Savunma Sanayiinin Temellerini Sağlam Attık!
İçindekiler
Tabikatlar, Harekâta Hazırlık mıdır?
Yerli ve Milli Savunmanın Önemi
NIAG – Necdet Için Ayarlanmış Görev
ÖNSÖZ (ÖZET)
Sevgili, muhterem ve vizyoner
babamın ilkokulda dahi dediği önemli bir şey vardır. Hep, her zaman büyüklerle
birlikte olmamı, büyüklerle vakit geçirmemi, konuşmamı, sohbet etmemi isterdi.
Babamın isteği yönünde ilkokulda dersten çıkışlarda, kahvede, yaşlılara gazete
okumam bu nedenle olabilir. Ortaokulda öğretmenlere soru sormamı, hiçbir konuyu
anlamadan geçmememi, öğretmenler odasına girip çıkmamı, koridorlarda onlarla
selamlaşmamı isterdi. ‘Büyüklerden zarar gelmez, olmadık, beklenmedik yararlar
doğar, seni çocuklardan uzak tutar, kötü arkadaşlardan uzaklaştırır, çay
ısmarla benden’ derdi. Bu durum üniversitede okurken de sürdü. Örneğin, askeri
öğrenci olarak ‘Mendil Kapmaca’ oynarken yoldan geçmekte olan ODTÜ Rektörümüz,
Kemal Kurdaş’ın mendili kapmasını isteme cesaretini gösterebilmiştim, o da
katılmıştı bize. Geldiğini görünce, arkadaşımla birlikte küçük bir fidanın
gölgesinde başımızı tutup,’Hocam işte ağaçlarımız gölge vermeye başladı’ deme
cesaretini göstermiştim. Bu subaylık hayatımda da sürdü. Kendine güvenen
birinin arkasında birisinin olması beklenen bir şeydir. Ben, 1968’den itibaren,
babasıyla tanıştıktan sonra, ‘Her zaman, her yönde, görünenin, Hakk olduğu
apaçıktı’. Tasavvuf Bilgesi kayınpederim Hacı Bey bunu bana öğretmişti.
Tasavvuf konusunda, sohbet edebileceğim, 1986 yılında, Genelkurmay’da, bir Albay,
Hakkı Büyükyeneral, arkadaş bulmam, sürpriz olmuştu.
O da, benim gibi “Kimseye karşı,
‘Korku’ duyma ‘Sevgi’ duy ve göster” demişti. Uzun gibi görünen Genelkurmay
Başkanlığındaki hizmet yıllarım aslında bana çok çabuk geçti gibi geliyor.
1968-1989 yılları arasında, iki yıl ‘Master’ yapmaya, bir yıl da Kanada’ya,
‘Araştırma’ yapmaya gittim. İşe başladığım ilk iki yılda ben bir grup içinde
proje subaylığı yaptım. 1968 Ekiminde işe başladım ve Teğmen olarak
Wintex-Winter Exercise, Kış Tatbikatını izledik, mesajların peşinden koştum,
kim kime hangi mesajı çekiyor, kaç saatte ulaşıyor, etkisi veya cevabı ne
oluyor gibi değerlendirmeler yapılırdı büyüklerim tarafından. Benim ise Taktik
Nükleer Silah atan Rus’ların aldığı yerleri, ABD’nin aynı şekilde Nükleer
silahla, geri alması sonrası, bizim toprakların önemli bir bölümünün
‘Kurtarılmış’ olmasına bir anlam veremezdim. Artık o bölgede ot bitmeyeceğine
göre nasıl kurtarılmış olurdu!
1970
yılında Genelkurmay Başkanlığı bünyesine geçip ilgili binaya taşınınca, bana,
tek başıma, GnPP-Genel Plan ve Prensipler, içinde, ODTÜ’deki öğrenimime uygun,
lisanımla, düşünce sistemimle, PPBS-Planlama Programlama ve Bütçeleme
Sistemiyle, Maliyet ve Etkinlik Analizleriyle ilgili görevler verilmeye
başlanınca ‘İşe Yaradığımı’ anlıyordum. Bu konulardaki başarılar yalnız benim
oluyordu, takdirleri de ben topluyordum. Öztorun, Üruğ ve Torumtay paşalarım
bireysel görevler verdiğinde, Dairemden itiraz gelmezdi zaten, benim Harekât
Araştırma Grupları içinde olmamamdan memnun olunuyordu sanıyorum, çünkü
‘Başkalarıyla’ uyumlu çalışamıyordum. Tek olmalıydım!
Tek başıma düşünüp
gerçekleştirmem gereken sonuçlar, beni daha çok tatmin ediyordu. APD-Ana
Program Direktifinin yenilenmesinden, SHP-Stratejik Hedef Planının
hazırlanmasına geçişle birlikte bir yandan da PPBS’nin geliştirilmesi
çalışmasını J-5’in diğer ‘Kuvvet Plan ve Program’ ve ‘Mali Plan ve Program’ D.
Başkanlıklarının, genellikle benden büyük ve kurmay olan, personeliyle birlikte
çalışmam daha zevkliydi. Çünkü bu çalışmalarda dediklerimin, düşündüklerimin,
hazırladığım bütün ‘Yazı’, ‘Andıç’ ve ‘Taslakların’ kabul görmesi, onaylanıp
yayınlanması, hatta Komutanlara, uzmanlığım nedeniyle, tarafımdan takdim
edilmesi, bireysel başarı hanemi çok yükseltmişti ve ‘İş Tatmini’ veriyordu.
Öztorun, Üruğ ve Torumtay Paşalarımla daha çok muhatap oluyor, takdirlerini
kazanıyordum, hem de genç Üsteğmen ve Yüzbaşı olarak. Kara Kuvvetleri
Komutanlığı ne zaman başladı ve hangi sekiz yıl boyunca beni bir başka yere
tayin etmek istedi bilmiyorum ama benim Gnkur’dan “Tayin Edilmesinde Sakınca
Var’ denip verilmeyişim ve bir daha da KKK.lığınca tayin edilmek istenmeyişimde
bu başarılarımın etkisi olabilir.
Ekim
1973 ile Haziran 1975 arasında Master yaptım. Dönüşümde “Yaparsa Bu Çocuk
Yapar” denilip, Sayın Ecevit’in ısrarlı tutumu sayesinde, “Genelkurmay, MSB ve
Kuvvet Karargâhlarında”, çok büyük ses getiren “Yönetimi Geliştirme Araştırma
Programı” hazırlandı. Bu projeyi gerçekten ben de çok beğendim. Ortaya çok
somut ve geniş kapsamlı sonuçlar çıktı, takdir gördü, onaylandı ve uygulandı.
Tam bana göre ‘İŞ’ idi!
Ardından, TODAİE-Türkiye ve
Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü’ndeki çalışmalara paralel yürütülen
OMAG-Organizasyon ve Metot Araştırma ve Geliştirme çalışmalarını yürüttüm.
Genelkurmay’da, Harekât Başkanlığına bağlı bir OMAG Ş. Müdürlüğü kuruldu. İlk
şube müdürleri olarak Kur. Alb. Hüseyin Kıvrıkoğlu ve ardından Kur. Alb. Hilmi
Özkök atandı ve her ikisinin de “Bu şubenin isim babası senmişsin” deyip sıkça
gelip müştereken, NATO dokümanları üzerinde çalışmamız, paşa adayları arasında
çok isim yaptı. Çünkü her NATO dokümanı diğerlerine çok büyük fark atılmasına
sebep oluyordu. Yeni fikirler edinilip komutana takdimlerde puan kazanılıyordu.
‘Bana da NATO takviyesi lütfen’ deyip gelen birçok kurmayı hatırlıyorum,
inceledi, fikir sahibi oldu, kendi alanlarındaki yeni fikirleri kendileri
geliştirdi. Bana teşekkürleri nezaketleriydi.
NATO
ve EUROGROUP Çalışmaları, ‘Konseptler’ sayesinde, projelendirme aşamalarında
çok izlenir, grupların MSB ve Kuvvetlerdeki ilgililerce, ‘Katılarak İzlenmesi Direktiflerine’
bağlandı. Konseptlerin her kuvvet için hayati önemi vardı. SHP-Stratejik Hedef
Planına girecek, bütçelenip gerçekleştirilecek ‘Kuvvet İhtiyaçlarının’, ‘Konseptlere’
dayandırılması şart koşuldu. Yalnız ve sadece, hem de GnPP Başkanı olarak
Güneral paşamın ‘İkinci Bir Konsept’ istiyorum demesi yadırganmıştı. 1979
yılında Gnkur Üst subaylarını bir salonda toplayıp “Bu siviller eğilip eğilip
doğrulmayı öğrenecek müdahale etmeyeceğiz!” diyen Gnkur Başkanımız Org. Kenan
Evren’e, Öztorun Paşamızın koordinesinde bir takdim yapıldı.
Bu takdimde, Evren Paşa, “Öztorun
Paşam, biraz daha az bilimsel konuşun ve anlatın ki biz de anlayalım!” demişti.
Öztorun Paşanın Ekonomi konusunda doktorası vardı, Planlama konusunda uzmandı.
“Planlama, gelecekte ne yapacağımızı bugünden belirlemek değil, gelecekte
istenen gelişmeyi sağlayabilmek için bugünden o güne ne yapılması gerektiğini
saptamaktır” derdi. Çok büyük bir uyum içinde çalışıyorduk. Her dediğini hemen
anlıyor ve uygulamaya geçilmesi için hemen kendisinin gerekli emirlerini ‘Direktifler’
halinde yayınlıyordum.
Eylül
1981’de ‘Kanada Savunma Araştırma Bursuyla’, Binbaşı olarak, bir yıllığına
Ottawa, Kanada’ya gittik, ailecek. Eylül 1982’de, Şehit Alb. Atilla Altıkat’ın
cenaze uçağıyla eve döndük. Bir yıl içinde üç dairede çalıştım ve ilgili
konularda üç araştırma yaptım. “Performance Measurement of Organizational
Units-Organizasyon Birimlerinin Performansının Ölçülmesi” çalışmam Bakanlık
Müsteşarınca takdir edildi. Bu proje yıllardır Hükümet tarafından emredilmiş ve
hiçbir araştırmacı üzerinde çalışamamış. Benim çalışmam büyük beklenti ve umut
yaratmıştı. Beğenildiğine ve uygulandığına ben de çok sevinmiştim.
Marifet-Takdir!
Yurda dönüşte, NATO ve EUROGROUP
Çalışmaları, ‘Konseptler’ sayesinde, çok önemli görülüyordu. SHP’nin
Hazırlanması ve Uygulanması, Milli Projelerin izlenip gerçekleştirilmesi,
Kuvvetlerin başlıca görevleri olmuştu. Kanada dönüşü TAI’de üretilecek Uçak
seçimi en önemli konu olmuştu.
Projenin F-16 uçağına bağlanması,
hatırladığım kadarıyla tamamı dört milyar dolarlık projenin ‘Offset
Programlarının’ gerçekleştirilmesi önemli çalışmalardı. TEI-TUSAŞ Motor
Sanayii’nin Eskişehir’de kurulup kurulmaması Çalışma Grubunda idim, Eskişehir
ziyaretleri verimliydi. TEI Eskişehirde kuruldu, iyi oldu!
Kuvvetlerin
‘İhtiyaç Makamı’, Genelkurmay’ın ‘Onay Makamı’ ve MSB’nin ‘Tedarik Makamı’
olarak saptanıp her şeyin buna göre tasarlanması gerekiyordu. Kuvvetlerin önce
her alanda Konsept geliştirmesi, sonra Proje İhtiyaçlarını saptaması sonra
Gnkur’da önceliklerinin belirlenmesi, ‘Maliyet ve Etkinlik Analizlerinin’
yapılması, sonuçlara göre ihtiyaçların SHP’ye alınması, sonra PPBS-Planlama
Programlama ve Bütçeleme Sistemi’ne göre gerçekleştirilmeleri, Genkur Direktiflerine
bağlandı. Bütün bu çalışmalarda yer almış ve etkili olmuştum. Artık 1985’ten
sonra olay ve eylemler rutinleşmekteydi. Örneğin bir toplantıda “Aselsan,
ormanda Aslan olsun, projenin ciğerini yesin gerisini kendini izleyen sanayie
bıraksın ve yeni projeler peşine düşsün, küçük işlerle uğraşmasın, kemik
sıyırmasın” demiştim. İTÜ’lü Genel Müdür “Alındı Anlaşıldı” demişti. ‘Planlama’
yoktu, var oldu, gelişti!
Öztorun, Üruğ ve Torumtay paşalarımca, PPBS Faaliyetlerinin,
önce Kuvvetlere ve MSB’ye, sonra Kuvvet Kurmay Akamedilerinde daha sonra da
Milli Güvenlik Akademisinde, konferanslar şeklinde anlatılıp anlaşılmasını
sağlamam istendi. Ders niteliğinde tüm kurmay subaylara verilmesi ve
öğretilmesi sağlandı.
1988
Ağustosunda Genelkurmay Başkanımız Org. Necip Torumtay idi. “ARGE’ye para
ayrılacak ve yalnız ARGE için kullanılacak” emrini vermişti. Bunu
sağlamadığımız için Daire Başkanımıza “Neden Yapamadınız?” diye sormuştu.
Projelerin belirlenmesi, Öncelik verilip Planlanması ve Bütçesine göre
Gerçekleştirilmesi her projenin tüm ilgili ve yetkili komutanları için önem arz
eder olmuştu. MASK- Milli Askeri Stratejik Konsept, SHP, PPBS, bütün bu
çalışmaların iki yılda bir yenilenmesi MSB, Gnkur ve Kuvvetler düzeyinde yerli
yerine oturmuştu. 1970 yılındaki APD çalışmalarında ihtiyaçlarımızı bilemiyorduk,
15 sene içinde “Ayağımızı Yorganımıza Göre Uzatmayı” öğrendik. Her şey sıfırdan
geliştirildi. ‘Karargah Çalışmaları Düzenlendi’, ‘Personel Yetiştirmeye ve Uzmanlaşmaya’
önem verildi. ‘Yönetici Karargahların Yönetimleri’ geliştirildi, ‘Faaliyetler Düzenlendi’,
‘Çalışma Sistemleri’, ‘İşbirliği ve Eşgüdüm’
geliştirildi. Çalışmaların tümünde ben de vardım!
‘1960 İhtilalinde Başbakana bağlı Genelkurmay
yeni kurulmuştu. ABD, TSK’yı donatmaktan vazgeçmiş, ‘Planlama’ bilinmiyor,
‘Milli Silahlanma’ şart, her şeye yeniden başlandı, Savunma Sanayiinin
temellerini attık! Sanayie açılım sorununu SSM-Sav. San.Müsteşarlığı ile
çözülmek istendi ama tam uyum sağlanamadı. Asker ile sanayici uyumu yerine,
ayrımı vardı. Bugün, MSB’ye bağlı Gnkur ve Kuvvetler ile bir bütünlük sağlandı.
SSB-Sav.San.Bşklığı bünyesinde sanayici-asker uyumu tam oldu. Ayrım kalktı,
Sanayici-Asker ‘Devletin içine’ alındı, her türlü Deneme mükemmel düzeyde
yapılabilir!
Turgutlu Köyünden Ankara’ya
İlk, Orta, Lise, Yılları
Aslında
Rahmetli, Benim deyimimle, ‘Kulakları Çınlasın Babacugum’, Lüleburgaz,
Babaeski’de, Almanlara karşı askerlik yaparken 1945 yılında, II. Dünya Savaşı
bitince, Yılbaşı için, köye izinli gelmiş. Babamın nüfus kâğıdıma yazdığı
notlara göre, Sakarya ili, Geyve kazası, Pamukova nahiyesi, Turgutlu köyünde,
1946 yılı 3 Ekim, Perşembe günü, sabah saat 02,30-3.00 arasında doğmuşum.
Sülalede uzun zamandır, dayımdan 9-10 yıl sonra, ilk erkek çocuk, torun olarak,
odak noktası olmuşum. Hastalıklı, bazılarının artık gözden çıkardığı bir
bebeklik geçirmişim. Büyük Emine teyzemin “Seni ben canlandırdım, ben baktım,
ondan sonra kıymetli oldun” deyişi vardır. Ananemin kucağında, şımartılarak
büyüdüm. Herkese ‘Paşa Dayı’ dedirtti. Annemin, “Yüzüne bakıyorum acıyorum,
huyuna bakıyorum kızıyorum” lafı kulağımdadır. Köyün üst kısmında Fatma ve
Behice halamlar vardı. Bir koşu onlara kaçar, onlardan evdekilere selam
getirirdim. Çok severlerdi benim gelişimi, onlara kaçardım. Fatma halamlara
‘Domdomlar’, komşularına ‘Gorgorlar’ denirdi. Köyde adettir ‘Ay tutlması’
sırasında aya ‘Tüfek Atılırdı’. Bir keresinde ben duydum, köyün aşağısında
Kahya Ahmet, köyün üst başında ateş eden Gorgor Ali’ye “Taa ordan vurulurmu bak
burası yakın” deyip ateş etmişti.
Ananemin-Dayımın
kapısının önünde bir yığın odunlar vardı, en yükseğine çıkıp, ellerimi iki
yanıma çırpıp, “Tanrı uludur, Tanrı uludur, Tanrı’dan başka yoktur tapacaaak!”
diye ezan okuduğumu hatırlarım. Ananem, küçük duaları ezberlersem 1 lira
verirdi, ‘Ayetel Kürsi’yi ezberleyince 2.5 lira vermişti. Annem para kazanmamı
veya dua ezberlememi teşvik ederdi. Ananemin evinde büyüyorduk genellikle.
Çünkü babam, dayım henüz 10 yaşlarında küçük olduğu için, çalışmak için ‘İç
Güveysi’ alınmış. Hatta dedemin ‘senin evini yapıp ayıracağım’ lafı üzerine
babam 9 sene çalışmış dayımın kapısında. Dayım 20 yaşlarına gelince, bir gün
dedem babama “Hangi pezevenk damadına ev yapmış!” deyince babam o saniye
öküzlere “Ooha!” deyip tarlayı terk etmiş, anneme ‘ben gidiyorum gelirsen seni
de götürürüm’ deyip, merdiven altındaki ceketini alıp çıkarken de ananem “O
ceketi de ben almıştım sana” deyince onu da almadan çıkmış. Babaannemler de
bizi evlerine almadılar, bitişik komşunun altta keçileri üstte samanlığı olan
bir yerde, yattık uzun bir süre. Ananem, anneme ‘peşinden gidersen seni de eve
almam demiş’ böylece ailece, annem, babam, ablam, samanlıkta yattık uzun bir
süre, keçilerin hemen üstünde.
Babaannem,
evlerinin bahçesinin üst kısmında yer göstermişti, oraya babam geceleri çamur
kararak, kerpiç keserek, ev yapmıştı, iki katlı iki göz odalı, oraya taşındık
samanlıktan. ‘Komşu Babam’, Yahya, hasta olacaksın çık çamurun içinden diye
babamı zorlardı!
Turgut
eniştenin atölyesinde çalıştı babam, yıllarca, kendi adımızın baş harfleri olan
çatal bıçaklarımız vardı, atölyede imal edilmişlerden. Turgut enişte köyün en
akıllı adamıydı, 1950’lerde köye elektrik getirmişti. Dâna olan köyün adı
Turgutlu olarak değiştirildi. Köyün kuzeyinde bulunan tepelerde, suyu değirmen
gibi kullanıp, elektrik üretiyor ve tellerle köye naklediyordu. Zamanına göre
büyük teknolojiydi!
Traktörü
dâhil birçok alet edevatı vardı atölyede. Oğlu Gündüz ile aynı yaşta olduğumuz
için hemen her zaman, gece gündüz beraberdik onunla. Faik enişte, en büyük olan
Emine teyzemin beyi, bizi hep sınava
tabi tutardı, “Bir kilo pamuk mu bir kilo demir mi ağırdır?” gibi şaşırtmaca
sorularına cevaplar vermeye yarışırdık. Bu sayede ‘Kerrat Cetvelini-Çarpım
Tablosunu’ bir çırpıda ezberlemiştik Gündüz ile. Bu küçük evde bir ara babam,
Ankara’dan gelen 4-K denen, uzmanlardan ‘Dokuma’ öğrenmişti. Dokuma tezgâhımız
vardı, annem diker babam dokurdu. Geçimimiz çok zordu, her gün yumurtasını bana
içirdikleri tavuğumuz kaybolunca büyük olay oldu. (Ben Binbaşı iken, babamın
küçüğü, Su İşlerinde memur olan, Ali amcam ile yengem, kucaklarında bir tavukla
gelmişler, “Ee Abi, Yenge, biz ettik siz etmeyin, biz hacıya gitmeye başvurduk,
bu tavuğu alın o kaybolan tavuk için bizi affedin, hakkınızı helal edin”
demişler. Babam da “Bizim hakkımız duragosun, ahrette hesaplaşırız” demiş.)
Babaannem, Vergi Tahsildarı olan dedemden şehit maaşı alırdı. Ablam ile bize bu
maaştan bir simit almadığını söylerdi annem.
‘Seni zengin
kapıya damat verdik’ deyip çok sayıda tarla, bağ ve bahçeyi amcamın üzerine
hileyle aktardıkları içi babam ile annesi ve kardeşi arasında ‘Mal Davası’
vardı. Babaannemin cenazesinde, babamın, “Benim hakkım duragosun” demesi
dillere düştü. Yüz üç yaşında ölen annesine, babam, hakkını helal etmedi, bence
de haklıydı! Hakkı yenmişti, Allah’a havale etmesi en doğrusuydu, Kul Hakkı
yenmemeli!
Çiçek Ali de
denen amcam, giyinir kuşanır, memurluk yapardı, memurluk, Su İşlerinde Ambar
Memurluğu da olsa büyük sükse idi. Köyde, köy işleri yapmayan kişi akıllı
adamdı, toprak ve hayvanlar insanı yıpratır ve emekliliği de yoktu. Her genç,
köyden kurtulmaya bakardı. Çevreye açılan benzinliklere pompacı ve lokantalara
garson girmek bile iyiydi, emekliliği vardı, izinleri vardı. Bu gençler kolay
ve güzel kızlarla evlenirdi, kızlar tavlardı bu ve ‘okuyan gençleri’!
Küçük evde
otururken ananem ve dedemlerle barışmıştık, altı yaşında sünnet olurken, annem
çok tembih etmişti, atın üstünden inmeden, ev yeri olarak, dedemden ‘Dutluğu’
isteyecektim. Dayım, davul zurna ile karambola getirip attan alıvermişti beni.
Dedem fazla yaşamadı, Hacı Hasanlar olarak bilinen Kambur Ahmet lakaplı dedem,
köy düğünlerinde çok konak almakla meşhurdu, zengin kapı bilinirdi. Üç yüz
dönüm toprakla köyün belli başlı zenginlerindendi. Bize, mirasta, ev yeri
olabilecek bir bağ verilmişti mal bölüşüşünde. Babaannem bunu duyunca, “Ben
sana ev vermedim, kendime ev yaptırdım.”
“Çık benim
evimden” diyerek bizi küçük evden kovmuştu. Babam, tekrar ev yapmak üzere çamur
karmış, iki katlı, üç odalı, cumbalı, ev yapmıştı. Kalın kerpiç ve taş duvarlı,
kışın sıcak, yazın serin bir ev olmuştu. Küçük yaşta, ana-baba rızasıyla,
Eskişehir’e gelin edilen ablamın misafirlerine, bu evde, çok ev sahipliği
yapılmıştı. Babacığım, ‘oğlum bunlar hep yiyici, hepsi yiyici, orası üretim,
burası yetiştirme çiftliği’, dediğinde olsun “Bizi bitiremezler” derdim.
İlkokuldan önce,
Kuran kursuna verildiğimi hatırlıyorum. Babam, “Hayıır, ben oğlumu gâvur
mektebine göndereceğim” deyip almıştı beni hocadan. Babam, askerlik dönüşü,
muhtarlığı döneminde, kendisinin bitiremediği ilkokula, Gökgöz Köyüne gittiği
gibi bizim de gitmememiz için okul yaptırmıştı köye. Öğretmen odun getirin
dermiş, babamlar birer odun götürürmüş her gün ama sobaya en yakın olanlar hep
öbür köydenmiş! Ablam benden iki yaş büyüktü, iki sene önce okula başladı, ben
merakımla onun ders ve ödevleriyle ilgilenince babam benim üzerime daha çok
düştü ve ‘Vizyon’ verdi diyebilirim. Altı yaşında ablamla birlikte 1952-53
döneminde okula gittim geldim. Hikmet hocam, çocuğun hakkını yiyemeyiz deyip
okula kaydedip beni 1953’te ikinci sınıfa geçirdi. Babam da sınıfta kalan
ablamı götürmeyip, beni Atamızın Anıtkabire taşınması merasimlerine Ankara’ya
götürmüştü. İçeriye egzos dumanı veren burunlu Magirus otobüsle çok eziyetli
bir yolculuk yapılmıştı. Erkenden giderek Kızılay’da yerimizi almıştık. Babamın
omzunda töreni güzel izlediğimi hatırlıyorum.
Sonradan
babamın alıp da öğretmenimize verdiği, kalem-cetvel-pergel kazanırdım başarılarımla,
okulda, çok başarılı yıllarımdı. Beş sınıf bir arada olduğu için, dördüncü
sınıfta, beşinci sınıf öğrencilerinin problemlerini çözüp iltifat alıyordum.
Biraz da, sevgilim olmasını istediğim güzel kızın gözüne girmeye çalışıyordum.
Okul başkanı seçildiğim için kırmızı kurdela takıyor ve ders giriş ve
çıkışlarında düdüğü ben öttürüyordum. “Yaşamak çok güzel, iyi ki geldik
dünyaya!” deyişim meşhur olmuştu o yıllarda bile.
Köyde
‘Okuyan’ birisi olarak, yaşamak gerçekten çok güzeldi. Akşamüzeri ‘Şose’
dediğimiz İstanbul-Antalya yolu üzerindeki köprünün korkuluklarına otururdu
gençler. Gömleklerin sol ceplerinde ayna ve tarak, yapıştırılmak üzere
limonlanarak yatırılan saçlar, çeşme başına çıkan kızlarla yarenlik, köy içinde
dolaşıp ‘piyasa’ yapmak, güzeldi. Hele bir de hafif karanlık basınca, saklambaç
oyunu ve bir kızla fındıkların içinde veya samanlıkta saklanmak, zevk olurdu.
