Kitabı okumak için tıklayınız: Click here to view Kendimizi Bilmenin Neresindeyiz. |
ALGIDAN
BİLİNMEYE
Doğuştan
gelen duyularımızla elimizde olmadan çevremizi algılarız. Gözümüz açıldığında
istemeden de olsa görürüz. Böylece, algılar bilgiye, bilgiler de bilmeye
dönüşür. Bildiklerimiz ise biz istemeden bile çoğalır. Bilgilere anlam vermeye
zorlanırız. Biz mi bilgi peşindeyiz, teknoloji gibi, yoksa bilgiler mi bizi
çekip sürüklüyor anlamak zor.
Hayatın
enerji tüketimi bizi dışımızdan enerji almaya, verdiği yorgunluk ise bizi
dinlenmeye ve uyumaya zorlar. Bunları yapmamak elimizde değil. Gözümüzü açarak
uyanmaktan itibaren ise yine ve yeniden mecbur olduğumuz şeyler dizisi bizi hem
itiyor hem de çekiyor. Bunları yapmadığımızı düşünün, verilmiş olan hayat
elimizden alınır. “Biz zaten istememiştik hayatı, alınırsa alınsın” diyebilen
varsa ona veya onlara denebilecek bir şey yoktur. Bütün hitap ve kitaplar
verilen hayatı yaşamak isteyenedir.
Güzel
bir deyimimiz vardır “adım adım Anadolu”; işte her şey bir yolculuk için.
Hayatı baştan sona en güzel bir şekilde, amacına uygun olarak yaşamak için.
Algılar, bilgiler ve bilmeler hep bir amaca ulaşmak için. İnanan da inanmayan
da insan olmaya, insanca yaşamaya, insanlığı geliştirmeye gayret etmektedir. Bu
amaç ise bizi “olgunlaşmaya” zorlar. Gel de olgunlaşma, kemale erme. “Madem bir
şey yapıyoruz ve yapmak zorundayız o zaman iyi bir şey düşünelim, en iyi bir
şekilde yapalım” demeden de olmuyor. Sanki kendimizi bilmek zorundayız. “Herkes
ister kendini bilmeyi” diyebiliriz ama aslında “zorunluluk” var.
Olgunlaşma
eğitim ve öğretim gerektiriyor. Ne ihtiyaç duysak tam da yerinde, zamanında ve
dozunda onları elimizde, bünyemizde buluyoruz, meğer bize verilmişler. Sanki
silahlanmışız ve biz bu silahları kullanmak zorundayız.
“Aklımızı
kullanmayalım demek akılsızlık”, “düşünmeyelim demek düşüncesizlik” oluyor.
Kullanalım hem de bilerek ve isteyerek, en iyi şekilde deyince de devreye
Kitap, Kurum ve Kuruluşlar girmek zorunda kalıyor. Bunlara bir de “yöntemler”
gerekiyor. Korkarım böylece, aşamalara, makam ve mertebelere geliyoruz yine
mecburen. Yukarıdakilere mecburuz sanki. Doğaya bırakamıyoruz.
Öğrenirken
her şey teker teker, parçalanarak öğrenilebildiği için öğretirken vahdet
kesrete dönüştürülür. Ağaç kök, gövde, dal ve yaprak diye öğretilir. Yani “her
şey öğrenmek, bilmek için” anlamı çıkıyor. Bizden istenen “bilmek, idrak etmek” olduğuna göre çevrenin
“halk edilişi” ve insanın “yaratılışı” bunun için. Biz her şeyi “bilmek”,
böylece, her şey de “bilinmek” için!
Algı, bilgi,
bilmek ve hayatı yaşamak bizi hem iter hem de çeker, bir sonuca götürür
“kendimizi bilmeye”. Varlığımızı yoklukta bulmak ise bizi yokluğu bilmeye
zorlar. Yokluğu bilmek için önce onun yaradılışını anlamak ve idrak etmek
zorundayız. Yokluğun idrakinden sonra kendimizi ve varlığı bilebiliriz. Genel
sonuç, Âdem biz dâhil her şey bilinmek için. Bu sonuca aklımızla varabildikse kutsal
hadis “kâinatın bilinmek için yaratıldığını” makul bulabiliriz.
Farklılıkları Kötü Görüş
Basiretsizliktir!
İnsan
ve insanlığı öğretirken “Fıtratı şöyle olanlar ile böyle olanlar arasındaki
fark” diye başlayıp en sonunda birleştirmeye kalkıyoruz. Öğrenmeye çalışan
sonunda “madem birleştirecektin niye ayırdın” dese haklıdır. “İnananlar ve
inanmayanlar”, “bilim tarafını, inanç tarafını tutanlar” diye ayırmamız da hep
“öğrenme” amaçlıdır.
Bilim
adamının “Allah’a değil kendine inan”, “Allah yok insan var” deyişi ile en son
Yusuf suresinde ayetin ortaya koyduğu “tapanı değil sahibi ol” kavramının demek
istediği aynı olabilir. Bugün toplumumuzda çatışma halinde oldukları izlenimi
veren “cemaatler” ile “masonluk”, “ihvan” ile “mason” arasındaki, dil, din ve
ırklar, renkler arasındaki fark, Allah indinde nedir diye sorulsa ne dersiniz?
İyi ki ben size soruyorum, ya siz bana sorsaydınız belki de “Allah derim, ne diyeyim?”
derdim.
