Kitabı okumak için tıklayınız: Tıklayınız |
Misal Âlemi Dünyada Eşref-i
Mahlûkat!
Misal âlemi
olan Dünyamızı biraz yakından tanımakta, okumakta, yarar vardır. Yeryüzü
güneşten kopma bir maddedir. Güneş sayesinde görünür ve ısınır, yoksa
karanlıkların içinde kara bir noktadır. Cisimlerin, hareketleri kendilerine
özgü olsa da, kendi iradelerine dayalı değil, evrensel itim-çekim yasalarına
bağlıdır.
Atomun ısı
ve ışığı, onun yok oluşundan çıkar ortaya. Milyonlarca atom bombası sayesinde
güneş güneşlik yapar, dünyamıza ısı ve ışık saçar. Bir de elektrik gerçeği
vardır, ısı ve ışığı dirençten çıkar. Cam içindeki tel, negatif ile remzedilen
elektriği iletmeye karşı olan dirençten akkor haline gelir ısı ve ışık saçar.
Bakır telin direnci az olduğu için elektriği kolayca geçirir, ne ısı ne de ışık
oluşur.
Bunlar
böylece hep bilinir. Felsefe ise, bilinenlere anlam verir, satır aralarını,
denilenden denilmek isteneni okur. Akıl ve inancı sezgi ile birleştirip
basiretli görüşe ulaşır. İlk kutsal mesaj “oku” emrinin doğayı okumak ile
ilgisi, henüz ortada okunacak bir kitap olmadığından anlaşılabilir. Böylece,
kâinatı okumayı öğrenmek, basiretle, gönül gözüyle görerek, eşyanın hakikatini
bilmek önem kazanır.
Güneş
sisteminde, insana kadar, iş, isim, sıfat yoktu. Zaman ve harekete anlam
kazandıran insandır. Cemadat, nebatat ve hayvanat insan ile mana kazandı.
Böylece, tesviyede buluşarak, Hak’tan aldığı ün-şöhret, şan-şeref gibi sıfatlar
da halkın oldu. Halk edilmiş değil yaratılmış insanın yaratılmasına katkı sağlama şerefine kavuşan
insan-ı kâmil “eşrefi mahlûkattır!”
Konuşma,
okuma, yazma, bilme, bildirmeyi öğrenen yalnız insandır. Evrenin var oluşunun
nedeni, amacı insan olsa yeridir. İnsan kendini bilerek Tanrıyı bildi.
Ressamlık resim ile hayat bulur, yaşar. Belki, Tanrı’nın yaratıcılığı da insan
denen eseri, abidesi ile hayat bulmakta, kâinat böylece anlam kazanmaktadır. Gerçeği
öğretirken, gerçek olmayanları ayıklarız. Batıl ve yanlış olanı söküp atarız,
yerine iyi, doğru ve güzeli koyarız. İyileştirme ve güzelleştirme işinde
zorlandıkça, bazen, nerden geliyor bu kötülükler, çirkinlikler içimize, aramıza
diye feryat ederiz. Neden önce yanlışı öğrenir insan, ilk önce doğruyu öğrensek
ya. Hep gündüz olsun, gece olmasın isteriz sanki. Aydınlık güzel, karanlığa ne
gerek var veya mana ve manevi zevkler bu kadar güzelse maddeye ne gerek var
diyesiniz gelir.
Ham taş
niye, daha taş oluşurken, işin en başında, eser oluşsa ya, der gibi. Oysa “ey
düşünen akıl sahipleri” hitabına uygun olarak, biraz düşünceye dalsak görürüz
ki, “Ben” olmadan ‘ben’liği nasıl kaldırırız. Yusuf kuyuya atılmadan nasıl
çıkarılır. Tefekkürle idrak ederiz ki, yaratma, “yaşam” olmazdı o zaman, nefret
olmasaydı aşkı sevdayı bilemezdik.
Aklı
kullanmak, fikir üretmek, alternatifleri değerlendirmek, konsantrasyonla derin
derin düşünmek, tefekküre dalmak herkese zevk verir.
Bağnazlığa,
yobazlığa ve dogmalara karşı oluşumuz da bizi kor gibi kızdıran bir çeşit
dirençtir. Cehalete direniriz, böylece aydınlanır, aydınlatırız.
Pozitif
düşüncelerimize ters düşen negatif düşünceler bizi kızdırıp akkor hale getirir.
Moğol istilası gibi, zor ve olumsuz koşullar altında, Yunus Emre gibi,
dâhilerin çıkması ve zaferler kazanılmasında bir hikmet olsa gerek. Bu
gerçeklerin ışığında kendimizi sorgulayabiliriz. Kendimize pozitif yüklemeyi
üstlensek bile karşı tarafı veya ortamı negatif yüklemek elimizde, irademizde
olamaz.
