Sağır ve Dilsiz
İnsan işitme
ve konuşma yeteneği ile donatılmıştır. İşitme, nutuk kuvvetleriyle yaşamını
zenginleştirir, kendini olgunlaştırır. İşitip, konuşarak Hakk’a yücelebilir. Aklın
kıyas ederek, bir diğerine bakarak anlaması, kişilere ayrı, bütünden kopuk
anlam verir. Önce aklını kullanarak bütünden kopuk gibi davransa da sonuçta işitip
konuşanı idrak edebilir.
“Rahman ismi daha sonra
gelen her isim ve sıfatın kaynağını oluşturur. Eşyanın
tümünü, hakikatini, vasıflarını ve diğer vücudu olan ve olmayan şeyleri
kapsayan, Kur’an aklı olarak bilinen, kâmil insan istidadını insanın fıtratında
yaratıp kazıyarak Kur’an’ı öğretti. Kâmil insan fıtratında toplanmış olan şey,
ayrıntısıyla, fiilen zahir olmuş görünmüştür. İnsanlığın fıtratını yaratıp Furkan
aklını, uygulamaları, ona yönlendirerek insanı halk etti. İnsana, böylece,
Furkan’dan, fiil ve uygulamalardan Kur’an aklına, ilmin hakikatine ulaşıp haber
verebilmesi için, diğer mahlûklardan farklı olarak, konuşma yeteneği
bahşedilmiştir.” (55.1-6)
“Her var olan aynı ilim ile var olur. İlmi, zaman ve hallerin hepsini
kapsar, zahir olan, meydana çıkan Hakk’ın ilminden başka bir şey değildir. Dinde
ikrah, zorlama yoktur. Kalbin nuru ile gören basiretli kişi bâtının hakikatini,
zahirin özünü görür. Akıl, dış görünüşü; basiretli kalp hakikati gördüğü için,
sabah iki göz ile dünyanın açık ve aşikâr bir şekilde görülüşü gibi; din akıl
ve kalp için tebeyyün eder, yeniden keşfedercesine aşikâr olur.” (2.255, 256)
“İnsan bir bütündür ama kendi
nefsiyle var değildir, her mevcut olan O’nun vücuduyla mevcuttur. Vücudun
bütününden infisam etmek, kopmak, ayrılmak, iki vücut halinde var olmak mümkün
değildir. Akıl kıyasladığı için iki varlık gibi görür. Mümkinat, mevcut
olanlar, Allah’ın efali veya sıfatıdır. İnsan, tüm organlarıyla bir bütün
halinde yaşarken, istemsiz olarak hareket eden, kendi iradesi dışında bir şey
yapan, oynayan bir organı, eli, kolu hareket ederse; hatta birisi dokunur,
hareket ettirirse, onu duyar, işitir! Akıl bir insanı ayrı bir varlıkmış gibi
itibar eder, düşünürse o insan varlıktan kopmuş gibi olur. İnsanın ayrı bir
varlıkmışçasına hareket etmesi halinde ise ‘Varlık’ onu hemen işitir, çünkü
kendi kendine hareket ettiğinde varlıktan kesilmiş, kopmuş olur. Özgürmüş gibi
hareket edildiğinde niyeti bilinir, sözü işitilir, hareketi duyulur ve
hissedilir. Bağımsız gibi hareket etmenin nedeni maddenin ardındaki, özündeki
ilmi bilmemek veya dikkate almamak olabilir. Hareket ve sıfatların
karanlıklarından, hayal, kuruntu ve şüphelerden kurtularak ruh âlemi fezasına;
ilim ile kalbin ufkuna ve semasına çıkılabilir. Maddeyi, eşyayı, kişileri
mevcudatın tümünden, vücuttan, kırık, kopuk ve bağımsız hayal etmek eşyanın
doğasına aykırıdır.” (2.256, 257)
“Âdemoğullarını,
nutuk ve temyiz, ayırt etme, akıl ve ilim sahibi olmakla takdir ettik, terkim
eyledik, sıfat, işaret, kerem, ikram sahibi yaptık. Dünya ve ahrete ilişkin her
türlü ihtiyaçlarını talep ve elde etmeleri için kara ve denizlerde gezdirdik,
sebeplerini onlara kolay kıldık. Âdemoğluna, başka mahlûklara verilmeyen
değişik cins, rızıklar verdik. Onları mahlûkatımızın çoğundan üstün kıldık. Âdem,
yakin kılındı, tevhit ile donatıldı, ruh ve cesetten oluşturuldu, kemalin
talebinde ruh ile cesette terakki ettirildi; ruh ve bedende yürütülerek ervah,
ruhlar, ilim âlemi denizinde ve cisim âlemi arzında ilerletildi. Ayrıca ilim ve
bilgilerin en güzeliyle rızıklaştırılıp tüm mahlûklara üstün kılındı.” (17.70;
2.30)
“Maddenin cezbesine, çekimine
kapılıp, aldatıcılığına kapılıp, yeniden diriltilmeyi inkâr ettikleri için, hak
ettikleri ne fazla ne noksan olarak verilir ve yaşadıkları gibi ölürler. Dünya
hayatında oldukları gibi hidayetten kör, hak söz söylemeye dilsiz ve haklıyı,
makulü işitmeye sağırdırlar. Zira nutuk ile murat olunan manayı idrak
edemezler, çünkü anlayacak ve fehim edecek kalp sahibi değillerdir.
