Sanırım buraya kadar üzerinde durulan konuları şöyle özetleyebiliriz. Doğada hareket olur, insan iş yapar. Doğal hareketler üzerine önce bir “beşer”, ins, insan öncesi bir “şey”, sonra da bir “insan” sıfatını oturtmuşuz. Yani, Ef’al, fiiller kaidesi üzerine bir isim ve sıfat dikilmiş. Bir şey olunca sorulur ne olmuş, kim yapmış, hangi sıfatla yapmış? İkinci aşamada ise, “insanlık” gibi bir de “kişilik” geliştirmişiz. Olan olmuş da iyi mi olmuş, insanlığa uygun mu olmuş? Bir kişiye “sen insan bile değilsin” deyip onun henüz insan olmadığını düşünürüz. Bir başkasına da “sen insanlıktan nasibini tam alamamışsın” deyip henüz olgun olmadığını belirtiriz. Bu durumda elimizdekilere bakarsak “beden, suret, ruh” olduğunu görürüz. Olan bir şey varsa mevcuttur, vücudu, bedeni vardır, yapan insan ise bir sureti vardır, ruhu da varsa insanca bir şey yapmıştır.
İnsan,
özel olarak ele alınıp incelemeye değer. Doğanın doğal hareketlerinin akıl ile
yönlendirilip yaşama bilinç katma katkısı insandan. Tek hücreliler de yoktu
evvelinde. Doğa, inorganik ortamdan organik ortama geçmeyi becerdi evrim yaşadı.
İnsan da taklit etmekten tahkike geçmeyi, beşer olarak yücelmeyi başardı.
Doğanın ve üzerindeki yaşamın evvelinden bugününe kadarını kapsayan bir bilince
ulaştı. İnsanı insan yapan her şeyin söz konusu bilince katkısı var. Karnı
doyunca sırtüstü yatıp gökyüzündeki bu ışıklar da nedir demesinden başlar
insanın insanca düşünmesi. Hayvanlar hala hep aynı şeyi yapar yer, içer, yatar,
kalkar, savaşır, çiftleşir nerden gelip nereye gittiğini düşünmez. Gözümüz
açılınca tavandaki ışıkla düşünmeye başlarız. Bilgiyi bir nesilden bir nesle aktarması,
bunu okullar sistemiyle kurumsallaştırması, en sonunda “biz de beşer olarak maymundan
geliyoruz” demesi gayet doğal, makul ve mantıklıdır. Akıllı da olsa insan, beş
duyusu ile algıladığı için “beşer”dir ve şaşardır. Altıncı his “sezgi”
“evvel”de henüz yerini almamış, ama “ahir” onun üzerine inşa edilir. Çünkü
insandan insan-ı kâmile devrimsel bir süreç daha yaşanmalı ki “yaratılış” tamam
olsun. Akluhikmet deyince sanki akıl hikmetin tutulacak yeri, belki de sapı.
Hikmet belki de aklın “ışın kılıcı”!
Akıl ve İnsanlık,
İnsan
olarak aklımızdan memnunuz. Akıl, verilmiş en büyük nimet! Onun sayesinde,
şefkat, merhamet, sevgi, saygı, iyilik, doğruluk ve güzellik nedir biliriz.
Akıl için sınır koymak zor. Benden âleme, yerden göğe, bedenden ruha çıkması
için, gidip gelmesi için zamana da ihtiyacı yok. Aklımızla övünür, gurur
duyarız, satmakla bitiremeyiz. ‘Ben’imizi aklımızın üstüne oturtur, ben büyüğüm,
hem de herkesten büyük, deriz. Para etmese de satmaya bakarız, istemeden de
olsa alsınlar isteriz. “Aklın yolu bir, bak, dediğim senin de aklına uygun”
deyip zorla akıl veririz. Aynısından onda da olduğunu bilen bir insan bunu niye
yapar ki?
Bazen
aklımız bizden gider, akılsız kalırız. Durur ve çalışmaz. Gider uzun zaman
gelmez. “Aklım başıma geldi, ne yaptığımı o zaman anladım” dediğimiz olur, araç
kullanırken bile olur. Aklımıza güvenmek akıl kârı mıdır belli değil. Bir
kenara yazmak en iyisi de, yazdığını da akıl etmek gerek. Akıl gidince
üstündeki ‘ben’ evlere şenlik! Neşe kaynağı. Gülen gülene. Akıllı insan
akılsıza, aklı gitmiş veya durmuşa güler mi hiç? Akıllısı ne ki akılsızı ne
olsun işte? Aklın gidip gelişi sınırsız, zamansız, mekânsızdır. Anladım, akla
akıl sır ermiyor. Peki, üstüne üstlük demek gerek, akla geliş nereden ve nasıl?