Pozitif ve
negatif düşüncelerin gelişiminde ve bunların sürtüşmesinden çıkan kıvılcım,
ateş, ısı ve ışığın oluşumunda irademiz ne kadar vardır ve geçerlidir.
Gönlümüzde çakan şimşek ve çıkan yıldırımdaki rolümüz nedir. Çevredeki
zıtlıkların sürtüşmesinden sıcaklık, sıcak olaylar hatta savaşlar çıkmakta.
Ancak, ne gariptir ki, gönlümüzdeki haklılık ve haksızlığın sürtüşmesinden de
kıvılcım, ateş, sevgi ve aşk ile beraber, soğukluk ve nefret duyguları
çıkmakta.
Güneş de
isteyerek güneş olmadı. Bir dizi zincirleme patlamalarla güneş güneşlik yapar.
Vücudumuzun karbon bazlı oluşu bizim seçimimiz değildir. Nedenini bilmediğimiz
halde, çeşitli organlarımız saat gibi düzenli çalışır. Kendimizi bilmek adına
nelere ne kadar sahip çıkıp ben diyeceğimize dikkat etsek iyi olur.
Aklımızın küllî
akıl, kişiliğimizin insanlık ve ilmimizin de küllî ilim ile bir ilişkisi
olabilir. İnsan, O’nun ruhu ile yaratılmıştır ve insanlığımız ilim ve amel
iledir.
Güneş ve
dünya gibi, bakmasını ve okumasını bilirsek, ay dahi bize bir örnek oluşturur.
Bağımlılıktan doğan pervaneliği, var oluşuna engel değildir. Kopuşu, dönüşü ve
duruşu yörüngesel sisteme tamamen bağlı ve bağımlıdır. Ancak, ay vardır ve
gerçektir, bizim gibi, bizim kadar. Üstelik gecelerimizi aydınlatmak görevi de
pek kutsaldır. Sisteme tam olarak teslim olmuş bir haldedir. Ayna görevini
eksiksiz ve başarıyla yürütür durur. Bu görev için var edilmeyi hak eder.
Var olmayı,
var olup güzel sevmeyi severiz. Her şeyimiz bize verilmiş olsa da, önce
olmadığımızı ve sonra da olmayacağımızı bile bile biz bugün ısrarla varızdır.
Üstelik büyük, güçlü, kudretli ve başarılıyızdır. Kalbimiz, akıl aracılığıyla
ilim kaynağı olan ruh-güneşinden aldığını nefis-arzımıza başarıyla iletir.
Bağnazlığın negatifliğine direncimiz sayesinde, kanımızın son damlasına kadar,
kıpkırmızı, akkor halde, cehalete karşı koyarız.
Allaha
inanır, kutsal kitaplara el basarak yemin eder, nur kaynağı olduklarını
kabulleniriz, ama bazen, dinlerin dogmalar olduğunu söyler saçmalarız. Aramızda
alegoriler ve sembollerle anlaşırken, özüne inmeden, bir hikmeti olabilir mi
demeden, mecazî anlamını düşünmeden bazı kutsal mesajlara bağnazlık diyen olabilir.
Akıllıya,
aklı kadar indirilmiş ve "oku", "düşün", tefekkür et",
"tezekkür et", "akla uygunsa ayettir" gibi birçok ikazlarda
bulunan "düşünce sistemi" asla "dogma" içermez. Din gerçeğine “dogma” gibi çamur
atılacağına "anlayamadım" denilmesi daha uygun olur belki de.
Aynı anda
hem pozitif hem de negatif yüklü olduğumuz bir gerçektir. Normal dediğimiz bir
tansiyonumuz ve vücut ısımız vardır, limitlerin dışında dengemiz bozulur,
istemesek de bunlar oluşur. Yoksa bizim bireysel yapımız da, aynı çevremiz
gibi, damalı, siyah-beyaz kareli mi?
Olgun
insan, Ketum Üstadın, işin kolayına kaçma lüksü yoktur. Üstat, dinlerin özü ile
saptırılmış din olgusu, adet ile ibadet arasındaki farkı kendi özünde
hissetmeli, içine sindirmeli, gönlünde özümlemelidir. Özümlediğine inandığı bir
kardeşinin çıkardığı sonuçlara sarılamaz. Aynı sonuçlara kendisi de, aynı
yolları bizzat geçerek, ulaşmalıdır. Beğenilen, özenilen kişinin arkasından
gidip izlemek yerine onun aradığını aramalı ve kendisi de bulmalıdır.
Öndekilerin
izinde olmak, onlar gibi olmak, kendimizi bilmeden, onlar olmak demek değildir.
Dediklerini demek, başkasına onları söylemek taklittir, aynı kavramı sen de
ayrıca inanarak söylemelisin. Gösterilen kapıdan kendisinin de geçmesi şarttır.
Tanrı-insan vahdetini savunmak başka, yaşamak başkadır. Hermes, Şit peygamber
olarak da bilinir, Âdem’in torunudur, Mısır tarihinden gelen Hermetizm
izlenecek bir şey değil yaşanacak bilgidir.