Bulunmak istemezdik güzel bir kızla saklanınca. Ayrıntıya gerek yok! Kızlarla,
Hindi, biz ‘Gulü’ derdik, gütmeye gidip küfür edince ‘hadi gel yap’ denmesi
ömre bedeldi!
Yol
kenarında korkuluk üzerinde 20’lerden 9-10 yaşlara inen ‘gençler’ olurdu. Doğan
abi Süleyman’ın akrabası idi, Osman abi beni tutardı. Örneğin, Doğan abi
köprünün öbür başında otururken “Aaa ne dedi!” derdi, kim kime dedi deyince de
“Süleyman, Necdet’e küfür etti” derdi. Ben hemen ortaya çıkıp “Öylemi lan!”
demek zorundaydım. ‘Erkekliğe leke sürülmez’!
Süleyman da
erkekliğe toz kondurmaz, küfretmediği bilindiği halde, “Evet, ne olacak!” deyip
ortaya çıkardı. Çoğu zaman Osman abi beni, Doğan abi Süleyman’ı, tutup çeker
kenara “Şaka, şaka!” derlerdi. Ama bakalım ne yapacaklar deyip de geç
kalırlarsa, birimizden birimiz ötekine bir yumruk atardı. Bugünlerde,
“Taraflara itidal!” tavsiye eden ülkeler misali ‘Dövüş’ yapılırdı, yaptırılırdı.
Hala pek anlamış değilim köyde ben “Galatasaraylı” nasıl oldum. Sonradan
anladım ki Osman abi tutardı Galatasaray’ı, onun sevgisiyle de ben; ne gazete
ne radyo vardı köyde.
Ben ilkokulu
bitirince, bizden öncekiler Geyve’ye gittikleri halde, Pamukova nahiyesine de
Ortaokul açıldı. Gökgöz ve daha ilerdeki köylerden bile yürüyerek gidip geliyordu
çocuklar. Biz de başladık sabah akşam yürüyerek, Ortaokula gidip gelmeye. Alt
tarafı 3.5 km idi ama yol yeni yapılıyordu ve toprak, çakıl ve kum idi. Az
araba geçer ama geçince büyük bir toz kalkardı. Kamyonlardan bazıları bizi
tanır alırdı kasasına. Çanta çantaya kavga eder, büyük bir şamata ile 5-10
kişilik gruplar halinde okul yolculuğu yapardık. Cihadiye gibi Pamukova’nın
çevresindeki diğer köylerden de gelirlerdi. Köyün zengini Süleyman çavuşun oğlu
Süleycan yol kenarıda çalışırken dikilir bize özenerek, sanıyorum, bakardı.
Akşamları görüştüğümüzde de “Tabii dersin ‘yaşamak güzel’ senin ‘şeyin şeyine
denk’ ‘kızlarla fingirdeşip’ okuyorsun!” derdi. Doğruydu, haklıydı, en fakirin,
ama sözde milyonu olan, çiftçinin okuyan oğluydum. Okumam tek kurtuluştu.
İstikbalimi ve istiklalimi kurtarmak zordu!
Çok
başarılıydım ama torpilli ve hocaların akrabası olan çocuklar hep iftihara
geçiyor ben bir türlü birinci olamıyordum. Hep zahirecinin oğlu Mustafa ve
hocanın yeğeni Cengiz veya Yalçın birinci olurdu. Babamın “Oğlum o sana daha
çok biner, seni inek gibi sağar” demesine rağmen elden düşme bir bisiklet
aldırmıştım. Gerçekten de o bana daha çok biniyordu, yolda iki bayır aşağı, üç
de bayır yukarı vardı. Yukarı çıkarken bisiklet bana biniyor, aşağı inerken de
pek gerek yoktu zaten. Harçlıklarımı yemesi de cabası idi.
Sabah akşam,
gidiş-geliş üç sene sonra, 1960 yılında bitti, 27 Mayıs Hürriyet Bayramı
törenleriyle, Nahiye içinde ‘Okul yürüyüşüyle’, mezun olduk. Babam, Bilecik’te
yatılı lise, kısa zamanda maaşa geçilecek olan astsubay ve öğretmen okulları
seçeneklerini değerlendirdi. ‘Göbekli Başgedikli’ olursun diye öğretmen okulu
yerine astsubay okullarını Kara, Deniz ve Hava okullarını anlatırdı. İlkokulu
bitirince ‘Kuleli Askeri Ortaokul’ sınavlarına İstanbul’a gitmiştik babamla.
İstiklal caddesinde, ‘Narmanlı Han’da kalan Emniyet Müdürü amcamın evinde
kaldık ama kahvaltı verildiği için Çengelköy’e Kuleliye giderdik erkenden.
Vapurdan, “Oğlum içine koyacak paramız yok” demesine karşılık, babama naylon
cüzdan aldırmıştım. Bizimle kahvaltı eden Binbaşının birisinin “Köyden
gelmişsiniz, işiniz var, önce bizim çocuklar alınır kalırsa yer sonra sizin
çocuklar alınır” demesine babam çok üzülmüştü. Ne zor koşullarda, ne ümitlerle
buradaydık, duymasaydık, demeseydi, daha iyiydi. Babası binbaşı olan
okuyabilir, önce bizim alınmamız uygundu.
Gerçekten de
okuldan gelen yazıda “Sınavı kazandınız ama kurada kaybettiniz” deniyordu. Ben
de bu Kuleli anımızı hatırlatarak, bir kere kazandık, gene kazanırız diyordum.
Ben “Babacım önüm açık olsun” deyince “Tamam oğlum, sen ne istersen” dedi,
Adapazarı Lisesine kaydoldum. Önce bir Pansiyonda kaldım. Seyfullah arkadaşımla
iyi arkadaşlık ettik. Hatta bir sabah, meydanda, sabah namazından sonra asılan
birini izlemeye gitmiştik, adam “Benim düğünüm bu kadar kalabalık değildi”
deyince çok üzülmüştük. İbret olsun diye meydanda adam asılması hiç hoş
değildi!
Pansiyon,
150 TL ayda, bize çok geldi, küçük bir oda tuttuk, epeyce idare ettim orada.
Lise son sınıfta amcam yanına aldı. Etrafına, tahtakuruları geçemesin diye DDT
döktüğüm yer yatağında yattım. Amcam düşüncesini açık etti sonunda. Öznur,
Rana, Mukadder (İnci) ve Hediye olmak üzere dört kızı vardı. Babama da “Gözü
açılmadan Necdet’in, kızlardan birisini seçin, evlendirelim” demiş. Böyle bir
şey düşünmek için bile çok erkendi. Amcamın, bilye gibi altı üstü belirsizdi!
Sevgili
babam bana daima, “Oku oğlum, milyonum var” demiştir. Zaman içinde ben de
“Sağlığınıza iyi bakın babacığım milyarımız var” demişimdir. Köyde komşulardan para
yardımı talep ettiğinde, hemen herkesin, “Okutup sen ona bakacağına al okuldan,
o sana baksın!” demişler. Ömer abi hariç. Ananem ve dayımın bu konuda hakları
yenmez. Para takviyesi yapmıştı, miktarlar yukarıya çıktıkça, miras tarlaların
tapuları da dayıma geçmişti.
Dayıma
borcumuzun olmadığını babam teyit etmişti bana. Subay çıktıktan sonra, Banka Kartımı babama vermiştim, her ay
belirli bir miktar, maaşımın yüzde onunu, çekiyordu oradan. Bir seferinde
gözüne ilişen paranın tamamını, yani maaşımın tamamını çekmişti. “Olsun
babacım, bir daha ki ay çekmenize gerek kalmaz işte iyi olmuş” demiştim. Her
gidişimde köye, Silahlı Kuvvetler sigarası da götürürdüm. Büyük bir zevk ve
keyifle eşe dosta sigara ikram ettiğini düşünürdüm. Çoğu zaman ne olur olur Ömer
abiden borç almış olurdu ona borcumuzu öderdik. ODTÜ’yü kazanma kağıdını
tarlaya getirmişti Ömer abi çok iyiydi!
Sevgili
nişanlım Hüsniş’imle 1970 yılı 12 Temmuzunda evlendik. Balayına,
İstanbul-İskenderun seferini yapan gemi ile seyahate çıkmıştık. Her türlü
önlemi, kendimize göre, almamıza rağmen, sevgili oğlum Orkun, balayından, meğer
bizimle dönmüş. Eylül ayı geldiğinde Ankara Yenimahalle’de sobalı bir ev
tuttuk. Ortaokulu bitiren kardeşim Timur Nevzat da bizimle yaz tatilinden, Yenimahalle,
Mustafa Kemal Lisesinde okumak üzere, geldi. Dilekçesini babam, ‘Atatürk’ diye
vermiş de kabul edilmemiş, “Ya Hu aynı adam değil mi bu!” diye itiraz etmişti.
Hem çalışan, hem de bize bakan eşim, özellikle son üç ayda çok zor durumlar
yaşamıştı. Annem üç ay bizde kaldı, babam yalnız kaldı diye çok laf oldu. Kimse
bizi düşünmüyor kendi açısından bakıyordu. Kardeşim ertesi sene Eskişehir
Lisesinde okumaya başladı. Bana gelen şikâyetler, “Televizyonlu kahvelerde,
filtreli sigara içiyor, ders çalışmıyor, dersleri zayıf” şeklindeydi.
Yüzüne karşı
söylediğimde, “Tabii ne var bunda, senin Yüzbaşı abin yoktu!” olmuştu. En
kötüsü, yıllar sonra, Almanya’da maaşa geçip zengin olunca, “Abin şöyle abin
böyle diyerek büyümek ne kötü, sen bu ağabeyliği sat bana kaç mark istersin” demesi
olmuştu. Benzer her durumda hep şöyle dedim “Ben Allah’ı bilirim, o alır, o
verir, etme bulma dünyasıdır bu!” Sanırım minnet borcu altında ezikliği
nedeniyle selamımı almaz hala! Bize yakışmayan ‘Mal Davası’ gütmesi de cabası.
“Ne eylerse Mevla’m eyler, ne eylerse güzel eyler!” Zamanla barışırız ümidiyle
bekliyorum, emekli olup 44 sene sonra köye yerleşirse, gene görüşebiliriz. Ne
Türk kaldı, ne de Alman oldu!
Askeri
öğrencilik ve subaylık dönemlerimde, köye resmi elbiseyle gelmemi, öyle
dolaşmamı isterdi tüm komşularım. Herkes asker meraklısı ve sevdalısıydı. Hasta
yatağının başucuna, ‘bu benden çok size layık’ deyip, asıp bıraktığım kılıcım,
yaşlı ve hasta İlyas amcanın ömrüne ömür katmıştı. Daha önce üniversite okuyan
veya subay olan kimse yoktu köyden. Bir nesil sonra astsubay da çıktı, Basri
Katırcı; üniversite mezunu da çıktı, hem de köyden gelip, ODTÜ’yü birincilikle
bitiren, ilkokulda sınıf arkadaşım, babası olmadığı için kendisi okuyamayan,
yakın komşum ve arkadaşım Süleyman’ın oğlu, sanıyorum adı İbrahim. Köye her
gelişimde, Ankara’dan ne haber denip politik gelişmeler sorulurdu. “Ordu
siyasetin dışında ve üstündedir” demem pek hoşa gitmezdi. Bu durum, ilkokulda
her çıkışta yol üzerindeki yaşlılar kahvesinde beni bekleyen yaşlı komşu
babaları hatırlatır bana.
Cumhuriyet
gazetesi okuturlardı. Devamı sayfa kaçta, sütun kaçta yazınca ‘yok bulamadım’
deyince “Vardır iyi bak” derlerdi. Bir keresinde, “Sen sekiz ben seksen yaşında
isem, ben sekiz iken, seksen yaşındaki, Fizan’da askerlik yapan birinin
hikâyesini anlatırsam, hikâye kaç yıllık olur?” demişti, Raif amca. Nerde
olduğunu bilmedikleri, benim çok sonra öğrendiğim, Libya’nın Fizan bölgesinde
yapılan askerlik anılarını duymak istemezsiniz! Yalnız gidiş gelişin bile
mucize olduğunu bilmek yeterli. Omanlı askerlik hikayeleri ya Hicaz ya da Fizan
olurdu genellikle, uzun olduğu, zor koşullarda geçtiği için Çanakkale ve Kurtuluş
savaşlarından farklıydı! Yaşlı bir amca, içine adam koydunuz deyip, radyoya
inanamadan ölmüştü!
Sakarya
Lisesinden 1963’te mezun oldum. Rahmetli Matematik hocam, Özdilek hanım, Lise
son sınıf, Mayıs ayında, ‘ODTÜ’ye
müracaat ettin mi?’ diye sormuştu da ben de ‘o da nedir?’ diye cevap vermiştim.
Sonradan öğrendim ki o zaman 50 TL ödeyip ODTÜ’ye müracaat formu almış, doldurmuş.
Fakir çocuklara, Lisede, öğle yemeği verdirmişti de benim, hocam sayesinde,
günde bir öğün olsun, iyice karnım doyuyordu. Yalnız kaldığım bir küçük kiralık
odada, 5 Numaralı gaz lambasının üstünde, alüminyum tabakta, genellikle yumurta
pişirmekle pek karnım doymuyordu. Neyse, ODTÜ’nün İşletme Fakültesini Sakarya
Lisesinden, diğeri, bugün Prof. Dr. Ercan Enç olmak üzere, iki kişi kazandık.
Okulda büyük sükse olmuştu. Fizik hocam ikmale gittiğimde, ‘Kahramanımız bir de
sınava mı gelmiş?’ diye takılmıştı.
Üniversite Yılları
Her şey, 30
Kasım 1963, Cumartesi, saat 12.00 de başladı. Eylül ve Kasım ayalarında ne
yaşadığımı ve nasıl yaşadığımı hiç düşünmek istemem. Üniversite kazanmış biri
olarak Sakarya Lisesinden uğurlanmam bir anlamda çok başka bir maceranın
başlangıcı idi. Sonrası tam bir belirsizlik olmuştu. Karayolları Genel
Müdürlüğünde Personel şefi ve Maliye Bakanlığında Maliye Muhakemat Müdürü
amcamlar vardı ama okumak için onlara gelmiş olamazdım, neyimize güvendik pek
emin değildim. Önüm açıktı her anlamda!
Normal
Liselerden mezun olanlar, ilk yıl, ODTÜ’de, Prep School, Hazırlık Sınıfını,
okurlar, Kolejlerden mezun olanlar ise doğrudan Fakültenin birinci sınıfına
kaydolur. Ben de bir yıl Prep okudum ve İngilizce öğrendim. 1963 yılında okul
Eylül ortasında açıldı, henüz Üniversite açılmamıştı, 1 Ekim’de açıldı. Milli
Müdafaa caddesinde, Emekli Sandığı binasında, okulun yurdunda, kalıyorduk. İç
İşleri Bakanlığının önündeki cepten kalkan ODTÜ otobüslerine binip okula
gidiyorduk. Yurtlar ile otobüsler arası normal olarak kısa sayılır ama ne
ayağında ne de üstünde başında olan birisi için o yol bile sorun oluyordu.
Şansıma olacak o sene Ankara soğuk mu soğuk, yağışlı mı yağışlı. Pardösümü
almadan veya unutup çıkıvermişim gibi kolları kısalan ceketimle otobüse
koşardım. Otobüste ısınırken, güzel kızlar, kendilerini alacak özel arabalarını
beklerdi, yolun kenarında, kantinlere gidip gır-gır için!
Kayıtlar
için köyden misafir geldiğim amcamlarda okul açılınca kalmıyordum artık. Yurda yerleşmiş
biri olarak yurtta yaşıyordum. Ekim ayı ortalarında sanıyorum, amcam eski
pardösüsünü vermişti de yağmur ve karda biraz daha iyi olmuştu. Çünkü köyden
gelen cılız, boyu küçük, birisi için pardösü biraz büyüktü ama şikâyetim yoktu,
daha iyi ısıtıyordu. Kaşkolum da olsaydı iyi olurdu diye düşünüyordum. Kasım
ortalarından sonra ayakkabımın altı da pek kalmamıştı. Köyden tarla satıp da
gönderilen paraları çok idareli kullanıyordum. Adapazarılı, Kadir arkadaşımla
yürüyüp Kızılay’a gider birer ekmek alırdık. Gelip yurttan da zeytin peynir
almayı planlardık. Yurda geldiğimizde ekmeği yolda yemiş, karnımız doymuş,
olurdu. İyi ki öyle olurdu zeytin peynir parası da pek yoktu zaten. Sanki
belirli bir süre için idare ediyordum!
Karayolları
Genel Müdürlüğünde Personel şefi olan, Hikmet Okur amcamın desteğiyle MSB-Milli
Savunma Bakanlığı, bursuna müracaat ettim ve kazandım. MSB’lığı, 1963’te, ilk
defa, bir adet, bizim fakülteden de askeri öğrenci almaya karar vermişti. Çok
zor geçen iki buçuk ayın ardından nihayet 30 Kasım 1963, Cumartesi gelmişti ve
benim askeri öğrenci olma işlemleri tamamlanmıştı. Saat 12.00’de, ‘alın bu
kişisel giyim kuşamı, dolabınıza koyun ve aşağıya yemeğe inin’ demişti kayıt
yapan Binbaşım. İşte tam bu esnada kendime, Allah’ın huzurunda, iki gözüm
yaşlı, söz vermiştim. ‘Ordunun bana ihtiyacı olduğu sürece ordudan
ayrılmayacaktım!’ okul ve yaşam sürecim şimdi başlamıştı. Dünya ve memleket
talebelik görsün!
Artık
kaşkolum da vardı, sıcak yün fanilalarım da vardı. Bu nedenle her şey benim
için o gün başladı. Karnım tok, sırtım pek idi. Köyden anne babam, Hikmet Okur
amcam çok memnun idi. Köydeki işlerle kıyaslandığında okuma, lisan öğrenme işi
çok kolaydı. İş değildi, buna iş denmezdi. Nitekim birinci ve ikinci sınıflarda,
âşık oluncaya kadar, ‘Şeref Talebesi’ olmuştum! Fakülte ve Yüksek Okullar
Askeri Öğrenci Komutanlığı’nın, Okul Komutanı şeref talebesi olduğumu duyunca
özel komutan kartvizitine, babama tebrik mesajı yazmıştı. Rahmetli-kulakları
çınlasın, benim tabirimle, babacığım, bu kartı hep gururla yanında taşıdı. Az
da olsa 37,5 TL maaş da alıyorduk. Köye radyo alabilmiştim. Okulumuz en alt
katta ‘Yemekhane’, orta katta ‘Dershane’ ve en üst katta da ‘Yatakhane’ olmak
üzere üç katlı idi. ODTÜ’lü askeri öğrenciler çoğalınca bizim de ‘Dershanemiz’
oldu.
İlk
günlerde, en alt katta ki ‘Ayakkabı Boyacısının’ orada olup olmadığını sormak
için, ince bir sesle ‘Asker abii’ diye bağırdım. Beni duyan kıdemli bir askeri
öğrenci abim ‘sen ne yapıyorsun’ deyip aşağıya ‘oğluum!, asker!’ diye gür bir
sesle öyle bağırdı ki her katta duyan askerler yukarıya baktılar. Hemen olmasa
bile bir süre sonra ben de askerlere, yaşım henüz 17 olduğunu ve onlardan küçük
olduğumu bilerek, ‘Oğlumm!’ demeye başladım. Askeri Öğrencilik tam bir milat
olmuştu. Öncesi ve sonrası tamamen farklıydı. Beni küçük, kısa boylu, cılız
bulan, Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesinde askeri öğrenci olan Mehmet abim el
atmış, yardım etmiş, özel barfiks dersleri vermişti.
Kısa zamanda
serpildim, boyum uzadı, güçlü kuvvetli oldum. Artık ben, yatılı okullarda adet
olan, zayıfları dövme, korkutmaya uğramıyordum. Bu alanda da işler tersine
dönmüştü. Çoğalan ODTÜ askeri öğrenciler arasında Başçavuş seçilmiştim. ‘İdare’
ile aramızdaki ilişkiyi ben yürütüyor, sabunları örneğin ben dağıtıyordum.
Bileğimin gücü sayesinde, İstanbul ve Ankaralı zengin çocukların arasına kabul
edilmiş, onlarla da arkadaş olabilmiştim, Koray gibi. Fakülte ve sınıfta da askeri öğrenci olarak
bana ‘General’ diyorlardı. Benim tuttuğum mendili, Sayın Kemal Kurdaş
rektörümüz bile kapmaca oynamıştı. Hatta bir gün küçük bir fidanın gölgesine
başımızı, görsün diye, zorla sokmuştuk da, Rektöre “Bir gün gölgesinde
yaşayacağımız ağaçlarımız olacak demiştim size!” dedirttik. Çünkü “Ağaç
Bayramı” diyerek bize çok ağaç diktirmişlerdi. Çevredeki çamlar, yerleşke
içindeki cılız fidanlar adam olmaz gibi geliyordu o yıllarda. ODTÜ arazisinin
çok geniş, 13 bin dönüm kadar, olduğunu duymuştum. İçinde bir göl, Mogan, bile
vardı, henüz gitmemiştik ama elbet bir fırsat olacaktı. 1963-1966 yılları
arasında ODTÜ de barakalarda her Çarşamba dans ve müzik vardı, eğlenceli
geçiyordu günler. Mimari öğrencileri daha şen şakrak idiler. Her fakülte bizim
fakülteye güzel kız görmeye gelirdi. Mühendislik kızları akıllı ama hep gözlüklü
idi. Biz ise güzel kız-erkek ilişkisi görmek için FAS Binasından, Mimariye
giderdik. Kız erkek, bütün çocuklar çok şamata idiler! İlk yılların kıymeti
sonradan daha iyi anlaşıldı. ‘Devrimcilik’ çıktı geldi okula. Evrim varken,
Devrime ne gerek vardı!
Kafeterya
açılınca boykot edilir, arkaya yanaşan sandviç kamyonundan doyunurduk
parasıyla, yemeklerin ziyan olması pahasıyla! 1967-68 daha zor geçti. ABD
büyükelçisinin arabası yakıldı rektörlük önünde. Burjuva adetleri denip müzik
ve danslar kaldırıldı. Neyse ki son cüppeli-kepli mezuniyet töreni 1968 yılında
yapıldı da biz de normal diploma töreni ile diplomamızı almıştık. Bizden sonra
uzun süre, örneğin, 1969 yılı mezunları için, tören yapılamadı. Mezuniyet de
zaten genellikle, Haziranda değil, boykotlarla uzayan sömestirler ne zaman
biterse o zamandı.
Genelkurmay
Başkanlığında göreve başlamadan önce iki önemli anı daha var. Haziran’da mezun
olduk ama tayinin Eylül ayında çıkacağı söylendi. Sınıf arkadaşım sevgili Metin
Kiraz ve orkestrası yazın işe başlamadan önce hem eğlenip hem de para kazanmak
istediler. ‘Sen de gel Dünya kampının merkezine gidelim oradan Kızılay’a
gezmeye çıkarız’ dediler. Gittik, Erdek’teki Dünya kampının merkezi küçük bir
yerdi. Sahibi, onlarla anlaştı orkestra konusunda iş bitti, bana döndü Patron,
sen ne iş yapacaksın dedi. Ben ‘aynı sınıftan Teğmen çıktım, Eylül’de tayinim
çıkacak’ dedim. O zaman sen de gel kampa müdürlük yap dedi. Arkadaşlar dâhil
neden olmasın resmi değil gayri resmi iş yapacağız dediler. Peki dedim. Tam o
anda kapıdan üç güzel genç bayan girdi, kampın denize bakan odasından yer
ayırttılar. Patron fişlerini kesti para almak istedi, kız fişe baktı ve “Burada
denize bakan oda yazmıyor?” dedi. Patron, “Hanımefendi bize güvenmiyor
musunuz?” dedi sertçe.
Kız, “Benim
adım ne?” diye sordu, daha sertçe. Patron ne bileyim adınızı deyince kız,
“Adımı bilmiyorsunuz benden güven bekliyorsunuz!” deyince biz ‘İşletme’
mezunları birbirimize bakıp bu da bizim “Master’ımız oldu!” dedik. Patron,
fişin üzerine ‘denize bakan odadır’ deyip imzaladı da parasını alabildi.
Erdek’te
Kampta fazla kalamadım. Müdürlük adı altında çarşıdan, mutfağa et gibi
malzemeler alıp, miktar ve kalite kontrolü yapmak henüz bana uygun değildi.
Aklım sevgilimde idi. Hiç görmediğim Bursa’da ne yapıyordu yazın? 23 Mart
1968’de, ODTÜ Askeri Öğrencilerinin Yıllık Balosu ‘İçtima’da tanıştığım,
KTYÖO-Kız Teknik Yüksek Öğretmen Okulu ikinci sınıf öğrencisi, müstakbel eşim,
Hüsniye Hançer’i, Bursa’da görmek, ailesiyle tanışmak istemiştim. Ayrıca, köye
gidip anneme babama yardım ettim tayin oluncaya kadar. Örneğin, harman yerinde
ayçiçeği kafalarını dövdük. Ne kadar yardım etsem azdır, sonrası yoktu!
“İçtima”,
ODTÜ Askeri Öğrencilerinin Yıllık Balosu, 23 Mart, 1968 de, ‘Playboy Gece
Kulübü’nde yapılmıştı. Eski sınıf arkadaşım olan Faruk Vural, Kız Teknikten bir
kıza âşıktı, kız, ‘yalnız gelmem bir arkadaşımla gelirim’ deyince, ikna etmek
için aşığını, bana ‘sen bir kızla gelme, yanında gelenle tanıştırırım seni’
demişti. Ben de amcamın oğlu Mete Okur ile baloya katılmıştım. Faruk, ‘bunlar
evlenilecek kızlar oğlum ziyan etmeyeceğine söz ver tanıştırayım’ demişti.
Dediği gibi de oldu o aşığına kavuşamadı ama bizimki oldu. Tam 55 yıl bir
yastığa baş koyduk.
Hiç çok
sevmekten vazgeçmeden, ikinci defa Covid-19 oluncaya ve kendisi, 17 Mart, 2022’de
Covid’e son kurbanlardan oluncaya kadar, evli kaldık. İkisi de ODTÜ’den olmak
üzere, 1971 model bir oğlumuz, Elektrik ve Elektronik mezunu Orkun ve 1979
model bir Bilgisayar Mühendisi kızımız Beste oldu. Kızımın kızı, Pera, oğlumun
oğulları, ilki Nurhan’dan Kaan ve ikinci evliliğinden, Burcu’dan, Bartu, var.