Sınırsıza sınırsızlığın ötesinden mi gelir bir mesaj? “Aklıma geldi, bak ne
diyeceğim” dediğimizde akılsız bir lâf mı etmiş oluruz? Tutup getirdiğini,
doğadan söküp çıkardığını, birleştirip yeni oluşturduğu bilgileri depo ettiği,
hafıza gibi, bir yer mi var yoksa? Aklın işleyişine katkı sağlayan, kolaylık
sağlayan, hayal etme gücü, vicdan, şefkat, merhamet gibi yazılım esaslı, mana
âlemi kökenli, şuur ve şuuraltı denilen dizi duygusal katmanlar, baloncuklar
veya kesitler vardır. Neyse kısa keselim bu yalnız akıl işini.
Sevgi ve Aşk,
En
belirgin veya en yoğun yaşanan duygular belki sevgi ve aşktadır. Hatta aşk aklın
bir ötesi de olabilir, aklın durduğu yerde aşkın başladığı düşünülebilir. Daha
biraz önce aklın sınırsız olduğunu söylemiştik. Şimdi sınırsız aklın ötesindeki
bir şeyden bahsedebiliyoruz. Elinde, kontrolünde olan ile olmayanı ayırt etme
gücü, akla, karşılık verme gücü sağlar. Kendine verilen bir şeyin karşılığını
vermek istemesi akla en uygun gelen özelliktir. Ya kendisi elde etmek ister ya
da karşılığını ödemek, teşekkür etmekle de olsa.
En büyük
nimet de olsa aklın “verilmiş” olmasında bir sır olmasın? Veren niçin vermiş,
nasıl, ne yönde kullanılmak üzere vermiş diye düşünmek mi gerek acaba? İşi
temelinden, kökünden değiştirmeli, akıl verilmiş değil azmiyle cezmiyle
geliştirilmiş. Günlerden bir gün derin derin düşünürken aklı biz bulduk belki
de. Doğadan kurtardık, yıkadık temizledik, arındırdık, besledik büyüttük
beynimize yerleştirdik. Ya da doğada bulduk erittik akıttık. Nasıl fikir, akıl
ne ki fikri ne olsun?
Akıl
akıl olsun da önce kendini bilsin, aşk ile sınırını çizsin. Anadan doğma mı, çekirdekten
yetişme mi, yumurtadan çıkma mı? “Valla ben onu bunu bilmem, ne idüğü belirsiz,
kendini bilmeyen şeyi kafama sokmam” denebilir mi? Benden habersiz gidip gelen,
nereye gittiği, ne getirdiği bilinmeyen için nasıl olur da “ben yetiştirdim,
hiç de mucize falan değil, çalıştım çabaladım aklım oldu, geliştirdim ve ben de
akıllı oldum” denir? “Şişeden çıkarmış bulundum artık üzerinde kontrolüm
kalmadı” desek akıl için de olur mu? Cini nasıl çıkaran çıkarmışsa, akıl da
böyle mi oldu? Nasıl olmuşsa olmuş, iyi olmuş. Şimdi aklı kullanma zamanı.
Düşünelim
bakalım aklımızla “din” insanın ilkelliğinden mi, mükemmelliğinden midir?
İnsanın ilkel, ilk el, ilk elde bulunuşundan, evvelin başında da oluşundan
belki de. İlkellik ile mükemmellik, delilik ile dâhilik, yazı ve tura, madde ve
mana, beden ve ruh gibi midir? İki kavsin bir noktada birleştiği, halk ile
Hakkın vuslatı gibi mi? Batıl yani hak olmayanın gidişi ve hak olanın zahiri
mi? Güneş gidince mi, dikilince mi gölgeler yok olur? İki halde de yoktur ama
güneş varken güneşe arkasını dönen gölgesini görür. Hakkın nuruna arkasını dönen
rüya da görür kâbus da. Din, zaten, kız çocuklarını gömenlere ve/veya “kız
çocukları gömüldüğü için indi” diyenlere
değildir! Aynı şekilde, bilimsel analizler yaparken maddenin içinden başını
kaldırıp “maddenin içinde hiç bir kanıt bulamadım, büyük ihtimalle Allah yok”
diyen olursa, birinin de ona “popüler bilimci” deme hakkı doğar.
