13 Ocak 2014 Pazartesi

Eşrefi Mahlûkat ve Dünyası

(sayın okuyucu, aşağıda, 243 sayfa olarak yayınlanan  bir kitabın bir bölümünü bulacaksınız. Kitabın "pdf" halini ücretsiz veya basılı kitabı (20 TL) necdet.altinay@gmail.com adresinden isteyebilirsiniz, umarım bulduklarınız zamanınıza değer, sevgiler.)

Kitabı okumak için tıklayınız: Tıklayınız
 
 

               Misal Âlemi Dünyada Eşref-i Mahlûkat!


Misal âlemi olan Dünyamızı biraz yakından tanımakta, okumakta, yarar vardır. Yeryüzü güneşten kopma bir maddedir. Güneş sayesinde görünür ve ısınır, yoksa karanlıkların içinde kara bir noktadır. Cisimlerin, hareketleri kendilerine özgü olsa da, kendi iradelerine dayalı değil, evrensel itim-çekim yasalarına bağlıdır.

Atomun ısı ve ışığı, onun yok oluşundan çıkar ortaya. Milyonlarca atom bombası sayesinde güneş güneşlik yapar, dünyamıza ısı ve ışık saçar. Bir de elektrik gerçeği vardır, ısı ve ışığı dirençten çıkar. Cam içindeki tel, negatif ile remzedilen elektriği iletmeye karşı olan dirençten akkor haline gelir ısı ve ışık saçar. Bakır telin direnci az olduğu için elektriği kolayca geçirir, ne ısı ne de ışık oluşur.

Bunlar böylece hep bilinir. Felsefe ise, bilinenlere anlam verir, satır aralarını, denilenden denilmek isteneni okur. Akıl ve inancı sezgi ile birleştirip basiretli görüşe ulaşır. İlk kutsal mesaj “oku” emrinin doğayı okumak ile ilgisi, henüz ortada okunacak bir kitap olmadığından anlaşılabilir. Böylece, kâinatı okumayı öğrenmek, basiretle, gönül gözüyle görerek, eşyanın hakikatini bilmek önem kazanır.

Güneş sisteminde, insana kadar, iş, isim, sıfat yoktu. Zaman ve harekete anlam kazandıran insandır. Cemadat, nebatat ve hayvanat insan ile mana kazandı. Böylece, tesviyede buluşarak, Hak’tan aldığı ün-şöhret, şan-şeref gibi sıfatlar da halkın oldu. Halk edilmiş değil yaratılmış insanın yaratılmasına katkı sağlama şerefine kavuşan insan-ı kâmil “eşrefi mahlûkattır!”

Konuşma, okuma, yazma, bilme, bildirmeyi öğrenen yalnız insandır. Evrenin var oluşunun nedeni, amacı insan olsa yeridir. İnsan kendini bilerek Tanrıyı bildi. Ressamlık resim ile hayat bulur, yaşar. Belki, Tanrı’nın yaratıcılığı da insan denen eseri, abidesi ile hayat bulmakta, kâinat böylece anlam kazanmaktadır. Gerçeği öğretirken, gerçek olmayanları ayıklarız. Batıl ve yanlış olanı söküp atarız, yerine iyi, doğru ve güzeli koyarız. İyileştirme ve güzelleştirme işinde zorlandıkça, bazen, nerden geliyor bu kötülükler, çirkinlikler içimize, aramıza diye feryat ederiz. Neden önce yanlışı öğrenir insan, ilk önce doğruyu öğrensek ya. Hep gündüz olsun, gece olmasın isteriz sanki. Aydınlık güzel, karanlığa ne gerek var veya mana ve manevi zevkler bu kadar güzelse maddeye ne gerek var diyesiniz gelir.

Ham taş niye, daha taş oluşurken, işin en başında, eser oluşsa ya, der gibi. Oysa “ey düşünen akıl sahipleri” hitabına uygun olarak, biraz düşünceye dalsak görürüz ki, “Ben” olmadan ‘ben’liği nasıl kaldırırız. Yusuf kuyuya atılmadan nasıl çıkarılır. Tefekkürle idrak ederiz ki, yaratma, “yaşam” olmazdı o zaman, nefret olmasaydı aşkı sevdayı bilemezdik.

Aklı kullanmak, fikir üretmek, alternatifleri değerlendirmek, konsantrasyonla derin derin düşünmek, tefekküre dalmak herkese zevk verir.

Bağnazlığa, yobazlığa ve dogmalara karşı oluşumuz da bizi kor gibi kızdıran bir çeşit dirençtir. Cehalete direniriz, böylece aydınlanır, aydınlatırız.

Pozitif düşüncelerimize ters düşen negatif düşünceler bizi kızdırıp akkor hale getirir. Moğol istilası gibi, zor ve olumsuz koşullar altında, Yunus Emre gibi, dâhilerin çıkması ve zaferler kazanılmasında bir hikmet olsa gerek. Bu gerçeklerin ışığında kendimizi sorgulayabiliriz. Kendimize pozitif yüklemeyi üstlensek bile karşı tarafı veya ortamı negatif yüklemek elimizde, irademizde olamaz.