Herkes bize güzel aile olduğumuzu söylese de bu ünümüzde Hüsniş’in ağırlığı ve
sevgisi çoktur. Çok sevecen, çok özveriliydi.
Erdek’ten
ayrıldım, Bursa’ya ilk defa geliyordum, daha önce hiç gelmemiştim. Kulaktan
dolma ‘Bahar Mahallesinde’ Ahmet Hançer’e ait ipekli dokuma fabrikasını aradım.
Aziz ve Metin amcaların fabrikaları da oralardaydı. Metin abiye rastladım. Sen
kimsin dedi. ‘ODTÜ İşletme Fakültesi mezunu Teğmen’ diye tanıttım kendimi.
“Buraya kadar güzel, Hüsniye’nin haberi var mı? Dedi. Var dedim, gönlü var mı
dedi var dedim.” O zaman atla dedi, Motosikletine bindik. Fazla konuşmadan
Mudanya’ya gittik.
Batı
yakasında, zeytin ağaçları altında çadır kurulan yere vardık. Sen dur burada
deyip çadırlara daldı. Abim henüz gelmemiş, birazdan gelir, gel biz tepede
kahvede bekleyelim dedi ve atladık motora yine. Yakın ‘Yıldız tepe’ manzarası
güzel, Mudanya’yı tepeden gören bir yerdi. Epeyce sohbet ettik, Hacı Bey Ahmet
Hançer de geldi katıldı bize. Askeri öğrenci olurken bu kadar incelemeden geçmedim
sanıyorum, köyden bir kişiye sormuşlar nasıl tanındığımızı o kadar.
Fabrikatörleri
düşündüren ‘Maaşımla, ailece nasıl geçineceğimiz’ sanmıştım esas meseleyi.
Meğer vazgeçirmeye çalışıyorlarmış beni, sorun asla para değil dediler, senin
kendinden ne kadar emin olduğunu, ne kadar sevdiğini ölçmeye çalıştık
kendimizce dediler. Konunun aile toplantısında görüşülmesi, aile ziyaretlerinin
yapılması, konuşup anlaşmaya varılması, her şeyin bir usulü ve adabının olduğu
söylendi. Ben ise sanki orada ‘Anneme babama fazla iş bırakmadan işi bitirmeye,
söz almaya çalışıyordum’. “Benim olmadığım aile toplantınızda beni kim
savunacak, izin verin ben de katılayım o toplantınıza” demiştim. En azından
kendilerinin olumlu bulduğunu söyletmeye çalıştım. Meğer Hüsniş’im de Bursa’da
imiş o gün, onunla konuşmadan hiç renk vermemeye kararlı idiler. Daha fazla
üstelemeden tepedeki sohbetimize bir son vermek zorunda kaldım. Adreslerimiz
alınıp kaydedildi, ‘Biz sana haber veririz’ dendi gönderildim. Köye dönersem,
işe güce dalarsam, yazın yanmış yıpranmış anne-babamla ne yapabiliriz, nasıl
yapabiliriz hiçbir fikrim yoktu. Üsteledikçe ben de ne diyecektim!
Sanıyorum
bir hafta on gün sonra, bir gün köyün aşağısında, Küçük ormanlarda, tren yoluna
yakın, harman yerinde, ayçiçeği kafası dövüyorduk. Birkaç gün önce kestik,
taşıdık, köklerini söktük babamla. Yine babamla ayçiçeği köklerini sökerken,
henüz ilkokuldayken, akşamüzeri saat akşam 08.00 gibi tepemizden uçak
geçiyordu, babam başını kaldırdı, “Bir gün, ama bu tarafa ama öbür tarafa,
akşam gidecek, gece döneceksin bu uçaklarla” demişti.
Gerçekten de
bir kere oldu, Altay’da çalışırken, akşam 18.00’de Ankara’dan İstanbul’a
gittik, Hilton’da, Macarlarla, silah yatırımları için pazarlık edip, gece
11.00’de dönmüştük. Sanki herşey ‘Babacığım’ için!
Neyse,
harmanda pejmürde bir şekilde güneşin altında yırtık pırtık gömlek ve şortla,
yarı çıplak iş yapıyoruz, köyden bir tanıdık komşumuz ile yukarıdan aşağıya
yoldan üç kişi geldi. Komşu “Hadi bana eyvallah” deyip gitti. Gelenler Hacı Bey
ile Ali dayı idi. Ben babamlara anlatmadan önce olmadık bir şekilde tanışıldı,
kendi kendime ‘Bitti bu iş’ diyerek karşıladım. Böyle düşündüğümü de köyden
ayrılırken kendilerine anlatmıştım. “Seni kahvede, subay oldum ben artık deyip,
oyun oynarken, otururken, bulsaydık da sen bizi buraya annenin babanın yanına
getirseydin bu iş hiç başlamazdı. Esas şimdi bitmedi, başladı.” dedi hacı Bey.
Aileler de çok iyi anlaştılar. Biz de Kemal dayımı alıp onları, geleceğimizi
haber vererek, çadıra, ziyarete gittik. İşi daha fazla uzatmadan adını koyduk,
20 Ağustos 1968’de nişan yaptık. Artık Ankara’ya nişanlım ile dönecektik. ‘Bir
gören olur’ diye birlikte çıkamıyorduk bile. ‘Çıkışlarımız’ için rahatlamıştık!
Öyle de
oldu, babamın “Oğlum, ben senin yüz başı olup ondan sonra ciddi işlere
kalkışacağını, para biriktirip, evini tutup, yerleşeceğini düşünüyordum”
demesine rağmen, “Aşk babacığım” diyerek gönlünü aldım, razı ettim. İki yıl,
Kız Tekniğin ve Sıhhiye Ordu Evinin yakınlarında Hanımeli sokakta, ordudan
ayrılan Tarık abinin yanında bir odada kaldım.
Evin okula
yakın oluşunu ikimiz de çok sevdik, gençlik! Okulu bitirdikten iki yıl sonra,
12 Temmuz, 1970’de evlendik. Eş durumundan yakın bir okula tayin
edilebileceğini düşünmüştük. Afyon, Emirdağ’a tayini çıktı eşimin. İstifa edip 4
yıllık yatılı okul masraflarını, düğünde takılan bütün altınlarımızı satarak,
karşılamak zorunda kalmamız zorumuza gitmişti!
Yenimahalle’de,
“Kendin dik kendin giy!” sloganıyla ‘Biçki Dikiş Kursu’ açma fikrini
geliştirdik. Bu kurslardan başka yerde vardı ama Yenimahallede yoktu. Bir yer
kiraladık, ‘Beşinci Durak’ denen mahallenin ortasında iyi bir yerdi. Ama olmadı
yıllarca uğraşmamıza rağmen geliştiremedik, zengin olamadık. İstifa ettiğimiz
için de Milli Eğitim öğretmen olarak almıyordu artık. Hacettepe Üniversitesinde
Personel şefi olan Kemal amcam kütüphanede iş verdi. Memur oldu, yıllarca
çalıştı orada ve Beste orada doğdu sanıyorum. Bizim sınıftan Dişçiliğe geçen Faruk
diş doktoru olarak Hacettepe Dişçiliğe geldi. Bursa’dan beri tanıştığı ve beni
tanıştırdığı halde Hüsnişim’i Dişçilikte görmezden geldi, işini hafife aldı,
kırıldığımızı hatırlıyorum. Her şey insan başına, dostluk bu kadar!
Atanmadan
önce, tatildeyken Trafik Ehliyeti de almak istedim. Ders alamaya başlamam
Bursa’da laf oldu, ‘kayınpederin arabasına göz dikti’ denildi. Sevgili Hüsnişim
“Bizim de Mercedes’imiz olur diye gönlümü almaya çalıştı. Ben de “bizimde olur
belki 60 yaşında” demiştim. Gerçekten de 60 yaşında eşimin doğum günü hediyesi
olarak ‘E 200 Mercedes’ almamız sürpriz oldu!
MSB ARGE, İlk Atanmam
ODTÜ İdari
İlimler Fakültesi, İşletme Bölümünden 30 Haziran 1968 itibari ile mezun olup
yaz tatiline çıktık ve Eylül ayında bizi askeri öğrenci olarak Fakültelerde
okutan K.K.K.lığı Okullar D. Bşk.lığı ile ilişki kurduk. Önce sınıfımın tayin
edilmesi söz konusu oldu. Doktor ve Mühendislerin sınıfları belliydi. Bana da
“Diplomanda Doktor veya Mühendis yazmıyorsa demek ki Öğretmensin” denildi.
Çünkü öğretmen sınıfı içinde her türlü meslek vardı. Böylece Öğretmen Teğmen
oldum, sıra geldi tayin olacağım, çalışacağım iş yerinin belirlenmesine.
Mühendis arkadaşlardan duyduğumu sanıyorum, MSB lığında ARGE Dairesinde iyi bir
çalışma ortamı olduğu söylendi. Tayin Dairesine gidip bizim ARGE için
yetiştirilmiş olduğumuzu söyledim. Makul ve mantıklı karşılandı oraya atandım.
ARGE D.
Bşk.lığında disiplinler arası çalışma ortamı olan “Harekat Araştırması” Ş.
Md.lüğü vardı. Hatırladığım kadarıyla fizikçi Güner Omay, Matematikçi İşmen
Kendir öğretmen binbaşılar, Antropolog Tuncer Pekintürk, öğretmen yüzbaşı ve
matematikçi sivil memur Alev Günal vardı. Benim de aralarına katılmam
memnuniyetle karşılandı. Alt tarafı kontrapilak, üst tarafı buzlu cam olan
küçük bölmelerden biri de benim için hazırlanmıştı. Masa ve sandalye, bir masa
üstü takvimi, kalemlik falan hazırdı. İsmini de yazdır tamam olsun dendi. Ortam
çok dostça idi ve “Ben ne yapacağım burada” dedim. Okuyup yazacaksın dendi.
“Bu iş
midir, okuyup yazmaya siz iş mi diyorsunuz? İş dediğiniz köydeki işler gibi
olur, toprakla, hayvanlarla güreşir, uğraşırsınız” diyerek sohbet etmiştik. Bu
deyişime, “Bu işlerin on katı olsa benim onda birimi doldurmaz” deyimini de
ekleyip çok sonra kendi personelime de söylemişimdir. Önce bir Tümgeneral D.
Başkanımız vardı sonraları Albaylar oldu. Son hatırladığım, ARGE’de, Müh. Alb.
Remzi Karaman idi. Genelkurmay Bşk.lığından verilen projeler üzerinde
çalışıyorduk. Planlama aşamalarına da katılıyorduk, yani ARGE bu projeler
üzerinde çalışsın diyorduk ve Gnkur bunları onaylıyordu, sonra takdimler
yapılıyor, sonuç ve önerilerde bulunuyorduk.
“Harekât
Araştırması-OR-Operations Research” sonradan ‘Yöneylem Araştırması’ denildi,
esas itibariyle ‘Problemlere, Sorunlara, Disiplinler arası’ bakış ve
değerlendirmedir. Ben de mesleğim gereği projelerin Maliyet Etkinlik Analizleri
yönünü geliştirmeye çalıştım. Hiç kimse bir projeyi tek başına alıp götürmüyor,
herkes bir ucundan tutuyordu. Sonuçlar ‘Teksir’ edilerek çoğaltılan raporlar
halinde Komuta Katına arz edilirdi. Arzlar da küçük subay olarak bana kalır,
paraf veya imzaya ben kalır mesai sonrasında Komutana arz ederdim. Birkaç yıl
içinde, ARGE’ye, Amerika’ya mühendislik fakültelerinde okutulmak üzere
gönderilen Üsteğmen ve Yüzbaşıların dönüşleri oldu. Amerika’da dört yıl
okudukları için, dönüşte dört yıl kıdem aldılar ve hemen, hepsi, Yarbay ve
Albay oldular. Bu nedenle bir sürü mühendis subaylarımız oldu. Ama tornavida
alıp mühendislik yapan hiçbir subayımız yoktu!
Aklımda
kalan, hepsinin müdür olma hevesi vardı. O seneler, sanki bu mühendislere uygun
tayinler olsun diye, sıkça organizasyon-reorganizasyon yapılıyordu. Bir
mühendis yarbayın “Gene bir müdürlük kapamadık” dediğini hatırlıyorum. Zaten
birbirlerine kefil olanlardan bazıları yabancı kızlarla evlenip ordudan
attırdılar kendilerini, bazıları da istifa gibi sebeplerle ayrıldılar.
Yurtiçinde okutulan askeri öğrencilerden ordu çok yararlandı. ODTÜ mühendislik
fakültelerinde okuyan birçok denizci ve karacı askeri öğrenciler oldu. ODTÜ’lü
askeri öğrenciler olarak yıllar içinde çoğaldık büyük bir grup olmuştuk.
Bu
reorganizasyonlardan birinde bizim daire, Genelkurmay’da Genel Plan ve
Prensipler Başkanlığının (J-5) içine “Savunma Araştırma Daire Başkanlığı”
olarak bağlandı. 1970 yılındaki Üsteğmenliğimden, 1989 yılı Ocak ayında emekli
Yarbay olmama kadar, hiçbir tayin görmeden, burada çalıştım. Yüzbaşı olarak
Gnkur’da en genç Şube Müdürü de oldum. ‘Çalışma Yerimiz’ önce, Genelkurmaya,
güney kısmına, yeni yapılan ek binanın en alt katında, zeminde idi.
Bitişiğimizde yeni açılan Bilgisayar bölümü vardı. İç taraf bahçeye bakıyordu,
sabah 10.30 ve öğleden sonra 15.00 gibi 15 dakikalık çay saatlerimiz olur,
bahçeye çıkardık. Yeni tayinler oldu bize, Öğ. Alb. Kâmil Karavelioğlu, Öğ.
Bnb.lar Ali Gökgöz ve Zeki Tüfekçioğlu. Meslek subayları olarak Gnkur
Başkanlığında düzeni biraz bozuyor olabilirdik. Tüm personelimiz yeni
yerlerinde hüsnü kabul gördü, diğer J-Başkanlıkları personeli arasında tanınır
olduk. Gnkur’da, normal olarak, üsteğmen ve yüzbaşı yoktu.
Genelkurmay
Karargâhına Geçiş
Giriş
kartlarımızın yakamızda takılı olmasına alışamayanlarımız vardı. Personel
başkanlığından İlgili ve yetkili olan Albayımıza, kartını sorduğunda, Zeki
abinin, “Taksam ne olacak takmasam ne olacak” demesinin çok yerden ses
getirdiğini hatırlıyorum. Biz aramızda genellikle birbirimize ‘abi’ derdik ve
subaylar arasında geçerli olması beklenen “Komutanım” hitabını kullanmadığımız
için eleştirilirdik. Aslında abi-kardeşlik özelde kalmalı herkesin içinde
‘komutanım’ demeliydik ama zor gelirdi çifte lisan. Ele aldığımız projeler
olumlu sonuçlandığı için ‘bizim alanlarda da araştırmalar yapılsın’ diyen
komutanlar çok olurdu.
Şube
müdürümüz Kamil albayın odasında çalışıyordum. Birçok konuda onun deneyimlerinden
yararlanmıştım. Benim onu sevdiğim kadar o da beni severdi sanırım. Çok ilginç
anılarımız oluyordu zaman içinde. Kendileri SHAPE Technical Center-STC denen,
Hollanda’da, Lahey kentinde bulunan ve yıllarca çalıştığı, araştırma merkezinin
yıllık toplantılarına katılırdı. 1972 yılı Mayıs toplantısı dönüşünde, ‘seneye
seni de götüreceğim toplantıya’ demişti. Tebessüm ettim, nasıl olacak demiştim.
Hemen ‘Gördün peşin parayı gülersin’ esprisini patlatmıştı. Yıllarca yurt
dışında çalıştığı, görev yaptığı için bilgisi görgüsü müthiş birisiydi. NATO’yu
da iyi tanıyordu. Araştırmacı uzmanlara tanınan hakları da biliyordu sanırım.
Belki de daha önce yolunu aradı, olabileceğini anlamıştı.
Nasıl yaptı
bilmiyorum ama 15 günlük NATO bursu ayarladı ve gerçekten toplantıya birlikte
gittik, 1973 yılı Mayıs ayında. Kendisi bir haftalık, bizim ‘Yıllık Geçici
Görev Yolluk ve Yevmiye’ye tabi olarak günde 300 TL yevmiye veya harcırah
alırken, ben, uçak biletini de, 15 günlük ve günde 500 TL’lik harcırahı da
NATO’dan almıştım. Uçakta beni cam kenarına oturttu. Uçak yan yatıp dönüş
yaparken gayri ihtiyari kendimi içeri doğru topladığımda hemen, ‘korkma uçak
sen dayanıyorsun diye yan yatmaz’ esprisini patlatmıştı. Pazar günü öğleyin
Lahey’in okyanus kenarındaki kumsalına götürdü. Bir türlü akşam olmuyor,
karanlık çökmüyordu, çok sayıda çok güzel kızlar vardı ve gençler ortalıkta her
şey yapıyordu. Önümüzde öpüşenlerden utanıp yer değiştiriyorduk. Geç vakte
kadar kalmak istemiştim ama yarın iş günü deyip beni pansiyonuma bıraktı ve
kendisi oteline gitmişti. ‘Sabah 08.23’te, otele en yakın otobüs durağında,
buluşalım’ deyip ayrıldı. Durağa erken gelmiştim, o tam zamanında geldi ve
bana, ‘burada duraklarda saatini ayarlayabilirsin otobüs ve tramvaylar tam
zamanında gelir, dakiktirler’ dedi. Pazartesi akşam, ben bir otobüs önce kaçtım
STC’den. İş çıkışı beni aramış ve anlamış neden kaçtığımı. Doğruca dün akşamki
kalabalık okyanus kenarına gitmiştim. İn cin top oynuyordu, bir iki köpekten
başka canlı yoktu, her taraf da kapalıydı. Köşede saklanıp duran, beni gözleyen
albayımı görünce çok utandım. “Biliyordum aklının burada kalacağını, onun için
geldim ben de, burada bir ‘hafta içi’ vardır, bir de ‘hafta sonu’ vardır, iki
ayrı dünyadır.”
“Eğer
birisine eğlenirken karışırsan, ‘ben çalışırken nerdeydin derler’ ve
karıştırtmazlar” dedi. Kendisi bir hafta sonra döndü ben bir hafta daha STC de
bir İngiliz araştırmacının geliştirdiği ADAS-All Dancing All Singing adlı
bilgisayar programı üzerinde çalıştım. Program, bir hava üssüne saldıran uçaklara
karşı hava savunması hakkındaydı. Eve, iyice para biriktirerek dönmüştüm.
Dönüşüm de Amsterdam-Brüksel-Paris-Nice-Roma-Atina-Ankara üzerinden olmuştu.
İlk yıldan
itibaren, Master yapmaya çalışmıştım. Öğretmen subayların haftada iki yarım gün
izin alma hakkı vardı. Bu haklarını bazıları dershanelere giderek ders vererek,
bazıları liselerde ders vererek, para kazanarak, bazıları da fakültelerde
Yüksek Lisans yapmak için ders alarak kullanıyordu. En baştan başlayarak,
dilekçemi sıralı komutanlara vererek başladım, kabul görmedim. Araya Paşalar
sokarak denedim. Sıhhiye Ordu Evinde, paşaların bölümüne, girip ‘komutanlarım
ben okumak, master yapmak istiyorum’ dedim. ‘Ah benim zamanımda böyle gençler
olacaktı ki’ diyenler oldu ama sonuç yoktu. Bir gün Gnkur’da rastgele bir
koridorda dolaşıyordum, açık olan kapısından girdim ‘komutanım ben okumak master
yapmak istiyorum’ dedim, ‘yavrum ben Lojistik Başkanıyım neden bana geldin’
demişti, ‘size geldim çünkü kapınız açıktı’ demiştim. Kara Kuvvetleri
Komutanının oğluna özel ders veren birisi sayesinde Komutan’a ulaştım ve
niyetimi bildirdim gene sonuç yoktu. En ilgili ve yetkili olan dairenin
KKK’lığında, Okullar D.Bşk’lığı olduğunu öğrendim.
Gidip
konuşmak istedim. Merdivenden orta kata çıktığımda daire başkanı paşam
odasından çıktı ve tesadüfen beni gördü, tanıdı ve “Master yooook” diye öyle
bağırdı ki çevre odalardan dışarı fırladılar, merdivenlerden aşağıya zor
kaçmıştım. Anladım ki her teşebbüsüm burada son buluyordu. Adamcağız beni çok iyi tanıyordu. Uğraşımdan ben de yorulmuştum!
O yıllarda,
lojmana kadar, Yenimahalle’de kaloriferli, Teksif sendikasında çalışan bir
hademenin evinde oturuyorduk. Aynı sendikanın yetkilileri de orada oturuyor ve
iyi arkadaş olmuştuk. Ev sahibim sendikaya gireli 6 ay olmuştu, bu eve sahip
olmuş ama ödemesini kira ile yaptığı için sanıyorum kendisi oturamıyordu.
Yüzbaşı, bir hademenin kiracısıydı. Karşı kapı komşumuz Em. Hv. Astsubay Ahmet
Beyler idi. Çok iyi aile dostumuzdular. Bir gün bana ‘akşama bize Emekli
Korgeneral Vehbi paşamlar oturmaya gelecek ben ne konuşayım yüzbaşım, lütfen
siz de gelin, iyi Atatürkçüdür anlatırsınız’ dedi. Dediği gibi de oldu çok
sohbetli bir akşam geçirdik. Ben de hikâyemi ona da anlatmıştım. Kamil albayım,
ona ‘Harmandalı Vehbi’ derler, nerden nereye kısmete bak deyip geçmişti.
Albayım, on
sene sonra, 1973 Eylül ayı sonunda, yarım gün çalıştığımız, yine bir Cumartesi
günü saat yarım bir arasında odanın kapısından içeri girdi ve bana ‘çabuk kapıya
çık bak kim geliyor’ dedi. Dediğini yaptım, kapının eşiğinde dururken önümden
Personel Başkanı Korgeneral ile bizim Vehbi paşa, elleri arkada bağlı, sohbet
ederek, yürüyerek, yemekten geliyorlar.
Beni kapıda
görünce Vehbi Bey, sağ elimden tuttu ve birinci kattaki personel başkanlığı
odasına çıkana kadar da bırakmadı. Kapıdan girerken beni gören Personel
Başkanım ‘bu da kim’ dedi, Vehbi bey ‘soru sorma dinle’ deyip bana baktı. Ben
de kısaca ‘komutanım ben okumak, Master yapmak istiyorum’ dedim. Yerine
oturmadan telefon açtı ‘bak biri sana geliyor gereğini yap’ dedi. Saat 13.00’e
beş falan vardı. Köşeyi dönünce gördüm, Personel Daire başkanı kapıdan çıkmış
beni bekliyordu, ‘nedir evladım’ dedi, ben de ‘komutanım okumak, master yapmak
istiyorum’ dedim o kadar. Hemen telefon etti Kara Kuvvetleri Personel Daire Başkanına
‘Necdet sana gelecek gereğini yap bu bir emirdir’ dedi kapattı telefonu.
Pazartesi günü, ilk işim, sabahleyin, KKK’lığına gitmekti. Gittim en kısa
şekilde derdimi anlattım. Yeni yetkili ve ilgili paşam “1 Ekim’den itibaren,
tam maaşla, izinlisin git kaydol, dereceni alınca gelirsin” dedi. İnanılamaycak
gerçek!
Master
konusunda her şey çok olumlu bitmişti, yorgunluğum mutlu sona erdi, nasıl
erdiğini hala pek anlamış değilim. Vardır Allah’ın bir hikmeti diyordum hep
varmış gerçekten. Mezun olduğum bölümde, beni yoran beş sene sonra, master ilk
defa açılıyordu. Bundan önce izin alabilseydim ‘Harekât Araştırması’ konusunda
bir çeşit ‘Matematik Masteri’ yapacaktım, olacak şey değildi. Kendi bölümümde
henüz açılmamış olan Yürsek Lisans bu sene açıldı ve kayıt oldum. İki senede
derecemi aldım. 1971 doğumlu oğlum Orkun, 2 yaşında, Bursa’da ananesinde
büyüyordu, eşim de çalıştığı için Ankara’da bakamıyorduk. Herşey oğluma!
Oğlumu da
yanımıza aldık, çünkü tam maaşla emekli gibi sadece derslere gidiyor, okuyor,
geri kalan zamanda oğluma bakıyordum. Hayat çok güzeldi, ilkokuldan beri her
zaman dediğimi canı gönülden bir kere daha “Yaşamak çok güzel, iyi ki geldik
dünyaya!” demiştim. Bir arkadaş demişti ki: “Boğazda yemek yerken senin
dediğini dedim, yan masadan bir kız ‘o bizim Necdet’in lafı’ demiş, arkadaşım
da tamam da Necdet nerden sizin oluyor, bizim o” demiş.
Haftada iki
yarım gün izin alarak, en az 4 senede, olmadık bir master yapmak yerine, iki
sene tam maaşla izin alıp kendi bölümümün masterını 1975’te bitirip daireye
geri dönmüştüm. Havacı Tümgeneral paşam, ona sormadan gittiğim için, beni geri
almak istemediğini, Müh. Yalçın Önyürü albayıma söylemiş. O da “Master yapmadan
çalıştırdığın adamı masterdan sonra neden almıyorsun diyecek bir komutana ne
cevap vereceksin?” deyince sesi çıkmamış. Dönüşümde havalarda uçuyordum, hala
genç Üsteğmendim.
Allah’ın
Hikmetleri çoğalmıştı. ODTÜ’ye müracaat etmem hocam sayesinde olmuştu. ODTÜ’de
bizim fakülteye MSB Bursu, ilk defa, bir adet ve bana verilmişti, Askeri
Öğrenci olarak hayatım kurtulmuştu. Eşim ve tasavvuf ‘Bilgesi’ babası bana
sunuldu. ARGE’ye atanmam çok güzel oldu. Oğlumun da en ihtiyaç hissettiği bir
yılda Master yapmak, kendi Fakülteme gitmiş olmam tamamen iradem dışı olaydı.
Artık daha çok çalışıp daha çok hizmet etmem gerektiğine inanıyor ve bu konuda
elimden geleni yapmaya söz veriyordum.
