20 Aralık 2023 Çarşamba

Helakten Kaçmayınız!

 

Helakten Kaçmayınız!

Yokluktan indirilen, tevhit ilmiyle yüklü bir damla enerjiden olan Evrende, bitki gibi bittik, maddeden soyunduk, amacımıza ulaşınca, helak olup yokluğa dönebiliriz. (1) Hakkın hayatıyla diri, ilmiyle âlim, vücuduyla mevcut olduğumuzu idrak edip, helak olup aradan çıkarsak, kalır yine Yaratan. Bilinmeyi sevdiği için yaratıldık, O’nu bilerek fena bulup, aşk içinde fani olup, helak olursak, umarım, yeniden diriltiliriz; bilemezsek, helak olup gideriz. Biliş sürecinde her türlü yardım var, yazılım ve donanım fıtratımızda. Seçim hakkı bizim!

“Var olan her şeyin ve herkesin varoluşunun bir amacı vardır ve amaca ulaşılmasıyla varoluş amacı ortadan kalkar ve helak kaçınılmaz olur.”  (17 İsra, 16) “Şu dünya, su dolu bir denizdir. Eğer bedenin harap olduğu zaman binecek bir gemi yaptınsa, kendi âleminde kurtuluşa erersin. Yapmadınsa, o suda gark olup helak olursun.” (11 Hud, 38) “Ego, benlik, cahillik, hayvani nefis, şehvet, gazap ve bencilliklerden oluşan, ‘Nefsin Semud Kavmi’, ilim suyu tufanında helak olur.” (85 Büruc, 17,18) "Akıl  göğünün,  kesretin ilmini  içeren,  külli  ilim  kuyularının, kuvvetlerin, süfli  âleme dökülen ilim suyu kapaklarını açtık. Nuh’un nefsi, külliyen ilim olmuşçasına, nefis arzında, kesret âlemindeki mevcudata ilişkin tüm cüzî ilim kaynaklarını kaynattık. Takdir edilen helaklerine kadar, akılları göğünden yağan ve arz nefislerinden kaynayan iki ilim de uyumlu bir şekilde birleşti. Biz Nuh’u, külli ilmi içeren şeriat  gemisine  yükledik. Gemi, cahilleri  boğan  cehalet dalgalarında  yüzer.  O,  şeriat  ile  amel  ve  istikametle  necat buldu. Kavmi  ise cehalette cahil kalıp, inkâr  ve  isyan etmeleri  sebebiyle, heyula, madde denizinin cehalet dalgalarında gark ve helak oldu. O şeriat  ve  davetin  asarını, eserlerini, ibret  alanlara, apaçık ayetler olarak bugüne bıraktık.” (54 Kamer, 11-16) “Beş dış duyu ile gazap ve şehvet olarak bilinen iki nefsanî kuvvete,  hakikatleri  bilinmediği  için, ‘yedi  gaip’ denir. Bilinmeyen yedi gaip, geceyi temsil eder. Vücut, hayat, ilim, irade, semi, işitme, basar, görme, kudret ve  kelamdan ibaret  sekiz  sıfat,  gündüzü  temsil  eder. İnsanların, bu  yedi gece  ve  sekiz  sıfat  rüzgârlarıyla, zahir ve batınlarına etki edilir, kökleri kurutulur, hatta katledilir. Kendi nefisleriyle ayakta olduklarını ve yaşadıklarını düşünenlerin, hayatları olmayan ölüler  olduğu görülür. İçi  boş  hurma  kütükleri  gibi şeklen  kuvvetli  fakat  hayatları  ve  manaları yoktur, birer haviye, göçüktürler, hakiki  vücutları  ve  değer  verilecek anlamları yoktur. İlahi aşk ve şevk ateşi olmadan göçüktekiler yanamaz, şiddetli soğuk ve nefsanî heves rüzgârlarıyla helak olurlar.” (69 Hakka, 5-7) “Sevilenin, sevgilinin sevdiği de sevilir, sevgilidir. Bu nedenle, Allah’ı sevenler, Resulünü de sevsin, ona tabi olsun, biat etsin. Böylece, Allah da onları sever ve sakınır.” (3 Ali İmran, 30, 31) Efendimiz der ki: “Benim Ehl-i Beyt’im Nuh’un gemisi gibidir. Her kim o gemiye binerse kurtulur. Her kim muhalefet ederse gark olur. Sefine, gemi, ilim ile amelden oluşur.” “Her kim bir şeyi severse, ona itaat eder, onun için çalışır; ona ibadet etmiş olur. Hadisi kutsi: «Bana yaklaşan kulu severim, sevdiğim vakit işittiği kulağı, gördüğü gözü ben olurum», buyurur. (16 Nahl, 75) Bu sebepten «Dünya gölge gibidir, eğer tâbi olursan yetişemezsin ve eğer terk edersen;  o sana tâbi olur.» insan;  Vücûd-u İlâhinin vasıtası, aracı ve hazretinin, varlığının, vekilidir.

“Şevkinin şiddetinden kendine özgü çalışması ve gayretiyle, nefsini terbiye ederek,    Allah yolunda,  menfaat beklemeksizin, çalışıp ilerleyenler, içtihat ederler. Bu nefisler, fikir ile bilgileri birleştirip, nazar çakmağını çakarak, faal akıl nuruyla uğraşma ateşini yakar.  İlahî tecelli sabahının, idrakinin ortaya çıkışıyla ve eserinin sürekli görünüşüyle; nefsin, vehim ve hayal vesveseleri, şehvet ve lezzet eğilimleri, ortadan kalkar. Nefsin efal ve sıfatının tümü yağma edilir. Büyük kıyamet sabahında, aşk ile Hakk’a şiddetli yönelme nedeniyle, bedeni geride bırakıp, kalp ve ruh dostluğuna dönüş, beden toprağının tozunu atar ve bedenden toz koparır. Yani ifna ve helak ederek, tecelli sabahının nuruyla, cemi aynı zata dâhil ve aynı cemde gark olurlar. Beden toprağını o derece latif hale getirirler ki cemi zata dâhil olurlar. Çünkü miraç beden ile olmuştur, vasıl olma ancak beden ile olur. Hakka, hakkın nimetleriyle vasıl olunur. Hakka ulaştıran malı çok sevmesi nedeniyle, insan, Hakka arkasını, mala önünü, dönerse, cimri olur ve şen şakrak, güler yüzlü olamaz, Hak’tan mahcuptur. Beden kabirlerinde bulunan nefis ve ruhları dirildiği zaman sadırlarında gizlenmiş olan tüm niyet, sıfat ve ameller ortaya çıkar,  herkes hak ettiği karşılığı alır.”  (100 Adiyat, 1-8) “Mearic, Miraçlar, Merdivenler, mutluluk halleri demektir ki, huylar makamından, manadan madde, cemadat makamına, sonra nebatat makamına, sonra hayvan makamına, hayvan makamından bazısı bazısının üstünde, mertebeler ve dereceler halinde, insan makamına, getiririz. Sonra nefis menzilinden ve kalp menzilinden, ehli sülukûn işaret eylediği intibah, uyanıklık, yakaza, tövbe, inabe, hak yoluna girme, mürşide biat, gibi süluk menzillerinde, sonra fenayı efal ve sıfat mertebelerinde ilerletiriz. Ta fenayı zata kadar helak olma ve uyanıklık, terakki mertebeleridir. Çünkü sıfatta fena makamına tekabül eden mertebelerden sonra Cenabı Hakk’ın, her sıfat hizasında terakki edilecek bir mertebesi vardır. İnsan vücudunda bulunan, arz ve semavî kuvvetler ile insan ruhu, kıyamet-i kübrada, büyük kıyamette, Hakkın Zatı camiasına, ezelden ebede kadar sürüp giden zamanlarda urûc eder, yücelir.” (70 Mearic, 3, 4) “Arzın yarılıp,  çekirdekten bitki çıktığı gibi sizi de, rahimde, vücudun siyah madde denizinden, ters tutunan damlanın bedensel maddeden arınmasıyla, kurtarırız. Maddeden kurtulamadığı zaman, nefsin, madde fesadından helak olduğunu müşahede eder, görür, gözlemlersiniz. İman ederek, genlerinizde olan nuru, ilim ve irfanı, taşıp yayılan olgunlaşma nurunu,  kabul edip uyarak,  içinize doğan şeylere uyunuz. Güzel ahlak ve tevhidin istidadınıza, genlerinize, delilleriyle konulması, kazınması ahittir; bu ahde uyulması da sizin ahde vefanızdır. Nurlu parıltılarla verilen ilim ve irfanı,  nefsanî lezzet ve kazançlarla değişmeyiniz. Nefsanî sıfatlarla, ruhani bilgi ve aydınlığı karıştırmayın. Ruhani kuvvetler ve hisler, nefsanî kuvvet ve hislerden şereflidir. İnsan, ruh, ilim, âleminden taşıp yayılan olgunlaşma nuruyla ilim, irfan sahibi olur.  Nurun kalbinize dolmasını,  nefsin lezzet ve kazancıyla değişmeyiniz.” (2 Bakara, 50) Bitki gibi cemadatta olup koptuk, hayvani nefsimizle büyüdük, insan olarak inşa olabiliriz.

Umarım seçimimizi doğru yapar, helakimizden sonra diriltiliriz!

                                   Necdet Altınay 23122023

(1)     Enerji Damlası: David Bohm, “Wholeness and The Implicit Order”, s.242. (İsteyene ‘Pdf’ gönderebilirim)

6 Aralık 2023 Çarşamba

Yaratılışın Amacı Vardır!

 

Yaratılışın Amacı Vardır!

Bilim, Dini kanıtlar. “Hakk’ın delili, gölgesi olan ilimden halk edilen ilk cevherin, yani Büyük Patlamada Tevhit İlmiyle yüklü ilk Enerjinin, Celalî nazarla taşıp yayılmasından sonra, uygulanarak açığa çıkan ilmi hıfzedici  kuvvetlerin  izdihamıyla temessül ve tecessüm ettiniz. İlimden başka bir şey olmayacak şekilde bedenleştiniz.” Kısaca, “Önce Yokluk vardı, Yokluktan ani olarak genişleyen Uzay-zaman vakum ortamında, ‘oluşan’ Tevhit İlmi yüklü yarım cm3 Enerji, Kozmik Yumurta, zuhurunun şiddetinden görünmeyecek şekilde, ortaya çıktı. Yumurtanın DNA’sındaki ‘şeyler’ ışık, parıltı, aydınlık, nur oluştu; nur maddeleşerek her şey halk olundu, canlılık yaratıldı, kendini ve Rabbini bilecek insan inşa edildi.” Böylece, sebepleri de yaratılarak Âlemin yaratılış amacına ulaşıldı, ‘Bilinme’ gerçekleşti.

“Eğer biz ‘var olur, yok olur’ mevcudat olsun isteseydik öyle olurdu. Lâkin istemedik, çünkü hikmet ve hakikate aykırı olurdu.” (21 Enbiya, 17,18) “ Hakk’ın arşı, mai, bir çeşit su, sıvı, üzerindeydi. Arş, akl-ı evvel, akıl öncesi bir durumdan ibarettir; ilm-i evvel, ilim öncesi durum üzerine bina kılınmış, inşa edilmiş ve ilme dayanan cisimler âleminin vücut olarak öncesidir. Altı yön veya altı gün gizlilik, gizli kalma müddetidir. Yer ve göklerin halk edilmesi de Hakk’ın mevcudat ile gizlenmesidir. Arşın su üzerinde oluş hali, Hakk’ın gizlenmesi öncesi zahir olan ve nâsâ, insanlara, malum olan, ilim ve akıl öncesi haldir. Halis amel eden insanlara bazen, olacak olanlar malum olur, bir ihsan olarak, bir ilham olarak iner, bazı şeyleri, olmadan önceki halini bilirler. Arşın, ilmin rumuzu olan ‘su’ üzerinde olmasının anlamı da nâsâ malum olup bilinmesindendir.” (11 Hud, 7) Bir hadis der ki: “Yüce Allah, en evvel bir cevher, enerji halk etti, cevhere celali ile nazar edince cevher hayâsından eriyerek, taşıp yayılarak, kısmen su kısmen ateş oldu.” Cevher hayâsından, saygı ve edebinden taşıp yayılarak, kısmen su ve ateşe, bir anlamda ‘plazma’ya, maddenin dördüncü hali, plazma haline, dönüşmüş denebilir. “Ahdi evvelde malum ve gayb-ü istidatta mahzun bulunan tevhidi ezelîyi sabıkı tasdik edici olduğu halde, evvelce Tevrat ve İncil’i de böylece insanlara hidayet olmak üzere inzal etmişizdir. Ve sonra fark itibariyle Hak olan Akl-ı Furkanî olarak bilinen tevhidi tafsili inzal eyledi ki, bu tevhit tafsili, istikametin menşei ve davetin mebdeidir, kaynağıdır.” (3 Ali İmran, 3, 4) “Ey Rabbimiz, biz senin inzal ettiğin tevhit ilmine ve nur feyzine iman ettik.” (3.53) “Evvelinden sonuna, ezelden ebede, kadar mevcudatın tümünün vücudu, ilmi sana inzal olunan bir kitaptır.” (7 Araf, 1-2) “Ruhul-kudûs semasından, ilim suyu inzal edilir.” (13 Rad, 17) “Her şey, o şeye özgü bir nazar olduğu için vardır. Herkes kendisine özgü bir nazar olduğu için vardır, bunun idrakinde olanlar bu sırrın başkası için olmadığını bilirler.” (42 Şura, 38) “Yokluk, gizlenip sırlanarak, sır tutarak, izafî vücut bariz, apaçık olmuştur. Yokluk boşluk değildir, yoklukta eşyanın ilmi vardır, ilim ışık olarak görünür hale geçer. Nur, hariçte zahir olan vücuttan ibarettir. Vücut nurdan, ışıktan oluşur, ışır. Eşya ve görünen vücutlar, ezeldeki ilimlerinin açığa çıkmış halidir. Her mevcut bir ilimle görünür; mevcut, ilmin, bilginin görünür halidir. Her şey Hak ile zahir olmuş, görünmüştür. İlmin görünür haline ‘gölgenin uzatılması’ denir. Yokluk, her şeyin batındaki vücut hakikatinin sabit bulunduğu ‘Levha-i Mahfuzdur’, ‘sırf yokluk’ değildir.” (25 Furkan, 45) Bilimsel olarak da ‘Varlık’, ‘Yokluktan’ çıkıp var olur!

DNA maddeye hükmeder. Ana rahminde yumurtanın döllenmesinden 25 gün sonra önce kalp, 32 gün sonra el ve kollar, 36 gün sonra omurga, 52 günde retina-burun-parmaklar oluşur. Kalpten sonra oluşanlar ‘Kalbin’ kontrol ve denetiminde kalır. Büyüme bu hızda 9 ay devam etseydi bebek 1,5 ton olurdu. Doğumda 90.000 km damar oluşur. Bebeğin oluşumunun matematiksel modelini anlamak mümkün değildir. (*)

“Hakkın batındaki ilim hazinesinde vücudu olmayan bir şey asla zahire çıkamaz ve vücut bulamaz. Her şeyin bilgisini içeren ‘Yokluk’, sır tutarak, önce enerjiye ve ışığa sonra eşyaya dönüşür, görünür hale gelir. Eşyanın aslı ve esası, görünen maddenin hakikati, Hakk’ın, yokluk aynasındaki, görüntüsü, gölgesidir. Nasıl ki gölge, güneşin varlığına delildir, madde de Hakk’ın varlığına delildir. Bilinmelidir ki eşyanın mahiyeti ve görünenin hakikati, Hakk’ın gölgesi ve Mutlak Vücudun sıfatının işaretidir. Mevcutlar, nur ile hariçte zahir olur görünür. Mevcudat, ezeldeki ilmin izhar edilmiş halidir. Kütlenin, görünen enerji olan ışığın, maddenin hakikati, Hakk’ın ilmi, görüntüsü, gölgesidir. Kütlenin hakikati bilinirse, kütlenin, görünen ışık enerjisi olduğu ve Hakk’ın ilmi idrak edilir. Mutlak vücudun ortaya çıkmış, görünür olmuş sıfatıdır. Her cisim ışır, ışık saçar, ışınım halindedir, hakikatini görünür kılar, enerji yayar. Sonra ‘Akıl Güneşini’, ‘Vücut Gölgesine’ delil kıldık. Akıl delili, gölgenin hakikatinin Vücut’tan farklı bir şey olduğunu doğrular, kanıtlar. Akıl güneşi delalet etmezse, gölgenin vücudu ile hakikati arasında ayrılık olmazsa, mevcut kendiliğinden var olmuş olur. Vücut, mevcut olur. Bir ‘şey’ mevcut olamaz. Mevcudun, ilminden ayrı ve gayrı bir ismi, cismi ve resmi olamaz ama farklılığa yalnız akıl şahitlik eder.” (25 Furkan, 45) “Kur’an, değişmez, bozulmaz, bozulamaz, noksansız, korunmuş, kanıtlanmak üzere, evrenin tümünde, apaçık olan ve hakikatleri muhkem, sağlam kılınmış bir kitaptır. Hakikatlerini, daha sağlam ve daha güzel olması mümkün olmayan, bir ilim ve hikmet üstüne inşa eder. Zahirde, görünürde, belirli ve bilinen miktarda, belirli zamanlarda aşikâr olur. Takdir ve tertibi, hikmete uygun intizamda, düzendedir. Ayrıntılarından lâyıkıyla haberdar, bilgi sahibi, olan ilim ve hikmet sahibince, ahkâm ve ayrıntısı cüzi âlemde ortaya çıkarılmış, aşikâr edilmiş bir kitaptır.” (11 Hud, 1) “İlim, tüm mevcutlar için gereklidir, her mevcut kendine özgü bir ilmin uygulaması, bilgisinin deposudur. Uygulanamayan ilim gerçek ilim değildir, böyle ilmi, kalp idrak etmez, kalbi güçlendirmez. Her şey ilminin aynısıdır. İlim, kalpte kökleşir, damarlarda ve nefiste yerleşir, organ ve objelerden ayrı düşünülemez, et ve kan ile karışır, sahibine muhalefet etmez. Zerrenin, ilminden ayrı ismi, cismi ve resmi olamaz. ‘Vehim’ ile karışık akıllar, ilim ile aşikâr olamaz, ilmi anlayamaz. İlmin ayrı bir varlığının kalben idraki ise Hakkın varlığına delildir. Bir eşyanın gölgesi varsa, gölge, ışığın varlığına delilse, aynı şekilde, ilmin varlığı da Hakkın varlığına delildir. İlim, böylece Hakkın ‘gölgesidir’.” (39 Zümer, 9) (3 Ali İmran, 96) (16 Nahl, 48) (7 Araf, 179)

Umarım, ‘Bilinme’ amacını aklımızla anlar, kalbimizle hikmetiyle idrak edebiliriz!

                                   Necdet Altınay 09122023

(*)https://www.ted.com/talks/alexander_tsiaras_conception_to_birth_visualized?language=tr

21 Kasım 2023 Salı

Adalet İndirilmiştir!

 Adalet İndirilmiştir!

‘Tüm Evreni, maddesi, eksi ve artısıyla dolduran enerji, bir santimetre küpü doldurmaz’ bilimsel gerçektir. Bu gerçek, ‘Tevhit İlmi, Âleme indirildi, Mevcudat olup göründü’ gerçeği ile birleşebilir. Yokluktan ani bir ‘Şişme’ ile oluşan Uzama, Uzay-Zaman Birleşik Alan Boşluğuna çıkan, ‘DNA misali Evrenin Özü’ denebilecek, ‘Tevhit İlmiyle Yüklü Enerji’; içinde, Evrendeki her şeyi Hakça oluşturabilecek her şeye sahiptir. Örneğin, fizik kimya gibi tüm ‘Doğa Yasaları’ bu ilmin içindedir. (1) Bu ilim, DNA’nın maddeye hükmettiği gibi maddeyi oluşturan ‘Doğal Kuvvetlere ve Yasalara’ hükmeder. Muhabbet ve Adalet âleme, Tevhitle iner. İnsandan beklenen, ‘Ölmeden önce ölmek’ kavramına uygun, sağ iken; İlim Kitabını, sağından almak, yani duygu dolu kalbine indirmektir. Böylece, Ruhundaki Tevhit ilmi, İnsanın Kalbinde Muhabbet ve Nefsinde de Adalet oluşturur.

“Her bir ‘şey’in, o şeyi diğerinden ayıran, kendine özgü bir özelliği vardır. Her özellik Hakk’ın vahdaniyetine, birliğine delildir. Gökler ve yerler adalet ile ayakta durur. Adalet, kesret âleminde vahdetin gölgesidir. Eşyanın düzeninde yumuşak huyluluk, birbirleriyle uyumluluk gibi vahdaniyete, birliğe, beraberliğe götüren özellik mevcut olmasa uyumlu düzen mevcut olamaz. Birlikten gelen ve birliğe götüren özellik yok olursa, düzen ve düzenlilik hemen bozulur.” (21 Enbiya, 22) “Biz, kıyamet günü için hazırlanmış adalet terazilerini koyarız. Allah’ın terazisi, vahdetine lâzım gelen bir sıfatı ve vahdetinin zilli, gölgesi demek olan adaletidir ki «ervah gökleri» ve «madde, eşya yeri» o adaletle kaim ve müstakim olmuştur. Eğer adalet olmazsa; emir-i vücut nizamı, tertibi, düzeni mahdut üzere, belirli bir şekilde, kararlaşmaz. İmdi adalet; eşyanın tümünü kapsayınca, her mevcuda, haline ve yükleneceği miktara göre, adaletten hakkı isabet etmiştir.” (21 Enbiya, 47) “Hak terazisinin dili adalet sıfatıdır, bir kefesi his, kalp âlemi, diğer kefesi akıl âlemidir.” (7 Araf, 8) “Ceset arzı, kemik dağları ve damar nehirleriyle döşendi. Ahlak ve idrak yemişleri olarak da zulüm-adalet ve soğukluk-hararet gibi zıtlıkla süslenmiştir. Ruh cesetle, ruhaniyet gündüzü de cisim gecesi ile örtülmüştür. Böylece, düşünenler için delil ve işaretler konmuştur.” (13 Rad, 3) “Sana verilmiş olan tevhit, muhabbet ve adaletten ayrılıp başkalarının arzularına tabi olma. Tevhit muhabbeti, muhabbet de adaleti gerektirir. Ruh semasındaki tevhidin kalpteki gölgesi muhabbet, nefisteki gölgesi adalettir.” (5 Maide, 48) “İnsanlara, ilmin kaynakları olarak gönderilen on iki vekil,  beş dış duyu; görme, işitme, koklama, dokunma, tat alma ve beş de iç duyu; adalet, vicdan, zekâ, hayal ve fikir, feraset ile teorik ve pratik akıldan ibarettir. Eğer siz ruh, kalp ve melekût, hâkimiyet, imdadından gelen akıl ve ilhamla, isabetli fikirler ve doğru hatıralarla, akıl ve fikir resullerine hürmet edecek olursanız, fena ile zatınızı da teslim ile Allah'a iyi bir ödünç verirseniz, sizden hicaplarınız, perdeleriniz, olan zat, sıfat ve ef’âlinizin vücutlarını elbette setir eder,  örterim.” (5 Maide, 12) Her zerre bilgisinin deposu olarak, enerjisini ve bilgisini tevhit ederek, var olur. Enerji ve bilgisini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Âdem olarak, Vücuduyla mevcut, ilmiyle âlim oluruz. Âlem ile Âdem ikizdir, Âlem de indirilen Tevhit İlmiyle oluşmuştur. Her zerre, ilimden ve vücuttan hakkını, Hak’tan, hakça alarak oluşur.

“Ahdi evvelde malum ve gayb-ü istidatta mahzun bulunan tevhidi ezelîyi sabıkı tasdik edici olduğu halde, evvelce Tevrat ve İncil’i de böylece insanlara hidayet olmak üzere inzal etmişizdir. Ve sonra fark itibariyle Hak olan Akl-ı Furkanî olarak bilinen tevhidi tafsili inzal eyledi ki, bu tevhit tafsili, istikametin menşei ve davetin mebdeidir, kaynağıdır.” (3 Ali İmran, 3, 4) “Ey Rabbimiz, biz senin inzal ettiğin tevhit ilmine ve nur feyzine iman ettik.” (3.50) “Evvelinden sonuna, ezelden ebede, kadar mevcudatın tümünün vücudu, ilmi sana inzal olunan bir kitaptır.” (7 Araf, 1-2) “Ruhul-kudûs semasından, ilim suyu inzal edilir.” (13 Rad, 17) “Emanetleri ehline, sahiplerine veriniz. İlk önce istidadınızın hakkını ödeyin. İlk yaptıklarınız içinizden gelenlerdir, fıtratınıza uygun olarak yaparsınız. Yaptığınız iş ve işlemler, eylem ve olaylar, daima bir kuvvete dayanır. Bu kuvvetlerin hakkını verin, kuvvetlerin sahibinin siz olmadığını bilin. Her işin ve eylemin bir sıfatla yapıldığını ve hiçbir sıfatın size ait olmadığını, tüm sıfatların Allahın olduğunu, idrak edin. En sonunda tevhitte fani olup, vücudun Hakka ait olduğunu anlayın. Fenadan sonra bekaya döndüğünüzde, insanlar arasında hüküm verirken, eşyanın da Allah’ta kaim olduğunu bilerek, Allah’ın adaletiyle sıfatlanarak hükmedin. Nefsiyle kaim olan, kendi varlığının olduğunu iddia eden, ebeden adalete kadir olamaz. Allah sizi bilir, işitir ve görür.” (4 Nisa, 58) “Olgunlaşma amacıyla verilen yetenek ve kuvvetleri, adaletle, bu amaç için kullanmayan sevilmez ve ondan hesap sorulur.”  (22 Hac,  38) «Sıratı müstakim» de nefiste adaletin husulünü, kalpte muhabbetin vücûdunu, Ruh’ta vahdetin şuhûdunu müstelzim olan, gerektiren;  «tevhit»  yoludur.” (23 Müminun, 71) "Din, Tevhit, Adalet ve Ahret İlmidir. Din, değişmeyen ilim ve uygulamadır. Şeriat ise değişen zaman, durum ve hallere ilişkin kaidelerdir." (42 Şura, 12, 13) “Yüce Allah, Kitabı hak ile inzal eden zattır. O’na, ihtiyaç duyacağı muhabbet ve tevhit ilmini de inzal eyledi. İlm-i tevhit, Habib-i Allah’ın, sevdiği kulunun, hakkı oldu. Ve adaleti de inzal eyledi, indirdi. “Ruhta” tevhit ilmi, “Kalp”te sevgi, “Nefis”te, benlikte, adalet olursa fenafillâh ve büyük kıyamet yakın olur.” (42 Şura, 17)

İnsan, fıtratında Kuran ilmiyle doğar ve Tevhit ilmiyle inşa edilir. Olgunlaşıncaya kadar pek hatırı sayılmaz ve dikkate alınmaz. Kendi kıymetini kendisi bilinceye, kulluğunu idrak edinceye kadar âleme bakışı da farklı olur. Muhabbet ve Adaletle tanıştıkça bunların kaynağını, Tevhit ilmini, arar. Öğrendikçe olgunlaşır, olgunlaştıkça Allah’ın ilmine sarılır.

