alışlarınla, mevt ile Rabbine gitmektesin. Amma sureti insanîyede iken, yemin edenlerden kılınmak suretiyle, nefis kitabını, aklı yemini ile alıcı, nefis kitabında olan aklı Kurani manalarını okuyucu olarak, kitabı sağından verilen kimse olabilirsin. (84.7) Yani fıtratındaki Kuran’ı henüz sağ iken okuyanlardan olabilirsin. “Fıtrat nurunu baki ve hâkim kılanlar, sohbet ve refakatler, arkadaşlıklar ile doyurulmuş olarak, huzurlu, mutlu ve ferah olarak yakin ehline inkılâp edecektir.” (84.9)Zira o kimse, yaşayıp öleceğine, onu ancak dehrin helak edeceğine, inandığından ba's, yeniden diriliş, sebebi ile hayata, Rabbine hiç bir vakit rücû etmeyecek sanıyordu.” (84 İnşikak, 14) Sağlığında, ölmeden önce ölmeye ve insanı, zamanın değil Allah’ın öldürdüğüne inananlar, yeniden dirilişe de inandığından, fıtrat nurunu baki ve hâkim kılarak, seyri süluk ile sohbet ve muhabbetle, huzur içinde yücelirler.

“Ortada, açıkta, görünür, hadis, zahir, zuhura gelmiş olanın anlatmaya çalıştığı hafa; gizli olanı, görünür olmaya çalışanı görmeden, hatta inkâr ederek, surette kalmayınız. Aşikâr olarak görünen ‘arz’; görünmeyen, henüz bilinmeyen, ilimden rızkını alır. Arzın toprak, ateş, hava, su olmak üzere dört temel anasırdan alacakları takdir edilmiştir. Yeryüzü ve gökyüzü veya arz ve sema olarak bilinen oluşumlardan biri olarak, arz, rızkını aldıkça oluşur. Sonra ‘Sema’nın icadı kast edildi. ‘Sonra’ kavramı zamanı içermez, çünkü ‘oluşumda’, yaradılışta, zaman yoktur, yön ve oluşturulanların farklılığına işaret eder. Sema çeşitli yönlerden arzdan farklıdır, örneğin, sema latif, arz kesiftir. Sema manadan, yazılım veya tasarım gibi latif bir cevherden oluşur. Arz ise donanımdır, kesif bir maddeden oluşur. Her ikisi birden, zaman farkı olmaksızın, fiilen mevcut olur.” (41 Fussilet, 9-11)

İnsan, önce beşer ve şaşar haldedir. Aklı sayesinde, tagayyür eder yani farklılaşarak belirginleşip mükemmelleşir. Âlim olur, fıtratının gereğince, maddenin sırrına erer, enerjiyi ve DNA misali ‘Oluşumun’ bilgisine ve Kuran ilmine hâkim olarak , ‘Vasıl’ olup, ‘Arif’ olur.

Umarım, âlim olarak, kendisiyle kendisini görüp, bilip, işitip, vasıl ve arif olabiliriz!

                                   Necdet Altınay, 11112023

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Adalet İndirilmiştir!

‘Tüm Evreni, maddesi, eksi ve artısıyla dolduran enerji, bir santimetre küpü doldurmaz’ bilimsel gerçektir. Bu gerçek, ‘Tevhit İlmi, Âleme indirildi, Mevcudat olup göründü’ gerçeği ile birleşebilir. Yokluktan ani bir ‘Şişme’ ile oluşan Uzama, Uzay-Zaman Birleşik Alan Boşluğuna çıkan, ‘DNA misali Evrenin Özü’ denebilecek, ‘Tevhit İlmiyle Yüklü Enerji’; içinde, Evrendeki her şeyi Hakça oluşturabilecek her şeye sahiptir. Örneğin, fizik kimya gibi tüm ‘Doğa Yasaları’ bu ilmin içindedir. (1) Bu ilim, DNA’nın maddeye hükmettiği gibi maddeyi oluşturan ‘Doğal Kuvvetlere ve Yasalara’ hükmeder. Muhabbet ve Adalet âleme, Tevhitle iner. İnsandan beklenen, ‘Ölmeden önce ölmek’ kavramına uygun, sağ iken; İlim Kitabını, sağından almak, yani duygu dolu kalbine indirmektir. Böylece, Ruhundaki Tevhit ilmi, İnsanın Kalbinde Muhabbet ve Nefsinde de Adalet oluşturur.

“Her bir ‘şey’in, o şeyi diğerinden ayıran, kendine özgü bir özelliği vardır. Her özellik Hakk’ın vahdaniyetine, birliğine delildir. Gökler ve yerler adalet ile ayakta durur. Adalet, kesret âleminde vahdetin gölgesidir. Eşyanın düzeninde yumuşak huyluluk, birbirleriyle uyumluluk gibi vahdaniyete, birliğe, beraberliğe götüren özellik mevcut olmasa uyumlu düzen mevcut olamaz. Birlikten gelen ve birliğe götüren özellik yok olursa, düzen ve düzenlilik hemen bozulur.” (21 Enbiya, 22) “Biz, kıyamet günü için hazırlanmış adalet terazilerini koyarız. Allah’ın terazisi, vahdetine lâzım gelen bir sıfatı ve vahdetinin zilli, gölgesi demek olan adaletidir ki «ervah gökleri» ve «madde, eşya yeri» o adaletle kaim ve müstakim olmuştur. Eğer adalet olmazsa; emir-i vücut nizamı, tertibi, düzeni mahdut üzere, belirli bir şekilde, kararlaşmaz. İmdi adalet; eşyanın tümünü kapsayınca, her mevcuda, haline ve yükleneceği miktara göre, adaletten hakkı isabet etmiştir.” (21 Enbiya, 47) “Hak terazisinin dili adalet sıfatıdır, bir kefesi his, kalp âlemi, diğer kefesi akıl âlemidir.” (7 Araf, 8) “Ceset arzı, kemik dağları ve damar nehirleriyle döşendi. Ahlak ve idrak yemişleri olarak da zulüm-adalet ve soğukluk-hararet gibi zıtlıkla süslenmiştir. Ruh cesetle, ruhaniyet gündüzü de cisim gecesi ile örtülmüştür. Böylece, düşünenler için delil ve işaretler konmuştur.” (13 Rad, 3) “Sana verilmiş olan tevhit, muhabbet ve adaletten ayrılıp başkalarının arzularına tabi olma. Tevhit muhabbeti, muhabbet de adaleti gerektirir. Ruh semasındaki tevhidin kalpteki gölgesi muhabbet, nefisteki gölgesi adalettir.” (5 Maide, 48) “İnsanlara, ilmin kaynakları olarak gönderilen on iki vekil,  beş dış duyu; görme, işitme, koklama, dokunma, tat alma ve beş de iç duyu; adalet, vicdan, zekâ, hayal ve fikir, feraset ile teorik ve pratik akıldan ibarettir. Eğer siz ruh, kalp ve melekût, hâkimiyet, imdadından gelen akıl ve ilhamla, isabetli fikirler ve doğru hatıralarla, akıl ve fikir resullerine hürmet edecek olursanız, fena ile zatınızı da teslim ile Allah'a iyi bir ödünç verirseniz, sizden hicaplarınız, perdeleriniz, olan zat, sıfat ve ef’âlinizin vücutlarını elbette setir eder,  örterim.” (5 Maide, 12) Her zerre bilgisinin deposu olarak, enerjisini ve bilgisini tevhit ederek, var olur. Enerji ve bilgisini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Âdem olarak, Vücuduyla mevcut, ilmiyle âlim oluruz. Âlem ile Âdem ikizdir, Âlem de indirilen Tevhit İlmiyle oluşmuştur. Her zerre, ilimden ve vücuttan hakkını, Hak’tan, hakça alarak oluşur.

“Ahdi evvelde malum ve gayb-ü istidatta mahzun bulunan tevhidi ezelîyi sabıkı tasdik edici olduğu halde, evvelce Tevrat ve İncil’i de böylece insanlara hidayet olmak üzere inzal etmişizdir. Ve sonra fark itibariyle Hak olan Akl-ı Furkanî olarak bilinen tevhidi tafsili inzal eyledi ki, bu tevhit tafsili, istikametin menşei ve davetin mebdeidir, kaynağıdır.” (3 Ali İmran, 3, 4) “Ey Rabbimiz, biz senin inzal ettiğin tevhit ilmine ve nur feyzine iman ettik.” (3.50) “Evvelinden sonuna, ezelden ebede, kadar mevcudatın tümünün vücudu, ilmi sana inzal olunan bir kitaptır.” (7 Araf, 1-2) “Ruhul-kudûs semasından, ilim suyu inzal edilir.” (13 Rad, 17) “Emanetleri ehline, sahiplerine veriniz. İlk önce istidadınızın hakkını ödeyin. İlk yaptıklarınız içinizden gelenlerdir, fıtratınıza uygun olarak yaparsınız. Yaptığınız iş ve işlemler, eylem ve olaylar, daima bir kuvvete dayanır. Bu kuvvetlerin hakkını verin, kuvvetlerin sahibinin siz olmadığını bilin. Her işin ve eylemin bir sıfatla yapıldığını ve hiçbir sıfatın size ait olmadığını, tüm sıfatların Allahın olduğunu, idrak edin. En sonunda tevhitte fani olup, vücudun Hakka ait olduğunu anlayın. Fenadan sonra bekaya döndüğünüzde, insanlar arasında hüküm verirken, eşyanın da Allah’ta kaim olduğunu bilerek, Allah’ın adaletiyle sıfatlanarak hükmedin. Nefsiyle kaim olan, kendi varlığının olduğunu iddia eden, ebeden adalete kadir olamaz. Allah sizi bilir, işitir ve görür.” (4 Nisa, 58) “Olgunlaşma amacıyla verilen yetenek ve kuvvetleri, adaletle, bu amaç için kullanmayan sevilmez ve ondan hesap sorulur.”  (22 Hac,  38) «Sıratı müstakim» de nefiste adaletin husulünü, kalpte muhabbetin vücûdunu, Ruh’ta vahdetin şuhûdunu müstelzim olan, gerektiren;  «tevhit»  yoludur.” (23 Müminun, 71) "Din, Tevhit, Adalet ve Ahret İlmidir. Din, değişmeyen ilim ve uygulamadır. Şeriat ise değişen zaman, durum ve hallere ilişkin kaidelerdir." (42 Şura, 12, 13) “Yüce Allah, Kitabı hak ile inzal eden zattır. O’na, ihtiyaç duyacağı muhabbet ve tevhit ilmini de inzal eyledi. İlm-i tevhit, Habib-i Allah’ın, sevdiği kulunun, hakkı oldu. Ve adaleti de inzal eyledi, indirdi. “Ruhta” tevhit ilmi, “Kalp”te sevgi, “Nefis”te, benlikte, adalet olursa fenafillâh ve büyük kıyamet yakın olur.” (42 Şura, 17)

İnsan, fıtratında Kuran ilmiyle doğar ve Tevhit ilmiyle inşa edilir. Olgunlaşıncaya kadar pek hatırı sayılmaz ve dikkate alınmaz. Kendi kıymetini kendisi bilinceye, kulluğunu idrak edinceye kadar âleme bakışı da farklı olur. Muhabbet ve Adaletle tanıştıkça bunların kaynağını, Tevhit ilmini, arar. Öğrendikçe olgunlaşır, olgunlaştıkça Allah’ın ilmine sarılır.

Umarım biz de Adaleti, Akıl ve Nefsimizde hâkim kılar, Tevhit ilmini idrak ederiz!

Necdet Altınay 25112023

(1)     Expres UK, Historic Discovery,By Paul Baldwin, Octber 16, 2015.

(https://www.express.co.uk/news/science/612340/Origin-of-the-universe-riddle-solved-by-Canadian-physicists-and-er-it-wasn-t-God

 

 

 

 

 

 

Yaratılışın Amacı Vardır!

Bilim, Dini kanıtlar. “Hakk’ın delili, gölgesi olan ilimden halk edilen ilk cevherin, yani Büyük Patlamada Tevhit İlmiyle yüklü ilk Enerjinin, Celalî nazarla taşıp yayılmasından sonra, uygulanarak açığa çıkan ilmi hıfzedici  kuvvetlerin  izdihamıyla temessül ve tecessüm ettiniz. İlimden başka bir şey olmayacak şekilde bedenleştiniz.” Kısaca, “Önce Yokluk vardı, Yokluktan ani olarak genişleyen Uzay-zaman vakum ortamında, ‘oluşan’ Tevhit İlmi yüklü yarım cm3 Enerji, Kozmik Yumurta, zuhurunun şiddetinden görünmeyecek şekilde, ortaya çıktı. Yumurtanın DNA’sındaki ‘şeyler’ ışık, parıltı, aydınlık, nur oluştu; nur maddeleşerek her şey halk olundu, canlılık yaratıldı, kendini ve Rabbini bilecek insan inşa edildi.” Böylece, sebepleri de yaratılarak Âlemin yaratılış amacına ulaşıldı, ‘Bilinme’ gerçekleşti.

“Eğer biz ‘var olur, yok olur’ mevcudat olsun isteseydik öyle olurdu. Lâkin istemedik, çünkü hikmet ve hakikate aykırı olurdu.” (21 Enbiya, 17,18) “ Hakk’ın arşı, mai, bir çeşit su, sıvı, üzerindeydi. Arş, akl-ı evvel, akıl öncesi bir durumdan ibarettir; ilm-i evvel, ilim öncesi durum üzerine bina kılınmış, inşa edilmiş ve ilme dayanan cisimler âleminin vücut olarak öncesidir. Altı yön veya altı gün gizlilik, gizli kalma müddetidir. Yer ve göklerin halk edilmesi de Hakk’ın mevcudat ile gizlenmesidir. Arşın su üzerinde oluş hali, Hakk’ın gizlenmesi öncesi zahir olan ve nâsâ, insanlara, malum olan, ilim ve akıl öncesi haldir. Halis amel eden insanlara bazen, olacak olanlar malum olur, bir ihsan olarak, bir ilham olarak iner, bazı şeyleri, olmadan önceki halini bilirler. Arşın, ilmin rumuzu olan ‘su’ üzerinde olmasının anlamı da nâsâ malum olup bilinmesindendir.” (11 Hud, 7) Bir hadis der ki: “Yüce Allah, en evvel bir cevher, enerji halk etti, cevhere celali ile nazar edince cevher hayâsından eriyerek, taşıp yayılarak, kısmen su kısmen ateş oldu.” Cevher hayâsından, saygı ve edebinden taşıp yayılarak, kısmen su ve ateşe, bir anlamda ‘plazma’ya, maddenin dördüncü hali, plazma haline, dönüşmüş denebilir. “Ahdi evvelde malum ve gayb-ü istidatta mahzun bulunan tevhidi ezelîyi sabıkı tasdik edici olduğu halde, evvelce Tevrat ve İncil’i de böylece insanlara hidayet olmak üzere inzal etmişizdir. Ve sonra fark itibariyle Hak olan Akl-ı Furkanî olarak bilinen tevhidi tafsili inzal eyledi ki, bu tevhit tafsili, istikametin menşei ve davetin mebdeidir, kaynağıdır.” (3 Ali İmran, 3, 4) “Ey Rabbimiz, biz senin inzal ettiğin tevhit ilmine ve nur feyzine iman ettik.” (3.53) “Evvelinden sonuna, ezelden ebede, kadar mevcudatın tümünün vücudu, ilmi sana inzal olunan bir kitaptır.” (7 Araf, 1-2) “Ruhul-kudûs semasından, ilim suyu inzal edilir.” (13 Rad, 17) “Her şey, o şeye özgü bir nazar olduğu için vardır. Herkes kendisine özgü bir nazar olduğu için vardır, bunun idrakinde olanlar bu sırrın başkası için olmadığını bilirler.” (42 Şura, 38) “Yokluk, gizlenip sırlanarak, sır tutarak, izafî vücut bariz, apaçık olmuştur. Yokluk boşluk değildir, yoklukta eşyanın ilmi vardır, ilim ışık olarak görünür hale geçer. Nur, hariçte zahir olan vücuttan ibarettir. Vücut nurdan, ışıktan oluşur, ışır. Eşya ve görünen vücutlar, ezeldeki ilimlerinin açığa çıkmış halidir. Her mevcut bir ilimle görünür; mevcut, ilmin, bilginin görünür halidir. Her şey Hak ile zahir olmuş, görünmüştür. İlmin görünür haline ‘gölgenin uzatılması’ denir. Yokluk, her şeyin batındaki vücut hakikatinin sabit bulunduğu ‘Levha-i Mahfuzdur’, ‘sırf yokluk’ değildir.” (25 Furkan, 45) Bilimsel olarak da ‘Varlık’, ‘Yokluktan’ çıkıp var olur!

DNA maddeye hükmeder. Ana rahminde yumurtanın döllenmesinden 25 gün sonra önce kalp, 32 gün sonra el ve kollar, 36 gün sonra omurga, 52 günde retina-burun-parmaklar oluşur. Kalpten sonra oluşanlar ‘Kalbin’ kontrol ve denetiminde kalır. Büyüme bu hızda 9 ay devam etseydi bebek 1,5 ton olurdu. Doğumda 90.000 km damar oluşur. Bebeğin oluşumunun matematiksel modelini anlamak mümkün değildir. (*)

“Hakkın batındaki ilim hazinesinde vücudu olmayan bir şey asla zahire çıkamaz ve vücut bulamaz. Her şeyin bilgisini içeren ‘Yokluk’, sır tutarak, önce enerjiye ve ışığa sonra eşyaya dönüşür, görünür hale gelir. Eşyanın aslı ve esası, görünen maddenin hakikati, Hakk’ın, yokluk aynasındaki, görüntüsü, gölgesidir. Nasıl ki gölge, güneşin varlığına delildir, madde de Hakk’ın varlığına delildir. Bilinmelidir ki eşyanın mahiyeti ve görünenin hakikati, Hakk’ın gölgesi ve Mutlak Vücudun sıfatının işaretidir. Mevcutlar, nur ile hariçte zahir olur görünür. Mevcudat, ezeldeki ilmin izhar edilmiş halidir. Kütlenin, görünen enerji olan ışığın, maddenin hakikati, Hakk’ın ilmi, görüntüsü, gölgesidir. Kütlenin hakikati bilinirse, kütlenin, görünen ışık enerjisi olduğu ve Hakk’ın ilmi idrak edilir. Mutlak vücudun ortaya çıkmış, görünür olmuş sıfatıdır. Her cisim ışır, ışık saçar, ışınım halindedir, hakikatini görünür kılar, enerji yayar. Sonra ‘Akıl Güneşini’, ‘Vücut Gölgesine’ delil kıldık. Akıl delili, gölgenin hakikatinin Vücut’tan farklı bir şey olduğunu doğrular, kanıtlar. Akıl güneşi delalet etmezse, gölgenin vücudu ile hakikati arasında ayrılık olmazsa, mevcut kendiliğinden var olmuş olur. Vücut, mevcut olur. Bir ‘şey’ mevcut olamaz. Mevcudun, ilminden ayrı ve gayrı bir ismi, cismi ve resmi olamaz ama farklılığa yalnız akıl şahitlik eder.” (25 Furkan, 45) “Kur’an, değişmez, bozulmaz, bozulamaz, noksansız, korunmuş, kanıtlanmak üzere, evrenin tümünde, apaçık olan ve hakikatleri muhkem, sağlam kılınmış bir kitaptır. Hakikatlerini, daha sağlam ve daha güzel olması mümkün olmayan, bir ilim ve hikmet üstüne inşa eder. Zahirde, görünürde, belirli ve bilinen miktarda, belirli zamanlarda aşikâr olur. Takdir ve tertibi, hikmete uygun intizamda, düzendedir. Ayrıntılarından lâyıkıyla haberdar, bilgi sahibi, olan ilim ve hikmet sahibince, ahkâm ve ayrıntısı cüzi âlemde ortaya çıkarılmış, aşikâr edilmiş bir kitaptır.” (11 Hud, 1) “İlim, tüm mevcutlar için gereklidir, her mevcut kendine özgü bir ilmin uygulaması, bilgisinin deposudur. Uygulanamayan ilim gerçek ilim değildir, böyle ilmi, kalp idrak etmez, kalbi güçlendirmez. Her şey ilminin aynısıdır. İlim, kalpte kökleşir, damarlarda ve nefiste yerleşir, organ ve objelerden ayrı düşünülemez, et ve kan ile karışır, sahibine muhalefet etmez. Zerrenin, ilminden ayrı ismi, cismi ve resmi olamaz. ‘Vehim’ ile karışık akıllar, ilim ile aşikâr olamaz, ilmi anlayamaz. İlmin ayrı bir varlığının kalben idraki ise Hakkın varlığına delildir. Bir eşyanın gölgesi varsa, gölge, ışığın varlığına delilse, aynı şekilde, ilmin varlığı da Hakkın varlığına delildir. İlim, böylece Hakkın ‘gölgesidir’.” (39 Zümer, 9) (3 Ali İmran, 96) (16 Nahl, 48) (7 Araf, 179)

Umarım, ‘Bilinme’ amacını aklımızla anlar, kalbimizle hikmetiyle idrak edebiliriz!

                                   Necdet Altınay 09122023

(*)https://www.ted.com/talks/alexander_tsiaras_conception_to_birth_visualized?language=tr

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Helakten Kaçmayınız!

Yokluktan indirilen, tevhit ilmiyle yüklü bir damla enerjiden olan Evrende, bitki gibi bittik, maddeden soyunduk, amacımıza ulaşınca, helak olup yokluğa dönebiliriz. (1) Hakkın hayatıyla diri, ilmiyle âlim, vücuduyla mevcut olduğumuzu idrak edip, helak olup aradan çıkarsak, kalır yine Yaratan. Bilinmeyi sevdiği için yaratıldık, O’nu bilerek fena bulup, aşk içinde fani olup, helak olursak, umarım, yeniden diriltiliriz; bilemezsek, helak olup gideriz. Biliş sürecinde her türlü yardım var, yazılım ve donanım fıtratımızda. Seçim hakkı bizim!

