30 Nisan 2012 Pazartesi

YANILGI

YANILGI
Sistem yaklaşımı açısından, her sistem bir üst sistemin alt sistemidir. Her sistemin kendine özgü birçok alt sistemi vardır. Her insan da ilmî açıdan bir açık sistemdir. Çevresinden yiyecek, içecek ve bilgi gibi çeşitli girdiler alır, bu girdileri kendi alt sistemlerinde sindirip, özümleyip çevresine emek ve düşünce gibi çıktılar verir. İnsan çevresinin, evrenin, cüz olarak kül’ün, kendi bedeninin bir hücresi, vücudun bir mevcudu gibi, bütünün bir parçasıdır.


Günlük yaşam kaosunda öyle anlar gelir ki, insanın, nereden gelip nereye gittiğini bulmak için, oturup düşünmesi gerekir. Bir nehir gibi akan yaşama uyum sağlama çabasında iken, ben diyen, benliğini, varlığını, var olduğunu, çevreye karşı ayakta dimdik durduğunu ispat için, bazen, eylem, kimlik ve kişiliğimizin kendimize ait olduğunu iddia ederiz. Dünyevi yaşam için bu durum her ne kadar doğru ise de, uhrevi âlem ve sistem yaklaşımı açısından böyle bir iddiada bulunmak zordur.


Önce bilimsel açıdan bakarsak, hemen ilk anda düşünebiliriz ki, o anda her ne yapıyorsak büyük bir sistemin içinde küçük bir uğraşıdır bu. Örneğin, araba kullanırken ne yaptığımızı düşünmeye başlarsak o anda hiç bir şekilde yeterince değiştiremeyeceğimiz ve hatta etkileyemeyeceğimiz bir trafik sisteminin içindeyizdir. Buna, sağlık, haberleşme gibi çok çeşitli toplumsal ve küresel sistemleri de hemen ekleyebiliriz. Eğer mevsimsel bir durum da söz konusu ise, güneş sistemi dahi aklımıza gelebilir, o an, üşüyor olacağımıza terliyor da olabilirdik. Kısaca, en azından kısa vadede, yapabileceğimiz, pek bir şey dense de, hiç bir şey yoktur.


Aynı düşüncelerimizi dinsel açıdan ele alırsak sonuç yine aynı olur. En yüksek sesle ben dediğiniz, benlik güttüğünüz, bencil davrandığınız, kendinizle gurur duyduğunuz veya böbürlenip üstün gördüğünüz bir anda bazı kutsal mesajlar kendinizi bulmaya ve bilmeye yardımcı olabilir. Örneğin, Bakara 255, “herkes O’nun vücuduyla mevcut; hayatıyla hay, yani diri; fiili ile fail, yani kuvvet ve kudretiyle iş yapan, işleyen, eden, eyleyen; ilmi ile âlim, bilge, bilen; nefsi ile kaim, yerini alan, hayatta ve ayaktadır”. Kısaca, bir anlık bir idrak için dahi olsa, aslında, pek dense de, hiç yoksundur.


Her iki açıdan da, her seferinde, adeta ilâhi bir düzen anlamına gelen kaos içinde, insan, bencillik ettiği anlarda, aşağıya bakıp kendini gören, büyük gören iken, yukarıya baktığında, ya, büyük sistemleri düşünüp acizliğini anlar, ya da, kendini bilerek göremediğinde, O görünür, hiçliğini idrak eder.


Burada açıklanmaya çalışılan esas ve öz “o an” dediğimiz zamanın iki yanı, yani, biraz öncesi ve biraz sonrasındaki hâlimizdir. Biraz öncesinde tam bir “gaflet” içinde ve biraz sonrasında ise “uyanık” halde olduğumuz düşünülebilir. Gaflet, doğru bildiğimizin esasında yanlış olduğunu anladığımız ruh halimizi ortaya çıkarır. Gaflet uykusu deyimi de içinde bulunduğumuz halin bir çeşit bilinçsizlik anlamında uyuduğumuzu, durumu doğru kavrayamadığımızı açıklar.


Toplumda bir birey ne ise, insan bedeninde bir hücre de odur denebilir. Dinsel ve bilimsel açıdan, felsefî öğretilerin idraki içinde olduğumuz anlarda bu “gerçek” ile yüzleşebilir ve bu durumu kolayca kabul edebiliriz. Ancak, bir iş yapma sürecinde, fonksiyonumuzu yerine getirirken, misyonumuzu gerçekleştirirken, bir birey olarak hareket ederken, bireysel amaç ve araçlara kendimizi kaptırırız. Tavşana kaç tazıya da tut diyenin aynı olduğunu bilsek de, kaçma veya kovalama içinde iken yapılması gerekeni kendimizi ortaya koyarak yaparız. Önemli olan, hücre veya birey olarak işlerken bile “gerçek”in idrakinde olmak veya olmamaktır. İdrak içindeyken irademiz yoktur, gaflet içindeyken ise irade, her şey gibi, bize aittir. Hücre, bedenden ayrı bir varlık olarak, varsa biz de varız, gaflet de!
                               