Pozitif ve negatif düşüncelerin gelişiminde ve bunların sürtüşmesinden çıkan kıvılcım, ateş, ısı ve ışığın oluşumunda irademiz ne kadar vardır ve geçerlidir. Gönlümüzde çakan şimşek ve çıkan yıldırımdaki rolümüz nedir. Çevredeki zıtlıkların sürtüşmesinden sıcaklık, sıcak olaylar hatta savaşlar çıkmakta. Ancak, ne gariptir ki, gönlümüzdeki haklılık ve haksızlığın sürtüşmesinden de kıvılcım, ateş, sevgi ve aşk ile beraber, soğukluk ve nefret duyguları çıkmakta.

Güneş de isteyerek güneş olmadı. Bir dizi zincirleme patlamalarla güneş güneşlik yapar. Vücudumuzun karbon bazlı oluşu bizim seçimimiz değildir. Nedenini bilmediğimiz halde, çeşitli organlarımız saat gibi düzenli çalışır. Kendimizi bilmek adına nelere ne kadar sahip çıkıp ben diyeceğimize dikkat etsek iyi olur.

Aklımızın küllî akıl, kişiliğimizin insanlık ve ilmimizin de küllî ilim ile bir ilişkisi olabilir. İnsan, O’nun ruhu ile yaratılmıştır ve insanlığımız ilim ve amel iledir.

Güneş ve dünya gibi, bakmasını ve okumasını bilirsek, ay dahi bize bir örnek oluşturur. Bağımlılıktan doğan pervaneliği, var oluşuna engel değildir. Kopuşu, dönüşü ve duruşu yörüngesel sisteme tamamen bağlı ve bağımlıdır. Ancak, ay vardır ve gerçektir, bizim gibi, bizim kadar. Üstelik gecelerimizi aydınlatmak görevi de pek kutsaldır. Sisteme tam olarak teslim olmuş bir haldedir. Ayna görevini eksiksiz ve başarıyla yürütür durur. Bu görev için var edilmeyi hak eder.

Var olmayı, var olup güzel sevmeyi severiz. Her şeyimiz bize verilmiş olsa da, önce olmadığımızı ve sonra da olmayacağımızı bile bile biz bugün ısrarla varızdır. Üstelik büyük, güçlü, kudretli ve başarılıyızdır. Kalbimiz, akıl aracılığıyla ilim kaynağı olan ruh-güneşinden aldığını nefis-arzımıza başarıyla iletir. Bağnazlığın negatifliğine direncimiz sayesinde, kanımızın son damlasına kadar, kıpkırmızı, akkor halde, cehalete karşı koyarız.

Allaha inanır, kutsal kitaplara el basarak yemin eder, nur kaynağı olduklarını kabulleniriz, ama bazen, dinlerin dogmalar olduğunu söyler saçmalarız. Aramızda alegoriler ve sembollerle anlaşırken, özüne inmeden, bir hikmeti olabilir mi demeden, mecazî anlamını düşünmeden bazı kutsal mesajlara bağnazlık diyen olabilir.

Akıllıya, aklı kadar indirilmiş ve "oku", "düşün", tefekkür et", "tezekkür et", "akla uygunsa ayettir" gibi birçok ikazlarda bulunan "düşünce sistemi" asla "dogma" içermez.             Din gerçeğine “dogma” gibi çamur atılacağına "anlayamadım" denilmesi daha uygun olur belki de.

Aynı anda hem pozitif hem de negatif yüklü olduğumuz bir gerçektir. Normal dediğimiz bir tansiyonumuz ve vücut ısımız vardır, limitlerin dışında dengemiz bozulur, istemesek de bunlar oluşur. Yoksa bizim bireysel yapımız da, aynı çevremiz gibi, damalı, siyah-beyaz kareli mi?

Olgun insan, Ketum Üstadın, işin kolayına kaçma lüksü yoktur. Üstat, dinlerin özü ile saptırılmış din olgusu, adet ile ibadet arasındaki farkı kendi özünde hissetmeli, içine sindirmeli, gönlünde özümlemelidir. Özümlediğine inandığı bir kardeşinin çıkardığı sonuçlara sarılamaz. Aynı sonuçlara kendisi de, aynı yolları bizzat geçerek, ulaşmalıdır. Beğenilen, özenilen kişinin arkasından gidip izlemek yerine onun aradığını aramalı ve kendisi de bulmalıdır.

Öndekilerin izinde olmak, onlar gibi olmak, kendimizi bilmeden, onlar olmak demek değildir. Dediklerini demek, başkasına onları söylemek taklittir, aynı kavramı sen de ayrıca inanarak söylemelisin. Gösterilen kapıdan kendisinin de geçmesi şarttır. Tanrı-insan vahdetini savunmak başka, yaşamak başkadır. Hermes, Şit peygamber olarak da bilinir, Âdem’in torunudur, Mısır tarihinden gelen Hermetizm izlenecek bir şey değil yaşanacak bilgidir.

