28 Aralık 2013 Cumartesi

ALGI, BİLGİ, BİLİNME !


Kitabı okumak için tıklayınız:
Click here to view Kendimizi Bilmenin Neresindeyiz.

ALGIDAN BİLİNMEYE


            Doğuştan gelen duyularımızla elimizde olmadan çevremizi algılarız. Gözümüz açıldığında istemeden de olsa görürüz. Böylece, algılar bilgiye, bilgiler de bilmeye dönüşür. Bildiklerimiz ise biz istemeden bile çoğalır. Bilgilere anlam vermeye zorlanırız. Biz mi bilgi peşindeyiz, teknoloji gibi, yoksa bilgiler mi bizi çekip sürüklüyor anlamak zor.

            Hayatın enerji tüketimi bizi dışımızdan enerji almaya, verdiği yorgunluk ise bizi dinlenmeye ve uyumaya zorlar. Bunları yapmamak elimizde değil. Gözümüzü açarak uyanmaktan itibaren ise yine ve yeniden mecbur olduğumuz şeyler dizisi bizi hem itiyor hem de çekiyor. Bunları yapmadığımızı düşünün, verilmiş olan hayat elimizden alınır. “Biz zaten istememiştik hayatı, alınırsa alınsın” diyebilen varsa ona veya onlara denebilecek bir şey yoktur. Bütün hitap ve kitaplar verilen hayatı yaşamak isteyenedir.

            Güzel bir deyimimiz vardır “adım adım Anadolu”; işte her şey bir yolculuk için. Hayatı baştan sona en güzel bir şekilde, amacına uygun olarak yaşamak için. Algılar, bilgiler ve bilmeler hep bir amaca ulaşmak için. İnanan da inanmayan da insan olmaya, insanca yaşamaya, insanlığı geliştirmeye gayret etmektedir. Bu amaç ise bizi “olgunlaşmaya” zorlar. Gel de olgunlaşma, kemale erme. “Madem bir şey yapıyoruz ve yapmak zorundayız o zaman iyi bir şey düşünelim, en iyi bir şekilde yapalım” demeden de olmuyor. Sanki kendimizi bilmek zorundayız. “Herkes ister kendini bilmeyi” diyebiliriz ama aslında “zorunluluk” var.

            Olgunlaşma eğitim ve öğretim gerektiriyor. Ne ihtiyaç duysak tam da yerinde, zamanında ve dozunda onları elimizde, bünyemizde buluyoruz, meğer bize verilmişler. Sanki silahlanmışız ve biz bu silahları kullanmak zorundayız.

            “Aklımızı kullanmayalım demek akılsızlık”, “düşünmeyelim demek düşüncesizlik” oluyor. Kullanalım hem de bilerek ve isteyerek, en iyi şekilde deyince de devreye Kitap, Kurum ve Kuruluşlar girmek zorunda kalıyor. Bunlara bir de “yöntemler” gerekiyor. Korkarım böylece, aşamalara, makam ve mertebelere geliyoruz yine mecburen. Yukarıdakilere mecburuz sanki. Doğaya bırakamıyoruz.

            Öğrenirken her şey teker teker, parçalanarak öğrenilebildiği için öğretirken vahdet kesrete dönüştürülür. Ağaç kök, gövde, dal ve yaprak diye öğretilir. Yani “her şey öğrenmek, bilmek için” anlamı çıkıyor.  Bizden istenen “bilmek, idrak etmek” olduğuna göre çevrenin “halk edilişi” ve insanın “yaratılışı” bunun için. Biz her şeyi “bilmek”, böylece, her şey de “bilinmek” için!

            Algı, bilgi, bilmek ve hayatı yaşamak bizi hem iter hem de çeker, bir sonuca götürür “kendimizi bilmeye”. Varlığımızı yoklukta bulmak ise bizi yokluğu bilmeye zorlar. Yokluğu bilmek için önce onun yaradılışını anlamak ve idrak etmek zorundayız. Yokluğun idrakinden sonra kendimizi ve varlığı bilebiliriz. Genel sonuç, Âdem biz dâhil her şey bilinmek için. Bu sonuca aklımızla varabildikse kutsal hadis “kâinatın bilinmek için yaratıldığını” makul bulabiliriz.

               Farklılıkları Kötü Görüş Basiretsizliktir!


            İnsan ve insanlığı öğretirken “Fıtratı şöyle olanlar ile böyle olanlar arasındaki fark” diye başlayıp en sonunda birleştirmeye kalkıyoruz. Öğrenmeye çalışan sonunda “madem birleştirecektin niye ayırdın” dese haklıdır. “İnananlar ve inanmayanlar”, “bilim tarafını, inanç tarafını tutanlar” diye ayırmamız da hep “öğrenme” amaçlıdır.

            Bilim adamının “Allah’a değil kendine inan”, “Allah yok insan var” deyişi ile en son Yusuf suresinde ayetin ortaya koyduğu “tapanı değil sahibi ol” kavramının demek istediği aynı olabilir. Bugün toplumumuzda çatışma halinde oldukları izlenimi veren “cemaatler” ile “masonluk”, “ihvan” ile “mason” arasındaki, dil, din ve ırklar, renkler arasındaki fark, Allah indinde nedir diye sorulsa ne dersiniz? İyi ki ben size soruyorum, ya siz bana sorsaydınız belki de “Allah derim, ne diyeyim?” derdim.