Din
insan içindir, üstelik akıllısı için, hem de ne kadar akıllı ise o kadar. Din,
doğal oluşumlardan sonra, insanlığın üçüncü ve son aşamasının bir yaşantısıdır.
Doğal olan doğum ve gelişim insanlığın birinci, çocukluk aşamasıdır. Çocuk
taklit eder. İkinci aşamada öğrenme başlayınca, düşünme, inceleme, tahkik
başlar. Çevresini ve kendisini bilmeye
başlama evresi gençlik dönemidir. Hareketi işe çevirme basamağıdır. İnsan
beşer, ins, yalnız “insan” ismi ve şekliyle insan olmuştur, sınama yanılma
devresindedir veya insan adayıdır. Olgunluk çağında oldukça yeni ve önemli
yetenekler kazanır, erdem sahibi olur. Bu çağda yapılan işlerin de insanlığa, sıfatına
uygun, insanca, severek yapılması önem kazanır, bu üçüncü basamaktır.
Akıl ile
sevginin işbirliği yaptığı en önemli alan “inanç” olmalı. Aşk aklı başından
alır, gözü kör eder, gurur bırakmaz, teslim alır insanı her şeyiyle. Din de
zaten teslimiyettir. Aklın tevhidi teslimiyetle aşka dönüşmüşse “vuslat” olur.
Üç adımda tüm yol kat edilmiş, sonunda olgunlaşıp teslim olunmuştur. Önce küçük
bir adım efal, sonra biraz daha büyük bir adım sıfat ve son olarak büyük ve
uzunca bir adım, zatımızı, kişiliğimizi teslim belki de!
Hayat ve Ölüm,
Gelirken,
gelince nereden geldim demeyen olabilir. Ama giderken nereye gidiyorum demeyen
olabilir mi? Olgunlaşmış bir kişinin, örneğin, ölüm gerçeğini görüp idrak edince,
nereye gidilir, nereden gelinir, neden böyle gibi sorular sorup cevaplamaya
çalışmaması olur mu? İnsan ve insanlığın gelişimi paraleldir diyor Atamız.
Hatta ilave ediyor: “insanlığın çocukluk ve gençlik çağlarında kulları ile
dolaylı, yani, bir elçi vasıtasıyla temasa geçen Tanrı, insanlığın olgunluk
çağında doğrudan temasa geçebileceği, hatta geçtiği için peygamberlik dönemine
son vermiştir”. Bireysel düzeyde kendimize sorabiliriz: “Eğer bugüne kadar bana
dinsel mesajlar gelmemiş olsaydı bugün ben arar bulur muydum, gidip alır mıydım,
doğrudan teması arayacak kadar olgunlaştım mı?
Sevgi ve
aşk ile teslim olunsa yetmez, kime teslim olunacağı belli olmaz. Doğaya teslim
olunmaz. Dünya ve üzerindeki yaşam doğası yetersiz kalır. Evrene teslimiyet de
komik kaçar. Ölüm ile son nokta konur. Ölüm ile ölümsüzlük de anlaşılmış olur.
Ölüm hayata hayat katar, canlılık getirir. Hayatı kaybetme fikri yaşamı
mükemmelleştirir. Bilenin de bilmeyenin de Allaha teslim olduğu anlaşılır.
Zaten böyle bir anlayış düzeyine gelen kişiye mesaj da yetişir. Aklı olmayana
din de yoktur ayet de. Aklı olana da vardır hem de çevresinde aranması
yeterlidir.
Mesaj ve Çağrı,
Mesajlar insanı insana anlatır, insanın
kullanma kılavuzudur. Balıkların suda olduğunu bilmediğini bilen insan diğeriyle
karşılaşmadan kendi derisinin rengini bilmezdi. Kendini bilmeden başkasını
bilir insan. Akıl dışa dönüktür. Sezgi olmasaydı kendi içini göremezdi.
“Akıllının
aklına ” kaydı ile olmalı ilk mesaj, OKU!