Umarım biz de Adaleti, Akıl ve Nefsimizde hâkim kılar, Tevhit ilmini idrak ederiz!

Necdet Altınay 25112023

(1)     Expres UK, Historic Discovery,By Paul Baldwin, Octber 16, 2015.

(https://www.express.co.uk/news/science/612340/Origin-of-the-universe-riddle-solved-by-Canadian-physicists-and-er-it-wasn-t-God

 

  

8 Kasım 2023 Çarşamba

Daim Anda Bir Şende!

 

Daim Anda Bir Şende!

Bilimsel olarak, “Geçmiş ve gelecek aynı anda mevcuttur, ama insan aklı bunu idrak edemez.” Bunu söyleyen Einstein, ayrıca, “Her zerre diğer bir zerreyi algılar, üstelik insan tarafından ‘algılandığını da algılar’ der. Fenafillahta zaman vardır, Bekada yalnızdır Allah!

“İnsanların, insan olduklarını henüz idrak edemedikleri tarihi bir zaman dilimi vardır. Zaman içinde doğadaki diğer canlılardan ayrıldı ve verilmiş yetenekleri sayesinde gelişimini tamamladı. Biz o insanı, deliller ile Hak yoluna yönelttik. İnsani duygular ile donatıp, uygun koşullarda en uygun davranışlarda bulunması için gereken bilgi, beceri ve nimetleri verdik. İnsanlardan bir kısmı, nimetler sayesinde, nimetleri verene kavuşmak isteyip şükretti ve yönelttiğimiz yönde ilerledi. Diğerleri sadece nimetleri aldı ve onları gördü ama nimetleri vereni aramadı, kavuşmak istemedi. Biz hepsini görsel ve akılcı delillerle doğru yola yönelttik. Kimseyi kayırmadık, kimseye ayrımcılık yapmadık, hepsine eşit mesafede kalıp eşit davrandık.” (76 İnsan, 1-3) “İnsanın vücudunda bulunan bedensel ve manevi kuvvetler ile ruhu ve ilmi, büyük kıyamette, Hakkın huzuruna, ezelden ebede kadar sürüp giden süreler boyunca, yükselir ve yücelir. Emrin urucunda buyrulduğu gibi bu kabil makamlarda, miktarı muayyen murat olunmamıştır. Bu Hakka uruca niyetlenme süresince, azap vaki olduğundan, eziyetlere katlanıldığından, sen, sabrı cemil ile sabret.” (70 Mearic, 4) “Zamanda bulunan, zaman ile beraber, zaman içinde, olan hadiselerin kaynağı ve sebebi olarak bilinen dehre kasem ederim. İnsanlar, tagayyür edişi yani farklılaşarak belirginleşip mükemmelleşmeyi, zamandan bilip, zamanın yaptığını zannedip, olaylar ve koşullarda etkili olduğunu düşünürler. Nitekim «Bizi ancak dehr helak eder» derler. Hal şu ki hakikatte müessir olan yalnız Allah’tır. Nebi, «Dehre sövmeyiniz,  zira dehr ancak Allah'tır» buyurur. Yüce Allah, sıfat ve efal ile dehr mazharında zuhur eyler. Olay ve eylemleri dehr’den bilerek, Hak'tan mahcup, perdeli, olan insan elbette hüsran ve ziyan içindedir.  Çünkü böyle bilerek, dünya hayatını mahcup olarak yaşar ve bakiyi faniye tercih ederek, fıtrat nurunu ve asli hidayetini, istidadı ezelisini, hüsrana, zarar ve ziyana uğratır. Yalnız Allah'a iman eden, ilmen yakin ile iman eden ve dehr hicabından kurtulup, Allah'tan gayri müessir olmadığını bilen, malları olan istidat, yaradılış, nuru ile kemal, olgunlaşma, nurunu kazanır. Zatın tevhidi ile sıfat ve fiillerini de tevhit eder. Çünkü sabit olan Hak ancak budur. Hak üzere ve Hak ile dünyanın tamamına sabredenler hüsranda değildir. Hakk’a vusul, ermek, kolaydır, ama Hak üzere baki kalmak ve Hak'la sabretmek azizdir. Fetvayı kelâm, nevi insan hüsrandadır, ancak ilim ve amelde kâmil ve bunlarla mükemmel olanlar hüsranda değildir. Asr'ın bir anlamı da daraltmadır. O halde, temiz ve saf oluncaya kadar belâ, mücahade ve riyazat ile Allah’ın insanları daraltmasıdır. Posa ile baki beşeriyetle perdeli, maddede kalan, ruha, ilmine yücelemeyen insan, hüsrandadır. Ancak ilim ve amel ile vasıflanan, posa ve tortusu gittikten sonra, baki kalan saflığa, gereken önemi vererek, yakınlıktan ibaret olan Hakk’ın sabitliğini idrak eden ve işbu belâ ve riyazetle sıkılmağa sabredenler, hüsranda değildir. Bu nedenle Nebi, «Belâ, enbiya, evliya ve emsalleri içindir» keza «Belâ, Allah'ın kullarını onunla kendisine sevk ettiği bir kırbacıdır» der. (103 Asr, 1-3) Dehr, Fenada, beşeri insanlarca hissedilir; Bekada yalnız Allah vardır, zaman yoktur!

            “Mahcuplar, “Bizim hissi hayatımızdan başka hayat yoktur, tabii ölüm beden ile olur, bedensel hislerimizin hayatı ile yaşarız, bunlardan başka ölüm ve yaşam yoktur” derler. Sizi dirilten ve öldüren, tekrar ebedi hayat ile ihya edecek olan dehr, zaman değildir, Allah’tır.” (45 Casiye, 24-26) “Hayvani ruh yarıldığında, insani ruh, ruh semasına çıkarak, Kadiri Mutlak’ın emrine bağlılığını görür. İnsani ruh, Hakkın emrine bağlılığına lâyıktır.” (84 İnşikak, 1,2) “Beden arzı, kendisinden çekilip çıkan ruhtan geriye kalanlarla çok değişik bir maddesel hal içinde kalır. Kendisinde bulunan ruhun, kuvvetleri de alıp boşalması sonucunda, tabiatıyla hayat, mizaç, terkip ve şekil gibi eserler ve arazın tümünden de mahrum kalır. Beden arzı da, bu ceset haliyle, Kadiri Mutlak’ın emrine bağlı kalışa lâyıktır.” (84 İnşikak, 3-5) “Ey insan, sen uğraşıların ve nefes alışlarınla, mevt ile Rabbine gitmektesin. Amma sureti insanîyede iken, yemin edenlerden kılınmak suretiyle, nefis kitabını, aklı yemini ile alıcı, nefis kitabında olan aklı Kurani manalarını okuyucu olarak, kitabı sağından verilen kimse olabilirsin. (84.7) Yani fıtratındaki Kuran’ı henüz sağ iken okuyanlardan olabilirsin. “Fıtrat nurunu baki ve hâkim kılanlar, sohbet ve refakatler, arkadaşlıklar ile doyurulmuş olarak, huzurlu, mutlu ve ferah olarak yakin ehline inkılâp edecektir.” (84.9)Zira o kimse, yaşayıp öleceğine, onu ancak dehrin helak edeceğine, inandığından ba's, yeniden diriliş, sebebi ile hayata, Rabbine hiç bir vakit rücû etmeyecek sanıyordu.” (84 İnşikak, 14) Sağlığında, ölmeden önce ölmeye ve insanı, zamanın değil Allah’ın öldürdüğüne inananlar, yeniden dirilişe de inandığından, fıtrat nurunu baki ve hâkim kılarak, seyri süluk ile sohbet ve muhabbetle, huzur içinde yücelirler.

“Ortada, açıkta, görünür, hadis, zahir, zuhura gelmiş olanın anlatmaya çalıştığı hafa; gizli olanı, görünür olmaya çalışanı görmeden, hatta inkâr ederek, surette kalmayınız. Aşikâr olarak görünen ‘arz’; görünmeyen, henüz bilinmeyen, ilimden rızkını alır. Arzın toprak, ateş, hava, su olmak üzere dört temel anasırdan alacakları takdir edilmiştir. Yeryüzü ve gökyüzü veya arz ve sema olarak bilinen oluşumlardan biri olarak, arz, rızkını aldıkça oluşur. Sonra ‘Sema’nın icadı kast edildi. ‘Sonra’ kavramı zamanı içermez, çünkü ‘oluşumda’, yaradılışta, zaman yoktur, yön ve oluşturulanların farklılığına işaret eder. Sema çeşitli yönlerden arzdan farklıdır, örneğin, sema latif, arz kesiftir. Sema manadan, yazılım veya tasarım gibi latif bir cevherden oluşur. Arz ise donanımdır, kesif bir maddeden oluşur. Her ikisi birden, zaman farkı olmaksızın, fiilen mevcut olur.” (41 Fussilet, 9-11)

İnsan, önce beşer ve şaşar haldedir. Aklı sayesinde, tagayyür eder yani farklılaşarak belirginleşip mükemmelleşir. Âlim olur, fıtratının gereğince, maddenin sırrına erer, enerjiyi ve DNA misali ‘Oluşumun’ bilgisine ve Kuran ilmine hâkim olarak , ‘Vasıl’ olup, ‘Arif’ olur.

Umarım, âlim olarak, kendisiyle kendisini görüp, bilip, işitip, vasıl ve arif olabiliriz!

                                                           Necdet Altınay, 11112023

26 Ekim 2023 Perşembe

Yaradılışta Yasal Düzen

 

Yaradılışta Yasal Düzen

Din söyler, bilim kanıtlar. Bilimsel olan değişim ve gelişimi, ‘Tagayyür’, farklılaşarak belirginleşip mükemmelleşme, kavramı açıklar. Hiçbir şey yok iken, Yoklukta, Uzay Zaman Boşluğu denen vakum ortamının ani şişmesiyle, Yokluktan Boşluğa, cenin gibi, nutfe ilim yüklü enerji damlasının çıkıp var oluşundan sonra, tüm evren oluştu. Büyük Patlamanın böyle olduğunu açıklayan çok sayıda bilimsel deney ve bulgular ile çok sayıda kutsal mesaj vardır. Hakikat, Hakkın hakikatidir, Hakkın ilminin, Kuran olarak indirilip, Furkan olarak görünmesiyle eşya oluşmuş, insan inşa edilmiştir. “Atomların neredeyse tamamı  %99,9999999999996’sı boşluktur. Evrendeki tüm maddeyi oluşturan enerji, bir santimetre küpü doldurmaz. Maddenin oluşumundaki matematiksel formüller ve fiziksel yasalar, DNA’yı hatırlatan ‘düzen’, ilk oluşum anında, enerjinin içinde, nutfe şeklindedir.”

«Allah, en evvel bir cevher, enerji halk eyledi, cevhere celâli ile nazar edince, cevher, hayasından eriyerek kısmen su ve kısmen ateş oldu»  (11 Hud, 7) “Bahri mescur, ‘Boşluk Denizi’, ilimden ibaret olan ruh ve cansızlarla ispat olunan eşyanın kâffesinin,  tümünün,  zahir olduğu, ortaya çıktığı, göründüğü, suretlerle dolu olan heyuladır yani görkemli büyüklüktür.” (52 Tur, 6) “İlim hiçbir organ için gereksiz olamaz,  hiçbir organ ilimden ayrı oluşamaz, ondan ayrılmış olamaz. Âlim, ilmin ‘şey’ ile aynı olduğunu, ayrı ve gayri olmadığını bilendir. Her şey ilminin aynısıdır. Vehim ile karışık olan akıllar, tezekkür ve bu ilim ile tahakkuk, edemez ve bu ilmi hıfz edemezler, anlayamazlar.” (39 Zümer, 9) “Her var olanın bir amaç için var edildiği, tesadüfün olmadığı, bilinmeli. Eğlence olsun diye, rastgele veya amaçsız bir şey var olamaz.  Hiçbir şey kendiliğinden var olamaz.” (80 Abese, 1-6) Dr. Stephen Hawking de, “Her obje, ilminin aynıdır ve kendi özelliklerinin deposudur, bilgisinin, ilminin taşıyıcısıdır, kütlesi kara deliğe düşse dahi bu bilgi asla kaybolmaz” der. (1) Büyük Patlamada, aniden şişen Uzay Zaman Boşluğunun, vakum ortamının, içine, Yokluktan, ilim yüklü enerji nutfesi çıkıp gelmiş ve Evren oluşmuştur. Bu bilgi kaybolmayacağı için, ‘hiçbir şey ölmez, her şey yaşar’ denir. İkiz foton, elektron ve atomlar üzerinde yapılan çok çeşitli deneyler sonucunda, ‘her şeyin, evrenin oluşumunda, önceden belirlendiği’ bilimsel olarak kanıtlanmıştır. (4)

İlimden ibaret olan ruh, her şeye ve herkese, kendisine özgü özellik verir. Sicim teorisine göre de her zerrenin titreşimi farklıdır. Bilimsel deneye göre boş bir ‘vakum’ ortamında saniyenin 10-40ında, yokluktan boşluğa, parlayıp çıkan pozitron-elektron çifti  ‘var olur yok olur’, çıkıp kaybolur. “Yokluktan, Boşluğa, bilgi, ilim yüklü enerji çıkıp var olur.” Parlayıp çıkan bu parçacıklardan birinin ani şişmesi sonucu evrenin oluşması ise diğer bir bilimsel kuramdır. Zıt kutupların birbirini sıfırlaması nedeniyle, elektrik ve manyetik kuvvetler ile madde ve anti madde toplamı aslında tam bir “Hiçliktir” ama Matematik ve Fizik gibi yasalar gerçek olduğu için “Düzenli Hiçliktir.” Bilimsel Kuramlardan biri de Evrenin nutfesi denebilecek Enerjinin içinde, DNA örneğine benzer, Kuran ‘Bilgisi’ bulunur, çekirdeğin veya ceninin açılımı gibi bu bilgi de açılıp yayılarak, Kuran südur ederek, Evreni ve eşyayı oluşturur. DNA da atomlardan oluşan, bilgi yüklü moleküllerdir.

“Mülk âlemine, kudret eliyle,  kuvvet ve kudretiyle hükmeder. Yaşam ile ölümün halk edilmesinin amacı maluma tabi olan ilmin insanlarda uygulanarak ortaya çıkışıdır. Malumun zuhuru ile zahir olan Allah’ın ilmidir.” (67 Mülk, 1,2) “O’nun, her an, her şey ve herkes ile bir şe’nde, bir neşede ve her şeye, herkese bir nazarı ve bir sırrı vardır. Herkes kendisine özgü, her şey o şeye özgü, bir nazar olduğu için vardır.” (42 Şura, 38) Aslında maddenin olmadığı ve elektronların, gözlem altında, ‘algılandığını, nazarı, algılayarak’ parçacık özelliği gösterdiği, çarpıcı bilimsel gerçektir. “Her şeyin, belirli bir zamanda, belirli bir süre için, belirli bir şekilde, oluşması için emrimiz olur. Emrimiz, göz atıp bakmamız, basar gibi kelime-i vahidedir, şeriatta o emre “Kûn” denir. Bu basar, nazar ediş, o mevcudu da içerecek şekilde, tüm varlık içindir. Vücut icat edilir ve bunun üzerine defaten o zamanda o vecih üzere  ‘şey’in vücudu vacip olur.  Bütün işlenenler nüfus levhalarında sabittir.”  (54 Kamer, 50,  51) “Fenadan sonra beka halinde esma hazretinde ve zat ile sıfat arasında fark makamında ve sıfat ile vücut memleketinde, her var olan  ‘mevcut’,  hikmete uygun ve yardıma muhtaç olacak şekilde, yönetilir. Ahsen-i veçhe ve edhemi nizam üzere müdir, belirli bir düzen içinde ve en iyi bir şekilde yönetmeye kadir olan muktedirin mülkünde olanların, tüm olay, eylem ve işleri; irade, arzu ve hükmü üzere yönetmeye ve iradesince etkilemeye kadir ve kendisine hiç bir şey imkânsız olmayan, muktedir padişahın indindedirler.” (54 Kamer, 54)

“Hak,  Muhammed suretinde zahir olur görünür. Genel rahmeti bütün eşyaya vücut vererek ve özüne olgunluğu yerleştirerek eşyanın tümünü kapsar.  Özel rahmeti,  zatının tevhidi ve gerçek olgunluğun idrakine sahip Muhammed evliyasına özgü sıfatların,  tekliğin zatından bütün hakikati içeren hepliğin kitabının inişidir. Bu Kitap önce bütünün, tüm var olanın, var olan her şeyin tamamının; kısaca eşyanın özüne kısaltılarak, öz halinde konduktan sonra ayetler indirilerek ayrıntılı bir şekilde açıklanmış Furkan, uygulama aklı kitabıdır. Kur’an,  Furkan olarak görünür,  ilim suret halinde görünür. Surette kalanlar ilmi göremez. İlim, bir düzen içinde surete bürünerek açılım halindedir. İlmin görünür hale bürünüşünü, bürünüyor oluşunu, görebilmek için ilmi bilmek, surette kalmamak gereklidir.” (Fussilet 41, 1-5) Genel olan Rahman, özel hal olan Rahim halinde görünür!

“Ortada, açıkta, görünür, hadis, zahir, zuhura gelmiş olanın anlatmaya çalıştığı hafa; gizli olanı, görünür olmaya çalışanı görmeden, hatta inkâr ederek, surette kalmayınız. Aşikâr olarak görünen ‘arz’; görünmeyen, henüz bilinmeyen ilimden rızkını alır. Arzın toprak, ateş, hava, su olmak üzere dört temel anasırdan alacakları takdir edilmiştir. Yeryüzü ve gökyüzü veya arz ve sema olarak bilinen oluşumlardan biri olarak arz rızkını aldıkça oluşur. Sonra  ‘sema’nın icadı kast edildi. ‘Sonra’ kavramı zamanı içermez, çünkü oluşumda zaman yoktur, yön ve oluşturulanların farklılığına işaret eder. Sema çeşitli yönlerden arzdan farklıdır, örneğin, sema latif, arz kesiftir. Sema manadan, yazılım veya tasarım gibi latif bir cevherden oluşur. Arz ise donanımdır, kesif bir maddeden oluşur. Her ikisi birden, zaman farkı olmaksızın, fiilen mevcut olur.”  (41 Fussilet, 9-11)

“Eğer biz  ‘var olur yok olur’ eğlence misali mevcudat olsun isteseydik kudret yönünden bize mümkün olurdu. Lâkin öyle mevcudat, varlık, olsun istemedik, çünkü hikmet ve hakikate uygun olmaz, aykırı olurdu. İnsanlar ‘İlahi’ bir düzen içindedir ancak düzeni bilmezler, kaos derler! Batıl inancı, yakin olmanın kanıtı ve keşfiyle değiştiririz. Hak, batılı kökünden söker, batıl derhal mahıv ve zail olur. Ve hemen mevcudatın fâni olduğu görülür, hakikat zahir olur.”  (21 Enbiya, 17,18) “Hak'tan mahcup olanlar görmezler mi ki, gökler ve yer, heyula, yani görkemli bir hayal ve cismanî bir madde iken, yapışık idiler? Biz bu suretlerin, ayrışarak, oluşumlarındaki aşikâr uyumsuzluğu ile gökleri ve yeri ayırdık. Ervah, canlılık, mana gökleri ile ceset arzı, bir nutfe suretinde bitişik olmuşlardı. Biz, arz ve ervahın tebâyünü, karakterlerinin uyumsuzluğu, nedeniyle, kendiliğinden ortaya çıkararak, her ikisini birbirinden ayırdık,  cenin ve Büyük Patlamada olduğu gibi. Yani biz, nutfeden her hayvanı halk ve izhar eyledik.” (21 Enbiya, 30)

“Biz, inananların, içerde ve dışarıda, görünür ve görünmezde, müşahede etmelerine yardımcı oluruz. Hatta muhakemelerine,  deliller ile anlamalarına yardımcı oluruz. Böylece, görerek, apaçık Hakk’ın aşikâr olduğunu idrak ederler. Yardım ettiklerimizden Hakk’ı eşyada müşahede edenler için Rab yeterlidir, efali delilleriyle, sıfatı tecellileriyle, görünüşleriyle anlaşılır, her şey bilgisi kapsamındadır. Her şeyin ‘Hakikati’, Hakk’ın ilminin aynısıdır, vücudu ilmi ile oluşur,  ilmi zatının aynıdır ve zatı aynı vücududur. Gayrın vücudu, aynı ve zatı da yoktur, batıldır, zandır. Her şey haliktır, yaratılandır, yalnız Hak Halık’tır, Yaratandır, Hakk’ın yüzü, Hakk’ın zatı bakidir. Nefiste ve çevrede görünen ve beliren vasıflar, sıfatlar, Hakk’ın varlığının ortaya çıkışı iledir.” (41 Fussilet, 53, 54)

Bilimsel ve teknolojik çalışmalar, araştırma ve deneyler, Evrenin işleyişindeki Matematik ve Fizik gibi yasaları bulur ve geliştirir. Işığın sönüklüğünden yaşını, evrenin yaşını bulur, galaksilerin serüvenini bilir ama şimdilik kuantum alanında şaşkınlığa uğrar. Örneğin, “Protonlar, ışık hızına yakın bir hıza ulaşacak kadar hızlandırıldıktan sonra,  saniyede milyonlarca defa çarpıştırılarak, parçalanır ve kuarklar, zerreler, açığa çıkar. Sonuçta madde anti madde ayna evreni oluşur. Kuvvetlerle dolu olan zerrelerin yarıçapı sıfırdır, içleri boşluktur. Bazı zerreler protondan 180 kat, elektrondan 200 kat ağır, biri diğerinden 100 bin kat büyük olabilir.” Şaşırtıcı ama gerçek, ‘Parça’, ‘Bütünden’ büyüktür!

Görünen,  görenin görüntüsüdür. Umarım, bize de, bizden de, Hak görünür!

                                                           Necdet Altınay 28102023

 

(1)   The Economist, Stephen Hawking's answer, Aug 26th 2015, BY D.J.P.

(2)   The Economist, Quantum theory, Oct 24th 2015.

(3)   D. Bohm, “Wholeness and the Implicate Order”, 1980, Routledge & K. Paul, sayfa 242.

(4)   Expres UK, Historic Discovery,By Paul Baldwin, Octber 16, 2015.

(https://www.express.co.uk/news/science/612340/Origin-of-the-universe-riddle-solved-by-Canadian-physicists-and-er-it-wasn-t-God

6 Eylül 2023 Çarşamba

İnsan, Evrenin Merkezindedir!

 

İnsan, Evrenin Merkezindedir!

İnsan, yalnız bir araya gelmiş madde veya atom topluluğu değildir. Maddesiyle birlikte manası, ruhu, ilmi, yönetim ve işletim sistemi, bilinci, vardır. Hayat, iradî hareketler bütünüdür. Mevt ise iradi hareketlerin olmaması halidir. İlim, elektromanyetik dalgalar halinde uygulanan kuvvetler şeklinde görülür duruma geçerek, uygulanmış olur. Tagayyür, yani ‘farklılaşarak belirginleşip mükemmelleşme’ kavramına göre verilmiş kütle, eşya, madde, gelişir. Bu dalgasal kuvvetlerin, toplanmasıyla oluşan maddeleşme ve bedenleşme, insanda, ruhun zevcesi olan, maddesel nefsi oluşturur. Ruh ve maddeye, ‘Hayvani Nefis’, canlılık verir. Nefis de, yedi Yıldızın maddesel gelişimine paralel, yedi aşamada kemale erer. Her aşamayı bir Nebi simgeler, sırasıyla, Âdem, İdris, Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed. Bireysel düzeyde, bedensel azalar ve organlar, gelişimini tamamlayınca, ‘Nefis’, gelişmeye başlar, merkezini ve amacını arar. İnsan da böylece, olgunlaşmaya ve insanı kâmil olmaya başlar. Büyük bir dairenin çemberinden, merkezine doğru, daha küçük daireler halinde, hareket edercesine, geniş çevresinden, kesretten vahdete, kendi merkezine, doğru hareket eder. Bu inşa ve ifnanın sırrına eren, müşahede eden, kemale erebilir ve Kehf suresinin sırrını kavrayabilir. Kuran, Âlem ve Âdem üçüzdür, özdeştir!

“İnsan, vahdete ne kadar yaklaşırsa, dairenin çevresinden merkeze doğru gelircesine, muhabbet kuvveti de o derece kuvvetli olur. Müminler arasındaki yakınlaşma imanın kuvvetine bağlıdır.” (8 Enfal, 62-63) “Hakk’ın gayri bir şey yoktur. Onda, sizden başkası yoktur, ancak siz varsınız. Onların hepsi helak olsalar bile senin için bir beis, sakınca yoktur. Biz mükemmelliğe, kemale, erişilmesi için eşyanın tümünü ademden, yokluktan, vücuda ihraç eder, çıkarır, sonra da hepsini ifna eyleriz, yok ederiz. Biz efal ve sıfatımızın tecellisi ile beden arzında olanları kuruturuz. Yani nefis ve sıfatları, hakiki mevt veya tabii mevt ile ifna, yok, ederiz. Bu inşa ve ifnanın sırrına eren kemale erer. «Eshab-ı  kehf»  daima Emr-i Hak ile kaim olan yedi kâmil kimsedir.” (18 Kehf, 5-9) “Bedensel gelişim tamamlanınca, nefis de kendi kemalini tahsil etmeye, olgunlaşmasını tamamlamaya zaman bulur ve gaflet uykusundan uyanarak, cevherinin kutsallığını anlayarak, merkezini ve amacını arar. Nefis, fıtrata güveni tam olduğu için kendi âleminin geleceğini arar ve fıtratının nurları parlar, olgunlaşma isteği şiddetlenir. Nefsin rüştünü görürse, Kutsal Ruh, nefse, hakikat ilmini ve hüküm mallarını verir.” (46 Ahkaf, 15) “Sakfı Merfu',  levha-i mahfuza, levha-i kaderden, ‘Yokluk Âleminden’, ilmin suretleri ve ahkâmı nazil olan sema-i dünyadır. Dünya semasına nüzulden, aşağı inişten, sonra ilmin,  cansız şeylere hululü,  içine gizlice girişi ile ilim şahadet âleminde zahir, aşikâr, olur. Bu da insandaki mahal-i hayal,    tasavvur, hayal merkezi, var oluş yok oluş, levhasıdır.” (52 Tur, 5) “Bahri Mescur,  ‘Boşluk Denizi’, Vakum Ortamı,  adı geçen ruh,  ilim ve cansızlarla ispat olunan eşyanın kâffesinin, tümünün, zahir olduğu, göründüğü, canlı cansız suretlerle dolu heyuladır, görkemli büyüklüktür.” (52 Tur, 6) CERN, İsviçre’de yapılan bilimsel araştırma sonuçları, yaratılan ‘Vakum Ortamına’, ‘Yokluktan’ zerreler halinde, kütlesi olan ‘Kuvvetlerin’, sürekli, var olup yok olmakta olduğunu kanıtlamaktadır. (1) Toplam enerjisi sıfır olan Evrenin, bir zerrenin ani genişlemesi sonucunda var olduğu, Bilim İnsanlarınca ileri sürülür. (2) Kuran kanıtlanır!