Dönüşümde
Karavelioğlu albayımın son yılıydı. Birçok paşa, görüşmeler için
çağırıyorlardı. Her dönüşünde paşa olma ümidi zayıflıyordu. Bir gün önemli bir
ziyaretten sonra “Hizmetçi olarak veya metres olarak kal diyorlar ama kimsenin
aklına gelin olmam gelmiyor” demişti. Yani, albaylığını uzun süre devam
ettirelim, emekli olmak zorunda kalma veya emekli ol da uzman subay olarak
sivil olup çalışmaya devam et diyorlarmış. Kendileri de “Paşa olmazsam kalmam”
demişler. Böylece emekli olup gitti, yerine Öğ. Alb. Güner Omay Daire Başkanı
olmuştu.
Bir gün,
master dönüşü, üçüncü kat için, köşeyi dönünce asansörün kapanmakta olduğunu
gördüm, bir dakika binbaşım deyip hızla içeri dalmıştım, asansörde bir tek
kişi, bir Tuğgeneral, vardı ve benim yanağımdan bir kesme alarak ‘sen hangi
daireye çıkıyorsun Üsteğmenim?’ Demişti. Birinci kata gelince aşağıda kapıyı
kapatan binbaşım kapıyı açıp paşayı asansörden çıkarınca şaşırmıştım, madem
çıkacaktı niye asansöre binmedi diye.
Yerime oturduğumda, daire başkanım Güner Omay, telefon etti, “Necdet
yeni mi geldin?” diye sordu, evet abi deyince ‘senin olduğunu anlamıştım’ deyip
kapatmıştı telefonu. Asansörde karşılaştığım ve benden kesme alan paşam yerine
gider gitmez beni şikâyet etmişti komutanıma, paşa varken subay binmezmiş! Kurallar
askeriyede genellikle kanla ve canla yazılır denirdi. Bazı kuralların buna pek
uymadığı oluyordu. Artık, asansöre binen bir paşamı gördüğümde “İzninizle Paşam”
deyip binmiştim. Fazla dikkat çektiğimi sanmıyorum, bir şey diyen olmadı.
Konular
çoğalınca, talep artınca, öncelik verilmesi için, “Savunma Araştırma Danışma
Kurulu-SADAK” kuruldu. J-1, J-2, J-3, J-4, J-5, J-6 ve J-7, sırasıyla Personel,
İstihbarat, Harekât, Gn.P.P.-Genel Plan ve Prensipler, Muhabere ve ‘ATASE-Harp
Tarihi ve Startejik Etütler’ Başkanlıklarına proje önerileri sorulur, gelen
konuların hangi öncelik sırasıyla ele alınacağı SADAK’ta onaylanır, önceki
projeler takdim edilirdi. Gittikçe daha önemli ve büyük projeler geliştirdik.
Önce adı ‘APD-Ana
Program Direktifi’ olan dokümanın güncellenmesine çalışıldı. Planlama
çalışmaları büyütülüp genişletilerek SHP-Stratejik Hedef Planını geliştirmeye
başladık. Gnkur. Bşk.lığının Planlama fonksiyonu yoktu, kuruldu bizimle. SHP’ye
dönük projeler ele alındıkça Gn.P.P. katına çıkmamız kaçınılmaz oldu. Böylece
dairemiz Hukukçuların karşı koridoruna yerleşti, ‘Hukuk Çıkmazı’ yanında
‘Araştırma Çıkmazı’ oldu. Bazı J-5 Başkanlarımız bizim konuları ‘Vahşi’
bulurdu, örneğin, Korgeneral Nezihi Çakar paşam, için teknik oldukları için
anlaşılması zor olurdu. Teknik Raporlarımızı ikinci başkana, Ekonomi Doktoralı,
Org. Necdet Öztorun’a örneğin, çıkıp sunmadan önce bize ‘Komutanın fikri
müdürini biliyor musunuz?’ diye sorardı. Komutanım daha sunmadık ki nereden
bilelim cevabıyla da tatmin olmaz, paraf etmekte tereddüt ederlerdi, imza
ederse Komutan haber verin derdi. Terfi sırasında olan komutanların kötü intiba
bırakmak istememeleri anlaşılır bir düşünceydi. Olumlu puan aldıklarında ise
sevinirler, paraf ettikleri yazıların imzalanması sevindirirdi kendilerini.
ODTÜ mezunu
olarak beni çalıştırmak her komutanın hoşuna gidiyordu. Kiminle bir toplantıda
beraber olsak başka bir toplantıya da benim katılmam için ricada bulunuyordu.
İlk toplantılarımdan birisi seri halde yapılan APD-Ana Program Direktifini
yenileme çalışmasıydı. Kimin eline nasıl geçtiği belli olmayan NATO dokümanlarını
bana okutup, anlattırıp kendi komutanlarından puan kazanan paşa adayları veya
terfi edecek adaylar zamanla artıyordu. APD toplantılarına Amerikalı subay ve
siviller de katılıyordu. Bir dizi, on beş gün, toplantı yaptık. ABD’liler,
“Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, size parasız silah ve mühimmat
vermeyeceğiz, paranızla alacaksınız, kredi açabiliriz ama borçlanacaksınız, o
da limitli olacak, o nedenle ne almak istediğinize, ne kadar almak
istediğinize, siz karar vereceksiniz” diyorlardı. Ben bizim tarafın tercümanı
olarak, en küçük subay Üsteğmen, katılıyordum. Bizim paşa ve albaylarımız
genellikle “According to me- bana göre…” veya “In my opinion-fikrime göre…”
deyip başlayınca, Amerikalı Paşa, başkan, her seferinde, hemen müdahale edip
“Please general, no opinion only the calculations…- Lütfen general fikir veya
görüş yok sadece hesaplarınızı ortaya koyun” derlerdi.
Her
toplantıdan sonra bizim J-5 Başkanımız Korg. Necdet Üruğ paşama rapor verirdim.
Bazı katılımcıları değiştirdi ama sonuç genellikle aynı idi çünkü hesap kitap
yapacak durumumuz pek yoktu. On beş gün idare ettik, bazı dosyalarla katıldık,
hangi ordunun, hangi düşmana karşı, mevcut durumunun ne olduğu ve ne olması
istendiği konuşuldu.
Bazı çalışmalar
yapıp sunduk. Yapılan hesapları ben sunuyor gibi yaptım. Tercümanlıktan
‘Sözcülüğe’ terfi etmiştim. Kurmayların görüşlerini alıp, projelerle ilgili
Maliyet Etkinlik Analizleri yapılmış gibi sunuşlar ilgili her paşanın da hoşuna
gidiyordu.
MSB ARGE’den
Müh. Alb. Hilmi İsmailoğlu’nun da katıldığı bir grup ‘Savunma Sanayi
Stratejisi’ üzerinde çalışıyorlarmış. Istek üzerine Gnkur’dan, benim de
katılmam emredildi. Uzun süredir, toplanarak, savunmamızın gelecekte nasıl
olacağı ve sanayinin buna nasıl katkı sağlayacağı üzerinde duruluyordu.
MKEK-Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumundan da eleman vardı ama diyecekleri bir
şey yoktu. MKE’nün başında emekli subaylar olduğu sürece, Gnkur ve MSB ne derse
o olduğu için, savunma sanayini temsil edemiyordu. Ben “Bu grup böyle asla
Savunma Sanayi Stratejisini saptayamaz, çünkü bir tarafta ‘Savunma’ bir tarafta
‘Sanayinin’ olduğu bir ‘Masa’ yok, kendimiz çalar kendimiz oynarız” dedim. Üruğ
Paşam, Kuvvetin, subayların, sanayiye açılmasını istemedi. Zaten Tedarik makamı
MSB idi. Gnkur makamı, ‘Onay’ makamıdır ve Kuvvetler, Planlarını ve İhtiyaçlarını
Teknolojiye uygun belirleyip önceliklerini onaylatır! ‘Sağlam kafa sağlam
vücutta’ gibi Saniyi de Savunmaya uygun gelişir. ‘İsterler’ ve ‘Uygulama’
zamanında koordine edilmeli, Sanayi desteklenmelidir. APD Çalışmalarından
hepimiz ders aldık. Kendi ihyiyaçlarımızı kendimiz saptayıp, önceliklendirip,
bütçesini sağlamalı, periyodik olarak gözden geçirip, MSB ve
SSM-Sav.San.Müsteşarlığı tedarik etmeliydi.
GnPP içinde,
Necdet Üruğ ve Necdet Öztorun paşalarımı, NATO’nun ‘Müşterek Projelerinden’
yararlanmak konusunda çabuk ikna etmiştim. ARGE önemliydi. Örneğin, ‘Güdüm’
teknolojisi bize 10 kat hatta yüz kat pahalı satılır, her silah ve mühimmat
için de ayrı satılırdı. ODTÜ’lü bir prof’a, paşalara, “Paşam, aptallık çok
pahalıdır!” dedirtmiştik. “Aynı teknolojiyi Karadan, Denizden ve Havadan;
Karaya, Denize ve Havaya, hem silah hem de mühimmat içinde kullanıp satarak 18
kere satarlar ve her seferinde en az 10 misli fiyata satarlar!” dedi seminerde
hocam. Kuvvetlerin gelecekte hangi silah ve mühimmat ile donatılacağı çok önem
kazanmaya başladı. Hem paramız, bütçemiz az hem de sanayimiz yoktu. Planlama
faaliyetlerinin başlatılıp geliştirilmesi, Kuvvet Planlarının oluşturulup
gerçekleştirilmesi zorunlu oluyordu. Plan yapabilecek personel, bilgi, belge ve
tecrübe yoktu. Bu amaçla NATO’dan ve ilgili NATO dokümanlarından, hatta
personelinden, yararlanmak en iyi fikirdi. Bundan önce bize satılan, hiç
kullanılmayan, silah sistemlerinin dökümünü çıkardım. Örneğin, tel güdümlü Tow
Tank savar silahını hiç kullanmadan çok para ödemiştik. Yeni Projelerin ‘Kaşık
Düşmanı’ olmadığını, her projenin aslında birer tasarruf kaynağı olduğunu
savundum. İlk önce NATO dokümanları üzerinde çalıştım. 1972 yılında
genelkurmaya 50.000 adet NATO evrakı geliyordu. Ağzı dili olmayan bu evraklar
nasıl ve kime dağıtılacaktı? Önce NATO’yu öğrendim ve dokümanların meğer ağzı
dili varmış onu öğrendim. Birlikte bir konu üzerinde çalışılsın diyen ülkeler,
önce bir ‘Taslak’ çıkarıyordu.
Üzerinde
çalışılıp da henüz ülkelerce onaylanmayanlar, ‘WP-Working Paper-Çalışma
Kağıdı”; ülkelerce onaylanan ve uygulanması istenenler, “D-Document-Doküman
veya Rapor” olarak dağıtıma tabi
tutuluyormuş. NATO’nun hangi kuruluşundan ve hangi tarihte yayınlandığı tabii
ki ilk bakışta belliydi. Bundan önce, rastgele dağıtılan dokümanlardan bazıları
kapanın elinde kalıyor, bazıları da kim sorarsa ona veriliyor, ‘Genel Evrak
Giriş’ şubesinden defterlere kaydedilerek imza karşılığı veriliyordu.
Genellikle, J-4, Lojistik Başkanlığına verilmiş, bunları takip ettim. Nerede
nasıl değerlendirildiğini sordum. Bir asteğmen ilgileniyordu, bazı önemli dokümanlar
da arayıp soranlara kayıtsız veriliyordu ve bana bir çelik dolap gösterdi. Bu
dolapta topluyoruz, yukarıdan aşağı iki karış üç aylıktır, ona göre hesap edin
ve yılsonunda alınıp kullanılmayan yakılır demişti. Çok önemli, çok yararlı
olanlar bile yakılmış, çok şey kazanılacağına çok şey kaybedilmiş! Bu
çalışmalar bize, NATO dokümanlarının önemini ve planlama sistemimizin
geliştirilmesinde çok önemli ve çok yararlı olduğunu göstermişti. NATO’da,
sanki bizim için geliştirilmiş bir sistem vardı, ‘Sessizlik Yöntemiyle Onaylama’
sistemine göre her D-Dokümanını da, Türkiye de en geç üç ay içinde onaylamış
oluyordu. Üye ülkeler, meğer çok önemli konularda, müştereken, çok güzel
çalışmalar yapıp dururmuş. Yayınlardan yararlanmak, gereğinde çıkarımıza uygun
değiştirilmesi, çok önemli görüldü. Her konunun her aşamada İkinci Başkana
sunulmaması bile çok önemliydi, iş yükünü azaltmak oluyordu.
Gnkur, MSB, Kuvvetlerin ve J-Bşk.lıklarının
görevleri açıklandı. Tüm Karargâhlar benim kadar yeniydi. Yeni görevleri,
benimle yeniden tanımlandı. Gerektiğinde
NATO’ya katkı yapıldı. Tüm karargâhlar yeni düzenlemeden çok memnun oldular.
Her alandaki ilgili ve yetkililer belirlendi. “NATO Dokümanlarının Dağıtımının
Düzenlenmesi Direktifi” çok ses getirdi.
Kimin, hangi
toplantılara katılacağı, kimlerden alacağı görüşlerle, neler yapılacağı,
açıklandı. Benzer çalışmaların kendimiz için de yapılması, çalışma usul ve
yöntemlerimizin geliştirilmesi emredildi. Önemli dokümanların tercüme edilip
yararlanılması sağlandı. Bugüne kadar neler kaybetmişiz, neredeydik diyen
paşalardan tebrik ve teşekkürler aldım, çok iyi tanındım. Tam da o günlerde
ihtiyaç duyulan bilgi ve belgelerdi bunlar. Avrupa Grubu-EUROGROUP-yeni
kurulmuştu. Amacı, “Biz sanayinin raflarından silah sistemi seçmeyiz, sanayinin
raflarında, gelecekte, hangi silah ve mühimmatın olacağına, karar veririz” olan
EUROLONGTERM Working Grup – WG - Çalışma Grubu’nun izlenmesi ve toplantılarına
katılma görevi bana verildi. WG, yılda iki defa toplanırdı ve işi Konsept
Geliştirmekti. Çalışma Grubuna bağlı alt gruplarda, Kuvvetlerin gelecekte
ihtiyaç duyacakları silah ve mühimmatın ‘Konseptleri’ geliştiriliyordu. İlk
konseptleri tercüme ederek ve ilgili Kuvvet ile koordine ederek ortaya
koyduğumuz çalışmalar her düzeydeki komutanlar tarafından memnuniyetle
karşılandı. Bana 1985-86 yıllarında ‘Konsept Neco’ denmeye başlandı. Hatta
masama bu isimle isimlik de yaptırılmıştı.
Bir taraftan
da PPBS-Planlama, Programlama, Bütçeleme Sistemi üzerinde çalışıyordum. Kanada
Savunma Bakanlığının PPBS’si elimdeydi, benzer şekilde benzer aşamalardan
geçilerek bizim Stratejik Hedef Planının – SHP - hazırlanması esas alındı.
Kuvvetlerde de GnPP’ye paralel PP-Plan ve Prensipler Daireleri kurulmuştu ve
her çalışmamızı müşterek yapar olduk. Gnkur ve Kuvvet Karargâhlarında beni
tanımayan pek yoktu, özellikle kurmay subaylar. Konsepti olmayan silah ve
mühimmat ihtiyaçları kabul edilmez oluyordu. Çok paşanın ‘Bize de bir konsept
lütfen’ demesi müthişti. Emriniz olur komutanım dedikten sonra görevlendirilen
kurmay subaylarla güzel çalışmalar, Konsept, Taktik Alt Konsept geliştiriyorduk.
Bu yoğun
çalışma döneminde, J-5, Korg. Necdet Üruğ paşama arz edilecek konular dosya
halinde emir subayına verilirdi. Bizim konuların emir subayına verilmemesi
istenmiş, bizzat proje subaylarınca arz edilecekmiş. Bir sunumda, “Komutanım
ben konularımı arz ederken, sizin yanınızda nasıl duracağımı düşünmekten ne
söyleyeceğimi unutuyorum!” dedim. Yer gösterdi oturdum, gizli zil butonuna
basmış, postaya, ‘İki soda getir’ dedi ve bana döndü, “Necdet, ben senin
gözünün içine bakıyorum. Çünkü konuyu anlamaktan çok, senin kendi konundan emin
olup olmadığını anlamaya çalışıyorum, eğer sen iyi çalışmış ve kendinden
eminsen, sunduğun sonuç ve öneriler de o kadar güvenilir oluyor” demişti.
“Hatta daha önemlisi ‘Emredersiniz’ deyip çıkıyorlar işin içinden, ben
emredersem tabii ki gereken yapılır.”
“Ama neyi
emredeyim, onun önerilmesi önemlidir” dedi. Rahatlamıştım! Gerçekten de
Başkanlıkta Kuvvet ve Mali Plan, Ulusal ve Uluslararası Anlaşmalar yapılıyordu.
Her konu çok önemliyidi.
NATO
dokümanlarıyla ilgili çalışma sonucunda en önemli diğer konu CNAD - Conference
of National Armaments Directors - Milli Silah Direktörleri Konferansıydı. APD
ve SHP çalışmaları bize silahlanmanın önemini öğretmişti. Kıt imkânlarla nasıl
ve hangi silah ve mühimmatı, ne zaman, hangi kuvvete vereceğiz? NATO içinde
işbirliği yapılarak geliştirilen modern silah ve mühimmatın en Maliyet Etkin
olanlar olduğu aşikârdı. Başka NATO ülkelerinin hizmetten çıkardıklarının
etkinliği sıfırdı, hiç etkinlik sağlamıyordu. Yeni projeleri izlemek, işbirliği
projelerine katılım çok önemliydi. ‘Kuvvetlerin PP Daire Başkanlarının’ CNAD’a
bağlı Kara, Deniz ve Hava Silahlanma Gruplarının ‘Çalışmalarının, Projelerinin
ve Faaliyetlerinin Yakından Fiilen Katılarak’, izlenmesi, “NATO Dokümanlarının
Düzenlenmesi Çalışması” sonunda, Gnkur Direktiflerine bağlandı. MSB’ye, Tedarik
makamı olarak, CNAD çalışmalarına katılarak izlenmesi, projelere katılımın
sağlanması direktifleri verildi. Her toplantı öncesi MSB ve Kuvvetlerin yaptığı
çalışmalar soruluyor ve Gnkur Başkanlığınca tüm çalışmalar koordine ediliyordu.
Erolongterm WG da faaliyetlerini, bu NATO gruplarıyla koordineli olarak
yürütüyordu. Dierektiflerimizi Kuvvetler uyguluyor ama MSB yetersiz kalıyordu.
CNAD faaliyetlerini hiç anlayamadılar, hele inceliklerine eremediler, NATO’dan
para alabileceğimizi bilemediler.
APD – ‘Ana
Program Direktifi’, ‘NATO Dokümanlarının Dağıtımının ve Çalışmalarının Düzenlenmesi’
direktifi, ‘SHP-Stratejik Hedef Planının’ hazırlanması, Planlama
faaliyetlerinin geliştirilmesi çalışmalarından sonra master yapmaya gittim.
1975’te dönünce “Yönetimi Geliştirme Araştırma Programının hazırlanması
amacıyla “Genelkurmay Görev ve Sorumluluklar Yönergesinin Güncellenmesi”
çalışmasını yürüttüm. 1981 Eylül’ünde Bnb olarak, Kanada Savunma Araştırma
Kuruluşlarında görev yapmak üzere bir senelik burs alarak Ottova’ya gittim. Dönüşten
sonra PPBS-Planlama Programlama ve Bütçeleme Sisteminin Kanada örneğine uygun
geliştirildi. En büyük katkım, “Kanada Ordusunun, eğer ileri teknoloji ise her
türlü ARGE masrafını karşıladığını” anlatıp, bunu Necdet Komutanlarıma anlatıp,
onaylatmam oldu. Artık biz de ‘İleri Teknolojilerin’ ARGE’sini ödeyecektik!
CNAD’a bağlı
diğer bir grup da NIAG-NATO Industrial Advisory Group-NATO Sanayi Danışma Grubu
idi. Bu grup, Prefizibilite Etütleri yapan Alt Grupları koordine ederdi. Her üç
Silahlanma Grubundan da buraya projeler önerilir. PAPS-Periodical Armaments
Planning System-Periyodik Silahlanma Planlama Sistemi adı altında Çalışma
Sistemi izlenir. Önce “Mission Need-Görev İhtiyacı” belirlenir ve bu ihtiyaç
NATO Genelkurmay Başkanları toplantılarında onaylanır. Bu nedenle bu işin proje
subaylığı da bana verildi. Geleceğin ana silah ve mühimmat sistemleri
belirlenerek onaylanır ve PAPS’a göre yürütülen aşamalardan geçerdi. Suyun
başını buldum, izledim!
Projeler, ‘Müşterek
Üretim’ çalışmalarıyla tamamlanır. Önce Üruğ sonra da Öztorun paşalarıma
NATO’da silahlanma projelerinin izlenmesinin önemini arzettim ve kabul
ettirerek direktiflerini aldım. Kuvvet personelinin değil MSB personelinin
sanayi ile teması koordine etmesi kabul edildi. 1982 yılında Kanada bursu
dönüşü, Konsept, Plan ve Projeler çok önem kazandı. Hele Müşterek Projelere
katılmak, yeni ve modern yetenekler kazanmak demekti. Sonuçta, “Sanayicilerin,
MSB tarafından koordine edilmesini, Gnkur ve Kuvvetlerin görüşlerinin de sonra
alınmasına ve ‘Stinger-hava savunma silahının EUROGROUP içinde müşterek
üretimi’ projesinin pilot olarak seçilmesine”
karar verildi. Proje bizim için yeni birçok teknoloji içeriyordu. Üretimine
katkı sağlayacak firmalar yeni teknolojiler elde edeceklerdi. Devamı gelirse
eğer birçok savunma sanayi kabiliyeti kazanabilirdik. Sanırım, Bursa’dan, Kale
Kalıp firması bunlardan birisiydi. Gnkur Direktifi olarak öyle emirler verildi
ki “Katılınacaktır, izlenecektir, koordine edilecektir, olumlu sonuçlar
alınması için bütçelenecektir” denilerek MSB’nin işleri kolaylaştırıldı. Devre
arkadaşım, MSB ARGE’deki, o zaman Müh. Bnb. Cemal Alagöz’ün işini
kolaylaştıracak her türlü emri Gnkur’dan çıkarmak işim olmuştu. MSB’de
görevlendirilen subaylar kendilerini Komuta Katından ‘Dışlanmış’ hissederlerdi.
Çalışmalarını izlemez, takdim edilmez, ‘Gözden Irak olan Gönülden de Irak olur’
gibi düşünüyorlardı. Direktifler, MSB’de pek anlaşılamadı! Savunma San.
Müsteşarlığı daha çok güçlenmeliydi!
Korgeneral
Sedat Güneral paşam terfi etti ve Sıhhiye Orduevinde, J-5 olarak yemek verdik
kendilerine. Rütbem henüz yüzbaşı olduğu için masanın ucunda kalmıştım ve yerin
azizliği nedeniyle de ekleme masa ‘L’ şeklinde konduğu için benim sırtım paşama
dönüktü. Yemekte ‘siz çalıştınız ben Orgeneral oldum sağ olun var olun’ deyince
hemen elimi kaldırdım. Gene bir densizlik yapacak diye beni tanıyanlar ters
baktılar. Kalktım ayağa ‘komutanım önce farkında mısınız ben de sizinle
yemekteyim?’ dedim. ‘Arkan bana dönük olsa da biliyorum o sensin’ deyince,
“Komutanım, bütün yıl boyunca çalışmıyorsunuz terfi alamazsam sizden bilirim
diyordunuz, onun için, ‘Bize rağmen terfi ettiniz’ dedim. ”Necdet, sen de
haklısın ama ben öyle dedikçe daha çok çalıştınız ben de haklıyım” dedi ve
tatlıya bağlandı iş. Ertesi günlerde ‘Demek size rağmen!’ diyenler, telefon
edenler çok olmuştu. Çok kurmay subay “Nasıl yaparsın bunları” diyordu. Ben de
“Ben paşa olmak istiyorum, hem paşa olmak istiyorsun hem de bunları nasıl
yaparsın diyebilirsiniz, ona göre düzeltirim” diyordum. Kurmay, paşa olacağım
demeye utanır, oysa kim gelin olmak istemez ki!
Benim
hazırlanmasına katkı verdiğim, Kara Kuvvetlerinin ilgili Taktik Alt Konseptine
göre Kuvvet, gelecekte hava savunmasını roket ve füzelerle sağlayacaktı. Topçu
subayı olan Sedat paşam ‘ben ikinci bir konsept istiyorum’ deyip
J-Başkanlıklarından topladığı subaylardan, Tuğg. Onur Noyan paşamın
başkanlığında, Harekât Başkanlığı koordinatörlüğünde, bir grup kurdurdu. Benim
katılmamı da emretti.
İlk
toplantıda söz almak istedim, sevgili Noyan paşam, ‘Necdet, durumu ben de senin
kadar biliyorum, diyeceklerini de hepimiz biliyor, görev aldık yapacağız’ deyip
söz vermedi. Sedat Paşam 1979’da Org. oldu.
Böylece,
Kara Kuvvetlerinin toplara ihtiyacı olduğunu ortaya koyan yeni ve ikinci bir
konseptimiz oldu. Bu konuyu burada kesmekte yarar var, izninizle! Yıllar sonra,
1993’te, “O anda, bulunduğu bölgede oluşan ani buzlanma sonucu düşen uçakta
şehit olan!” Org. Eşref Bitlis paşamızın cenaze namazı öncesinde, Kocatepe Camii
avlusunda, Sedat paşamla karşılaştık. Parmağıyla bana gel işaretleri yaptı,
ısrarla yaptığı için gitmek zorunda kaldım, uzaktan tanıyamamıştım kendilerini.
Yanındaki paşayı tanımıyordum. Elini omzuma atarak “Paşam, yıllar önce bu çocuk
bize ‘Konsept’ öğretti ve konseptler geliştirdi, maalesef önemini o zamanlar
tam olarak anlayamadık, meğer çok önemliymiş!” dedi. “Komutanım ilk başta ben
de anlayamamıştım bu kadar önemli olduğunu, şimdi daha iyi anlaşıldı, Kuvvetler
her alandaki ihtiyaçlarını artık daha iyi biliyor!” dedim ve üzüntüsünü
gidermeye çalıştım, umarım üzüntüsünü biraz olsun azaltmışımdır.