“Var olan her şeyin ve herkesin varoluşunun bir amacı vardır ve amaca ulaşılmasıyla varoluş amacı ortadan kalkar ve helak kaçınılmaz olur.”  (17 İsra, 16) “Şu dünya, su dolu bir denizdir. Eğer bedenin harap olduğu zaman binecek bir gemi yaptınsa, kendi âleminde kurtuluşa erersin. Yapmadınsa, o suda gark olup helak olursun.” (11 Hud, 38) “Ego, benlik, cahillik, hayvani nefis, şehvet, gazap ve bencilliklerden oluşan, ‘Nefsin Semud Kavmi’, ilim suyu tufanında helak olur.” (85 Büruc, 17,18) "Akıl  göğünün,  kesretin ilmini  içeren,  külli  ilim  kuyularının, kuvvetlerin, süfli  âleme dökülen ilim suyu kapaklarını açtık. Nuh’un nefsi, külliyen ilim olmuşçasına, nefis arzında, kesret âlemindeki mevcudata ilişkin tüm cüzî ilim kaynaklarını kaynattık. Takdir edilen helaklerine kadar, akılları göğünden yağan ve arz nefislerinden kaynayan iki ilim de uyumlu bir şekilde birleşti. Biz Nuh’u, külli ilmi içeren şeriat  gemisine  yükledik. Gemi, cahilleri  boğan  cehalet dalgalarında  yüzer.  O,  şeriat  ile  amel  ve  istikametle  necat buldu. Kavmi  ise cehalette cahil kalıp, inkâr  ve  isyan etmeleri  sebebiyle, heyula, madde denizinin cehalet dalgalarında gark ve helak oldu. O şeriat  ve  davetin  asarını, eserlerini, ibret  alanlara, apaçık ayetler olarak bugüne bıraktık.” (54 Kamer, 11-16) “Beş dış duyu ile gazap ve şehvet olarak bilinen iki nefsanî kuvvete,  hakikatleri  bilinmediği  için, ‘yedi  gaip’ denir. Bilinmeyen yedi gaip, geceyi temsil eder. Vücut, hayat, ilim, irade, semi, işitme, basar, görme, kudret ve  kelamdan ibaret  sekiz  sıfat,  gündüzü  temsil  eder. İnsanların, bu  yedi gece  ve  sekiz  sıfat  rüzgârlarıyla, zahir ve batınlarına etki edilir, kökleri kurutulur, hatta katledilir. Kendi nefisleriyle ayakta olduklarını ve yaşadıklarını düşünenlerin, hayatları olmayan ölüler  olduğu görülür. İçi  boş  hurma  kütükleri  gibi şeklen  kuvvetli  fakat  hayatları  ve  manaları yoktur, birer haviye, göçüktürler, hakiki  vücutları  ve  değer  verilecek anlamları yoktur. İlahi aşk ve şevk ateşi olmadan göçüktekiler yanamaz, şiddetli soğuk ve nefsanî heves rüzgârlarıyla helak olurlar.” (69 Hakka, 5-7) “Sevilenin, sevgilinin sevdiği de sevilir, sevgilidir. Bu nedenle, Allah’ı sevenler, Resulünü de sevsin, ona tabi olsun, biat etsin. Böylece, Allah da onları sever ve sakınır.” (3 Ali İmran, 30, 31) Efendimiz der ki: “Benim Ehl-i Beyt’im Nuh’un gemisi gibidir. Her kim o gemiye binerse kurtulur. Her kim muhalefet ederse gark olur. Sefine, gemi, ilim ile amelden oluşur.” “Her kim bir şeyi severse, ona itaat eder, onun için çalışır; ona ibadet etmiş olur. Hadisi kutsi: «Bana yaklaşan kulu severim, sevdiğim vakit işittiği kulağı, gördüğü gözü ben olurum», buyurur. (16 Nahl, 75) Bu sebepten «Dünya gölge gibidir, eğer tâbi olursan yetişemezsin ve eğer terk edersen;  o sana tâbi olur.» insan;  Vücûd-u İlâhinin vasıtası, aracı ve hazretinin, varlığının, vekilidir.

“Şevkinin şiddetinden kendine özgü çalışması ve gayretiyle, nefsini terbiye ederek,    Allah yolunda,  menfaat beklemeksizin, çalışıp ilerleyenler, içtihat ederler. Bu nefisler, fikir ile bilgileri birleştirip, nazar çakmağını çakarak, faal akıl nuruyla uğraşma ateşini yakar.  İlahî tecelli sabahının, idrakinin ortaya çıkışıyla ve eserinin sürekli görünüşüyle; nefsin, vehim ve hayal vesveseleri, şehvet ve lezzet eğilimleri, ortadan kalkar. Nefsin efal ve sıfatının tümü yağma edilir. Büyük kıyamet sabahında, aşk ile Hakk’a şiddetli yönelme nedeniyle, bedeni geride bırakıp, kalp ve ruh dostluğuna dönüş, beden toprağının tozunu atar ve bedenden toz koparır. Yani ifna ve helak ederek, tecelli sabahının nuruyla, cemi aynı zata dâhil ve aynı cemde gark olurlar. Beden toprağını o derece latif hale getirirler ki cemi zata dâhil olurlar. Çünkü miraç beden ile olmuştur, vasıl olma ancak beden ile olur. Hakka, hakkın nimetleriyle vasıl olunur. Hakka ulaştıran malı çok sevmesi nedeniyle, insan, Hakka arkasını, mala önünü, dönerse, cimri olur ve şen şakrak, güler yüzlü olamaz, Hak’tan mahcuptur. Beden kabirlerinde bulunan nefis ve ruhları dirildiği zaman sadırlarında gizlenmiş olan tüm niyet, sıfat ve ameller ortaya çıkar,  herkes hak ettiği karşılığı alır.”  (100 Adiyat, 1-8) “Mearic, Miraçlar, Merdivenler, mutluluk halleri demektir ki, huylar makamından, manadan madde, cemadat makamına, sonra nebatat makamına, sonra hayvan makamına, hayvan makamından bazısı bazısının üstünde, mertebeler ve dereceler halinde, insan makamına, getiririz. Sonra nefis menzilinden ve kalp menzilinden, ehli sülukûn işaret eylediği intibah, uyanıklık, yakaza, tövbe, inabe, hak yoluna girme, mürşide biat, gibi süluk menzillerinde, sonra fenayı efal ve sıfat mertebelerinde ilerletiriz. Ta fenayı zata kadar helak olma ve uyanıklık, terakki mertebeleridir. Çünkü sıfatta fena makamına tekabül eden mertebelerden sonra Cenabı Hakk’ın, her sıfat hizasında terakki edilecek bir mertebesi vardır. İnsan vücudunda bulunan, arz ve semavî kuvvetler ile insan ruhu, kıyamet-i kübrada, büyük kıyamette, Hakkın Zatı camiasına, ezelden ebede kadar sürüp giden zamanlarda urûc eder, yücelir.” (70 Mearic, 3, 4) “Arzın yarılıp,  çekirdekten bitki çıktığı gibi sizi de, rahimde, vücudun siyah madde denizinden, ters tutunan damlanın bedensel maddeden arınmasıyla, kurtarırız. Maddeden kurtulamadığı zaman, nefsin, madde fesadından helak olduğunu müşahede eder, görür, gözlemlersiniz. İman ederek, genlerinizde olan nuru, ilim ve irfanı, taşıp yayılan olgunlaşma nurunu,  kabul edip uyarak,  içinize doğan şeylere uyunuz. Güzel ahlak ve tevhidin istidadınıza, genlerinize, delilleriyle konulması, kazınması ahittir; bu ahde uyulması da sizin ahde vefanızdır. Nurlu parıltılarla verilen ilim ve irfanı,  nefsanî lezzet ve kazançlarla değişmeyiniz. Nefsanî sıfatlarla, ruhani bilgi ve aydınlığı karıştırmayın. Ruhani kuvvetler ve hisler, nefsanî kuvvet ve hislerden şereflidir. İnsan, ruh, ilim, âleminden taşıp yayılan olgunlaşma nuruyla ilim, irfan sahibi olur.  Nurun kalbinize dolmasını,  nefsin lezzet ve kazancıyla değişmeyiniz.” (2 Bakara, 50) Bitki gibi cemadatta olup koptuk, hayvani nefsimizle büyüdük, insan olarak inşa olabiliriz.

Umarım seçimimizi doğru yapar, helakimizden sonra diriltiliriz!

                                   Necdet Altınay 23122023

(1)     Enerji Damlası: David Bohm, “Wholeness and The Implicit Order”, s.242. (İsteyene ‘Pdf’ gönderebilirim)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Varoluşun Hassas Dengesi,

Her zerre, bir diğerinden farklı bir titreşimdir, elektrik, manyetik ve elektromanyetik olmak üzere başlıca üç kuvvete, farklı ölçülerde sahip ve bunları yöneten info, bilginin deposudur. Her zerre, her an, farklı, şiddetli, bir zuhur ediş, tagayyür içinde, farklılaşarak belirginleşip mükemmelleşme içindedir. Genel anlamda, her mevcudat, böyle devinim içinde olan zerrelerden oluşarak, hassas dengesini korur. İnsan, bitki ve hayvanların gazap ve şehvet kuvvetlerine ek olarak verilen, ‘Nutuk’ kuvvetiyle de donatılmıştır. Ruh, ilim ve bedeninin arasında, ‘Nefsanî Canlılık’ taşıyan insandan, ayrıca Kalp ve Ruha yüceliş ile inşa olunması beklenir. Evrenin temelini oluşturan enerjiye yüklü ‘Tevhit İlminin’ tümünü idrak edip açığa çıkaran insandan, hassas denge içinde, Kendini Bilip ‘Yaratıcıyı Bilmesi’ istenir.

“İnsanın fıtratında,  Kuranı anlayacak aklı yaratıp nakşederek,  kazıyarak,  Kuranı öğretti böylece insanı izhar eyledi, ortaya çıkardı, yarattı.” (55 Rahman, 1,2) “Akıl göğünü, ruh güneşi mahalline kaldırdı, nefis ve beden arzına, adalet düzenini indirdi ve itidal vaaz eyledi.”  (55 Rahman, 7,8) “Tatsız ve tuzlu olan kaba somut cisim denizi ile tatlı ve lezzetli olan soyut ruh, ilim, denizi indirilmiştir. Bu iki denizi, insan vücudunda karşılaştırıp buluşturduk. Aralarında, ne hayatın cevheri, canlılığın, letafetinde, ne de madde cesedinin kesafetinde olan ve berzah diye adlandırılan, hayvani nefis canlılığı vardır. Maddi ve Ruhi Denizlerin arasında, berzahta, ne latif ne de kesif denebilen nefsanî canlılık bulunur. Nefis her ikisinden de dengeli yararlanır, ne madde denizi, ne de mana denizi, nefis üzerinde tam hâkimiyet kurar. Diğer bir deyişle, ne ruh bedeni latif,  ne de beden ruhu kesif,  yapabilir.  Dilediğine kadir olan halkın halikını tesbih ederim.” (55 Rahman, 19) “Kâbe, Âdem zamanında inmiştir yani Kalp, Âdem’in vücudunda zuhur etmiştir. İlk önce Kâbe’nin, doğu ve batısında olmak üzere iki kapısı vardı yani Âdem, tevhit ilminin başlangıç ve sonuna, ahretine ilişkin bilgilere ulaştı, nur ve zulmet âlemlerinin marifeti zuhur etti. Âdem’in, Hint toprağından Kâbe’yi ziyarete gelişi, perdeleyen tabiat âleminden var ediş ve yaratışı, ruh ve madde veya madde ile mana dengesini idrak ederek, itidal ile Kalp makamına yücelişine işarettir.” (2 Bakara, 127) “Ey insanlar aklın tasvip ettiği adalet kanunu üzere ihtiyaç ve zaruret miktarında, şerait’in izni ile helâl ve temiz olmak üzere, süfli yön olan nefis âleminde ve beden arzındaki lezzet ve zevklerden tadınız. Ve temiz ve sağlıklı olmasına özen göstererek, itidal derecesinden israf etmeyiniz. Ey insanlar, Şeriatta emir olunduğu üzere her şeyde Allah’ın indirdiği itidal ve adalete tabi olunuz.” (2 Bakara, 168, 170) “Nimetleri alıp da Hakka arkanızı dönmeyiniz, şükrediniz. Meskeniniz sıhhat ve mizacın itidali ile güzel bir beldedir.” (34 Sebe,  15) “Kalp ikiyüzlüdür. Bir yüzü ruha bakar ki, o yüze baş denebilir. İkinci yüzü nefis kuvvetlerine nazırdır, ona da ayak denebilir.  Ve ayaklarınızı yıkayınız, yani tabii bedensel kuvvetleriniz açısından, lezzetlerde ifrat ve şehvette düşkünlük tozlarını gidermekle temizleniniz. Bedeni, ayakta durabileceği bir itidal derecesinde temizleyiniz. Bu beyana göre lezzetlerde ifrat ve şehvette düşkünlük etmiş olanlar, kalplerinin, kendileriyle huzur duyacak ve dua etmeye müsait olabileceği bir safhaya dönüşüne kadar, tabii kuvvetlerini riyazet ve ahlâk ilimleri suyuyla yıkamağa muhtaçtırlar.” (5 Maide, 6) İlahi ilim suyu ile temizlenip Hakka yaklaşın ve şükredin.

“Ortada, açıkta, görünür, olanın anlatmaya çalıştığı hafi, gizli olanı, görünür olmaya çalışanı ilmini, görmeden, hatta inkâr ederek, surette kalmayınız. Aşikâr olarak görünen ‘arz’, görünmeyen, henüz bilinmeyen ‘ilimden’ rızkını alır. Arzın, dört temel anasırdan alacakları takdir edilmiştir. Yeryüzü ve gökyüzü veya arz ve sema olarak bilinen oluşumlar, Haktan rızkını hakça, dengeli bir şekilde, aldıkça oluşur, açılır, gelişir.” (41 Fussilet, 9,10) Atamızın tercüme ettirdiği Tevilatı Kaşaniye kitabında anlatıldığı gibi her insana, ‘Benlik’ kazandıran ‘Efal-Sıfat-Zat’ kavramlarının, aslında Allah’a ait olduğu, ilmiyle öğretilir. Bu makamlar Fenafillâh makamlarıdır. Bunların yerine insanın, Hakkın efali, Hakkın sıfatları ve Hakkın zatıyla yeniden dirilmesi beklenir. Bu makamlar, ayetlerde anlatılmıştır. İnsanın,  Yeniden Dirilişinin, Hakkın efal, sıfat ve zatıyla olabileceği öğretilir. Halvete giren kişinin, tefekkürle oluşturduğu vakum ortamında, Hakkın verdikleriyle, Hakka kavuşur. (1)

“Hakk’ın delili, gölgesi, olan tevhit ilminden ilk halk edilen cevherin, Celalî nazarla hayâsından, edebinden, taşıp yayılmasından, sonra uygulanmış olarak açığa çıkan, ilmi hıfzedici kuvvetlerin izdihamıyla, temessül ve tecessüm ettiniz. (2) ilimden başka bir şey olmayacak şekilde, bedenleştiniz.” (3) Diğer bir deyişle, “Önce hiçbir şey yoktu, vakum ortamında, yokluktan, var olan, ortaya çıkan Tevhit İlmi yüklü enerji damlası, zuhurunun şiddetinden görünmedi. Hakkını, Hak’tan, hakça, adaletle, alarak, ortaya çıkışıyla; bir ‘şey’ var oldu ve ışık, parıltı,  aydınlık, nur oluştu. Nurun, fotonun maddeleşmesiyle her şey halk olundu, canlılık yaratıldı ve insan inşa edildi.” (4) İtidal, Adalet ve Denge, ruh güneşinin,  kutsal bedende gurup etmesiyle sonradan oluşan karanlıkta, farklı titreşimler halinde, kuvvetlerden oluşan zerrelerin temelidir.

İnsan, araştırır, inceler, bir meyve ağacının çekirdeğindeki, DNA’sındaki; ilmin, dört anasıra, toprak, hava, ateş ve suya, hükmederek, ağaç ve meyveyi, amacına uygun olarak yetiştirip, mükemmelleştiğini bulur, idrak eder. Ancak, insan, bunu kendisine uygulayıp, kendisindeki tohumun ilminin, fıtratının mükemmelleşmesini, Kitapta okumasına rağmen, sağlayamaz. Kendi maddesinden soyunup, kurtulup, kendi ilminin idrakine ermekte güçlük çekebilir. Kitapta anlatılan ve açıklanan, Sıratı Müstakim olarak bildirilen, Seyri Süluk aşamalarından, biri zahir iken biri batın olan, Hak ile Halk dengesini sağlayarak, geçmek gerekir. Farklılaşarak belirginleşip mükemmelleşme işinde, denge kurarak, başarılı olup, Kendini ve Rabbini bilmesi, İnsanın Yaratılışının, inşasının, amacıdır.

 

 

 

Umarım biz de, Yaratılış amacımıza, sıratı müstakimden dengeli geçerek, ulaşabiliriz!

Necdet Altınay 06012024

(1)      http://necdetaltinay.blogspot.com/2023/03/evliya-olgunlugu.html

(2)      https://necdetaltinay.blogspot.com/2018/07/hakikatin-golgesi-insanlkhali-deyip.html

(3)      https://necdetaltinay.blogspot.com/2017/04/rahmani-rahim.html

(4)      https://necdetaltinay.blogspot.com/2019/03/ilim-ve-insan-kanttr.html

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Nefsi Tatmin İbadettir

İnsan, Dünyaya getirilir doğdum der, büyütülür büyüdüm der, öğretilir bildim der,  aklı verilmiştir akıllandım der, tüm yetenekleri verilmiştir yetenekliyim der, hayatı ihsandır, kendisi bağışlanmıştır. Cemadat halk edilmiş, canlılık yaratılmış ve insan inşa edilmiştir. Nehirde akan kütüğün ‘Gidiyorum’ deme hakkı vardır. Hayatın ‘Doğal Süreç’ akışının farkına varan insan, ‘Özgürüm’ deme hakkına sahiptir. Ruh ve Bedenin arasında ‘Nefsanî Canlılık’ yaratılmıştır. Ahit olarak verilen ‘Süreci’, idrak ederek sürdürmemiz ahde vefadır!

Günlük hayatta, özde, İslam’a tabiyizdir. Kurallara uymak, nefsi terbiye etmek, oruç tutmaktır. Ruha, ilme, tabi olmak, itaat etmek namaz kılmaktır. Bir şeyi yerinde, zamanında, dozunda yapmak için incelemek, araştırmak hacca gitmektir. Kişiliği oluşturan bilgilerden isteyene veya ihtiyacı olana vermek zekâttır. Yapılan iyi, güzel ve doğru şeyleri dil ile ikrar edip anlatmak, kelimeyi şahadettir. Herkes içinden geleni yapar,  fıtratına uyar, din de budur, düzen de, Kur’an da onu der. Yapıyoruz bari bilerek, idrak içinde yapalım. İnsanın bedeni vardır ama yalnız beden değildir, nefsanî duyguları vardır ama hayvan değildir, kalbinin huzurlu olmasını ister, ruhunun, ilminin, gereğini idrak eder. Her düzeyin idraki o düzeyin namazıdır denebilir. Nefsin Rıza, Yatsı namazını, Kalbin Huzur, Sabah namazı izler. Nefsini, kalbinin sesini dinlemeye ikna eden, sır bilgileri almayı hak eder. Böylece Sırra Erme, Akşam namazı kılınır. Benlik ve bencillik yok edilip, hakikat güneşinin batıdan doğuşu sağlanarak, yüceliş yolunda, Ruhun Şuhut, uyanıklık, İkindi namazı eda edilebilir. Hakkın ruhuyla dirilerek, ledün, hakikat, ilminin idraki zevkiyle Şükür, Öğle, Gizlinin Keşfi Hafa namazı kılınır. Hakikat güneşinin istivasında, en tepesinde, gölge, kul ve namaz yoktur, Cuma hariç! Özet olarak, bünyemizdeki kuark, elektron,  nötron, atom, hidrojen, oksijen ve su kütlesinden, hatta DNA, hücre, kalp ve beyin gibi organlarımızdan söz edilmez. Bunların hepsi kendilerini bizim varlığımıza, ilmimize feda etmiş, fani olmuş, fena bulmuş, kendilerini bilgileriyle teslim etmiş durumdadır. Her biri ‘ayrı bir şey’ iken, özellikleriyle, küp şeker gibi bilgi küpü iken, artık yalnız biz varız onlar yok. Bilgileriyle, bizim insanlık ilmimize itaat ederek, tabi olarak, bize biat etmişlerdir. Hepsi de bizim birlik ve bütünlük, vahdetimize delildir, şahittir, kendilerince bize teslim olmuşlar, bize çalışır, bizi anarlar. Bedenimizde, ‘Biz’ ve ‘Onlar’ var gibi ikilik oluşturacak şekilde yokturlar, mevte ermişlerdir. Bu bağımlı ve bağlantılı halleri, beden dilinde bir anlamda, onların, namazdaki miraçlarıdır. Her şeyle, herkes ‘Bir İlmin’ uygulaması, ‘Bir ve Tek’ bütünün parçası ise, her şeyin bilgisi ve işleyişi, ilmine tabi ise biz bağımsız ve bağlantısız, hür, olmamızı neye borçluyuz? Cehalete mi? Hakikati bilip idrak edersek, Hak’tan ‘Kopukluğumuz’ kalır mı?

“Günlük hayatta, çevresinde muhteşemin ihtişamını görerek, kalp huzuru içinde oluşu ve huşu duyuşuyla, namaz kılan kişi, Hak ile meşgul olduğundan, faydasız şeylerden kaçar, yüz çevirir ve benlik sıfatından vazgeçerek, zekât vererek, huzur ve hazlarının fazlasından kaçınır. Lezzet, şehvet ve hazlarının, hukukunu koruyan yakin sahibi müminler, kurtuluşa götüren mevte ererler, Hukukun dışına çıkıp fazlaya kaçanlar, nefsin tüm isteklerini yerine getirenler, nefislerine düşmanlık ederler.” (23 Mü’minun, 1-7)

“Tevhit İlmini İdrak Edene, her yönde Hakk’ın yüzü görünür, perdeler ortadan kalkar. Her iş ve eylem ilmin bir uygulamasıdır. Nefsin oluşumu, canlanması, hayat bulması ve yaşaması ilimle olur. Maddeyi ilimden ayrı düşünmek yanıltır.” (39 Zümer, 9) “Kütlenin, maddenin, hakikati bilinirse, kütlenin, tevhit ilmi yüklü ışık enerjisi olduğu idrak edilir. Mutlak vücudun ortaya çıkmış, görünür olmuş, sıfatıdır. Her cisim ışır, ışık saçar, ışınım halindedir, hakikatini görünür kılar, enerji yayar. Akıl güneşi, vücut gölgesine delil, şahit kılındı. Akıl delili, gölgenin hakikatinin, vücuttan farklı bir şey olduğunu doğrular, kanıtlar. Akıl güneşi delalet etmezse, gölgenin vücudu ile hakikati arasında ayrılık olmazsa,  vücut kendiliğinden var olmuş olur. Vücudun, ilminden ayrı ve gayrı bir ismi, cismi ve resmi olamaz ama farklılığa yalnız akıl şahitlik eder. Gölgenin vücudu olmazsa hiçbir şey olamaz,  eşya mevcut olamaz. Gölgenin vücuttan gayri bir şeyi, yani hakikati, olduğuna ancak akıl şahittir. Tüm güç, kuvvet ve kudret Allah’a aittir. Sonra gölgeyi ifna ederek, ortadan kaldırarak, elde tutabiliriz. Her an mevcut olan herhangi bir fani ‘şey’in fena bulması, evveline, oluşuna, nispetle kolaydır. Ele alınan her şey, her an, başka bir mazharda zahir olur. Tutuşun ve yok, ifna, edişin o şeyi tamamen ortadan kaldırmak olmadığına;  o şeyin suret ve hakikatini ezelde ve ebeden kaydeden akıl şahitlik eder. Akıl, Hakk’ın elidir. Tutuş ve ifna, o şeyin değişime uğramasıdır,  tamamen yok olması değildir. Yok, ifna, ediş mevcut olanın bir önceki halini, hakkın eli veya pençesinden ibaret bulunan, akılda tutmaktan men etmek ve yeni haliyle kaydetmektir. Nefsin zulmet gecesi insanlara libas,  elbise kılınmıştır. Bu zulmet, sizi istila ederek Hakk’ın zat, sıfat ve gölgesinin müşahedesinde, sizi setir eder, örter. Hayat ve dünyada, gaflet uykusunda uyutur. Hadisi şerif: “Bütün insanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.” Uykudayken, “Daimî Hakiki Hayattan” gafil kalırsınız. Kalpleriniz, ilim,  ruh, nuruyla hayat bulunca, his uykusundan sonra, kutsal âlem fezasında dağılıp yaşarsınız. Ruhani güçler âlemine, sizi temizleyen pak ilim suyunu indirdik. O ilim suyu, hakikatlerin, asıl vatanlarının, unutulmuş olan ahitlerin ve aslın güzelliğinin, hatırlanması için indirilmiştir.” (25 Furkan, 45-50) Âlemde her ne var ise, aynı, Âdemdeki ‘şeyler’ gibidir!