Bu
mesajın indiği ortamda bir kitap olmadığı da biliniyor. Akıl, oku emrini
aldığından beri çok değişti. Her şeyi yerli yerine oturttu. Yukarıda cevapsız
bırakılan sorulara cevap buldu, kendini bildi! Kendini hediye olarak kabul
edene de kendini bildirdi. İnsan, daha önce yükselmişti. Yükseklere çıkmış, kuş
gibi uçmuş, evrenin sırrını ve sınırını keşfetmiş olabilir. Ancak, kendini
bilerek, yükseklikten öte, yüceldi! Madde evreninde yükselmesinin yanında mana
âleminde yücelmeyi başardı. İnsan, Âdem oldu! Bir dem idi, belirli bir kesafet,
yoğunluk, demlilikte idi, yücelerek ademiyete, demsizliğe, yokluğa, letafete
erdi! Bu durum insan için ikinci doğuş, yeniden diriliş gibidir. İkincisi
kalpten ve kalbî doğuştur. İlk doğuştan ölmeden, tam teslimiyetle, iradî
ölümden sonra ikinci doğuşu doğal karşılayan aynı akıl değil belki.
İşin
sırrı tam da buradadır. Akıl dâhil her şey var, ama bir sürü de cevapsız soru
var. Nereden gelip nereye gidiyoruz, yaşam nedir, amacı nedir, her şey insan
için insan ne için, gelişim sonucu bitkiden hayvan, hayvandan insan olur, peki
insandan ne olur? Ben buldum, kendimi buldum, bildim, oldum desek, herkes ve
her şeyin ben deme hakkı vardır desek, var olan yalnız ve sadece kocaman bir
BEN’dir desek! Ben deyince küçük benliğimizi kastetmeden, ikilik yaratacak bir
benlik düşünmesek olur mu?
Bazı
düşünürler “şeriat, tarikat, marifet ve hakikat” veya “şartlar, yol, bilgi ve
gerçek” demiş, kelimeleri ortaya koymuş, biz bu kelimelerden bir cümle
yapabiliriz, “koşullar ne olursa olsun (doğru) yolda ol, bilgi edin, hakikate
er” denebilir. Isınınca genleşmesi maddenin doğasında var. Hatta maddenin
soğukluğunun ve karanlığının, maddeye gece ve batı denmesinin nedeni, ısının ve
ışığın maddenin içine gurup etmiş olmasından, onun içinde ‘giz’li, batın
olmasından. Bunları açığa çıkarmak için ‘Atom’u patlattık. Sıra artık ‘eşya’dan
hakikat güneşini çıkarmakta, onun doğmasını sağlamakta, eşyanın hakikatini
idrak etmekte, eşyada fecri yaşamakta!
Şahit Olma ve
Sığınış,
İmanın
şartı şahadettir, “şahit” olmaktır, sadece lafta kalmamalı. Hem hal ile hem de
kal, söz ile ikrar, kabul edilmeli. Diğer bir deyişle hem söyleyip hem de
yaşanacak bir bilgidir bu. “Dinde zorlama yoktur!”, sabah güneş doğunca insan
nasıl görürse dinî mesajlar da akıl için o kadar kolayca anlaşılabilir
düzeydedir. Bu nedenle düşünen akıl sahibi bir insanın uyanışı güneşin doğuşuna
benzer. Hareket, iş ve işlemlerinin bir kaynağının olduğunu, her hareketin bir
nedeninin olduğunu anlar. Fiillerin idraki bir sıfattan kaynaklandığını
anlamayla başlar. Çıkışın kaynağı bir yarılıştır, örneğin, karanlığı yaran
aydınlık, cehaleti yaran bilgelik veya karanlığın yarılışından aydınlık,
cehaletin yarılışından bilgelik çıkar. Bunları düşünen biri ayet okuyor
demektir. (KUL E’UZÜ BİRABBİL FELAKI)
(113,1) “De ki, yarılan karanlıktan çıkan sabahın, aydınlığın Rabbine /
yarılışlardan fışkıran oluşun, oluşumun Rabbine sığınırım!
İnsanın hayatta bir seyri vardır.
Belli başlı deneylerden ve aşamalardan geçer. İnsan, cahilden, cehaletten
kaçar, bilmek, öğrenmek, bilenler ile beraber olmak, onlarla konuşmak ister.
Bilme isteği, bilgisizlikten bilgeliğe
sığınmaktır, Allah’ın âlim ismine sığınmaktır. Bir şeyden kurtulmak için önce
bunu istemek ve gereğini yapmak şarttır. Bir şeyin daha iyisini isterken, daha iyi olmayanın da idrakinde olmak
gerek. Yani bir şeyin daha güzeli veya çoğu mümkün olmadıkça eldeki ile
yetinilir. Mevcut ile yetinmek, kanaat etmek daha iyisini aramayı
durdurmamalıdır. İyiden daha iyiye geçilir, bu da bir sığınıştır.