          Siz gaflet uykusundan kalkıp hakiki münâcât (dua etm., yalvarma) ve huzur ve Hak’ka teveccüh namazını kılmak istediğiniz zaman :

  1. Yüzlerinizi yıkayınız, yani, kalplerinizi ilim suyu ile nefis sıfatları pisliğinden temizleyiniz,
  2. Ellerinizi, yani kuvvet ve kudretinizi şehvet ve maddeden arındırın,
  3. Dirseklere kadar, yani yararlı şeyler yapma derecesine kadar, ve
  4. Ruhunuza dönün, dünya muhabbetinden geçin, ruhun nuru ile kalbin kederlenme tozunu silin,
  5. Başınızı, hidayet nuru ile cilalayın kalbin ruha dönük yüzü, âli yönünü, yani, başınızı, hidayet nuru (ilmi) ile cilalayın,
  6. Ayaklarınızı yıkayın : kalbin nefse dönük ikinci yüzünü, yani, ayaklarınızı yıkayın, yani, doğal bedensel güçlerinizi lezzet ve şehvet düşkünlüğünden arındırın, ta ki kalbiniz geri dönüş (rücu) huzurunu duyuncaya kadar. Lezzet ve şehvet dalgınlıkları zaten itidale (orta, ölçülü) yakın olanlar sadece silebilir, mesh eder.
  7.  Boy abdesti : yukarıdan tamamen aşağıya dönmüş iseniz, ulvi yerine tamamen nefse dönükseniz külliyetinizle, bütününüzle temizlenin. Böylece, fenadan sonra beka zamanında istikamet ve adalet hakkıyla kıyam sebebiyle kemal nimetine şükür edersiniz. Münacatınızda ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yanaşmayınız ki, kalbiniz dünya işgaliyle ve vesvesesiyle meşgul olup gafil olmayasınız. Ve cünub, yani nefse ve nefsin lezzet ve şehavat ve huzuzuna şiddetle meyl, can ve gönülden meyl sebebiyle Hak’tan uzak olduğunuz halde namaza yanaşmayınız. Ancak, sağlıklı ve sağlam bir bedene sahip olacak kadar, ihtiyaç kadar nasiplenin. Tövbe ve istiğfar suyuyla yıkanıp temizlenin. (5.6)

          Namaz inananın miracı olduğuna göre, sizin kıyametiniz koparcasına kıyama durun. Kıyamet, “kıyam et” olabilir. Ellerinizi kulaklarınıza götürerek, Allahü ekber deyip dünyayı gerinize attığınız zaman, bilin ve bilincinde olun ki o geriye attığınız dünyanın üstünde “ben” dediğiniz de vardı ve gitti! Peki namazı kim kılacak diyorsanız Adem kelimesinin üzerinde de durulabilir.


Âdem, Vücûdda o Vahid-i Mutlak'ın gayrı bir şey ve O'ndan başka mevcûd yokdur ki, ibâdet olunsun, imdi ona şirk etmeniz, nasıl mümkün olabilir. O'nun gayrı, sırf ademdir, yoklukdur, bu sebebden şirk, ancak O'na cahil olmakdan neşet eder, kaynaklanır.

27 Nisan 2012 Cuma

Hz. Musa'nın Serüveni


Suya Salınışı - Hızırla Yolculuğu – Nebiliği - Ateş Görüşü

(sen de sende ara, sen de sende bul, senden sana yolculuğa ayetler, deliller!)

Suya Salınış : (20 TAHA (45), ayet 38-40)

          A.38: Hz. Musa kalbin sembolüdür. Kalbin, babası Ruh, annesi Doğa, canlılık, kardeşi Akıl. Kalp, beden tabutu içinde tabiat deryasında rüşdünü isbat edinceye kadar salınır. Aklı başına gelince, kalp nefs ile aklın, iyi ile kötünün, arasındaki farkı, idrak edince, kurtuluş sahiline varır ve önce Firavun-Doğal-Eğitimsiz nefsine (emmare) tabi olur. Önceleri kişinin Nefsi ne severse onu herkes sever, yani, nefs, sevdiklerini kalbden severek akıllıca yapmayı sever.