”O zatî mutlak, vahdetten kesrete doğru, bir merkezden çıkan,  tabaka  tabaka  yedi  sema halkeyledi.” (67 Mülk, 3) “Sema’ya tekrar tekrar nazar edin,  bakın,  her açıdan bakın,    görülmesi düşünülen, talep edilen, beklenen şey görülmez. Faydası yok, usanıncaya kadar tekrar et, gör, hakikat rücu eder, eninde sonunda ortaya çıkar. Çünkü fikir kaynar ve dolaşırsa, yerinde durmayıp gezer ve evrenin çeşitli açılardan görünüşü düşünülürse; bir yerde durmayıp gezilirse, çeşitli açılardan bakılırsa; sema, her açıdan farklı görünmez. Fikirlerin çatışması ve incelemenin tekrarı,  hakikatin ortaya çıkmasına sebep olur. Nazar ediş ve inceleme devam ettikçe beklenen,  umulan görüş bulunamayınca,  nedametten başka bir şey ifade etmeyince,  aynı beklentiyi devam ettirmekten çekinilir, imtina edilir. Evrenin imtina edilen, beklenen görüş gibi bir vücudunun olmadığını kabul etmek çok zor olur. Ayrıca, Semada çatlak, yırtılma bulunamaz.” (67 Mülk, 4) Nereden bakılırsa bakılsın,  evren,  bakılan açının merkezinden,  büyük patlama olmuşçasına,  bakılan nokta, evrenin merkezi, görünür. Görülmesi tahmin edilen şey görülmez, tahminlerde pişmanlık duyulur, nedamet gösterilir. Bir balonun yüzeyinde bulunan galaksilerden bakılıyor gibi, balonun yüzeyinde duruyor gibi,  evrene bakıp bir görüntü tahmin edilir ama evrene her noktadan bakışta aynı şey görülür, Büyük Patlamanın merkez noktasından bakılıyor gibi görünür. Evrenin her noktası, evrenin açılımının, uzayın genişlemesinin merkezidir. Her nokta merkezdir, evrenin merkezidir. Herkes, bakmasını ve incelemesini bilen her insan, evrenin merkezidir. (3) Kendini bilen, evreni bilir, Rabbini bile bilir, belki de bilen Hak’tır!

Bilimsel ve teknolojik buluşlar, ayetlere yeni anlamlar katabilir. Örneğin, 67 Mülk suresinin 4.cü ayetini tam olarak anlamak için bugün ulaşılan, bu linkteki, bilgiye ihtiyaç duyulur. (3) Burada, kısaca, “Kişisel olarak evrenin merkezinde olabiliriz” deniyor. Tam da ayetlerde bildirildiği gibi bedensel gelişimini tamamlayan insan, kesretten vahdete, çemberin dışından merkeze doğru, arayışa geçer. Nereden gelip nereye gittiğini anlar. Çevresinde gördüklerinin, aynı merkezden kaynaklandığını anlar. Her şeyin bildiği ve gördüğü gibi olduğu, var olanın bir ve tek bütün olduğu, aşikâr olur. Evvelde, ilk önce, merkezden, ‘Yokluktan’, ‘Boşluğa’ her ne çıkmış ise hala sadece o vardır, ikinci bir varlık da yoktur. Var Olan, Bir ve Tektir!

Umarım, gelişimle olgunlaşmamızı tamamlar, kendimizi ve Rabbimizi bilebiliriz!

                                               Necdet Altınay 06092023

 

(1)     Boşluk Boş mudur? (https://www.youtube.com/watch?v=FYf7af2tb5U)

(2)     By PAUL BALDWIN EXCLUSIVE, Mar 10, 2016.

https://www.express.co.uk/news/science/612340/Origin-of-the-universe-riddle-solved-by-Canadian-physicists-and-er-it-wasn-t-God

(3)     https://www.youtube.com/watch?v=BOLHtIWLkHg

4 Eylül 2023 Pazartesi

Kıyasla Bilmek

 

Kıyasla Bilmek

Her şey diğeriyle kıyaslanarak öğrenilir, bilinir. Bu alanda Kuran’daki ‘Tagayyür’, ‘Her şey, farklılaşarak belirginleşip mükemmelleşir’, kavramı önemlidir. Kendi âlemimiz, dünyamız ve evrendeki her şey bu şekilde öğrenilir. Ama kendimizi bilmek için kıyas bir düzeye kadar geçerlidir. Özellikle, olgunlaşma sürecine, seyri sülûk aşamalarına, geçişten sonra kıyas yeterli olmayabilir. Kıyasla bilme artınca, kıyassız bilişle, ‘Kendini bilen Rabbini bilir’ aşamasına gelinebilir. Çünkü Allah’ın, ‘Resulümü ben bilirim, beni ise gayrisi bilemez’ kutsal deyimi geçerlilik kazanır. Allah, ilmullah, Allah’ın ilmiyle bilinebilir, bildirilirse eğer. Bildiklerimizle düşünebilir, düşündüklerimizi uygulayabilir olunca, tefekkür edip sezgilere ve ilhamlara erişince, akıl hikmete erince, vahiy bile alınabilir, ihsana, idrake ulaşılabilir.

Düşünür ve görüş sahibi olanlardan alıntı yapılır, o der ki bu der ki gibi duyulan, okunan fikirler paylaşılır. Kaynağından hayal, akıl ve fikir sahibi olunanlar anlatılırken öyle sorular sorulur ki sizin cevaplarınıza siz de şaşırabilirsiniz. Ağzınızdan çıkan fikirler okuyup duyduklarınız olmayabilir. Hatta ‘bunları ben biliyor olamam’ denebilir. Tefekkür ederek kaynağa ulaşmış olabilirsiniz. Emme basma tulumba misali, kaçan suyunuz dolunca, kaynaktan yeni ve taze su çıkarabilirsiniz. Çıkan bu fikirlere sahiplik edemezsiniz, işte bu ezoterik bilgidir, içinizden, derinliğinizden, kaynağından çıkmıştır. Böyle bilgiler sezgiseldir, ilham almışsınızdır, size verilmiştir, Hakkın ihsanıdır. “Biz, inananlar için, ilmin kaynakları olarak,  görme,  işitme, dokunma,  tat alma ve koklamadan ibaret beş dış duyu. Adalet,  vicdan,  zekâ,  hayal ve fikir etme gücü olmak üzere beş de iç duyu. Ek olarak teorik, kuramsal akıl ve pratik, amelî, uygulamalı akıl, olmak üzere 12 vekil gönderdik. Herkes bir ilim üzerinde uzmanlaşır.” (5 Maide, 12) İlmin kaynağı Haktır, ilim, Hakkın gölgesidir!

Kuran, insana kendisinin var olduğunu zannettiren en önemli üç hususun ‘Efal’, ‘Sıfat’ ve ‘Zat’ olduğunu söyler. Şöyle ki, ‘varım, çünkü istediğim gibi hareket ediyorum, yiyor, içiyor, tutuyor, geziyorum’ der. İkinci olarak, ‘çok çeşitli sıfatlara sahibim, ana, baba, evlat, eş, meslek sahibi, iyi, kötü davranışlarım var, güzel, çirkin, sıfatlarım var’ diyebilir. Son olarak da, ‘bir vücudum var, maddi ve manevi benliğim ve kişiliğim, kimliğim, zatım vardır’ der. “İnsan, Allah’ın hayatıyla hay yani diri, ilmiyle âlim, nefsiyle kaim, fiiliyle fail, sıfatıyla mevsuf, vücuduyla mevcuttur.” (2 Bakara, 255) Kişinin, ayrı bir varlıkmışçasına var olduğunu iddia etmesi bir ‘zan’dır. İnsanın, ‘zan’larından kurtulması tam bir imandır!

Ayetlerin dedikleri ve bilimsel deneylerin gösterdiği gibi ‘Hayal’ henüz bilinmeyen yeni bilgilere ulaşmanın bir yoludur ve yöntemidir. (1) Araştırma ve Geliştirme, ARGE, uzmanları birer tefekkür uzmanıdır. Bilinenlerden bilinmeyenlere ulaşırlar. Öyle derin düşünür, tefekkür ederler ki kafalarındaki tüm bilinenleri atıp, beyinlerinde hayalî bir vakum ortamı oluştururlar. Böylece bu vakum ortamı ‘Boşluğuna’, ‘Yokluktan’ yeni bilgiler, ilim kırıntıları çıkıp gelsin isterler. Örneğin, E=MC2 diyen kişi bu formülü galaksiler arasında okumamıştır. Önce aklını bilinenlerden boşaltmış, tefekkür etmiş, derin düşünmüş, hem de günlerce, sonunda sezgi, ilham gelmiş hatta vahye ulaşmış, kendisine ihsan olarak verilmiş olabilir. Bu durumları herkes deneyerek yaşayabilir.

Tasavvufta ‘Vuslat’ kavramı vardır, Hakkı bilmek, Hakka ermek, Hak ile buluşmak anlamlarını taşır. Tevhit ilmi, insanın kendini vermesini, kendinden vazgeçmesini ister. Anadolu erenlerinin ocaklarında Kuran ilmi öğretilir. Dervişlere alması gereken dersler verildikten sonra özümlemeleri beklenir ve uygulamaya geçilmesi önerilir. Bu amaçla ‘Halvete Giriş’ kavramı anlatılır. Halvetin kırk gün gibi uzun bir süreyi kapsadığı bilinir. Küçük bir hücrede, minimum ihtiyaçları karşılanarak, Dünya’dan elini eteğini çekerek, tefekkür etmesi beklenir. Atamızın tercüme ettirdiği Tevilatı Kaşaniye kitabında anlatıldığı gibi her insana ‘Benlik’ kazandıran ‘Efal-Sıfat-Zat’ kavramlarının aslında Allah’a ait olduğu ilmi öğretilir. Bu makamlar Fenafillâh makamlarıdır. Bunların yerine Hakkın efali, sıfatları ve zatıyla yeniden dirilmesi beklenir. Kuranın bu makamları ayetlerde anlatılmıştır. Yeniden dirilişin Hakkın efal, sıfat ve zatıyla olabileceği öğretilir. Halvete giren kişinin tefekkürle oluşturduğu vakum ortamında Hakkın verdikleriyle, Hakka kavuşur. (2) “Yokluktan, enerji, ‘Boşluk’ ortamına, çıkıp var, sonra da hemen yok, olabilir!” (3)

Özel-Genel:“Yedi kat gökler ve yer ve bunlarda bulunanlar Hakk’ı tespih ederler.  Her şeyin,  diğerinde olmayan bir özelliği ve gayrinde olmayan, ona özel bir olgunluğu vardır ki,  o kemal, hâsıl olmadıkça onu arzular ve talep eder. Hâsıl oldukça, onu hıfz edip muhabbet eder, hatta olabilecek olsa bile daha ilerisini istemez.” (17 İsra, 44)

Ehad, Vahit, Samet: “De ki, Hu olarak bilinen Allah birdir, mutlak birliğin hakikatidir ki sıfat itibar olunmaksızın, sıfatları düşünülmeksizin zat demektir. Zat ile sıfatın arasında ancak akıl ile fark bulunabilir. İhlâs, birliğin hakikatini, kesret, çokluk, şaibesinden kurtarmaktır. İyilik kötülüğün, güzellik çirkinliğin delili, şahididir. Vahit, kesret sıfatlarıyla beraber zattır. Her damla su bir diğerinden,  örneğin,  mineral, bakteri veya tuz içermesi nedeniyle,  farklı olsa ve damlalardan oluştuğu bilinciyle derya dersek Vahit,  damlaları düşünmeksizin derya dersek Ehad, deryanın kendisi aslında damlaların olduğunun senedidir, delilidir, Samettir.” (112 İhlas, 1)

Fatiha suresi, Kuranın özetidir. Müslüman olduktan sonra yüzünden okunan duanın, Müslüman olmak için tersinden okunması önerilir. Böyle okuma sırasında önce ‘Ben’ diye başlar dua, ortasında ‘seninle, senden, sana, sığınır; seninle sana ibadet ederiz’ denir ve en sonunda ‘O’, ben yoğum sen varsın, diyerek bitirilir. Son bölümde, ‘Sadece Rahmanî, genel, madde âleminde veya sadece manevi âlemde kalanların değil, kendilerine rahimsi, özel, nimetler de verilen, evvelde, ahirde, zahirde ve batında, Hakk’ı Şuhut edip, şahit olup, Hakk’ın baki yüzünü müşahede edip, görüp, fani vücutları gaip olan Nebinin, sadığın, şühedanın ve evliyanın, yollarına ilet bizi’ denilir. ‘Kuranı öğrettim, insanı inşa ettim’ ayetleri gerçek olur, insana bahşedilen, ‘Bilgelik’ sıfatı duanın kabulüyle gerçekleşir.

Umarım biz de aklı ve kıyası geçebilir, kalpten görür, bildiriliriz de bilge olabiliriz!

(1)      http://necdetaltinay.blogspot.com/2023/05/ilim-kaynag-hayal.html

(2)      http://necdetaltinay.blogspot.com/2023/03/evliya-olgunlugu.html

(3)      https://www.youtube.com/watch?v=FYf7af2tb5U

11 Ağustos 2023 Cuma

Savunma Sanayiinin Temellerini Sağlam Attık!

 

Savunma Sanayiinin Temellerini Sağlam Attık!

İçindekiler

ÖNSÖZ (ÖZET) 2

Turgutlu Köyünden Ankara’ya. 9

İlk, Orta, Lise, Yılları 9

Üniversite Yılları 21

MSB ARGE, İlk Atanmam.. 31

Genelkurmay Karargâhına Geçiş. 34

Tabikatlar, Harekâta Hazırlık mıdır?. 57

Yerli ve Milli Savunmanın Önemi 61

MASK, SHP, PPBS, PAPS, SEIA.. 62

APGM Faciası 67

NIAG Mucizesi 85

NIAG – Necdet Için Ayarlanmış Görev. 90

Saydam ve Almedahl Mucizeleri 91

SONSÖZ.. 101

 


 

ÖNSÖZ (ÖZET)

 

Sevgili, muhterem ve vizyoner babamın ilkokulda dahi dediği önemli bir şey vardır. Hep, her zaman büyüklerle birlikte olmamı, büyüklerle vakit geçirmemi, konuşmamı, sohbet etmemi isterdi. Babamın isteği yönünde ilkokulda dersten çıkışlarda, kahvede, yaşlılara gazete okumam bu nedenle olabilir. Ortaokulda öğretmenlere soru sormamı, hiçbir konuyu anlamadan geçmememi, öğretmenler odasına girip çıkmamı, koridorlarda onlarla selamlaşmamı isterdi. ‘Büyüklerden zarar gelmez, olmadık, beklenmedik yararlar doğar, seni çocuklardan uzak tutar, kötü arkadaşlardan uzaklaştırır, çay ısmarla benden’ derdi. Bu durum üniversitede okurken de sürdü. Örneğin, askeri öğrenci olarak ‘Mendil Kapmaca’ oynarken yoldan geçmekte olan ODTÜ Rektörümüz, Kemal Kurdaş’ın mendili kapmasını isteme cesaretini gösterebilmiştim, o da katılmıştı bize. Geldiğini görünce, arkadaşımla birlikte küçük bir fidanın gölgesinde başımızı tutup,’Hocam işte ağaçlarımız gölge vermeye başladı’ deme cesaretini göstermiştim. Bu subaylık hayatımda da sürdü. Kendine güvenen birinin arkasında birisinin olması beklenen bir şeydir. Ben, 1968’den itibaren, babasıyla tanıştıktan sonra, ‘Her zaman, her yönde, görünenin, Hakk olduğu apaçıktı’. Tasavvuf Bilgesi kayınpederim Hacı Bey bunu bana öğretmişti. Tasavvuf konusunda, sohbet edebileceğim, 1986 yılında, Genelkurmay’da, bir Albay, Hakkı Büyükyeneral, arkadaş bulmam, sürpriz olmuştu.

O da, benim gibi “Kimseye karşı, ‘Korku’ duyma ‘Sevgi’ duy ve göster” demişti. Uzun gibi görünen Genelkurmay Başkanlığındaki hizmet yıllarım aslında bana çok çabuk geçti gibi geliyor. 1968-1989 yılları arasında, iki yıl ‘Master’ yapmaya, bir yıl da Kanada’ya, ‘Araştırma’ yapmaya gittim. İşe başladığım ilk iki yılda ben bir grup içinde proje subaylığı yaptım. 1968 Ekiminde işe başladım ve Teğmen olarak Wintex-Winter Exercise, Kış Tatbikatını izledik, mesajların peşinden koştum, kim kime hangi mesajı çekiyor, kaç saatte ulaşıyor, etkisi veya cevabı ne oluyor gibi değerlendirmeler yapılırdı büyüklerim tarafından. Benim ise Taktik Nükleer Silah atan Rus’ların aldığı yerleri, ABD’nin aynı şekilde Nükleer silahla, geri alması sonrası, bizim toprakların önemli bir bölümünün ‘Kurtarılmış’ olmasına bir anlam veremezdim. Artık o bölgede ot bitmeyeceğine göre nasıl kurtarılmış olurdu!

            1970 yılında Genelkurmay Başkanlığı bünyesine geçip ilgili binaya taşınınca, bana, tek başıma, GnPP-Genel Plan ve Prensipler, içinde, ODTÜ’deki öğrenimime uygun, lisanımla, düşünce sistemimle, PPBS-Planlama Programlama ve Bütçeleme Sistemiyle, Maliyet ve Etkinlik Analizleriyle ilgili görevler verilmeye başlanınca ‘İşe Yaradığımı’ anlıyordum. Bu konulardaki başarılar yalnız benim oluyordu, takdirleri de ben topluyordum. Öztorun, Üruğ ve Torumtay paşalarım bireysel görevler verdiğinde, Dairemden itiraz gelmezdi zaten, benim Harekât Araştırma Grupları içinde olmamamdan memnun olunuyordu sanıyorum, çünkü ‘Başkalarıyla’ uyumlu çalışamıyordum. Tek olmalıydım!

Tek başıma düşünüp gerçekleştirmem gereken sonuçlar, beni daha çok tatmin ediyordu. APD-Ana Program Direktifinin yenilenmesinden, SHP-Stratejik Hedef Planının hazırlanmasına geçişle birlikte bir yandan da PPBS’nin geliştirilmesi çalışmasını J-5’in diğer ‘Kuvvet Plan ve Program’ ve ‘Mali Plan ve Program’ D. Başkanlıklarının, genellikle benden büyük ve kurmay olan, personeliyle birlikte çalışmam daha zevkliydi. Çünkü bu çalışmalarda dediklerimin, düşündüklerimin, hazırladığım bütün ‘Yazı’, ‘Andıç’ ve ‘Taslakların’ kabul görmesi, onaylanıp yayınlanması, hatta Komutanlara, uzmanlığım nedeniyle, tarafımdan takdim edilmesi, bireysel başarı hanemi çok yükseltmişti ve ‘İş Tatmini’ veriyordu. Öztorun, Üruğ ve Torumtay Paşalarımla daha çok muhatap oluyor, takdirlerini kazanıyordum, hem de genç Üsteğmen ve Yüzbaşı olarak. Kara Kuvvetleri Komutanlığı ne zaman başladı ve hangi sekiz yıl boyunca beni bir başka yere tayin etmek istedi bilmiyorum ama benim Gnkur’dan “Tayin Edilmesinde Sakınca Var’ denip verilmeyişim ve bir daha da KKK.lığınca tayin edilmek istenmeyişimde bu başarılarımın etkisi olabilir.

            Ekim 1973 ile Haziran 1975 arasında Master yaptım. Dönüşümde “Yaparsa Bu Çocuk Yapar” denilip, Sayın Ecevit’in ısrarlı tutumu sayesinde, “Genelkurmay, MSB ve Kuvvet Karargâhlarında”, çok büyük ses getiren “Yönetimi Geliştirme Araştırma Programı” hazırlandı. Bu projeyi gerçekten ben de çok beğendim. Ortaya çok somut ve geniş kapsamlı sonuçlar çıktı, takdir gördü, onaylandı ve uygulandı. Tam bana göre ‘İŞ’ idi!

Ardından, TODAİE-Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü’ndeki çalışmalara paralel yürütülen OMAG-Organizasyon ve Metot Araştırma ve Geliştirme çalışmalarını yürüttüm. Genelkurmay’da, Harekât Başkanlığına bağlı bir OMAG Ş. Müdürlüğü kuruldu. İlk şube müdürleri olarak Kur. Alb. Hüseyin Kıvrıkoğlu ve ardından Kur. Alb. Hilmi Özkök atandı ve her ikisinin de “Bu şubenin isim babası senmişsin” deyip sıkça gelip müştereken, NATO dokümanları üzerinde çalışmamız, paşa adayları arasında çok isim yaptı. Çünkü her NATO dokümanı diğerlerine çok büyük fark atılmasına sebep oluyordu. Yeni fikirler edinilip komutana takdimlerde puan kazanılıyordu. ‘Bana da NATO takviyesi lütfen’ deyip gelen birçok kurmayı hatırlıyorum, inceledi, fikir sahibi oldu, kendi alanlarındaki yeni fikirleri kendileri geliştirdi. Bana teşekkürleri nezaketleriydi.

            NATO ve EUROGROUP Çalışmaları, ‘Konseptler’ sayesinde, projelendirme aşamalarında çok izlenir, grupların MSB ve Kuvvetlerdeki ilgililerce, ‘Katılarak İzlenmesi Direktiflerine’ bağlandı. Konseptlerin her kuvvet için hayati önemi vardı. SHP-Stratejik Hedef Planına girecek, bütçelenip gerçekleştirilecek ‘Kuvvet İhtiyaçlarının’, ‘Konseptlere’ dayandırılması şart koşuldu. Yalnız ve sadece, hem de GnPP Başkanı olarak Güneral paşamın ‘İkinci Bir Konsept’ istiyorum demesi yadırganmıştı. 1979 yılında Gnkur Üst subaylarını bir salonda toplayıp “Bu siviller eğilip eğilip doğrulmayı öğrenecek müdahale etmeyeceğiz!” diyen Gnkur Başkanımız Org. Kenan Evren’e, Öztorun Paşamızın koordinesinde bir takdim yapıldı.

Bu takdimde, Evren Paşa, “Öztorun Paşam, biraz daha az bilimsel konuşun ve anlatın ki biz de anlayalım!” demişti. Öztorun Paşanın Ekonomi konusunda doktorası vardı, Planlama konusunda uzmandı. “Planlama, gelecekte ne yapacağımızı bugünden belirlemek değil, gelecekte istenen gelişmeyi sağlayabilmek için bugünden o güne ne yapılması gerektiğini saptamaktır” derdi. Çok büyük bir uyum içinde çalışıyorduk. Her dediğini hemen anlıyor ve uygulamaya geçilmesi için hemen kendisinin gerekli emirlerini ‘Direktifler’ halinde yayınlıyordum.

            Eylül 1981’de ‘Kanada Savunma Araştırma Bursuyla’, Binbaşı olarak, bir yıllığına Ottawa, Kanada’ya gittik, ailecek. Eylül 1982’de, Şehit Alb. Atilla Altıkat’ın cenaze uçağıyla eve döndük. Bir yıl içinde üç dairede çalıştım ve ilgili konularda üç araştırma yaptım. “Performance Measurement of Organizational Units-Organizasyon Birimlerinin Performansının Ölçülmesi” çalışmam Bakanlık Müsteşarınca takdir edildi. Bu proje yıllardır Hükümet tarafından emredilmiş ve hiçbir araştırmacı üzerinde çalışamamış. Benim çalışmam büyük beklenti ve umut yaratmıştı. Beğenildiğine ve uygulandığına ben de çok sevinmiştim. Marifet-Takdir!

Yurda dönüşte, NATO ve EUROGROUP Çalışmaları, ‘Konseptler’ sayesinde, çok önemli görülüyordu. SHP’nin Hazırlanması ve Uygulanması, Milli Projelerin izlenip gerçekleştirilmesi, Kuvvetlerin başlıca görevleri olmuştu. Kanada dönüşü TAI’de üretilecek Uçak seçimi en önemli konu olmuştu.

Projenin F-16 uçağına bağlanması, hatırladığım kadarıyla tamamı dört milyar dolarlık projenin ‘Offset Programlarının’ gerçekleştirilmesi önemli çalışmalardı. TEI-TUSAŞ Motor Sanayii’nin Eskişehir’de kurulup kurulmaması Çalışma Grubunda idim, Eskişehir ziyaretleri verimliydi. TEI Eskişehirde kuruldu, iyi oldu!

            Kuvvetlerin ‘İhtiyaç Makamı’, Genelkurmay’ın ‘Onay Makamı’ ve MSB’nin ‘Tedarik Makamı’ olarak saptanıp her şeyin buna göre tasarlanması gerekiyordu. Kuvvetlerin önce her alanda Konsept geliştirmesi, sonra Proje İhtiyaçlarını saptaması sonra Gnkur’da önceliklerinin belirlenmesi, ‘Maliyet ve Etkinlik Analizlerinin’ yapılması, sonuçlara göre ihtiyaçların SHP’ye alınması, sonra PPBS-Planlama Programlama ve Bütçeleme Sistemi’ne göre gerçekleştirilmeleri, Genkur Direktiflerine bağlandı. Bütün bu çalışmalarda yer almış ve etkili olmuştum. Artık 1985’ten sonra olay ve eylemler rutinleşmekteydi. Örneğin bir toplantıda “Aselsan, ormanda Aslan olsun, projenin ciğerini yesin gerisini kendini izleyen sanayie bıraksın ve yeni projeler peşine düşsün, küçük işlerle uğraşmasın, kemik sıyırmasın” demiştim. İTÜ’lü Genel Müdür “Alındı Anlaşıldı” demişti. ‘Planlama’ yoktu, var oldu, gelişti!

             Öztorun, Üruğ ve Torumtay paşalarımca, PPBS Faaliyetlerinin, önce Kuvvetlere ve MSB’ye, sonra Kuvvet Kurmay Akamedilerinde daha sonra da Milli Güvenlik Akademisinde, konferanslar şeklinde anlatılıp anlaşılmasını sağlamam istendi. Ders niteliğinde tüm kurmay subaylara verilmesi ve öğretilmesi sağlandı.

            1988 Ağustosunda Genelkurmay Başkanımız Org. Necip Torumtay idi. “ARGE’ye para ayrılacak ve yalnız ARGE için kullanılacak” emrini vermişti. Bunu sağlamadığımız için Daire Başkanımıza “Neden Yapamadınız?” diye sormuştu. Projelerin belirlenmesi, Öncelik verilip Planlanması ve Bütçesine göre Gerçekleştirilmesi her projenin tüm ilgili ve yetkili komutanları için önem arz eder olmuştu. MASK- Milli Askeri Stratejik Konsept, SHP, PPBS, bütün bu çalışmaların iki yılda bir yenilenmesi MSB, Gnkur ve Kuvvetler düzeyinde yerli yerine oturmuştu. 1970 yılındaki APD çalışmalarında ihtiyaçlarımızı bilemiyorduk, 15 sene içinde “Ayağımızı Yorganımıza Göre Uzatmayı” öğrendik. Her şey sıfırdan geliştirildi. ‘Karargah Çalışmaları Düzenlendi’, ‘Personel Yetiştirmeye ve Uzmanlaşmaya’ önem verildi. ‘Yönetici Karargahların Yönetimleri’ geliştirildi, ‘Faaliyetler Düzenlendi’, ‘Çalışma Sistemleri’, ‘İşbirliği ve Eşgüdüm’  geliştirildi. Çalışmaların tümünde ben de vardım!