Çocuklar kendi aralarında
oynarlarken hiçbiri diğerinden sıkılmaz veya halinden şikâyetçi olmaz. Çocuklarla
beraber olmayı isteyip de aralarına girmiş olan bir büyük, zamanı gelince
ayrılmayı da bilir. Çocukluğun, çocukluk olduğunun idraki içindedir ve esas
yerinin başka olduğunu, kendisinin bir büyük olduğunun bilinci içindedir.
Sürekli çocuklarla birlikte kalması ve çocukluk etmesi canını sıkabilir,
sıkılabilir, kendisine ve büyüklüğüne
zarar verir. Büyük, zamanı gelince büyüklüğüne sığınır. Büyük, çocukluğu yarar
içinden büyüklüğü çıkarır.
Samimiyetle talebelerinin arasına
girmiş olan bir öğretmen, fazla kaldığında, lâubalilikle karşılaşabilir. Buna
sebep olmamak için her an diğerlerinde olmayan “öğretmenlik” sıfatına sığınabilir. Cahil ile arkadaşlık edip ona
yardım etmeye çalışan bilge kişi bir süre sonra cehalet karanlığından
bilgeliğin aydınlığına çıkmak isteyecektir. Öğretmen, talebeliği yarar,
öğretmenliği çıkarır ve ona sığınır.
Bedensel zevklere meyli olan bir
kalbin bunlara dalıp gitmesi, sonuçta zararlı olacak beden gecesinde kalmasını
doğurabilir. Ancak, aklî, ulvî, uhrevî ve manevî zevklerin derinliğine ve güzelliğine dalmış, bunları zevk
etmiş bir kişi, uzadıkça acı vermeye de başlayan bedensel ve dünyevî zevklerin
karanlığından kurtulmaya, ilâhî nurların aydınlığına çıkmaya, sığınmaya bakar.
Bakmaz ise, bu zevklerini kaybeder, artık ne çıkmak ister ne de çıkabilir,
orada kalır. Manevî zevkleri beden gecesini yarıp çıkarmalı ulvî değerlere
sığınmalı.
Daha iyi olmaya azmetmiş bir kişi o
yönde iradesini kullanmaya kasteder, azmeder, ancak, daha kolay elde edilebilen
zevklere dalarsa, nefsine uyarsa, azim ve iradesini gevşetir, hayal ve
vehimlere kapılır. Nefsin şerrinden mananın yüceliğine sığınmasını, kaçmasını
bilmeli, bunun kendisi için iyi olmayacağının idrakine varmalı.
Halkın arasına girmek, halk ile halk
olmak, onlardan biri gibi davranmak, sıradan bir insan gibi olmak, yetişmiş,
olgun bir insan için de mümkündür, ama yerinde, dozunda ve zamanında. Halk
mıyım, hak mıyım düşüncelerinin çatışmasından çıkan kıvılcım kalpte nurun
parlamasına yol açar, anlayış ve idraki geliştirir. Halkiyattan Hak’kiyeti çıkarıp
sığınılmalıdır.
Dünyada daha çok şeye sahip olma,
yeme içme, şehvet gibi nefsanî zevklerin verdiği geçici, fani huzur ve mutluluk
eğer kalpte yerleşirse kalp artık ilmin aydınlığından, “ilâhî nurun doğuşu”
zevklerinden mahrum kalır. Böyle, yukarıda açıklandığı hususlarda anlatıldığı
şekillerde düşünenlere Felak suresi iner, inmiştir ve okuyordur haberi olmadan,
farkında olmadan ayetleri hem okuyor hem de yaşıyor demektir.
113 Felâk suresinin özeti:
a.
Zat güneşinin doğuşundan önce oluşan, sıfat tecelliyatı nurunun, aydınlığının
gerçekleşmesi için madde, beden, vücut
gecesinin şerrinden, (Hakikat güneşi maddenin içine gurup ettiği için madde
kara, karanlıktır, gecedir !)
b.
Manaya, manevi zevklere yücelmeye, daha iyi-doğru-güzele gitmek için
gösterilen azim ve iradeye bedensel zevklerin vereceği hayal ve kuruntuların
şerrinden,
c.