          A.40 : Nefs, kendi kontrolu altında, kalbin eğitim ve öğretimi için, kalbin, kız kardeşleri olan “teorik akıl” sayesinde temel felsefe ve hikmet ilmini ve “pratik akıl” sayesinde hayatını kazanma ilmini öğrenmesini, bunlara dayanan fikirler geliştirerek hem uhrevi hem de dünyevi hayatı kazanmak üzere terbiye edilmesini, sağlar.

          Tabiat deryasında salınırken sahile çekilen ve sudan kurtarılan kalp artık, amaçsız, hedefsiz dolaşmaktan kurtulduğunu, emin ellerde olduğunu, kendisine sahip çıkıldığını hisseder. Nefs ise kalp sayesinde çok daha iyi, doğru ve güzel şeylere sahip olabileceğini, bunların menfaatine uygun olduğunu anlar. Bu nedenle, nefs, kalbin, bir taraftan onun Kız kardeşinin yardımıyla uhrevi hayatı için hikmet ilmini öğrenerek temizlenmesi, paklanmasını planlar. Diğer taraftan, Dünya hayatını kazanması için, tabii ilimleri öğrenmesini, yani, nafi ilimler sütünü emzirmesini, cüzi iradeyi idrak etmesini, bedensel aletlerini kullanarak zekice işler yapmasını, eğitim ve öğrenim görmesini sağlatmak üzere ve ona şefkat göstermesi amacıyla, aklın buluşuyla, kalbi, onun öz annesi olan Nefsi Levvame’ye teslim eder.

          Kalp, Firavun nefsin özellikleri olan, öfke, nefret, kin, şiddet ve şehvet gibi insanı perişan edici duygulardan arınır. Nefsinin ve sıfatının bunlardan tamamen kurtulduğundan emin olmak için, kalbin güzel ahlakı çeşitli fitnelerle sınanır.

          İyiyi, doğruyu ve güzeli emreden vicdanının sesini dinleyen, böylece, sınavlarında başarılı olan, kalp, Ruhanî Güçlerden ilim alan Aklın eğitim ve öğretimine girer ve yıllarca ders alır, yolculuk yapar. Böylece, kalp, istidadında, potansiyelinde, yaradılışında var olan olgunlaşma derecesine göre olgunlaşır. Olgun sıfatlara sahip olmasından sonra, kalp, zat tecelliyatı denen, mükemmel olgunluk sahibi olur. Bu nedenle de, beden arzında, beden Medine’sinde yaşayan halk arasından, yani, bedene bağlı ve bağımlı olarak faaliyet gösteren duyguların arasından kalp, ruhu temsil edebilecek, halife olabilecek, biri olarak seçilir. (40)



Hızır ile  Yolculuğu : 18 KEHF, (Ayet 65)

          Kısaca : İnsanın insanlıktan nasibini alması yetmez, “kâmil insanlıktan” da Hakkını almalı! "Kulağı delik" olunmalı, beş-iç (hissetme, hatırlama, hayal etme, korkma, seçim yapma) ve beş-dış (görme, işitme...) duyunun çalıştırdığı beden gemisi hep maddi zevkler peşinde koşan doyumsuz nefsin, ölümünden sonra, elinden kurtarılıp, öncesiyle arasına duvar örülüp, duvarı güçlendirip, kanaatkâr nefsin yönetiminde, iyi ahlakla, ilahi sıfatla nur alemine çıkılmalıdır.
 

Nebiliği : (20 TAHA (45), ayet 25-28)   

          Nefsani arzu ve isteklerin, bedensel lezzet ve zevklerin çekiciliğine kapılmamak, rahatsızlık duymamak ve eziyet çekmemek için sadrımı-göğsümü, yüreğimi, gönlümü genişlet. Bedensel ve nefsani olan herşeye senin kelamın ile hitap edeyim, onlardan işittiğim kelamların ve gördüğüm eylemlerin de senden olduğunu idrak edeyim. Böylece, herşeyi senden görüp bilmekle, seninle senin belalarına sabredeyim. Sabredip, onlarınkini onlardan, kendiminkini kendimden bilip, hepsini de seninkinden ayrı bilip mahcup olmayayım. (25)

 Onların (nefsani güçlerin) dini (ilmi) anlayıp kabul etmeleri için onlara, inatlık edenlere karşı bana yardım et, mesajın kutsallığını teyid ederek dine davet emrini kolaylaştır. (26)