Akıl ve akılcılık önemli ama sezgiye de yer verilmeli. Sezgi ve basiret, inanç ve aklı bağdaştırır. Basiretle sezgi arka planda kalınca akıl tutulur bu halde "din dogmadır" denir.

Ruh ve beden, madde ve mana, gece ve gündüz gibi birbirlerini tamamlayan parçalardır. Sembolizmalar da bu gerçekleri açıklar. Güneş ruhu, dünya bedeni simgeleyebilir. Aynı şekilde, ilmin kaynağı ruh, bedeni aydınlatır. Güneşin batıdan battığı gibi, manevi nur da maddede gurup etmiş, sır olmuş haldedir. Batıdan doğan güneş gibi, akıl, fikir ve akluhikmet sayesinde, parçalanmış atom misali, nur da gönülden, adeta bedeni yararak çıkar, şafak söker, fecr olur ve cehaletin üzerine güneş gibi doğar.

Atomu patlatmak gibi maddeyi yarmak da önemlidir. Eşyada hakikat aranması için eşya incelenmeli, araştırma yapılmalı. Bu araştırmalar kalpte, gönülde de yapılır. "Karanlığın yarılışından çıkan aydınlığa sığınırım" diyen Felak suresinin ayeti böylece okunmuş olur. Böylece, Hakk ve Hakikat güneşi içimizde doğar, bizi aydınlatır, “tam öğle vakti” oluşarak gölgeler yok olur. Ancak böyle zamanlarda, düşüncelerimiz yücelir ve “Allah, yaradan değil var olandır” kavramı anlam kazanabilir. Ölümsüz ruh ile diriliş gerçekleşir.

Var olan hep vardır, evvelde ve ahirde, içte ve dışta, bir ara var olup sonra da yok olan ise aslında hiç var olmamıştır. Bilenle bilmeyen bir olmaz, olamaz da. Bir ile sıfırın toplamı iki etmez, bir etse de bu birin kendisinden gelir, sıfırın katkısı yoktur. Bilen bilgeliğin ötesindeki 'hiç'liktir.

O da "bildiğim tek şey hiç bir şey bilmediğimdir” dese de cahilin cehaletiyle bir ilgisi yoktur, bir olmaz, aynı şey değildir.

Sevgi Mabedinin inşasında kullanılan ağaçların özelliği vardır. Tur dağı veya gönül âlemi gibi bilinen yerlerde, özenle yetişen, özel kişilerce, özel olarak kesilip işlenen ağaçlardır. Belki de, içimizde aşk ateşi gibi yanan, büyük bir ziya parıldatan, egomuzu, “ben”liğimizi yakan ağaç, aklın taşıdığı ilim suyu ile gönülde yetişen tefekkür ağacıdır.

Bu ağaç, fikir çakmağı ile tutuşturulan, düşünen, faal akıl ateşinin nuru ile yanar. Bir çakış bir kibriti, bir kibrit bir tutam otu, o da ormanı yakmaya yetebilir.

Kısaca, misal âlemi dünya ve doğal örnekler bize bir mirasçı olduğumuzu gösterir. Kapsamlı bir kültür ve anlamlı bir bilgi birikimini devren alır, üzerine, bize “yeniden keşfedercesine aşikâr” olanları da ekleyerek devrederiz. İnsanlıktan borç aldığımızı, insanca, fazlasıyla öderiz. Sevgi mabetlerinde evvelde yakılan aşk ateşini söndürmeyerek ahir, yani bizden sonraki, zamanda da yanmasını sağlarız. Doğayı okur, ibretle inceler, ders alırız, her şey bir delildir, ayettir, kuş uçuşu, dağ duruşu ile bir ve tek gerçeğin abidesidir. Bir önemli nokta da, hiçbir şeyin ilk göründüğü gibi olmadığı, biraz düşününce, her şeyin öneminin ve anlamının farklı olduğunu idrak ederiz. Önce varızdır, ya sonra? “Olmak ya da olmamak” diye sormadan edemeyiz.
Yaradılışımıza bağlı olarak ya mutluluğumuzun bedeli ya da mutsuzluğumuzun ödülü olarak bu ve böyle misal âleminde bizden beklenen sonuç halk edilmiş halkın ve yaratılmış insanların en şereflisi olmaktır. Bu amaçla dünyada dünyadan arınarak Hakk'a yücelmek böylece tesviyede ruhu kabule uygun hale gelerek her şerefe nail olup eşrefi mahlukat olmaktır. Hepimiz biliriz, bildiğimizi biliriz, kısaca, âlimizdir geriye sadece arif olmak kalır. Âlim olan da nasıl arif olabileceğimizi iyi bilir!