             ‘1960 İhtilalinde Başbakana bağlı Genelkurmay yeni kurulmuştu. ABD, TSK’yı donatmaktan vazgeçmiş, ‘Planlama’ bilinmiyor, ‘Milli Silahlanma’ şart, her şeye yeniden başlandı, Savunma Sanayiinin temellerini attık! Sanayie açılım sorununu SSM-Sav. San.Müsteşarlığı ile çözülmek istendi ama tam uyum sağlanamadı. Asker ile sanayici uyumu yerine, ayrımı vardı. Bugün, MSB’ye bağlı Gnkur ve Kuvvetler ile bir bütünlük sağlandı. SSB-Sav.San.Bşklığı bünyesinde sanayici-asker uyumu tam oldu. Ayrım kalktı, Sanayici-Asker ‘Devletin içine’ alındı, her türlü Deneme mükemmel düzeyde yapılabilir!

Turgutlu Köyünden Ankara’ya

 

İlk, Orta, Lise, Yılları

 

Aslında Rahmetli, Benim deyimimle, ‘Kulakları Çınlasın Babacugum’, Lüleburgaz, Babaeski’de, Almanlara karşı askerlik yaparken 1945 yılında, II. Dünya Savaşı bitince, Yılbaşı için, köye izinli gelmiş. Babamın nüfus kâğıdıma yazdığı notlara göre, Sakarya ili, Geyve kazası, Pamukova nahiyesi, Turgutlu köyünde, 1946 yılı 3 Ekim, Perşembe günü, sabah saat 02,30-3.00 arasında doğmuşum. Sülalede uzun zamandır, dayımdan 9-10 yıl sonra, ilk erkek çocuk, torun olarak, odak noktası olmuşum. Hastalıklı, bazılarının artık gözden çıkardığı bir bebeklik geçirmişim. Büyük Emine teyzemin “Seni ben canlandırdım, ben baktım, ondan sonra kıymetli oldun” deyişi vardır. Ananemin kucağında, şımartılarak büyüdüm. Herkese ‘Paşa Dayı’ dedirtti. Annemin, “Yüzüne bakıyorum acıyorum, huyuna bakıyorum kızıyorum” lafı kulağımdadır. Köyün üst kısmında Fatma ve Behice halamlar vardı. Bir koşu onlara kaçar, onlardan evdekilere selam getirirdim. Çok severlerdi benim gelişimi, onlara kaçardım. Fatma halamlara ‘Domdomlar’, komşularına ‘Gorgorlar’ denirdi. Köyde adettir ‘Ay tutlması’ sırasında aya ‘Tüfek Atılırdı’. Bir keresinde ben duydum, köyün aşağısında Kahya Ahmet, köyün üst başında ateş eden Gorgor Ali’ye “Taa ordan vurulurmu bak burası yakın” deyip ateş etmişti.

Ananemin-Dayımın kapısının önünde bir yığın odunlar vardı, en yükseğine çıkıp, ellerimi iki yanıma çırpıp, “Tanrı uludur, Tanrı uludur, Tanrı’dan başka yoktur tapacaaak!” diye ezan okuduğumu hatırlarım. Ananem, küçük duaları ezberlersem 1 lira verirdi, ‘Ayetel Kürsi’yi ezberleyince 2.5 lira vermişti. Annem para kazanmamı veya dua ezberlememi teşvik ederdi. Ananemin evinde büyüyorduk genellikle. Çünkü babam, dayım henüz 10 yaşlarında küçük olduğu için, çalışmak için ‘İç Güveysi’ alınmış. Hatta dedemin ‘senin evini yapıp ayıracağım’ lafı üzerine babam 9 sene çalışmış dayımın kapısında. Dayım 20 yaşlarına gelince, bir gün dedem babama “Hangi pezevenk damadına ev yapmış!” deyince babam o saniye öküzlere “Ooha!” deyip tarlayı terk etmiş, anneme ‘ben gidiyorum gelirsen seni de götürürüm’ deyip, merdiven altındaki ceketini alıp çıkarken de ananem “O ceketi de ben almıştım sana” deyince onu da almadan çıkmış. Babaannemler de bizi evlerine almadılar, bitişik komşunun altta keçileri üstte samanlığı olan bir yerde, yattık uzun bir süre. Ananem, anneme ‘peşinden gidersen seni de eve almam demiş’ böylece ailece, annem, babam, ablam, samanlıkta yattık uzun bir süre, keçilerin hemen üstünde.

Babaannem, evlerinin bahçesinin üst kısmında yer göstermişti, oraya babam geceleri çamur kararak, kerpiç keserek, ev yapmıştı, iki katlı iki göz odalı, oraya taşındık samanlıktan. ‘Komşu Babam’, Yahya, hasta olacaksın çık çamurun içinden diye babamı zorlardı!

Turgut eniştenin atölyesinde çalıştı babam, yıllarca, kendi adımızın baş harfleri olan çatal bıçaklarımız vardı, atölyede imal edilmişlerden. Turgut enişte köyün en akıllı adamıydı, 1950’lerde köye elektrik getirmişti. Dâna olan köyün adı Turgutlu olarak değiştirildi. Köyün kuzeyinde bulunan tepelerde, suyu değirmen gibi kullanıp, elektrik üretiyor ve tellerle köye naklediyordu. Zamanına göre büyük teknolojiydi!

Traktörü dâhil birçok alet edevatı vardı atölyede. Oğlu Gündüz ile aynı yaşta olduğumuz için hemen her zaman, gece gündüz beraberdik onunla. Faik enişte, en büyük olan Emine teyzemin beyi,  bizi hep sınava tabi tutardı, “Bir kilo pamuk mu bir kilo demir mi ağırdır?” gibi şaşırtmaca sorularına cevaplar vermeye yarışırdık. Bu sayede ‘Kerrat Cetvelini-Çarpım Tablosunu’ bir çırpıda ezberlemiştik Gündüz ile. Bu küçük evde bir ara babam, Ankara’dan gelen 4-K denen, uzmanlardan ‘Dokuma’ öğrenmişti. Dokuma tezgâhımız vardı, annem diker babam dokurdu. Geçimimiz çok zordu, her gün yumurtasını bana içirdikleri tavuğumuz kaybolunca büyük olay oldu. (Ben Binbaşı iken, babamın küçüğü, Su İşlerinde memur olan, Ali amcam ile yengem, kucaklarında bir tavukla gelmişler, “Ee Abi, Yenge, biz ettik siz etmeyin, biz hacıya gitmeye başvurduk, bu tavuğu alın o kaybolan tavuk için bizi affedin, hakkınızı helal edin” demişler. Babam da “Bizim hakkımız duragosun, ahrette hesaplaşırız” demiş.) Babaannem, Vergi Tahsildarı olan dedemden şehit maaşı alırdı. Ablam ile bize bu maaştan bir simit almadığını söylerdi annem.

‘Seni zengin kapıya damat verdik’ deyip çok sayıda tarla, bağ ve bahçeyi amcamın üzerine hileyle aktardıkları içi babam ile annesi ve kardeşi arasında ‘Mal Davası’ vardı. Babaannemin cenazesinde, babamın, “Benim hakkım duragosun” demesi dillere düştü. Yüz üç yaşında ölen annesine, babam, hakkını helal etmedi, bence de haklıydı! Hakkı yenmişti, Allah’a havale etmesi en doğrusuydu, Kul Hakkı yenmemeli!

Çiçek Ali de denen amcam, giyinir kuşanır, memurluk yapardı, memurluk, Su İşlerinde Ambar Memurluğu da olsa büyük sükse idi. Köyde, köy işleri yapmayan kişi akıllı adamdı, toprak ve hayvanlar insanı yıpratır ve emekliliği de yoktu. Her genç, köyden kurtulmaya bakardı. Çevreye açılan benzinliklere pompacı ve lokantalara garson girmek bile iyiydi, emekliliği vardı, izinleri vardı. Bu gençler kolay ve güzel kızlarla evlenirdi, kızlar tavlardı bu ve ‘okuyan gençleri’!

Küçük evde otururken ananem ve dedemlerle barışmıştık, altı yaşında sünnet olurken, annem çok tembih etmişti, atın üstünden inmeden, ev yeri olarak, dedemden ‘Dutluğu’ isteyecektim. Dayım, davul zurna ile karambola getirip attan alıvermişti beni. Dedem fazla yaşamadı, Hacı Hasanlar olarak bilinen Kambur Ahmet lakaplı dedem, köy düğünlerinde çok konak almakla meşhurdu, zengin kapı bilinirdi. Üç yüz dönüm toprakla köyün belli başlı zenginlerindendi. Bize, mirasta, ev yeri olabilecek bir bağ verilmişti mal bölüşüşünde. Babaannem bunu duyunca, “Ben sana ev vermedim, kendime ev yaptırdım.”

“Çık benim evimden” diyerek bizi küçük evden kovmuştu. Babam, tekrar ev yapmak üzere çamur karmış, iki katlı, üç odalı, cumbalı, ev yapmıştı. Kalın kerpiç ve taş duvarlı, kışın sıcak, yazın serin bir ev olmuştu. Küçük yaşta, ana-baba rızasıyla, Eskişehir’e gelin edilen ablamın misafirlerine, bu evde, çok ev sahipliği yapılmıştı. Babacığım, ‘oğlum bunlar hep yiyici, hepsi yiyici, orası üretim, burası yetiştirme çiftliği’, dediğinde olsun “Bizi bitiremezler” derdim.

İlkokuldan önce, Kuran kursuna verildiğimi hatırlıyorum. Babam, “Hayıır, ben oğlumu gâvur mektebine göndereceğim” deyip almıştı beni hocadan. Babam, askerlik dönüşü, muhtarlığı döneminde, kendisinin bitiremediği ilkokula, Gökgöz Köyüne gittiği gibi bizim de gitmememiz için okul yaptırmıştı köye. Öğretmen odun getirin dermiş, babamlar birer odun götürürmüş her gün ama sobaya en yakın olanlar hep öbür köydenmiş! Ablam benden iki yaş büyüktü, iki sene önce okula başladı, ben merakımla onun ders ve ödevleriyle ilgilenince babam benim üzerime daha çok düştü ve ‘Vizyon’ verdi diyebilirim. Altı yaşında ablamla birlikte 1952-53 döneminde okula gittim geldim. Hikmet hocam, çocuğun hakkını yiyemeyiz deyip okula kaydedip beni 1953’te ikinci sınıfa geçirdi. Babam da sınıfta kalan ablamı götürmeyip, beni Atamızın Anıtkabire taşınması merasimlerine Ankara’ya götürmüştü. İçeriye egzos dumanı veren burunlu Magirus otobüsle çok eziyetli bir yolculuk yapılmıştı. Erkenden giderek Kızılay’da yerimizi almıştık. Babamın omzunda töreni güzel izlediğimi hatırlıyorum.

Sonradan babamın alıp da öğretmenimize verdiği, kalem-cetvel-pergel kazanırdım başarılarımla, okulda, çok başarılı yıllarımdı. Beş sınıf bir arada olduğu için, dördüncü sınıfta, beşinci sınıf öğrencilerinin problemlerini çözüp iltifat alıyordum. Biraz da, sevgilim olmasını istediğim güzel kızın gözüne girmeye çalışıyordum. Okul başkanı seçildiğim için kırmızı kurdela takıyor ve ders giriş ve çıkışlarında düdüğü ben öttürüyordum. “Yaşamak çok güzel, iyi ki geldik dünyaya!” deyişim meşhur olmuştu o yıllarda bile.

Köyde ‘Okuyan’ birisi olarak, yaşamak gerçekten çok güzeldi. Akşamüzeri ‘Şose’ dediğimiz İstanbul-Antalya yolu üzerindeki köprünün korkuluklarına otururdu gençler. Gömleklerin sol ceplerinde ayna ve tarak, yapıştırılmak üzere limonlanarak yatırılan saçlar, çeşme başına çıkan kızlarla yarenlik, köy içinde dolaşıp ‘piyasa’ yapmak, güzeldi. Hele bir de hafif karanlık basınca, saklambaç oyunu ve bir kızla fındıkların içinde veya samanlıkta saklanmak, zevk olurdu. Bulunmak istemezdik güzel bir kızla saklanınca. Ayrıntıya gerek yok! Kızlarla, Hindi, biz ‘Gulü’ derdik, gütmeye gidip küfür edince ‘hadi gel yap’ denmesi ömre bedeldi!

Yol kenarında korkuluk üzerinde 20’lerden 9-10 yaşlara inen ‘gençler’ olurdu. Doğan abi Süleyman’ın akrabası idi, Osman abi beni tutardı. Örneğin, Doğan abi köprünün öbür başında otururken “Aaa ne dedi!” derdi, kim kime dedi deyince de “Süleyman, Necdet’e küfür etti” derdi. Ben hemen ortaya çıkıp “Öylemi lan!” demek zorundaydım. ‘Erkekliğe leke sürülmez’!

Süleyman da erkekliğe toz kondurmaz, küfretmediği bilindiği halde, “Evet, ne olacak!” deyip ortaya çıkardı. Çoğu zaman Osman abi beni, Doğan abi Süleyman’ı, tutup çeker kenara “Şaka, şaka!” derlerdi. Ama bakalım ne yapacaklar deyip de geç kalırlarsa, birimizden birimiz ötekine bir yumruk atardı. Bugünlerde, “Taraflara itidal!” tavsiye eden ülkeler misali ‘Dövüş’ yapılırdı, yaptırılırdı. Hala pek anlamış değilim köyde ben “Galatasaraylı” nasıl oldum. Sonradan anladım ki Osman abi tutardı Galatasaray’ı, onun sevgisiyle de ben; ne gazete ne radyo vardı köyde.

Ben ilkokulu bitirince, bizden öncekiler Geyve’ye gittikleri halde, Pamukova nahiyesine de Ortaokul açıldı. Gökgöz ve daha ilerdeki köylerden bile yürüyerek gidip geliyordu çocuklar. Biz de başladık sabah akşam yürüyerek, Ortaokula gidip gelmeye. Alt tarafı 3.5 km idi ama yol yeni yapılıyordu ve toprak, çakıl ve kum idi. Az araba geçer ama geçince büyük bir toz kalkardı. Kamyonlardan bazıları bizi tanır alırdı kasasına. Çanta çantaya kavga eder, büyük bir şamata ile 5-10 kişilik gruplar halinde okul yolculuğu yapardık. Cihadiye gibi Pamukova’nın çevresindeki diğer köylerden de gelirlerdi. Köyün zengini Süleyman çavuşun oğlu Süleycan yol kenarıda çalışırken dikilir bize özenerek, sanıyorum, bakardı. Akşamları görüştüğümüzde de “Tabii dersin ‘yaşamak güzel’ senin ‘şeyin şeyine denk’ ‘kızlarla fingirdeşip’ okuyorsun!” derdi. Doğruydu, haklıydı, en fakirin, ama sözde milyonu olan, çiftçinin okuyan oğluydum. Okumam tek kurtuluştu. İstikbalimi ve istiklalimi kurtarmak zordu!

Çok başarılıydım ama torpilli ve hocaların akrabası olan çocuklar hep iftihara geçiyor ben bir türlü birinci olamıyordum. Hep zahirecinin oğlu Mustafa ve hocanın yeğeni Cengiz veya Yalçın birinci olurdu. Babamın “Oğlum o sana daha çok biner, seni inek gibi sağar” demesine rağmen elden düşme bir bisiklet aldırmıştım. Gerçekten de o bana daha çok biniyordu, yolda iki bayır aşağı, üç de bayır yukarı vardı. Yukarı çıkarken bisiklet bana biniyor, aşağı inerken de pek gerek yoktu zaten. Harçlıklarımı yemesi de cabası idi.

Sabah akşam, gidiş-geliş üç sene sonra, 1960 yılında bitti, 27 Mayıs Hürriyet Bayramı törenleriyle, Nahiye içinde ‘Okul yürüyüşüyle’, mezun olduk. Babam, Bilecik’te yatılı lise, kısa zamanda maaşa geçilecek olan astsubay ve öğretmen okulları seçeneklerini değerlendirdi. ‘Göbekli Başgedikli’ olursun diye öğretmen okulu yerine astsubay okullarını Kara, Deniz ve Hava okullarını anlatırdı. İlkokulu bitirince ‘Kuleli Askeri Ortaokul’ sınavlarına İstanbul’a gitmiştik babamla. İstiklal caddesinde, ‘Narmanlı Han’da kalan Emniyet Müdürü amcamın evinde kaldık ama kahvaltı verildiği için Çengelköy’e Kuleliye giderdik erkenden. Vapurdan, “Oğlum içine koyacak paramız yok” demesine karşılık, babama naylon cüzdan aldırmıştım. Bizimle kahvaltı eden Binbaşının birisinin “Köyden gelmişsiniz, işiniz var, önce bizim çocuklar alınır kalırsa yer sonra sizin çocuklar alınır” demesine babam çok üzülmüştü. Ne zor koşullarda, ne ümitlerle buradaydık, duymasaydık, demeseydi, daha iyiydi. Babası binbaşı olan okuyabilir, önce bizim alınmamız uygundu.

Gerçekten de okuldan gelen yazıda “Sınavı kazandınız ama kurada kaybettiniz” deniyordu. Ben de bu Kuleli anımızı hatırlatarak, bir kere kazandık, gene kazanırız diyordum. Ben “Babacım önüm açık olsun” deyince “Tamam oğlum, sen ne istersen” dedi, Adapazarı Lisesine kaydoldum. Önce bir Pansiyonda kaldım. Seyfullah arkadaşımla iyi arkadaşlık ettik. Hatta bir sabah, meydanda, sabah namazından sonra asılan birini izlemeye gitmiştik, adam “Benim düğünüm bu kadar kalabalık değildi” deyince çok üzülmüştük. İbret olsun diye meydanda adam asılması hiç hoş değildi!

Pansiyon, 150 TL ayda, bize çok geldi, küçük bir oda tuttuk, epeyce idare ettim orada. Lise son sınıfta amcam yanına aldı. Etrafına, tahtakuruları geçemesin diye DDT döktüğüm yer yatağında yattım. Amcam düşüncesini açık etti sonunda. Öznur, Rana, Mukadder (İnci) ve Hediye olmak üzere dört kızı vardı. Babama da “Gözü açılmadan Necdet’in, kızlardan birisini seçin, evlendirelim” demiş. Böyle bir şey düşünmek için bile çok erkendi. Amcamın, bilye gibi altı üstü belirsizdi!

Sevgili babam bana daima, “Oku oğlum, milyonum var” demiştir. Zaman içinde ben de “Sağlığınıza iyi bakın babacığım milyarımız var” demişimdir. Köyde komşulardan para yardımı talep ettiğinde, hemen herkesin, “Okutup sen ona bakacağına al okuldan, o sana baksın!” demişler. Ömer abi hariç. Ananem ve dayımın bu konuda hakları yenmez. Para takviyesi yapmıştı, miktarlar yukarıya çıktıkça, miras tarlaların tapuları da dayıma geçmişti.

Dayıma borcumuzun olmadığını babam teyit etmişti bana. Subay çıktıktan sonra,  Banka Kartımı babama vermiştim, her ay belirli bir miktar, maaşımın yüzde onunu, çekiyordu oradan. Bir seferinde gözüne ilişen paranın tamamını, yani maaşımın tamamını çekmişti. “Olsun babacım, bir daha ki ay çekmenize gerek kalmaz işte iyi olmuş” demiştim. Her gidişimde köye, Silahlı Kuvvetler sigarası da götürürdüm. Büyük bir zevk ve keyifle eşe dosta sigara ikram ettiğini düşünürdüm. Çoğu zaman ne olur olur Ömer abiden borç almış olurdu ona borcumuzu öderdik. ODTÜ’yü kazanma kağıdını tarlaya getirmişti Ömer abi çok iyiydi!

Sevgili nişanlım Hüsniş’imle 1970 yılı 12 Temmuzunda evlendik. Balayına, İstanbul-İskenderun seferini yapan gemi ile seyahate çıkmıştık. Her türlü önlemi, kendimize göre, almamıza rağmen, sevgili oğlum Orkun, balayından, meğer bizimle dönmüş. Eylül ayı geldiğinde Ankara Yenimahalle’de sobalı bir ev tuttuk. Ortaokulu bitiren kardeşim Timur Nevzat da bizimle yaz tatilinden, Yenimahalle, Mustafa Kemal Lisesinde okumak üzere, geldi. Dilekçesini babam, ‘Atatürk’ diye vermiş de kabul edilmemiş, “Ya Hu aynı adam değil mi bu!” diye itiraz etmişti. Hem çalışan, hem de bize bakan eşim, özellikle son üç ayda çok zor durumlar yaşamıştı. Annem üç ay bizde kaldı, babam yalnız kaldı diye çok laf oldu. Kimse bizi düşünmüyor kendi açısından bakıyordu. Kardeşim ertesi sene Eskişehir Lisesinde okumaya başladı. Bana gelen şikâyetler, “Televizyonlu kahvelerde, filtreli sigara içiyor, ders çalışmıyor, dersleri zayıf” şeklindeydi.

Yüzüne karşı söylediğimde, “Tabii ne var bunda, senin Yüzbaşı abin yoktu!” olmuştu. En kötüsü, yıllar sonra, Almanya’da maaşa geçip zengin olunca, “Abin şöyle abin böyle diyerek büyümek ne kötü, sen bu ağabeyliği sat bana kaç mark istersin” demesi olmuştu. Benzer her durumda hep şöyle dedim “Ben Allah’ı bilirim, o alır, o verir, etme bulma dünyasıdır bu!” Sanırım minnet borcu altında ezikliği nedeniyle selamımı almaz hala! Bize yakışmayan ‘Mal Davası’ gütmesi de cabası. “Ne eylerse Mevla’m eyler, ne eylerse güzel eyler!” Zamanla barışırız ümidiyle bekliyorum, emekli olup 44 sene sonra köye yerleşirse, gene görüşebiliriz. Ne Türk kaldı, ne de Alman oldu!

Askeri öğrencilik ve subaylık dönemlerimde, köye resmi elbiseyle gelmemi, öyle dolaşmamı isterdi tüm komşularım. Herkes asker meraklısı ve sevdalısıydı. Hasta yatağının başucuna, ‘bu benden çok size layık’ deyip, asıp bıraktığım kılıcım, yaşlı ve hasta İlyas amcanın ömrüne ömür katmıştı. Daha önce üniversite okuyan veya subay olan kimse yoktu köyden. Bir nesil sonra astsubay da çıktı, Basri Katırcı; üniversite mezunu da çıktı, hem de köyden gelip, ODTÜ’yü birincilikle bitiren, ilkokulda sınıf arkadaşım, babası olmadığı için kendisi okuyamayan, yakın komşum ve arkadaşım Süleyman’ın oğlu, sanıyorum adı İbrahim. Köye her gelişimde, Ankara’dan ne haber denip politik gelişmeler sorulurdu. “Ordu siyasetin dışında ve üstündedir” demem pek hoşa gitmezdi. Bu durum, ilkokulda her çıkışta yol üzerindeki yaşlılar kahvesinde beni bekleyen yaşlı komşu babaları hatırlatır bana.

Cumhuriyet gazetesi okuturlardı. Devamı sayfa kaçta, sütun kaçta yazınca ‘yok bulamadım’ deyince “Vardır iyi bak” derlerdi. Bir keresinde, “Sen sekiz ben seksen yaşında isem, ben sekiz iken, seksen yaşındaki, Fizan’da askerlik yapan birinin hikâyesini anlatırsam, hikâye kaç yıllık olur?” demişti, Raif amca. Nerde olduğunu bilmedikleri, benim çok sonra öğrendiğim, Libya’nın Fizan bölgesinde yapılan askerlik anılarını duymak istemezsiniz! Yalnız gidiş gelişin bile mucize olduğunu bilmek yeterli. Omanlı askerlik hikayeleri ya Hicaz ya da Fizan olurdu genellikle, uzun olduğu, zor koşullarda geçtiği için Çanakkale ve Kurtuluş savaşlarından farklıydı! Yaşlı bir amca, içine adam koydunuz deyip, radyoya inanamadan ölmüştü!

Sakarya Lisesinden 1963’te mezun oldum. Rahmetli Matematik hocam, Özdilek hanım, Lise son sınıf, Mayıs ayında,  ‘ODTÜ’ye müracaat ettin mi?’ diye sormuştu da ben de ‘o da nedir?’ diye cevap vermiştim. Sonradan öğrendim ki o zaman 50 TL ödeyip ODTÜ’ye müracaat formu almış, doldurmuş. Fakir çocuklara, Lisede, öğle yemeği verdirmişti de benim, hocam sayesinde, günde bir öğün olsun, iyice karnım doyuyordu. Yalnız kaldığım bir küçük kiralık odada, 5 Numaralı gaz lambasının üstünde, alüminyum tabakta, genellikle yumurta pişirmekle pek karnım doymuyordu. Neyse, ODTÜ’nün İşletme Fakültesini Sakarya Lisesinden, diğeri, bugün Prof. Dr. Ercan Enç olmak üzere, iki kişi kazandık. Okulda büyük sükse olmuştu. Fizik hocam ikmale gittiğimde, ‘Kahramanımız bir de sınava mı gelmiş?’ diye takılmıştı.

Üniversite Yılları

 

Her şey, 30 Kasım 1963, Cumartesi, saat 12.00 de başladı. Eylül ve Kasım ayalarında ne yaşadığımı ve nasıl yaşadığımı hiç düşünmek istemem. Üniversite kazanmış biri olarak Sakarya Lisesinden uğurlanmam bir anlamda çok başka bir maceranın başlangıcı idi. Sonrası tam bir belirsizlik olmuştu. Karayolları Genel Müdürlüğünde Personel şefi ve Maliye Bakanlığında Maliye Muhakemat Müdürü amcamlar vardı ama okumak için onlara gelmiş olamazdım, neyimize güvendik pek emin değildim. Önüm açıktı her anlamda!

Normal Liselerden mezun olanlar, ilk yıl, ODTÜ’de, Prep School, Hazırlık Sınıfını, okurlar, Kolejlerden mezun olanlar ise doğrudan Fakültenin birinci sınıfına kaydolur. Ben de bir yıl Prep okudum ve İngilizce öğrendim. 1963 yılında okul Eylül ortasında açıldı, henüz Üniversite açılmamıştı, 1 Ekim’de açıldı. Milli Müdafaa caddesinde, Emekli Sandığı binasında, okulun yurdunda, kalıyorduk. İç İşleri Bakanlığının önündeki cepten kalkan ODTÜ otobüslerine binip okula gidiyorduk. Yurtlar ile otobüsler arası normal olarak kısa sayılır ama ne ayağında ne de üstünde başında olan birisi için o yol bile sorun oluyordu. Şansıma olacak o sene Ankara soğuk mu soğuk, yağışlı mı yağışlı. Pardösümü almadan veya unutup çıkıvermişim gibi kolları kısalan ceketimle otobüse koşardım. Otobüste ısınırken, güzel kızlar, kendilerini alacak özel arabalarını beklerdi, yolun kenarında, kantinlere gidip gır-gır için!

