Birlik ve Beraberlik
Âlimler, analiz ve sentezler yapar. Arifler
de, zaman içinde gelişen bir şekilde, bilinenler ile felsefe, bilinenin
felsefesini, yapar. Önem ve öncelik zaman içinde değişse de bir noktada felsefe
yapan arifler, inanç ile ilgili düşünceleri, belirli bir sonuca bağladı.
Kısaca, “Allah vardır, birdir, tektir ve var olandır!” dendi. İnanç,
bir ve tek sonuca bağlandı ama bilim, sonucu kanıtlamayı sürdürmektedir.
Evrenin, ‘Bağlantısal Bütünsellik’ ve bireylerin, ‘Konnektom’ projeleriyle, Âlemle Âdemin de birlik, vahdet,
içinde olduğu kanıtlanmaktadır. Birlik kavramı içinde, ‘vuslatta’, iki varlık
varmış gibi düşündüren, ‘beraberlik’ kavramı olmayabilir. Kesrette mevcudat
arasında beraberlik, vahdette ise birlik söz konusu olabilir.
“Görme, işitme,
dokunma, tat ve koku alma, beş
duyu nedeniyle beş vakit namaz farz olmuştur. Bu duyular, maddeye yöneltmiş, kalbi işgal etmiş, ilimden ve ruhtan uzak tutmuş, nur ve
huzurdan perdeli kılmışsa namaz, rücu
için tek yol, farz olur. Kalbin nefse açılan kapısının, Sadrın, kapanması
ve ruha açılan Fuat kapısının açılması, nura yönelmenin odaklanması, idrakin tevhidinin,
birliğinin sağlanması ve Rabbine yaklaşma namazlarının kılınması farz olur. Bu
namazlar, Rab yönüne açılan beş kapıyı, nefse açılan beş duyu kapılarının tam
karşılarında yer alacak şekilde, oluşturur. Beş vakit namaz kapıları ile kalbe
nur girer ve bu nur zulmeti siler. Her namaz, bir duyuya kefaret oluşturur.” (11
Hud, 114)
Bünyemizdeki kuark, elektron,
nötron, proton, atom, hidrojen,
oksijen su ve DNA moleküllerinden hatta hücre ve el, ayak gibi
organlarımızdan söz edilmez. Bunların hepsi
kendilerini, bizim varlığımıza, ilmimize
feda etmiş, fani olmuş, fena bulmuş, kendilerini
‘bilgi’leriyle teslim etmiş durumdadır. Her biri bir ‘şey’ iken,
özellikleriyle, şeker küpü gibi, bilgi küpü iken, artık yalnız biz varız, onlar
yok. Bilgileriyle, bizim insanlık ilmimize itaat ederek, tabi olarak, bize biat
etmişlerdir. Hepsi beraberce, bizim birlik ve bütünlüğümüze delildir, şahittir,
kendilerince bize teslim olmuşlar, bize çalışır, bizi anarlar. Bedenimizde bir
biz varız bir de onlar var gibi ikilik oluşturacak şekilde yokturlar. Bu bağlı,
bağımlı ve bağlantılı halleri, beden
dilinde bir anlamda, onların namazları, vuslatları, miraçlarıdır.
Her şey bir ve tek ilmin uygulaması ise, her şeyin bilgisi ilmine tabi
ise, biz bağımsız ve bağlantısız, hür, olmamızı neye borçluyuz? Cehalete mi
acaba?