Allah’ın, ilmiyle âlim, nefsiyle kaim, vücuduyla mevcuduz. Kalp Çocuğu, eril Ruh ile dişil Nefsin evladıdır. Firavunun annesi Nefsi Emmare, azgın; Hz. Musa’nın annesi Levvame, levm edilen,  kınayan; Hz. İsa’nın annesi Mutmain, huzura eren; Hz. Muhammed’in annesi Mülheme, ilham alan, makamında denir. “Resul’ün kalbinin ruha açılan kapısı, Şuhut’ta, şahit oluşta, ruh makamına yücelmiş, tüm sıfatlarıyla Zatı müşahede edici, Hakk’ın vücuduyla mevcut olan kalptir. Resul’ün gönlü, cem makamında görmüştür. Burada kul yoktur.  Cem’i vücut, vecih-i bakidir, cem'i sıfat ile mevcut Zat demektir.” (53 Necm, 11)

Umarım, biz de, hayatın akış sürecini, vuslat idraki içinde, sürdürürüz!

                                   Necdet Altınay 20012024

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Nefsanî İbadet (Ş)

 

Cemadat, Nebatat, hayvanatla İnsan,

Oluşturur Evreni, baştanbaşa her an,

Yoktur tesadüf, yalnız insana verilmiş,

Nutuk ile olmuş insanı kâmil ve ermiş.

 

Nefsiyle kaim, vücuduyla mevcut biz,

İlmiyle âlim ve de arif olursak, biliriz,

Yoktur gayrisi, zanlarımızla şirk ederiz,

Beşer aklıdır şaşar, biliriz zannederiz.

 

Yalnız akıl bilir mevcutla ilmin farkını,

Şey’in olamaz ismi cismi resmi ilimsiz,

Akıl çözer, mevcudat ile ilmin çarkını,

Hak gölgesidir ilim, var olmaz bilgisiz.

 

Gölge uzarsa, vücut mevcudata döner,

Akıl Güneşidir kanıtlar, olmazsa söner,

Her varlık bilgisinin küpüdür, özü bilgi,

Maddeden soyun, akıl yaşatsın idraki.

 

Kalbin parlak bölümüdür bilendir Akıl,

Hakkın elidir, akıl, tutar, kalamaz atıl,

Her an yeni bir şendedir, yeniyi tutar,

Tutarsa Hakkın eli Hakkı, Benliği atar.

 

Böylece, zannı bırakıp hakikati tutuş,

İbadettir hem, ‘Bencillikten’ kurtuluş,

Fani oluş, fena buluştur işte bu tutuş,

Hakkın eli akıl Hakkı tutarsa vasıl oluş!

            Necdet Altınay 17012024

Sevgi, Varoluşun Temelidir!

Altın ve demir gibi ağır metallerin oluşumu için Güneşin basınç ve sıcaklığının yeterli olmadığı bilimsel bir gerçektir. Güneş sisteminden önce bu bölgede bir Nötron yıldızının olduğu, çok büyük bir sıcaklık içinde ve basınç altında, en parlak döneminde patlayıp geniş bir çevreye, büyük bir toz ve gaz bulutu şeklinde, ayetin dediği gibi ‘atılmış yün ve pamuk misali’ dağıldığı da bir gerçektir. Kısaca, Nötron yıldızı, parlak bir ışık iken, Güneş sistemi halinde; Batı’dan, maddeden tekrar doğmak üzere, gurup etmiş, Dünya oluşmuştur. Işığın içindeki elektrik, manyetik ve elektromanyetik kuvvetlerin, izdihamı, toplanmasıyla, kütle kazanıp cisimleşmiş, maddeleşmiş ve bedenleşmiştir. Bedenimizde bile, bu nedenlerle, ağır metaller bulunur. (1) Çeşitli atomlar, Evrenin ilk oluşumundan gelen, bilgi, sevgi ve muhabbet kodlarıyla, DNA’mızı oluşturmaktadırlar. Din de Bilim de bunu böyle açıklar!

“Tevhit İlmi Kitabı, sevgi ve muhabbet koduyla, enerjiye yüklendi ve ilk indirilen cevher zuhur etti, ortaya çıktı. De ki: Bilinmek, için kâinat yaratılmıştı, tevhit benimle kemal buldu, sevdim, sevilen, sevgili oldum, fıtrat benimle amacına ulaşmış oldu. Böylece benim tevhidim ve muhabbetim olgunlaştı. Ruhun, tevhit ilmi olarak idrakiyle, ruhta vahdet ve kalpte muhabbet tam oldu, nefiste de adalet zuhur etti. Vahdet, muhabbet ve adaletimin kemali nedeniyle sevildim habip oldum. Tevhit İlmi habibullahın hakkı oldu. Hak, Muhammed'le zahir oldu. Hak, zahiren ve batınen Muhammed’dir. Zira kalbin tecerrüdü, sıyrılıp soyutlaşması, ilmin zuhurudur.” (42 Şura,1,2; 17) (55 Rahman, 19) “Hakk’ın delili, gölgesi, olan tevhit ilminden halk edilen ilk cevherin; Celalî nazarla hayâsından, edebinden, taşıp yayılmasından sonra, uygulanmış olarak açığa çıkan; ilmi hıfzedici kuvvetlerin izdihamıyla, temessül ve tecessüm ettiniz, cisimleştiniz. İlimden başka bir şey olmayacak şekilde, bedenleştiniz.” (25 Furkan, 45) “Elçisinin kalbi, kaaf, var olanların tümünü kapsayan arştır; elçinin aklı, kesrette var olanların tümünü ayrıntılarıyla ve fiile çıktıkça bilir, her şeyi kapsar, ilmine erer. Arzda vücut bulup mevcut olan ve fıtratlarını gerçekleştiren her şey önce istidatları ile arşta var olur. Arşta istidat olan, arza fıtrat olarak iner.” (50 Kaaf, 1) “İlim Kalbin malıdır, ruhtan ilmi sevgiyle birlikte alır, ilmi sever ve sevdirir, Kalp ilim ile önce kendini güçlü kılar, güçlendirir, bilir ve sever, sevdikçe bilir, bildikçe sever. Kalp, ilim ve sevgisiyle, ruhani kuvvetleri besler, nefsanî kuvvetlere vererek, zekâtını vererek, onları ruh babalarından yetim bırakmaz böylece onları, şehvet ve dünya esaretinden kurtarır, gayra nazardan nefsini temizler.” (2 Bakara, 177) “Takvadan zırh yapmak için Davut’a zırh yapma sanatını öğrettik. Takva ne kadar güzel, kuvvetli ve metin bir zırhtır.” (21 Enbiya, 78-83) “Takvanın tüm mertebelerini geçenler takvada kâmil olurlar. Önce efallerinden, fiil, iş ve eylemlerinden sonra sıfatlarından ve zatlarından, yani vücutlarından, sakınırlar. Kamil takva sahipleri, Allah’a ve kullarına dostturlar, muhabbetleri bakidir. Takvanızın mertebelerini Allah bilicidir. İman, Bâtıni ve kalbîdir, İslam ise zahiri ve bedenîdir. Hakiki iman, şek ve şüpheden arınmış kalpte sabitleşen ve kararlaşan yakınlaşmadır.” (49 Hucurat, 13,15) “Takvanın evvel mertebesi, haramlardan sakınmak,  ahir mertebesi,  benlik ve ikilikten sakınmak olduğu gibi tövbenin de evveli günahlardan rücû, ahiri de vücut günahından rücûdur.” (66 Tahrim, 7,8)

“Marifet mahalli ve Rahman’ın arşı olan kalbin vücudu; ancak ruh nurunun, ilmin idrakinin ve nefis zulmetinin uyumlu karışımı ile olur. Kalp, ruh ve nefsin toplam karışımından doğmuş bir mevcuttur. Nefsin bedenselliği olmasa kalpte manalar anlaşılıp zapt olunmaz. Nitekim ruh makamında yalnız safa ve nurluluktan, manalar, zapt ve beyan olunamaz. Ruh, kalp, nefis bir hakikattir. Beden, hayvani ruh ve hayvanî kuvvetlerin cümlesine nefis denilir. Bu nedenle nefsin takvası insanlara farz olmuştur.” (91 Şems, 4-8)

Haberleşmede, baştan sona, ilk ve son mesajın anlaşılması süreci bir bütündür. Harflerden olan kelime, kelimelerden oluşan ifade, ifadelerden çıkan anlam ve toplam mana bir bütündür. Harf ve kelimelerden oluşan bir Kitabın dediği ve demek istedikleri bir bütündür. Her haber, mesajlar, mesajları gönderen ve alanlar, mesajlara anlam verme ve anlamlardan bir mana, bir haber çıkarma işlemleri, bir bütündür. Elektronik bir mesajı ‘göndermeç’ gönderir, ‘almaç’ alır, depolanan bilgiler hafızadan alınıp hatırlanır, manalar verilir, anlam kazandırılır. Elektronik mesaj, fotonlardan oluşan ışığın bir ışını halinde gönderilir. Elektrik, manyetik ve elektromanyetik dalga ve parçacık halinde yayılan ışığın ışınında kodlu halde giden veya gönderilen mesaj, bir almaç, örneğin bir sonraki nöron hücresi, tarafından algılanır. (2) Her algılayan ‘almaç’ mesajı anlayıp tekrar kodlayıp gönderir. Bu olaylar mesajın gideceği hedefe kadar tekrarlanır. Hedefe varan mesaj, son defa algılanıp depolanır. Örneğin beyinde toplanan mesajların tümü depodan alınıp anlam kazandırılır. Bilgisayar örneğinde, ‘0’ ve ‘1’ler halinde kodlanan mesajlar, depolanıp bir bütün halinde anlam kazandırılmasa, ‘0’ ve ‘1’ler bir anlam vermezler. İşte ayette geçen “Nitekim ruh, ilim, makamında yalnız safa ve nurluluktan, manalar, zapt ve beyan olunamaz. Ruh, kalp, nefis Bir Hakikattir” ifadesi anlam kazanır. Bedenleşme ve kütle kazanım yani maddede ilmin, ışığın, gurup edişi, olmasa, ruh ve ilim anlaşılmaz, Nefis olmasa, Kalp ve Ruh anlaşılamaz. Bu nedenle ‘Ruh, Kalp, Nefis bir Hakikattir’. İlk önce Sevgi kodlarıyla kodlanıp indirilen Tevhit İlmi Güneşi, Nefsanî Bedene dönüşen Ruh, Kalpte İdrak ile uygulanmış ve anlaşılmıştır. Ruh, bedende grup etmese ve tevhit ilmi Güneşi Batı’dan doğmasa, Kalpte idrak edilemez.

“Allah’ın bilgisi, sevgisi ve yardımından, ibaret olan Sırat Köprüsü; kendilerine özel olarak verilen nimetle, evvelen, ahiren, zahiren ve bâtınen, Hakkın baki yüzünü Şuhut edip, müşahedelerinde fani vücutlarından gaip, yok, olan Nebi ve velilerin yoludur, takva ve seyri süluk da denebilir.” (1 Fatiha) Varoluş sürecinin tümü, İnsan için tasarlanmıştır. Din ve Bilim aynı Hakikati söyleyip açıklar. Evrenin ilk anında, sevgi ve muhabbetle kodlanarak ortaya çıkan ve Tevhit İlmiyle, DNA misali, sarmaş dolaş olan, kudret ve kuvvetler, toplaşarak kütle oluşturur. Kütle, Boşluğu büker, ışığı çeker, maddeleşme oluşur, ruhun ilmi Kalbi, Kalbin idraki Nefsi oluşturur. İnsan, Hakikati idrak ederek nura, ilme kavuşur.

Umarım, aklımız Batı’dan doğan Güneşle Tevhit İlmini anlar, Kalbimiz de idrak eder!

Necdet Altınay O3012024

(1)     http://necdetaltinay.blogspot.com/2024/01/varolusun-hassas-dengesi.html

(2)     https://pursuit.unimelb.edu.au/articles/reading-the-body-s-electrical-signals-to-treat-illness

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Allah, Yaşayandır!

İnsanlar, ezelde, daha saf ve temizdi belki de. Kalplerden tozu toprağı, kiri, pası, silmek, temizlemek bugünkü kadar zor değildi. Gittikçe nefsanî lezzet ve zevklerin çoğaldığı gözlenebilir. Emme basma tulumba misalinde; su, önceleri yüzeyde olabilir, tulumbaya bugünkü kadar su doldurmak gerekmeyebilir. Evvelde, düşünüldüğünde, her şeyin ardındaki ilim kolayca görülebilir, idrak edilebilirdi. İnsanların içi dışına aksedebilir, yansıyabilirdi. Bugünlerde, ‘şey’lerin ardındaki ilmi açığa çıkarmak için, daha derin düşünmek, tefekkür etmek gerekli olabilir. Kendini huzurda, huzur içinde ve huzurlu hissedenler, içindekileri dışına çıkarmakta zorlanmaz. İçindeki güzel düşünceler, akseder, nakşolur, nakış olur, açığa çıkar, sanat olur. Kalpteki sevgi çevreye yansır. İçtekinin dışa yansıması, aksetmesi, sanat ve mimarlık olurdu. İlk insanların, Doğada, korktukları için Tanrı fikrine sığınmalarını düşünmek tarihi yanılgı olabilir. Tanrı, yansımış kulu olmuştur. Tanrı kulunu sevdiği, bildiği ve gördüğü için kul da Tanrıyı sever, bilir ve görür. Bu da gerçek bir yansımadır. Halk, aynen Haktır, batını Hak, zahiri Halktır; Hak, Halk olarak görünür!

“Vücutta evvelde, ahirde, zahirde, batında, Allah’tan başka mabut, ibadet edilen, yoktur. Ondan başka her neye ibadet olunsa ibadet, başkasına vaki olmaz. Bilinsin bilinmesin hep O'na ibadet edilir. Çünkü O'ndan başka mabut ve mevcut yoktur. Her mevcut olan O’nun aynadaki aksidir, aksetmesi, yansımasıdır. Allah, hay yani diridir, var olandır, diri olandır, canlı olandır, yaşayandır. Hayatı, zatının aynı ve her hay, diri olan şey ancak O’nun hayatıyla hay olur, diriliğiyle diri olur, canıyla canlanır. Allah, nefsiyle kaim olan, duran, kayyumdur, hakemdir. Ve her kaim olan şey, onunla kaimdir, kendi adına O’nun yerine geçer. Allah'ın kıyamı olmasa bir şey vücutta kaim olmaz; hayatta kalamaz, ayakta duramaz, kimse kimsenin yerine geçemez.” (2 Bakara, 255) Allah, kulunu sevmeden, Kul, Allah’ı sevemez! Kul, Allah’ı sevmedikçe, Allah kulunu sevmez! Ya kulum, seni zikrettiğim gibi sen de beni zikret! Önce, ezelde, Allah kulunu sevmiş de yaratmıştır ki kul Allah’ı sever! Allah, yokluk aynasına bakmış da Vücudu, mevcudat olarak görünmüştür! Görünen, Görenin Görüntüsüdür! Allah’ım ne büyüksün, Ben diye de görünürsün!

“Kitabı indiren Allah, sıfatlarının tümünün, nefsinde uygulanıp gerçekleştirilmesi nedeniyle, nefsine mutmain, tatmin, olarak şükretti. Şükrettiği nefsi, Abd-i Hu, kulu, olarak, Muhammet’e tahsis etti. Yani, İlahi olgunluk, Celali ve Cemali sıfatların tümünü, Muhammet’in zatı, vücudu, üzerinde izhar etti, zahir kıldı, gerçekleştirdi, ortaya çıkardı, yaşattı. Bu zahir ediş, Muhammet’i, Mutlak kemali, olgunluğu, olgunluğun istidadını bilfiil Muhammet üzerinde uygulamak demektir. Kuran’ın MUHAMMET’E inzali: hakikatin ve vahdetin tümünün, gizli hazinesinden, insan nesli üzerine ibrazı, aktarımıdır. Kitapla cem'in ibda'ı, yaradılışı ve hakikatin ibrazı, nüzul ve ûruç, iniş ve yücelme, itibariyle bir yansımadır. «İnzal» hakikatte: Allah’ın, «Nebi’sine hamt etmesidir.» Zira «ğaybul-ğaybte»  gizlenmiş olan manası, MUHAMMED’İN kalbine inzal olunmadıkça, inmedikçe, «MUHAMMED’İN ALLAH’A HAK hamdiyle hamt etmesi» mümkün olmazdı.” (18 Kehf, 1)

“Hak Teâlâ, «O, abd-i kâmilini, olgun kulunu» Muvahhit, tevhit eden mümin ve Hak’ta fâni olmaları için «Kayyum» yani emrettiği gibi istikamet sahibi kıldı. Yani, MUHAMMED’İN, tüm insanların bazılarını kahrı ile korkutup kötülükten alıkoyarak, bazılarını lütuf ile müjdeleyerek, gazap ve şehvet sıfatlarının, şecaat ve iffete dönüşmesi için «Allah» «MUHAMMED’İ Kayyum kıldı».” (18 Kehf, 2) “Müminlerin tümü, hay ve kayyum olan Zat’a teslim oldular. Hepsi Hay ve Kayyum’un kudret ve kahrına tabidir ve mülkünün esaretindedir. Ne kendi nefsiyle ve ne de gayri bir şeyle hayat bulur, ne de kaim olur. Hayat ve kıyamı, ancak Onunladır. İstidadını körelten ve fıtratının sefasını sürmeyerek «nefsine zulüm» edenin yüzü kararır ve karalığı sebebiyle «nuru kabul etmek imkânı» ortadan kalkan kimse, muhakkak Hakk’ın nurunun rahmetinden ve şefaat edicilerin şefaatinden mahrum kalmıştır. Temizlik ve arınma ile güzel ameller işleyen kimse, hakiki imanının kalıcı olması halinde, kendisinde hâsıl olan kemalin noksan olmasından korkmaz.” (20 Taha, 111, 112) Fıtratın sefası sürülmelidir.

Bir süre nefis orucu tutanda, Gazap ve Şehvet kuvvetleri şiddetlenir. Şeb-i Aruz, Gerdek Gecesini ve Hz. İbrahim’in ‘Rabbim ölüleri nasıl dirilttiğini göster’ nidasını hatırlatır. Kendi âleminde, kibir Kartalı, hırs Kargası, gösteriş Tavusu ve obur Kazın sıfatlarını yaşayarak çevresinde dolaşır. Halden hale geçip, her anda bir şende olarak, sevmek istediğinde sevilmek isteyen bir eşi, tüm canlılar arasında, arar. Nutuk yeteneğiyle aradığı nitelikte birini bulur. İşbirliği içindeki Gazap ve Şehvet kuvvetlerinin, Nutuk kuvvetine yardım ettiğinin farkındadır. Aramada baş döner, canavar nefis azar, beşer akıl şaşar, gönlü akar, bendini aşar, göz güzel çirkin görmez, kulak doğru yanlış dinlemez. Arayan sonunda bulur, çünkü ondan sonra aramaz. Çok sev ki seni sevsin, hem sevilmek istesin. Sevilmek isteyeni sevmek aşka gider. Artı ve Eksi yüklü elektrik ile Güney ve Kuzey kutuplu manyetik kuvvetlerin buluşup kavuşması misali, öyle bir süre geçer ki zıt kutuplar kaybolur, Birlikte Benlik kalmaz, gerdekte kendinden geçer. Halden hale geçişler son bulur, aşırılık gider, kişilik biter. Sevgi, aşk ısıtıp yakmış, akıl yitmiş, kalp atışı, kan akışı hızlanmış, Nefis, tatmin, mutmain olmuş. Maddeden soyunup, arınır, fani olup fena bulur, kalbe, ruhun nuru, ilmin idraki yansır, halin hoşluğu tüm varlığı kaplar. Vahşi kuşlar ölür, küllerinden yeniden doğuşta, onların yerini; kibirsiz, hırssız, alçak gönüllü, kanaatkâr, kalbe ruhtan haber veren güvercin ve muhabbet kuşları alır. İnsanı esir eden kuşlar gitmiş, hizmet edenler gelmiştir. Gazap ve Şehvet, yırtıcı kuvvetler ölür, Şecaat ve İffete dönüşür. İstidat gerçekleşir, fıtrat sefası ‘Benliksiz’ sürülür. İnsan, yansıma sonunda, şükür ve zikir ile olgunlaşabilir!

Umarım, biz de küllerimizden yeniden doğup, Hakka, idrakle, vasıl olabiliriz!

Necdet Altınay 17022024

 

 

Özgürlük Hakkınızdır,

            Hakikati idrak etmesi amacıyla yaratılıp donatılan insan, buluğ çağına geldikten sonra kendini bilmek için olgunlaşmayı seçip seçmemesi konusunda serbest bırakılmıştır.  Bireysel, kendine özgü, yetki ve yetenekleriyle, verilen akıl, fikir ve düşünme gücüyle ya nimetlerin peşinde koşup verilenleri alıp gidecek ya da geriye dönüp nimetleri vereni arayıp bulacaktır. Bireysel bencil fiil, sıfat ve vücudunu, Nefis, Kalp ve Ruhunun sonsuz rengiyle, kendi çapında kullanmayı seçerse, her alanda sınırlı kalacaktır. Nimet, yetki ve yeteneklerinin kaynağına yolculuk yapmayı seçerse, elindeki emanetleri teslim edecek, yerlerine Yaratıcının fiil, sıfat ve vücudu, kullanmasına izin verilecek ve özgürleşecektir. Bireysel düzeyde, kabzetme ve bastı, darlıkla azlığı ve bollukla bereketi, hak ettiği ölçüde verilir. Az ile yetinebilir, bedensel olan Mevt ile cismani hisler olan hayatı, hafızası olan Akılla yani Hakkın Kabzasıyla, elinden alınarak bolluk ve ferahlık da yaşayabilir.