            Toplumda bir “çatışma” varsa her üyesinin bir katkısı da vardır denebilir. Normal düzeydeki çatışma tansiyonun normali gibi sağlıklı olanıdır.        Daha düşük düzey “küçük tansiyonun düşüklüğünü”, daha yüksek çatışma düzeyi de “büyük tansiyonun yüksekliğini” gösterebilir. Farklılaşma ve bütünleşme kalp atışları gibi sağlık verir, sağlıklıdır. Sağlığı bozucu, bütünleşmeyi güçleştirici bir faklılaşma olmamalıdır. Bu duruma toplumda “bölünme” veya “ayrışma” denebilir. Bir kişinin düşüncelerinin “bölünebilir” olması bile bölücülük yapan bir kişiye cesaret verebilir. Hakikaten “onlar öyle” “bunlar da böyle” diyen bölücüye davetiye çıkarmış sayılır. “Her şey bilinmek içindir” demek en iyi bütünleştiricidir.

               Hz. ÂDEM’İN RUHLANIŞI


            Hz. Âdem bir yönden ruha diğer yönden nefse ve cisme münasip, uygun yaratıldı. Her iki tarafa uygunluk ruhu, emri kabule yatkınlık verir. Hak Teâlâ Âdemi topraktan takdir ve tasvir edip ‘hayat sahibi beşer ol’ diye irade eyledi ve Âdem derhal his, hareket sahibi oldu. Âdeme Allah ilminden ilim verdi Muhammed’in nuru ile yaratıldığı için, kendi ruhundan nefhetmesi Hz. Muhammet’te gerçekleşti.”(2.59)  

            “Kendini bilen kâmil insan Allah’ın zatının görüntü yeridir, zata mahsustur, zata tahsis edilmiştir. Bu nedenle insan-ı kâmil iki tarafı eşitleyen hak ile halk taraflarından birinden diğerine geçişi sağlayabilendir. Kâmil insan ahseni takvim üzeredir, güzel ahlaklıdır, en güzel kıvamdadır, tesviye ile iki tarafı eşitlemekle görevlidir, tadil edildiği, mutedil kılındığı için ruhu kabule uygundur.  Ve insana da «kendi ruhundan nefh eyledi» ve işte bu nevi insan ile halk (yartılış, kâmil insanın yaradılışı) nihayet bulup, Hak zahir oldu.” (32.1,11) (36.1-3; 42.15; 53.2-18). Halktan biri oluştu!

               SON SÖZ


             Tüm “olgunlaşıp yücelme süreci” “insanın kendini bilmesi” içindir. “Sıradan” olarak yola çıkmış, güzel sıfatlarla sıfatlanmış, güzel ahlak sahibi olmuş, “modern, mümin, mason, Melâmi, kısaca, kâmil insan” olmuşsa kalbinde Kitap, Kur’an okunur. Olgunlaşıp yücelme süreci ben diyeyim altı (33) makam sonra, siz anlayın altı bin yıl sonra, sonuçlanır. İki taraf, Hak ile halk, Âdem’in tadilatı sonrası, tesviyede buluşur, Kâbe’de buluşma gibi buluşur, halkta Hakkı görerek buluşur ve böylece insan “ruhu kabule uygun” olmuş olur.

            Uygun olana hak ettiği verilir. Allah’ın ölümsüz ruhu ile dirilen kişiye veli, insan-ı kâmil denir. Aslında kâmil insan olunmaz, “ol!” ile oluşur. Haksızlık ahlaksızlık ve Allahsızlık olur. Sıradan insan, ama kurum ama kuruluş içinde, kâmil insan olma peşinde. Modern insan da “ahlaklı olgun insan olmak için peygambere, kitabına hatta Allah’a ihtiyacım yok” dese de “ahlak” peşinde. Onun için adaletsizlik ahlaksızlıktır. Haksızlık ile ahlaksızlık “inanç” temelinde fark yaratmaz. “Din güzel ahlaktır” bütünleştiricidir.

            Kâmil insan Hakk’ın ruhunun nuru ile aydınlanmış kişi olarak yanar durur, çevresini aydınlatır. Süreç aynı süreçtir, her birey bu sürecin mutlaka bir yerindedir, ama başında ama sonunda. İnsan “maymundan”, maymunluktan gelirmiş, doğru, bazıları henüz gelememiş hala geliyor olabilir, ne fark eder, geliyor ya ümit var demektir, biz kendimize bakalım. Farklılıklar bilmek, tevhidi idrak içindir! Çamur atıp kaçılamaz. Her birey “insanlığın olgunlaşma çağında”, tek kişilik olmak üzere, tekke de olabilir mabet de, demokrasi ile kimseyi kötü görmeden, kimseye çamur atmadan, bireyin “insan olma, tesviyede buluşma” hakkı korunur!

            İnsan ve insanlığın gelişimi paraleldir. İnsanlığa elçi ve Kitap inmiş. Biz de kendimizi insanlık kadar geliştirebilirsek, kalbimizde resulü ve kitabına yer verebilirsek, umarım bizden bekleneni yapmış olabiliriz. Kalbimizde Kitap okunursa, amellerimizle O’na “uygun” olabiliriz.

(Bu yazı, “Kendimizi Bilmenin Neresindeyiz?” adında, bir kitap haline getirmeye çalıştığım yazılarımın son bölümüdür)