Kayıtlar için köyden misafir geldiğim amcamlarda okul açılınca kalmıyordum artık. Yurda yerleşmiş biri olarak yurtta yaşıyordum. Ekim ayı ortalarında sanıyorum, amcam eski pardösüsünü vermişti de yağmur ve karda biraz daha iyi olmuştu. Çünkü köyden gelen cılız, boyu küçük, birisi için pardösü biraz büyüktü ama şikâyetim yoktu, daha iyi ısıtıyordu. Kaşkolum da olsaydı iyi olurdu diye düşünüyordum. Kasım ortalarından sonra ayakkabımın altı da pek kalmamıştı. Köyden tarla satıp da gönderilen paraları çok idareli kullanıyordum. Adapazarılı, Kadir arkadaşımla yürüyüp Kızılay’a gider birer ekmek alırdık. Gelip yurttan da zeytin peynir almayı planlardık. Yurda geldiğimizde ekmeği yolda yemiş, karnımız doymuş, olurdu. İyi ki öyle olurdu zeytin peynir parası da pek yoktu zaten. Sanki belirli bir süre için idare ediyordum!

Karayolları Genel Müdürlüğünde Personel şefi olan, Hikmet Okur amcamın desteğiyle MSB-Milli Savunma Bakanlığı, bursuna müracaat ettim ve kazandım. MSB’lığı, 1963’te, ilk defa, bir adet, bizim fakülteden de askeri öğrenci almaya karar vermişti. Çok zor geçen iki buçuk ayın ardından nihayet 30 Kasım 1963, Cumartesi gelmişti ve benim askeri öğrenci olma işlemleri tamamlanmıştı. Saat 12.00’de, ‘alın bu kişisel giyim kuşamı, dolabınıza koyun ve aşağıya yemeğe inin’ demişti kayıt yapan Binbaşım. İşte tam bu esnada kendime, Allah’ın huzurunda, iki gözüm yaşlı, söz vermiştim. ‘Ordunun bana ihtiyacı olduğu sürece ordudan ayrılmayacaktım!’ okul ve yaşam sürecim şimdi başlamıştı. Dünya ve memleket talebelik görsün!

Artık kaşkolum da vardı, sıcak yün fanilalarım da vardı. Bu nedenle her şey benim için o gün başladı. Karnım tok, sırtım pek idi. Köyden anne babam, Hikmet Okur amcam çok memnun idi. Köydeki işlerle kıyaslandığında okuma, lisan öğrenme işi çok kolaydı. İş değildi, buna iş denmezdi. Nitekim birinci ve ikinci sınıflarda, âşık oluncaya kadar, ‘Şeref Talebesi’ olmuştum! Fakülte ve Yüksek Okullar Askeri Öğrenci Komutanlığı’nın, Okul Komutanı şeref talebesi olduğumu duyunca özel komutan kartvizitine, babama tebrik mesajı yazmıştı. Rahmetli-kulakları çınlasın, benim tabirimle, babacığım, bu kartı hep gururla yanında taşıdı. Az da olsa 37,5 TL maaş da alıyorduk. Köye radyo alabilmiştim. Okulumuz en alt katta ‘Yemekhane’, orta katta ‘Dershane’ ve en üst katta da ‘Yatakhane’ olmak üzere üç katlı idi. ODTÜ’lü askeri öğrenciler çoğalınca bizim de ‘Dershanemiz’ oldu.

İlk günlerde, en alt katta ki ‘Ayakkabı Boyacısının’ orada olup olmadığını sormak için, ince bir sesle ‘Asker abii’ diye bağırdım. Beni duyan kıdemli bir askeri öğrenci abim ‘sen ne yapıyorsun’ deyip aşağıya ‘oğluum!, asker!’ diye gür bir sesle öyle bağırdı ki her katta duyan askerler yukarıya baktılar. Hemen olmasa bile bir süre sonra ben de askerlere, yaşım henüz 17 olduğunu ve onlardan küçük olduğumu bilerek, ‘Oğlumm!’ demeye başladım. Askeri Öğrencilik tam bir milat olmuştu. Öncesi ve sonrası tamamen farklıydı. Beni küçük, kısa boylu, cılız bulan, Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesinde askeri öğrenci olan Mehmet abim el atmış, yardım etmiş, özel barfiks dersleri vermişti.

Kısa zamanda serpildim, boyum uzadı, güçlü kuvvetli oldum. Artık ben, yatılı okullarda adet olan, zayıfları dövme, korkutmaya uğramıyordum. Bu alanda da işler tersine dönmüştü. Çoğalan ODTÜ askeri öğrenciler arasında Başçavuş seçilmiştim. ‘İdare’ ile aramızdaki ilişkiyi ben yürütüyor, sabunları örneğin ben dağıtıyordum. Bileğimin gücü sayesinde, İstanbul ve Ankaralı zengin çocukların arasına kabul edilmiş, onlarla da arkadaş olabilmiştim, Koray gibi.  Fakülte ve sınıfta da askeri öğrenci olarak bana ‘General’ diyorlardı. Benim tuttuğum mendili, Sayın Kemal Kurdaş rektörümüz bile kapmaca oynamıştı. Hatta bir gün küçük bir fidanın gölgesine başımızı, görsün diye, zorla sokmuştuk da, Rektöre “Bir gün gölgesinde yaşayacağımız ağaçlarımız olacak demiştim size!” dedirttik. Çünkü “Ağaç Bayramı” diyerek bize çok ağaç diktirmişlerdi. Çevredeki çamlar, yerleşke içindeki cılız fidanlar adam olmaz gibi geliyordu o yıllarda. ODTÜ arazisinin çok geniş, 13 bin dönüm kadar, olduğunu duymuştum. İçinde bir göl, Mogan, bile vardı, henüz gitmemiştik ama elbet bir fırsat olacaktı. 1963-1966 yılları arasında ODTÜ de barakalarda her Çarşamba dans ve müzik vardı, eğlenceli geçiyordu günler. Mimari öğrencileri daha şen şakrak idiler. Her fakülte bizim fakülteye güzel kız görmeye gelirdi. Mühendislik kızları akıllı ama hep gözlüklü idi. Biz ise güzel kız-erkek ilişkisi görmek için FAS Binasından, Mimariye giderdik. Kız erkek, bütün çocuklar çok şamata idiler! İlk yılların kıymeti sonradan daha iyi anlaşıldı. ‘Devrimcilik’ çıktı geldi okula. Evrim varken, Devrime ne gerek vardı!

Kafeterya açılınca boykot edilir, arkaya yanaşan sandviç kamyonundan doyunurduk parasıyla, yemeklerin ziyan olması pahasıyla! 1967-68 daha zor geçti. ABD büyükelçisinin arabası yakıldı rektörlük önünde. Burjuva adetleri denip müzik ve danslar kaldırıldı. Neyse ki son cüppeli-kepli mezuniyet töreni 1968 yılında yapıldı da biz de normal diploma töreni ile diplomamızı almıştık. Bizden sonra uzun süre, örneğin, 1969 yılı mezunları için, tören yapılamadı. Mezuniyet de zaten genellikle, Haziranda değil, boykotlarla uzayan sömestirler ne zaman biterse o zamandı.

Genelkurmay Başkanlığında göreve başlamadan önce iki önemli anı daha var. Haziran’da mezun olduk ama tayinin Eylül ayında çıkacağı söylendi. Sınıf arkadaşım sevgili Metin Kiraz ve orkestrası yazın işe başlamadan önce hem eğlenip hem de para kazanmak istediler. ‘Sen de gel Dünya kampının merkezine gidelim oradan Kızılay’a gezmeye çıkarız’ dediler. Gittik, Erdek’teki Dünya kampının merkezi küçük bir yerdi. Sahibi, onlarla anlaştı orkestra konusunda iş bitti, bana döndü Patron, sen ne iş yapacaksın dedi. Ben ‘aynı sınıftan Teğmen çıktım, Eylül’de tayinim çıkacak’ dedim. O zaman sen de gel kampa müdürlük yap dedi. Arkadaşlar dâhil neden olmasın resmi değil gayri resmi iş yapacağız dediler. Peki dedim. Tam o anda kapıdan üç güzel genç bayan girdi, kampın denize bakan odasından yer ayırttılar. Patron fişlerini kesti para almak istedi, kız fişe baktı ve “Burada denize bakan oda yazmıyor?” dedi. Patron, “Hanımefendi bize güvenmiyor musunuz?” dedi sertçe.

Kız, “Benim adım ne?” diye sordu, daha sertçe. Patron ne bileyim adınızı deyince kız, “Adımı bilmiyorsunuz benden güven bekliyorsunuz!” deyince biz ‘İşletme’ mezunları birbirimize bakıp bu da bizim “Master’ımız oldu!” dedik. Patron, fişin üzerine ‘denize bakan odadır’ deyip imzaladı da parasını alabildi.

Erdek’te Kampta fazla kalamadım. Müdürlük adı altında çarşıdan, mutfağa et gibi malzemeler alıp, miktar ve kalite kontrolü yapmak henüz bana uygun değildi. Aklım sevgilimde idi. Hiç görmediğim Bursa’da ne yapıyordu yazın? 23 Mart 1968’de, ODTÜ Askeri Öğrencilerinin Yıllık Balosu ‘İçtima’da tanıştığım, KTYÖO-Kız Teknik Yüksek Öğretmen Okulu ikinci sınıf öğrencisi, müstakbel eşim, Hüsniye Hançer’i, Bursa’da görmek, ailesiyle tanışmak istemiştim. Ayrıca, köye gidip anneme babama yardım ettim tayin oluncaya kadar. Örneğin, harman yerinde ayçiçeği kafalarını dövdük. Ne kadar yardım etsem azdır, sonrası yoktu!

“İçtima”, ODTÜ Askeri Öğrencilerinin Yıllık Balosu, 23 Mart, 1968 de, ‘Playboy Gece Kulübü’nde yapılmıştı. Eski sınıf arkadaşım olan Faruk Vural, Kız Teknikten bir kıza âşıktı, kız, ‘yalnız gelmem bir arkadaşımla gelirim’ deyince, ikna etmek için aşığını, bana ‘sen bir kızla gelme, yanında gelenle tanıştırırım seni’ demişti. Ben de amcamın oğlu Mete Okur ile baloya katılmıştım. Faruk, ‘bunlar evlenilecek kızlar oğlum ziyan etmeyeceğine söz ver tanıştırayım’ demişti. Dediği gibi de oldu o aşığına kavuşamadı ama bizimki oldu. Tam 55 yıl bir yastığa baş koyduk.

Hiç çok sevmekten vazgeçmeden, ikinci defa Covid-19 oluncaya ve kendisi, 17 Mart, 2022’de Covid’e son kurbanlardan oluncaya kadar, evli kaldık. İkisi de ODTÜ’den olmak üzere, 1971 model bir oğlumuz, Elektrik ve Elektronik mezunu Orkun ve 1979 model bir Bilgisayar Mühendisi kızımız Beste oldu. Kızımın kızı, Pera, oğlumun oğulları, ilki Nurhan’dan Kaan ve ikinci evliliğinden, Burcu’dan, Bartu, var. Herkes bize güzel aile olduğumuzu söylese de bu ünümüzde Hüsniş’in ağırlığı ve sevgisi çoktur. Çok sevecen, çok özveriliydi.

Erdek’ten ayrıldım, Bursa’ya ilk defa geliyordum, daha önce hiç gelmemiştim. Kulaktan dolma ‘Bahar Mahallesinde’ Ahmet Hançer’e ait ipekli dokuma fabrikasını aradım. Aziz ve Metin amcaların fabrikaları da oralardaydı. Metin abiye rastladım. Sen kimsin dedi. ‘ODTÜ İşletme Fakültesi mezunu Teğmen’ diye tanıttım kendimi. “Buraya kadar güzel, Hüsniye’nin haberi var mı? Dedi. Var dedim, gönlü var mı dedi var dedim.” O zaman atla dedi, Motosikletine bindik. Fazla konuşmadan Mudanya’ya gittik.

Batı yakasında, zeytin ağaçları altında çadır kurulan yere vardık. Sen dur burada deyip çadırlara daldı. Abim henüz gelmemiş, birazdan gelir, gel biz tepede kahvede bekleyelim dedi ve atladık motora yine. Yakın ‘Yıldız tepe’ manzarası güzel, Mudanya’yı tepeden gören bir yerdi. Epeyce sohbet ettik, Hacı Bey Ahmet Hançer de geldi katıldı bize. Askeri öğrenci olurken bu kadar incelemeden geçmedim sanıyorum, köyden bir kişiye sormuşlar nasıl tanındığımızı o kadar.

Fabrikatörleri düşündüren ‘Maaşımla, ailece nasıl geçineceğimiz’ sanmıştım esas meseleyi. Meğer vazgeçirmeye çalışıyorlarmış beni, sorun asla para değil dediler, senin kendinden ne kadar emin olduğunu, ne kadar sevdiğini ölçmeye çalıştık kendimizce dediler. Konunun aile toplantısında görüşülmesi, aile ziyaretlerinin yapılması, konuşup anlaşmaya varılması, her şeyin bir usulü ve adabının olduğu söylendi. Ben ise sanki orada ‘Anneme babama fazla iş bırakmadan işi bitirmeye, söz almaya çalışıyordum’. “Benim olmadığım aile toplantınızda beni kim savunacak, izin verin ben de katılayım o toplantınıza” demiştim. En azından kendilerinin olumlu bulduğunu söyletmeye çalıştım. Meğer Hüsniş’im de Bursa’da imiş o gün, onunla konuşmadan hiç renk vermemeye kararlı idiler. Daha fazla üstelemeden tepedeki sohbetimize bir son vermek zorunda kaldım. Adreslerimiz alınıp kaydedildi, ‘Biz sana haber veririz’ dendi gönderildim. Köye dönersem, işe güce dalarsam, yazın yanmış yıpranmış anne-babamla ne yapabiliriz, nasıl yapabiliriz hiçbir fikrim yoktu. Üsteledikçe ben de ne diyecektim!

Sanıyorum bir hafta on gün sonra, bir gün köyün aşağısında, Küçük ormanlarda, tren yoluna yakın, harman yerinde, ayçiçeği kafası dövüyorduk. Birkaç gün önce kestik, taşıdık, köklerini söktük babamla. Yine babamla ayçiçeği köklerini sökerken, henüz ilkokuldayken, akşamüzeri saat akşam 08.00 gibi tepemizden uçak geçiyordu, babam başını kaldırdı, “Bir gün, ama bu tarafa ama öbür tarafa, akşam gidecek, gece döneceksin bu uçaklarla” demişti.

Gerçekten de bir kere oldu, Altay’da çalışırken, akşam 18.00’de Ankara’dan İstanbul’a gittik, Hilton’da, Macarlarla, silah yatırımları için pazarlık edip, gece 11.00’de dönmüştük. Sanki herşey ‘Babacığım’ için!

Neyse, harmanda pejmürde bir şekilde güneşin altında yırtık pırtık gömlek ve şortla, yarı çıplak iş yapıyoruz, köyden bir tanıdık komşumuz ile yukarıdan aşağıya yoldan üç kişi geldi. Komşu “Hadi bana eyvallah” deyip gitti. Gelenler Hacı Bey ile Ali dayı idi. Ben babamlara anlatmadan önce olmadık bir şekilde tanışıldı, kendi kendime ‘Bitti bu iş’ diyerek karşıladım. Böyle düşündüğümü de köyden ayrılırken kendilerine anlatmıştım. “Seni kahvede, subay oldum ben artık deyip, oyun oynarken, otururken, bulsaydık da sen bizi buraya annenin babanın yanına getirseydin bu iş hiç başlamazdı. Esas şimdi bitmedi, başladı.” dedi hacı Bey. Aileler de çok iyi anlaştılar. Biz de Kemal dayımı alıp onları, geleceğimizi haber vererek, çadıra, ziyarete gittik. İşi daha fazla uzatmadan adını koyduk, 20 Ağustos 1968’de nişan yaptık. Artık Ankara’ya nişanlım ile dönecektik. ‘Bir gören olur’ diye birlikte çıkamıyorduk bile. ‘Çıkışlarımız’ için rahatlamıştık!

Öyle de oldu, babamın “Oğlum, ben senin yüz başı olup ondan sonra ciddi işlere kalkışacağını, para biriktirip, evini tutup, yerleşeceğini düşünüyordum” demesine rağmen, “Aşk babacığım” diyerek gönlünü aldım, razı ettim. İki yıl, Kız Tekniğin ve Sıhhiye Ordu Evinin yakınlarında Hanımeli sokakta, ordudan ayrılan Tarık abinin yanında bir odada kaldım.

Evin okula yakın oluşunu ikimiz de çok sevdik, gençlik! Okulu bitirdikten iki yıl sonra, 12 Temmuz, 1970’de evlendik. Eş durumundan yakın bir okula tayin edilebileceğini düşünmüştük. Afyon, Emirdağ’a tayini çıktı eşimin. İstifa edip 4 yıllık yatılı okul masraflarını, düğünde takılan bütün altınlarımızı satarak, karşılamak zorunda kalmamız zorumuza gitmişti!

Yenimahalle’de, “Kendin dik kendin giy!” sloganıyla ‘Biçki Dikiş Kursu’ açma fikrini geliştirdik. Bu kurslardan başka yerde vardı ama Yenimahallede yoktu. Bir yer kiraladık, ‘Beşinci Durak’ denen mahallenin ortasında iyi bir yerdi. Ama olmadı yıllarca uğraşmamıza rağmen geliştiremedik, zengin olamadık. İstifa ettiğimiz için de Milli Eğitim öğretmen olarak almıyordu artık. Hacettepe Üniversitesinde Personel şefi olan Kemal amcam kütüphanede iş verdi. Memur oldu, yıllarca çalıştı orada ve Beste orada doğdu sanıyorum. Bizim sınıftan Dişçiliğe geçen Faruk diş doktoru olarak Hacettepe Dişçiliğe geldi. Bursa’dan beri tanıştığı ve beni tanıştırdığı halde Hüsnişim’i Dişçilikte görmezden geldi, işini hafife aldı, kırıldığımızı hatırlıyorum. Her şey insan başına, dostluk bu kadar!

Atanmadan önce, tatildeyken Trafik Ehliyeti de almak istedim. Ders alamaya başlamam Bursa’da laf oldu, ‘kayınpederin arabasına göz dikti’ denildi. Sevgili Hüsnişim “Bizim de Mercedes’imiz olur diye gönlümü almaya çalıştı. Ben de “bizimde olur belki 60 yaşında” demiştim. Gerçekten de 60 yaşında eşimin doğum günü hediyesi olarak ‘E 200 Mercedes’ almamız sürpriz oldu!

MSB ARGE, İlk Atanmam

 

ODTÜ İdari İlimler Fakültesi, İşletme Bölümünden 30 Haziran 1968 itibari ile mezun olup yaz tatiline çıktık ve Eylül ayında bizi askeri öğrenci olarak Fakültelerde okutan K.K.K.lığı Okullar D. Bşk.lığı ile ilişki kurduk. Önce sınıfımın tayin edilmesi söz konusu oldu. Doktor ve Mühendislerin sınıfları belliydi. Bana da “Diplomanda Doktor veya Mühendis yazmıyorsa demek ki Öğretmensin” denildi. Çünkü öğretmen sınıfı içinde her türlü meslek vardı. Böylece Öğretmen Teğmen oldum, sıra geldi tayin olacağım, çalışacağım iş yerinin belirlenmesine. Mühendis arkadaşlardan duyduğumu sanıyorum, MSB lığında ARGE Dairesinde iyi bir çalışma ortamı olduğu söylendi. Tayin Dairesine gidip bizim ARGE için yetiştirilmiş olduğumuzu söyledim. Makul ve mantıklı karşılandı oraya atandım.

ARGE D. Bşk.lığında disiplinler arası çalışma ortamı olan “Harekat Araştırması” Ş. Md.lüğü vardı. Hatırladığım kadarıyla fizikçi Güner Omay, Matematikçi İşmen Kendir öğretmen binbaşılar, Antropolog Tuncer Pekintürk, öğretmen yüzbaşı ve matematikçi sivil memur Alev Günal vardı. Benim de aralarına katılmam memnuniyetle karşılandı. Alt tarafı kontrapilak, üst tarafı buzlu cam olan küçük bölmelerden biri de benim için hazırlanmıştı. Masa ve sandalye, bir masa üstü takvimi, kalemlik falan hazırdı. İsmini de yazdır tamam olsun dendi. Ortam çok dostça idi ve “Ben ne yapacağım burada” dedim. Okuyup yazacaksın dendi.

“Bu iş midir, okuyup yazmaya siz iş mi diyorsunuz? İş dediğiniz köydeki işler gibi olur, toprakla, hayvanlarla güreşir, uğraşırsınız” diyerek sohbet etmiştik. Bu deyişime, “Bu işlerin on katı olsa benim onda birimi doldurmaz” deyimini de ekleyip çok sonra kendi personelime de söylemişimdir. Önce bir Tümgeneral D. Başkanımız vardı sonraları Albaylar oldu. Son hatırladığım, ARGE’de, Müh. Alb. Remzi Karaman idi. Genelkurmay Bşk.lığından verilen projeler üzerinde çalışıyorduk. Planlama aşamalarına da katılıyorduk, yani ARGE bu projeler üzerinde çalışsın diyorduk ve Gnkur bunları onaylıyordu, sonra takdimler yapılıyor, sonuç ve önerilerde bulunuyorduk.

“Harekât Araştırması-OR-Operations Research” sonradan ‘Yöneylem Araştırması’ denildi, esas itibariyle ‘Problemlere, Sorunlara, Disiplinler arası’ bakış ve değerlendirmedir. Ben de mesleğim gereği projelerin Maliyet Etkinlik Analizleri yönünü geliştirmeye çalıştım. Hiç kimse bir projeyi tek başına alıp götürmüyor, herkes bir ucundan tutuyordu. Sonuçlar ‘Teksir’ edilerek çoğaltılan raporlar halinde Komuta Katına arz edilirdi. Arzlar da küçük subay olarak bana kalır, paraf veya imzaya ben kalır mesai sonrasında Komutana arz ederdim. Birkaç yıl içinde, ARGE’ye, Amerika’ya mühendislik fakültelerinde okutulmak üzere gönderilen Üsteğmen ve Yüzbaşıların dönüşleri oldu. Amerika’da dört yıl okudukları için, dönüşte dört yıl kıdem aldılar ve hemen, hepsi, Yarbay ve Albay oldular. Bu nedenle bir sürü mühendis subaylarımız oldu. Ama tornavida alıp mühendislik yapan hiçbir subayımız yoktu!

Aklımda kalan, hepsinin müdür olma hevesi vardı. O seneler, sanki bu mühendislere uygun tayinler olsun diye, sıkça organizasyon-reorganizasyon yapılıyordu. Bir mühendis yarbayın “Gene bir müdürlük kapamadık” dediğini hatırlıyorum. Zaten birbirlerine kefil olanlardan bazıları yabancı kızlarla evlenip ordudan attırdılar kendilerini, bazıları da istifa gibi sebeplerle ayrıldılar. Yurtiçinde okutulan askeri öğrencilerden ordu çok yararlandı. ODTÜ mühendislik fakültelerinde okuyan birçok denizci ve karacı askeri öğrenciler oldu. ODTÜ’lü askeri öğrenciler olarak yıllar içinde çoğaldık büyük bir grup olmuştuk.

Bu reorganizasyonlardan birinde bizim daire, Genelkurmay’da Genel Plan ve Prensipler Başkanlığının (J-5) içine “Savunma Araştırma Daire Başkanlığı” olarak bağlandı. 1970 yılındaki Üsteğmenliğimden, 1989 yılı Ocak ayında emekli Yarbay olmama kadar, hiçbir tayin görmeden, burada çalıştım. Yüzbaşı olarak Gnkur’da en genç Şube Müdürü de oldum. ‘Çalışma Yerimiz’ önce, Genelkurmaya, güney kısmına, yeni yapılan ek binanın en alt katında, zeminde idi. Bitişiğimizde yeni açılan Bilgisayar bölümü vardı. İç taraf bahçeye bakıyordu, sabah 10.30 ve öğleden sonra 15.00 gibi 15 dakikalık çay saatlerimiz olur, bahçeye çıkardık. Yeni tayinler oldu bize, Öğ. Alb. Kâmil Karavelioğlu, Öğ. Bnb.lar Ali Gökgöz ve Zeki Tüfekçioğlu. Meslek subayları olarak Gnkur Başkanlığında düzeni biraz bozuyor olabilirdik. Tüm personelimiz yeni yerlerinde hüsnü kabul gördü, diğer J-Başkanlıkları personeli arasında tanınır olduk. Gnkur’da, normal olarak, üsteğmen ve yüzbaşı yoktu.

Genelkurmay Karargâhına Geçiş

 

Giriş kartlarımızın yakamızda takılı olmasına alışamayanlarımız vardı. Personel başkanlığından İlgili ve yetkili olan Albayımıza, kartını sorduğunda, Zeki abinin, “Taksam ne olacak takmasam ne olacak” demesinin çok yerden ses getirdiğini hatırlıyorum. Biz aramızda genellikle birbirimize ‘abi’ derdik ve subaylar arasında geçerli olması beklenen “Komutanım” hitabını kullanmadığımız için eleştirilirdik. Aslında abi-kardeşlik özelde kalmalı herkesin içinde ‘komutanım’ demeliydik ama zor gelirdi çifte lisan. Ele aldığımız projeler olumlu sonuçlandığı için ‘bizim alanlarda da araştırmalar yapılsın’ diyen komutanlar çok olurdu.

Şube müdürümüz Kamil albayın odasında çalışıyordum. Birçok konuda onun deneyimlerinden yararlanmıştım. Benim onu sevdiğim kadar o da beni severdi sanırım. Çok ilginç anılarımız oluyordu zaman içinde. Kendileri SHAPE Technical Center-STC denen, Hollanda’da, Lahey kentinde bulunan ve yıllarca çalıştığı, araştırma merkezinin yıllık toplantılarına katılırdı. 1972 yılı Mayıs toplantısı dönüşünde, ‘seneye seni de götüreceğim toplantıya’ demişti. Tebessüm ettim, nasıl olacak demiştim. Hemen ‘Gördün peşin parayı gülersin’ esprisini patlatmıştı. Yıllarca yurt dışında çalıştığı, görev yaptığı için bilgisi görgüsü müthiş birisiydi. NATO’yu da iyi tanıyordu. Araştırmacı uzmanlara tanınan hakları da biliyordu sanırım. Belki de daha önce yolunu aradı, olabileceğini anlamıştı.

Nasıl yaptı bilmiyorum ama 15 günlük NATO bursu ayarladı ve gerçekten toplantıya birlikte gittik, 1973 yılı Mayıs ayında. Kendisi bir haftalık, bizim ‘Yıllık Geçici Görev Yolluk ve Yevmiye’ye tabi olarak günde 300 TL yevmiye veya harcırah alırken, ben, uçak biletini de, 15 günlük ve günde 500 TL’lik harcırahı da NATO’dan almıştım. Uçakta beni cam kenarına oturttu. Uçak yan yatıp dönüş yaparken gayri ihtiyari kendimi içeri doğru topladığımda hemen, ‘korkma uçak sen dayanıyorsun diye yan yatmaz’ esprisini patlatmıştı. Pazar günü öğleyin Lahey’in okyanus kenarındaki kumsalına götürdü. Bir türlü akşam olmuyor, karanlık çökmüyordu, çok sayıda çok güzel kızlar vardı ve gençler ortalıkta her şey yapıyordu. Önümüzde öpüşenlerden utanıp yer değiştiriyorduk. Geç vakte kadar kalmak istemiştim ama yarın iş günü deyip beni pansiyonuma bıraktı ve kendisi oteline gitmişti. ‘Sabah 08.23’te, otele en yakın otobüs durağında, buluşalım’ deyip ayrıldı. Durağa erken gelmiştim, o tam zamanında geldi ve bana, ‘burada duraklarda saatini ayarlayabilirsin otobüs ve tramvaylar tam zamanında gelir, dakiktirler’ dedi. Pazartesi akşam, ben bir otobüs önce kaçtım STC’den. İş çıkışı beni aramış ve anlamış neden kaçtığımı. Doğruca dün akşamki kalabalık okyanus kenarına gitmiştim. İn cin top oynuyordu, bir iki köpekten başka canlı yoktu, her taraf da kapalıydı. Köşede saklanıp duran, beni gözleyen albayımı görünce çok utandım. “Biliyordum aklının burada kalacağını, onun için geldim ben de, burada bir ‘hafta içi’ vardır, bir de ‘hafta sonu’ vardır, iki ayrı dünyadır.”

