İmanın Sevdirilmesi
Tecelli edişte, bir isim altında,
bir kişiye tecelli edişte, o kişinin riayet etmesi, uyması ve uygulaması vacip
olan, münasip olan bir edep vardır. Her halin, sahibine muhafazası vacip olan,
koruması uygun olan, bir edebi vardır. Her oluşum, yerinde, zamanında ve
dozunda, en uygun bir şekilde farklılaşarak olur.
(1) Oluşumun önüne geçmek ve müdahale etmek doğru değildir. Tecelli süreci bir
bütündür, tecelli olunan kişinin, bu sürecin önüne geçmesi, benliğinin zuhurudur,
ikilik oluşturmak, karşı çıkmak ve karşı durmaktır. Benlik ve bencillikle
tecelliye karşı çıkmamak edep etmektir. Bu edep diğer her tecelliyi de, oluşumu
da, Allah’tan bilmek ve görmektir. Oluşumda hiçbir iradesi olmadığı halde
varmış gibi davranmak uygun değildir. Aynı şekilde, ‘irade ile zuhur’ gibi ‘ilim
ile zuhur’ ve ‘gösteriş yaparak zuhur’ da uygun değildir, vacip olan edeptir.
Öğretildiği için bilen bir kişi, ‘öğretildim’ yerine, ‘bildim’ diyemez, gerçeğe
karşı duramaz. (49.1)
Oluşan olaylara ve gerçekleşen
eylemlere rıza gösterilmesi ve razı olunması gereken hallerde, irade gösterisi
yapıp, karşı çıkmak uygun olmaz. Kıyas yaparak çalışan akla, ilk gelen hemen
‘bana yapılan kötülüğe karşı çıkmayacak mıyım?’ gibi bir fikirdir. Yapılan bir iyiliğe
‘ben bunu hak etmedim’ diyen akıl pek görülmez, böyle durumlarda irade beyan
edilmez. ‘Ben bunu hak edecek ne yaptım’ düşüncesi nadiren vaki olur. Aynı
şekilde büyük emek, para ve zaman harcanarak öğretilen bir şey için teşekkür ve
şükür edilip, razı olunup ‘nihayet anlayabildim’ demek yerine hemen ‘ben bildim’
gösterişi içine girilir. Bu haller ‘ilim ile zuhur’, ‘irade ile zuhur’ ve karşı
eylemde bulunmak da ‘fiil ile zuhur’ halleridir. Bu haller tecelliye karşı
‘gösteriş’ halleridir. İnsanı insan yapan her şey kendisine hazır olarak
verilmiş olduğu halde, insan, her çeşit karşı çıkış hali içindedir. Aklı
kendisine nimet olarak verilmiş olduğu halde, Allah’ı inkâr etmeyi marifet
zanneder. Edep ise kendini bilmeyi gerektirir. Ne zahir edebi, ne de batın
edebi, ihlal edilmelidir.
Her
şey bir ilmin uygulamasıdır,
ilminin deposudur. (2) Her ‘şey’ ile onun ‘hakikati’
ayrıdır, akıl aradaki farkı kıyas yoluyla bulur ve bilir. (3) Maddi ve nefsanî
âlemde olanlar ile meşgul olmak, var olanları kullanıp, yiyip içip yararlanmak,
bir süre sonra yeterli gelmeyebilir. Akıl, var olanların hakikatini de ortaya
koyar. Ruhun inzali, ilmin uygulanması, bir süre sonra, ruhun nurunun yani
ilmin idrakinin de ortaya çıkmasına sebep olur. İnsanlara, fıtratlarının, asıl
olan nurlarının sefasını sürmek, yani imana gelmek sevdirilmiştir. Ruh nurunun
kalbe doğuşuyla, yani ilmin idrakinin kalbi doldurmasıyla, Resulün ahkâmı ile
kayıtlanmakla, kalpler ziynetleşti; böylece kalplere iman yerleştirildi. Nefis
de kalbin nuru ile nurlanıp, yani idraki ile aydınlanıp, kalbin emrine uyar, böylece
uzaklaştırıcı şeytana uymaz oldu. Bunların hepsi, ruhun kuvvetindendir, fıtrî
nurun kalp ve nefsi kapsamasındandır. İmanın muhabbeti ve kalplerin
ziynetleşmesiyle günahların terk edilmesi, sıratı müstakimdir, doğru olan
yoldur. İki nokta, nefis ile kalp, birleştirilirse ruhun yolu bulunur. (49.7)
Genellikle
tavsiye edilir ve “Eğer aklın ile kalbin arasında kalırsan, kalbinin sesini
dinle” denir. Önce nefis akla hâkimdir, alt yapıyı oluşturmak, bedeni
sağlamlaştırmak, hayatta kalmak ve sağlığı sürdürmek amacıyla aklı kullanır.