“İnsanın fıtratına işitme, anlama,
idrak etme ve davete icabet etme kazınmıştır. Benlik ve bencillik yapması fıtratları
gereğidir. Bu durumda muhatap alınır ve
doğru yola davet edilir. Kesretin vahdet,
beraberliğin birlik, olduğunu anlayarak,
bütün içinde, tümde fani olarak, fıtratınız
gereğince yola girin. Fıtratı yok saymak doğru değil. Yaradılışınız gereğince
davete uyun, sülûkta ilerleyin. Var olup
da davet edilen, edilince, yokluk iddia etmez, varlık ile kabul edip
tehir etmeyin, karşılığını alırsınız. Tümde fani olmak, yokluğun idraki değildir. Sonra kendisine ruhumuzun üflenmesi ve
suretimizle tasviri sebebiyle, insanı, yaradılıştan
gelen “Başka bir hale girme” haliyle halk edilmiş olarak inşa eyleriz. İnsanın
fıtratından gelen ahdi misaka uyma hali, bir halden diğer hale geçiş
yeteneğidir. Bu yetenekle insan, evrimsel
gelişim alanı olan doğadan kurtulma ve önce yükselerek, sonra da yer çekiminden kurtulup, yücelerek
hal değişimiyle inşa edilir.”(8 Enfal, 24)
“Her bir ‘şey’in, o şeyi diğerinden
ayıran, bir özelliği vardır. İnsan, insanlığı ile insandır. İnsan, insanlığını
kaybederse, kendisi de kaybolur, ona
insan denmez. Her özellik Hakk’ın
vahdaniyetine, birliğine delildir. Gökler ve yerler adalet ile ayakta
durur. Adalet, kesret âleminde vahdetin
gölgesidir. Eşyanın düzeninde yumuşak huyluluk,
birbirleriyle uyumluluk gibi vahdaniyete, birliğe,
beraberlikte birliğe, götüren özellik mevcut olmasa düzen mevcut
olamaz. Birlikten gelen ve hep beraber
birliğe götüren özellik yok olursa, düzen ve düzenlilik hemen bozulur. İnsan
veya insanların, insanlık özelliğini kaybetmesi durumunda birlik ve beraberlik
içinde yaşamaları mümkün değildir, insanlık düzeni bozulur.” (21 Enbiya, 22)
“Eşyanın tümünü, hakikatini,
vasıflarını ve diğer vücudu olan ve olmayan şeyleri kapsayan, Kur’an aklı olarak bilinen, kâmil insan
istidadını, insanın fıtratında yaratıp kazıyarak Kur’anı öğretti. Kâmil insan fıtratında toplanmış olan şey, ayrıntısıyla,
fiilen zahir olmuş görünmüştür. Bu zahir
oluş rahmanî rahmet değil rahimî rahmettir.”
(55 Rahman, 2) Konuşma yeteneği
ile birlikte fıtratına kazınan akıl, insana
özgü, verilmiş, özel bir nimettir.
Gazap ve şehvet kuvvetleriyle hayat
çok canlı ve heyecanlı yaşanır. Konuşma
yeteneğiyle tevhit ilmine sahip olunur, ilim onunla anlatılır, birlik ve
beraberlik sağlanır, sevgi ve muhabbet ortamı oluşturularak, Hakk’ın hakikatinin idraki sağlanabilir.
Gazap ve şehvet kuvvetleri, üstünlük sağlanıp olumsuzlukları giderilerek, teslim alınır. Böylece,
kalp, akıl vasıtasıyla ilmin
kaynağına, ruha, yücelebilir.
Nefsanî ve hayvani düzeyde sahip olunan el, bel ve dile artık gerek duyulmaz. Her var olan şeyin, Hak’tan hakkını hakça alması nedeniyle var
olduğu idrak edilir. Nutuk kuvvetiyle
alınan haberler, yine nutuk ile
isteyene, hak edene yalansız, apaçık
verilir. Fıtrata kazınmış ahide,
anlaşmaya ve verilen söze kalp,
dil ve hal diliyle evet denir.
Konuşma yeteneği ve akıl yardımıyla, canlılığın yaratılmışlığının ve
insanın inşasının hikmetine varan kişi, kendini önce sezgiye sonra ilhama
bırakabilir. Her şey ve herkes ile beraberce birlik içinde oluş, görünen
kesretin vahdet oluşu, idrak edilebilir.
Umarım, biz de hep beraber, herkes ve
her şey ile tüm mevcudat ile birlikte, Bir Vücut içinde fiiliyle fail,
sıfatıyla mevsuf ve vücuduyla mevcut, olduğumuzun idrakine erebiliriz.