Toplumda
bir “çatışma” varsa her üyesinin bir katkısı da vardır denebilir. Normal
düzeydeki çatışma tansiyonun normali gibi sağlıklı olanıdır. Daha düşük düzey “küçük tansiyonun düşüklüğünü”,
daha yüksek çatışma düzeyi de “büyük tansiyonun yüksekliğini” gösterebilir.
Farklılaşma ve bütünleşme kalp atışları gibi sağlık verir, sağlıklıdır. Sağlığı
bozucu, bütünleşmeyi güçleştirici bir faklılaşma olmamalıdır. Bu duruma
toplumda “bölünme” veya “ayrışma” denebilir. Bir kişinin düşüncelerinin
“bölünebilir” olması bile bölücülük yapan bir kişiye cesaret verebilir.
Hakikaten “onlar öyle” “bunlar da böyle” diyen bölücüye davetiye çıkarmış
sayılır. “Her şey bilinmek içindir” demek en iyi bütünleştiricidir.
Hz. ÂDEM’İN RUHLANIŞI
“Hz. Âdem
bir yönden ruha diğer yönden nefse ve cisme münasip, uygun yaratıldı. Her iki
tarafa uygunluk ruhu, emri kabule yatkınlık verir. Hak Teâlâ Âdemi topraktan
takdir ve tasvir edip ‘hayat sahibi beşer ol’ diye irade eyledi ve Âdem derhal
his, hareket sahibi oldu. Âdeme Allah ilminden ilim verdi Muhammed’in nuru ile
yaratıldığı için, kendi ruhundan nefhetmesi Hz. Muhammet’te gerçekleşti.”(2.59)
“Kendini
bilen kâmil insan Allah’ın zatının görüntü yeridir, zata mahsustur, zata tahsis
edilmiştir. Bu nedenle insan-ı kâmil iki tarafı eşitleyen hak ile halk
taraflarından birinden diğerine geçişi sağlayabilendir. Kâmil insan ahseni
takvim üzeredir, güzel ahlaklıdır, en güzel kıvamdadır, tesviye ile iki tarafı
eşitlemekle görevlidir, tadil edildiği, mutedil kılındığı için ruhu kabule
uygundur. Ve insana da «kendi
ruhundan nefh eyledi» ve işte bu nevi insan ile halk (yartılış, kâmil insanın
yaradılışı) nihayet bulup, Hak zahir oldu.” (32.1,11) (36.1-3; 42.15; 53.2-18).
Halktan biri oluştu!
SON SÖZ
Tüm “olgunlaşıp yücelme süreci” “insanın
kendini bilmesi” içindir. “Sıradan” olarak yola çıkmış, güzel sıfatlarla
sıfatlanmış, güzel ahlak sahibi olmuş, “modern, mümin, mason, Melâmi, kısaca,
kâmil insan” olmuşsa kalbinde Kitap, Kur’an okunur. Olgunlaşıp yücelme süreci ben diyeyim
altı (33) makam sonra, siz anlayın altı bin yıl sonra, sonuçlanır. İki taraf,
Hak ile halk, Âdem’in tadilatı sonrası, tesviyede buluşur, Kâbe’de buluşma gibi
buluşur, halkta Hakkı görerek buluşur ve böylece insan “ruhu kabule uygun”
olmuş olur.
Uygun olana
hak ettiği verilir. Allah’ın ölümsüz ruhu ile dirilen kişiye veli, insan-ı
kâmil denir. Aslında kâmil insan olunmaz, “ol!” ile oluşur. Haksızlık
ahlaksızlık ve Allahsızlık olur. Sıradan insan, ama kurum ama kuruluş içinde,
kâmil insan olma peşinde. Modern insan da “ahlaklı olgun insan olmak için
peygambere, kitabına hatta Allah’a ihtiyacım yok” dese de “ahlak” peşinde. Onun
için adaletsizlik ahlaksızlıktır. Haksızlık ile ahlaksızlık “inanç” temelinde
fark yaratmaz. “Din güzel ahlaktır” bütünleştiricidir.
Kâmil insan
Hakk’ın ruhunun nuru ile aydınlanmış kişi olarak yanar durur, çevresini
aydınlatır. Süreç aynı süreçtir, her birey bu sürecin mutlaka bir yerindedir,
ama başında ama sonunda. İnsan “maymundan”, maymunluktan gelirmiş, doğru,
bazıları henüz gelememiş hala geliyor olabilir, ne fark eder, geliyor ya ümit
var demektir, biz kendimize bakalım. Farklılıklar bilmek, tevhidi idrak
içindir! Çamur atıp kaçılamaz. Her birey “insanlığın olgunlaşma çağında”, tek
kişilik olmak üzere, tekke de olabilir mabet de, demokrasi ile kimseyi kötü
görmeden, kimseye çamur atmadan, bireyin “insan olma, tesviyede buluşma” hakkı
korunur!
İnsan
ve insanlığın gelişimi paraleldir. İnsanlığa elçi ve Kitap inmiş. Biz de
kendimizi insanlık kadar geliştirebilirsek, kalbimizde resulü ve kitabına yer
verebilirsek, umarım bizden bekleneni yapmış olabiliriz. Kalbimizde Kitap
okunursa, amellerimizle O’na “uygun” olabiliriz.
(Bu yazı, “Kendimizi Bilmenin Neresindeyiz?” adında, bir
kitap haline getirmeye çalıştığım yazılarımın son bölümüdür)