 Daha iyi-doğru-güzele yükselip yükselmeme endişe ve korkusunu yenmek için, yapılan fedakarlıkların ve çekilen çilelerin karşılığının alınacağına ilişkin senet ve delillerle, nefsani arzu ve isteklere gem vurarak yürütülecek ilmi çalışmaların başarıya ulaşacağını göster. Sözünün en iyisini diyebilmek, bildirdiklerini en iyi bir şekilde açıklayabilmek için, diyeceklerimi demeye cesaret etmekten alıkoyan, dilimin dönmesine engel olan akıl ve fikir düğümlerini çöz. (27)

 Kalplerini yumuşat, senden seni severek korksunlar ve yücelik duyguları ile dolu olsunlar, kalplerine koyduklarını, beni ve bu duyguları kutsal alemden teyid et, böylece, benim sözümü anlasınlar. (28)

Ateş Görüşü : 20 TAHA (45), (Ayet 9-14) (..hadîsü Musa), (İz reâ nâra) (Ayet 10) 

Habibim, sana Musa’nın hadisesi, olayı mutlaka gelmiştir. Musa bir ateş gördü. Ateş, kendisinden, insanoğluna nur, anlayış, idrak yansıtan kutsal ruhdur. Musa’nın basiret gözü hidayet nuru ile açılınca kutsal ruhu gördü.

Kalp, bedensel zevkler peşinde koşarken, madde denizinde yüzerken, kurtulup neyin ne olduğunu anlayınca, rüşdünü ispat edince, aklı başına gelince, çevresinden daha emin olmaya başladı. İyiyi ve kötüyü, haklı haksızı, meşru olan ile olmayanı ayırmanın daha güzel olduğunu anlayınca vicdanının sesini dinledi. Vicdanının huzur bulması için kamu vicdanının sesini duyma gereğini anladı.)

            Musa'nın basiret gözü, hidayet nuru ile sürmelenince, «ruhülkudsü» gördü. Hemen ehli olan «Kuvva-i nefsaniyeye» «Hareket etmeyüb, sakin olunuz» dedi. Zira «âlem-i kudsiye seyir, ancak, nefsi sakin olan, iç ve dış beşeri duygularının sükûnu zamanında olur. Ve ancak, o vakit âlem-i kudsiye vasıl olunabilir. Belki o ateşten size bir ilim getirip, onunla hepinizin faidelenmesi ve nurlanarak zatının faziletli olması mümkündür. Musa ateşe varınca hazret-i ilâhiyenin, kendileriyle muhtecib, perdeli olduğu izzet ve celâl per­delerinden ibaret bulunan «hicâb-ı nâriye», âteşin hicablar verasından: (Yâ Musa inniy ene Rabbüke) (Ayet 12) «Ey Musa! celâlim per­delerinden biri olan sûret-i nâriye ile muhtecib ve ateş suretinde mütecelli olduğum halde, tahkik senin Rab'bin benim» diye nida olundu. Musa; «Ben fark ediyorum ki, altı yönün hepsinden ve cemi-i a'zam ile bu nidayı işitiyorum. Böyle bir nida ise; ancak Rahman'ın seslenişi olabilir» dedi. Musa'nın cebel ve vücudunu, Hak'ta fâni ve pare pare kılıb, yakin bir halde yere düşüren «tecelli-yi zâti-yi tam»dan sonra olan «ıstıfa, seçilmişlik ile vaiddir ki», bu tecelli; «tecelli-i zâti­den» evvel olan «tecelli-i sıfâtidir.» Bunun için, bu makamda Musa'yı vahy ile Nebi kılmayıb, Resul kıldı. (Ayet 14) (İnneniy enallah) Musa'nın, «hazret-i esmaiyede» sı­fat ile kalıb da Zattan mahcub olmaması için «Rab» ismini «Allah» ismine tebdil ve te'kid ile tekrar eyledi. Zira «Rab» Musa'ya tecelli eylemiş olan isimdir ki, hidayeti vikayesi talebi zamanında, Musa'yı, ancak Cibril'den ibaret bulunan «ilim ve Hadi» isimlerile terbiye ey­ler. Yâni, tahkik cemi-i sıfatlarla mevsuf ve bir olan ALLAH BEN'im. (La ilahe illâ ene) (Ayet 14) Sıfatın ta'dadı ve mezahirin kesreti ile, benim eneiyet (benlik) ve ehadiyetim (tekliğim) ta'dât ve tekessür (çoğalmamıştır) et­memiştir. Sıfatımı hatırlamak için olan, «huzur-i kalbi» namazının fevkinde Zâtımı hatırlamak için, «şuhûd-i ruhî» namazını ikame eyle. Herkesin hayır ve şerden, çalışmalarının gerektirdiği gibi cezalanması kemâl, noksan, saadet ve şekavetin temeyyüz etmesi için, «kıyamet-i kübray»ı herkese izhar etmem. Ancak, has kullarıma birer birer izhar eylerim. İdrak edenler birer birer kâmil insan olabilir!