Kalbî ve bedensel yaşamın sağlıklı yürütülmesine zarar veren nefsin
şerrinden,
korunmalıdır.
Aslında
karanlık kendi başına var değildir, ışığın, aydınlığın olmaması halidir. Bilgi,
nur insanın kaybıdır bulup almalı. Gece insan nefsine uyar, karanlık ve uyku
insanın gaflete düşme halidir. Gaflete düşmezse eğer uyanıktır, aydınlıktır.
Bilgili ve uyanık olması yeterlidir!
3,127: İnancı güçlendirmek, inkârı zayıflatmak
veya bilmeyi artırmak, cahilliği azaltmak için yapılması gerekenler her insanın
kendi gayretine, çalışmasına bağlıdır.
3,128: Öğrenmek için çalışanlara yardım eden
melekler vardır, yani, öğrenmek isteyenin öğrenme yeteneği artar. İlmi öğrenmek
istemeyen kişi için başkasının yapacağı bir şey yoktur. Gayret göstermek
bireyseldir, kişinin kendisine kalmıştır. Peygamberin görevi sadece
bildirmektir öğrenip uygulamak kişinin çabasıyla olur. Çalışırsa öğrenme
yeteneği, uygularsa uygulama yetenekleri gelişir, melekeleri artar, melekler
yardımcı olur.
3,130: Rızkınızın Allah’tan olduğunu bilin ve
miktarına razı olun, O’na sığınmak, O’nu vekil tayin etmek yeterli ve
gereklidir.
Mallarınızı Allah’a, daha
fazlasını talep etmek üzere vermeyiniz, O’nu sevdiğiniz için, rızasını almak
için, yakınlık için veriniz, karşılık beklemeden, herhangi bir şart koşmadan
veriniz. (Faiz bu durumda ve bunun için haramdır !)
İlahi rahmetin size
ulaşmasına ve kapsamasına karşı gelmekten vazgeçin. Her şeyi O’ndan bilmenize
engel olan ikilik yaratan benlikten oluşan perdeyi kaldırın. Yaptıklarınız,
ettikleriniz yani fiillerinizin tümünün O’nun fiilleri olduğunu görünüz. Her
hareketin kaynağında aynı güç ve enerji vardır. Hakk’ın ef’alini müşahede
ediniz, kendi fiillerinizin diğer hareket ve fiillerden farklı olduğunu iddia
etmeyiniz.
Kendi ef’alinizi görmek
suretiyle, bir kısmını benimseyerek, kendinize ait olduğunu iddia ederseniz,
mülk âleminin yani bu dünyanın ef’al tecellisi olduğunu göremezsiniz, tevekkül
edemezsiniz, perdelenmiş olursunuz. Tüm kesret âleminde işleyenin bir ve tek
olduğunu, hepsinin Hakk’ın fiilleri olduğunu görün, idrak edin, müşahede edin,
gözlemleyin, şahit olun.
3,133: Cennetin genişliği yer ile göğün genişliği kadardır!
Çünkü efal âleminin
tevhidi mülk âleminin tevhididir, ama eni ve boyu arz âleminde sınırlı olsa da
üçüncü boyutuyla sınırsızdır. Fiil, sıfatın göründüğü yer; sıfat da zatın
göründüğü yerdir. Her yapılan iş bir sıfat altında yapılır, örneğin, her işin
bir amacı vardır ve anne baba olarak, öğretmen olarak, bir sıfatın gereği
olarak yapılır. Ama yaptığımız işlere kendi kişiliğimiz damgasını vurur.
Sadece fiilleri görenler,
sıfat ve kişiliklerden habersiz olanlar cennetin arzını görür. Sıfat ve zat ile
O’na vasıl olanlar, erenler cennetin sınırsızlığını, sonsuzluğunu takdir
edebilir. İşte bu cennet, perdelerinden sıyrılmış, efali Hakkın gayrisine
nispet şirkinden sakınanlar içindir.
3,134: Bu kişiler bollukta ve darlıkta
infak edenler, Allah için verenlerdir, fakirdirler, bütün işleri Hak’tan
bilirler, öyle görürler, Allah’a tevekkülleri nedeniyle, bolluk ve darlık gibi
zıt hal ve durumlarda bile sadaka vermekten (ben’i !) çekinmezler. Böylece, kendilerine karşı yapılan cinayeti
dahi “fiil-i ilâhî” görür, kin ve gazaplarını yutup itiraz etmeyerek, sıfat
cennetinde ve rıza makamında olurlar. İşleri Hak’tan gördükleri ve Allah’ın
cezasından affına sığındıkları için, insanların zulüm ve kabahatini affederler.