Beni
hala şaşırtan bir süreçle gittiğim, Master iznimin sonunda, kendi bölümümden,
Yüksek Lisans derecesiyle daireme döndüğümde hala Üsteğmendim, Master kıdemiyle
hemen Yüzbaşı oldum. 1975 Temmuz da işe tekrar başladım. Çok önemli, çok ilginç
bir proje çok değişik bir şekilde geldi önüme. En başından itibaren aranıp da
bulunmuşum.
J-5
sekreteri havacı Akas Albay, daire başkanım Alb Güner Omay’a, “Yaparsa bu çocuk
yapar denildiği için J-5’e gönderilen projeyi Necdet için sizin daireye havale
ediyorum” demiş. İnceleme sonunda kolayca anlaşılan şu idi. Sayın Ecevit’in
isteğiyle, DPT Müsteşarlığından, her bakanlığa, “Yönetimi Geliştirme Araştırma
Programı” hazırlansın yazısı gönderilmiş. Yazı önce MSB’ye gitmiş bir cevap
verilmiş, beğenilmemiş, ‘aradığımız bu değil’ denmiş. MSB tekrar gelen yazıyı
Gnkur Bşk.lığına, kendi yazısını da ekleyip, göndermiş, bu sefer Gnkur J-1,
Personel Bşk’lığı, bir yazıyla cevaplamış, ‘beklediğimiz bu değil’ denerek
tekrar geri gönderilmiş. Akas albayın anlattığına göre komutanlar, ‘yaparsa bu
çocuk yapar’ deyip işi bana havale etmişler. Omay albayımın bu işi hoş karşılamadığı
çok belli oluyordu, neden daireye değil de kişiye idi?
Yazıları
okudum ‘düşündükleriniz, görüş ve önerileriniz’ nedir diye yazıların çıkış
noktalarını ziyaret ettim. Kimsenin bir fikri yoktu, Sayın Ecevit, Türkiye
yöneticilerinin ve yönetiminin radikal bir şekilde geliştirilmesini istemiş o
kadar. Her problemin üstünde biraz uyumak ‘Araştırmacı’ olarak önerilen bir
adettir. Konu üzerinde çok dolandım, olmadık kişilere, saçma sorular sordum.
Gnkur Harekâtta mı İstihbaratta mı görevli bir kurmay subay İlhan vardı. Bana
hep sataşır “Senden her şey olur ama en son asker olur, sen de onu olmuşsun”
derdi. Sık sık görüşür çay kahve içerdik, sataşmadan olmuyordu. Ben de ona
“Hayatta bu kadar kıymetli ve bu kadar pahalı bir ‘iki yıllık okul’ yoktur, iki
yıl okuyup, kurmay olup, dört yıl kıdem alıyorsunuz.”
“Benden
küçüksün bana tepeden bakıyorsun” derdim. Hadi göster büyüklüğünü dedim ama bir
şey sızdıramadım. TODAİE-Türkiye Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsünde bir grup
çalışıyormuş ama ele gelir bir şey henüz çıkmamış. Orada, ofis ve
karargahlarda, daha etkin ve verimli çalışmak için uzun süredir,
“OMAG-Organizasyon ve Metot Araştırma Geliştirme” konusunda çalışmalar olduğunu
öğrendim.
Benim
Gnkur’daki rahatlığımın bir sırrı vardı. Kayınpederim, Ahmet Hançer, hacı bey,
Tasavvufun ‘Bilge’ kişisiydi, ondan aldığım derslerle, her komutanın gözüne
bile “Sen bana yardım edemezsin ama ben sana yardım edebilirim” diyerek
bakabiliyordum. Konuyu ona açtım bana “Yüksek Yönetimin Yöneticileri seni
seçmiş, bir hikmeti vardır” demez mi? Genelkurmay, Kuvvetlerin Yöneticisi idi
ve ondan iyi ‘Yönetim’ olamazdı. Mesele Gnkur’u geliştirmekti. Gnkur için kırmızı
kaplı ‘Gizli’ dereceli “Genelkurmay Görev ve Sorumluluklar” yönetmeliği vardı.
Bunu geliştirmek için Araştırma Programı isteniyordu!
Gnkur’da
bulunan her şube, daire ve başkanlığın “Görev ve Sorumlulukları” orada yazılı
idi. Bir matris yaptım, kendi şubemin görev ve sorumluluklarını yukarıdan
aşağıya bir sütun halinde yazdım. Üst satır olarak da ‘Bu Görev Güncel mi?’,
‘Yeni Görevler Var mı?’, ‘Kaç Personel Gerekli’, ‘Eğitimleri Ne Olmalı’, ‘Lisan
Gerekli mi?’, ‘Uzmanlık Gerekli mi?’, ‘Kaç Yıl Tayin Edilmemeli?’, ‘Bilgisayar
Gibi Özel Teçhizat Gerekli mi?’ gibi bir dizi sorular soruldu.
Her yetkili
en iyi kendi işini ve herkesten daha çok ve iyi bilirdi. Kimse kimsenin işini
daha iyi bilemezdi. Sonuçta Yönetim ve Yöneticiler nasıl geliştirilebilir
önerileri saptandı. Ordumuz NATO’da büyük bir ordu idi. Çevremiz ‘Dost’
olamayan ülkelerle çevriliydi. Genelkurmayda Yönetim çok yetenekli olmalıydı.
Herkes iyi eğitimli ve uzman olmalıydı.
Bir
gün odamda oturuyorum, bir albayım geldi, ‘Soru sorma gel benimle’ deyip
elimden tuttu götürdü. Aynı kattaki J-2, İstihbarat Bşk’lığının toplantı
odasına götürüp, “İşte bu Yüzbaşı komutanım” deyip soktu. Ortam karanlıktı,
gözüm alışınca gördüm, Korg. J-2, Başkanım “Git o yüzbaşıyı elinden tut getir”
demiş. Bana, “Bak yüzbaşım bizim bütün personel burada, asteğmen ve postalar
dâhil, sen bu yazıda ne diyorsun bana anlat, anlamak istiyorum” dedi. Kısaca,
‘komutanım kimse kimsenin işini değil kendi işini bilir, işinin adamı ise
herkesten daha iyi bilir. Her şubenin, dairenin ve başkanlığın işini
yetkilisinden başkası, daha iyi, bilemez. Daha iyi nasıl yapılır, geliştirilir,
ne gereklidir, ne kadar gereklidir kendisi bilir. Biz de sorularla bunları
saptamaya çalışıyoruz. Sonuçta Genelkurmay nasıl daha iyi yöneticilere ve
yönetime sahip olur belirlenecek’ dedim. Yazının ekinde çarşaf gibi gönderdiğim
matrise o gözle bakınca her şey anlaşıldı.
En azından kimseden ‘Ağzıyla Kuş Tutması’ istenmiyordu. “Tamam, evladım
anladım, teşekkür ederim, gidebilirsin” dedi. Kendi ‘Takdirleri’ isteniyordu.
Daha etkin görev yapabilmeleri için Komutandan ne istemeleri gerektiğini
kendileri bilirdi.
Projenin
sonunda “Genelkurmay Görev ve Sorumluluklar Yönergesi” güncellenip yenilendi.
Daha etkin ve verimli çalışmalar için Personel ve Tayin Politikaları, Lisan
Kursları, Eşgüdüm ve İşbirliği Esasları, örneğin, her başkanlığın diğer
başkanlıkların görüş ve önerilerini sorarken, önce, kendi görüş ve önerilerini
saptayıp göndermesi gerektiği gibi hususlar” ortaya çıktı. Benzer şekilde
Kuvvetlerin yönetimi için de Kuvvet Komutanlıkları Karargâhlarında da aynı
çalışmanın yapılması Kuvvetlere emredildi. Tüm çalışmalar o kadar ses getirdi
ki “Bir Kuvvet Komutanının, ‘kıçı kırık bir yüzbaşı bir andıç hazırlıyor, bize
emir olarak geliyor’ dediği” söylendi bana. Hiç unutmadığım husus, “Artık
Genelkurmayın ‘Katırlarla’ ilgili bir görevi kalmadığıdır”, görev güncellendi.
Bundan önce
birçok tatbikatta Maliyet Etkinlik Analizleri yapmıştık. Gerçek harekât hiçbir
tatbikata benzemedi. Çünkü tatbikatlar, mevcut ‘İmkan ve Kabiliyetleri’ dikkate
alıyordu. Harekâtlar ise ‘Yeni İmkan ve kabiliyetler’ isitiyordu. O zaman, gelecekte sahip olunması gereken
sistemler çok farklıydı. Tatbikatları hazırlayan kurmaylar ‘Teknolojiyi’ iyi
takip etmeliydi. Yoksa nasıl Düşmanın imkan ve kabiliyetleri tahmin edilir ve
geleceğin Silah ve Mühimmatı nasıl bilinirdi. Tek çözüm, ‘Konseptler
Geliştirmekti ama Milli Savunma Üniversitesi Fakültelerinden mezunlarca’!
Taktik ile Teknik birleşmeliyidi, Harp Okullarının 3 yıla ve 4 yıla
çıkarılmasına, Bilim ve Teknolojinin Subaylara kazandırılmasını çok çalışıldı,
Taktik Teknisyen-Teknik Taktisyen üzerinde çok duruldu. Konseptler kilit idi!
Tabikatlar,
Harekâta Hazırlık
mıdır?
Savunma
Araştırma uzmanlarınca, tatbikatlar ilk karardan son olaylara kadar izlendi ve
incelendi. Alınacak çok ders çıktı, yapılacak savaşla ilgili çok az şey
bildiğimiz anlaşıldı, yapılacak çok şeyimiz vardı. Doğru yaptıklarımız vardı
ama yanlış ve eksikliklerimiz çok fazla idi. ‘Komuta Yeri’ tatbikatlarında, ilk
mesajdan son mesaja kadar, hangi komutan nasıl bir mesaj çekti, ne kadar zaman
aldı, ne kadar bir sürede karşı taraf tepki gösterdi, hep ölçüldü ve
değerlendirildi.
Tatbikatlarda
olayların birbirini izlemesi, tepki gösterilmesi, emirlerin uygulanması ve
sonuca varılması önemliydi. Örneğin, düşman kuvvetlerinin boğazlardan geçeceği
öngörüldüğü zamanlarda, Deniz Kuvvetlerinin ilgili birimleri, Deniz Kuvvetleri
Karargâhına, bu Karargâh da Genelkurmay Başkanlığına Boğazların kapatılmasını
öneriyordu. Bu konunun işlendiği ilk tatbikatta, ‘Kapatın’ emrinin birliğe
ulaşması o kadar geç olmuştu ki Birlik ‘Artık Mümkün Değil’ mesajını çekmişti,
çünkü düşman geçmiş gitmişti. Bu, tatbikat sonucunda alınan önemli bir ders
idi. Örneğin, bir başka ders de Lojistik Sistemimiz ile ilgiliydi. Bazı Kara
Birliklerimiz Top takviyesi yapılmasını istedi. Mesajlarla bir depodan toplar
gönderildi, Birlik atışa devam etti. Sonradan yapılan değerlendirmede, o
depodan gönderilen takviye topların kamalarının olmadığı, kamaların sonradan
Amerika’dan gelip henüz o depoya ulaşmadığı, SAVAR uzmanlarınca görüldü.
Kıbrıs Harekâtından Alınan Dersler
Sayın
Turan Güneş’in, 1974 Temmuz’unda, Londra görüşmelerinden sonra, İngiliz’lerin,
Kıbrıs’ta durumu düzeltecek, hiçbir girişimde bulunmayacağını anlayınca, ‘Ayşe
tatile çıksın’ mesajını alınca, Mersin limanından Türk Askeri, Kıbrıs’a hareket
etti. Sabah saat 05.00’e kadar uzun bir deniz yolculukları vardı. Son on yılda
yapabildiğimiz en iyi çıkarma teknelerini yapmıştık. Ama her türlü düşmanca
harekete açıktı ve çok hassas idiler. Onları yolda, gece boyunca, korumak, o
zamanki imkânlarımızla oldukça zordu. Her türlü haberleşmemiz düşmanın
elindeydi, hatta onlardan geçiyordu. Amerikan telsizleri dinleniyordu, başka da
olanağımız yoktu. Sabahın ilk ışıklarıyla çıkarma araçlarımızın Kıbrıs
sahillerine kapak atmalarının haberi gelinceye kadar ‘Genelkurmay Harekât
Merkezinde’ bize rahat yoktu. “Ayşe Tatile” çıkıncaya kadar, uzun yıllar
boyunca, mümkün olduğunca, hazırlanıyorduk ama yine yetersizliklerimiz çoktu.
Aklımız başımıza yeni gelmişti, dost bilmek yanlış, yabancıya güvenmek hatta
yaslanmak çok çok yanlıştı. Az ve öz olsun bizim olsun!
NATO bizim
düşündüğümüz gibi bir kuruluş değildi. Verilenlen donanımların hiç biri, böyle
durumlarda, bizim için değil, yararımıza hiç değildi. NATO için verilenleri
kendimize özel savaşımızda kullanamazmışız! Tam da Sayın İnönü’nün dediği gibi
‘yeni bir Dünya kurulur, Türkiye orada yerini alırdı’. Olması gereken buydu.
Yeni bir Türkiye kurmalıydık! Harp Okulları önce 3 sonra 4 yıla ve Fakülteye
çıkmalı!
Alınan
kısa ve öz haberlerden, birliklerimiz kıyıya varmış ve kıyı başını tutmuştu.
Sonradan ilgili ve yetkili komutanın rehberliğinde yaptığımız Kıbrıs gezisinde
Beşparmak Dağlarının tepesinde yuvalanan silahların bulunduğu yerden ‘birliklerimizin
çıktığı ve çakılı kaldığı kıyılara’ bakmıştık. Ben öğretmen subay olarak farklı
bir gözle bakıyordum. Komutanın, ‘Çakılı Kaldık’ dediği yeri aşağıda bize
gösterince “Komutanım, buradan oraya hassas güdümlü füzeler olmadıkça top ve
tüfeğin vuruş ihtimali ne ki, tamamen menzil dışı bir ortamda, nasıl çakılı
kalırsınız?’ diye sormuştum. “Hatta, kaç kişi kaybedildi de geri döndünüz?”
demeden edememiştim. Bir Üsteğmenin cesaretiyle silah yuvasının dağıtıldığı ve
Beşparmak dağlarına hâkim olunduğu bilgisi alındı. Kayıplarımızın çoğu,
habersiz kalmaktan, istihbarat bilgisi noksanlığından, düşmanın önce yerinin,
sonra, silah, mühimmat, imkân ve kabiliyetlerinin bilinmemesinden idi.
Yanıltılıyor ve yanlış karar alıyorduk. Doğru kararlar ancak doğru, zamanında
ve dozunda alınan bilgilere dayabilirdi. Birliklerin ‘Gizli’ haberleşmesi
önemliydi, eşgüdüm ve işbirliği için anında bilgi ve anında kararlar çok
önemliydi. İlerde bunlar birliklerimize sağlanmalıydı. Dağlardaki
kuvvetlerimizin, Beşparmak dağlarının güneyine indirilen paraşütçü
birliklerimizle birleşmesi sonucunda rahatlamıştık, harekât daha kolaydı artık.
Karşı tarafın askerlerinin, kaçmamaları için, toplara zincirle bağlanmaları
haberleri çok şaşırtıcı idi. Bizim telsizlerdeki yanıltıcı düşman çağrıları
nedeniyle kayıplarımız olduğu haberleri inanılır gibi değildi.
Saf ve temiz
askerlerimizin, hatta Dr. Üstm. Halil Akçiçek arkadaşımın telsizden çağrılıp
işkenceyle öldürülme haberlerine inanmak zor geliyordu bize. Bu çağrılara nasıl
inanılır ve nasıl desteksiz gidilirdi? Çağrılan yere komando eşliğinde gidilse
farklı olurdu!
İsmen
yapılan bu çağrılarda İngiliz parmağı olduğunu düşünüyorduk. Kara
harekâtlarında telsizlere hiç güvenmemeyi öğrenmiştik ama bu sefer de deniz
harekâtında kaybımız bu nedenle çok büyük oldu. Deniz Kuvvetleri Komutanının
bizzat teyit ettiği, belirli bir noktanın güneyinde hiçbir gemimizin olmadığını
tekraren teyit etmesine rağmen, geminin tüm imkân ve kabiliyetleriyle ‘biz Türk
gemisiyiz’ mesajlarına rağmen, iyi hedeflenmiş ve bacadan giren bombayla kendi
gemimizi batırdık. Buna uzun süre inanmadık ve İsrail gemisi toplamıştı bizim
dökülen mürettebatımızı. Ben yine öğretmen kafasıyla ‘o geminin açıkta,
yanaşmadan, o anda, vurulması şart değildi, ‘Türk gemisi isen geriye dön’
denebilirdi, demiştim! Her şeye rağmen, Kıbrıs harekâtlarımız tam bir başarı
idi, bu kadar kayıp vermeye gerek yoktu ama etkinliğimiz tam, verimliliğimiz az
idi. Aldığımız dersler çok oldu. Kendimiz, kafamız, bakışımız çok değişmeli!
Özlenen
değişim için, bir Yurtdışı Fuara gidip “İşte bizim Harekât İhtiyacımız ya da ‘Bu’
Bizim Harekat İhtiyacımızdır” diye tepinen ‘Kurmay’ yerini, ‘Teknoloji İçeren
Konseptlerle İhtiyaç’ saptayan, Üniversite ve Fakülte mezunu ‘Kurmaylar’
almalıydı. Bugünkü Milli Savunma Üniversitesinin kökleri çok derinlerdedir!
Yerli ve
Milli Savunmanın Önemi
Aldığımız dersler nedeniyle, her
verilen silah ve teçhizatı almayacak, kendi yerli ve milli imkân ve
kabiliyetleri artıracaktık. Önce mili ve yerli askeri telsiz şart idi ve
Aselsan birinci öncelik idi. Roketsan, Havelsan, Motor sanayii izleyecekti. İçişleri
Bakanlığının arka bahçesine, tüm silahlı kuvvetlerin elindeki malzeme ve
teçhizat getirildi, sanayinin önüne serildi, bundan önce açılması yasak olan
modüler parçaların açılıp sökülmesine, sanayicinin eline geçmesine, izin
verildi. Tüm sanayinin hangi parçayı yapacağına, yapabileceğine karar verilmesi
planlandı. Herkes çok heyecanlı idi, sanayiciler ayrı, askerler, fabrika ve
bakım üniteleri ayrı bir şeyler yapabilme heyecanına kapılmıştı. İşte şimdi
‘Savunma Sanayi Stratejisi’ saptanabilirdi. Tüm sanayiciler ‘biz yatırımı
yaparız yeter ki savunma bize hedef göstersin, her parçayı, silah ve mühimmatı,
uçak ve gemiyi yaparız diyordu. Genelkurmay bu işten çok memnundu, öyleyse her
şeyi kapsayan vakıflar kurulabilirdi. Genel ve özel vakıflar kuruldu, halkın da
katılımı sağlandı. Seferberlik ilan edildi, halkın heyecanlanması da sağlandı.
Kısa zamanda sonuçlar da alınmaya başlanınca ambargonun yanlış bir karar olduğu
Amerika tarafından da anlaşıldı. Kıbrıs harekâtı taçlanmıştı! Sessiz ve
derinden gidilecek, çaktırılmadan, dost görünen düşmanca eylemlere maruz
kalmadan, ’Yapmayacaksınız’ denilen her
şeyi yapacaktık. En küçük ‘işbirliği’ bile sömürülecek, azami bilgi ve belge
elde edilecek ve yaygın paylaşılacaktı.
MASK, SHP,
PPBS, PAPS, SEIA
1982 Yılı Eylül
ayında, bir yıllık, Kanada Savunma Bakanlığı bünyesindeki araştırma
kuruluşlarında, Çalışma Bursundan döndüm. GnPP içinde önemli Projelere katılmam
istendi. Projelerden birisi SEIA, diğeri TAI’de müştereken üretilecek Uçak
seçimiydi. SEIA üzerinde Kanada’ya gitmeden önce de çalışıyorduk. Eski
anlaşmalardan kurtulmak zor oluyordu. Yenilerini yapmak ise daha zordu.
1968-70’lerde,
Üsteğmenliğimin ilk yıllarında katıldığım APD-Ana Program Direktifinin
yenilenmesi çalışmalarında Amerikalılar bize ‘Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak,
artık parasız sizin orduyu donatmayacağız’ diyorlardı. Ambargodan sonra GNKUR
GNPP Kuvvet Plan ve Program D. Bşk.lığında ekonomi doktoralı Tümg. Necdet
Öztorun ve GnPP Bşk.lığında Korg. Necdet Üruğ’un bulunması büyük bir nimet idi.
Şimdi biz Amerikalılara “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diyorduk. İkili ve
çoklu tüm eski anlaşmaları yenilemek istedik. “Neyi hangi anlaşmaya göre yapmak
istediğinizi anlaşma metniyle ortaya koyun” dendi. Amerika arşivlerdeki tüm
belgeleri çıkardı, her yaptığının bir anlaşmaya uygun olduğunu ispata çağrıldı.
Başbakan Sayın Özal’a, “Ben Öztorun ile çalışmam dedirtilmesi boşuna değil!”
Öztorun Paşanın SEIA konusunda ABD’ye karşı dik duruşu ve sağlam duruşu rahatsız
etmişti. Hangi projelerin ele alınacağına ve nasıl gerçekleştirileceğine biz
karar vermek zorundaydık.
Paramız
kadar konuşacak ama biz istediğimiz gibi konuşacak, yerli ve milli her türlü
kabiliyetlerimizi artırmak, personel yetiştirmek, her alanda, her konuda amaç
işbirliği yaparak, bilgi, beceri ve üretim yeteneğimizi artırmaktı.
Çabalarımızın bilimsel ve teknolojik yönleri çoktu. Ne verilirse onunla
savaşmak değil ne ile savaşacaksak onları yerli ve milli imkanlarla almamız,
üretmemiz, gerekiyordu. Bu anıları yazarken, ‘Takoz’ konulduğunu düşünen, Sayın
Selçuk Bayraktar aklıma geldi, o zaman nerdesin be çocuk! O tarihte olacaktı ki
ne üretirse alalım, destekleyelim, sorunlarını çözelim, fizibilite masraflarını
karşılayalım! Ama her zaman, her yerde, bir Omay veya İşak paşalar çıkabilir
projelerin önlerine, ‘Temsilcilik’ yapanlar da cabası! Önemli olan onlarla veya
onlara rağmen, yapmaktır. Her ‘Takoza’
karşı 2 destek vardır, onları da görün!
İncirlik’ten,
Karadeniz Kıyılarına, her türlü üslerde ne yaptıklarını ve ne yapmak
istediklerini yeni bir anlaşmaya göre yapmak zorunda kaldı ABD. 1950’lerde
hatta daha önce yapılan anlaşmaları ortaya çıkarıyorlardı. O zaman bunları
imzalayanları bulmaya, nasıl imzalandığını sormaya bile çalıştık. Aldığımız
yanıtlar çarpıcı idi “O zaman lisan bilmiyorduk ve de imzalamaya mecburduk!”
MSB ve J-Bşk.lıklarından gelen proje subayları, örneğin, Dz. Müh. Bnb. Koray
Aksu, Lojistik’ten; J-6’dan Muh. Bnb. Tuncel Günenç, İs. Bnb. Nurettin Atamtürk
Sayesinde çok iyi bir çalışma ortamı yaratıldı. MSB, Kuvvetler ve J-Bşk.lıkları
proje subayları ve komutanları sayesinde tüm anlaşmalar çok yararımıza bir
şekilde yenilendi ve SEIA’nın içine kondu.
Tüm
Komutanlıklar ve Komutanlar tek yürek halinde aynı şeyleri düşünüyordu. Örneğin
Koray “To the extend possible-To the extend feasible; Mümkün olduğu kadar mı,
ekonomik olduğu kadar mı” gibi deyimler üzerinde Amerikalılarla savaş
çıkarıyordu. Yani Koray, ‘onların, her şeyi, milli ve yerli yurtiçi
piyasasından almalarını isterken’, onlar da her şeyi ABD’den getirmek
istiyorlardı. Sonuçta SEİA-Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması imzalandı.
İncirlik üssü yeniden açıldı ama Türk Komutanlara yeni yetkilerle!
Artık her
türlü işbirliği projesinde “Onlar ve Biz” vardık. Onlar dirsek temasını
kaybetmeyerek ne yaptığımızı kontrol etmek istiyorlardı, biz de mümkün olduğu
kadar teknoloji transferine, paylaşmaya, yurtiçi kabiliyetlerimizi artırmaya
çalışıyorduk. TEİ-TUSAŞ Engine Industry, Fabrika Bakımı amaçlı, F-16 Motor Bakım
Tesisinin Eskişehir’de kurulması için Hava Üssüne yaptığımız ziyarette Mühendis
bir Albayımız, “Komutanım bakım için olsa da fabrikayı buraya kurun, kapıyı
aralık bırakın biz içeri girer motor üretimini öğreniriz” diyordu. Öyle de
oldu! Bugün bu alanda ne kadar gurur duysak azdır. TUSAŞ F-16 üretim tesisleri,
uçak üretimi değil ama parça üretimi ve montajında dünya çapında bir tesis
olduğunu bugün kanıtlamış durumdadır. Onlar artık ‘ortak’ değildir. Her
yaptığımız yerli ve milli, vatana millete hayırlı uğurlu olsun! TAI ve TEI’nin
bugün gerçekleştirdiği her şey tam da ihtiyacımız olan şeylerdir ve
Kullanıcılarla işbirliği ortamı tam da Planlanan şekilde yürümektedir. Harekat
ihtiyaçalarına uygun yapmak ve geliştirmek müthiştir!
İkinci
mucize “Kendi Gemini Kendin Yap” kampanyası uyarınca ‘MİLGEM-Milli Gemi’
yapılması çalışmalarıydı. ODTÜ’lü denizci askeri öğrenci olan mühendislerin ve
Amerika’da mühendislik okutulan subayların eşgüdüm ve işbirliğiyle büyük başarı
elde edilmiştir.MASK, Konsaptler, PPBS ile SHP ye girip PAPS ile Projelendirerek
aşamalar halinde projelerin gerçekleştirilmesi sistemi oturdu, Kabul edildi ve
Uygulandı. Yerli ve Millileşen hususlar gizli tutulmak zorundaydı. Açıktan
yürütmek tepki çekiyordu. Önceleri üstelik sadece bazı kişilerin hayalleri olan
duruma bugün gelmiş olmak gereçekten ‘sessiz ve derinden’ gidildiğinin
kanıtıdır. Yoksa, en yetkilimizin bile kolunu arkadan kıvırmak-kırmak en iyi
bildikleri şeydir. Yaptırmamak isteniyor, satın aldırmak şart koşuluyordu.