 “Şuurunuzun, nasip ve kısmetinizin açılıp kapanması elinizdedir, düşüncelerinize ve yaptıklarınıza bağlıdır. Siz kendi sıfatlarınıza karşılık olarak Hakkın sıfatlarını indirebilirsiniz. Bireysel ve bencil sıfatlarınızdan vazgeçerseniz, Hakkın sıfatlarıyla sıfatlanırsınız. Hakkın sıfatlarının nüzulünü ve sizde zuhurunu talep edebilirsiniz. Elinizde mevcut olanlara kıskançlık edip etmemenize bağlıdır. Allah, kıskançlığınız kadar size darlık ve azlık, cömertliğiniz kadar misliyle size bolluk ve çokluk verir.” (2 Bakara, 245) “Cebrail, insan aklı ve fikri; Mikail, bitkilerin ruhu ve aklı; İsrafil, hayvanatın ruhu ve aklı; Azrail, insan ruhu ve aklıdır, vakti zamanı gelince, kabzederek, Allah’a teslim eder.” (2 Bakara, 87) “Ölüm Meleği, iyi ahlak sahibi, hayır ehli, Salih kişilerin ruhunu, halim, selim, mülayim görünerek, kabzeder ve buyurun cennete der. Kötü ahlak ve çirkin sıfatlı, şer ehli şakilerin ruhları, korkunç görünümlerle kabzedilip cehenneme gönderilir. Nefis perdelerinden kurtulup kalp makamına eren, fıtratının aslına dönüp nurlanan kalp sahiplerinin ruhları, kamu vicdanı da denen ölüm meleği tarafından ayrıca kabzedilir. Kalp makamından Şuhut mahalline yücelen ve Rableri ile kendi aralarında perde kalmayan tevhit ehli kişilerin ruhunu Allah kabzeder ve onları nefsine haşreder.” (3 Ali İmran, 97; 32 Secde,  11; 39 Zümer, 42; 19 Meryem, 85; 16 Nahl, 28) “Olgun bir insanın Kalbinin, Nefsine tam hâkim olması, nefsin Gazap ve Şehvet Kuvvetlerinin her çeşidinin tümüne dirayetle Hükmetmesi ve vücut Memleketini, birlik, dirlik ve beraberlik içinde iyi idare etmesi beklenir. Hükmedemez ve hâkim olamazsa, bu Kuvvetler, işbirliği ve eşgüdüm içinde, kalbi esir edip, kuvvetlerin her biri kendine özgü lezzetleri talep edip, bölünüp, birbirleriyle savaşarak, Kalbi kabzetmeye kadar götürebilir.” (6 Enam, 65) “Kulların istidatlarına muttali olan Allah, kullarından dilediğine rızkı çoğaltır ve genişletir ve dilediğine, kabzedip, darlık verir ve noksan eyler.” (13 Rad, 26) “İzafi vücut ile gölgenin nasıl uzatıldığının farkında mısın?  Bil ki eşyanın mahiyeti, aslı, esası, özü ve ayan, apaçık, olanın hakikati yani ilmi, “Hakkın gölgesidir” ve “Mutlak vücudun” sıfatının âlemi oluşturmasının işaretidir. Görünen eşyanın hakikati olan ilim, Hakkın gölgesidir. Eşya, Mutlak vücudun sıfatlanmış halidir. Vücudun hakikatinin sabit bulunduğu yer Ümmül Kitaptır, Levhi Mahfuzdur, Gaip, adem, Yokluk Alemidir, Hakkın Hazinesidir. Gölgenin uzatılması, ilim ile her şeyin zahir oluşudur.” (25 Furkan, 45)

“Gölge uzatılarak, Hakkın kendisi, yoklukta gizlenmekten izafi vücut fezasında bariz olmuş, görünmüştür. Hariçte zahir olan vücuttan ibaret olan nur ismi ile eşyanın ve görünen mevcutların, ezeldeki ilmin halinin izhar edilmesidir, açığa çıkarılmasıdır. Mevcutlar nur ile hariçte zahir olur görünür.  Mevcudat, ezeldeki ilmin izhar edilmiş halidir. Yokluk, adem, vücut hazinesidir, sırf yokluk değildir. Hakkın ilim ve gaip hazinesinde olmayan bir şey asla zahir olamaz, vücudu mümkün olamaz. Her şey, icat ve ıslah,  gaip âleminde sabit olan şeyi izhar ve ifadan ibarettir. «îcâd ile idam, yok etmek»,  ancak gaipte sabit olan şey'i izhar ve ifadan ibarettir, başka bir şey değildir. Sonra ‘akıl güneşini’ ‘Vücut gölgesi’ne delil kıldık. Akıl delili, ‘Gölgenin Hakikati’nin, ilminin, ‘Gölgenin Vücudu’nun gayri, başkası, olduğuna şahitlik eder. ‘Akıl güneşi’ delalet etmezse; ‘gölgenin vücudu’  ile  ‘hakikati’, ilmi, arasında ayrılık olamaz, bu durumda Vücut, mevcut olur. Hâlbuki hiç bir ‘şey’ kendiliğinden mevcut olamaz. Zira zıllin,  ‘gölgenin vücudu’ olmasa ‘şey’ olamazdı. Kısaca, gölgenin vücudundan gayri bir şey mevcut olamaz. Zira gölgenin vücudu olmasa şey olamazdı. Binaenaleyh zillin, gölgenin, ilmin, vücuttan gayri bir şey olduğuna ancak akıl delalet eder. Sonra zilli ifna etmekle,  kolayca bir kabzetmek ile o zilli biz kabzederiz.  Zira mevcudattan her anda fâni olan her bir ‘şey’in fena bulması geçmişine, oluşumuna, kıyasla daha kolaydır. Her kabzedilen şey de zaten az sonra başka bir mazharda zahir olacaktır. Kabzetmenin, ifnanın, görüneni ıslah etmek değil, belki o şey’in suretini ve hakikatini,  ezelden ebede hıfz edici hafızası olan akıldan ibaret «Hakk’ın kabzasında» öyle intişardan, yanmak, ışımak, parlamaktan, men etmektir. Zahir de, batın da O'dur. O her şey’i bilicidir.” (25 Furkan, 45, 46) “Marifetinin hakkı ile Allah'ı arif olmadılar. Allah'ı nefislerinde tasvir, takdir ve her nasıl tasavvur ederlerse, o tasavvur ettikleri şey, kendileri gibi mahlûktur. Hâlbuki Arz, Hükümdarlığının kahredici kudretinin kabzasında ve tasarrufundadır. Gökler de O'nun kudretinde ve kahrındadır, dilediği gibi tasarruf eyler ve onlarla dilediğini işler. Tevhitte fena ve kıyameti Kübra gününde şahidin Şuhut’undan gökleri dürüp ifna, yok, eder. ‘Tevhit Şuhut’unda, görüşünde, eşyanın tümü fanidir. Her tasarruf, fiil, Hakkın kudretiyledir, her sıfat Hakk’ın sıfatıdır. (39 Zümer, 67) “Mevti tabii beden ile olur ve hayat, cismani hislerle yaşanır.  Başka mevt ve hayat yoktur.” (45 Casiye, 24)

Maddenin tümü, bilimsel olarak da izafidir, gözlemciye göredir, her anı değişkendir; hakikati, ilmi, değişmez ama şekli her an değişim içindedir. Tabii Mevt bedensel, hayat ise cismani hislerdir. Hakkın Kabzası olan hıfzedici, hatırlayıcı akıl, mevcudu bir şekilde tutar, eşya fani olup fena bulursa, oluşumuna kıyasla kolayca akılda bireysel haliyle intişarı, ışıması, yanması, men edilip yeni, Hakkın fiili, sıfatı ve vücudu, haliyle tutulur o kadar. 

Umarım biz de hıfzedici aklımızda Hakkın Hakikatinin yanmasını idrak edebiliriz!

Necdet Altınay 02032024

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ham, Pişerse Yanar!

            Amaçlarına, başarıyla ulaşanlar minnet duyar, şükreder. Genlerinden, fıtratından, istidadından gelen bilgi ve yeteneklerle insan ne olabilecekse onu olmalı, kendini gerçekleştirmelidir. Eşyanın bile olgunluğunun ortaya çıkışı, eşyanın hamt etmesidir. Bâtının, zahire çıkışı için Allah hidayet eder, yardımcı olur ki, kendisi methedilsin, şükredilsin. Her şey bir âlemdir. Âlem ilmi kapsar. Kendi ilminin idrakine eren kişi maddesinin, nebatat ve hayvanatının kıymetini bilir, insan olduğuna şükreder, kemale erişine hamt eder, kendisine daha fazla hidayet edilmesi için dua eder. Hak, kuluna tecelli eder. Ruh nuruyla, ilmin idrakiyle, hakiki hayatla diriltilen pişmiştir, artık hep yanar!

“Sana, takdir, temizleme ve tasfiye ile bir anlamda olgunluğun her çeşidinin, büyük kıyametin koparcasına olgunlaşmanın, sende bulunması ve fiilen açığa çıkarılması için hidayet etti.” (87 Âlâ, 3) “Ey müminler, o küffarı siz katletmediniz lâkin onları Allah katletti.” Bu ayetle müminlerin fiillerini kaldırıp Allah'ı ispat ederek, onları tevhit-i ef'ale hidayet etti.” (8 Enfal, 17) “Hakiki iman edenlerdenseniz, müminseniz, O’nun emrini kalbinizin iradesiyle kabul edebilmenizin kolay olması amacıyla, O’na ve resulüne nefisleriniz sıfatını yok ederek, fenası ile yok bilerek,  yok olduğunun idraki ile itaat ediniz. “Habipim, kâfire toprağı attığın zaman onu sen atmadın ancak Allah attı” örneğinde olduğu gibi, fiili kendinize nispet etmeden, nefsiyle değil Allah ile atan Muhammet’tir idrakinde olduğu gibi itaat ediniz. Bir bütünün parçası olduğunuzu idrak ederseniz, parça ile bütün iki etmez! “Eşyanın, tüm mevcudatın, söz ve hal diliyle hamt etmesi, amaçlarını gerçekleştirmesiyle ve olgunluklarının zuhuruyla, ortaya çıkarılmasıyla, olur. Mevla’ya hak ettiği şekilde, methederek, minnet duymak ancak gayelerine kavuşanlarca olur. Bütün mevcudat, kendine özgü özelliklerinin kemallerini, olgunluklarını, kuvveden fiile çıkararak, tasarımdan uygulamaya geçirerek, (Isra, 44 te de belirtildiği gibi) Hakkı tespih ve hamt eder. Eşyanın tespih etmesi, Hakkın birliğine delalet ederek, delil olarak, Hakkı şirkten, noksan sıfatlardan ve acizlikten tenzih etmekle olur. Rahman olarak, sağlık ve rızık gibi zahiri ve genel nimetleri veren; Rahim olarak da bilgi ve ilim gibi Bâtıni ve hususi, özel nimetleri verendir. Hakk’a alâmet, işaret, olan ve Hakk’ın bilinmesine sebep olan her şeye âlem denir. Âlem kelimesi, Hakkın gölgesi olarak bilinen ve eşyanın kaynağı olan, ‘ilim’ manasını kapsar. Eşyanın, var olan her şeyin, ilmin zuhuru, zahire çıkışı ile olduğuna Akıl şahittir. İzafi, değişken, var olup yok olabilen eşyanın, maddenin, fena bulup fani oluşu, hıfzedici, hafızası olan ve Hakkın Kabzası denilen Akılda tutuluşuna bağlıdır. Celali nazar, bakış ile eşya kendi özelliğiyle de tutulur; aslı, esası, özü ve hakikati olan Hakkın Gölgesi Vücut olarak da tutulabilir. Akılda Hakkın Vücudu olarak tutulduğunda, Hak kullarına kelamında sıfatı ile tecelli etmiş olur. (1) Kul, Hakkın kuvvet ve kudretini görerek, kuvvet ve kudretin Hak’tan başka kimsenin olamayacağını idrak eder. Böylece, Hakka, Hak ile ibadet edileceğini anlar ve her vecihten, yüzden, Hakkı müşahede ederek, daim namazda olurlar. Marifet, bilgi, muhabbet, sevgi ve Hakkın Zatına Hidayet olan bu Sırat Köprüsü, kendilerine genel ve özel nimetler verilen; evvelde, ahirde, zahirde, batında, Hakkı Şuhut eden, gören; Nebinin, sadıkların, şehitlerin ve evliyanın yoludur.” (1 Fatiha Suresi)

“Mearic, Miraç, mutluluk halleri demektir ki, o da itidal ile tabiatlar, ilim, his ve huylar makamından maden, cemadat, makamına, sonra nebatat makamına sonra hayvanat makamına yücelirler. Sonra hayvan makamından bazısı bazısının fevkinde, üstünde, mertebelerde, derecelerde, insan makamına yücelirler. Sonra nefis menzilinden ve kalp menzilinden ehli sülukûn işaret eylediği intibah, uyanıklık,  yakaza,  tövbe, inabe eder, hak yoluna girerler. Mürşide biat ederek sülük menzillerine girer, sonra fenayı efal ve sıfat mertebelerinde ta fenayı zata kadar la buud, helak olma ve la yehza, uyanıklık, terakki mertebelerinde yücelirler.” (70 Mearic, 3)

“Biz onları, manevi olarak ihya ettik, hakikatte, hakiki ilimle, yeniden dirilttik. İstidatlarında, fıtratlarında, kendilerine verilmiş olan mananın, zatlarına, kişiliklerine, gizlenmiş hakikatin, ilmin, ibraz edilmesi, ortaya çıkarılması, fiilen gerçekleştirilmesiyle; kâmil olmaları, olgunlaşmaları için, yeniden diriltildiler ki bu diriltme intibahın evveli, yakaza hali olarak bilinen, gaflet uykusundan uyanış, pişmeden önceki haldir.” (18 Kehf, 19) “Nefsin zulmet gecesi insanlara libas, elbise, kılınmıştır. Bu zulmet, sizi istila ederek, Hakkın zat, sıfat ve gölgesinin müşahedesinde, sizi setir eder, örter. Siz hakkın zat, sıfat ve gölgesini müşahede ediyorum diyerek meşgul olur, var olduğunuzu zanneder, düşünür durursunuz. Sizi, hayat ve dünya da, böylece, gaflet uykusunda uyutur. Hadisi şerif: “Bütün insanlar uykudadırlar, ölünce intibah ederler, pişerler, uyanırlar.” Uykudayken, “Daimi hakiki hayattan” gafil kalırsınız. Kalpleriniz, ruh nuruyla, ilmin idrakiyle, hayat bulunca, his uykusundan uyandıktan ve piştikten sonra,  kutsal âlem fezasında intişar eder,  güneş gibi yanıp, ışık ışını gibi yayılıp,  dağılıp, yanarak yaşarsınız.” (25 Furkan, 47)

            İnsan, Hak yolunda helak, fena bulup yok olmakla ihya edilmeyi hak eder. Seyri süluk veya sırat köprüsünden geçen, müminin namazı miraçtır denildiği anlamda, Miraca çıkabilir ve Hakkın kuluna tecellisine tanık olabilir. Kendini bilen, nur içinde Rabbini bilir.

            Umarım, biz de hamlığımızı bilir, pişmeyi idrak eder, yanmayı sürdürebiliriz!

                                                           Necdet Altınay 16032024

 

(1)   http://necdetaltinay.blogspot.com/2024/02/ozgurluk-hakknzdr.html

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ahde Vefa, Vuslattır!

Gelecek, geçmişte gizlidir. Sonuç, Başlangıcın açığa çıkmışıdır. Sonuçta, Başlangıç zahir, amaç batın, gizlidir, Başlangıçta amaç zahir, Sonuç batındır. Adam olacak olan, bebekliğinden bellidir. İnsan, doğuştan insandır. Allah, Âdemin sırtını sıvazlayarak zürriyetini, neslini, belirlemiştir. Âdemoğlu, olgun insan olması için maddi ve manevi donatılmıştır. Her şey, kuvvetlerden oluşan ‘info’sunun, bilgisinin, maddeleşip açığa çıkmış halidir. Yaşam koşulları farklı ve zor olsa da insan, olgunlaşmasını bilmelidir. Ruhun, ilmin, nuru, Kalpte idrak edilmeli, zahire çıkarılmalıdır. İstidadında, fıtratında, emanet edilenler, sahibine, gerçekleşerek teslim edilmelidir. Halk ile arz ve sema olup örtünen hüviyet, Hak olarak zahir olmalıdır. Evvelde Halk zahir, Hak batın; sonuçta Hak zahir, Halk batındır.

“Emanetleri ehline, sahibine, veriniz. Önce istidadınızın hakkını ödeyin. İlk yaptıklarınız içinizden gelenlerdir, fıtratınıza uygun olarak yaparsınız. Kemale erme, olgunlaşma, yolunda yaptığınız iş ve işlemler, eylem ve olaylar, daima bir kuvvete dayanır. Bu kuvvet ve kudretin sahibinin, siz olmadığını, Allah’ın olduğunu, bilin. Her işin ve eylemin bir sıfatla yapıldığını ve hiçbir sıfatın da size ait olmadığını, tüm sıfatların Allahın olduğunu, idrak edin. En sonunda tevhitte fani olup vücudun, Hakka ait olduğunu anlayın. Fenadan sonra bekaya döndüğünüzde, insanlar arasında hüküm verirken, eşyanın da Allah’ta kaim olduğunu bilerek, Allah’ın adaletiyle sıfatlanarak, hükmedin. Kendi Nefsiyle kaim olan, adalete kadir olamaz.”

“Allah, sizi bilir, işitir ve görür.” (4 Nisa, 58) “Halk arasında Allah’ın sana gösterdiği adaletle hâkim olman için, sana sıfatın ayrıntısının ve tecellisinin nasıl olabileceğinin ilmini inzal eyledik, indirdik. Ezelde senin istidadında, Hakk’ın marifetinin, bilgisinin, kemali nakşedildi, nakış gibi kazındı, sana emanet edildi. Allah'ın emanetini eda etmeyerek, nefislerinin haklarını koruyarak, hıyanetlik etmiş olan zalim ve hainleri müdafaa etme.” (4 Nisa,  105) “Siz, sıfatların tecelli makamı olan Kalbe dâhil olun, çünkü Kalp, ruhani semasıyla, arz sayılır. Kalbe girip makam edinmek, istidadınızda size emanet kılınmıştır. Nefsinizi arkada bıraktıktan sonra, menfaatiniz için veya lezzetlerine dalmak için, kalıcı olmak üzere, beden kasabasına tekrar dönmeyin. Dönerseniz, kalbin nurlarını ve güzelliklerini, bedenin zulmet ve çirkinlikleriyle değişmiş, ziyan etmiş, olursunuz.” (5 Maide, 21) “Hak Teâlâ, sizi, nefsi külliyeden ibaret olan bir nefisten inşa eden Zat’tır. Beden arzında zuhur etmesi, görünmesi istenmiştir, fenası halinde ise cemi Zatta emanet olduğu anlaşılır. Biz nefsin zuhuru ve emanet kılınması ayetlerini, idraklerinin sefası ve Kalplerinin aydınlanması için fıkıh, derin anlayış, sahibi olan kimselere ayrıntılı açıklamışızdır.” (6 Enam, 98) “Ey müminler, ezeldeki ilk istidadınızın gerektirdiği gibi Allah’ın ahdine uygun, size emanet olarak verdiği bilgi ve hakikate sahip olduğunuzu bilerek, ahdinize vefa gösterip, Hakikati idrak edip kemale ererek, olgunlaşarak, ortaya çıkarmak, gerçekleştirmek yerine; nefsinizin sıfatlarıyla gizlenerek emanete hıyanetlik, ahde vefasızlık, etmeyiniz.” (8 Enfal,  27)

“Allah, kuvvetler halinde, kendisinde Allah'ın emaneti olarak verilen ilmi, kemali, itaatle eda etmeyen ve ahde vefasızlık ile kalbe hainlik eden ve nimetleri kötüye kullananları sevmez.” (22 Hac, 38) “Olgunlaşma amacıyla verilen yetenek ve kuvvetleri bu amaç için kullanmayan sevilmez.”

“Gayrisine kıyasla, aslı ve evveli ilim olan, Hakiki İlahi Sıfat ile Evvelin ve Başlangıcın Kaynağı, İzafi Sıfat olan, İlahi Zat tarafından; insanlar, soyut ‘Hakka Verdikleri Söz’ ve zahir amelleri nedeniyle; nefsanî duygular içinde, gaflet uykusunda ve perdelenmiş durumda terk edilmezler. İnsanlar, tabiatlarına emaneten bırakılmış ve istidatlarında saklanmış olanların zahir olması, ortaya çıkması, için çeşitli belalar ve nefsi terbiye ile imtihan edilirler. Kutsal hadise göre: “Ben gizli bir hazineydim, zahir olmaya muhabbet ettim, aşikâr olmayı sevdim ve halkı izhar ettim, görünür kıldım.” Gizli hazine, olgunlaşan insanlarda apaçık yaşanır. İnsanlara, muhabbeti nedeniyle, nimetlerini sundu. İlahi Zatın sonuçta görünmesi, evvelde Başlangıç oluşunun gereğidir.” (29 Ankebut, 1)

“Hüviyet, arz ve sema olarak örtündü. Arz ve sema, hüviyeti kabule istidatları, özünü idrak etme bilinci, olmadığından, hakikati zahir etme, ortaya çıkarma şeklinde taşımaktan kaçındı ve korktu. İnsan ise istidadının kuvveti ve taşımaya kudreti sebebiyle emaneti yüklendi. Hakikatin hüviyetini, nefsine yakıştırarak, hatta intihal etti, kendisinin olmadığı halde benimsedi, sahiplendi.”

“Allah’ın hakkını benimseyip intihal ettiği, nefsiyle zahir olduğu, için de zulüm sahibi oldu. Benlik ve bencilliği nedeniyle, hüviyeti bilemediği için çok cahil oldu. Yaradılışındaki nurun zuhurunu, ortaya çıkıp parlayışını, engelledi. O nurun hakkını bilemeyip vermeyen münafık oldu. Yaradılış perdelerinin kesafeti, yoğunluğu, nedeniyle de Hak ile olamayıp gayri ile kaldıkları için şirk sahibi müşrik oldular. Tövbe eden müminler, Hakkı arif olup, bilip, kemali izhar ile ortaya çıkarıp olgunlaşarak emaneti eda eyler, gerçekleştirip sahibine teslim eder.” (33 Ahzab (97). 72, 73)

Aklı başına gelen, kendini bilip insan olmaya başlayan, reşit olan kişi, Hüviyetin, Kişiliğin, Zatın, arz ve sema ile örtünüp gizlenmekte olduğunu idrak etmeye başlar. Kendi ruhunun, ilminin ve beden ile cisminin Başlangıçtan, Haktan, geldiğini anlar. Verilmiş olan ilim ve yeteneklerin tümünün açığa çıkışını sağlar. Kendine emanet edilenlerle her ne olabilecek ise onu olup, kendini gerçekleştirip, gerçek sahibine teslim ederek, Halk zahir olduğunda batın olan Hakkı zahire çıkarır. (1)

Umarım bizden de, emanetlerimizle kendimizi gerçekleştiririz de, Hak görünür!

Necdet Altınay 30032024

(1)   http://necdetaltinay.blogspot.com/2024/03/ham-piserse-yanar.html

 

 

Akıl, Ruhun Kalbe Kapısıdır,

Akıl, insana verilen en büyük nimettir. Aklını kullanan kendini de Yaratanını da bilebilir. Beyin, beş iç ve beş de dış duyulardan bilgi toplar, değerlendirir, anlam kazandırır. Ama basiretli görüşle Varlığın ardındaki hakikati idrak eden Kalp gözü akıldır. Nefsine hâkim olabilen Kalp, Ruha açılım ile ruhun nurunu, ilmin idrakini, akıl ile sağlayabilir.

“Hakk’ı işitmeğe, Hakk’ı görmeğe, Hak’la söylemeğe sebep olan akıl nurundan kalpleri yoksun olduğundan onlar, hakikaten sağır, dilsiz ve kördürler. Kalplerinde aklın nuru, idraki, olmadığı için şuur yerleri olan göz, kulak ve dillerinden kalplerine giden yollar kapalıdır. Kalbin nuru olmadığından göz, kulak ve dilden istenen faydalarından haz alamaz ve istifade edemezler. Bu nedenle münafıklar, sağır, dilsiz ve kördürler.” (2 Bakara, 18,19) “Ahdin misakı olan sözleşme ile Allah, tevhit ilmini akıllara kazımıştır. Böylece, insanlar, cismani perdelerden soyundukça, tevhit ilmi, yeni keşfedercesine, kendilerine aşikâr olur. “Bela” evet demeleri ise insanların zatları ile tevhit ilmini kabulleridir. Her insan, insanlığın bir parçasıdır, kendinde kısmen insanlık vardır, akıl verilmiştir, aklını kullanarak ilmini artırabilir, ilmi arttıkça, bedenden ruha yücelebilir, insanlığını geliştirebilir, tefekkürle,  ilim, yeniden keşfedercesine aşikâr olur. Tevhit ilmini idrak yeteneği verilmiştir, bu yeteneği insan kullanmalıdır, O’nu ispat etmeye, olgun, kâmil insan olmaya, söz vermiştir, sözünde durmalıdır.” (2 Bakara,27)

 

“İki Âlem vardır, birisi beden ve beden organları olan cisim âlemi,  ikincisi ruh âlemidir. Semanın yedi kat olması ruh âleminin mertebeleridir. 1- Madde âlemi, 2- Nefis âlemi, 3- Kalp, 4- Akıl, 5- Kalbin Sırrı, 6- Ruh, 7- Ruhun Sırrı. Tasavvuf açısından akıl ruhtur, ruhtandır, ruhanîdir; akıl, konuşan nefsin akıl erdirme gücüdür. “Akıl, ruhun nuru ile nurlanan, ilmin idrakiyle aydınlanan, kalbin parlak bir mevziidir.” “Kalp de, idrak eden, düşünen, konuşan nefisten, insanlıktan, ibarettir.” (2 Bakara, 29) “Siz, «ruh» Rabbinden «akıl» meleği vasıtasıyla «kalp» Nebi'sine indirilen, makul, akla dayanan, kitabı okuyunuz.” (2 Bakara, 50) “Vehim şaibesinden arındırılmış, şeriat nuruyla nurlanmış, olan akıl ile akıllanmış olanlara elbette pek büyük deliller vardır.” (2 Bakara, 164) “İnsan bir bütündür ama kendi nefsiyle var değildir, her mevcut olan O’nun vücuduyla mevcuttur. Vücudun bütününden infisam etmek, kopmak, ayrılmak, iki vücut halinde var olmak, mümkün değildir. Akıl, kıyasladığı için iki varlık gibi görür. Mümkün, mevcut olanlar, Allah’ın efali ve sıfatıdır. İnsan, tüm organlarıyla bir bütün halinde yaşarken, kendi iradesi dışında bir organı, eli, kolu, hareket ederse onu duyar, işitir. Akıl, bir insanı, ayrı bir varlıkmış gibi itibar eder, düşünürse, o insan, Varlıktan kopukmuş gibi algılanır. İnsanın ayrı bir varlıkmışçasına hareket etmesi halinde ise ‘Varlık’ onu hemen işitir, çünkü kendi kendine hareket ettiğinde varlıktan kesilmiş, kopmuş olur. Özgürmüş gibi hareket edildiğinde niyeti bilinir, sözü işitilir, hareketi duyulur ve hissedilir. Bağımsız gibi hareket etmenin nedeni maddenin ardındaki, özündeki ilmi bilmemek olabilir.”