“Eğer birisine eğlenirken karışırsan, ‘ben çalışırken nerdeydin derler’ ve karıştırtmazlar” dedi. Kendisi bir hafta sonra döndü ben bir hafta daha STC de bir İngiliz araştırmacının geliştirdiği ADAS-All Dancing All Singing adlı bilgisayar programı üzerinde çalıştım. Program, bir hava üssüne saldıran uçaklara karşı hava savunması hakkındaydı. Eve, iyice para biriktirerek dönmüştüm. Dönüşüm de Amsterdam-Brüksel-Paris-Nice-Roma-Atina-Ankara üzerinden olmuştu.

İlk yıldan itibaren, Master yapmaya çalışmıştım. Öğretmen subayların haftada iki yarım gün izin alma hakkı vardı. Bu haklarını bazıları dershanelere giderek ders vererek, bazıları liselerde ders vererek, para kazanarak, bazıları da fakültelerde Yüksek Lisans yapmak için ders alarak kullanıyordu. En baştan başlayarak, dilekçemi sıralı komutanlara vererek başladım, kabul görmedim. Araya Paşalar sokarak denedim. Sıhhiye Ordu Evinde, paşaların bölümüne, girip ‘komutanlarım ben okumak, master yapmak istiyorum’ dedim. ‘Ah benim zamanımda böyle gençler olacaktı ki’ diyenler oldu ama sonuç yoktu. Bir gün Gnkur’da rastgele bir koridorda dolaşıyordum, açık olan kapısından girdim ‘komutanım ben okumak master yapmak istiyorum’ dedim, ‘yavrum ben Lojistik Başkanıyım neden bana geldin’ demişti, ‘size geldim çünkü kapınız açıktı’ demiştim. Kara Kuvvetleri Komutanının oğluna özel ders veren birisi sayesinde Komutan’a ulaştım ve niyetimi bildirdim gene sonuç yoktu. En ilgili ve yetkili olan dairenin KKK’lığında, Okullar D.Bşk’lığı olduğunu öğrendim.

Gidip konuşmak istedim. Merdivenden orta kata çıktığımda daire başkanı paşam odasından çıktı ve tesadüfen beni gördü, tanıdı ve “Master yooook” diye öyle bağırdı ki çevre odalardan dışarı fırladılar, merdivenlerden aşağıya zor kaçmıştım. Anladım ki her teşebbüsüm burada son buluyordu. Adamcağız beni  çok iyi tanıyordu. Uğraşımdan ben de yorulmuştum!

O yıllarda, lojmana kadar, Yenimahalle’de kaloriferli, Teksif sendikasında çalışan bir hademenin evinde oturuyorduk. Aynı sendikanın yetkilileri de orada oturuyor ve iyi arkadaş olmuştuk. Ev sahibim sendikaya gireli 6 ay olmuştu, bu eve sahip olmuş ama ödemesini kira ile yaptığı için sanıyorum kendisi oturamıyordu. Yüzbaşı, bir hademenin kiracısıydı. Karşı kapı komşumuz Em. Hv. Astsubay Ahmet Beyler idi. Çok iyi aile dostumuzdular. Bir gün bana ‘akşama bize Emekli Korgeneral Vehbi paşamlar oturmaya gelecek ben ne konuşayım yüzbaşım, lütfen siz de gelin, iyi Atatürkçüdür anlatırsınız’ dedi. Dediği gibi de oldu çok sohbetli bir akşam geçirdik. Ben de hikâyemi ona da anlatmıştım. Kamil albayım, ona ‘Harmandalı Vehbi’ derler, nerden nereye kısmete bak deyip geçmişti.

Albayım, on sene sonra, 1973 Eylül ayı sonunda, yarım gün çalıştığımız, yine bir Cumartesi günü saat yarım bir arasında odanın kapısından içeri girdi ve bana ‘çabuk kapıya çık bak kim geliyor’ dedi. Dediğini yaptım, kapının eşiğinde dururken önümden Personel Başkanı Korgeneral ile bizim Vehbi paşa, elleri arkada bağlı, sohbet ederek, yürüyerek, yemekten geliyorlar.

Beni kapıda görünce Vehbi Bey, sağ elimden tuttu ve birinci kattaki personel başkanlığı odasına çıkana kadar da bırakmadı. Kapıdan girerken beni gören Personel Başkanım ‘bu da kim’ dedi, Vehbi bey ‘soru sorma dinle’ deyip bana baktı. Ben de kısaca ‘komutanım ben okumak, Master yapmak istiyorum’ dedim. Yerine oturmadan telefon açtı ‘bak biri sana geliyor gereğini yap’ dedi. Saat 13.00’e beş falan vardı. Köşeyi dönünce gördüm, Personel Daire başkanı kapıdan çıkmış beni bekliyordu, ‘nedir evladım’ dedi, ben de ‘komutanım okumak, master yapmak istiyorum’ dedim o kadar. Hemen telefon etti Kara Kuvvetleri Personel Daire Başkanına ‘Necdet sana gelecek gereğini yap bu bir emirdir’ dedi kapattı telefonu. Pazartesi günü, ilk işim, sabahleyin, KKK’lığına gitmekti. Gittim en kısa şekilde derdimi anlattım. Yeni yetkili ve ilgili paşam “1 Ekim’den itibaren, tam maaşla, izinlisin git kaydol, dereceni alınca gelirsin” dedi. İnanılamaycak gerçek!

Master konusunda her şey çok olumlu bitmişti, yorgunluğum mutlu sona erdi, nasıl erdiğini hala pek anlamış değilim. Vardır Allah’ın bir hikmeti diyordum hep varmış gerçekten. Mezun olduğum bölümde, beni yoran beş sene sonra, master ilk defa açılıyordu. Bundan önce izin alabilseydim ‘Harekât Araştırması’ konusunda bir çeşit ‘Matematik Masteri’ yapacaktım, olacak şey değildi. Kendi bölümümde henüz açılmamış olan Yürsek Lisans bu sene açıldı ve kayıt oldum. İki senede derecemi aldım. 1971 doğumlu oğlum Orkun, 2 yaşında, Bursa’da ananesinde büyüyordu, eşim de çalıştığı için Ankara’da bakamıyorduk. Herşey oğluma!

Oğlumu da yanımıza aldık, çünkü tam maaşla emekli gibi sadece derslere gidiyor, okuyor, geri kalan zamanda oğluma bakıyordum. Hayat çok güzeldi, ilkokuldan beri her zaman dediğimi canı gönülden bir kere daha “Yaşamak çok güzel, iyi ki geldik dünyaya!” demiştim. Bir arkadaş demişti ki: “Boğazda yemek yerken senin dediğini dedim, yan masadan bir kız ‘o bizim Necdet’in lafı’ demiş, arkadaşım da tamam da Necdet nerden sizin oluyor, bizim o” demiş.

Haftada iki yarım gün izin alarak, en az 4 senede, olmadık bir master yapmak yerine, iki sene tam maaşla izin alıp kendi bölümümün masterını 1975’te bitirip daireye geri dönmüştüm. Havacı Tümgeneral paşam, ona sormadan gittiğim için, beni geri almak istemediğini, Müh. Yalçın Önyürü albayıma söylemiş. O da “Master yapmadan çalıştırdığın adamı masterdan sonra neden almıyorsun diyecek bir komutana ne cevap vereceksin?” deyince sesi çıkmamış. Dönüşümde havalarda uçuyordum, hala genç Üsteğmendim.

Allah’ın Hikmetleri çoğalmıştı. ODTÜ’ye müracaat etmem hocam sayesinde olmuştu. ODTÜ’de bizim fakülteye MSB Bursu, ilk defa, bir adet ve bana verilmişti, Askeri Öğrenci olarak hayatım kurtulmuştu. Eşim ve tasavvuf ‘Bilgesi’ babası bana sunuldu. ARGE’ye atanmam çok güzel oldu. Oğlumun da en ihtiyaç hissettiği bir yılda Master yapmak, kendi Fakülteme gitmiş olmam tamamen iradem dışı olaydı. Artık daha çok çalışıp daha çok hizmet etmem gerektiğine inanıyor ve bu konuda elimden geleni yapmaya söz veriyordum.

Dönüşümde Karavelioğlu albayımın son yılıydı. Birçok paşa, görüşmeler için çağırıyorlardı. Her dönüşünde paşa olma ümidi zayıflıyordu. Bir gün önemli bir ziyaretten sonra “Hizmetçi olarak veya metres olarak kal diyorlar ama kimsenin aklına gelin olmam gelmiyor” demişti. Yani, albaylığını uzun süre devam ettirelim, emekli olmak zorunda kalma veya emekli ol da uzman subay olarak sivil olup çalışmaya devam et diyorlarmış. Kendileri de “Paşa olmazsam kalmam” demişler. Böylece emekli olup gitti, yerine Öğ. Alb. Güner Omay Daire Başkanı olmuştu.

Bir gün, master dönüşü, üçüncü kat için, köşeyi dönünce asansörün kapanmakta olduğunu gördüm, bir dakika binbaşım deyip hızla içeri dalmıştım, asansörde bir tek kişi, bir Tuğgeneral, vardı ve benim yanağımdan bir kesme alarak ‘sen hangi daireye çıkıyorsun Üsteğmenim?’ Demişti. Birinci kata gelince aşağıda kapıyı kapatan binbaşım kapıyı açıp paşayı asansörden çıkarınca şaşırmıştım, madem çıkacaktı niye asansöre binmedi diye.  Yerime oturduğumda, daire başkanım Güner Omay, telefon etti, “Necdet yeni mi geldin?” diye sordu, evet abi deyince ‘senin olduğunu anlamıştım’ deyip kapatmıştı telefonu. Asansörde karşılaştığım ve benden kesme alan paşam yerine gider gitmez beni şikâyet etmişti komutanıma, paşa varken subay binmezmiş! Kurallar askeriyede genellikle kanla ve canla yazılır denirdi. Bazı kuralların buna pek uymadığı oluyordu. Artık, asansöre binen bir paşamı gördüğümde “İzninizle Paşam” deyip binmiştim. Fazla dikkat çektiğimi sanmıyorum, bir şey diyen olmadı.

Konular çoğalınca, talep artınca, öncelik verilmesi için, “Savunma Araştırma Danışma Kurulu-SADAK” kuruldu. J-1, J-2, J-3, J-4, J-5, J-6 ve J-7, sırasıyla Personel, İstihbarat, Harekât, Gn.P.P.-Genel Plan ve Prensipler, Muhabere ve ‘ATASE-Harp Tarihi ve Startejik Etütler’ Başkanlıklarına proje önerileri sorulur, gelen konuların hangi öncelik sırasıyla ele alınacağı SADAK’ta onaylanır, önceki projeler takdim edilirdi. Gittikçe daha önemli ve büyük projeler geliştirdik.

Önce adı ‘APD-Ana Program Direktifi’ olan dokümanın güncellenmesine çalışıldı. Planlama çalışmaları büyütülüp genişletilerek SHP-Stratejik Hedef Planını geliştirmeye başladık. Gnkur. Bşk.lığının Planlama fonksiyonu yoktu, kuruldu bizimle. SHP’ye dönük projeler ele alındıkça Gn.P.P. katına çıkmamız kaçınılmaz oldu. Böylece dairemiz Hukukçuların karşı koridoruna yerleşti, ‘Hukuk Çıkmazı’ yanında ‘Araştırma Çıkmazı’ oldu. Bazı J-5 Başkanlarımız bizim konuları ‘Vahşi’ bulurdu, örneğin, Korgeneral Nezihi Çakar paşam, için teknik oldukları için anlaşılması zor olurdu. Teknik Raporlarımızı ikinci başkana, Ekonomi Doktoralı, Org. Necdet Öztorun’a örneğin, çıkıp sunmadan önce bize ‘Komutanın fikri müdürini biliyor musunuz?’ diye sorardı. Komutanım daha sunmadık ki nereden bilelim cevabıyla da tatmin olmaz, paraf etmekte tereddüt ederlerdi, imza ederse Komutan haber verin derdi. Terfi sırasında olan komutanların kötü intiba bırakmak istememeleri anlaşılır bir düşünceydi. Olumlu puan aldıklarında ise sevinirler, paraf ettikleri yazıların imzalanması sevindirirdi kendilerini.

ODTÜ mezunu olarak beni çalıştırmak her komutanın hoşuna gidiyordu. Kiminle bir toplantıda beraber olsak başka bir toplantıya da benim katılmam için ricada bulunuyordu. İlk toplantılarımdan birisi seri halde yapılan APD-Ana Program Direktifini yenileme çalışmasıydı. Kimin eline nasıl geçtiği belli olmayan NATO dokümanlarını bana okutup, anlattırıp kendi komutanlarından puan kazanan paşa adayları veya terfi edecek adaylar zamanla artıyordu. APD toplantılarına Amerikalı subay ve siviller de katılıyordu. Bir dizi, on beş gün, toplantı yaptık. ABD’liler, “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, size parasız silah ve mühimmat vermeyeceğiz, paranızla alacaksınız, kredi açabiliriz ama borçlanacaksınız, o da limitli olacak, o nedenle ne almak istediğinize, ne kadar almak istediğinize, siz karar vereceksiniz” diyorlardı. Ben bizim tarafın tercümanı olarak, en küçük subay Üsteğmen, katılıyordum. Bizim paşa ve albaylarımız genellikle “According to me- bana göre…” veya “In my opinion-fikrime göre…” deyip başlayınca, Amerikalı Paşa, başkan, her seferinde, hemen müdahale edip “Please general, no opinion only the calculations…- Lütfen general fikir veya görüş yok sadece hesaplarınızı ortaya koyun” derlerdi.

Her toplantıdan sonra bizim J-5 Başkanımız Korg. Necdet Üruğ paşama rapor verirdim. Bazı katılımcıları değiştirdi ama sonuç genellikle aynı idi çünkü hesap kitap yapacak durumumuz pek yoktu. On beş gün idare ettik, bazı dosyalarla katıldık, hangi ordunun, hangi düşmana karşı, mevcut durumunun ne olduğu ve ne olması istendiği konuşuldu.

Bazı çalışmalar yapıp sunduk. Yapılan hesapları ben sunuyor gibi yaptım. Tercümanlıktan ‘Sözcülüğe’ terfi etmiştim. Kurmayların görüşlerini alıp, projelerle ilgili Maliyet Etkinlik Analizleri yapılmış gibi sunuşlar ilgili her paşanın da hoşuna gidiyordu.

MSB ARGE’den Müh. Alb. Hilmi İsmailoğlu’nun da katıldığı bir grup ‘Savunma Sanayi Stratejisi’ üzerinde çalışıyorlarmış. Istek üzerine Gnkur’dan, benim de katılmam emredildi. Uzun süredir, toplanarak, savunmamızın gelecekte nasıl olacağı ve sanayinin buna nasıl katkı sağlayacağı üzerinde duruluyordu. MKEK-Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumundan da eleman vardı ama diyecekleri bir şey yoktu. MKE’nün başında emekli subaylar olduğu sürece, Gnkur ve MSB ne derse o olduğu için, savunma sanayini temsil edemiyordu. Ben “Bu grup böyle asla Savunma Sanayi Stratejisini saptayamaz, çünkü bir tarafta ‘Savunma’ bir tarafta ‘Sanayinin’ olduğu bir ‘Masa’ yok, kendimiz çalar kendimiz oynarız” dedim. Üruğ Paşam, Kuvvetin, subayların, sanayiye açılmasını istemedi. Zaten Tedarik makamı MSB idi. Gnkur makamı, ‘Onay’ makamıdır ve Kuvvetler, Planlarını ve İhtiyaçlarını Teknolojiye uygun belirleyip önceliklerini onaylatır! ‘Sağlam kafa sağlam vücutta’ gibi Saniyi de Savunmaya uygun gelişir. ‘İsterler’ ve ‘Uygulama’ zamanında koordine edilmeli, Sanayi desteklenmelidir. APD Çalışmalarından hepimiz ders aldık. Kendi ihyiyaçlarımızı kendimiz saptayıp, önceliklendirip, bütçesini sağlamalı, periyodik olarak gözden geçirip, MSB ve SSM-Sav.San.Müsteşarlığı tedarik etmeliydi.

GnPP içinde, Necdet Üruğ ve Necdet Öztorun paşalarımı, NATO’nun ‘Müşterek Projelerinden’ yararlanmak konusunda çabuk ikna etmiştim. ARGE önemliydi. Örneğin, ‘Güdüm’ teknolojisi bize 10 kat hatta yüz kat pahalı satılır, her silah ve mühimmat için de ayrı satılırdı. ODTÜ’lü bir prof’a, paşalara, “Paşam, aptallık çok pahalıdır!” dedirtmiştik. “Aynı teknolojiyi Karadan, Denizden ve Havadan; Karaya, Denize ve Havaya, hem silah hem de mühimmat içinde kullanıp satarak 18 kere satarlar ve her seferinde en az 10 misli fiyata satarlar!” dedi seminerde hocam. Kuvvetlerin gelecekte hangi silah ve mühimmat ile donatılacağı çok önem kazanmaya başladı. Hem paramız, bütçemiz az hem de sanayimiz yoktu. Planlama faaliyetlerinin başlatılıp geliştirilmesi, Kuvvet Planlarının oluşturulup gerçekleştirilmesi zorunlu oluyordu. Plan yapabilecek personel, bilgi, belge ve tecrübe yoktu. Bu amaçla NATO’dan ve ilgili NATO dokümanlarından, hatta personelinden, yararlanmak en iyi fikirdi. Bundan önce bize satılan, hiç kullanılmayan, silah sistemlerinin dökümünü çıkardım. Örneğin, tel güdümlü Tow Tank savar silahını hiç kullanmadan çok para ödemiştik. Yeni Projelerin ‘Kaşık Düşmanı’ olmadığını, her projenin aslında birer tasarruf kaynağı olduğunu savundum. İlk önce NATO dokümanları üzerinde çalıştım. 1972 yılında genelkurmaya 50.000 adet NATO evrakı geliyordu. Ağzı dili olmayan bu evraklar nasıl ve kime dağıtılacaktı? Önce NATO’yu öğrendim ve dokümanların meğer ağzı dili varmış onu öğrendim. Birlikte bir konu üzerinde çalışılsın diyen ülkeler, önce bir ‘Taslak’ çıkarıyordu.

Üzerinde çalışılıp da henüz ülkelerce onaylanmayanlar, ‘WP-Working Paper-Çalışma Kağıdı”; ülkelerce onaylanan ve uygulanması istenenler, “D-Document-Doküman veya Rapor”  olarak dağıtıma tabi tutuluyormuş. NATO’nun hangi kuruluşundan ve hangi tarihte yayınlandığı tabii ki ilk bakışta belliydi. Bundan önce, rastgele dağıtılan dokümanlardan bazıları kapanın elinde kalıyor, bazıları da kim sorarsa ona veriliyor, ‘Genel Evrak Giriş’ şubesinden defterlere kaydedilerek imza karşılığı veriliyordu. Genellikle, J-4, Lojistik Başkanlığına verilmiş, bunları takip ettim. Nerede nasıl değerlendirildiğini sordum. Bir asteğmen ilgileniyordu, bazı önemli dokümanlar da arayıp soranlara kayıtsız veriliyordu ve bana bir çelik dolap gösterdi. Bu dolapta topluyoruz, yukarıdan aşağı iki karış üç aylıktır, ona göre hesap edin ve yılsonunda alınıp kullanılmayan yakılır demişti. Çok önemli, çok yararlı olanlar bile yakılmış, çok şey kazanılacağına çok şey kaybedilmiş! Bu çalışmalar bize, NATO dokümanlarının önemini ve planlama sistemimizin geliştirilmesinde çok önemli ve çok yararlı olduğunu göstermişti. NATO’da, sanki bizim için geliştirilmiş bir sistem vardı, ‘Sessizlik Yöntemiyle Onaylama’ sistemine göre her D-Dokümanını da, Türkiye de en geç üç ay içinde onaylamış oluyordu. Üye ülkeler, meğer çok önemli konularda, müştereken, çok güzel çalışmalar yapıp dururmuş. Yayınlardan yararlanmak, gereğinde çıkarımıza uygun değiştirilmesi, çok önemli görüldü. Her konunun her aşamada İkinci Başkana sunulmaması bile çok önemliydi, iş yükünü azaltmak oluyordu.

 Gnkur, MSB, Kuvvetlerin ve J-Bşk.lıklarının görevleri açıklandı. Tüm Karargâhlar benim kadar yeniydi. Yeni görevleri, benimle yeniden tanımlandı.  Gerektiğinde NATO’ya katkı yapıldı. Tüm karargâhlar yeni düzenlemeden çok memnun oldular. Her alandaki ilgili ve yetkililer belirlendi. “NATO Dokümanlarının Dağıtımının Düzenlenmesi Direktifi” çok ses getirdi.

Kimin, hangi toplantılara katılacağı, kimlerden alacağı görüşlerle, neler yapılacağı, açıklandı. Benzer çalışmaların kendimiz için de yapılması, çalışma usul ve yöntemlerimizin geliştirilmesi emredildi. Önemli dokümanların tercüme edilip yararlanılması sağlandı. Bugüne kadar neler kaybetmişiz, neredeydik diyen paşalardan tebrik ve teşekkürler aldım, çok iyi tanındım. Tam da o günlerde ihtiyaç duyulan bilgi ve belgelerdi bunlar. Avrupa Grubu-EUROGROUP-yeni kurulmuştu. Amacı, “Biz sanayinin raflarından silah sistemi seçmeyiz, sanayinin raflarında, gelecekte, hangi silah ve mühimmatın olacağına, karar veririz” olan EUROLONGTERM Working Grup – WG - Çalışma Grubu’nun izlenmesi ve toplantılarına katılma görevi bana verildi. WG, yılda iki defa toplanırdı ve işi Konsept Geliştirmekti. Çalışma Grubuna bağlı alt gruplarda, Kuvvetlerin gelecekte ihtiyaç duyacakları silah ve mühimmatın ‘Konseptleri’ geliştiriliyordu. İlk konseptleri tercüme ederek ve ilgili Kuvvet ile koordine ederek ortaya koyduğumuz çalışmalar her düzeydeki komutanlar tarafından memnuniyetle karşılandı. Bana 1985-86 yıllarında ‘Konsept Neco’ denmeye başlandı. Hatta masama bu isimle isimlik de yaptırılmıştı.

Bir taraftan da PPBS-Planlama, Programlama, Bütçeleme Sistemi üzerinde çalışıyordum. Kanada Savunma Bakanlığının PPBS’si elimdeydi, benzer şekilde benzer aşamalardan geçilerek bizim Stratejik Hedef Planının – SHP - hazırlanması esas alındı. Kuvvetlerde de GnPP’ye paralel PP-Plan ve Prensipler Daireleri kurulmuştu ve her çalışmamızı müşterek yapar olduk. Gnkur ve Kuvvet Karargâhlarında beni tanımayan pek yoktu, özellikle kurmay subaylar. Konsepti olmayan silah ve mühimmat ihtiyaçları kabul edilmez oluyordu. Çok paşanın ‘Bize de bir konsept lütfen’ demesi müthişti. Emriniz olur komutanım dedikten sonra görevlendirilen kurmay subaylarla güzel çalışmalar, Konsept, Taktik Alt Konsept geliştiriyorduk.

Bu yoğun çalışma döneminde, J-5, Korg. Necdet Üruğ paşama arz edilecek konular dosya halinde emir subayına verilirdi. Bizim konuların emir subayına verilmemesi istenmiş, bizzat proje subaylarınca arz edilecekmiş. Bir sunumda, “Komutanım ben konularımı arz ederken, sizin yanınızda nasıl duracağımı düşünmekten ne söyleyeceğimi unutuyorum!” dedim. Yer gösterdi oturdum, gizli zil butonuna basmış, postaya, ‘İki soda getir’ dedi ve bana döndü, “Necdet, ben senin gözünün içine bakıyorum. Çünkü konuyu anlamaktan çok, senin kendi konundan emin olup olmadığını anlamaya çalışıyorum, eğer sen iyi çalışmış ve kendinden eminsen, sunduğun sonuç ve öneriler de o kadar güvenilir oluyor” demişti. “Hatta daha önemlisi ‘Emredersiniz’ deyip çıkıyorlar işin içinden, ben emredersem tabii ki gereken yapılır.”

“Ama neyi emredeyim, onun önerilmesi önemlidir” dedi. Rahatlamıştım! Gerçekten de Başkanlıkta Kuvvet ve Mali Plan, Ulusal ve Uluslararası Anlaşmalar yapılıyordu. Her konu çok önemliyidi.

NATO dokümanlarıyla ilgili çalışma sonucunda en önemli diğer konu CNAD - Conference of National Armaments Directors - Milli Silah Direktörleri Konferansıydı. APD ve SHP çalışmaları bize silahlanmanın önemini öğretmişti. Kıt imkânlarla nasıl ve hangi silah ve mühimmatı, ne zaman, hangi kuvvete vereceğiz? NATO içinde işbirliği yapılarak geliştirilen modern silah ve mühimmatın en Maliyet Etkin olanlar olduğu aşikârdı. Başka NATO ülkelerinin hizmetten çıkardıklarının etkinliği sıfırdı, hiç etkinlik sağlamıyordu. Yeni projeleri izlemek, işbirliği projelerine katılım çok önemliydi. ‘Kuvvetlerin PP Daire Başkanlarının’ CNAD’a bağlı Kara, Deniz ve Hava Silahlanma Gruplarının ‘Çalışmalarının, Projelerinin ve Faaliyetlerinin Yakından Fiilen Katılarak’, izlenmesi, “NATO Dokümanlarının Düzenlenmesi Çalışması” sonunda, Gnkur Direktiflerine bağlandı. MSB’ye, Tedarik makamı olarak, CNAD çalışmalarına katılarak izlenmesi, projelere katılımın sağlanması direktifleri verildi. Her toplantı öncesi MSB ve Kuvvetlerin yaptığı çalışmalar soruluyor ve Gnkur Başkanlığınca tüm çalışmalar koordine ediliyordu. Erolongterm WG da faaliyetlerini, bu NATO gruplarıyla koordineli olarak yürütüyordu. Dierektiflerimizi Kuvvetler uyguluyor ama MSB yetersiz kalıyordu. CNAD faaliyetlerini hiç anlayamadılar, hele inceliklerine eremediler, NATO’dan para alabileceğimizi bilemediler.