Allah, bu şekilde, efal-i ilahiye tecelliyatını müşahede edenleri, yani, “ne
gelirse Hak’tandır” veya “neylerse Mevla’m eyler, neylerse güzel eyler”
diyenleri sever. Bunlar aklınıza yatkınsa Kalp–Beden–Nefs üçlüsünün uyumu için
“114 Nas” suresini okuyorsunuz demektir, o halde ayetlerin inişi bir
ihtiyaçtır!
Şahit, müşahit,
şehit,
Fiillerin
kaynağı sıfatın idraki bizi sıfatların kaynağına götürür. 114 Nas, 21; (KUL
E’UZÜ BİRABBİN NASİ...) (Sıfattan Zat’a
sığınış), “De ki, ben insanların Rabbine sığınırım. İnsanın Rabbi tüm
sıfatları kapsayan zattır. İnsan, cemadat, nebatat ve hayvanat gibi, vücut
mertebelerinin hepsini, yani, oluşumun tümünü içerdiği için; ona olgunluğunu,
kemalini kazandıran Rab da “eşya”nın tümünü kapsayan ve “Allah” tabir edilen
zattır.
Bu nedenle, şeytana “lütuf, kahır,
cemal, celal gibi tüm sıfatlarımı içeren sıfat ile izhar ettiğim Âdem’e seni
secde ettirmeyen, secdene mani olan nedir” diye soruldu. İnsanın her işinin,
her yaptığının, her ef’alinin bir sıfattan kaynaklandığı açıkça görülür. Bunların
en önemlisi de bilip bilmemekle ilgilidir. Âlim olarak mı cahil olarak mı iş
yaptığı çok önemlidir. Bu nedenle, öğreten, bilgilendiren, öğretici sıfatı
içeren Rab sıfatına sığınılır. Öğrenmek isteyenin öğretmenine teslim olması örnek
bir davranıştır.
Yani
nâsın, insanın Rabbi, nasın meliki ve sahibidir. Melik, kendisinde hal-i
fenaları itibarıyla, geçici, fena bulucu, yok olucu halleri itibariyle, nasın
vücutlarına ve işlerine, insanın beden ve hareketlerine, malik ve sahip olan
demektir. Hakikatte melik ancak zuhuru ile her şeyi kahır eyleyen Vahid'il
Kahhar'dır. Zahir olduğu zaman gayrisinin var olamayacağı niteliktedir. Diğer bir deyişle, cahilin cehaleti
yok olursa, yeni bir sıfat ile âlim olarak bir iş yapılırsa, bu yapılan iş bir
kişilik koyar ortaya. Âlim insan cahilliğin kişiliksizliğinden bilgeliğin
kişiliğine sığınıp fani olduğunun idrakine varınca “mabudu mutlak”a (ibadet
edilene) sığınmış ve onda yok olmuş olur. Mabudun Melik olarak zahir olduğu ve
böylece, gayrisinin kahrolduğu, anlaşılır.
Yücelişin bu aşamasında fani olan
yerini baki olana bırakmış, kişi aradan çıkmış Yaradan kalmıştır. Kulluk
makamının, yani, yaratılmışların yeniden oluşturulması gerekir. Fani olan
“fani”ye, evvelkinden farklı olan, ikilik yaratmayacak olan, Hakkın vücudu verilerek
tekrar vücut âlemine döndürülür. Mabud
da mabudu daim olmakla abdın mabudu daime sığınması da tamam oldu. Efal tevhidi
ile başlayan yolculuk önce sıfata oradan da zata, yani, her şeyin kaynağı
kişilikte son buldu. Böylece, insanın besmeleyle Allah’a sığınması tamamlanmış
olur.