“Hareket ve sıfatların karanlıklarından, hayal, kuruntu ve şüpheden,  kurtularak ruh âlemi fezasına; ilim ile kalbin ufkuna ve semasına çıkılabilir. Maddeyi, eşyayı, kişileri, mevcudatın tümünden, ‘Vücut’tan, kırık, kopuk ve bağımsız hayal etmek eşyanın doğasına aykırıdır.” (2 Bakara,256, 257)

“Bütün yiyecekler akıl sahiplerine asıl hükmüyle helâldir. Zira akıl zarar veren ve helak eden şey’in haram olduğuna hükmeder.” (3 Ali İmran, 93) “O Ayetlerden biri de İbrahim makamı, yani Ruh Nurunun kalbe ulaştığı yer olan akıl vardır.” (3 Ali İmran, 97) “İnsanlara gönderilen on iki vekil, beş dış duyu, görme, işitme, koklama, dokunma, tat alma ve beş iç duyu, adalet, vicdan, zekâ, hayal ve fikir gücü ile teorik ve pratik akıldan ibarettir.  Eğer siz ruh,  kalp ve melekût,  hâkimiyet,  imdadından gelen akıl ve ilhamla, isabetli fikirler ve doğru hatıralarla, akıl ve fikir resullerine hürmet edecek olursanız, fena ile zatınızı da teslim ile Allah'a iyi bir ödünç verirseniz, sizden hicaplarınız olan zat,  sıfat ve ef’âlinizin vücutlarını elbette setir eder, örterim.” (5 Maide, 12) “Âdem’in, biri sırf akılcı Habil ve diğeri sırf hayalci Kabil olmak üzere iki oğlu vardır ve her ikisinin de ikizi kızdır. Âdem, Kabil’i, Habil’in ikiziyle, Habil’i de Kabil’in ikizi ile evlendirmek ister. Âdem’in amacı yalnız aklını kullanmayıp aklını hayal ile süsleyen ve yalnız hayali davranışlar yerine akılcı hayaller kurabilen torunlar sahibi olmaktır.” (5 Maide, 27,28) “Varlıklar, mevcudat, eşya ile mahcup, perdeli, engelli olanlar, hisleri ile kalırlar. Var olanların kendi kendine hareket ettiklerini zannederler.”

“Bu mertebeyi geçip de varlık perdesini yırtan, hareketin kuvvet ve kudretten olduğunu görüp anlar. Aklı, İlahi hidayet nuruyla hidayet bulan kimsenin ise Basiret gözü de açılır, kuvvetlerin ardında, bilimsel özelliklere sahip bilgi ve Hakkın gölgesi olan İlim olduğunu, İlmin sahibinin de Hak olduğunu anlar. Hareket etme iradesinin, varlıkta ve varlığın kuvvet ve kudretinde olmadığını, Kudretin de sahip olunan bir şey olduğunu görür. Böylece, İradenin, İlmin sahibine, Varlık olarak görünene, ait olduğunu, Hakkın, Halk olarak göründüğünü, idrak eder. Ve hakkıyla «La ilahe illallah» der.” (6 Enam, 75) Resimden, ressama ve ressamlıktan, ressamın Zatına, kişiliğine gidilir. “Gökyüzünden inen yağmur suyu ile çeşitli otlar, meyve ve sebzeler, bitkiler, nebatat, çıkardığımız gibi aynı şekilde, ruh semasından inen ilim suyu ile de her sınıf ahlak ve fazilet, nefis yeşilliği, güzel ve parlak ziynetler, şerif ameller, sadık niyetler çıkarırız. Hurma salkımı gibi akıl erdirmelerle bilgiler elde edilir, hakikatlere ulaşılır. Hakikatlere ulaşma, ruh nurundan, ilmin idrakinden, zuhur ettiği için kendiliğinden olmuş gibidir. Çeşitli koşullar altında oluşan zevkler, eğlenceler, üzüm bahçeleriyle, şırası sarhoş eden kalp muhabbetlerinin çeşitleri ortaya çıkar. Tefekkür zeytinini, sadık kuruntu narını ihraç ederiz. Seyri sülûk halinde, sıratı müstakim, doğru yol üzerinde, çeşitli mertebe ve rütbelerde, gizli ve açıkta, zevkler ve lezzetler ihraç ederiz.”

“Sebze, meyve ve yemişlerde olduğu gibi vusul, vasıl olma, ulaşma zamanında, her şeyin kemaline, olgunluğuna itibar ve iltifat ediniz. Şu saydığımız ayetler ve ahvalde, ilmî imanla iman edenler için büyük deliller vardır.” (6 Enam, 99)

Okumayı, bilgi edinmeyi, öğrenen, kâinatı okuyabilir ve her şeyi öğrenebilir. Maddi ve bedensel perdelerden soyunabilen insan, Kalpten Basiretli görüşe, Hakikati idrak edebilen akla erip, Ruha, ilme ve idrake ulaşabilir.

Umarım biz de basiretle gören akla ulaşıp, tevhit ilmiyle, Halkta, Hakkı görebiliriz!

Necdet Altınay 13042024

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hayatımız İmtihandır!

İnsanlar, tabiatlarına emaneten bırakılmış ve istidatlarında saklanmış, olanın zahir olması, ortaya çıkması, için çeşitli belalar ve nefsi terbiye ile imtihan edilir. Aslı ve evveli ilim olan, Hakiki İlahi Sıfat ile Evvelin ve Başlangıcın Kaynağı, İzafi Sıfat olan, İlahi Zat tarafından; insanlar, soyut ‘Hakka Verdikleri Söz’ ve zahir amelleri nedeniyle; nefsanî duygular içinde, gaflet uykusunda terk edilmez. Rahmani nimetler olarak verilen eşya, bitki ve hayvandan farklı kılan Rahimsi nimetlerle, insan, sınavdadır, Hakkı Hakça yaşamalıdır.

“Biz onları, iyilikler ve kötülükler ile imtihan eyleriz. İmtihan denilen belâ, nimetin hem bolluğu ile hem de darlığı ile olabilir.” (7 Araf, 168) “Rabbi, İbrahim’i kalp, sır, ruh, hafa, vahdet gibi ruhani mertebelerle ve bu mertebelere geçmeğe sebep olan teslim, tevekkül,  rıza ve bunların, ilimleri gibi ahval ve makamlar ile imtihan ederek İbrahim’in, fenaya kadar sülûku ilâllâh ve fillah ile bu kelimatı tamamladığını tezekkür ediniz.” (2 Bakara, 124) “Biz elbette sizleri birçok şeyle ve birçok şekilde sınayacağız ve imtihan edeceğiz. Benden korkarak,  korkutularak,  mallarınızı kaybederek, nefsinizi güçlendiren şeyleri eksilterek ve kalbinizi güçlendiren şeyleri kaybederek sınanacaksınız. Benimle olma iradesinin kuvveti ve benim muhabbetimin lezzeti sebebiyle alışmış ve alışkın oldukları şeylerle olmamaya sabredenleri müjdele.” (2 Bakara, 155, 156)

“Bu nedenlerle uykusuz kalanlara, bir derece uyananlara, bir musibet isabet ettiğinde onun kudretimin etkisiyle olduğunu düşünüp olayda sıfatımın tecelli ettiğinin idrakini yaşarlar. Böylece, kendilerinde tasarruf sahibi olduğum mülk olduğunu yakinen bilerek “Biz O’ndan gelir, O’na döneriz” diyerek, benimle bende Halik olduklarını müşahede ederler.” (2 Bakara, 155, 156) “Tâlût, askerlerine dedi ki, ‘Allah, sizi bir su ile imtihan edecektir’. Bu su, ‘Doğal Cisimler’ suyudur. Her kim, o sudan ifrat derecede kanıncaya kadar içerse, o kimse benden değildir. Çünkü tabiat ehli ve arzularının kulu olanlar, mahlûkatın en zayıfıdır. Ve her kim, bu sudan tatmazsa, o bendendir.  Ancak haris ve düşkün olmayarak zaruret ve ihtiyaç miktarıyla kanaat edenler müstesnadır, onlara zarar yoktur.” (2 Bakara, 249) “Müminler, Kuranın ilmiyle âlim olur ve ahlakıyla ahlaklaşır, Allah’a iman eder yani Allah’ı ceman tevhit eder. Meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ederek mazharlarına, tecellilerine razı olarak, vahdetini, kesret suretlerinde müşahede edici olarak Allah’ı tafsilatıyla tevhit ederler. ‘Bizim vücut ve sıfatlarımızı senin vücut ve sıfatlarınla setir ve imha eyle ve en büyük günah olan şirk yani vücutlarımız günahlarını setir eyle, ört ve fenadan sonra bağışlanmış vücut ile bize rahmet et’ derler.” (2 Bakara, 285) “Allah,  sana kitabı indiren zattır. O kitabın bazı ayetleri,  yalnız bir anlamı olan ‘Muhkem’ ayetlerdir, kitabın aslıdır; bazı ayetleri ise iki ve daha fazla manaları olabilecek, hak ve batıl şüphesi uyandıran ‘Müteşabih’ ayetlerdir. Bunun nedeni Hakkın, biri mutlak diğeri izafi olan iki yönü vardır.” (3 Ali İmran, 7)

“Birisi, halkın fenasından sonra baki olan, mutlak yönüdür, hiçbir değişikliğe uğraması, çoğalması, kırılıp iki olması, hali yoktur. Diğer yönünde ise Hak ile batıl karışıktır, herkesin istidadı, kendine uygun yönünü geliştirir, tercihlerine göre imtihan edilir. Arif olan için bir yüz vardır, diğerleri aynalardan görünüşlerdir. Müteşabih ayetlerin tevilini yalnız Allah bilir, arifler de Allah’ın ilmi ile iman nuru ile bilir. Halis akıl sahipleri düşünebilir.” (3 Ali İmran, 7)

“Kalbin ikbali zamanında haliyle mevsuf, içinde bulunduğu halin sıfatlarına bürünmüş olan kimse sadıktır. ‘Fail Haktır’ deyip Hakkı fail gören, her fiilin failinin Hak olduğunu gören sadıktır. İmtihan olunduğu zaman, üstlenilmediğinde iltifat olunur, imtihanda halâs bulursa, kurtulur, selamete ererse o vakit sahih olur.” (3 Ali İmran, 143) “Sizi kolayca ulaşabileceğiniz bir takım huzur ve haz verici şeylerle elbette imtihan eder ki, bu imtihan Allah’ın kendisinden gaip halinde kimin korktuğunu, ayrıntılı ilmi ile bilmesi içindir. Zira korku fiil kabilinden olan hataya taalluk ettiği için,  ancak gaibe iman edenlere mahsustur. Amma huzur halinde azamet tecellisiyle olana haşyet denir. Zat tecellisi ile olana heybet denir. Buna binaen korku nefsin, haşyet kalbin, heybet ruhun sıfatıdır.” (5 Maide, 94) “Allah, emrinin infazına muktedir kılmak için sizinle kendi olgunluğunu ortaya koyan, arzda sizi halife kılan "Zat-ı âlâ”dır. İstidat olarak verdiği kemalin de, sizi imtihan etmek, kendisinde zahir olan kemalâtın, olgunluğun, hakkıyla kimde kaim olup, kimde olmayacağını ve kendi sıfatını gizleyerek, Hak’kın sıfatını izhar edinceye kadar kemalât yoluna sulukta kimin hakkıyla kaim olup, İlâhi Emanetleri eda edici olacağını ve kimin kaim olamayıp, hain olacağını yoklar. Rabbiniz, sizin nefisleriniz sıfatını setir eden, mağfiret sahibi ve o kemalâtı sizde izharı ile Rahmet eden merhamet sahibi olması için, istidatlar derecelerinin farklılığı nedeniyle, olgunluğu da farklı olur ve bazınızı, bazınızın üstünde yükseltmiştir.” (6 Enam, 165) “Gayrisine kıyasla, aslı ve evveli ilim olan, Hakiki İlahi Sıfat ile Evvelin ve Başlangıcın Kaynağı, İzafi Sıfat olan, İlahi Zat tarafından; insanlar, soyut ‘Hakka Verdikleri Söz’ ve zahir amelleri nedeniyle; nefsanî duygular içinde, gaflet uykusunda ve perdelenmiş durumda terk edilmezler. İnsanlar, tabiatlarına emaneten bırakılmış ve istidatlarında saklanmış olanların zahir olması, ortaya çıkması, için çeşitli belalar ve nefsi terbiye ile imtihan edilirler. Kutsal hadise göre: “Ben gizli bir hazineydim, zahir olup aşikâr olmayı sevdim ve halkı izhar ettim, görünür kıldım.” Gizli hazine, olgunlaşan insanlarda apaçık yaşanır. İnsanlara, muhabbeti nedeniyle, nimetlerini sundu. İlahi Zatın sonuçta görünmesi, evvelde Başlangıç oluşunun gereğidir.” (29 Ankebut, 1) “Çocuklarınız ve malınız fitnedir, bağımlılık yapar, imtihandırlar. Şükrederek, Allah için sevmez, onlara öncelik tanırsanız, isyan etmiş olursunuz. Onlarla perdelenmeyin; muhabbetlerinde fazlaya kaçmayın, makul olun sabredin, sabrın karşılığı büyük olur. Allah’ın sizi, mal ve evlatlar ile imtihan ettiğini biliniz. Onları, Allah’ın razı olduğu yerlerde harcayınız, istendiği şekilde muhabbet edip kullanınız.” (64 Tegabun, 15,16)

 

 Allah, gizli bir hazineydi, zahir olup aşikâr olmayı sevdi ve Halkı izhar, görünür, kılıp, Halk olarak göründü. Gizli hazine, olgun insanlarda apaçık yaşanır. İnsanlara, muhabbeti nedeniyle, nimetlerini sundu, onlar da nimetlere şükredip, zikrederek, Hakkı, Hakça yaşadılar. İlahi Zatın sonuçta görünmesi, evvelde Başlangıç oluşunun gereğidir.

            Umarım bizden de, yaratılışın amacı gerçekleşir, Hak görünür, Hakça yaşanır!

Necdet Altınay, 11052024

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hak Vardır Batıl Yoktur!

Kuran konuşur, bilim kanıtlar. Bilim der ki: “Yokluktan, boşlukta var olup yok olan zerrelerden birinin ani şişmesiyle evren oluştu. Önce sonsuz hareket yani sıcaklık vardı, soğuma başlayınca, Elektro Manyetik Radyasyon (EMR) kuvvetleri toplaşıp, aynasal âlemde maddeleşti, atom, yıldız ve galaksiler oluştu. Kütle tekrar enerjiye dönüşünce, madde aslına dönmüş olur.” Kutsal mesaj der ki: “Allah, bilinmeyi sevdi, insanı inşa etmek amacıyla, yokluk aynasına baktı, Halk olup göründü. Tebdil ve ‘tagayyür’ ediş yani değişim ve ‘farklılaşarak belirginleşip mükemmelleşme’ sonucu, insanda zan, vehim ve kuruntudan oluşan perdelenme keşfedilir. Hicap, perde, kaldırılınca Hak görünür, batıl yok olur.” Bilimsel olarak, kuvvetlerin, anında bozunan Higgs Bozonu içinde maddeleştiği keşfedildi. Evrende soğuma başlayınca, ışığın EMR kuvvetlerinin maddeleştiği anlaşıldı. Sabit Enerjinin bir kısmı ‘Tagayyür” eden hale dönüşür. Atomlardan yıldız ve galaksiler, yer ile gök oluşur. ‘Sabit ve Tagayyür’ kavramlarına benzer şekilde, Kuranın, Muhkem ve Teşbihsel ayetleri aynı anlayışı verecek şekilde idrak edilmelidir. Tüm Evren, yalnız ışıktan yani ‘Nur’dandır.

“Kuran, katıksız, Hakk’ın gayri olan batıl ile karışıklığı olmayan, Hakken yakındır, ayni cemden, vahdet makamından kaynaklanır, kalp makamından olsaydı ilmen, ruh makamından olsaydı aynen yakın olurdu. Zatın tevhidini ispatlamak için nebi ile önce “Kul” ve “Resul” sonunda  “Hak”  ilişkisi kuruldu.” (69 Hakka, 51,52)

“Kul-resul-hak bir oldu,  tevhit edildi. İkilik ve benlikle perdelenmemek için kendi zatın ile Allah’ı tenzih et ve “Gayrı” bir şeyin olmadığını kabul et.” (69 Hakka, 51,52) “Hepiniz cennetten düşünüz!” dedik. Hakk’ın iradesi olmasa İblis kadir olamazdı. Böylece, kaza ve kader sırrını idrak et! “Elbette size benden hüda, doğru yolu gösterici, gelecek, her kim hüdama tabi olursa onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar. Hubut, düşüş, olmasaydı hüdaya tabi oluş, yüceliş de olmazdı, iyi ile kötü ayrılmazdı, ceza evi olan cennet ile nar batıl olurdu, belki de mevcut olmazdı. Hüda, şeriattir ki her kim tabi olursa onlara korku yoktur. Hüdaya tabi olmak anlayışı,  idraki içinde kişinin basireti cilalanır, şehvet ve lezzetlerinden teselli bulur,  kalbi müşahedelere, aklî ilimlere ve nefsî vicdanlara hidayet olduğundan, yok olan dünya nimetlerine de mahzun olmaz.” (2 Bakara, 38) “Ve ilim ve bilginizi, batıl olan nefsanî şehvetlerinizle yemeyiniz. Yâni maârif ve malûmatınızı, hissi ve hayalî maksatların iktisabı ile nefsin lezzetlerini tahsilde sarf etmeyiniz.” (2 Bakara, 188) “Müşahede ile Ruh makamında ve keşiflerle Kalp makamında ve cihat ile Nefis mekânında, değişim üzere her koşulda, Allah'ı zikrederler ve vehimden halis olan akılları ile ervah ve ecsad, canlılık ve cisimler, âleminin izharında tefekkür ederler. Şuhut zamanında ise «Ey bizim Rabbimiz, bu halkı batıl, yani senin gayrin olan bir şey olarak izhar etmedin» derler. Zira batıl ancak Hakk’ın gayri olan şey demektir. Belki Halkı, kendi esma ve sıfatının görünür yeri kıldın. Gayrinin mevcut olmasından seni tenzih ederiz.” (3 Ali İmran, 191)

“Akıl semasını, ilim ve bilgi ile donattık ve kuruntulardan arındırdık. Akıl semasına, madde denizine ilişkin ilim, yetenek bilgileri, teorik ve uygulamalı bilimler, yerleştirildi. Akıl ufkundan, aklın hükmünü, saklıca dinleyen ‘bencillikle’ çalarsa, onu parlak bir ışık izler ve çalan hemen yakalanıp tard edilir, şirk koştuğu saptanır.” (15 Hicr, 16-19) Her şey, Allah’tandır, O’ndan gelir, O’na gider!

“Eğer biz  ‘var olur yok olur’  mevcut olsun isteseydik kudret yönünden bize mümkün olurdu. Lâkin öyle mevcudat, varlık, olsun istemedik, çünkü hikmet ve hakikate uygun olmazdı”. (21 Enbiya, 17) “Allah; gayrin vücudunu ispat ile yapılan, şirkten âli ve münezzehtir. Cem’den sonra fark makamında,  ne vahdet ile kesretten, ne de kesret ile vahdetten, perdeli olmaksızın,  ayn-i  Ehadiyet-i  Zâtta  «kesret-i  sıfatı»  müşahede  edildiği için, «ayn-ı cem'de» Şuhut ettiğini ayrıntılı gösterdi. Kalpleri onunla ihya eylediği ilmi yani Kuranı, nakış halinde, «Âlem-i em'rinden» ziyade inayetiyle, has kullarından dilediğine indirir, gönderir.” (16 Nahl, 1,2) Zatın Birliğinde sıfatın kesretini görebilene, Kuranı, ilmi, indirerek şahit olması sağlanır. “Habibim de ki: Tebdil ve tagayyür etmeyen, değişmeyen ve farklılaşıp belirginleşerek mükemmelleşmeyen, sabit «Vücûd-i vâcib-i Hakkani», Hakkın Vacip Vücudu, geldi. Ve fena ve tagayyür ve zevali kabil olan «vücud-i beşeriye-i imkâni», şartlara, eldeki imkânlara, göre oluşan beşeri vücut, zail, yok, oldu. Belki fâni;  ezelde fani ve baki; daima baki olduğu cihetle, mümkün olan vücut, asılda fâni idi.” (17 İsra, 81)

“Önce sabit olup da sonradan fanileşmiş olmayan, ezelde fani olan fani kalır, baki olan baki kalır. Ancak biz, fâsid ve bâ'tıl bir tevehhüm, kuruntu ile muhtecib, perdelenmiş, olmuştuk, işte, bu hicap keşif olundu.” (17 İsra, 81) Var Olan hep vardı, sonradan yok olan da hiç olmadı!

Işık, bir Foton akışıdır. Foton ise, ışığın temel birimi, kuvvet taşıyan, kütlesiz ve yaşam süresi sabit olan, dalga özelliği gösteren, temel parçacıktır, cisimciktir. Elektron veya foton, her iki yarıktan aynı anda geçer. Elektronları veya fotonları, geçiş noktalarında, yarıklardan geçerken ölçüp gözlemeye, kaydetmeye çalışırsak, birinden ya da ötekinden geçiyor gibi davranır, dalga deseni kaybolur. Gözlemlemezsek, ikisinden, iki yarıktan birden geçer, dalga deseni oluşur. (1) Fotonun en bariz özelliklerini şöyle sayabiliriz: Durgun kütlesi sıfırdır; ışık hızıyla gider; ışık hızıyla gittiği için fotonlar için zaman durgundur; etkileşimlere parçacık olarak girebilir ancak dalga olarak yayılır. Kütlesi sıfır olduğu halde, diğer parçacıklar gibi kütle çekiminden etkilenir. Zamandan etkilenmediği için evrim geçirmeyen tek maddedir. Fotonun kütle çekiminden etkilenmesinin nedeni, kütleçekiminin kütleli cisimler etrafındaki uzay-zaman dokusunu bükmesidir. Işık da bu uzay-zaman içinde hareket eden bir dalga/parçacık olduğu için, bükülen uzay zaman dokusundan etkilenir. (2)

 

 

Anında bozunan, yani bir anda var olup yok olan, sınırları belirsiz, Higgs Bozonunun, Higson’un, varlık amacı, Maddenin Yapıtaşı olan Fermiyonlara kütle kazandırmaktır, böylece madde oluşur. Madde, Kara deliğe düşünce aslına, enerjiye, ışığa, dönüşür. Görünen, Görenin görüntüsüdür!