Anlaşılamayan bir şeyden söz etmek nasıl mümkün olabilir? Elbette olamaz. Keza
fehimleri, anlayışları olmadığından; makul bir sözü işitmekten sağırdırlar, bu
nedenle, hidayeti icap eden kelam, ne ilham tarikiyle Hak’tan fehim cihetinden
ve ne de insanların kelâmından işitmek tarikinden, yolundan ve ne de ibret
almakla basar tarikinden onlarda hiç bir türlü tesir etmezler. Nutuk kuvveti,
ruhun nurunu, ilmin idrakini içeren manayı kavrama ve anlatma kuvvetidir. İlahi
ilmin tümünün Hakk’ın gölgesi olduğunu, göklerdeki ve yerdeki her mevcudun bu
gölgenin uzatılmasıyla vücut bulup kuvvet ve kudretlerle halk edildiğini inkâr
ederler.” (17.97, 98)
Mevcut olanlarının tümünün, Hakk’ın
gölgesi olan aynı ilmin kuvvetler halinde iletişime ve etkileşime geçişiyle
vücut bulup oluştuğunu idrak etmek önemlidir. Maddenin çekimine kapılıp manayı
görememek körlük, hak söz söyleyememek dilsizlik ve makulü işitememek sağırlık
olur. Ruhun nurunu, ilmin idrakini, anlayamamak, nutuk ve işitme kuvvetini
kullanamamak sağır ve dilsiz olmaktır.
“Ta ki,
Allah'ın düşmanları ateşe geldikleri vakit kulakları, gözleri ve dilleri
işledikleri amellerle aleyhlerine şahadet eder. Yani azalarının suretleri hal
lisanları ile söyler, yaptıkları
amellere delalet eyler, işte aza bu lisan ile nutuk eylediği için hiç bir şey nutuktan
hali değildir. Lâkin gafiller anlamaz.” (41.20, 21)
“Nutuk sizin bedenleriniz arzında ve
lisanınız üzere zahir olmuş, meydana çıkmış olan ‘mütekellim-i hakikînin’
sıfatlarından bir sıfattır. Eğer huzur ve görüş sahibi, şahit iseniz kalplerinize
mütekellim-i hakikî o sıfatla tecelli etmiştir.
Nutkunuz hayvanat sesleri gibi sedalar olmayıp, hakikî nutuk ise, kalbinize tecelli
eden ‘sıfat’, tekellüm sebebiyle, kelimeler suretinde yer almış olan rızk-ı
maneviniz, size ruh semanızdan nazil olmuştur. Hayvanat sesleri gibi nutuklar
ise hakikatte nutuk değildir. Onlar ancak mecazen nutuk tesmiye olunur. Ve bu
suretle sizin kemaliniz hâsıl olmuştur ve ahret ahvaline onunla hidayet
bulmanız için Hakk’ın nuru size işrak eylemiştir, kalbinize manalarıyla doğmuştur.” (51.23)
Eşya,
nebatat, hayvanat ve insan vücudunun organları, hal lisanlarıyla veya kendi
dillerince konuşur. Hiçbir şey konuşmaktan aciz değildir. Yalnız insan, ruh
semasından kalbine doğan Hakk’ın nuru, anlayışı ve idrakiyle kemale erer, olgunlaşır.
Kemale eren insan beden arzında zahir olan lisanının, konuşmasının ‘hakiki
mütekellimin bir sıfatı’ olduğunu idrak eder. Sıfatın sahibinin idraki insana
fani olanın alınıp baki olanın verilmesi anlamına gelebilir. Vücudun duyum ve
işitmesiyle konuşma yeteneğinin uyandırılması, ruh semasından Hakk’ın nurunu
manalarıyla kalbe doğdurur. Böylece mümin kulun kalbi Hakk’ın arşı olur.
Hakk’ın
kelam etme sıfatını işitip, umarım, ruh nuru, bizim de kalbimize doğar.