Akıl ve
akılcılık önemli ama sezgiye de yer verilmeli. Sezgi ve basiret, inanç ve aklı
bağdaştırır. Basiretle sezgi arka planda kalınca akıl tutulur bu halde
"din dogmadır" denir.
Ruh ve
beden, madde ve mana, gece ve gündüz gibi birbirlerini tamamlayan parçalardır.
Sembolizmalar da bu gerçekleri açıklar. Güneş ruhu, dünya bedeni
simgeleyebilir. Aynı şekilde, ilmin kaynağı ruh, bedeni aydınlatır. Güneşin
batıdan battığı gibi, manevi nur da maddede gurup etmiş, sır olmuş haldedir.
Batıdan doğan güneş gibi, akıl, fikir ve akluhikmet sayesinde, parçalanmış atom
misali, nur da gönülden, adeta bedeni yararak çıkar, şafak söker, fecr olur ve
cehaletin üzerine güneş gibi doğar.
Atomu
patlatmak gibi maddeyi yarmak da önemlidir. Eşyada hakikat aranması için eşya
incelenmeli, araştırma yapılmalı. Bu araştırmalar kalpte, gönülde de yapılır.
"Karanlığın yarılışından çıkan aydınlığa sığınırım" diyen Felak
suresinin ayeti böylece okunmuş olur. Böylece, Hakk ve Hakikat güneşi
içimizde doğar, bizi aydınlatır, “tam öğle vakti” oluşarak gölgeler yok olur.
Ancak böyle zamanlarda, düşüncelerimiz yücelir ve “Allah, yaradan değil var
olandır” kavramı anlam kazanabilir. Ölümsüz ruh ile diriliş gerçekleşir.
Var olan
hep vardır, evvelde ve ahirde, içte ve dışta, bir ara var olup sonra da yok
olan ise aslında hiç var olmamıştır. Bilenle bilmeyen bir olmaz, olamaz da. Bir
ile sıfırın toplamı iki etmez, bir etse de bu birin kendisinden gelir, sıfırın
katkısı yoktur. Bilen bilgeliğin ötesindeki 'hiç'liktir.
O da
"bildiğim tek şey hiç bir şey bilmediğimdir” dese de cahilin cehaletiyle
bir ilgisi yoktur, bir olmaz, aynı şey değildir.
Sevgi
Mabedinin inşasında kullanılan ağaçların özelliği vardır. Tur dağı veya gönül
âlemi gibi bilinen yerlerde, özenle yetişen, özel kişilerce, özel olarak
kesilip işlenen ağaçlardır. Belki de, içimizde aşk ateşi gibi yanan, büyük bir
ziya parıldatan, egomuzu, “ben”liğimizi yakan ağaç, aklın taşıdığı ilim suyu
ile gönülde yetişen tefekkür ağacıdır.
Bu ağaç,
fikir çakmağı ile tutuşturulan, düşünen, faal akıl ateşinin nuru ile yanar. Bir
çakış bir kibriti, bir kibrit bir tutam otu, o da ormanı yakmaya yetebilir.
Kısaca,
misal âlemi dünya ve doğal örnekler bize bir mirasçı olduğumuzu gösterir.
Kapsamlı bir kültür ve anlamlı bir bilgi birikimini devren alır, üzerine, bize
“yeniden keşfedercesine aşikâr” olanları da ekleyerek devrederiz. İnsanlıktan
borç aldığımızı, insanca, fazlasıyla öderiz. Sevgi mabetlerinde evvelde yakılan
aşk ateşini söndürmeyerek ahir, yani bizden sonraki, zamanda da yanmasını
sağlarız. Doğayı okur, ibretle inceler, ders alırız, her şey bir delildir,
ayettir, kuş uçuşu, dağ duruşu ile bir ve tek gerçeğin abidesidir. Bir önemli nokta da,
hiçbir şeyin ilk göründüğü gibi olmadığı, biraz düşününce, her şeyin öneminin
ve anlamının farklı olduğunu idrak ederiz. Önce varızdır, ya sonra? “Olmak ya
da olmamak” diye sormadan edemeyiz.
Yaradılışımıza bağlı olarak ya mutluluğumuzun bedeli ya da mutsuzluğumuzun ödülü olarak bu ve böyle misal âleminde bizden beklenen sonuç halk edilmiş halkın ve yaratılmış insanların en şereflisi olmaktır. Bu amaçla dünyada dünyadan arınarak Hakk'a yücelmek böylece tesviyede ruhu kabule uygun hale gelerek her şerefe nail olup eşrefi mahlukat olmaktır. Hepimiz biliriz, bildiğimizi biliriz, kısaca, âlimizdir geriye sadece arif olmak kalır. Âlim olan da nasıl arif olabileceğimizi iyi bilir!