Umarım biz de, zan alanımızı keşfeder, varlığımızla gururlanmaz, Hak görünürüz!

Necdet Altınay 25052024

(1)     https://www.youtube.com/watch?v=9i7obuVFzVA

(2)   https://tr.wikipedia.org/wiki/K%C3%BCtle%C3%A7ekim

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Rızık Allah’tandır, Allah’a Götürür,

İnsan, Dünyadan, madde âleminden, protein ve vitamin dolu gıdalarla bedensel olarak büyür, gelişir, güçlü kuvvetli, kocaman veya şişman olur. Ruhundan kalbine inen İlim ve bilgi rızıklarını yüklenerek ise bilen, bilgili, bilgiç, bilge, yüce, büyük, ulu, insan olur. Allah, Rezzak’tır, insana, istediklerinden hak ettiğini, gıda veya rızık olarak verir. Âdem ve oğullarına, Allah’a rücu etme, dönme, izni, yeteneği ve imkânı tanınmıştır, isteyen bu hakkını kullanabilir. Nefsanî ve cismani örtünmesinden soyunup sıyrılarak, Hakkın efali ve sıfatıyla sıfatlanıp, Zatında fena bulup, Kalbi pişer ve Ruh semasında nurlu yanarak yayılır.

“Ey insanlar, yeryüzünü yatak, gökyüzünü bina kılan ve yağmurlarla yemiş rızkı veren, sizden evvelkileri yaradan Rabbinize ibadet edin! Tevhid-i Ef’ale davet eden kutsi hadis: ‘Halkı halk ettim ve nimetlerimle kendimi onlara sevdirdim’. İbadet şükürdür. Şükür nimet karşılığında olur. Tüm nimetlerin Hak’tan, tüm fiil, hareket, iş ve işlemlerin, Allah’tan olduğunu müşahede ederek, görerek, ef’alde şirkten uzak olun. Fail Hak’tır.” (2 Bakara, 21) “Ve biz, ‘Ey Âdem, sen ve zevcen, eşin, cennette sakin olun’  dedik. Âdem kalp, zevcesi nefistir. Nefse, aydınlanmadığı hallerde kara olan, cismani hayat kelimesinden, Havva denir. Kalp, cisimle ilgili olmasaydı Âdem denilmezdi. Kalp, nefsin pişmesiyle oluşur. Âdem ile Havva’nın içinde yaşamaları emir olunan cennet, Kutsi bir bahçe olan ruh seması âlemidir. Yani, ‘Ey Kalp ve Nefis, Siz, ruh semasını tercih ediniz ve o cennetten hangi mekânda ve ne suretle dilerseniz bolca yiyiniz’ dedik. Rızıklar ve yemişler helaldir. Zulüm, hak ve hazzın noksan olması, eksik kalması, haz alınmamasıdır. Nurun zıttı zulmettir. Zalim, zulüm edendir. Nur âlemindeki nasibinizden almadığınız kısım, bilmediğiniz her ilim kaybınız, her kayıp kendinize bir zulümdür, zalim olursunuz, idrak edemediğiniz her şey, yaradılış nurunuzdan noksan kalandır.” (2 Bakara, 35) Kendini bil, Kendini bilen, Rabbini bilir. “Şeytan, cismani lezzetleri iyi gösterip aldatarak, Âdem ve Havva’yı cennetten tabiat çukuruna kaydırdı, ruh-i daimden, sürekli ruh halinden, çıkardı. Semada, ruh, ilim, bir bütün olarak zevk edilir. Dünyada ise maddi, doğal cisimler, tek tek yenir veya zevk edilir.  Mahrum kalınan haz, kişiyi mevcut hazzından, almakta olunan hazdan ve/veya kendi hazzından, men etmeğe çalışır. İşte bu sebeple aralarında buğuz ve adavet, düşmanlık, olur. Ve sizin için, bu süfli yönde, Dünyada, doğada, Kübra, büyük ve sugra, küçük, denilen iki kıyametten birinin kopması vardır. Kalp ile nefsin, mevt-i iradî yani iradeyle ölüm, ölmeden önce ölmek ile süfli yönden kurtulun veya mevt-i tabii, doğal ölüm ile huzurun, zevklerin, kesilmesi zamanına kadar faydalanın.” (2 Bakara, 36) “Âdem, Rabbi cihetinden bir takım nurlar, ceberut ve melekût, hâkimiyetle hükmediş, mertebeleri ve soyut ruhları karşılayıp kabul etti. Yani Âdem, Rabbinden, doğaya hâkim olup hükmetmek üzere, ilim, ahlak, bilgi talep etti. Allah, Âdem’in tabiat elbisesinden sıyrılmak, kutsal olgunluğa ulaşmak ve hakiki ilimle süslenmek suretiyle, kendine rücu etmek istemesini kabul etti. Âdem’e rücu’u ilka eyledi, onu rücu edici kıldı. Kullarına, gazabıyla rahmet eder. Âdem’e gazabını, Âdem’in kemaline ve Hakk’a rücu’una sebep kılmış ve yaklaştırmak için uzaklaştırmıştır.” (2 Bakara, 37) Bedenden soyunan Kalp pişer ve Ruh semasında nurlu ışık halinde yayılarak yanar, İlahi İlmini saçar.

“Ve dilediğin kimseye zahir ve batın nimetlerin tümünü yahut yalnız birisinden hesapsız, rızık verirsin.” (3 Ali İmran, 27) “Ey ilmî imanla iman edenler, siz Allah’a yolculuğunuzda, kusur ile Allah'ın size helâl ettiği sıfat tecellilerini ve ahval keşiflerini haram kılmayın. Allah’ın size rızık verdiği tecelli ediş ilimlerini, ahval ve makamlar bahşişlerini, temizce ve bol bol kalplerinizin gıdası kılın. Bu kemal ve tecellilerin, Hak'tan ve Hak için olduğunu bilerek olgunlaşınız.” (5 Maide, 86-88) “Allah, «canlılık semasını» ve  «ceset arzını»  yaratan ve  «kutsal âlem» semasından ilim suyunu indirip, o su ile size rızık olması ve kalbinizin kuvvetlenmesi için  «nefis arzında»  «hikmet ve fazilet yemişlerini» çıkaran zattır.” (14 İbrahim, 32) “Ve o cennetlerde, onların daima rızıkları vardır. Yani, «Kalp cennetinde»; «ruh güneşi nurunun zuhuru sabahında» ve «nefis cennetinde»; «ruh güneşinin gurubu akşamında» onların rızıkları vardır.” (19 Meryem, 62) “Biz sana, ulvi yönden kutsal hakikatleri ve ruhani bilgileri rızıklaştırırız. Senden istenen, bedensel elbisen ve nefsanî davranışlarından soyunmandır.” (20 Taha, 132, 133) “Cihat bıçaklarıyla «Allah’a kurban» edilmiş Hayvani Nefislerinden soyunarak, «Allah’ın verdiği rızıklarla», keşif ve tecellilerle aydınlanma günlerinde, Hakk’ın sıfatıyla sıfatlanıp, Allah’ın ismini zikrederler.” (22 Hac, 28)

“Fıtrat eliyle Allah’ın kendilerine vermiş olduğu akıl kitabı, Kur’an ilmi, uygulanarak izhar edilmeli, ortaya çıkarılıp, okunmalıdır. İlmin, bu şekilde yani fıtrata konulmuş olduğu idrakiyle uygulanması, Kalp Huzuru Namazının kılınması demektir. Kendilerine ilmin sıfatları verilenler, bunlarla amel edip, ilmi uygulamaları halinde,  efalin terki ile infak eden, nafaka veren kimseler, kendi efal ve sıfatlarını Hakk’ın efal ve sıfatlarıyla ticaret etmiş olurlar.” (35 Fatır, 29) “O rızkı Allah bilir,  gayri bilmez, O rızık da, kalplerinin gıdası olan Malumatı İlahiyedir, İlahi Bilgilerdir. O rızık gayetle lezzet vericidir.” (37 Saffat, 41, 42) “Bizi, iradi mevt edenler olarak, günahlarımızı itiraf ettikten sonra, iki neşede iki defa inşa eyledin. Tecellilerinle bize sıfatının ayetlerini, delillerini, gösterirsin ve ruh semasından hakiki rızık olan ilmi indirirsin, bu rızık ile rücu edenler tezekkür, tefekkür ederler. Ölmüş kalpleri yeniden dirilten ledün ilmini ilkah eder, aşılar, öğretir. Talak, ayrışma, günü kulların beden perdelerinden kurtuldukları ve zahir oldukları gündür.” (40, Mümin, 11-16) “Yakınlaşma amacıyla tevhit ilmini tahsilden sonra tarikata, seyr ü süluka, usulüne uygun doğru yola, gir. Çünkü yola girmeden önce affedilmek ve bağış dilemek, zanlara dayalı taklidi iman ile olmaz, ilmî iman ile olmalıdır. İmanda sebat, kararlılık, rızkı verilmemişse, kimse usulüne uygun yola giremez.” (47 Muhammed, 19)

 

 

            Kuran, insana iner, ilminin idrak edilip, uygulanması, Kalp Huzuru Namazının kılınmasıdır. Ruh semasından inen İlahi Bilgiler, tefekkür edenin hakiki rızkıdır.  Efalin terki ile infak eden,  nafaka veren,  efal ve sıfatını, Hakk’ın efal ve sıfatlarıyla ticaret etmiş olur.

            Umarım biz de, Doğru Yola girip Sırat Köprüsünden geçer, Hakka rücu edebiliriz!

Necdet Altınay 08062024

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kalbinizi Yumuşatınız!

Yeni önerilen ‘Bilimsel Kurama’ göre: “Enformasyon, bilgi, Evrenin temel yapı taşıdır ve fiziksel bir kütleye sahiptir. (1) Fiziksel gerçeklik, temelde bilgi parçacıklarından oluşur. Bilginin kütlesi vardır ve her temel parçacık, evrenin bilinen yapı taşı olarak, insanların DNA sına benzer şekilde, kendisi hakkında bilgi deposudur. Bilgi içeren her parçacık, düşük enerjili kızılötesi fotona, nura, dönüşür.” Kutsal Mesajlara göre de: “Tevhit İlmi, sevgi ve muhabbet koduyla indirildi, böylece, enerji olarak bilinen ilk cevher zuhur etti, ortaya çıktı ve kalbi oluşturdu. Bebeğin rahimdeki gelişiminde ilk oluşan uzuv, tüm kuvvetlerin izdihamı, toplanmasıyla, oluşan kalbidir.(2) Diğer azaları oluşturan kuvvetlerin tümü, kalpten geçerek kodlanır. Kalbin tecerrüdü, yokluktan soyutlaşıp oluşması, matematik, fizik, kimya, tüm ilmin zuhurudur. İlmin, yokluktan boşluğa ilk çıkışında, DNA örneğine uygun, bir kütlesi ve kodlarını içeren parçacık hali vardır.” Bilime göre Yokluktan, Vakum Ortamına; Ayete göre de Levha-i Mahfuzdan, Uzay boşluğuna veya Arştan Arza, İlim iner, enerji diye bilinir. (3) Kalp, İlmi idrak ettikçe yumuşar, perdelenirse katılaşır, sertleşir.

“Tevhit İlmi Kitabı Kuran, sevgi ve muhabbet koduyla, ilk indirilen cevher olarak zuhur etti, ortaya çıktı. De ki: ‘Bilinmek için kâinat yaratılmıştı, tevhit benimle kemal buldu, sevdim, sevilen, sevgili oldum, fıtrat benimle amacına ulaştı. Böylece tevhidim ve muhabbetim olgunlaştı. Ruhun, tevhit ilmi olarak idrakiyle, ruhta vahdet ve kalpte muhabbet tam oldu, nefiste de adalet zuhur etti.” (42 Şura,1,2; 17) (55 Rahman, 19)

“Vahdet, muhabbet ve adaletimin kemali nedeniyle sevildim habip oldum’. Tevhit İlmi habibullahın hakkı oldu. Hak, Muhammed’le zahir oldu. Kalbin tecerrüdü, sıyrılıp soyutlaşması, ilmin zuhurudur.” (42 Şura,1,2; 17) (55 Rahman, 19) “Hakk’ın delili, gölgesi, olan tevhit ilmi İlmullah’tan halk edilen ilk cevherin; Celalî Nazarla hayâsından, edebinden, taşıp yayılmasından sonra açığa çıkan; ilmi hıfzedici kuvvetlerin izdihamıyla, temessül ve tecessüm ettiniz, cisimleştiniz. İlimden başka bir şey olmayacak şekilde, bedenleştiniz.” (25 Furkan, 45) “Elçisinin kalbi, kaaf, var olanların tümünü kapsayan arştır; elçinin aklı, kesrette var olanların tümünü ayrıntılarıyla ve fiile çıktıkça bilir, her şeyi kapsar, ilmine erer. Arzda vücut bulup mevcut olan ve fıtratını gerçekleştiren her şey önce istidadı ile arşta var olur. Arşta istidat olan, arza fıtrat olarak iner.” (50 Kaaf, 1) “İlim Kalbin malıdır, ruhtan ilmi sevgiyle birlikte alır, ilmi sever ve sevdirir. Kalp, ilim ile önce kendini güçlü kılar. Kalp, ilim ve sevgisiyle, ruhani kuvvetleri besler, nefsanî kuvvetlere zekâtını vererek, onları ruh babalarından yetim bırakmaz böylece onları, şehvet ve dünya esaretinden kurtarır, gayra nazardan nefsini temizler.” (2 Bakara, 177) “Ey Habibim senin, beşerî vücûduna değil, ilâhî bağışlanmış, vücuduna tabi ilâhî bir sıfat olan kâmil bir rahmetle sıfatlanmış olman sebebiyle, sen onlara yumuşak oldun. Eğer Allah yardım ederse size galip olacak bir kimse yoktur.” (3 Ali İmran, 159, 160)

 

“Evliya, Allah'ı, Allah onları sevdiği için sever. Nimet verdiği için veya korktukları için sevenler nimet vermediği veya korkmadıkları zaman sevemez. Zat muhabbeti, Zat’ın bekasıyla bakidir. Tecellinin değişmesiyle değişmez, Zat’ı seven, lütuf zamanında Lâtifi sevdiği gibi, kahır zamanında Kahhar’ı da sever. O kavim, müminlere de tevazularında sevgi ve merhamet sahibidir ve gayet yumuşaktır.” (5 Maide, 54)

“Diğer bir kısım kimseler de vardır ki onlar, günahlarını itiraf ederler, günahın itirafı, istidat nurunun bekası ve nefsin yumuşaklığı ve kendisinde günah melekesinin kökleşmemiş olması demektir. Zira itiraf, tövbe ve rücu’un melekî ve günahın fenalığını görmenin delilidir ki, bu görmek ancak kalp gözünün açılmış ve basiret nurunun parlaması ile olabilir. Çünkü zulmet katlanır ve rezalet kökleşirse, günahı kabahat saymaz, günah olarak görmez. Belki haline münasebeti dolayısıyla o günahı iyi bir iş görür. Günahın, günah olduğu bilinirse, onda mutlaka bir hayır vardır.” (9 Tövbe, 102) “Ağlayarak secde ederler ve Kur'ândan etkilenip duygulandıkları için hükmüne tabi olurlar, Kur'ân onların huşuunu ve yumuşaklığını artırır.” (17 İsra, 109) “Her bir  ‘şey’in,  o şeyi,  diğerinden ayıran bir bilgi ve bilimsel özelliği vardır. İnsan, bilinçli insanlığı ile insandır. İnsan, bilincini kaybederse, kendisi de kaybolur, insan denmez. Her özellik Hakk’ın vahdaniyetine, birliğine delildir. Gökler ve yerler adalet ile ayakta durur. Her şey, kendini var eden, kendine özgü bilgisel özelliğini, hakkını, Haktan, hakça, alamazsa var olamaz.” (21 Enbiya, 22)

“Adalet, kesret âleminde, vahdetin gölgesidir. Eşyanın düzeninde yumuşak huyluluk, birbirleriyle uyumluluk gibi vahdaniyete, birliğe, beraberliğe götüren özellik mevcut olmazsa adil düzen mevcut olamaz. Birlikten gelen ve birliğe götüren özellik yok olursa, düzen ve düzenlilik hemen bozulur. İnsanların, insanlık özelliğini kaybetmesi durumunda birlik ve beraberlik içinde yaşam mümkün olmaz, insanlık düzeni bozulur.” (21 Enbiya, 22) “Dünyada rahman sıfatıyla zahiren, ahrette rahim sıfatıyla batında hamt O’nadır. Şahadet âleminin tertibini, düzenini hikmetiyle, gaip âleminin batınında ilmini letafetle hâkim kılan O’dur.” (34 Sebe, 1) “Farklı kişilik ve ahlaka sahip kişileri izleyen ile bir kişiye teslim olmuş biri kıyaslanamaz. Teslim olan tevhit eder, sırra erer, bir amacı vardır. Hakkın veçhinden, yüzünden, başka her şey Allah’ta fanidir, ölüdür.” (39 Zümer, 29, 30) “Nasihati, kabule yatkın ise kabul eder. Tezekkür etmek, herkese açık olsa da herkese fayda vermez, istidadı olan, müsait olan, içindir. Fıtratı salim, kalbi, nefsi ve tabiatı yumuşak, istidadı kabule müsait ise ruh nurundan etkilenir ve nasihati kabul ederek faydalanır.” (87 A’lâ, 9,10) “İlahî İlim, tövbe ve istiğfar, güzel ahlak ilmi, suyu ile yıkanın, abdest alın, boy abdesti alın, Kalbinizi, nefsinizi paklayın, arının, Kalp ve Nefsinizi, ilmi idrak edip yumuşatınız.” (4 Nisa, 43; 5 Maide, 6)

 

 

 

Yeni Bilimsel Kurama göre maddenin, katı, sıvı, gaz ve plazma hallerine ek olarak beşinci hali vardır: ‘Bilgi’ halidir. Bilgi içeren parçacık, düşük enerjili fotona, nura, dönüşür, kaybolmaz. Ani şişen Uzay-Zaman boşluğuna, Yokluktan, Levha-i Mahfuzdan, Arştan, İlahî Bilgi-İlim, Tevhit İlmi, inerek Evreni, Vahdeti, Kesreti, İnsanı ve Bilinci oluşturur.

Umarım biz de indirilen İlahi Tevhit İlmini idrak ederek Kalbimizi yumuşatabiliriz!

Necdet Altınay, 27072024

(1)   https://www.port.ac.uk/news-events-and-blogs/news/new-experiment-could-confirm-the-fifth-element

(2)   http://necdetaltinay.blogspot.com/2020/02/akl-semas_3.html

(3)     https://www.google.com/search?q=bo%C5%9Fluk+bo%C5%9Fmudur&oq=bo%C5%9Fluk+bo%C5%9Fmudur&aqs=chrome..69i57j33i10i160.22108j0j7&sourceid=chrome&ie=UTF-8#fpstate=ive&vld=cid:03c5f97e,vid:FYf7af2tb5U,st:0

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Vuslat, Mutlak Olgunluktur

“Sizin içinizden tarikat ortamı gibi insanları hayra davet eden âlimler,  amel edenler,  arif ve dinde istikamet sahibi bir cemaat olmalıdır. Zira Allah'ı bilmeyen bir kimse, hayrı bilemez, çünkü mutlak surette hayır, insanlar için nevi hasebiyle mümkün olan Hakk’ın bilgisi ve Hakk’a vusulden, vasıl olmaktan, ibaret olan kemâli mutlaktır.  İzafî hayır da,  mutlak hayra ve kemâle ve yahud herkesin kendisine mahsus istidadı gereğince ona mahsus olan kemâle ulaşmasına vesile olan şeydir. Buna binaen davet olunmağa lâyık olan hayır, ya Hak Teâlâ'dır ve yahut Hakk’a vusul yoludur. Ve o cemaati maruf ile emir eder  ve kötülüklerden uzaklaştırırlar. Maruf, kendisiyle Hakk’a yakın olunan ve dinde vacib veya müstehab bulunan bir şeydir. Münker, sahibini Hak'tan uzaklaştıran ve failini asi ve mezmum ve kusurlu kılan herhangi haram ve mekruh şeydir, şimdi tevhit ve istikamet sahibi olmayan kimse için davet makamı ve maruf ile emir ve münkerden nehiy makamı da yoktur.  Zira muvahhit olmayan kimseler çok defa Allah'ın gayrinin taatine davet eder ve dinde istikamet sahibi olmayan her ne kadar muvahhid olsada çok kerre kendi indinde ma’ruf ve nefsül emmarede münker olan şeyi emreder ve çok kerre kendi indinde münker olub nefsül emirde maruf olan şeyi nehiy eder. Meselâ cem makamına baliğ oluşta Hak ile halktan hicaplaşan kimse çok defa bazı müskirat ve insanların mallarında tasarruf gibi bir haramı helâl kılar ve halka tevazu,  ihsana mükâfat ve bu gibi helâl ve belki mendub ve müstehab olan şeyleri haram kılar.”

“İşte şunlar,  hicapları kalmamış olan felah sahipleridir ve yeryüzünde Allah'ın halifeleri olan havastır. (3 Ali İmran, 104) Toplumda, Hakkı bilip bilgisiyle amel edenler olursa, Halka Hakkı öğretecek kimseler olursa, kötülüklerden sakındırır ve iyiliklere yönlendirir, Hak bilgisini öğretir. Tevhitte, Cem makamına yücelip, “Hak ile halktan hicaplaşan kimse, Cem ile tafsilden, Vahdet ile kesretten, Bütünü görüp parçaları, ayrıntıları göremeyen kimse” Hakkı bilip, Halkta, Hakkı göremeyen, Halkı başkası gören, Halkta Hakkı bulamayandır, henüz Allah’ın sıfatları ile sıfatlanamamış, Halkın özde Hak olduğunu idrak edemeyendir. Her şey ilimden halk olunur, ilim Hakkın gölgesidir.  kudsîde  «Her kim bana bir karış yanaşırsa ben ona bir arşın yanaşırım, bana bir arşın yanaşana ben bir kulaç yanaşırım ve bana yürüyerek gelene ben koşarak gelirim» ve yine «Ben beni zikir edenin ve bana şükür edenin enîsi, arkadaşıyım ve bana itaat edenin itaat edicisiyim»  buyurmuştur. Hakk’a teveccüh ile Allah'a itaat ettiğiniz gibi, ona göre feyzin ifâzası, taşıp yayılması ile ve size ikbal ile Allah Teâlâ da size itaat eder. Hicabın zevali, yokluğu, kadar onlara tecelli eder.

Resule İtaat

“Allah Teâlâ Hazretleri sizleri nefsinden sakındırır, cezalandıracağı işleri işlememeleri için bu âyet-i kerime tekrar olunmuşdur. Allah Teâlâ kullara yardım edicidir, bu sebepten evlâdını helak olmaktan sakınan müşfik peder ve valide gibi kullarını fenalıklardan sakındırır.”