APD – ‘Ana Program Direktifi’, ‘NATO Dokümanlarının Dağıtımının ve Çalışmalarının Düzenlenmesi’ direktifi, ‘SHP-Stratejik Hedef Planının’ hazırlanması, Planlama faaliyetlerinin geliştirilmesi çalışmalarından sonra master yapmaya gittim. 1975’te dönünce “Yönetimi Geliştirme Araştırma Programının hazırlanması amacıyla “Genelkurmay Görev ve Sorumluluklar Yönergesinin Güncellenmesi” çalışmasını yürüttüm. 1981 Eylül’ünde Bnb olarak, Kanada Savunma Araştırma Kuruluşlarında görev yapmak üzere bir senelik burs alarak Ottova’ya gittim. Dönüşten sonra PPBS-Planlama Programlama ve Bütçeleme Sisteminin Kanada örneğine uygun geliştirildi. En büyük katkım, “Kanada Ordusunun, eğer ileri teknoloji ise her türlü ARGE masrafını karşıladığını” anlatıp, bunu Necdet Komutanlarıma anlatıp, onaylatmam oldu. Artık biz de ‘İleri Teknolojilerin’ ARGE’sini ödeyecektik!

CNAD’a bağlı diğer bir grup da NIAG-NATO Industrial Advisory Group-NATO Sanayi Danışma Grubu idi. Bu grup, Prefizibilite Etütleri yapan Alt Grupları koordine ederdi. Her üç Silahlanma Grubundan da buraya projeler önerilir. PAPS-Periodical Armaments Planning System-Periyodik Silahlanma Planlama Sistemi adı altında Çalışma Sistemi izlenir. Önce “Mission Need-Görev İhtiyacı” belirlenir ve bu ihtiyaç NATO Genelkurmay Başkanları toplantılarında onaylanır. Bu nedenle bu işin proje subaylığı da bana verildi. Geleceğin ana silah ve mühimmat sistemleri belirlenerek onaylanır ve PAPS’a göre yürütülen aşamalardan geçerdi. Suyun başını buldum, izledim!

Projeler, ‘Müşterek Üretim’ çalışmalarıyla tamamlanır. Önce Üruğ sonra da Öztorun paşalarıma NATO’da silahlanma projelerinin izlenmesinin önemini arzettim ve kabul ettirerek direktiflerini aldım. Kuvvet personelinin değil MSB personelinin sanayi ile teması koordine etmesi kabul edildi. 1982 yılında Kanada bursu dönüşü, Konsept, Plan ve Projeler çok önem kazandı. Hele Müşterek Projelere katılmak, yeni ve modern yetenekler kazanmak demekti. Sonuçta, “Sanayicilerin, MSB tarafından koordine edilmesini, Gnkur ve Kuvvetlerin görüşlerinin de sonra alınmasına ve ‘Stinger-hava savunma silahının EUROGROUP içinde müşterek üretimi’ projesinin pilot olarak seçilmesine”  karar verildi. Proje bizim için yeni birçok teknoloji içeriyordu. Üretimine katkı sağlayacak firmalar yeni teknolojiler elde edeceklerdi. Devamı gelirse eğer birçok savunma sanayi kabiliyeti kazanabilirdik. Sanırım, Bursa’dan, Kale Kalıp firması bunlardan birisiydi. Gnkur Direktifi olarak öyle emirler verildi ki “Katılınacaktır, izlenecektir, koordine edilecektir, olumlu sonuçlar alınması için bütçelenecektir” denilerek MSB’nin işleri kolaylaştırıldı. Devre arkadaşım, MSB ARGE’deki, o zaman Müh. Bnb. Cemal Alagöz’ün işini kolaylaştıracak her türlü emri Gnkur’dan çıkarmak işim olmuştu. MSB’de görevlendirilen subaylar kendilerini Komuta Katından ‘Dışlanmış’ hissederlerdi. Çalışmalarını izlemez, takdim edilmez, ‘Gözden Irak olan Gönülden de Irak olur’ gibi düşünüyorlardı. Direktifler, MSB’de pek anlaşılamadı! Savunma San. Müsteşarlığı daha çok güçlenmeliydi!

Korgeneral Sedat Güneral paşam terfi etti ve Sıhhiye Orduevinde, J-5 olarak yemek verdik kendilerine. Rütbem henüz yüzbaşı olduğu için masanın ucunda kalmıştım ve yerin azizliği nedeniyle de ekleme masa ‘L’ şeklinde konduğu için benim sırtım paşama dönüktü. Yemekte ‘siz çalıştınız ben Orgeneral oldum sağ olun var olun’ deyince hemen elimi kaldırdım. Gene bir densizlik yapacak diye beni tanıyanlar ters baktılar. Kalktım ayağa ‘komutanım önce farkında mısınız ben de sizinle yemekteyim?’ dedim. ‘Arkan bana dönük olsa da biliyorum o sensin’ deyince, “Komutanım, bütün yıl boyunca çalışmıyorsunuz terfi alamazsam sizden bilirim diyordunuz, onun için, ‘Bize rağmen terfi ettiniz’ dedim. ”Necdet, sen de haklısın ama ben öyle dedikçe daha çok çalıştınız ben de haklıyım” dedi ve tatlıya bağlandı iş. Ertesi günlerde ‘Demek size rağmen!’ diyenler, telefon edenler çok olmuştu. Çok kurmay subay “Nasıl yaparsın bunları” diyordu. Ben de “Ben paşa olmak istiyorum, hem paşa olmak istiyorsun hem de bunları nasıl yaparsın diyebilirsiniz, ona göre düzeltirim” diyordum. Kurmay, paşa olacağım demeye utanır, oysa kim gelin olmak istemez ki!

            Benim hazırlanmasına katkı verdiğim, Kara Kuvvetlerinin ilgili Taktik Alt Konseptine göre Kuvvet, gelecekte hava savunmasını roket ve füzelerle sağlayacaktı. Topçu subayı olan Sedat paşam ‘ben ikinci bir konsept istiyorum’ deyip J-Başkanlıklarından topladığı subaylardan, Tuğg. Onur Noyan paşamın başkanlığında, Harekât Başkanlığı koordinatörlüğünde, bir grup kurdurdu. Benim katılmamı da emretti.

İlk toplantıda söz almak istedim, sevgili Noyan paşam, ‘Necdet, durumu ben de senin kadar biliyorum, diyeceklerini de hepimiz biliyor, görev aldık yapacağız’ deyip söz vermedi. Sedat Paşam 1979’da Org. oldu.

Böylece, Kara Kuvvetlerinin toplara ihtiyacı olduğunu ortaya koyan yeni ve ikinci bir konseptimiz oldu. Bu konuyu burada kesmekte yarar var, izninizle! Yıllar sonra, 1993’te, “O anda, bulunduğu bölgede oluşan ani buzlanma sonucu düşen uçakta şehit olan!” Org. Eşref Bitlis paşamızın cenaze namazı öncesinde, Kocatepe Camii avlusunda, Sedat paşamla karşılaştık. Parmağıyla bana gel işaretleri yaptı, ısrarla yaptığı için gitmek zorunda kaldım, uzaktan tanıyamamıştım kendilerini. Yanındaki paşayı tanımıyordum. Elini omzuma atarak “Paşam, yıllar önce bu çocuk bize ‘Konsept’ öğretti ve konseptler geliştirdi, maalesef önemini o zamanlar tam olarak anlayamadık, meğer çok önemliymiş!” dedi. “Komutanım ilk başta ben de anlayamamıştım bu kadar önemli olduğunu, şimdi daha iyi anlaşıldı, Kuvvetler her alandaki ihtiyaçlarını artık daha iyi biliyor!” dedim ve üzüntüsünü gidermeye çalıştım, umarım üzüntüsünü biraz olsun azaltmışımdır.

            Beni hala şaşırtan bir süreçle gittiğim, Master iznimin sonunda, kendi bölümümden, Yüksek Lisans derecesiyle daireme döndüğümde hala Üsteğmendim, Master kıdemiyle hemen Yüzbaşı oldum. 1975 Temmuz da işe tekrar başladım. Çok önemli, çok ilginç bir proje çok değişik bir şekilde geldi önüme. En başından itibaren aranıp da bulunmuşum.

J-5 sekreteri havacı Akas Albay, daire başkanım Alb Güner Omay’a, “Yaparsa bu çocuk yapar denildiği için J-5’e gönderilen projeyi Necdet için sizin daireye havale ediyorum” demiş. İnceleme sonunda kolayca anlaşılan şu idi. Sayın Ecevit’in isteğiyle, DPT Müsteşarlığından, her bakanlığa, “Yönetimi Geliştirme Araştırma Programı” hazırlansın yazısı gönderilmiş. Yazı önce MSB’ye gitmiş bir cevap verilmiş, beğenilmemiş, ‘aradığımız bu değil’ denmiş. MSB tekrar gelen yazıyı Gnkur Bşk.lığına, kendi yazısını da ekleyip, göndermiş, bu sefer Gnkur J-1, Personel Bşk’lığı, bir yazıyla cevaplamış, ‘beklediğimiz bu değil’ denerek tekrar geri gönderilmiş. Akas albayın anlattığına göre komutanlar, ‘yaparsa bu çocuk yapar’ deyip işi bana havale etmişler. Omay albayımın bu işi hoş karşılamadığı çok belli oluyordu, neden daireye değil de kişiye idi?

            Yazıları okudum ‘düşündükleriniz, görüş ve önerileriniz’ nedir diye yazıların çıkış noktalarını ziyaret ettim. Kimsenin bir fikri yoktu, Sayın Ecevit, Türkiye yöneticilerinin ve yönetiminin radikal bir şekilde geliştirilmesini istemiş o kadar. Her problemin üstünde biraz uyumak ‘Araştırmacı’ olarak önerilen bir adettir. Konu üzerinde çok dolandım, olmadık kişilere, saçma sorular sordum. Gnkur Harekâtta mı İstihbaratta mı görevli bir kurmay subay İlhan vardı. Bana hep sataşır “Senden her şey olur ama en son asker olur, sen de onu olmuşsun” derdi. Sık sık görüşür çay kahve içerdik, sataşmadan olmuyordu. Ben de ona “Hayatta bu kadar kıymetli ve bu kadar pahalı bir ‘iki yıllık okul’ yoktur, iki yıl okuyup, kurmay olup, dört yıl kıdem alıyorsunuz.”

“Benden küçüksün bana tepeden bakıyorsun” derdim. Hadi göster büyüklüğünü dedim ama bir şey sızdıramadım. TODAİE-Türkiye Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsünde bir grup çalışıyormuş ama ele gelir bir şey henüz çıkmamış. Orada, ofis ve karargahlarda, daha etkin ve verimli çalışmak için uzun süredir, “OMAG-Organizasyon ve Metot Araştırma Geliştirme” konusunda çalışmalar olduğunu öğrendim.

            Benim Gnkur’daki rahatlığımın bir sırrı vardı. Kayınpederim, Ahmet Hançer, hacı bey, Tasavvufun ‘Bilge’ kişisiydi, ondan aldığım derslerle, her komutanın gözüne bile “Sen bana yardım edemezsin ama ben sana yardım edebilirim” diyerek bakabiliyordum. Konuyu ona açtım bana “Yüksek Yönetimin Yöneticileri seni seçmiş, bir hikmeti vardır” demez mi? Genelkurmay, Kuvvetlerin Yöneticisi idi ve ondan iyi ‘Yönetim’ olamazdı. Mesele Gnkur’u geliştirmekti. Gnkur için kırmızı kaplı ‘Gizli’ dereceli “Genelkurmay Görev ve Sorumluluklar” yönetmeliği vardı. Bunu geliştirmek için Araştırma Programı isteniyordu!

Gnkur’da bulunan her şube, daire ve başkanlığın “Görev ve Sorumlulukları” orada yazılı idi. Bir matris yaptım, kendi şubemin görev ve sorumluluklarını yukarıdan aşağıya bir sütun halinde yazdım. Üst satır olarak da ‘Bu Görev Güncel mi?’, ‘Yeni Görevler Var mı?’, ‘Kaç Personel Gerekli’, ‘Eğitimleri Ne Olmalı’, ‘Lisan Gerekli mi?’, ‘Uzmanlık Gerekli mi?’, ‘Kaç Yıl Tayin Edilmemeli?’, ‘Bilgisayar Gibi Özel Teçhizat Gerekli mi?’ gibi bir dizi sorular soruldu.

Her yetkili en iyi kendi işini ve herkesten daha çok ve iyi bilirdi. Kimse kimsenin işini daha iyi bilemezdi. Sonuçta Yönetim ve Yöneticiler nasıl geliştirilebilir önerileri saptandı. Ordumuz NATO’da büyük bir ordu idi. Çevremiz ‘Dost’ olamayan ülkelerle çevriliydi. Genelkurmayda Yönetim çok yetenekli olmalıydı. Herkes iyi eğitimli ve uzman olmalıydı.

            Bir gün odamda oturuyorum, bir albayım geldi, ‘Soru sorma gel benimle’ deyip elimden tuttu götürdü. Aynı kattaki J-2, İstihbarat Bşk’lığının toplantı odasına götürüp, “İşte bu Yüzbaşı komutanım” deyip soktu. Ortam karanlıktı, gözüm alışınca gördüm, Korg. J-2, Başkanım “Git o yüzbaşıyı elinden tut getir” demiş. Bana, “Bak yüzbaşım bizim bütün personel burada, asteğmen ve postalar dâhil, sen bu yazıda ne diyorsun bana anlat, anlamak istiyorum” dedi. Kısaca, ‘komutanım kimse kimsenin işini değil kendi işini bilir, işinin adamı ise herkesten daha iyi bilir. Her şubenin, dairenin ve başkanlığın işini yetkilisinden başkası, daha iyi, bilemez. Daha iyi nasıl yapılır, geliştirilir, ne gereklidir, ne kadar gereklidir kendisi bilir. Biz de sorularla bunları saptamaya çalışıyoruz. Sonuçta Genelkurmay nasıl daha iyi yöneticilere ve yönetime sahip olur belirlenecek’ dedim. Yazının ekinde çarşaf gibi gönderdiğim matrise o gözle bakınca her şey anlaşıldı.  En azından kimseden ‘Ağzıyla Kuş Tutması’ istenmiyordu. “Tamam, evladım anladım, teşekkür ederim, gidebilirsin” dedi. Kendi ‘Takdirleri’ isteniyordu. Daha etkin görev yapabilmeleri için Komutandan ne istemeleri gerektiğini kendileri bilirdi.

            Projenin sonunda “Genelkurmay Görev ve Sorumluluklar Yönergesi” güncellenip yenilendi. Daha etkin ve verimli çalışmalar için Personel ve Tayin Politikaları, Lisan Kursları, Eşgüdüm ve İşbirliği Esasları, örneğin, her başkanlığın diğer başkanlıkların görüş ve önerilerini sorarken, önce, kendi görüş ve önerilerini saptayıp göndermesi gerektiği gibi hususlar” ortaya çıktı. Benzer şekilde Kuvvetlerin yönetimi için de Kuvvet Komutanlıkları Karargâhlarında da aynı çalışmanın yapılması Kuvvetlere emredildi. Tüm çalışmalar o kadar ses getirdi ki “Bir Kuvvet Komutanının, ‘kıçı kırık bir yüzbaşı bir andıç hazırlıyor, bize emir olarak geliyor’ dediği” söylendi bana. Hiç unutmadığım husus, “Artık Genelkurmayın ‘Katırlarla’ ilgili bir görevi kalmadığıdır”, görev güncellendi.

Bundan önce birçok tatbikatta Maliyet Etkinlik Analizleri yapmıştık. Gerçek harekât hiçbir tatbikata benzemedi. Çünkü tatbikatlar, mevcut ‘İmkan ve Kabiliyetleri’ dikkate alıyordu. Harekâtlar ise ‘Yeni İmkan ve kabiliyetler’ isitiyordu.  O zaman, gelecekte sahip olunması gereken sistemler çok farklıydı. Tatbikatları hazırlayan kurmaylar ‘Teknolojiyi’ iyi takip etmeliydi. Yoksa nasıl Düşmanın imkan ve kabiliyetleri tahmin edilir ve geleceğin Silah ve Mühimmatı nasıl bilinirdi. Tek çözüm, ‘Konseptler Geliştirmekti ama Milli Savunma Üniversitesi Fakültelerinden mezunlarca’! Taktik ile Teknik birleşmeliyidi, Harp Okullarının 3 yıla ve 4 yıla çıkarılmasına, Bilim ve Teknolojinin Subaylara kazandırılmasını çok çalışıldı, Taktik Teknisyen-Teknik Taktisyen üzerinde çok duruldu. Konseptler kilit idi!

Tabikatlar, Harekâta Hazırlık mıdır?

           

Savunma Araştırma uzmanlarınca, tatbikatlar ilk karardan son olaylara kadar izlendi ve incelendi. Alınacak çok ders çıktı, yapılacak savaşla ilgili çok az şey bildiğimiz anlaşıldı, yapılacak çok şeyimiz vardı. Doğru yaptıklarımız vardı ama yanlış ve eksikliklerimiz çok fazla idi. ‘Komuta Yeri’ tatbikatlarında, ilk mesajdan son mesaja kadar, hangi komutan nasıl bir mesaj çekti, ne kadar zaman aldı, ne kadar bir sürede karşı taraf tepki gösterdi, hep ölçüldü ve değerlendirildi.

Tatbikatlarda olayların birbirini izlemesi, tepki gösterilmesi, emirlerin uygulanması ve sonuca varılması önemliydi. Örneğin, düşman kuvvetlerinin boğazlardan geçeceği öngörüldüğü zamanlarda, Deniz Kuvvetlerinin ilgili birimleri, Deniz Kuvvetleri Karargâhına, bu Karargâh da Genelkurmay Başkanlığına Boğazların kapatılmasını öneriyordu. Bu konunun işlendiği ilk tatbikatta, ‘Kapatın’ emrinin birliğe ulaşması o kadar geç olmuştu ki Birlik ‘Artık Mümkün Değil’ mesajını çekmişti, çünkü düşman geçmiş gitmişti. Bu, tatbikat sonucunda alınan önemli bir ders idi. Örneğin, bir başka ders de Lojistik Sistemimiz ile ilgiliydi. Bazı Kara Birliklerimiz Top takviyesi yapılmasını istedi. Mesajlarla bir depodan toplar gönderildi, Birlik atışa devam etti. Sonradan yapılan değerlendirmede, o depodan gönderilen takviye topların kamalarının olmadığı, kamaların sonradan Amerika’dan gelip henüz o depoya ulaşmadığı, SAVAR uzmanlarınca görüldü.

Kıbrıs Harekâtından Alınan Dersler

            Sayın Turan Güneş’in, 1974 Temmuz’unda, Londra görüşmelerinden sonra, İngiliz’lerin, Kıbrıs’ta durumu düzeltecek, hiçbir girişimde bulunmayacağını anlayınca, ‘Ayşe tatile çıksın’ mesajını alınca, Mersin limanından Türk Askeri, Kıbrıs’a hareket etti. Sabah saat 05.00’e kadar uzun bir deniz yolculukları vardı. Son on yılda yapabildiğimiz en iyi çıkarma teknelerini yapmıştık. Ama her türlü düşmanca harekete açıktı ve çok hassas idiler. Onları yolda, gece boyunca, korumak, o zamanki imkânlarımızla oldukça zordu. Her türlü haberleşmemiz düşmanın elindeydi, hatta onlardan geçiyordu. Amerikan telsizleri dinleniyordu, başka da olanağımız yoktu. Sabahın ilk ışıklarıyla çıkarma araçlarımızın Kıbrıs sahillerine kapak atmalarının haberi gelinceye kadar ‘Genelkurmay Harekât Merkezinde’ bize rahat yoktu. “Ayşe Tatile” çıkıncaya kadar, uzun yıllar boyunca, mümkün olduğunca, hazırlanıyorduk ama yine yetersizliklerimiz çoktu. Aklımız başımıza yeni gelmişti, dost bilmek yanlış, yabancıya güvenmek hatta yaslanmak çok çok yanlıştı. Az ve öz olsun bizim olsun!

NATO bizim düşündüğümüz gibi bir kuruluş değildi. Verilenlen donanımların hiç biri, böyle durumlarda, bizim için değil, yararımıza hiç değildi. NATO için verilenleri kendimize özel savaşımızda kullanamazmışız! Tam da Sayın İnönü’nün dediği gibi ‘yeni bir Dünya kurulur, Türkiye orada yerini alırdı’. Olması gereken buydu. Yeni bir Türkiye kurmalıydık! Harp Okulları önce 3 sonra 4 yıla ve Fakülteye çıkmalı!

            Alınan kısa ve öz haberlerden, birliklerimiz kıyıya varmış ve kıyı başını tutmuştu. Sonradan ilgili ve yetkili komutanın rehberliğinde yaptığımız Kıbrıs gezisinde Beşparmak Dağlarının tepesinde yuvalanan silahların bulunduğu yerden ‘birliklerimizin çıktığı ve çakılı kaldığı kıyılara’ bakmıştık. Ben öğretmen subay olarak farklı bir gözle bakıyordum. Komutanın, ‘Çakılı Kaldık’ dediği yeri aşağıda bize gösterince “Komutanım, buradan oraya hassas güdümlü füzeler olmadıkça top ve tüfeğin vuruş ihtimali ne ki, tamamen menzil dışı bir ortamda, nasıl çakılı kalırsınız?’ diye sormuştum. “Hatta, kaç kişi kaybedildi de geri döndünüz?” demeden edememiştim. Bir Üsteğmenin cesaretiyle silah yuvasının dağıtıldığı ve Beşparmak dağlarına hâkim olunduğu bilgisi alındı. Kayıplarımızın çoğu, habersiz kalmaktan, istihbarat bilgisi noksanlığından, düşmanın önce yerinin, sonra, silah, mühimmat, imkân ve kabiliyetlerinin bilinmemesinden idi. Yanıltılıyor ve yanlış karar alıyorduk. Doğru kararlar ancak doğru, zamanında ve dozunda alınan bilgilere dayabilirdi. Birliklerin ‘Gizli’ haberleşmesi önemliydi, eşgüdüm ve işbirliği için anında bilgi ve anında kararlar çok önemliydi. İlerde bunlar birliklerimize sağlanmalıydı. Dağlardaki kuvvetlerimizin, Beşparmak dağlarının güneyine indirilen paraşütçü birliklerimizle birleşmesi sonucunda rahatlamıştık, harekât daha kolaydı artık. Karşı tarafın askerlerinin, kaçmamaları için, toplara zincirle bağlanmaları haberleri çok şaşırtıcı idi. Bizim telsizlerdeki yanıltıcı düşman çağrıları nedeniyle kayıplarımız olduğu haberleri inanılır gibi değildi.

Saf ve temiz askerlerimizin, hatta Dr. Üstm. Halil Akçiçek arkadaşımın telsizden çağrılıp işkenceyle öldürülme haberlerine inanmak zor geliyordu bize. Bu çağrılara nasıl inanılır ve nasıl desteksiz gidilirdi? Çağrılan yere komando eşliğinde gidilse farklı olurdu!

İsmen yapılan bu çağrılarda İngiliz parmağı olduğunu düşünüyorduk. Kara harekâtlarında telsizlere hiç güvenmemeyi öğrenmiştik ama bu sefer de deniz harekâtında kaybımız bu nedenle çok büyük oldu. Deniz Kuvvetleri Komutanının bizzat teyit ettiği, belirli bir noktanın güneyinde hiçbir gemimizin olmadığını tekraren teyit etmesine rağmen, geminin tüm imkân ve kabiliyetleriyle ‘biz Türk gemisiyiz’ mesajlarına rağmen, iyi hedeflenmiş ve bacadan giren bombayla kendi gemimizi batırdık. Buna uzun süre inanmadık ve İsrail gemisi toplamıştı bizim dökülen mürettebatımızı. Ben yine öğretmen kafasıyla ‘o geminin açıkta, yanaşmadan, o anda, vurulması şart değildi, ‘Türk gemisi isen geriye dön’ denebilirdi, demiştim! Her şeye rağmen, Kıbrıs harekâtlarımız tam bir başarı idi, bu kadar kayıp vermeye gerek yoktu ama etkinliğimiz tam, verimliliğimiz az idi. Aldığımız dersler çok oldu. Kendimiz, kafamız, bakışımız çok değişmeli!

Özlenen değişim için, bir Yurtdışı Fuara gidip “İşte bizim Harekât İhtiyacımız ya da ‘Bu’ Bizim Harekat İhtiyacımızdır” diye tepinen ‘Kurmay’ yerini, ‘Teknoloji İçeren Konseptlerle İhtiyaç’ saptayan, Üniversite ve Fakülte mezunu ‘Kurmaylar’ almalıydı. Bugünkü Milli Savunma Üniversitesinin kökleri çok derinlerdedir!

Yerli ve Milli Savunmanın Önemi

 

            Aldığımız dersler nedeniyle, her verilen silah ve teçhizatı almayacak, kendi yerli ve milli imkân ve kabiliyetleri artıracaktık. Önce mili ve yerli askeri telsiz şart idi ve Aselsan birinci öncelik idi. Roketsan, Havelsan, Motor sanayii izleyecekti. İçişleri Bakanlığının arka bahçesine, tüm silahlı kuvvetlerin elindeki malzeme ve teçhizat getirildi, sanayinin önüne serildi, bundan önce açılması yasak olan modüler parçaların açılıp sökülmesine, sanayicinin eline geçmesine, izin verildi. Tüm sanayinin hangi parçayı yapacağına, yapabileceğine karar verilmesi planlandı. Herkes çok heyecanlı idi, sanayiciler ayrı, askerler, fabrika ve bakım üniteleri ayrı bir şeyler yapabilme heyecanına kapılmıştı. İşte şimdi ‘Savunma Sanayi Stratejisi’ saptanabilirdi. Tüm sanayiciler ‘biz yatırımı yaparız yeter ki savunma bize hedef göstersin, her parçayı, silah ve mühimmatı, uçak ve gemiyi yaparız diyordu. Genelkurmay bu işten çok memnundu, öyleyse her şeyi kapsayan vakıflar kurulabilirdi. Genel ve özel vakıflar kuruldu, halkın da katılımı sağlandı. Seferberlik ilan edildi, halkın heyecanlanması da sağlandı. Kısa zamanda sonuçlar da alınmaya başlanınca ambargonun yanlış bir karar olduğu Amerika tarafından da anlaşıldı. Kıbrıs harekâtı taçlanmıştı! Sessiz ve derinden gidilecek, çaktırılmadan, dost görünen düşmanca eylemlere maruz kalmadan,  ’Yapmayacaksınız’ denilen her şeyi yapacaktık. En küçük ‘işbirliği’ bile sömürülecek, azami bilgi ve belge elde edilecek ve yaygın paylaşılacaktı.

MASK, SHP, PPBS, PAPS, SEIA

 

1982 Yılı Eylül ayında, bir yıllık, Kanada Savunma Bakanlığı bünyesindeki araştırma kuruluşlarında, Çalışma Bursundan döndüm. GnPP içinde önemli Projelere katılmam istendi. Projelerden birisi SEIA, diğeri TAI’de müştereken üretilecek Uçak seçimiydi. SEIA üzerinde Kanada’ya gitmeden önce de çalışıyorduk. Eski anlaşmalardan kurtulmak zor oluyordu. Yenilerini yapmak ise daha zordu.