Kendi vücudunun olmadığının ve
hakkın vücudu ile tekrar kulluk makamına gönderildiğinin idrakinde olan kul
yeniden kuruntu, vesvese eden şeytanın şerrinden sığınmak zorunda kalır. Çünkü
vücut mahallinde Hakkın vücudu ile yaşadıklarının idrakinde olmayanlar da
vardır. Yani,
o vesvese edici insanların
göğüslerinde vesvese eder, buyurdu. Hâlbuki fena halinde vücut yoktur,
binaenaleyh sâdırlarda vesvese de yoktur. Belki fena halinde eneiyet, benlik vücudu ile bir nevi telvin, renk verme zuhur
eylerse, senden sana sığınırım, demek
lâzımdır. Kendisine ait Efal, Sıfat, Zat gibi bir şeyin olmadığının bilincinde
iken, açık şuur halinde, vesvese, kuruntu olmaz, ama bu bilinçten düşme
olduğunda, şuur kapandığında, gaflet ve dalâlete düşüldüğünde, hemen geriye
dönüş başlar. İmdi fenadan evvel abdın vücudu ile şeytanın da mevcut
olduğu gibi fenadan sonra da Hak Teâlâ Hazretleri mabud, ibadet edilen olunca
abdın zuhuruyla şeytan da zahir oldu. Vesvasi, vesvese verenin ismidir.
Evvelki surede de olduğu gibi burada
şeytandan diğer bazı esmaya sığınmayarak Allah'a sığınılması, şeytanın,
Rahman'a mukabil ve cemiyeti insaniye suretine müstevli olan ve Allah isminden
gayri cemi esma suretinde zahir olan bir şey olduğu içindir. Şeytan, insanın kendisi
dâhil her kılığa girer, Allah’tan gayri. Bu beyandan Nebi Aleyhisselâm'ın «Beni
gören, gerçekten beni görmüştür, çünkü şeytan benim suretimle temessül edemez»
sözünün manası anlaşılır. Hannas, çok rücû eden demektir. Şeytan ancak gaflet
zamanında vesvese eder. Kul, gafletinden uyanıp Allah'ı zikir edince şeytan
rücû eder, geri döner, yok olur. Anıldığında, Allah var olur ve O’nunla
birlikte hiçbir varlığa yer yoktur!
Şeytanlardan
vesvese edenler iki cinstir. Birisi cinnî, meselâ vehim-kuruntu gibi beş
duyumuz ile görülmeyen, algılanmayan, diğeri insana benzeyen veya eşiti olan
kimseler gibi insî ve his, beş duyu ile görülenlerdir. Binaenaleyh bunlardan
sığınma ancak Allah'a sığınmakla tamam olabilir. Hıfz edici Allah'tır. Nas
suresi tamamdır.
Sonuç:
Kendi kendinize adam olduğunuzu düşünerek,
“hareketler benim, fail ben; isim ve sıfatlar benim, mevsuf ben ve zat benim,
kişiliğim ve vücut benim, mevcut olan ben” demeyin. Siz bir abide, benim
abidem, Abd-i Hu, olduğunuzu düşünüp Âdem olunuz, teslim olunuz, yokluğunuzu
kabul edip varlığımla var, vücudumla mevcut, ilmimle âlim, nefsimle kaim,
ayakta, hayatımla hayatta, hay, diri, benimle bende, benimle birlikte, benim
ef’al, sıfat ve zatımın zahiri olduğunuzu idrak ederek yüceliniz!
Kısaca, fıtratınızı gerçekleştirin,
siz ne olabilecekseniz olun, ama Abdi’m olarak yapın ne yapıyorsanız, zaten
öyle, idrak edin! Peki-Evet diyenler, sözle, kavlen derse “beli” demiş olur. Bu
da bize Ahd-ü Misakı hatırlatır!
Buraya kadar, Bakara 256, “dinde zorlama
yoktur” ayetinin te’vilinde geçen şu deyiminin bir açıklamasıdır: “sabah güneş
doğduğunda göz nasıl görürse din de öyledir”.
“Anlayana, sivrisinek saz” misali,
her toplumda mesajı alabilecek ve anlayabilecek aklın ve akıllı insanın
yetiştirilmesi amacıyla çok çaba sarf edilir, gayret gösterilir. Bu amaçla
dernekler de kurulmuştur dergâhlar da, burada olduğu gibi uzun süredir toplanan
gruplar da oluşturulmuştur. Bu mesaj size gelmiştir, size bu mesaj böylece de
gelmiştir. Sevilmiş de olmuşsunuz, önem verilmişsiniz ki mesaj gönderilmiş,
anılmışsınız. Ayet der ki : “anıldığınız gibi anın! Zikir olunduğunuz gibi
zikredin!”
İyi ki varsınız, buradasınız. Sevgi içinde, seven kalınız
çünkü zaten seviliyorsunuz idrak edin.