“Habibim de ki «Eğer sizler Allah Teâlâ’ya muhabbet eder oldu iseniz, bana tabi olunuz ki,  Allah Teâlâ sizleri sevmiş olsun» Muhammed Sallâllahü Aleyhi ve Sellem Allah Teâlâ'nın Habib'i olunca Allah'a muhabbeti iddia eden her kimseye Muhammed’e tabi olmak lâzım gelir. Zira mahbubun mahbubu da mahbuptur, Sevilenin sevdiği de sevilir. Buna binaen Nebi Aleyhisselâm'ın muhabbeti vacip olur. Nebi'nin muhabbeti ise ancak ona mutabaat ve kul ve amel ve ahlâk ve hal ve siyret ve akide cihetinden onun yoluna sülük ile yolunda gitmekle olabilir. Ve muhabbet da'vası yürüyemez, ancak bu suretle yürüyebilir. Zira Muhammed Aleyhisselâm muhabbetin kutbu ve mazharıdır, göründüğü yerdir ve Muhammed’in yolu muhabbetin tılsımıdır. İmdi Muhammed’in yolundan nasibi olmıyan kimsenin muhabbetten de nasibi yoktur, muhabbet davasında olan kimse Muhammed’e hakkıyla mutabaat ettiği vakit onun batını, sırrı, kalbi ve nefsi, Nebi'nin batınına ve sırrına ve kalbine ve nefsine münasib olur. Hazreti Nebi Aleyhisselâm ise muhabbet mazharıdır. Bu münasebet sebebiyle mutabaat eden kimse için mütâbaattan nasibi mikdarınca Allah’ın muhabbetinden bir hassa olmaklık lâzım gelir. Bu suretle Allah Teâlâ Hazretleri kendi muhabbetini o kimseye ilka eder ve o muhabbetin nuru Nebi’nin batınından o şahsa sirayet ederek, geçerek, o şahıs da Allah’ın mahbubu ve muhibbi, sevdiği ve habibi olur. Ve eğer Nebi’ye mutabaat etmezse onun batını Nebi'nin batınına muhalif olup, mahbupluk vasfından uzaklaşır ve pek süratle kalbinden muhiplik, sevgisi, de zail oluverir, biter. Çünkü eğer Allah Teâlâ onu sevmemiş olsa idi, o da Allah'ı muhip olamayacaktı.”

“Ve Habib'ine geçmiş ve gelecek günahlarını mağfiret eylediği gibi sizin günahlarınızı setir etmiş olsun. Muhammed'in mütekaddim, önceki, olan günahı zâtı ve müteahhir, sonraki, olan günahı sıfatıdır. Ona tebaiyyet edenlerin, O’na tabi olanların günahları da böylecedir, zat ve sıfat günahları affolur. Nitekim hadis-i kutside Hak Teâlâ Hazretleri «Kul nevafil sebebiyle bana mütemadiyen yanaşır tâki, ben o kulu severim, îmdi ben o kulu sevdiğim vakit onun işiddiği kulağı ve gördüğü gözü,  söylediği sözü ben olurum, benimle işitir, benimle görür, benimle söyler» demektir. Böylece, önceki ve sonraki, kişisel zat ve sıfat, günahları af olur. Allah Teâlâ sizin zatlarınız ve sıfatlarınız günahlarını mahv eden mağfiret sahibidir. Size zât ve sıfatınızdan daha hayırlı vücut ve sıfât-ı hakkaniyeyi bağışlayan merhamet sahibidir. Size kendi sıfat ve zatınız yerine geçecek Allah’ın zatı ve sıfatını bağışlar. (Etî'ullahe verresûle)  Sözünün manası da Allah'ın Resul’üne itaat edin, demektir. Zira her kim Resule itaat ederse muhakkak Allah'a itaat eyledi, buyrulmuştur. (3 Ali İmran, 30-32)

            Bölünmeyin, Birleşiniz,

“Tevhit üzere toplanık olduğunuz halde  «Elestü birabbiküm» sözündeki ahdinize, (Allah’ın ipine) yapışınız. Ve sakın arzularınızın ihtilâfı, farklılığı, sebebiyle tefrikaya düşmeyiniz, bölünüp parçalanmayınız. Zira Hak'tan tefrik ve dağınıklık, ancak tabiatın farklılığı, heveslere kapılma ve kuvvetlerin birbirini itip çekmesiyle olur. Muvahhit ise kalbi Hak nuru ile nurlandığı ve kalbin feyzinden, anlayışından, nefsi de nurlanmış olduğu için tefrikadan, bölünmekten, uzak bir mekândadır. Binaenaleyh kuvvetler yekdiğerine teslim ve sadık olurlar. Kalplerde muhabbeti müfit olan tevhide, sizleri hidâyet etmesiyle, Allah'ın size olan nimetini zikir edin, hatırlayın. Siz nefsanî hicaplar ve tabii perdelerle ihticâbınız dolayısıyla, birbirinize düşmanlar ve şirkini kabul eden ve zulmeti tabîiye çukuruna düşmekle zail olan nurdan ve küllî maksatlardan uzak idiniz. Allah Teâlâ Hazretleri,  nuru ile nûrlanmak için Allah'ta sevişmekle kalpleriniz arasını te'lif eyledi. Bunun üzerine Allah'ın nimetiyle hemen siz Allah'ta sadık din kardeşleri oldunuz. Ve siz ateş dolu bir çukurun kenarında idiniz ki, o da tabiat-ı zulmaniye çukuru ve mahrumiyet azabı mahallidir. Aranızda sizi ruh makamı sidresine ve zât cenneti rahatlığına eriştiren hakikî bir ulaşımla sizi o çukurdan kurtardı. İşte böylece lâtif sıfatların ve anlayış ve idrakin parlak tecellisi ile size âyetlerini  beyan  eder. Me'muldür  ki,  zât  tecellisine  ve cemâline hidâyet bulursunuz.” (3 Ali İmran, 103)

Zattan Cem’e Geçiş,

“O kullar, ‘Ey Rab’bimiz biz ef’âl ve sıfatının nurlarına imân ettik; efal, fiil, iş ve işlemlerimizin ve herhangi bir sıfatımızın olmadığını anladık ve idrak ettik. Şimdi sen bizim vücutlarımız günahlarını, ‘bizim’ dediğimiz vücutlardan dolayı, benlik ve bencillikle işlemiş olduğumuz günahları, affet ve kendi vücudun ve zatın ile ört, zatın ile setir et, bizim vücutlarımızın yerini al’ derler. Vücudun da sana ait olduğunu, mevcut olanın da biz olmaksızın sen olduğunu, bize idrak ettir. Ve bizi, ‘bakiye vücut ve hicran, senden ayrılık ve gayrilik ateşi azabından muhafaza eyle, koru’, derler.”

“Senden ayrı olarak var olduğumuzu düşünerek, senden ayrı oluşun ateşiyle yanmayalım. Onlar mücahede, cihat ederler, mücadele ederler ve riyazet, kanaat ediş, gamlarına sabır ederler. Hak’ta ve Hakk’a sulûkta sebat ederler. Haktan, Hak olarak, Hakka gitmeye kararlıdırlar. Ve mallarından ve fiillerinden, sıfatlarından, nefis ve zatlarından Hakk’ın maadasını, Haktan kalan başkasını, infak ederler, dağıtırlar. Haktan başka gördükleri her şeyi dağıtır, yalnız Hak kalır. İdrakin en doğrusu ve en iyisi olan Büyük Kıyametlerinin kopuşu sabahında, nurun tecelli edişi günlerinin sabahının seherinde, geriye benliklerinin kalmaması için af dilerler. Vücutlarının özünden, batısından, zat güneşinin doğması, vücutlarının hakikatinin ilim olduğunun idrakiyle, zat güneşinin doğması ile vücutları mağribi, batısı, kalmayınca kendilerine, yüzü baki olanın doğuşuyla, cem' makamında, zatının birliğine, Hak şahit oldu. Zira onun gayri şahit ve meşhut, şahit olan ve şahit olunan, görülmüş, gören ve görülen, kalmadı.”

“Sonra Vahdetten Kesret makamına geri döndü. Kesrette, ayrıntılar âleminde, gayri ile beraber Nefis ile Vahdaniyete, Kesretin de Vahdetine şahit oldu. Cem’in gayrinde, Kesrette zahir oluşun ayrıntısında, Vahdetin gölgesi bulunan Kesret suretlerinde, her Hak sahibinin istidatları ve istihkakları kadar kemalinden, olgunluk, hakkını aldığına, kaplarının izin verdiği kadar, onlarda tecelli ederek, adaleti sağlayarak, Vahdaniyete, Birliğe şahit oldu. Hem Vahdette hem de Kesrette, her iki âlemde de şahit ve şehit olunan yerde de O’ndan başka mevcut yoktur.”

“Cem itibariyle her şeyi kahredip kimsenin kendisine erişemediği izzet sahibidir. Hikmetiyle her şeyi tedbir ederek Kesret âleminde olanlara lâyık oldukları kemali veren hikmet sahibidir.”

“Tahkik Allah’ın indinde din ancak kendi nefsiyle kararlaştırdığı işbu tevhittir. Zira Hakk’ın dini İbrahim Aleyhisselâm'ın (eslemet vechullah) yâni  «Ben nefsimi ve cümle varlığımı Allah’a teslim eyledim ve benliğimden soyundum, Allah’da fani oldum»  dediği gibi zâtları Allah Teâlâ’ya teslim etmek dinidir.  Allah Teâlâ Hazretleri Habibi Muhammed Aleyhisselâm'a da Eğer ehl-i kitap sana muaraza ederlerse, karşı gelirlerse, sen de ki,  «Ben zatımı Allah’a teslim eyledim ve bana tabi olanlar da buna muvaffak oldular» mealindeki, ayetiyle emir buyurmuştur.” (3 Ali İmran, 16-21)

“Sen varsın ve 1’sin, Matematiktensin, farklı bir Nota olarak Müziktensin, ayrı bir renk isen renklerden birisin. Matematik, Müzik, Renk Kartelâsı ve Evren seninle tamam olur. Bir bilgisin, ilim seninle tamam olur. Bir ve Tek Bütünün ayrılamaz ve bölünemez bir parçasısın!”

 

 

 

 

 

 

 

 

                İnsan Yaratıcıdır!

            İnsan, esveli safilinden, aşağının aşağısından, maddenin, bedenin çukurundan, yüceliğin doruğuna çıkmak üzere; İlim, Akıl, Fikir Üretme, Hayal Etme, Hatırlama gibi her türlü sıfatla donatılmıştır. Reşit olduğunda Kutsal Mesajlara muhatap kılınmış, fıtratına, genetiğine, dipten doruğa çıkış için gereken her tülü sıfat, Allah’ın sıfatlarının tümü, kazınmıştır. Gereğinde, elinden tutulmuş, ‘Bilen ile Bilmeyen bir olmaz’ ilkesi gereğince, İlmullah, Allah’ın İlmi öğretilmiştir. Hz. Muhammet, hem Kulu hem de Resulüdür. Kuran, Makamlar ve Mertebeler halinde, Olgunlaşma, Seyri Süluk, Sırat el Müstakim, Doğru Yola girenlere nasihat ve yol göstermeleri, ayrıntılarıyla kapsar. Konuya ilişkin bazı ayetler ele alınmıştır. Okumak, okuyup anlamak, idrak edip uygulamak ve vuslat kişiye kalmıştır!

“Habibim, sen de ki, hayır ve şerrin tümü Allah'ındır, Allah’tandır.” (4 Nisa, 78) “Kaaf, mevcutların tümünü kapsayan, İlahî Arş olan, Muhammed’in Kalbine işarettir. Kalp, Rahmanın Arşıdır. «Müminin Kalbi, Allah'ın arşıdır ve Ben yerlere göklere sığmadım, lâkin mümin kulumun kalbine sığdım» buyurmuştur. Sad, Muhammed'in suretidir. Kalbin, Sad denilen bedensel yönünün ardında Kaf denilen manevî, ilim, vardır. Her ikisi mevcudatın tümünü kapsar, birisi manevî diğeri maddî yönünü oluşturur. İlim esastır, Madde, İlmin, görünür, uygulanmış, halidir. Henüz gündüz olmayan sabah veya henüz gece olmayan akşam vaktinde ayrıntılarıyla görülemeyen madde bir bütün halinde algılanır.”

“Bu madde dağına Sad ve dağın üzerine oturduğu ilim dağına, vadisine de Kaf denebilir. Muhammed’in Kalbi, Vücudun tümünü ayrıntısıyla kapsayan Kuran Aklını yani istidadı evveli içerir. Sad, tüm mevcudatı maddi yönden kapsayan dağdır. İlmin tümünü idrak eden Kalp, Rahmanın arşıdır ve bu Kalp de Sad dağını kapsar, içine alır. Sad dağı, Kaf dağının üzerindedir ve Kaf dağının ardında Anka vardır. Bu durum ise yerlere ve göklere sığmayan Rahmanın, mümin kulunun kalbine sığdığını gösterir. Kalbi bilmeyen, Rabbi bilemez. (50 Kaaf, 1; 38 Sad, 1) Her şey enerjiden oluşur. Kütle Enerjiye dönüştüğünde Bilgi Baki kalır. İnsan maddeden soyunabilir, İlim baki kalır. Sad, aslında enerjidir, bedensel ve maddi suret, kütle gibi enerjiye dönüşebilir; Kaf, kütlesi olan ilimdir, canlılığı verendir, ardında Anka vardır. Kalbe sığan, Sad, Kaf’a dönüşür, Kaf, Baki kalır! Dönüşüm, süreklidir, her an Halkı cedid oluşur!

“Ervah, canlılık, Semalar gibi ‘Eşyanın Evveli’, ilk eşya, halk edilen ilk şeyleri ve onların hakikatini idrak edin. Allah'ı, Hak marifeti, bilgisi ile ‘Arif’ olun ve halkı evvelinin icadını, İlimden ve yakinden bilin. Her anda yeniden yenilenen yeni Halktan şüphe etmeyin, her anda Halkı Cedidi, yenilenen yeni halk edilişi ve yeni halk edileni, müşahede edin, görün, yeniden dirilişi inkâr etmeyin, ölümü, zamandan bilmeyin. Biz, insana, şah damarından daha yakınız.” (50 Kaaf, 2, 15; 55 Rahman, 29)

 

Görünen, Gözde oluşan bir görüntüdür, Hak gözünde ise bu görüntü, Hak görülür; görüntü oluşan Göz, Halk gözü ise aynı görüntü Halk görünür. Görünen, Görenin İlmidir, Görüntüsüdür! Göz, görüneni, Kalp basiretle, idrakle ardını görür! Kalpte, Sad; Sadın ardında, Kaf ve Kafın ardında Anka vardır, Anka, Halkı Cedid olarak, yeniden yenilenen bir şekilde oluşur, küllerinden yeniden doğar.

            “Kalp, Ruh ve Vahdet; yani Ef’al, Sıfat ve Zat makamları Ayetlerde tanımlanır. Kalbin ufku, Ruh Semasıdır. Kalpten ruha çıkmak, kalpten ruh semasına çıkıp sonuna, ufku alaya, apaçık ruha, ufku mübine, açılmak, demektir, ufkun sonuna yaslanmaktır. Değişmesi ve yanıltması mümkün olmayan, İlmin doğruluğu, sabit ve muhkem, emin oluşu, mertebeler halinde inişi, zanları ortadan kaldırır. Her makamda tekrarlanan, örneğin, Efal makamında, Fena-i efal, tevhidi efal ve tecelli-i efal şeklindeki mertebeler, bireysel bencillik zanlarını yok eder. Bu durum, Kutsal Ruhun tesirini gösterir. Resul, var olduğu, zuhur ettiği yerden, böylece, fani olup fena bularak, gurup ettiği zaman, huzura çıktığında, zahir oluşundan, varlığından, eser kalmaz, itibar edilecek bir şeyi bulunmaz. Kalbin ufkuna çıktığından, vasıl olduğundan itibaren, ufkun en tepe noktasına, ufku alaya, kadar, Kutsal Ruh öğretir. Üç makam, üçer mertebe halinde geçildiğinde, varlıktan, var olma zanlarından eser kalmaz. Resulü, Ruhulkuds, Kutsal Ruh, talim eyledi, terbiye etti, her şeyi öğretti. Nebi, Kutsal Ruhu, en güzel suretinde iki defa görmüştür. Birisi, Hazreti Ehadiyet’e yücelişinde, diğeri oradan inişindedir.” (53 Necm, 1-7)

Akıl, Kalbin bilgi işleyen bölümüdür. Akıl, bilgiyi anlar; Kalp ise, basiretle, İlmi idrak eder. İlim, Ruhtur; Hakkın Gölgesi olarak, Kutsaldır. İlim, Kaf, kütlesiyle suretlere dönüşür; Sad, suretler, anlaşıldıkça İlim idrak edilir; İlim, suretler ve eşya ile kendini öğretmiş olur. Her zerre, farklı bir titreşim, farklı bir bilgi ve yok denecek kadar az veya çok bir kütlesi olan, bilimsel özelliklere sahip, Bilgi Küpüdür, Evrenin Yapı Taşıdır. Eşya, madde, kütleli Kuvvetlerin toplanmasıyla, ayetin dediği gibi ‘izdihamı’ ile ilimden, bilgi veya bilgilerden oluşur. Önce Kaf, Sad haline gelir, sonra ise Sad, Kaf haline dönüşür. Aynı şekilde İnsan, maddeden soyunur, yüzerek yanıp, Anka gibi küllerinden yeniden doğar, Arif olur, Hakkın Bağışladığı Vücut ile yeniden küllerinden dirilir.

“Sonra, Allah’a yaklaştı, Ruh, Sıfat, makamından terakki ederek, Resul, ufkun ötesine geçti. İşte burada, Cebrail: ‘Ben buradan öteye bir parmak geçersem yanarım’ dedi. Ruh (Sıfat) makamının ötesi, Zatta fena ve ihtirak, yanmaktır. Resul, maddeden soyunarak, Vahdette fena ile Ruh, Cebrail, makamından terakki ederek, geçerek, Allah’a yanaştı, yaklaştı. Ruh makamının ilerisi Zatta fena bulmak ve maddeden soyunarak, uzay zaman boşluğunda yüzen Gaz ve Toz bulutu misali, yüzerek yanmaktır. Resul Aleyhisselam, fenadan sonra beka halinde, Vücudu Mevhub-u Hakkani, Hakkın Bağışladığı Vücut ile Hak'tan Halka rücu ile ciheti insanîye meyletti, insanlığa yöneldi. Böylece, Nebi de Zat makamında yanarak fena buldu ve Hakkın bağışladığı vücut ile Bekaya geçti yani Haktan Halka rücu etti, insanlığa meyletti.” (53 Necm, 8)

Her derecede, Fena, Tevhit ve Tecelli olmak üzere, üç mertebe yücelerek; Efal, Sıfat ve Zat makamlarını, derecelerini, geçip, yücelen kişi; Halk ve Hak Kavislerini geçerek, Kalbin Ufkunun ötesine geçip, Fena bulup Fani olabilir, Zatta yanarak, yüzerek yanıp, bedenden soyunmuş olur. Böylece, Sad dağı ortadan kalkmış, Kafdağı kalmış, Anka’ya ulaşılarak yeniden, yanıp kül olup, küllerinden, doğmuş olur. Bağışlanan vücut ile insanlığa rücu eder. (Anka kuşu ile ilgili bir hikâye şöyledir: “Rivayet olunur ki, kuşların hükümdarı olan Simurg (Zümrüd-ü Anka ya da Phoenix), Bilgi Ağacı'nın dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş. Bu kuşun özelliği gözyaşlarının şifalı olması ve yanarak kül olmak suretiyle ölmesi, sonra kendi küllerinden yeniden dirilmesidir.) (1)

“Resul, Halk ve Hak itibar edilen hayalî iki kavse bölünmüş değildir. Vücudu içine alan daire oldu. Aşağı inişte, dairenin ilk kavisine Halk itibar edilir, mahlûkatın suretleri açıktır ama hüviyetleri gizlidir. Allah’a tedricen yaklaştıkça mahıv ve fena olunan kavis ise Kavsi Ahirdir, Haktır. Ezelden ve ebeden üzerinde sabit olunan kavis Kavsi Evveldir, ilk kavistir. Halk için, fenadan sonra kendisine hibe edilen vücudu cedid, yeni vücut ile hadis olan, var olan, kavis ise Kavsi Ahirdir, ikinci kavistir. İki kavisi, birbirinden ayıran hayali ve zan olan ikilik düşüncesidir; birbirine kavuşturan ise ikilik zannının ortadan kalkışı ve Kesretin Vahdette yok oluşudur. Diğer bir deyişle, Kesrette, hakiki Vahdetin tahakkukunu, gerçekleştiğini, görmekle, Zat ve Sıfatın Ehadiyeti, Birliği, idrak edilir.” (53 Necm, 9-11)

“Böylece, Zat ve Sıfatın Birliği, dairenin bölünmediğini gösterdiğinde, Baki Olanın, Resule, iki kavisten daha yakın olduğu idrak edilir. Yani aslında kavislerin hayali, zan, olan Zat ve Sıfatın varlığı nedeniyle ortaya çıkar, zanlar kalkınca hayali kavisler de ortadan kalkmış olur. Zan ve hayallerin kalkmasıyla oluşan Vahdette, Allah, Resulüne, Cebrail vasıtası olmadan hitap eder. Bu hitap ile Nübüvvet sahibine, keşfi mümkün olmayan İlahi Sırlardan dilediğini vahyeder. Resulün Gönlünün, Fuad’ının, Cem Makamında, Zatını müşahede eden, Hakkın Hibe ettiği vücut ile mevcut olan Kalptir. Cemi' Cem'i Vahdette küllisi fani olduğundan Fu’adda, gönülde, Abid de, Kul da, yoktur. Cem’i Vücuda, vechi baki tesmiye olunur, denir; Vücudun bütününe Baki Yüz denir, denir ki cem'i sıfat, sıfatların tümü ile mevcut Zat demektir.”  (53 Necm, 9-11) İnsan, evvelinde, zerre kütle, madde, bedenle ve boş bir beyinle başlayıp doğar. Fıtratında, Allah’ın sıfatlarının tümünü kapsayan insanî olgunluğun tamamını kapsayan İlim kazınmış haldedir. Aklı başına geldikçe, bilgiler edinir, olgunluğun yolunu tutar, insan olmaya başlar. Kutsal Kitaplara ve Hitaplara muhatap olur. Kalbinin ufkuna çıktıkça, ufkun ötesine yayılmaya ve ufku alaya yaslanıp yücelmeye gayret eder. Yolculuğunda, Kutsal Ruh, eğitim ve öğretimine yardımcı olur. Hak ettikçe, Hak ettiğini, Hakça, Haktan alır. İlk Kavis, Halk Kavisi, belirginleşmeye, aşağı doğru inişe başlar ama aslında insan yukarıya doğru Allah’a yücelmeye başlar. Bireysel bedeninden soyundukça iniş devam eder, soyunma bitince de kendine Halkı Cedid, Hakkın Bağışladığı Vücut, verilir, bu durumda ise Hak Kavisi, yukarıya doğru çıkışa geçer, insan ise insanlığa doğru rücu etmeye başlar.

Zan ve hayalî olan Kavisler ortadan kalkar. Öyle bir an gelir ki Kalbinin Ruha açılan Kapısı, Fuad’ında, Kul yoktur artık, geriye Baki Yüz, Sıfatların tümüyle mevcut Zat, kalır. Bu hal içinde Allah, Kulu veya Resulüne, İlahî sırlardan dilediğini vasıtasız vahiy eder.

İyi bilinir ki “Allah, kuluna şah damarından daha yakındır; Şirk, yani ikilik yapacak şekilde Benlik, affedilmeyen tek günahtır.” Kavislerin ortadan kalktığı hal içinde iken Fuadında Kul yoktur, mevcut olarak sadece Zat kalır; Kul çıkar aradan Kalır Yaradan; bu durumda Allah, Kuluna, İlahi sırlardan dilediğini vahiy edebilir. Resulü gören, Allah’ı görür!