“Mermi yaparsanız, uçak vermeyiz!” gibi.
Bugünkü
Savunma Sanayimizin durumunu çok iyi görüyorum, gurur duyuyorum, en azından,
‘Yazılım’ gibi ‘İleri Teknolojide’, öne geçtiğimize inanıyorum, başarılarımızın
devamını diliyorum. ‘Onlara’ rağmen değil, onlarla işbirliği ve eşgüdüm halinde
ilerlememiz daha uygundur. Engel olmasınlar ve olamasınlar, aynı değerleri
paylaşarak, diklenmeden dik durarak, birlikte ilerlemenin yolları aranmalı. NATO
üyeleri hasım değil rakiptir. Bizi, biraz arkadan izlemelerinde sakınca yoktur!
Askerin ihtiyacını iyi bilen mühendisler olmalı! TSK’nın Konseptlere dayalı
ihtiyaçları bellidir. Bugün, SSM’nin, Sav.San.Başkanlığına evrilmesi çok iyi
oldu. Milli Savunma Üniversitesi, teknolojiden anlayan subaylarla Sanayinin
temeli ‘Savunma’ güçlenmiştir.
‘Onlarla
olabiliriz’ teknolojide bizimle işbirliği yapmaları ‘onların da çıkarlarına
uygun’ olmalıdır. Bir Ön Yapılabilirlik toplantısında bu konuya güzel bir örnek
yaşanmıştı. Alman mühendis, “Bu teknolojiyi geliştirmek için üç alternatif
vardır biz bu yolu izledik ve şöyle bir güçlükle karşılaştık” dedi ve oturdu.
İngiliz mühendis kaltı, “Çok ilginç, biz de bu alternatiflerle karşılaştık ama
söz konusu güçlüğü böyle alternatif yollarla geçtik ama biz de burada takıldık”
demişti. Sonra Fransız mühendis, “Aklın yolu bir sanırım, bu seçeneklerle
hepimiz karşılaşmışız. Son takılıp kalınan noktayı biz bu yoldan giderek
geçtik” deyip ortaya bazı formüller koymuştu. Böylece müşterek çalışmalarda bir
koyup üç-beş almak mümkün ama ortaya bir şey koymadan bir şey almak
olanaksızdır. Araştırma sonuçlarını paylaşma amaçlı toplantılara katılarak,
aynı teknolojiler üzerinde hiç çalışmadan toplantıya katılmakla, hiçbir şey
elde edilemez. Verilse de alınamaz, anlatılsa da anlaşılamaz. İşte bu ‘ince
hususu’ öğretmen ve mühendisler dâhil, paşalarımıza hiç anlatamadım. Her
seferinde, “Toplantıya değil Faaliyetlere katılmamız gerek diyorsun, ne demek
istiyorsun?” diye soruldu. Projelerde, gerek planlama, gerekse gerçekleştirme,
aşamalarında, çalışmalar uzun vadeye yayıldığı için, daima ve mutlaka yeni
paşalar devreye girmekteydi. Sanırım Omay ve İşak paşalar bu konuyu hiç
anlamadı. ‘Önceki çalışmalara katılarak toplantılara katılmak’ çok farklıdır.
Teknolojiyi bilen subay ve askeri isterleri bilen mühendisler olmadan olmaz.
Konseptler savunma-sanayi için çok önemlidir!
APGM Faciası
APGM-Autonomous,
Precision Guided Munition, Otonom, Hassas Güdümlü Mühimmat projesine
katılımımızı sağlamıştım. ‘Konsept’ çalışmalarının temel bulması, SHP’ye
girecek Kuvvetlerin her silah ve mühimmatının bir konsepte dayanması gereği tüm
komuta katınca ve Kuvvetlerce iyi anlaşılmış ve uygulamaya sokulmuştu. Sıra
konsepti olan ihtiyaçların NATO içinde müştereken üretilmesi çalışmalarına
katılım hayati idi! Bu proje ‘Hassas Güdüm’ verecekti!
Henüz
elimizdeki silah ve mühimmatın üretilmesinde zorlanan yerli sanayimizin
müşterek projelere katılım sayesinde teknoloji transferi yapacağından
Necdet’ler (Üruğ, Öztorun ve Altınay) olarak çok emindik. Sanıyorum 1982
sonunda, STINGER Projesinde idi, TDP-Tecnical Data Package, Teknik Bilgi
Paketi, elde etmiştik ama uygulamayı Roketsan bir türlü yapamıyordu. Meğer
TDP’den sonra PDP-Production Data Package, ‘Üretim Bilgi Paketi’ satın almamız
gerekiyormuş. Aksi halde çok sayıda roketi, test için atarak deneyim elde
edermişiz. Faciaya da kapı aralamamak için PDP’ye de para ödendi ve teknoloji
transfer edildi. Kısa menzilli hava savunma roketinden çok şey öğrendik
sanıyorum. ‘Güdüm’ öğrenildiğinde, Karadan, Denizden ve Havadan atılan ve
Karaya, Denize ve Havaya atılan roketlerde olmak üzere dokuz uygulamada
kullanılıyordu. Aynı şekilde ‘Kontrol Teknolojisi’ dokuz defa kullanılır.
APGM konusunda bir ofis kuruldu ve yıllık
toplantılara katılıp, bu ofisin masraflarına katkı sunarak proje ilerliyordu.
Otonom olarak, yani hedefini kendisi otomatik olarak, bulacak ve tank hedeflerini
hassas güdümü ile imha edecek mühimmatın, ülkelerin ihtiyaçları kadar üretimi
yapılarak, diğer ortak NATO ülkeleri ile aynı anda, en modern mühimmata sahip
olacaktık. Müşterek ofisin tüm masrafları da daha sonra ARGE masrafı olarak
hesaplanacak, diğer ortak olmayan ülkelere satış yapıldığında, kârdan masraflar
düşülecek ve artan, kâr olarak paylaşılacaktı. Artık Yarbay olan Cemal Alagöz,
bu proje içinde yabancı firmalarla birlikte yer alabilecek Türk firmalarını da
belirlemiş, işbirliğine hazır olmuştu sanırım. Yerli firmalar yeni teknoloji
kazanacağı için büyük bir ümitle ellerinden gelen gayreti gösteriyorlardı.
Aniden İhsan paşa “Başarıyla çıktık” dedi. Toplantıya gitmiş, yetkili olarak,
paşa olarak, “Biz artık katılmıyoruz” demiş! Olacak şey değil, yapılacak şey
değil, bugün bari, geç de olsa, Sedat Paşam gibi, yaptığı hatanın farkına
varmış mıdır! Umarım bir gün karşılaşır sorarım kendilerine.
1988 yılında
NATO müşterek projelerinden iki uçak projesine, birisi kargo, diğeri savaş
uçağı olmak üzere, katılmamızın emrini çıkartmıştım. Tam bu dönemde, Gnkur Bşk.
lığında SAVAR D. Başkanı Öğr. Tuğg. Güner Omay ve MSB’lığında ARGE D. Başkanı
Yük. Müh. Tuğg. İhsan İşak paşaya bir şeyler oldu. Tabii o zamanlar CIA ve FETÖ
bilinmiyordu. Her alınan yeni teknolojiyi sonuçta Devlet ödediği için uygun
görülen her firmaya aktarılabilirdi, kazandırılabilirdi.
Önce Omay
paşa “Yüzüme karşı, hiçbir kimse hiçbir şekilde, hiçbir projeye katılmayacak
diye ağır küfür etti.” Ocak 1989 idi, ben kendilerine çıkıp “Komutanım sizce
Ordunun bana ihtiyacı var mıdır?” diye sordum. Cevabı kısa ve netti “Yoktur,
olamaz!” Kendime verdiğim sözü tutmuştum, “Ordunun bana ihtiyacı olduğu sürece,
aklımın erdiği kadar, erdiği şekilde hizmet etmiştim!” Zaten kısa bir süre önce
de “Gidiyorsun başka Başkanlıklara, işlerin altını oyuyorsun, kucağımızda iş
buluyoruz, sonra uğraş dur!” demişti. Artık yüzüne bakıp çalışmamız olamazdı.
Kısa bir süre sonra saat 10.00 gibi emekli olma dilekçemi imzalayıp verdim.
Sonradan öğrendim ki hemen emir assubayı ile dilekçemi elden göndermiş
K.K.K.lığna ve emeklilik işlemlerini acele başlatmış. Bana da ‘izinlisin
gidebilirsin seni haberdar ederiz’ diyerek ‘kimseyle görüşmememi sağladı’ diye
düşünmüştüm. Emeklilik işlemlerim kısa zamanda sonuçlanınca, GnPP Başkanı Kora.
Güven Erkaya ve Genelkurmay Başkanımız olan Org. Necip Torumtay’a “Allaha
ısmarladık” ziyaretleri yaptım. Her ikisi de çok şaşırdı ve “Bizden izinsiz ve
habersiz nasıl oldu, bitti, bu emeklilik işi?” dediler. Ben de olan biteni
aynen anlatmıştım, “Dilekçemi elden göndermiş, arkadan telefon da edip acele
ettirmiş, emekli olmamı sağlamış” demiştim. Güven paşam bir hikâye ile uğurladı
beni ve ön kapısından çıkardı başarılar dileyerek. “Hepimiz bir kulvarda
koşarız, belden aşağımız görünmez, bir taraftan bir omuz yeriz kulvar
değiştiririz, biraz sonra bakarız, bizim koştuğumuz o kulvarda koşan düşmüş,
kaybolmuş.”
Sonradan,
Omay paşanın terfi edememesini bu hikâyeye bağlamıştım!” Hatta Omay paşanın,
terfi ettirilmemesi üzerine, “Tabii, Necdet gitti projeler bitti!” dediği
kulağıma geldi. Torumtay paşanın Omay’a “ARGE için ayırdığımız bütçe, bir sene
içinde, neden ARGE’ye harcanmadı” dediğini de duymuştum! Özellikle, Omay’a göre
“Memlekette ne adam var, ne teknoloji, ne sanayi, ne de para pul”, üstelik bu
durumu bize yüzünü buruşturarak söylerdi. Çok kere, “Biz varız yeter!”
demişimdir. Muhalefetin bu kadarı çekilmezdi!
Bugün,
Ağustos 2023, emekli olalı 34 sene oldu. Bakir bir Genelkurmay’a tayin olmuştum.
Görevleri yenilendi ve güncellendi. MASK, SHP, PPBS, PAPS geliştirildi,
Direktiflere bağlandı. Esas ‘Savunma Temeli’ güçlendi, bugün artık Sanayi de
doğal olarak güçlendi. Çok güzel ve çok önemli anılarla ve arkamda iz bırakıp,
önemli iş ve projelerde ‘Ben de Vardım’ diyebilirim sanıyorum. Güzel
anılarımdan bazıları aşağıdadır.
Harekât
Başkanlığından Tuğg. İbrahim Türkgenci paşamız, ‘Yönetimi Geliştirme Araştırma
Programı’ çalışmamızdan sonra bir proje önerisi yapmış, kabul edilmesi üzerine
“Genelkurmay Başkanlığını Küçültme Çalışma Grubu” kurulması ve her başkanlıktan
bir proje subayı atanması istenmişti. Konu tam da benim işimdi tabii bana
geldi. İlk birkaç toplantıdan sonra baktı ki iyi çalışılmıyor gurubu Harekât
Merkezinin dip tarafına kapattı ve mesai sonlarında açılmasını emretti. Ne
yaptıksa olmadı, hiçbir proje subayı kendi başkanlığından bir şubenin iptalini
uygun bulamuyordu.
Tam da benim
ilk çalışmada üzerinde durduğum gibi “Hiç kimse bir başka konuda kendini
yetkili-sorumlu tutamaz!” en sonunda sanki küçültemedik öyleyse büyütelim der
gibi benim, “TODAİE’deki gibi bir OMAG-Organizasyon ve Metot Araştırma
Geliştirme Şubesi kuralım” önerim kabul edildi. Tahmin ettiğiniz şekilde hem de
Harekât Başkanlığı bünyesinde. 1980’lerin başında İlk Şube Müdürleri olarak da
önce Kurmay Albay Hüseyin Kıvrıkoğlu, paşa olup ayrılınca da Kur. Alb. Hilmi
Özkök atanmışlardı. “Senmişsin Yüzbaşım benim şubenin isim babası” deyip sıkça
gelen Hüseyin ve Hilmi albaylarımla çok uzun yıllar müşterek çalışmalar
yapmıştık. NATO’nun ilgili biriminin de olduğunu birlikte keşfetmiş, ofiste
ölçme değerleme yöntemlerini birlikte tercüme etmiştik. Hatta 1981’de Kanada
Savunma Araştırma kuruluşlarında araştırma yapmak üzere “Organizasyon
Birimlerinin Başarısının Ölçülmesi” konusunda yaptığım çalışma ve sunduğum
rapor Kanada Savunma Bakan Yardımcısının iltifatına mazhar olmuştu. “Toplantıdan
çıkarken, Bnb. Altınay ne istiyorsa verin, ne diyorsa yapın” deyip toplantıdan
ayrılmıştı. Bu sefer de orada yaptığım çalışmalar ve yazdığım raporlar OMAG’ta
kullanıldı. Kıvrıkoğlu ve Özkök kurmay albaylarımla çok çalıştık.
Adı İlhan
idi sanıyorum, bizim Plan Ş. Müdürümüz Öğr. Hüseyin Ağca albayım, arkadaşını,
benim şubeye, bir şeyler söylememi beklediği için, getirmişti, hem de kahve
ısmarlar içeriz demiş. Plan ve Teknoloji şube müdürü iken, misafirlerim büyük
ve çok olduğu için, iki büyük rahat deri koltuk konmuştu.
İkisi de
gelip oturunca, Ağca albayım, “İşte sana bahsettiğim arkadaşım “Neymiş efendim,
‘bu sene paşa oldum oldum yoksa emekli olurum’ diye kendine söz veren arkadaş,
üstelik bir iki Orgeneral gelecek sene terfi etmesi için söz vermişler” dedi.
Konuyu albayım ile daha önce konuşmuştuk, ‘merak ettim kimdir’ demiştim. Terfi
edemeyen albaya dönüp “Ayıp, günah ve haram” dedim. Ağca albayım gibi dini
bütün olduğunu biliyordum. “Kızarak ne diyorsun yüzbaşım” demişti. Bu devirde,
Yüksek Askeri Şura kararları karşısında kendinize böyle ‘söz vermeniz’ önce
ayıp, ‘terfi etmezsem putu’ yapmanız ‘Günah’ ve bu puta ‘kendinizi asıp bir
çeşit intihar etmeniz haramdır’ dedim. Gitti dilekçesini geri aldı. Ertesi sene
terfi edip Tuğg. Olarak odama gelen paşamı ilk önce biz tebrik etmiştik. Emeklilik
dilekçesini veren birine katkı yaptık!
İbrahim
Türkgenci paşam albay gidip Tuğgeneral olarak döndüğünde “Nasıl yıldız yakış
mı” diye sormuştu, ben de “Yakışmış ama pek görünmüyor, çok cılız duruyor” demiştim.
Tümgeneral olduğunda da “Şimdi nasıl?” demişti, “Tam değil komutanım” dedim.
Orgeneral olduğunda, kendileri sormadan atılıp, “İşte şimdi oldu komutanım!”
demiştim.
Üruğ paşam
emekli olduğunda ben Harekât Araştırma şubesi müdürüydüm. Koridordan girişte
dipteki odada iki yüzbaşı iki asteğmen ile birlikte ince uzun bir odada
oturuyorduk. Dipte enine masa büyükçeydi, sağımda iki solumda iki kişi vardı.
Öğretmen yüzbaşılardan biri Düner biri Haluk idi.
Bizim bu
oturduğumuz oda, Üruğ paşam albay iken kurduğu Plan ve Prensipler Şube müdürü
olarak oturduğu oda ve masası da benimki idi. Allah’a ısmarladık gezisine
çıktığı haberini almıştık ama nerede olduklarını bilmiyorduk. Arkasında bir
sürü paşalar ile yine bir kuyruklu yıldız gibi geziyordu. Ben personelime,
“Kapıdan gireni fark etmeyecek kadar işinize yoğunlaşın, iğne batırılmış
yumurta sarısı gibi her karartıya kafa kaldırmayın” dediğim için “Dikkaat!”
çekildiğinde Üruğ paşam ve arkasındakiler odanın ortasına gelmişti bile. Hemen
ayağa fırladık, benim masama gelip elimi sıkarken, “Seni de buradan bir tayin
edemedik” demez mi? Hiç unutamam, arkasındaki korgenerali tanımıyordum, iki
yakamdan hafifçe tutup “Oğlum sen kimsin, bu şakayı bana yapması için ben kaç
takla atarım biliyor musun?” demişti.
Yanağımdan,
asansörde, kesme alan paşamı tanımıyorum tanısaydım, şimdi ismini yazabilirdim.
Çok kişi ile bu 20-25 yıllık hizmet süresinde tanıştık, çalıştık, sohbet ettik,
fikir alış verişinde bulunduk. Üst rütbelerde Genelkurmaya gelirler, genellikle
iki yılda bir tayin olurlar ve bir üst rütbeyle tekrar dönerlerdi. Yarbay gidip
albay gelenler de albay gidip paşa olarak gelenler de Gnkur’da görüştüğümüz
zaman yeniden görüştüğümüze sevinirdik. Beni sekiz sene K.K.K.lığı tayin etmek
istemiş her seferinde “Tayin olmasında sakınca var diye üstüm çizildiği için”
bir daha da tayin edilmemişim. Bana sorulduğunda “Bu ne idüğü belirsiz
İşletmeci burayı yeteri kadar bozdu bir de gideceği yere zararı dokunmasın diye
tayin edilmiyorum” diyordum.
Öztorun
paşam Tümg. Olarak Kuvvet Plan ve Program D. Bşk.’nı idi, sonra J-5 başkanı
olarak geldi. Odasından çıkıp köşeyi dönüp bizim tuvaleti kullanırdı, her
gördüğüne takılır laf atardı çünkü ya Hâkimler ya da Öğretmen ve Mühendislerle
karşılaşırdı, herkesi de severdi. Bir taraftan da farkında olmadan önündeki
düğmeleri açardı “Bir gün birisi hacı olacak derdik!” İkinci Başkan olduğunda,
bir akşam 19.30 civarında anca yetişti yarın yurtdışına gidişimin mesajı,
TMR-Türk Askeri Temsilcilik, Brüksel’e çekilecekti. Koridor, paşamı geçiren Korgenerallerle,
kuyruklu yıldız gibi, boy sırasında dolu idi yine, asansöre binmiş son
talimatlarını veriyordu. Yukarıdan aşağıya inerken merdivenden, gördüm
“Komutanım bir imza lütfen” dedim ve mesajı önüne uzattım, tükenmez kalemle
birlikte, “Necdet, okumadan mı” dediğinde, kısaca “Okuyunca herkes imzalar
komutanım” deyiverdim, ‘okusanız da uygun bulursunuz’ demek istemiştim.
Kendileri de gerçekten okumadan imzaladılar ve kapıyı kapatıp gittiler. En önde
bulunan, benim ilk gördüğüm ve beni ilk gören bir Korg. “Bunu nasıl yaparsın”
demişti. Ben de “Gördünüz ya komutanım” deyivermiştim. Durum hiç iyi değildi,
beni eskiden tanıyan bir Korg. Hemen araya girdi “Sen bizim Necdet’i tanımazsın
gel ben sana anlatayım” deyip çekti götürdü paşamı. Yine İkinci Başkan iken,
bir yazımın üstüne uzun bir şeyler yazmış, okuyamadığım için “Komutanım burada
ne diyorsunuz” dedim. Baktı kendisi de hiç okuyamadı, “Gel yeniden yazalım
dedi” ve yazıyı yeniden okudu, tekrar yazdı, aynı şeyleri yazmıştı.
Dışişleri
Bakanlığından, Ege Denizindeki Yunani’tan'ın askeri faaliyetlerinin kınanmasını
istemişlerdi. Bir gün benim arzım sırasında, telefon da ettiler İkinci Başkan
paşama, kısaca “Ben kınamam gider adaları alırım, ister misiniz?” demişti.
Türk askeri
ile ilgili çok güzel düşünceleri vardı “Aynı büyüklükte, aynı silahlara sahip
düşmanı yener, iki misli üstün kuvvetleri durdurur, daha üstünleri karşısında
başarıyla geri çekilir” derdi.
12 Eylül
Müdahalesinden sonra, bütçe konusunda daha rahat davranması, askeri bütçenin
artırılması istenmiş kendilerinden, “Milli Ekonomi ve Milli Güç
tanımlamalarından sonra, daha fazla para alıp askeri bütçeyi artırma durumunda,
Askeri Güç büyür ama koruyacak Millet kalmaz” demişti.
ODTÜ
Bilgisayar Kurslarında başarılı olan bir Yüzbaşı daha katıldı benim şubeye,
Harp Oyunu uzmanı olarak çalışacaktı. Ben yandaki büyük odaya tek başıma
taşındım. Sanıyorum 1988 yılıydı, odama benden habersiz bir masa daha konmaya
çalışıldı. Sekreter Akas albay, “Senin yanında çıraklık yapacakmış bir Asteğmen
geliyor” dedi. Çok torpilli birisi olmalıydı gelsin bakalım demiştim. Odama
gelen daha önce adını hiç duymadığım, kimsenin de bir şey demediği, üstelik
kendisin de kendisini tanıtmak istemediği birisiydi. Adı Murat Birsel’di. Neden
bu odaya bu şekilde geldiğini dairede herkes sordu ama gizemli bir şekilde
kendisinin gayet alçak gönüllü birisi olduğunu söyledi.
Sanki
‘yakında çıkar kokusu’ veya zamanla gizem kalkar gibi sormayı soruşturmayı
bıraktık. Bizim daire ve şubeyi anlattık, ‘burada herkes kendi işini kendisi
yaratır’ dedik. ‘Kimse kimseye sen şunları yap demez’ dedik. Bu durum hoşuna
gitti, mecbur kaldığı şeyleri yapmanın hoş olmadığını söyledi.
Murat ara
sıra İzmir’deki annesiyle konuşuyordu. Arabası vardı, Çankaya tarafından
geliyordu. Hatta bir gün, Akay kavşağında sola dönmek üzere durduğunda,
direksiyonunda davul çalar gibi hareket yapıp müziğine eşlik ederken “Gnkur
Başkanımız Necip Torumtay’ın kendisini yandaki arabadan izler olduğunu görmüş
ve “Ne mutlu asteğmenlerimiz var diye düşünmüş olabileceğini” bize anlattı.
Korkmuş veya üzülmüş bir durumu yoktu. Tam bizim kafadan bir çocuktu.
Projelerimizi gözden geçirdi, dolaptaki dokümanlarımızı inceledi. Kendince
“Stratejik Analiz” yapacağını bir rapor sunacağını söyledi. GnPP tarafından
diğer bir bölümde “Milli Askeri Stratejik Konsept” geliştirildiğini anlattık.
İlgililerle görüşmeye gönderdik. Başkalarına açılır da biz de gizemini çözeriz
gibi şeyler düşündük. Oralarda da ketum idi, masumiyetini koruyordu.
Bana o
dönemde, Mayıs 1988’de, Amerika’dan gelen, James Brown adında, yetkili bir
sivilin, Harp Okulları ve Askeri Liselere yapacağı ziyaretlerde ‘Tercümanlık’
görevi verilmişti. En son Cumhurbaşkanımız Sayın Kenan Evren paşaya da
gitmiştik, ben içeri alınmamıştım tercüman olarak.
Deniz Harp
Okulu için Heybeliada ziyaretimizde, bir binadan bir binaya geçerken, bizim
mihmandar komutan bana “Aman komutanım Mr. Brown’un birkaç adım gittiği yönden
gitmeyelim” dediğini duymuştu ve yürüyüşünü hızlandırmıştı. Köşeyi dönünce
futbol oynayan gençleri görüp James bana “Bunlar kimmiş?” diye sordu. Mihmandar
komutan da bunu görmemesi gerekiyordu deyip “Bunların Deniz Harp Okulunda
okuyan yabancı öğrenciler olduğunu” söyledi. Türkçesinin olduğunu orada
anlamıştım. Birçok tercüme işinde işimi kolaylaştırıp anladım diyordu zaten.
Bir hafta on günlük bir geziden sonra en son değerlendirmeleri yapmak üzere
odama davet etmiştim James’i. Murat doğrudan ve direkt olarak “CIA’de senden
yukarda kaç kişi var?” dedi. James’in cevabı “İki” oldu. CIA Başkanının
yardımcısına rapor veriyormuş yani üst düzey bir CIA yetkilisi imiş, ben ne
sormuştum, ne de o söylemişti! Bize kısaca düşüncelerini açıkladı: “Çok asker
milletsiniz, millet askeri çok seviyor, tek adam olarak Atatürk’ü çok
seviyorsunuz, size hala liderlik yapıyor, gelecekte Bölgesel Güç olacaksınız,
gelişmeniz o yönde ilerliyor” dedi. Hatta, “Askerler ilerde sevilmeyecek, millet
Atatürk’ten uzaklaşacak” deyince ürperdik. Şimdi daha iyi görünüyor. İyi ki
CIA-FETÖ-BATI, başarılı olamadı ülkemizde! Raporunun taslağını bana ayrıca
göndermiş, özel hayatımı da merak ettiği için evimizde de misafir etmiştik.
Subayların genellikle subay çocukları ve
fakir çocuklardan seçilmesi dikkatini çekti. Askeri Liseleri ziyaret
ederken seçimin nasıl yapıldığını soruyordu.
Murat ile iş
arkadaşlığımız ve dostluğumuz zamanla artıyordu. Bize ülke çapında uygulanacak
fikirlerimizin olup olmadığını sorardı. Bir gün “Arabalarımızdaki radyolar,
araba alınırken veriliyor ve radyolar genellikle FM, oysa bizim haberlerimiz FM
radyolarda verilmiyor” demiştim. Ertesi günden itibaren TRT 3 gibi her
radyomuzda, FM bantlarında, kısa ve uzun haberler verilmeye başlandı. Murat
söylemeden, ben ona “Nasıl yaptın?” diye sordum, kısaca “Çok güzel fikirdi,
hemen benimsenip uygulandı” dedi. Hafta sonlarında İstanbul’a gideceğini
birisine söyleyip uçağın tipini de tarif edip bilet aldırıyordu.