19 Nisan 2012 Perşembe

Kendimize Duyduğumuz SEVGİ ve GÜVEN



Kendimizi tanımak için istekli bir şekilde kendimizi izlediğimizde bilincimiz gelişir. Kendimizi izlemeliyiz, başkasını değil.

Kendimize şefkat ve anlayışla yaklaştığımızda, yavaş yavaş daha fazla alan yaratılır içimizde kendimiz için ve içeride uyanan acıyı ve korkuyu gerçekten hissetmek için kendimize izin verdiğimizde enerji yer değiştirir, dışa dönük anlayış yerine kendimizi idrak artar ve olgunluk ortaya çıkar.

Hepimizin kendimiz için neyin doğru olduğunu, hayatımızı nasıl yaşamak istediğimizi ve yaşamak için neye ihtiyaç duyduğumuzu söyleyen bir iç sesimiz vardır. Eğer bu sesi dinlemeye cesaret edersek, buna göre yaşamak için gerekli olan zekâyı geliştiririz. Fakat çoğumuz için bu iç sesi duymak zordur, çünkü, onu dinlememeye şartlanmışızdır. Bize, “bizim için en iyi olanı bilenleri” dinlemeyi öğretmişlerdir.

Uyum ve sevgi almak uğruna, başkalarının isteklerine göre davranırız.

Olgunlaştıkça, diğer insanı olduğu gibi kabul etmeye başlarız. Bizden daha farklı olduğu gerçeğini kapsayabilmeye başlarız ve belki de bu benzersizliğin verdiği zenginliği fark edebiliriz. Farklılığın verdiği zenginliği zevk edebiliriz.


Her ne kadar içinden geçiyorken cehennemdeymişiz gibi hissetsek de her çatışma kendimiz ve diğerlerinin hakkında daha fazla öğrenmek için bir fırsattır.  
 
Ruhsal bir öğretmene, terapiste veya ustaya açıldığımızda ruhumuzun en kırılgan yerindeyizdir. Ruhsal ve duygusal büyüme alanındaki riskler diğer her yerde olduğundan daha yüksektir zira içimizde, varlığımızın en derin ve en kutsal yerlerini açarız. Gaybın, mananın ilmi arzedilmiş, arz edilmiş, arzda, maddede ortaya çıkmış durumdadır, el ayak akıl fikir gibi bedensel güçler bu ilmi alarak önce âlim sonra arif olur. Yani, ilmi çevreden almayıp içerden almanın daha iyi olduğunu anlayınca insan öğrenmeyi öğrenmiş olur. Böylece, akıl bilgiyi doğrudan ilmin kaynağından alınca, âlim olunca, gaybdan gelen ilme tabi olur, onu mürşit kabul ederse arif olur. En hakiki mürşit ilimdir de, yine, bilene!
 
Yatay olarak başkalarına bağlı ve bağımlı yaşamak yerine, dikey yaşarsak, önceliklerimiz değişir, dik durabiliriz. Sadece değişime izin vermekle kalmaz, onu hoşnutlukla karşılarız, sezgilerimizi dinlemeye başlar ve yaşam enerjimizi onurlandırırız. Diğerlerinin hakkımızda ne düşündüğü ile daha az ilgilenir ve sonuçları ne olursa olsun kalbimizi dinlemek ile daha çok ilgileniriz. Dürüst oluruz ve saklanmayı bırakırız.
 
Olgunlaştıkça, çatışma yerine sevgiyi seçmeyi öğreniriz, çünkü belli davranışlarımızın bizi nereye götüreceğini biliriz ve bu eski senaryodan bize artık gına gelmiştir. Olgunlaştıkça, haklı olmak ihtiyacına artık sahip değilizdir. Sevgiyi hissetmekle karşılaştırıldığında haklı olmak oldukça önemsiz görünür. Ve en önemlisi bizi doldurması için diğer insana dayanmayı bırakırız. Hakkın haklı olma gereksinimi yoktur. Gayrisine dayanmaz, mümkün mevcutların hepsi O’na dayanır.

( yarenler Grubunda, "İlâhi İrade Kanunlarından - SEVGİ" konusunda takdim edilmiştir.)
Halkın dediği – Hakkın dediği ! Dediği Olur, Olmuşsa Demiştir! Kur’an batını, Furkan zahiri. Ekonomide gelirler, giderlere eşittir. Her anda bir şe’ndedir (yalnız O!)