Necdet Altınay 22092024

 

(1)    https://www.google.com/search?q=anka+ku%C5%9Fu+hikayesi&oq=anka+ku%C5%9Fu&aqs=chrome.3.0i355i433i512j46i433i512j0i512l3j0i433i512j0i512j46i512j0i512l2.7912j0j7&sourceid=chrome&ie=UTF-8

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Günah Ve Kötülük

Herkes ve her şey belirli bir ‘Bilgi’nin uygulanmış halidir. Hiçbir şey tesadüfen oluşmaz. Bilgi, Evrenin temel yapı taşıdır, az ya da çok bir kütlesi vardır, kuvvetlerinin toplaşmasıyla madde veya mevcutlar oluşur. Her zerrenin, belirli bilimsel özelliklere sahip farklı bir titreşimi vardır. Canlıları cansızlardan ve canlılar ile cansızları birbirlerinden ayıran tek özellik de her birinin kendine özgü bilgileridir. Aynı kapsamda insanları da birbirlerinden ayıran özlerindeki bilgilerdir. İnsan, kendini ve başkalarını özlerindeki bilgilerden tanımalıdır. Aksi takdirde yanılır, yanlış anlar, yanılgıya düşer, anlam vermesi imkânsız olur. Özlerindeki bilgiye ulaşmadan, insanları, hareketleri, davranış ve sıfatlarından tanımaya çalışmak en zor yolu seçmektir ve yanılma kaçınılmazdır. İlim, bilgilerden oluştuğuna göre Doğanın ardındaki ilim ve fenne ulaşmak, fizik, kimya gibi bilimsel ilmin kaynağının da İlahî olduğunun idrakine varmak en doğrusu olabilir.

İnsan, bilir, bildiğini bilir, bildiğini, okur söyler ve uygular, hatta bildiği ve uyguladığı kadar insandır. En büyük günah ‘Şirk’tir. Şirk, Allah’ın yanına ‘Gayri’ bir varlığı koymak, en az iki varlık varmışçasına düşünmektir. Bu duruma en bariz örnek, ‘İkilik’ yaparak, iki varlık varmış gibi ‘Benlik’ veya ‘Bencillik’ yapmaktır. Bu yanlış bir bilginin uygulanmış halidir. Yani, İlim Allah’ındır, ilmin uygulanmış hali Evrendir, tüm Kâinattır, Benlik yapacak ayrı ve gayri bir ilim veya bilgi yoktur.

Benlik ve bencillik yapmak, olmayan, var zannedilen, yanlış bir düşünceyi uygulamak ve insanın kendine ‘Kötülük’ yapmasıdır. Yanlış bir bilginin doğru uygulanması mümkün değildir. Şirk yapmakta ısrar Kalbi katılaştırır, yanlış düşüncenin kökleşmesini sağlar. Bu konuda ileri gitmek, Allah’ı ve Allah’a imanı inkâr etmektir. Doğru zannedilen yanlış bilginin üstüne bina edilen düşünceler aklı da esir eder. Böylece Hayat çok nazik, hassas bir denge üzerine kurulur. Kendisinin olduğuna, esas ve tüm gerçeğin bu olduğuna ve Allah’ın olmadığına inanılır. Hatta ‘İnanmıyorum, öyle olduğunu biliyorum’ denir. Bakara Suresinin ilk ayetleri insanların 7 Sınıfa ayrılabileceğini ve ilk Sınıfın da şirk içinde olup ‘İnkâr Edenler’ olduğunu açıklar.

Ayetlere göre ikinci Sınıf insanlar ‘Münafıklardır’. Bu tür insanların kendilerine özgü temel bilgi ve düşünceleri yoktur. İnkârcıların yanında onların haklı olduğunu, İman edenlerin yanında da onların haklı olduğunu kabul ve beyan ederler. Bu iki Sınıf insanlara Kitap, ‘Dünya Ehli’ der. Kendi Dünyalarını kendileri kurar ve kendi kurdukları Dünyanın içinde yaşarlar. Sonradan kendilerince öğrendikleri ilim önemli, ilmin kaynağı önemli değildir. İlim, Evrende vardır ve tek gerçektir, bunlar için, nerden geldiğinin hiç önemi yoktur. Dünya Ehli grubu, ‘Cennet Ehli’ Grup izler. Benlikleri olan bu grup da iki sınıf insandan oluşur. Birincisine ‘Günahkâr’, ikincisine ‘Cennetlik’ denebilir. Günahkârlar, hataları kadar Cehennemde kalır sonra cennete geçerler. Cennetlikler ise her yaptıkları ve yapmadıkları cennet içindir.

Doğru bildikleri bilgiler ve ilim sayesinde, uygulayabildikleri kadar iyi ve iyilik; yapamadıkları kadar kötülük içinde bulurlar kendilerini. Yapmak istedikleri hep iyiliktir ama kendilerini istemeden de olsa kötülükler içinde bulabilirler.

Üçüncü Grup insanlara, Kitap, Ehlullah, ‘Allah Ehli’ der. Bu gruptaki iki Sınıf insanın birinci sınıfına, Allah’ı sevip O’na iman edenlere, kısaca, Allah’ı ‘Sevenler’ denebilir. Bu iki sınıf insanın ortak olarak, ‘Sen, Cenneti, isteyene ver; bana Seni gerek Seni!’ diyenler olduğuna inanılır. Tüm fiillerin Failinin, tüm sıfatların Mevsufunun, sıfatlananın ve tüm mevcudatın Vücudunun Hak olduğuna inanırlar. (1) Bu Bilgi ve İnançlarında azimle sebat etmeleri sayesinde Sevenlerin en sonunda bir kısmının Allah tarafından da sevildiği Kitapta müjdelenir. Böylece sevenlerin en azından bir kısmına ‘Sevilenler’ denebilir. Hatta ‘Kulum bana nafile, fazladan, yaptığı ibadetlerle yaklaşırsa; Ben onu severim, sevince tuttuğu Eli, konuştuğu Dili, işittiği Kulağı olurum’ diyen ayetler vardır. Kendi Efal, Sıfat ve Zatından sıyrılıp, maddeden soyunabilenlere, öze inebilenlere, Hakkın Efali, Sıfatı ve Vücudunun bağışlandığı müjdelenir. (2) Böylece, Kulun her tuttuğu, işittiği ve gördüğü Hak’tır, kötülükler, yanılmalar ve hata yapmalar bitebilir. Seven sevildiğinde Aşk oluşur! Bu Aşk ile Allah Resulüne ‘Habipim’ diyebilir. Halk olarak görünen Hak’tır! Hak, son makam, Yedinci Makamdır. Kimse kimseyi öldüremez, Allah demedikçe; Allah demez, Kul Allah dedikçe!

 

İnsanlar, bazen, ‘bilgi sahibi olmadan görüş sahibi oldukları’ söylenerek suçlanır. Oysa araştıran ve araştırmalarıyla güvenilen bilgilere ulaşan kişilerin görüşlerini dinleyerek görüş sahibi olmak gayet makul ve mantıklıdır. Elde ettikleri bilgilerin en uygun şekilde değerlendirilmesi sonucunda ileri sürülen görüşler, doğru bilgilere dayandığı için, doğru olabilir. Anadolu Halkı, Anadolu Erenlerinden çok şey öğrenmiştir. Ermişler ve Dervişler en büyük Hakikati, “Gökten iğne yağsa Gayriye değmez!” diyerek özetlemişlerdir. Yedi Sınıf insan Yedi Makam olarak da düşünülebilir. Bilgi ve görüş elde edip uygulayarak Sınıf atlanabilir, Dipten Doruğa kolayca da çıkılabilir. “Bana bir adım yaklaşana ben iki adım yanaşırım!” deyimi kutsaldır. Halkın, “Elinden, belinden, dilinden bilerek veya bilmeyerek, bu aciz, aslında olmayan, kulunun işlediği günahları sen affet Yarabbi!” duası da kabul görebilir. Anadolu’da böyle saf ve temiz insanlara sıkça rastlanabilir.

Kötülüğün ve kötülerin davranışlarının, bilgi eksikliği ve yanlışlığından kaynaklandığı aşikârdır. İnsan, önce taklit sonra da tahkik, araştırma ve inceleme, yaparak öğrenir. Öğrendikçe de kötülüklerden kurtulup iyiliklere, maddeden, madde ve bedene bağlılık ve bağımlılığından kurtularak, öze, manevî ve ulvî âleme yücelebilir. İmanın kaynağı inkârdır, Bilgeliğin temelinde Cehalet vardır! Hak gözünden Hak; Halk gözünden, Halk görünür!

 

Umarım biz de Cehaletten, Şirkten, öğrenerek kurtulup, Bilgeliğe yücelebiliriz!

Necdet Altınay 19102024

 

 

(1)     http://necdetaltinay.blogspot.com/2021/03/isktan-huzura.html

(2)     http://necdetaltinay.blogspot.com/2024/09/insan-yaratcdr.html

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İnsanın Arınması

İnsanın arınması, Nefsin, Kalbin ve Ruhun arınması olmak üzere, üç aşamalıdır. Kötü davranışlardan arınma Nefsi, kötü duygulardan arınma Kalbi paklar. Ruhun maddeden arınması ise İlahi aşka kadar götürebilir. İnsanın ilim ile şereflenmesi, Doğadan, maddeden ve hayvani canlılıktan arınmış olduğunun idrakine varması olabilir. İnsan olmak belirli bir düzeyde peşinen arınmışlıktır. İnsan olmak için verilenler göz ardı edilemez.

“Arzın yarılıp çekirdekten bitkinin çıktığı gibi sizi de rahimde, vücudun siyah madde denizinde ters tutunan damlanın bedensel maddeden arınmasıyla, kurtarırız.  Maddeden kurtulamadığı zaman, nefsin, madde fesadından helak olduğunu gözlemlersiniz. İman ederek, istidadınızda, genlerinizde, olan nuru, ilim ve irfanı, taşıp yayılan olgunlaşma nurunu tasdik ederek, kabul edip uyarak, içinize doğan şeylere ikbal ediniz,  uyunuz.  Güzel ahlak ve tevhidin istidadınıza,  genlerinize,  delilleriyle konulması,  kazınması ahittir,  bu ahde uyulması da sizin ahde vefanızdır. Nurlu parıltılarla verilen ilim ve irfanı, nefsanî lezzet ve kazançlarla değişmeyiniz. Nefsanî sıfatlarla, ruhani bilgi ve aydınlığı karıştırmayın. Ruhani kuvvetler ve hisler,  nefsanî kuvvet ve hislerden şereflidir.” (2 Bakara, 50) “Âlimdir, ilim sıfatıdır, ilmi başka kimse bilemez, Allah’ta fani olanın kalbi, hakkın vücuduyla mevcut olur. Zira sıfat vücuda tabidir, ilmi de Allah’ın ilmidir.”  (4 Nisa,  113) 

“İsa’ya,  Kutsal Ruhu teyit eden ve levha-i mahfuzda sabit olan hakikatler ve bilgiler kitabını,  ahval,  koşullar ve ahlak makamlarını, soyunma ve arınmanın ayrıntılarını,  Allah’ta sülûk hikmetini, fiiller ve sıfatların tevhidine götüren batın ve zahir ilimlerini öğrettik.” (5 Maide, 110) “Sana hikmeti öğreten ve seni konuşma makamına getiren, «hikmet sahibi Allah ben'im»” (27 Neml, 9) “İlmimizle sıfatlanması nedeniyle, Davut’a nazari ve ameli hikmeti verdik.” (38 Sad, 20) “Allah, yüzleşmekten ve muhatap alınmaktan arîdir.” (42 Şura, 51) “Dilemeniz istenmeden, dileyemezsiniz; iradem, iradeniz olur.” (76 İnsan, 30) «Allah» «MUHAMMED’İ Kayyum kıldı».” (18 Kehf, 2) “Müminlerin tümü, hay ve kayyum olan Zat’a teslim oldular. Hepsi Hay ve Kayyum’un kudret ve kahrına tabidir ve mülkünün esaretindedir. Ne kendi nefsiyle ve ne de gayri bir şeyle hayat bulur, ne de kaim olur. Hayat ve kıyamı, ancak Onunladır. İstidadını körelten ve fıtratının sefasını sürmeyerek «nefsine zulüm» edenin yüzü kararır. Temizlik ve arınma ile güzel ameller işleyen kimse, hakiki imanının kalıcı olması halinde, kendisinde hâsıl olan kemalin noksan olmasından korkmaz.” (20 Taha, 111, 112) Fıtratın sefası sürülmelidir. “O’nu sevenler, kendilerinde yeterince sebep, donanım ve kudret bulursa, yaradılışlarında gizli olan hakikat, bilgi, ilim ve erdemler sayesinde, temizlenme ve arınmayla ‘Benlikli’ fiili ihraç etmeye ilişkin verdikleri sözü yerine getirmiş olurlar. İnsan olarak insanlıktan yaratılmış,  akılla donatılmış oldukları için, önce âlim, sonra kâmil insan, arif olurlar. Böylece kendini gerçekleştirmiş, verdikleri sözü yerine getirmiş olurlar.

“Onlar, verdikleri sözü tam bir biçimde yerine getirirler”. (76 İnsan, 7) “Biz,  inananlar için,  görme,  işitme, dokunma,  tat alma ve koklama gibi beş dış duyu ve adalet,  vicdan,  zekâ,  hayal gücü, fikir, gibi beş de iç duyuya ek olarak teorik, kuramsal ve pratik, amelî, uygulamalı ilim olmak üzere 12 vekil gönderdik.” (5 Maide, 12) İnsan, ilmini artırarak kirlenebilir de arınabilir de ‘Benlik’ yapmasına bağlıdır. Bilgiyi benimseyebilir ama İlim Allah’ındır!

“Nefis asasını, fikir ile dimağ taşına vurunca, dimağından on iki göz ilim kaynadı.  İnsanların her birisi,  bilim insanı veya sanatkâr olarak, ehil olduğu ilmin kaynağını bildi. İnsan nefsi, bu on iki ilim kaynağından, kirlenerek de temizlenerek de çıkabilir. İlim kaynaklarını yanlış kullanmak huzursuzluk verir. Huzursuz ortamlarda, kötü niyetlerle kullanılacak bilgi ve ilim kaynakları, insanlar için kötü sonuçlar doğurur.” Huzurda, huzur içinde olunan ortamlarda, iyi niyetle yararlanılacak ilim kaynakları,  kişi ve topluma yararlı olur.” (2 Bakara, 60) “Namaz, huzur nuru ile batınları nurlanmış ve Hakk’a teveccüh ile nefis cehennemine düşmekten kurtulmuş olsunlar diye farz kılınmıştır. Toplumsal arınma amacıyla da haftanın sonunda Cuma günü toplu ibadet farz kılınmıştır.”  (2 Bakara, 64)  Her yeni bilimsel buluş,  bu on iki ilim kaynağına tabi olarak,  biat ederek, yapılan çalışmalarla elde edilir. “İnsan ruhunun, insanı insan yapan ilminin, maddeden soyunup,  temizlenip,  maddeyi terk etmesi, arınması zamanında, hayvanî ruh ve kuvvetler yani canlılık ilmi ve canlılık veren kuvvetler, ıstırap ve acı çeker.

Beden ve madde, ruhsuz, ilimsiz, bir şey yapamaz, sadece bilinçsiz hareket edebilir, kişiliği bozulur. Ruhsuzluk durumunda, madde, tek düze bir sarsıntı, zelzele, sallantı ve titreşim içinde olur. Bu tanım içindeki sarsıntı, sallantı ve titreşim, insan ve diğer canlıların tümü için geçerlidir. Yani bu durum, madde ve beden arzının, kendisinin kadri ve kıymetinin bilinmesine sebep olan ervah, mana ve amelî kuvvetler heyetinin tümünü ve kalpte kökleşen itikat ve inançlarını, kıymetlerini, değerlerini, meydana çıkarır. İnsan ilmi ve cesedi ayrışmış olur. Böyle durumda, beden arzı, halinin diliyle, hal diliyle, içinde bulunduğu halinin anlattığı şekilde, ömür boyunca biriken haberlerini söyler. O vakit beden arzı, bireye verilen iradenin nasıl kullanıldığını, evveline ait haberlerini, söyler. Maddenin içinden bir ‘şey’, insan, oluşmasına ilişkin ilim çıkarıldığı zaman; ruh, ilim, bakidir ölmez, maddeyi, cesedi, kütle ve ağırlığıyla, ihraç etmiş olur, kendisi aslına döner. Ruhun maddeden soyunması zamanında, geride kalan beden arzı da ıstırap içinde harap olup; hava, toprak, ateş ve su ayrışarak, ortadan kalkar, kütlesi ve maddesi de yok olur, toprak olur. O vakit insanlar, kimi hayırlı, kimi hayırsız, eşkıya olarak müteferrik, ayrılmış, oldukları halde, bedenlerinin mizaçlarından, mezarlarından, hesap ve ceza yurtlarına sudur ve hareket eder. İmdi hayırlılardan zerre miktar hayır işleyen kimse o hayrı görür.  Eşkıyadan zerre miktar şer işleyen de o şerri görür. Küfür ve hicap sebebiyle eşkıyanın hayırları yanıltıcıdır, keza iman, tövbe, selameti fıtrat ile hayırlıların da şerleri af olunur.” (99 Zelzele, 1-8) İnsan cesedi, mahşerde, ömrü boyunca, fıtratı gereği, aldığı her hazzı ve çektiği her eziyeti bildirir!

Her ‘Şey’ ve Herkes, ‘Bilgisin’ deposudur. Bilgi kütlesinden ayrılıp onu ihraç ederse, kütle aslına, enerjiye, dönüşür, Bilgi baki kalır, İlme katılır.

Umarım bizim de amacımız, Allah’ın İlmine ulaşıp arınarak, gerçekleşebilir’!

Necdet Altınay, 30102024

 

 

SON SÖZ

            Her mevcut olan, kişi veya eşya bir ve tek vücudun bir zerresi, ilmin bir bilgisi, öyle bir ‘Bilgi’ ki Evrenin Yapı Taşıdır ve bir Kütleye sahiptir, deryanın bir damlasıdır. Var olması istenmiş veya sevilmiş ki olmuştur. Bilgi, başlıcası Elektrik, Manyetik ve Elektromanyetik olmak üzere ‘Kuvvetler’den oluşur ve bu Kuvvetlerin toplanmasıyla, ayetlerin deyimiyle, ‘İzdihamıyla’, Temessül ve Tecessüt, yani maddeleşme ve bedenleşme oluşur. Plan, program, bütçe gibi aşamalar olarak her olan önce ruh, kalp ve nefis âlemlerinde var olmuştur. Her birey de ilimden gelir, bilgiyle, ilme gider. Her insan, insanlıktan yaratılmış ve akıl verilmiştir. Aklı ile yaşamak, aklını kullanmak zorundadır. Algı yetenekleriyle elde etmeye başladığı bilgileri, aklı ile birleştirip yeni bilgi ve sentezlere ulaşır. Yaşam koşulları değiştikçe yeni bilgiler elde etme zorunluluğu insanları olgunlaşmaya zorlar. Olgunlaşıp toplum içinde yükseliş bir noktadan sonra yerini yücelmeye bırakır. İşte bu noktada evrim bitmiş devrimsel olgunlaşma süreci başlamıştır. Olgunlaşma süreci, insanlık mesleğidir.

             Tüm “Olgunlaşıp yücelme süreci”, “İnsanın kendini bilmesi” içindir. “Sıradan” olarak yola çıkmış, güzel sıfatlarla sıfatlanmış, güzel ahlak sahibi olmuş, “Modern, mümin, Kâmil İnsan” olmuşsa kalbinde Kur’an okunur. Olgunlaşıp yücelme süreci, altı (33) makam veya Hz. Âdem’den Hz. Muhammet’e altı bin yıl sürebilir. İki taraf, Hak ile halk, Âdem’in arınması sonrası, tesviyede buluşur, Kâbe’de buluşma gibi kalpte buluşur, halkta Hakk’ı görerek buluşur ve böylece insan “Ruhu kabule uygun” hale gelmiş olur. Uygun olana, Hak ettiği verilir. Allah’ın ölümsüz ruhu ile dirilen kişiye veli, insan-ı kâmil denir. Aslında kâmil insan olunmaz, “Ol!” emri ile oluşur. Bilen için, “Bilinen” Allah’tır.

            Hak’sızlık, ahlaksızlık ve Allahsızlık olur. Sıradan insan, ama kurum ama kuruluş içinde, kâmil insan olma peşindedir. Modern insan da “Ahlaklı olgun insan olmak için peygambere, kitabına hatta Allah’a ihtiyacım yok” dese de “Güzel ahlak” peşindedir. Onun için adaletsizlik ahlaksızlıktır. Haksızlık ile ahlaksızlık “İnanç” temelinde fark yaratmaz. “Din, güzel ahlaktır” bütünleştiricidir. Kâmil insan, Hakk’ın ruhunun nuru ile aydınlanmış kişi olarak yanar durur, çevresini aydınlatır. Süreç aynı süreçtir, her birey bu sürecin mutlaka bir yerindedir, ama başında ama sonunda. İnsan “Maymundan”, maymunluktan gelirmiş, doğru, bazıları henüz gelememiş, hala geliyor olabilir, ne fark eder, geliyor ya ümit var demektir, biz kendimize bakalım. Farklılıkları görmek ve bilmek, tevhidi idrak içindir. Birisi veya bir grup diğerinden farklı diye çamur atıp kaçılamaz. Her birey “İnsanlığın olgunlaşma çağında”, tek kişilik olmak üzere, tekke de olabilir mabet de, demokrasi ile kimseyi kötü görmeden, kimseye çamur atmadan, bireyin “İnsan olma, tesviyede buluşma” hakkı korunur! İnsan ve insanlığın gelişimi paraleldir. İnsanlığa elçi ve Kitap inmiş. Biz de kendimizi insanlık kadar geliştirebilirsek, kalbimizde resule ve kitabına yer verebilirsek, umarım bizden bekleneni yapmış olabiliriz. Kalbimizde Kitap okunursa, amellerimizle O’na “Uygun” olabiliriz.

Umarım biz de kendimizi bilebiliriz! Okumaya çalışırken yazmadan edemedim. Sevgili okurlar, sizi seviyorum, sevgiler.

  Çocukluk ve gençliğinizi yeterince yaşadığınızı düşünüyorsanız sıra olgunlaşmaya gelmiştir. Herkes gibi önce iş, eş, mevki makam, ev bark, araba almaya ve toplumda sevilen bir kişi olmaya çalışılır. Yeterince “oldu” iseniz sıra “olgunlaşmaya” gelmiştir. Doğal gelişim süreci “evrimsel” yükseliş, yerini bir noktada yücelişe yani “devrimsel” olgunlaşmaya bırakmalıdır.

                Halk, halk ozanlarının sazı ve sözüyle olgunlaşır. Halktan birinin iddiaları zayıf ve kırılgan olduğu için “sivrisinek saz” misali “benliklerinden” geçiverirler. Çok bilen âlim kişilerin bilgilerini boyamak zor olur. Âlimin arif olması kurum veya kuruluşlarda uzun ve zahmetli “olgunlaşma süreçlerini” gerektirir. Tabii canım, “ne gerek var, insan olsun yeter, kâmil insan olmasa da olur” da denebilir.

                Kitap, kurum ve kuruluşların amacı ortaktır, maymunluktan gelmiş olanı Hakk’a ve hakikate erdirmek, insan olmasını sağlamaktır.

Not:Necdet Altınay, Sakarya, Pamukova, Turgutlu Köyünde 1946 yılında doğdu. ODTÜ İşletme Bölümünde askeri öğrenci olarak okudu, 1968’de mezun oldu, 1975’te aynı bölümden MBA derecesini aldı. Gazi Ü. İşletme Fakültesi Doktora programına katıldı. İlk tayin olduğu Genelkurmay Savunma Araştırma Daire Başkanlığında araştırma uzmanı olarak 22 yıl çalıştı, bu ilk ve son resmi görevinden emekli yarbay olarak, 1989 yılında ayrıldı. Görevli iken Türkiye’yi, emekli iken yedi yıl Türk Savunma Sanayisini, NATO’nun çeşitli kademelerinde temsil etti. Yedi sene özel bir firmada, on beş sene de tekstil alanında kendi danışmanlık firması ‘ALTEK’ de çalıştı. Halen, denildiği gibi, emekliliğin tadını çıkarmaktadır. Blog: http://necdetaltnay.blogspot.com/

(Görüş ve Öneriler ile Sipariş adresi: necdet.altinay@gmail.com)