Hafta
sonları, Mayıs ve Haziran aylarında, biz genellikle dört arkadaş, ailece, yüzme
havuzlarına giderdik. ODTÜ’nün Mogan gölüne, diplomamın fotokopilerini
vermiştim, arabanın önüne sererler hepsi Necdet olarak göle girerdi: Bülent
Üstünel, hesap uzmanı, eşi Selma; Ergün Bayraktar, MTA da müfettiş, eşi
Fatma-Fatoş; Özden Sezer TRT’de Denetimde, eşi Handan, eşlerin hepsi Kız
Teknikten eşimin sınıf arkadaşları. Murat’a teklif ettik o da katıldı bize. O
da bizi evine davet ediyordu, gitmiştik bir kere. Babası çok zengin olmalıydı.
Önümüze bir kiraz sepeti dolusu çam fıstığı içi getirmişti. Hepimiz ailece
avuçlayıp yemiştik. Önceleri komutanım diyordu bana sonra abi demeye başladı.
Kızım Beste 9 yaşındaydı bir gün “Ben Turgut Özal amcamın omzunda, boynunda
büyüdüm, bak sen de ‘Murat amcamın boynunda büyüdüm’ demen için” deyip Beste’yi
omzuna almıştı. Nihayet öğrendik, Sayın Adnan Kahveci’nin başdanışmanıydı.
Murat’ın çok
muhterem babası vardı, yabancı firmaların avukatlığını yapıyordu. Sizin Ordu
Eviniz varsa Murat’ın da “Meşhur bir Restoran” adını verdi orası var
istediğiniz zaman yiyin için ben öderim demişti. Ayıp olmasın diye birkaç defa
gitmiştik. Sülalesinde tasavvuf alanında bilge kişiler olmalıydı, güzel
dokümanlar göstermişti bana. Atatürk’ün bakanlarında biriydi dedesi, Salah
Birsel. Kısaca ağzında altın kaşıkla doğmuş bir çocuktu Murat. Hiçbir çiçek
yetiştirme zahmetine katlanmadan bütün çiçeklerin zevkine varıyor, keyfini
sürüyordu. Genelkurmay’a gelmeden sabah erken saatlerde Sheraton Otelde
yüzdüğünü söylerdi. Zararsız, çok iyi niyetli, çok faydalı olmaya çalışan,
zeki, sevecen biriydi. Komutanım, abi, komutan abi demesi içten ve samimiydi.
Bir gün
Kuvvet Plandan bir albay dostum beni ziyarete gelmişti. “Senin adamlarını
yukarda sekreterlik katında, yazıcıların peşinde, hiç görmüyorum, seninkiler
pek çalışmıyor galiba” demişti albayım. Ben de “Aman albayım bizimkileri,
oralarda, postanın yapacağı işleri yaparken görürseniz esas o zaman
çalışmıyorlardır, ben onlara ‘kapıdan gireni görmeyecek kadar işinize
odaklanın, eğer omzunuza dokunan olursa ne oluyor diye’ şaşırın” derim,
demiştim. Bu durum Murat’ın da dikkatini çekmiş bunu öğrendiğine sevinmişti.
Genelkurmay içinde birçok paşanın benimle şakalaştığını, çok sayıda kurmay
subayın benimle görüş alışverişinde bulunmak için ziyaret ettiğini, hemen her
Ana Silah ve Mühimmat Projesinin, Konsept aşamasında, Plana girmesinde
görüşmeye gelinirdi.
Projelerin ‘Gerçekleştirilmesinde’
MSB’den Kuvvetlere çok kişiyle koordine ettiğimi görünce Murat çok etkilenirdi.
İlgili Direktifleri çıkarttığım, PPBS, PAPS, NATO Yöntemlerine hâkim olduğum
için takılan soruyordu. 1988 yılında Yarbay olmam büyük ve önemli kişilerle
görüşmelerimde yararlı oldu sanıyorum. Her çalışmada daha etkili olduğumu
düşünüyordum.
Murat bir
gün, sabahları Murat Dural ile yüzdüğünü, iyi arkadaş olduklarını anlattı.
Nezihi Dural’ı, ambargo döneminde bir filo uçak getirmeyi başaran kişi olarak
tanıdığımı ama haksız yere mahkemeye verildiğini söyledim. Böyle düşündüğüme
sevinmişti. Sanırım bu düşüncelerimi Murat Dural’a hemen aktarmıştı. Birkaç gün
sonra Dural’ın Altay firmasında benim gibi bir “Ağabey” figürüne ihtiyacı
olduğunu söyledi. Ben hiç oralı olmadım, paşa olmaya gayret ettiğimi söyledim
hatta. Kurmayların bunu itiraf edemediğini oysa her kızın gönlünde gelin olmak
yatar, kimse sokak kızı olmak istemez derdim. Aylar geçtikçe bana Altay’da
ihtiyaç olduğunu açık etmeye başladı. Emekli olan, Gnkur’da bazı projelerde
beraber çalıştığımız, Em. Muh. Yrb. Tuncel Günenç de Altay’dan telefon edip
çalışma ortamını anlatmıştı. Murat rapor bekler, işini sorar ama işine karışmaz
demişti.
Murat Dural,
Ekim 1988’de, bizim evimize misafirliğe geldi. Nazik ve kibar bir beyefendi
idi. Murat Birsel üzerinden haberleşmeye devam ettik. Emekli olmamakta
direniyordum, geleceğimi parlak görüyordum. Orduya hayatımı borçluydum!
Kasım ayında
beş yıldızlı bir otelde yemeğe götürdü beni Murat Dural. Gelirsem, emekli
olursam, ne yapabileceğimi, işimin ne olmasını istediğini konuşuyorduk artık.
Ne yapacağıma kendimin karar vereceğini söyledi. Aralık ayında Çankaya’da,
canlı müzikli bir restoranı ikimiz için kapatmış, yemeğe gittik. Savunma
alanında yatırım yapmak istediğini, hangi alanda nasıl bir yatırım olacağına
incelemelerim sonucunda karar verileceğini anlattı. 1984’te Tuğgeneral olan
Güner Omay paşam, 1988’de Ağustos ayında, terfi edemeyince, Plan Ş. Md. Öğ.
Alb. Hüseyin Ağca ile beni rakip görmeye başladığını konuştuğumuzu
hatırlıyorum. Genelkurmayda dikkatleri üstümde topladıkça, Omay paşanın üzerime
geldiği intibaına kapılıyordum ben de. Kendileri 1992’de, tümgeneral olamadan,
tuğgeneral olarak emekli olmuştur.
Omay paşaya
sorarsam vereceği cevaptan emindim. Çok zor oldu ayrılma, emekli olma kararı
almak. Ordudan ayrılmamak için kendime söz vermiştim hem de ilk gün. Ayrılmak
ihanet gibi bir şey geliyordu. Şimdi “Keşke babama da sorsaydım diye düşündüm.”
Kendine rakip gören birisinin yüzünden ayrılmak gibi geliyordu. Teklifler de
çok cazipti. Savunma sanayiinde yatırımlar yapacaktık. Murat beyin bana ve
görüşlerime değer verdiğini sanıyordum. Bu işin geri dönüşü yoktu. Bu gidiş, bu
yol, tek yönlü idi. NATO’nun uzmanlara ödediği paradan, benim bir yüzbaşım için
ödenmesini sağlayıp onu bir projede çalışmak üzere bir haftalığına Brüksel’e
göndermiştim.
İşte o “Hiçbir kimse, hiçbir şekilde, hiçbir
projeye, gitmeyecek deyip ağır küfür ettiği konu bu idi Omay’ın.” Aynı
düşünceleri tekrar düşünmemek için bu anıları yazmak bile günler aldı. Anımsamak
bile istemiyorum. “Ne eylerse Mevla’m eyler, ne eylerse güzel eyler. Her şeyde
vardır bir hayır deyip, emeklilik konusunda daha fazla düşünmemek için, Omay
ile daha fazla çalışamayacağımı düşünerek, karar verdim.” “Çok sevdiğim sevgili
eşimin doğum gününü, 17 Ocak 1989’u, karar vermenin, fazla düşünmemenin
mutluluğu içinde kutladık. Daha fazla görev yapmak eziyet idi.” İki Murat da
karımdan bile daha çok mutlu oldu. Pazartesi günü saat 10.00 gibi, Omay paşanın
odasına gidip “Komutanım, benim Ordu ile kendime verdiğim bir söz var, ‘Ordunun
bana ihtiyacı olduğu sürece, ayrılmayacağım’ demiştim, sizce bu Ordunun bana
ihtiyacı var mı?” diye sordum. O da “Kesinlikle yoktur, bundan emin
olabilirsin!” demesi üzerine hazırladığım emeklilik dilekçesini kendisine sundum.
“Son olarak, o zaman izinlisin, ben sana sonuçtan haber veririm” demişti ve
beni eve gönderdi. Sonradan, nasıl bu kadar hızlı oldu bu iş diye
araştırdığımda, emir astsubayı, emri üzerine, ‘dilekçeyi doğrudan ve elden
K.K.K.lığına benimle elden gönderdi ve acele edilmesi için de kendisinin
arkadan telefon ettiğini’ söyledi. “Vardır her şeyde bir hikmet!” Allah’a
ısmarladık deyip vedalaşmaya gittiğim GnPP Başkanı Koramiral Güven Erkaya ve
Genelkurmay Başkanımız Orgeneral Necip Torumtay, ‘bizden habersiz nasıl olur,
bunu bize nasıl yapar’ deyip Omay’a kızgındılar diyebilirim!
Torumtay
paşam “Seni yetiştirmiştik, sana güveniyorduk” demeyi de ihmal etmedi.
Sevildiğimi anlayarak çıkmıştım makam odalarından. Bunun da bir hikmeti vardır!
Gerçekten de varmış sonradan çıktı!
Eski
Teknoloji Ş. Müdürümüz Müh. Albay Yalçın Önyürü beni, emekli olduğumu duyunca,
aradı ve “Sen niye emekli oldun, sen sivilde yapamazsın, ‘Senin Ahlaksızlığının
bir sınırı vardır! Sivilde bu konuda ‘Sınırsız’ olman gerekir” demişti. Çok
uzun zaman düşündüm ne diyor ne demek istiyor diye. Orduda her şey ‘Gizli’dir.
En düşük gizlilik derecesi ‘Hizmete Özel’dir, bu bile dışarıya sızdırılacak bir
şey değildir, ama özellikle her şey dışarıdan, iğneden ipliğe veya mermiden
uçağa, ithal edildiği için her alan ve konunun bir temsilcisi vardır. ‘Askeri
Camianın’ çevresi sayıları binleri bulan bu ‘Firma Temsilcileriyle’ doludur.
Ordunun ihtiyaç duyduğu şeylerin listesini mümkün olduğu kadar önceden bilmek
isterler bu kişiler ve dolasıyla ‘Dost’ bilinen her ülkenin binlerce firması.
Açılacak ihalelere önceden hazırlıklı olur. Hatta ilgili alanlarda ‘İhtiyaç
Listesine’ kendi kriterlerine uygun malzeme ve teçhizatın girmesini sağlamaya
çalışırlar, brifing vermeye uğraşırlar. ‘Bizde Bunlar Var’, bunlar sizin
‘Harekat İhtiyacınızdır’ demek isterler. Görev başındayken ziyaretler, kalemden
başlayan hediyeler!
Gittikçe
büyüyen yakınlaşma ve dostluklar, yemek yemeler hep ‘Bilgi’ almak ve bilgi
vermek içindir. Bunları reddetmek ayrı sanattır! ‘Teyit edilemeyen duyumlara
göre’ demek lazım.
En yetkili
kişilerden, ‘En Gizli’ ‘İhtiyaç Listesini’ almanın belirli bir piyasa değeri
vardır! Bu işler uyku kaçırır! Huzur bozar, bu eşik bir kere atlanınca, geriye
dönüş olmaz, hiçbir şey eskisi gibi olmaz!
Madalyonun
öbür yüzü de vardır. Batıda ‘Sanayinin Raflarında Ne Olacağını Saptayan
Konseptler’ vardır ve biz de ‘Konsept’ geliştirmeye başlamıştık. “Peki bu Yerli
ve Milli sanayiden bile bu kadar gizlilik ne oluyor, neden?” denebilir.
Akredite edilen ileri gelen sanayicilere yatırım için brifingler verilerek
önceden ihtiyaç duydukları bilgiler verilebilir!
Mart 1989
başında, Akay yokuşunda, Dedeman otelinin karşı köşesinde, bulunan Altay’ın 2-3
katlı binasına, Askeri Görevleri geride bırakıp, işe başlamaya gittim. Herkesle
tanıştırıldım, tüm bina gezdirildi, caddeye bakan güzel köşe oda bana
ayrılmıştı. Kartvizit basımı için önerilerim alındı. Bir güzel sekreter bana
tahsisli olmak üzere sekreterlerle tanıştırıldım. “Savunma Yatırımları Daire
Başkanı” yazıyordu kartımda, arkası İngilizce olarak. Mesai saatleri belli ama
bizim istediğimiz zaman istediğimiz yere ve kişiye gitme iznimiz vardı, Baş
Sekretere, haber vermek nezaket icabıydı. Maaşım, o zamanki Paşa Daire
Başkanları kadardı, ayrıca yılsonunda prim de vardı.
Anılarımı
okuyan Cemal Alagöz arkadaş der ki “MSB’de STINGER durdurulmak istendi, J-5’te,
‘Kuvvet Planda’, Kur. Alb, Ayhan Özbek’e gittim “Aman çok önemli” dediği için
devam edebildim!” Teyit edici bilgi!
NIAG Mucizesi
Murat
bey, ‘sen şimdiden paşalığa terfi etmiş durumdasın’ demeye getiriyordu. Buraya
kadar her şey çok güzeldi. Arabama da bina girişinde park yeri buluyorduk. Altay’daki
diğer mesai arkadaşlarım, Em.Yb. Tuncel Günenç başka ihaleleri, sonradan bize
katılan İs. Alb, Nurettin Atamtürk başka ihaleleri takip ediyor ve her
Pazartesi sabah saat 10.00’da Murat beye rapor sunulurdu. Benim henüz rutin bir
işim yoktu. İhale izlenmesi durumunda çok pişman olurdum emekli olduğuma,
yapabileceğim veya bildiğim bir iş değildi. Bana özel bir iş de verilmiyordu,
kendi işimi kendimin bulması, yaratması gerekiyordu. Hangi alanda, nasıl bir
yatırım yapılabileceğini araştırıyordum. Bir gün Murat beye, “CNAD veya NIAG
toplantılarına katılabilir miyim” diye sordum. Kendileri bana “Necdet bey,
hangi toplantıya katılacağınızı ben size söyleyemem, siz karar verin, ne zaman
nereye gideceğinizi sekreterlere söyleyin, en yakın Hilton veya Sheraton
otellerinden yer ayırsınlar, biletinizi alsınlar, muhasebeciye de kaç günlük
gideceğinizi söyleyin ki harcırahınızı hazır etsin” deyip topu bana pas etti.
Bu hiç beklemediğim bir cevaptı, ne güzel bir işti bu! Allah’ın bir Hikmeti
daha! Önce, CNAD-Conference of National Armaments Directors-Milli Silah
Direktörleri Konferansı’na bağlı, Kara, Deiz ve Hava Silahlanma Gruplarına eş
olan, NIAG-NATO Industrial Advisory Grup-NATO Sanayi Danışma Grubu toplantısına
katıldım. Bu toplantılar genellikle Brüksel’de yapılırdı. İlgililere bildirdim,
nihayet Paşalar, beyler gibi bir toplantıya katıldım.
Bir türlü
Genelkurmayda çok kişiye öğretemediğim gibi ‘faaliyetlerine katılmadan
toplantıya katılmamak için, alt grupların toplantılarına da katılmaya karar
verdim. Yeni bir alt grup kuruluyordu son gittiğim NIAG’ta, hemen gereken notu
aldım o alt gruba da katılacağımı bildirdim. Benimle birlikte SSM-Savunma
Sanayii Müsteşarlığından bir üst düzey yetkili Sayın Birol Altan da NIAG
toplantısına katılmıştı. Hatta bir iki birlikte katıldığımızda, “Siz sürekli
katılacaksanız, ben resmi görevli olarak bu grubun yapısına uygun değilim,
sizin katılmanız ve Masada Türk Savunma Sanayiini Temsil etmeniz daha uygun
olur” demişti. Ben de sürekli katılacağımı söyleyince gerçekten kendisi
katılmaktan vazgeçti. Beni Genelkurmay’dan tanıyordu, gidip gelirken birlikte
çok vakit geçirdiğimiz oluyordu. Bir gün, Altay’ı çok küçümseyerek bana “Siz de
para kazanmak için mahalle bakkalında iş bulmuşsunuz” demez mi? “Oradan öyle mi
görünüyor” diyebilmiştim. (Birol’cuğum bu büyük lafının altında kaldı, birkaç
sene sonra, TUSAŞ’ta, Murat beyin temsilciliğini yaptığı Lockheed firması ile
Martin Firması birleşti ve Lockheed Martin firmasının etkinliği artmıştı.
SSM’de işi biten Birol, TUSAŞ’ta iş bulabilmek için ‘Bakkalın’ peşinde koştu,
Altay’ı ziyaret etti, etkisinden yararlandı, TUSAŞ’a girdi. Allah büyük!)
NIAG
toplantısının gündemindeki konuları ele alarak, ülkelerin tartışma ve
görüşlerini de kapsayan kalın bir rapor hazırladım, sekreterler rapora sipiral
de taktırınca kitap haline geldi. Bu kitapları MSB Müsteşarı Sayın Tümg. Seyhan
Canova paşaya takdime gittik.
MSB’nin ön
kapısından ‘Murat beyler geliyorlar’ dedirterek girişimiz, sunumumuz,
karşılanmamız ve uğurlanmamız Murat beyin de benim de çok hoşuma gidiyordu.
İhaleler nedeniyle bilgi verilmemeye çalışılan olurken kapıların açılması ve
paşaların görüşür oluşu çok önemliydi tabii. Aynı raporların birer kopyasını,
gündem maddelerinde ilgili konular var diye, Murat beyin imzasıyla, bir yazı
ekinde, Gnkur Başkanlığına ve Kuvvet Komutanlıklarına gönderilmesi gerçekten
bugüne kadar olmayan bir sükse idi. Böyle sonuçlanan birkaç toplantı sonrasında
‘neden Altay mensubu katılıyor da MKEK katılmıyor’ diyen üst düzey paşalar çok
olmaya başlayınca, beşinci senede MKE’den sayın Yavuz bey de katılır olmuştu.
Sadece Toplantıya!
NIAG’ta
kurulmasına karar verilen Alt Grubun toplantısına katılınca orada öğrendiğim
bir gerçek beni de ‘Şok’ etti, çok şaşırttı. Ben ki 20 yıllık görev sırasında
NATO’nun her düzeyindeki, Konseyden Uzman Gruplarına kadar, toplantılarına
katılmıştım. Ama NIAG’ın Alt Gruplarında uzmanlara para ödendiğini hiç duymamıştım.
MND sonrası, Prefizibilite Çalışmaları finanse ediliyordu. NATO Konseptlerini
gerçekleştirmek üzere, MND-Mission Need Document-Görev İhtiyaçları Dokümanları,
Genelkurmay Başkanlarının toplantılarında onaylanmakta, bu İhtiyaçlar, bugünkü
deyimle ‘İsterler’, Ön Yapılabilirlik ve Yapılabilirlik aşamalarından sonra
‘İşbirliği Projeleri’ olarak, ‘Katılan Ülkeler’ arasında müştereken
yürütülmekte. Bir süre için katılacak ülkelere açık olarak yürütülmekte, daha
sonra ‘Kapanarak’ yeni katılımlara kapanmaktaydı.
Bugün
girmeye çalıştığımız ama alınmadığımız SAM-T ve Tyhoon, projelerine önce
girebilirdik, sonra olmaz. Müşterek projelerde hiçbir ülkenin parası, hiçbir
ülkeye verilmez, kaç uçak veya sistem alınacak ise toplamın yüzdesine göre ‘İş
Payı’ alınır. Her ülke, iş payına düşen parçaları üreten, kendi firmalarına
öder. Asker etkinlik kazanır, sanayici teknoloji öğrenir!
Altay
için benim yapacağım iş ortaya çıkmıştı. Toplantılara katılarak yılda yüz
binlerce Dolar kazandıracaktım. Benim için de yeni olan bu ‘Para Ödenmesi’
hususunu kimseye söylemedim. Murat bey de “Kimse bilmiyor bu durumu,
öğrenilirse bizim katılmamıza izin verilmez” demişti o kadar. Muhasebeci ile
kısa bir konuşma yapmıştım, “Nasıl oluyor istediğim toplantıya katılabiliyorum”
demiştim o da “Siz Daire Başkanı olduğunuz için Bankalardan bir haftalık görev
için 5.000 ABD Doları alırız ve hepsini masraf olarak yazıp vergiden düşeriz,
yasal, oysa size verilen günde 100 Dolar harcırah ve otel masrafları azdır.”
Böylece gizli anlaşma yapmıştık. Ben toplantılara katılacağım, harcırahlarımı
biriktireceğim, geri kalan da Altay’a kâr kalacaktı. Çok kişi ve çok paşa
“Nasıl oluyor da bu kadar toplantıya katılmana izin veriliyor” sorusunu sordu.
Hepsine de bu hikâyeyi anlattım: “Bir gün adamın biri bardan sarhoş çıkar ve
Papazı görür ‘Muhterem Peder AL şu parayı benim rahmetli babama oku’ der. Papaz
durumdan vazife çıkarır barın önünde sıkça karşılaşır adamla, uzun bir süre
sonra belki de az sarhoş olduğu bir akşam ‘Peder, uzun zamandır biz bir iş
yapıyoruz, babama yararı oluyor mudur?’ diye sorar.”
“Papaz,
‘evladım benim çok işime yarıyor ama babandan emin değilim’ der.” Yani, benim
işime yarıyor ama Murat beyden emin değilim der geçerim. Toplantı dönüşü
raporlar bastırıp paşalara takdimler ve yazıyla raporları ilgili ve yetkililere
göndermek büyük keyif veriyordu. Yine ve yeniden Allah’ın Hikmeti! Başka ne iş
yapardım tahmin bile edemiyorum, düşünemiyorum!
Ülkelerin
savunma sanayilerini temsil eden kişiler o ülkelerde önemli sanayilerin önemli
kişileriydi. Murat bey bunları avlamakta da uzmanlaştı. Türkiye Savunma
Sanayisini temsilen, tam “7” sene NIAG Toplantılarına katıldım. Ankara Sheraton
Otel’de NIAG Toplantısı düzenledik, çok paşa ve üst düzey yetkiliye yemekler
verip hediyeler sunduk, özel kitaplar bastırdık, dağıttık. O tarihlerde Sivil,
Sanayici, Firma yetkilisinin resmi kişilerle görüşmesi hoş karşılanmazdı. Biz
ise ziyaretler yapıyor, takdimler sunuyor, görüş ve önerilerimizi anlatıyorduk
hem de en üst yetkililere. Bu iş böyle ne kadar gidecek merak ediyordum, bu
düzen bozulacak ve ben herkesten, ‘Bilgi Saklamış’ olarak düşünülecektim,
kredim düşecekti. Eziklik hissetmeye de başladım. MKE’den katılan Sayın Yavuz
Bey kimseye bir şey anlatamıyor, kimseyi alt gruplara katılmaya ikna edemiyordu.
Bir kere katılsalar para alacaklardı, Birol Altan da katılmamış, kimseyi
göndermemiş, sırrımız ifşa olacak, öğrenilecek, her şey ortaya çıkacaktı ve ben
de işimi kaybedecek ama rahatlayacaktım. Bu işin böyle sonuçlanması
kaçınılmazdı, ne kadar geç olursa o kadar iyiydi benim için, yapacak ve
söyleyecek bir şey yoktu, Allah’ın Hikmeti! Ne diyebilirim ki 7 sene sürüdü!
NIAG –
Necdet Için Ayarlanmış Görev
Savunma
sanayi konusunda birçok seminer ve sempozyum oluyor, hepsinde ben takdimler
yapıyor, tartışmalara katılıyordum. Her zaman NATO konusunda başrollerdeydim
hangi arkadaşım dedi önce bilmiyorum ama bana “Hep NIAG’dan bahsediyorsun ne
olduğunu bilmiyorsun, NIAG-Necdet İçin Ayarlanmış Görevdir” dendi, benim de çok
hoşuma gitmişti. SASAD-Savunma Sanayi Derneği kurulmuş, Altay da bir üyesi
olmuştu. 1996 yılında, MSB’de bir birim oluşturuldu ve CNAD ve NIAG
Faaliyetlerini Koordine edecekti. Komuta Katına takdimlerimiz Projeleri ön
plana çıkarıyordu ama Altay’ı rakiplerinden öne çıkarması çok ses getirir
olmuştu. SASAD bu konuda etkin olmaya çalıştı ve MSB’nin kendilerine Görev
vermesini bekledi ve istedi. MSB’de oluşturulan ‘Koordinatör Ofis’
kendilerinden izin alınmadan NATO faaliyetlerine firmaların katılımını yasakladı.
Son olarak katılmak istediğim NIAG Grubuna bizim katılmamız uygun bulunmadı. Altay’da,
Murat da sinameki bir Finans Müdürü almıştıı, bizim harcırahları kontrol ve
azaltma herifin zevkiydi. Yedi sene sonra işin eski zevki ve keyfi kalmadı. Tüm
ortamımda ‘Gözde’ kişi olmam bitmişti, yerime başkaları, eski NIAG’cı olarak,
Birol bile, göz dikiyor, bazı emekli olmak isteyen albaylar da, Murat’a, ‘Ben
daha iyi yaparım’ diyorlardı sanırım. Yeter idi bu kadar, NATO’nun para alınan
kısmını da keşfetmiş, iyi de yararlanmıştık. Bu para alış hayatımı kurtarmıştı,
ne yapacağımı bilemediğim durumda ‘Hızır’ gibi yetişmişti. Gerisi rutindi,
yapılırdı!
Saydam ve
Almedahl Mucizeleri
15 Ağustos
1997’de, çok sevdiğim eşime ‘Sana gene sade bir emekli yarbay olarak dönüyorum’
demiştim. Altay’ın bitişini de Cin-Tonik ile kutladık. 16 Ağustos sabahı saat
10.00 gibi “Seninle çalışmak istiyoruz” denmesi yine büyük sürpriz olmuştu.
Hikmet!