Doğada varlığını sürdürebilmek için doğal koşullara göğüs gerilmeli,
yerçekimine karşı koyarak ayağa kalkılmalıdır. Kasları güçlendirmeli, beş
duyuyu sağlıklı tutmalıdır. Acıkınca yemeli, susayınca su içmeli ve yorulunca
dinlenmelidir. Her eylemin bir amacı olmalı. Eylemler amaç edinilirse, daha iyi
ve güzelini yemek amaç olursa, fıtratın uygulanması değiştirilmiş olur. İnsan
artık yemek için yaşayabilir. Amacı daha çok oynamak, eğlenmek, zevk almak,
keyif sürmek olabilir. Büyük amaçlarını gerçekleştirmek için yola çıkan
yoldaşlar, yolda yiyip içip birlikte eğlenmeyi amaç edinebilir. Amaç yanılgısı,
yanlış amaç, ulaşma başarısızlığını doğurur. Böyle, bir hedefe varmak mümkün
olamaz. Kocaman kurum ve kuruluşlar, dergâh ve dernekler, birlikte güzel vakit
geçirmek için kurulmuş zannedilebilir. İnsan, fıtratının yanlış ve eksik uygulanmasından
dolayı, kederlenir ve neşesini kaybederse fesatlık yapmaya razı olur, rıza
gösterir. Bu durumda, aslî nurdan uzak düşüleceği için, vahdet görülmez,
muhabbet zayıflar, iyi olmaya çalışmaktan kaçınılır. Bu kısır döngüden
kurtulabilmek için ise merhamete sığınılmalıdır. (49.10)
Merhamet
duygusu kalpte bulunur. Madde ve nefis âleminde uygulanabilir, gösterilebilir
ama kalbe aittir, kalpten doğar ve bedeni kullanır. Ortada acınacak bir hal
içinde olan bir şey veya kişi vardır. Kederli olan kişi, halinden neden memnun
ve mesut olmadığını düşünür. Araçları amaç edinmenin yanlışlığını anlayabilirse,
kendine merhamet gösterebilir. Yanılgısını anlar, düzeltebilir. Birisine veya
bir şeye sahip olmayı amaç edinme yanılgısı yalnız değildir. Bir yanılgı onu
başkasına gösterme ve bildirme yanılgısını da beraberinde getirir. Yediğini
veya giydiğini bildirmeden ve göstermeden edemez. Bütün bu yanılgılar için
pişmanlık duymak veya bunlardan utanmak yine kalpten kaynaklanan duygulardır.
Utanma veya arlanma, insan fıtratına kazınan faziletli duygulardır,
yitirilmemelidir. Kendine acımayan başkasına hiç acımaz.
İman
ile İslam arasındaki farkı ortaya koymanın ve imanın Bâtıni ve kalbî, İslam’ın
ise zahirî ve bedenî olduğunu beyan etmenin amacı “Hakiki İmana” dikkat
çekmektir. (4) Hakiki iman, şek ve şüpheden arınmış, kalpte sabit ve
kararlaşmış yakınlık hissinden ibarettir. Sürekli ve sonsuz değişime tabi olan
maddî ve bedenî âlemdeki, nefsanî hatıralara dayanan iman olamaz, her şeyin
hakikati bilinmelidir. Şek ve şüpheden arınanlar, malları ve nefisleriyle,
Allah yolunda infak ve cihat ederler. Davranışlar, hakikatine, özüne özgün,
uygun olmalıdır. Fiilleri sözlerini tasdik eder. Sadece söz ile kabul etmek
yetmez, hal içinde olmak gerek. (49.15)
Nefsin
içinde ne varsa hepsi aynı zamanda kalbin de içindedir, farklı ve başka bir şey
olamaz. İnsanlar, yalnız nimetlerle ilgilenir ve alıp kaçarlar, nimetler
nereden gelir, kim verir ilgilenmezler. Verilen şeyleri sevmek güzeldir, güzel
ve lezzetli oldukları için sevilir, hatta sevdirilir, önemli olan sevilenlerin
hakikatini düşünmek ve özünü idrak etmektir. Hakiki iman, Hakka ve hakikate
imandır, hakikati bilinen şeylerle yakınlık hissine kapılmak önemlidir. İslam
olarak tecelli ediş namaz kılma davranışını gerektirir. Müslüman namaz kılar,
namaz kılan kişi Müslüman’dır. Olduğu gibi görünür, göründüğü gibi olur.
Gereken bedensel davranışlar içinde olup da gerekli duygular içinde olamamak
kederle sonuçlanır. Kıyameti koparcasına kıyama durup namaz kılmak müminin
miracıdır. Görüneni idrak edebilmek hakiki iman ile mümkündür. Nefiste kalan,
kalbe geçemeyen, ruha ve ruhun nuruna eremez, anlayıp idrak edemez.
Umarım,
imanımız hakiki iman olur da Hakkı ve hakikati idrak edebiliriz.