Tasavvufun
Bilge Kişisi Ahmet Hançer, namı diğer Hacı Abi veya Hacı Bey, 1983 yılında
Çankaya’daki lojmanımıza geldiler ailece. Uzun bir süre, Eylül ayında,
kaldılar. Bana “Senden hiçbir bilgi saklamadım, bütün bildiklerimi öğrettim” dedi
Bilge kişi! “Benden sonra Osman amcana gidersin” demişti. Ekim ayı başında ben
Brüksel’e toplantıya gittim. Toplantıda vefat ettiği haberi geldi, sanki veda
ediyordu, son sohbetlerimizde bunu anlamalıydım. Gerçekten de kısa bir müddet
sonra Bursa’da, Osman amcaya talebe oldum. Böylece o da talebe almaya başlamış
oldu, kısa zamanda birçok talebesi olmuştu. Bir tanesi de Serdar Saydam idi.
Saydam Tekstilin genç veliahdı.
16 Ağustos,
1997, Sabahı saat 10.00 gibi, Serdar Saydam “Abi seninle çalışmak istiyoruz,
Osman amcan da (kendisi Efendi Baba-EB-derdi) yanımda” demişti. Hemen Bursa’ya
gittim. EB ve birçok talebesi Saydam Tekstilin fabrikasında çeşitli görevlere
başlamışlardı. İşinin ehli kişiler sayılamazlardı ama öğrenmeye, ellerinden
geldiğini yapmaya çalışıyordu herkes. Belirli bir düzen kurulmuş çalışmalar
başlamıştı.
“Bana hangi
konuda ihtiyaç duydunuz?” dediğimde, Serdar, “Sen yurt dışına çok gitmiş gelmiş
bir kişisin, kendi işini kendin yaratırsın” dedi. İyi düşünmüştü. Babası, tüm
işleri, bütün fabrikayı tek oğluna bırakmıştı, tek yetkili kendisiydi. Babası
Selahattin bey çok muhterem birisiydi, işinin ehli, vizyon sahibi birisiydi. Ben
Serdar’a “Ben 20 yıl ARGE uzmanı olarak çalıştım. ARGE en üst yöneticiye bağlı
olur, sana rapor vereyim, Bir ARGE’cinin ilk işi de hangi konuda araştırma
yapacağını araştırmaktır.” Dedim. Kabul etti, maaşım da 1.500 ABD Doları
olacaktı. Her şey çok güzeldi hemen işe başladım. Fabrikanın tüm ilgili ve
yetkili kişileriyle görüştüm, faaliyetlerle ilgili raporlar aldım, herkes her
soruma cevap veriyordu, talimat öyleydi Patrondan. Gördüm ki ihracatı artırmak
en öncelikli konu idi.
Çok ülkeye
ve çok firma ve fabrikaya, biz bunları üretiyoruz, yatırım dâhil her türlü
işbirliğine açığız diye faks ve e-mailler attım. Çok yerden cevaplar geldi.
İhracatı artırma fırsatları yaratıldı. İsveç’ten gelen mesaj ve numune
örnekleri diğerlerinden çok farklıydı. Bana, ‘biz bunları Türkiye’de dokutmak
istiyoruz’ diyorlar ve pamuklu dokuma örnekleri göndermişlerdi. Serdar “Biz
‘asetat’ ipliği dokuruz, pamuk uçuntu yapar, fabrikaya pamuk sokamayız, bunları
Özdilek gibi firmalar yapar abi” demişti. Numunelerimi aldım mesai sonrası bir
çok firmaya götürdüm. “Olur, dokuyabiliriz” cevapları almıştım. İsveç’in
Almedahl firmasına şahsımın “One man show-Tek kişilik firmam var Saydam firması
bu tür dokumaları yapmıyor” dedim.
Gelen cevap
“Biz de seninki gibi bir firma arıyoruz, temsilcilik yapacak, istediğimiz
kaliteleri, istediğimiz fiyattan üretecek firmalar bulacak, birine ihtiyacımız
var” dediler. Bu haberler üzerine, girişten üç ay sonra Serdar ile tekrar
anlaşma yapıp işten çıktım, üç ay için iyi maaş ve ikramiye almıştım. Sağ olsun
Serdar! Yine ve yeniden, kalben, Allah’ın Hikmeti ve İhsanı ile karşılaştım,
ben öyle olmasını isteyemezdim bile!
1997 Kasım
ayından itibaren, tam 20 yıl sürecek, çok zengin olacağım, hiç beklemediğim
kadar verimli geçen, Almedahl dönemi başladı. Stor perde üretiyorlardı, pamuklu
dokumaya son vermişler yurtdışından almaya başlıyorlardı. Bursa, İnegöl ve
Denizli’de tekstil firmalarını ziyaret ettim. Çok farklı deneyimler yaşadım,
çok farklı bir alanda çalıştım, patronlarla doğrudan muhatap oldum.
Genel
Müdürlerle konuştum, ilgili kişiler çok yetkiliydi. Bursa’da adını şimdi
hatırlamadığım bir firmanın genel müdürünü akşam saat 20.00 gibi ziyaret ettim.
Tam kapıdan çıkıyordum ki bana “Siz memur hatta asker emeklisisiniz değil mi?”
dedi. Evet deyince, emekli yarbay olduğumu duyunca buyurun dedi ve yer
gösterdi. Oturduk sohbet ettik. Bana “Siz sipariş vereceğinizi söylüyorsunuz,
oysa bana sipariş verecek kişiyi ben İstanbul hava alanında karşılarım, otelde
kızlarla ağırlarım, sonra alır gelir fabrikaya iş yaparım” demezmi. “Anladım
çok güzel ve doğru tespit” dedim. Müdür bey çok haklıydı, bu iş böyle
yapılmazdı. Ne zaman, kime, ne diyeceğimi bilmem gerkirdi.
Bu da güzel
bir Hikmetti! Ertesi gün numune kataloglarını alıp gittiğim, Bursa,
Demirtaş’taki bir firmaya girdim ve önce “Ben emekli Yarbayım” deyince
“Komutanım arkadaşım şimdi gidiyor, bir dakika oturun” dedi. Arkadaşı gidince,
“Ben bu işlerden hiç anlamam, yeni iş olarak Almedahl’in temsilciliğini
yapıyorum, bana numuneler gönderdiler, bunları yapabilir, dokuyabilirseniz,
yetkililer gelecek, fiyatta anlaşırsanız, sipariş verecek, ben de üretim ve
kalite kontrolü yapmaya, sevkiyatın yapılmasına, çalışacağım” dedim. Önce bana
yardım etmesi için ricada bulundum. Adamın çok hoşuna gitti, pamuklu dokuma
örneklerini görünce arkadaşının geri dönmesini söyledi ve birlikte hangilerini
yapabileceklerini belirlemeye çalıştılar.
Bir gün
Bursa’dan Ankara’ya giderken, İnegöl’de de olabileceğini söyledikleri için,
sanıyorum ‘İSKO’ firmasıydı, uğradık. Akşam gene 20.00 gibiydi. ‘Almanlarla
görüşüyor, biraz bekleyin müdür bey sizinle de görüşecek’ dendi, başladık
beklemeye. Genellikle on-on beş dakika sonra gelen giden olmazsa giderdim.
Çok sevdiğim sevgili eşim Hüsniş’imle bu sefer
oturduk, onun önerisiyle, belki de gelince özür dileyecek ne biliyorsun
demişti. Haldun Ekincioğlu, Teknik Müdür, bizi kabul etti, yarım saat kırk beş
dakika sonra. Özür dilemedi diye hatırlıyorum ama önce “Almanlar bizim en iyi
müşterimiz” deyince ben de “Bir gün inşallah biz de sizin en iyi öüşteriniz
oluruz” dedim. Öyle de odul Haldun Bey kataloglarımı inceledi “Bir çoğunu
yaparız, hem de iyi kalitede yaparız.
Yalnız
buradaki tezgâhlarda değil, Bursa Otobüs Terminali’nin, Jandarma’nın,
karşısındaki, kendi, Ekincioğlu Firmasının tezgâhlarında, yaparız” dedi. “Yapın
da nerde olursa olsun hatta orası benim, Ankara’dan geliş gidişim için daha
uygun, kalite kontrol ve sevkiyat raporları için fabrikaya gece gündüz olmadık,
beklenmedik saatlerde otobüslerle, gelebilirim” demiştim.
“Kasım ve
Aralık aylarında çok firmaya ziyarete gittim, sizin numuneleri götürdüm, sizin
için çalışıyorum, masraflarım için, bir ödeme yapar mısınız?” diye Almedahl’e
sormuştum. Beklediğim masrafların karşılanması idi. Ulf Stensby, Almedahl’in Siparişlerini
veren yetkilisi, firmanın kalite kontrol müdürü ise Bertil Andren idi. “Bir
altın madeni buldun, kazıp altın çıkarmadan, altın sahibi olamazsın!” diye
cevap vermişti Ulf. Masraflarımın hiçbiri karşılanmadan koşturuyordum yine.
Olumlu ve ümitli bir firma buldum “Deneme siparişi verecek misiniz?” deyince
sanırım 100 veya 500 metre deneme üretildi. Tarif ettikleri şekilde numune
firmaya gönderildi ve sonuç çok olumlu idi. Gelip görmeyi, tanışmayı istediler.
İstanbul’a
gelecekleri günü bildirdiler. Benim de ertesi gün Ankara’dan Bursa’ya
gideceğimi, Otobüs Terminalinde buluşabileceğimizi yazdım. Beşiktaş’ta Hilton
otelinde kalıyorlardı, Esenler Otogarına taksi ile gitmelerini ve oradan şu
otobüslere binmelerini yazdım. Terminalde geleceklerini düşündüğüm saatte,
yabancı olabilecek kişilerin karşısında durdum.
Telefonunu
çaldırdım, karşımdaki Ulf idi. Adamlar bu dediklerimi yaptılar ama ilerde
“Adamın teki bize terminale gidip otobüs peşinde koşmamızı söyledi, sabahın
köründe neler çektik” deyip çok anlattılar bu olayı. Benim arabamla İstanbul’a
gelip, onları otelden alıp, Bursa’ya götürmemin en uygun olduğunu, sonra,
zengin olunca, anladım. Ekincioğlu ile işler çok iyi gitti, “İyi ki eşimin
önerisiyle ilk gece terk edip gitmemişim” dedim hep. Yine Hikmet! Çok kısa
zamanda çok para kazanmaya başladım. NIAG mucizesinden sonra Almedahl mucizesi
için sürekli “Çok şükür, bin şükür!” demişimdir, hala da diyorum. Hemen 1992
model arabamı değiştirdim 2.000 motor aldım 2004’te. 2006, 3 Ekim’de ise, eşimin
bana, 60.cı yaşımda, doğum günü hediyesi olarak, sıfır kilometre, “E 200
Mercedes” alması, ikimizin de hoşuna gitmişti. 1968’de tayin olmadan aradan
çıksın diye ehliyet için ders almaya başlayınca kulağımıza “Kayınpederinin
Mercedes’ine göz dikti galiba” denmesi bizi çok üzünce eşim, “Bizim de olur”
dediğinde “Oooho 60 yaşında belki” demiştim. İşte bu kehanet gerçekleşmişti!
Her zaman belli başlı olaylarda, Allah’ın Hikmeti hoşuma gidiyor, İyi ki geldik
dünyaya yaşamak çok güzel!
Ekincioğlu
Tekstil, küçük bir fabrikaydı, 2.000 ekonomik krizinde, Almedahl sayesinde o
kadar zengin oldu ki, fabrikasını üçe dörde katladı. İki ayda bir, üç büyük
konteynır gönderiyorduk İsveç’e. Yılda iki defa Ulf ile Bertil geliyor,
Bursa’da yiyip içip geziyorduk. İş için gelinmiş olsa da doğruca Bursa’ya
gidilmiyor, Müdürün dediği gibi ‘Siparişler için İstanbul’daydık’.
Ekincioğlu’nun yatıyla, Boğaz turu atıyor
şampanya içiyorduk, akşamları boğazda yemekler, evlerde barbeküler. Birkaç defa
da biz İsveç’te ağırlandık uğurlandık, gemilerle fiyort turları, yemeler
içmeler en lüksünden, benim otel masraflarım da ödeniyordu. Bana her yerde her
şey ücretsizdi. Sevgili eşimle çok güzel yıllar geçirdik Almedahl sayesinde!
Bir
keresinde bizi dağ evinde ağırladı Ulf. Yolda giderken hemen her evin önünde
uzun bir direkte bayrak asılıydı dikkatimizi çekti ve ‘Biz çok Milliyetçiyiz’
dedi. Ama biraz ilerde tepede bir bayrak gördük. Türk bayrağı idi, durduk incedik
doğruydu, bizimkiydi. Hayretler içinde yola devam ettik. Gittiğimiz ev
orasıydı, kendisi bizim bayrağı çekmiş bizi götürüyordu. Her ziyaretlerinde biz
de Ekincioğlu ve Küçükçalık firma direklerine İsveç bayrağı çekiyorduk. Jest
yapmıştı Ulf.
Yirmi sene
sonra 2017 yılında işler tersine dönmeye başladı. Türkiye’de, Almedahl’e rakip
firmalar çoğalmaya başladı, aynı tip ve desende stor perde üretebilen
firmalarımız sayesinde, Almedahl dünya çapında hızla Pazar kaybetti. Yerli ve
milli firmalar bilgisayar desenlerinde de başarılı idiler. Fiyatları daha düşük
tutabiliyorlardı. Frankfurt gibi yurtdışı ve yurtiçi, HomeTex-Ev Tekstili
fuarlarında rakip tanımıyorlardı. Bana gene eve dönüş görünüyordu. “Olsun, her
şeyde bir hayır vardır, her şeyin bir hikmeti vardır” deyişim doğruydu. Hayal
edemeyeceğim kadar para geçti elimden, çok vergi ödedim, çok şükür. Hatta
muhasebecim, vergi diye verdiklerimi yatırmamış.
Vergi borcum
nedeniyle, Tur ile ailece geziye giderken hava alanından geziden geri
gönderilmiştim polis tarafından. Beş vakit abdest-namazında olan muhasebecim
hala bana olan borcunu ödemeye çalışıyor. Abi senden helallik alıcam demişti,
inşallah!
Yıl
2004 civarı, Almedahl’in Çarşaf Takımları üreten Bölümünden bayan Anette bana
“Bize de yardım edermisin?” mesajı attı. Ben de “Ben Almedahl adamıyım, tabiî
ki yardım ederim” demiştim. Bu konuda Ulf’ün de onayını almıştım. Yeni bir işim
oldu hiç yoktan, ben istemeden! Hikmet!
Bir
çok firmayı buldum istedikleri kalitede çarşaflık dokumaları yapan. İsveç’te
desen geliştirip basıp pazarlıyorlardı. Numuneler gönderiyorlardı onlar da. Ben
numuneleri çeşitli firmalara götürüp dokutuyordum. Anette’ler de geldiler,
gezdirdim, yedik içtik her şeyi ödediler. Ayrı bir güzel gelir kapısı çıkmıştı.
Aynı şekilde “Yaşamak çok güzel, iyi ki geldik dünyaya, bu işlerin 10 katı olsa
benim onda birimi doldurmaz, çok şükür, bin şükür” deme de dur!
Anette
kendi işinin yanında, kısa bir süre sonra, babasına da yardım edip
edemeyeceğimi sordu. Ben de hemen tabiî ki kabul ettim. Babası Bjorn
Hedendahl’in işi ‘Parti Malı’, depolarda kalan ‘İkinci Kalite Mallar’ idi. Bir
süre sonra Bjorn’u, İnegöl ve Bursa’ya, “Küçükçalık ve İpekere” götürmek
yeterli oldu. Buralardaki depoları çok sevdi. Depoda kendini kaybediyor, “Sen
git iki saat sonra gel, beni kumaşlarla yalnız bırak” diyordu.
Aldıklarını
‘Proforma Fatura’ kesip önce ödüyor sonra sevkiyat yapıyorduk. Firmalar için
peşin para çok cazip idi bana, ben istemeden komisyonumu veriyorlardı. Bjorn da
komisyon veriyordu. Şükür, bin şükür! Bu iş, bu 2023 yılının başına kadar sürdü,
Bjorn büyük bir kalp krizi ve ameliyatı geçirdi, hala hasta ve hastanedeymiş.
Arkadaşım umarım en kısa sürede iyileşir! Kızı Anette, bu işe devam etmek
istiyor!
Yıl
2012 gibi idi, bizim yazlık ev ikiz villa tipidir. Bitişik komşu Hakan’ın
Antalya’dan, Hakan adında arkadaşı geldi. Bir iki gün kaldı. Bir akşamüzeri
“Abi seninle bir şey konuşmak istiyoruz” deyip bizim bahçeye geçtiler. Dökülen
atık yağları denizden ve karadan, hatta kirli arazileri, temizleyen ‘Toz’
üretip satıyorlardı. “Bize yardım eder misin” demezler mi? Nasıl kırılır
komşularım? Bu iş hala devam ediyor. Antalya’dan Hakan şimdi telefon etti. “MSB’ye
telefon ettim, işte bu telefondan konuş, brifing verin anlatın tüm Silahlı
Kuvvetlere satın” dedim bugün. Hakan da biraz önce telefon etti “Abi iş senin
sen brifing verilmesini sağla, biz brifing verelim, kiminle görüşeceğimizi
sağla biz gidip görüşelim, kim alacaksa alsın biz sana komisyonunu verelim,
lütfen kabul et” dedi. “Tilkiye kızarmış tavuk sever misin demişler, gülmekten
uzun bir süre konuşamamış, ‘Tebessümden Ağzımı Toplayabilsem’ cevaplıycam
demiş! Ben de artık bu ‘Anılar’ Kitabından başımı kaldırabilsem, iş yapmaya
başlasam iyi olacak. Annem “Akarken doldurmalı, sonra ararsın, işten artmaz
dişten artar” derdi hep. Büyükler, “Özel sektörde emeklilik yoktur” demişler!
Anette,
zaten toz işini İsveç’te babasının yerine yapmaya çalışıyor. Umarım oradaki
müşterileri de toparlar ve işe devam eder benimle birlikte. İnşallah!
Sayın
okurum, buraya kadar okudunuz da sevdinizse ben de sizi sevdim. Bizim ‘Devre’
deidiğimiz Harp Okulu mezuniyet ve terfi yılı esas alınarak, kaçlı olduğumuz,
önemlidir. Aynı devre mezunları birbirlerini okuldan tanırlar. Ben de ‘65’li
oluyorum. Devremizde beni Genelkurmaydan tanıyan Paşalarımız da vardır. Devre
Gruplarında yazdığı için, hatta ‘paşam’ ne oluyor biz arkadaşız, diyen Emekli
Tümgeneral Yaşar Karagöz unutulur mu hiç. Grupta yazmıştı, “Ben seni biliyorum,
seni hiç tayin etmediler, ben geldim gittim sen hep oradaydın, sen ‘En Büyük
Genelkurmaylısın’ demişti de, anılarımızı konuşunca, sen otur yaz bunları
demişti bana Yaşar! Yazdım işte Yaşar Paşam! Aile boyu sağlıklı mutluluklar, sevgiler
hepinize ey 65’liler!
Yeni
okurlar için söylemem gereken bir husus var sanırım. 1960 Askeri müdahalesinden
sonra Genelkurmay Başkanlığının özel Kanunu çıkarıldı. Bugünkü gibi MSB lığına
bağlı değildi. Normali bu ama o zaman anormal koşullar vardı. ‘ABD etkili’ bir
durum denebilir. Hatta İç Hizmet Kanununa bir özel madde bile eklettiler, tabii
tavsiye ile. Ordu, uygun gördüğü durumlarda müdahale edebilir denildi. Bu nedenlerle
Genelkurmay Başkanlığının çok özel bir durumu vardı. Doğrudan Başbakana bağlı,
Kuvvetlerin tam hakimiydi, Direktif, Onay Makamıydı. Karargâhı bilirdim. Özel
durumdan yararlandık, ‘Ben de vardım’ diyebilirim!
SONSÖZ
Umarım yazdıklarım
vaktinize değmiştir. Tasavvuf konusunda dört kitabım çıktı, hepsini bir kitapta
toplamayı düşünüyorum ama Google’a Necdet Altınay yazarsanız Blogum çıkar hepsi
oradadır. Anadolu Halkı, Anadolu Erenlerinden, her şeyi öğrenmiştir. Halk aynen
Hakk’tır, Gökten iğne düşse ‘Gayriye’ değmez, ‘Allah ü Ekber’ demek sadece ‘Allah
Büyüktür’ demek değildir, o kadar büyüktür ki O’nun olduğu yerde gayrisi bir
‘Zerreye’, zerrenin sevgisi gibi bir manaya bile yer yoktur!
Tasavvufta ‘Vuslat’ kavramı vardır, Hakkı
bilmek, Hakka ermek, Hak ile buluşmak anlamlarını taşır. Tevhit ilmi, insanın
kendini vermesini, kendinden vazgeçmesini ister. Anadolu erenlerinin
ocaklarında Kuran ilmi öğretilir. Dervişlere alması gereken dersler verildikten
sonra özümlemeleri beklenir ve uygulamaya geçilmesi önerilir. Bu amaçla
‘Halvete Giriş’ kavramı anlatılır. Halvetin kırk gün gibi uzun bir süreyi
kapsadığı bilinir. Küçük bir hücrede, minimum ihtiyaçları karşılanarak,
Dünya’dan elini eteğini çekerek, tefekkür etmesi beklenir. Atamızın tercüme
ettirdiği Tevilatı Kaşaniye kitabında anlatıldığı gibi her insana ‘Benlik’ kazandıran
‘Efal-Sıfat-Zat’ kavramlarının aslında Allah’a ait olduğu ilmi öğretilir. Bu
makamlar Fenafillâh makamlarıdır. Bunların yerine Hakkın efali, sıfatları ve
zatıyla yeniden dirilmesi beklenir. Kuranın bu makamları, ayetlerde ayrıntılı
bir şekilde anlatılmıştır.
Yeniden
dirilişin Hakkın efal, sıfat ve zatıyla olabileceği öğretilir. Halvete giren
kişinin tefekkürle oluşturduğu vakum ortamında Hakkın verdikleriyle, Hakka kavuşur.
“Yokluktan, enerji, ‘Boşluk’ ortamına, çıkıp var, sonra da hemen yok, olabilir!”
Kuran,
insana kendisinin var olduğunu zannettiren en önemli üç hususun ‘Efal’, ‘Sıfat’
ve ‘Zat’ olduğunu söyler. Şöyle ki, ‘varım, çünkü istediğim gibi hareket
ediyorum, yiyor, içiyor, tutuyor, geziyorum’ der. İkinci olarak, ‘çok çeşitli
sıfatlara sahibim, ana, baba, evlat, eş, meslek sahibi, iyi, kötü davranışlarım
var, güzel, çirkin, sıfatlarım var’ diyebilir. Son olarak da, ‘bir vücudum var,
maddi ve manevi benliğim ve kişiliğim, kimliğim, zatım vardır’ der. “İnsan,
Allah’ın hayatıyla hay yani diri, ilmiyle âlim, nefsiyle kaim, fiiliyle fail,
sıfatıyla mevsuf, vücuduyla mevcuttur.” (2 Bakara, 255) Kişinin, ayrı bir
varlıkmışçasına var olduğunu iddia etmesi bir ‘zan’dır. İnsanın, ‘zan’larından
kurtulması tam bir imandır!
O vardır, Gayrisi
yoktur ise “Biz” kimiz, neyiz, nerden gelir, nereye gideriz. Kul Allah’ta kul
ise, Allah kuluyla, kul kiminle? Ezberleyince ananemden 2.5 TL kazandığım Ayet
el Kürsi’ye, Bakara 255’e göre “Kul, Allah’ın ilmi ile alim, nefsi ile kaim
yani ayakta, hayatı ile hay yani diri, efali ile fail, sıfatı ile mevsuf,
sıfatlanmış, vücudu ile mevcuttur.” Olsun! Biz yine de “Ben!” demeye bayılırız,
hatta demezsek çatlarız. Hep biz yaparız, yalnız biz varız. ‘Özgür İrademiz’
yoktur sadece buna inanma özgürlüğümüz vardır!
Hayatımda,
hayatıma yön veren hiçbir şeyi ben yapamadım, hepsi istediğimin dışında ve
üstünde bana verildi, hem de en uygun zamanda ve en uygun şekilde. Verilince,
Hikmetini anladım, hepsini yaşadım, Bin Şükür dedim. Her şeyin Hayırlısı olsun!
demek marifet sanırım! Kâmil abinin dediği gibi, “Hep O’nun dediği oluyor, hiç
benimki olmuyor!
Teyze kızı Reyhan
“Kişi, kendine eder işi!” der. Onun tavsiyesi ile tanışıp yeni evlendiğim, yeni
eşim Cahide Sultan da aynı fikir ve kafada. Etme bulma dünyasıdır bu! Eden
bulur, inleyen ölür! Kendimize eziyet etmeyelim, ‘Varlık’ iddiasında
bulunmayalım, ‘Ne gelirse Haktandır, ne eylerse Mevla’m eyler ve ne eylerse
güzel eyler!’ diyelim. Sevgi, Saygı ve Selamlarımla, hoşça kalın!
(Dip Not: Sayın, Sevgili, Muhterem okurum, şimdi farkına vardım,
sanki bana hep çok iyi ve güzel şeyler olmuş, verilmiş gibi şeyleri yazmışım.
Çok önceleri ‘Bu ikinci hayatım’, bu ‘artık üçüncü hayatım’ demeye başlamıştım.
Çok büyük belalar da atlattım. Daha sonra kaçıncı hayatım olduğunu saymaz
oldum. Çünkü hayat benim değil ‘Ben Hayattayım’ demeye başladım. O belalardan
kurtulan ben olamazdım, ben düşünemez, uygulayamazdım. Neler atlattım, neler!)
(Gerçekten
insan hiç ölmeyecekmiş gibi bu Dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahret için
‘Düşünüyor’, ‘Çalışıyor’, ‘Kalbimizin, 2.5 m uzayan, Elektromanyetik Dalgaları
İçinde Yaşıyoruz’!)
Gnkur’da kendimi vererek, adayarak,
seve seve, doyamadan çalıştım, kimse için değil Herkes için, Kamu için, Babam
için, çalıştım. Çok şey yeni yapıldı, düzenlendi, geliştirildi, bugün, sağlam Savunma
temeli üstüne Sanayi de sağlıklı oldu, ‘Ben de Vardım’!