1968-70’lerde, Üsteğmenliğimin ilk yıllarında katıldığım APD-Ana Program Direktifinin yenilenmesi çalışmalarında Amerikalılar bize ‘Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, artık parasız sizin orduyu donatmayacağız’ diyorlardı. Ambargodan sonra GNKUR GNPP Kuvvet Plan ve Program D. Bşk.lığında ekonomi doktoralı Tümg. Necdet Öztorun ve GnPP Bşk.lığında Korg. Necdet Üruğ’un bulunması büyük bir nimet idi. Şimdi biz Amerikalılara “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diyorduk. İkili ve çoklu tüm eski anlaşmaları yenilemek istedik. “Neyi hangi anlaşmaya göre yapmak istediğinizi anlaşma metniyle ortaya koyun” dendi. Amerika arşivlerdeki tüm belgeleri çıkardı, her yaptığının bir anlaşmaya uygun olduğunu ispata çağrıldı. Başbakan Sayın Özal’a, “Ben Öztorun ile çalışmam dedirtilmesi boşuna değil!” Öztorun Paşanın SEIA konusunda ABD’ye karşı dik duruşu ve sağlam duruşu rahatsız etmişti. Hangi projelerin ele alınacağına ve nasıl gerçekleştirileceğine biz karar vermek zorundaydık.

Paramız kadar konuşacak ama biz istediğimiz gibi konuşacak, yerli ve milli her türlü kabiliyetlerimizi artırmak, personel yetiştirmek, her alanda, her konuda amaç işbirliği yaparak, bilgi, beceri ve üretim yeteneğimizi artırmaktı. Çabalarımızın bilimsel ve teknolojik yönleri çoktu. Ne verilirse onunla savaşmak değil ne ile savaşacaksak onları yerli ve milli imkanlarla almamız, üretmemiz, gerekiyordu. Bu anıları yazarken, ‘Takoz’ konulduğunu düşünen, Sayın Selçuk Bayraktar aklıma geldi, o zaman nerdesin be çocuk! O tarihte olacaktı ki ne üretirse alalım, destekleyelim, sorunlarını çözelim, fizibilite masraflarını karşılayalım! Ama her zaman, her yerde, bir Omay veya İşak paşalar çıkabilir projelerin önlerine, ‘Temsilcilik’ yapanlar da cabası! Önemli olan onlarla veya onlara rağmen, yapmaktır.  Her ‘Takoza’ karşı 2 destek vardır, onları da görün!

İncirlik’ten, Karadeniz Kıyılarına, her türlü üslerde ne yaptıklarını ve ne yapmak istediklerini yeni bir anlaşmaya göre yapmak zorunda kaldı ABD. 1950’lerde hatta daha önce yapılan anlaşmaları ortaya çıkarıyorlardı. O zaman bunları imzalayanları bulmaya, nasıl imzalandığını sormaya bile çalıştık. Aldığımız yanıtlar çarpıcı idi “O zaman lisan bilmiyorduk ve de imzalamaya mecburduk!” MSB ve J-Bşk.lıklarından gelen proje subayları, örneğin, Dz. Müh. Bnb. Koray Aksu, Lojistik’ten; J-6’dan Muh. Bnb. Tuncel Günenç, İs. Bnb. Nurettin Atamtürk Sayesinde çok iyi bir çalışma ortamı yaratıldı. MSB, Kuvvetler ve J-Bşk.lıkları proje subayları ve komutanları sayesinde tüm anlaşmalar çok yararımıza bir şekilde yenilendi ve SEIA’nın içine kondu.

Tüm Komutanlıklar ve Komutanlar tek yürek halinde aynı şeyleri düşünüyordu. Örneğin Koray “To the extend possible-To the extend feasible; Mümkün olduğu kadar mı, ekonomik olduğu kadar mı” gibi deyimler üzerinde Amerikalılarla savaş çıkarıyordu. Yani Koray, ‘onların, her şeyi, milli ve yerli yurtiçi piyasasından almalarını isterken’, onlar da her şeyi ABD’den getirmek istiyorlardı. Sonuçta SEİA-Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması imzalandı. İncirlik üssü yeniden açıldı ama Türk Komutanlara yeni yetkilerle!

Artık her türlü işbirliği projesinde “Onlar ve Biz” vardık. Onlar dirsek temasını kaybetmeyerek ne yaptığımızı kontrol etmek istiyorlardı, biz de mümkün olduğu kadar teknoloji transferine, paylaşmaya, yurtiçi kabiliyetlerimizi artırmaya çalışıyorduk. TEİ-TUSAŞ Engine Industry, Fabrika Bakımı amaçlı, F-16 Motor Bakım Tesisinin Eskişehir’de kurulması için Hava Üssüne yaptığımız ziyarette Mühendis bir Albayımız, “Komutanım bakım için olsa da fabrikayı buraya kurun, kapıyı aralık bırakın biz içeri girer motor üretimini öğreniriz” diyordu. Öyle de oldu! Bugün bu alanda ne kadar gurur duysak azdır. TUSAŞ F-16 üretim tesisleri, uçak üretimi değil ama parça üretimi ve montajında dünya çapında bir tesis olduğunu bugün kanıtlamış durumdadır. Onlar artık ‘ortak’ değildir. Her yaptığımız yerli ve milli, vatana millete hayırlı uğurlu olsun! TAI ve TEI’nin bugün gerçekleştirdiği her şey tam da ihtiyacımız olan şeylerdir ve Kullanıcılarla işbirliği ortamı tam da Planlanan şekilde yürümektedir. Harekat ihtiyaçalarına uygun yapmak ve geliştirmek müthiştir!

İkinci mucize “Kendi Gemini Kendin Yap” kampanyası uyarınca ‘MİLGEM-Milli Gemi’ yapılması çalışmalarıydı. ODTÜ’lü denizci askeri öğrenci olan mühendislerin ve Amerika’da mühendislik okutulan subayların eşgüdüm ve işbirliğiyle büyük başarı elde edilmiştir.MASK, Konsaptler, PPBS ile SHP ye girip PAPS ile Projelendirerek aşamalar halinde projelerin gerçekleştirilmesi sistemi oturdu, Kabul edildi ve Uygulandı. Yerli ve Millileşen hususlar gizli tutulmak zorundaydı. Açıktan yürütmek tepki çekiyordu. Önceleri üstelik sadece bazı kişilerin hayalleri olan duruma bugün gelmiş olmak gereçekten ‘sessiz ve derinden’ gidildiğinin kanıtıdır. Yoksa, en yetkilimizin bile kolunu arkadan kıvırmak-kırmak en iyi bildikleri şeydir. Yaptırmamak isteniyor, satın aldırmak şart koşuluyordu. “Mermi yaparsanız, uçak vermeyiz!” gibi.

Bugünkü Savunma Sanayimizin durumunu çok iyi görüyorum, gurur duyuyorum, en azından, ‘Yazılım’ gibi ‘İleri Teknolojide’, öne geçtiğimize inanıyorum, başarılarımızın devamını diliyorum. ‘Onlara’ rağmen değil, onlarla işbirliği ve eşgüdüm halinde ilerlememiz daha uygundur. Engel olmasınlar ve olamasınlar, aynı değerleri paylaşarak, diklenmeden dik durarak, birlikte ilerlemenin yolları aranmalı. NATO üyeleri hasım değil rakiptir. Bizi, biraz arkadan izlemelerinde sakınca yoktur! Askerin ihtiyacını iyi bilen mühendisler olmalı! TSK’nın Konseptlere dayalı ihtiyaçları bellidir. Bugün, SSM’nin, Sav.San.Başkanlığına evrilmesi çok iyi oldu. Milli Savunma Üniversitesi, teknolojiden anlayan subaylarla Sanayinin temeli ‘Savunma’  güçlenmiştir.

‘Onlarla olabiliriz’ teknolojide bizimle işbirliği yapmaları ‘onların da çıkarlarına uygun’ olmalıdır. Bir Ön Yapılabilirlik toplantısında bu konuya güzel bir örnek yaşanmıştı. Alman mühendis, “Bu teknolojiyi geliştirmek için üç alternatif vardır biz bu yolu izledik ve şöyle bir güçlükle karşılaştık” dedi ve oturdu. İngiliz mühendis kaltı, “Çok ilginç, biz de bu alternatiflerle karşılaştık ama söz konusu güçlüğü böyle alternatif yollarla geçtik ama biz de burada takıldık” demişti. Sonra Fransız mühendis, “Aklın yolu bir sanırım, bu seçeneklerle hepimiz karşılaşmışız. Son takılıp kalınan noktayı biz bu yoldan giderek geçtik” deyip ortaya bazı formüller koymuştu. Böylece müşterek çalışmalarda bir koyup üç-beş almak mümkün ama ortaya bir şey koymadan bir şey almak olanaksızdır. Araştırma sonuçlarını paylaşma amaçlı toplantılara katılarak, aynı teknolojiler üzerinde hiç çalışmadan toplantıya katılmakla, hiçbir şey elde edilemez. Verilse de alınamaz, anlatılsa da anlaşılamaz. İşte bu ‘ince hususu’ öğretmen ve mühendisler dâhil, paşalarımıza hiç anlatamadım. Her seferinde, “Toplantıya değil Faaliyetlere katılmamız gerek diyorsun, ne demek istiyorsun?” diye soruldu. Projelerde, gerek planlama, gerekse gerçekleştirme, aşamalarında, çalışmalar uzun vadeye yayıldığı için, daima ve mutlaka yeni paşalar devreye girmekteydi. Sanırım Omay ve İşak paşalar bu konuyu hiç anlamadı. ‘Önceki çalışmalara katılarak toplantılara katılmak’ çok farklıdır. Teknolojiyi bilen subay ve askeri isterleri bilen mühendisler olmadan olmaz. Konseptler savunma-sanayi için çok önemlidir!

APGM Faciası

 

APGM-Autonomous, Precision Guided Munition, Otonom, Hassas Güdümlü Mühimmat projesine katılımımızı sağlamıştım. ‘Konsept’ çalışmalarının temel bulması, SHP’ye girecek Kuvvetlerin her silah ve mühimmatının bir konsepte dayanması gereği tüm komuta katınca ve Kuvvetlerce iyi anlaşılmış ve uygulamaya sokulmuştu. Sıra konsepti olan ihtiyaçların NATO içinde müştereken üretilmesi çalışmalarına katılım hayati idi! Bu proje ‘Hassas Güdüm’ verecekti!

Henüz elimizdeki silah ve mühimmatın üretilmesinde zorlanan yerli sanayimizin müşterek projelere katılım sayesinde teknoloji transferi yapacağından Necdet’ler (Üruğ, Öztorun ve Altınay) olarak çok emindik. Sanıyorum 1982 sonunda, STINGER Projesinde idi, TDP-Tecnical Data Package, Teknik Bilgi Paketi, elde etmiştik ama uygulamayı Roketsan bir türlü yapamıyordu. Meğer TDP’den sonra PDP-Production Data Package, ‘Üretim Bilgi Paketi’ satın almamız gerekiyormuş. Aksi halde çok sayıda roketi, test için atarak deneyim elde edermişiz. Faciaya da kapı aralamamak için PDP’ye de para ödendi ve teknoloji transfer edildi. Kısa menzilli hava savunma roketinden çok şey öğrendik sanıyorum. ‘Güdüm’ öğrenildiğinde, Karadan, Denizden ve Havadan atılan ve Karaya, Denize ve Havaya atılan roketlerde olmak üzere dokuz uygulamada kullanılıyordu. Aynı şekilde ‘Kontrol Teknolojisi’ dokuz defa kullanılır.

 APGM konusunda bir ofis kuruldu ve yıllık toplantılara katılıp, bu ofisin masraflarına katkı sunarak proje ilerliyordu. Otonom olarak, yani hedefini kendisi otomatik olarak, bulacak ve tank hedeflerini hassas güdümü ile imha edecek mühimmatın, ülkelerin ihtiyaçları kadar üretimi yapılarak, diğer ortak NATO ülkeleri ile aynı anda, en modern mühimmata sahip olacaktık. Müşterek ofisin tüm masrafları da daha sonra ARGE masrafı olarak hesaplanacak, diğer ortak olmayan ülkelere satış yapıldığında, kârdan masraflar düşülecek ve artan, kâr olarak paylaşılacaktı. Artık Yarbay olan Cemal Alagöz, bu proje içinde yabancı firmalarla birlikte yer alabilecek Türk firmalarını da belirlemiş, işbirliğine hazır olmuştu sanırım. Yerli firmalar yeni teknoloji kazanacağı için büyük bir ümitle ellerinden gelen gayreti gösteriyorlardı. Aniden İhsan paşa “Başarıyla çıktık” dedi. Toplantıya gitmiş, yetkili olarak, paşa olarak, “Biz artık katılmıyoruz” demiş! Olacak şey değil, yapılacak şey değil, bugün bari, geç de olsa, Sedat Paşam gibi, yaptığı hatanın farkına varmış mıdır! Umarım bir gün karşılaşır sorarım kendilerine.

1988 yılında NATO müşterek projelerinden iki uçak projesine, birisi kargo, diğeri savaş uçağı olmak üzere, katılmamızın emrini çıkartmıştım. Tam bu dönemde, Gnkur Bşk. lığında SAVAR D. Başkanı Öğr. Tuğg. Güner Omay ve MSB’lığında ARGE D. Başkanı Yük. Müh. Tuğg. İhsan İşak paşaya bir şeyler oldu. Tabii o zamanlar CIA ve FETÖ bilinmiyordu. Her alınan yeni teknolojiyi sonuçta Devlet ödediği için uygun görülen her firmaya aktarılabilirdi, kazandırılabilirdi.

Önce Omay paşa “Yüzüme karşı, hiçbir kimse hiçbir şekilde, hiçbir projeye katılmayacak diye ağır küfür etti.” Ocak 1989 idi, ben kendilerine çıkıp “Komutanım sizce Ordunun bana ihtiyacı var mıdır?” diye sordum. Cevabı kısa ve netti “Yoktur, olamaz!” Kendime verdiğim sözü tutmuştum, “Ordunun bana ihtiyacı olduğu sürece, aklımın erdiği kadar, erdiği şekilde hizmet etmiştim!” Zaten kısa bir süre önce de “Gidiyorsun başka Başkanlıklara, işlerin altını oyuyorsun, kucağımızda iş buluyoruz, sonra uğraş dur!” demişti. Artık yüzüne bakıp çalışmamız olamazdı. Kısa bir süre sonra saat 10.00 gibi emekli olma dilekçemi imzalayıp verdim. Sonradan öğrendim ki hemen emir assubayı ile dilekçemi elden göndermiş K.K.K.lığna ve emeklilik işlemlerini acele başlatmış. Bana da ‘izinlisin gidebilirsin seni haberdar ederiz’ diyerek ‘kimseyle görüşmememi sağladı’ diye düşünmüştüm. Emeklilik işlemlerim kısa zamanda sonuçlanınca, GnPP Başkanı Kora. Güven Erkaya ve Genelkurmay Başkanımız olan Org. Necip Torumtay’a “Allaha ısmarladık” ziyaretleri yaptım. Her ikisi de çok şaşırdı ve “Bizden izinsiz ve habersiz nasıl oldu, bitti, bu emeklilik işi?” dediler. Ben de olan biteni aynen anlatmıştım, “Dilekçemi elden göndermiş, arkadan telefon da edip acele ettirmiş, emekli olmamı sağlamış” demiştim. Güven paşam bir hikâye ile uğurladı beni ve ön kapısından çıkardı başarılar dileyerek. “Hepimiz bir kulvarda koşarız, belden aşağımız görünmez, bir taraftan bir omuz yeriz kulvar değiştiririz, biraz sonra bakarız, bizim koştuğumuz o kulvarda koşan düşmüş, kaybolmuş.”

Sonradan, Omay paşanın terfi edememesini bu hikâyeye bağlamıştım!” Hatta Omay paşanın, terfi ettirilmemesi üzerine, “Tabii, Necdet gitti projeler bitti!” dediği kulağıma geldi. Torumtay paşanın Omay’a “ARGE için ayırdığımız bütçe, bir sene içinde, neden ARGE’ye harcanmadı” dediğini de duymuştum! Özellikle, Omay’a göre “Memlekette ne adam var, ne teknoloji, ne sanayi, ne de para pul”, üstelik bu durumu bize yüzünü buruşturarak söylerdi. Çok kere, “Biz varız yeter!” demişimdir. Muhalefetin bu kadarı çekilmezdi!

Bugün, Ağustos 2023, emekli olalı 34 sene oldu.  Bakir bir Genelkurmay’a tayin olmuştum. Görevleri yenilendi ve güncellendi. MASK, SHP, PPBS, PAPS geliştirildi, Direktiflere bağlandı. Esas ‘Savunma Temeli’ güçlendi, bugün artık Sanayi de doğal olarak güçlendi. Çok güzel ve çok önemli anılarla ve arkamda iz bırakıp, önemli iş ve projelerde ‘Ben de Vardım’ diyebilirim sanıyorum. Güzel anılarımdan bazıları aşağıdadır.

Harekât Başkanlığından Tuğg. İbrahim Türkgenci paşamız, ‘Yönetimi Geliştirme Araştırma Programı’ çalışmamızdan sonra bir proje önerisi yapmış, kabul edilmesi üzerine “Genelkurmay Başkanlığını Küçültme Çalışma Grubu” kurulması ve her başkanlıktan bir proje subayı atanması istenmişti. Konu tam da benim işimdi tabii bana geldi. İlk birkaç toplantıdan sonra baktı ki iyi çalışılmıyor gurubu Harekât Merkezinin dip tarafına kapattı ve mesai sonlarında açılmasını emretti. Ne yaptıksa olmadı, hiçbir proje subayı kendi başkanlığından bir şubenin iptalini uygun bulamuyordu.

Tam da benim ilk çalışmada üzerinde durduğum gibi “Hiç kimse bir başka konuda kendini yetkili-sorumlu tutamaz!” en sonunda sanki küçültemedik öyleyse büyütelim der gibi benim, “TODAİE’deki gibi bir OMAG-Organizasyon ve Metot Araştırma Geliştirme Şubesi kuralım” önerim kabul edildi. Tahmin ettiğiniz şekilde hem de Harekât Başkanlığı bünyesinde. 1980’lerin başında İlk Şube Müdürleri olarak da önce Kurmay Albay Hüseyin Kıvrıkoğlu, paşa olup ayrılınca da Kur. Alb. Hilmi Özkök atanmışlardı. “Senmişsin Yüzbaşım benim şubenin isim babası” deyip sıkça gelen Hüseyin ve Hilmi albaylarımla çok uzun yıllar müşterek çalışmalar yapmıştık. NATO’nun ilgili biriminin de olduğunu birlikte keşfetmiş, ofiste ölçme değerleme yöntemlerini birlikte tercüme etmiştik. Hatta 1981’de Kanada Savunma Araştırma kuruluşlarında araştırma yapmak üzere “Organizasyon Birimlerinin Başarısının Ölçülmesi” konusunda yaptığım çalışma ve sunduğum rapor Kanada Savunma Bakan Yardımcısının iltifatına mazhar olmuştu. “Toplantıdan çıkarken, Bnb. Altınay ne istiyorsa verin, ne diyorsa yapın” deyip toplantıdan ayrılmıştı. Bu sefer de orada yaptığım çalışmalar ve yazdığım raporlar OMAG’ta kullanıldı. Kıvrıkoğlu ve Özkök kurmay albaylarımla çok çalıştık.

Adı İlhan idi sanıyorum, bizim Plan Ş. Müdürümüz Öğr. Hüseyin Ağca albayım, arkadaşını, benim şubeye, bir şeyler söylememi beklediği için, getirmişti, hem de kahve ısmarlar içeriz demiş. Plan ve Teknoloji şube müdürü iken, misafirlerim büyük ve çok olduğu için, iki büyük rahat deri koltuk konmuştu.

İkisi de gelip oturunca, Ağca albayım, “İşte sana bahsettiğim arkadaşım “Neymiş efendim, ‘bu sene paşa oldum oldum yoksa emekli olurum’ diye kendine söz veren arkadaş, üstelik bir iki Orgeneral gelecek sene terfi etmesi için söz vermişler” dedi. Konuyu albayım ile daha önce konuşmuştuk, ‘merak ettim kimdir’ demiştim. Terfi edemeyen albaya dönüp “Ayıp, günah ve haram” dedim. Ağca albayım gibi dini bütün olduğunu biliyordum. “Kızarak ne diyorsun yüzbaşım” demişti. Bu devirde, Yüksek Askeri Şura kararları karşısında kendinize böyle ‘söz vermeniz’ önce ayıp, ‘terfi etmezsem putu’ yapmanız ‘Günah’ ve bu puta ‘kendinizi asıp bir çeşit intihar etmeniz haramdır’ dedim. Gitti dilekçesini geri aldı. Ertesi sene terfi edip Tuğg. Olarak odama gelen paşamı ilk önce biz tebrik etmiştik. Emeklilik dilekçesini veren birine katkı yaptık!

İbrahim Türkgenci paşam albay gidip Tuğgeneral olarak döndüğünde “Nasıl yıldız yakış mı” diye sormuştu, ben de “Yakışmış ama pek görünmüyor, çok cılız duruyor” demiştim. Tümgeneral olduğunda da “Şimdi nasıl?” demişti, “Tam değil komutanım” dedim. Orgeneral olduğunda, kendileri sormadan atılıp, “İşte şimdi oldu komutanım!” demiştim.

Üruğ paşam emekli olduğunda ben Harekât Araştırma şubesi müdürüydüm. Koridordan girişte dipteki odada iki yüzbaşı iki asteğmen ile birlikte ince uzun bir odada oturuyorduk. Dipte enine masa büyükçeydi, sağımda iki solumda iki kişi vardı. Öğretmen yüzbaşılardan biri Düner biri Haluk idi.

Bizim bu oturduğumuz oda, Üruğ paşam albay iken kurduğu Plan ve Prensipler Şube müdürü olarak oturduğu oda ve masası da benimki idi. Allah’a ısmarladık gezisine çıktığı haberini almıştık ama nerede olduklarını bilmiyorduk. Arkasında bir sürü paşalar ile yine bir kuyruklu yıldız gibi geziyordu. Ben personelime, “Kapıdan gireni fark etmeyecek kadar işinize yoğunlaşın, iğne batırılmış yumurta sarısı gibi her karartıya kafa kaldırmayın” dediğim için “Dikkaat!” çekildiğinde Üruğ paşam ve arkasındakiler odanın ortasına gelmişti bile. Hemen ayağa fırladık, benim masama gelip elimi sıkarken, “Seni de buradan bir tayin edemedik” demez mi? Hiç unutamam, arkasındaki korgenerali tanımıyordum, iki yakamdan hafifçe tutup “Oğlum sen kimsin, bu şakayı bana yapması için ben kaç takla atarım biliyor musun?” demişti.

Yanağımdan, asansörde, kesme alan paşamı tanımıyorum tanısaydım, şimdi ismini yazabilirdim. Çok kişi ile bu 20-25 yıllık hizmet süresinde tanıştık, çalıştık, sohbet ettik, fikir alış verişinde bulunduk. Üst rütbelerde Genelkurmaya gelirler, genellikle iki yılda bir tayin olurlar ve bir üst rütbeyle tekrar dönerlerdi. Yarbay gidip albay gelenler de albay gidip paşa olarak gelenler de Gnkur’da görüştüğümüz zaman yeniden görüştüğümüze sevinirdik. Beni sekiz sene K.K.K.lığı tayin etmek istemiş her seferinde “Tayin olmasında sakınca var diye üstüm çizildiği için” bir daha da tayin edilmemişim. Bana sorulduğunda “Bu ne idüğü belirsiz İşletmeci burayı yeteri kadar bozdu bir de gideceği yere zararı dokunmasın diye tayin edilmiyorum” diyordum.

Öztorun paşam Tümg. Olarak Kuvvet Plan ve Program D. Bşk.’nı idi, sonra J-5 başkanı olarak geldi. Odasından çıkıp köşeyi dönüp bizim tuvaleti kullanırdı, her gördüğüne takılır laf atardı çünkü ya Hâkimler ya da Öğretmen ve Mühendislerle karşılaşırdı, herkesi de severdi. Bir taraftan da farkında olmadan önündeki düğmeleri açardı “Bir gün birisi hacı olacak derdik!” İkinci Başkan olduğunda, bir akşam 19.30 civarında anca yetişti yarın yurtdışına gidişimin mesajı, TMR-Türk Askeri Temsilcilik, Brüksel’e çekilecekti. Koridor, paşamı geçiren Korgenerallerle, kuyruklu yıldız gibi, boy sırasında dolu idi yine, asansöre binmiş son talimatlarını veriyordu. Yukarıdan aşağıya inerken merdivenden, gördüm “Komutanım bir imza lütfen” dedim ve mesajı önüne uzattım, tükenmez kalemle birlikte, “Necdet, okumadan mı” dediğinde, kısaca “Okuyunca herkes imzalar komutanım” deyiverdim, ‘okusanız da uygun bulursunuz’ demek istemiştim. Kendileri de gerçekten okumadan imzaladılar ve kapıyı kapatıp gittiler. En önde bulunan, benim ilk gördüğüm ve beni ilk gören bir Korg. “Bunu nasıl yaparsın” demişti. Ben de “Gördünüz ya komutanım” deyivermiştim. Durum hiç iyi değildi, beni eskiden tanıyan bir Korg. Hemen araya girdi “Sen bizim Necdet’i tanımazsın gel ben sana anlatayım” deyip çekti götürdü paşamı. Yine İkinci Başkan iken, bir yazımın üstüne uzun bir şeyler yazmış, okuyamadığım için “Komutanım burada ne diyorsunuz” dedim. Baktı kendisi de hiç okuyamadı, “Gel yeniden yazalım dedi” ve yazıyı yeniden okudu, tekrar yazdı, aynı şeyleri yazmıştı.

Dışişleri Bakanlığından, Ege Denizindeki Yunani’tan'ın askeri faaliyetlerinin kınanmasını istemişlerdi. Bir gün benim arzım sırasında, telefon da ettiler İkinci Başkan paşama, kısaca “Ben kınamam gider adaları alırım, ister misiniz?” demişti.

Türk askeri ile ilgili çok güzel düşünceleri vardı “Aynı büyüklükte, aynı silahlara sahip düşmanı yener, iki misli üstün kuvvetleri durdurur, daha üstünleri karşısında başarıyla geri çekilir” derdi.

12 Eylül Müdahalesinden sonra, bütçe konusunda daha rahat davranması, askeri bütçenin artırılması istenmiş kendilerinden, “Milli Ekonomi ve Milli Güç tanımlamalarından sonra, daha fazla para alıp askeri bütçeyi artırma durumunda, Askeri Güç büyür ama koruyacak Millet kalmaz” demişti.

ODTÜ Bilgisayar Kurslarında başarılı olan bir Yüzbaşı daha katıldı benim şubeye, Harp Oyunu uzmanı olarak çalışacaktı. Ben yandaki büyük odaya tek başıma taşındım. Sanıyorum 1988 yılıydı, odama benden habersiz bir masa daha konmaya çalışıldı. Sekreter Akas albay, “Senin yanında çıraklık yapacakmış bir Asteğmen geliyor” dedi. Çok torpilli birisi olmalıydı gelsin bakalım demiştim. Odama gelen daha önce adını hiç duymadığım, kimsenin de bir şey demediği, üstelik kendisin de kendisini tanıtmak istemediği birisiydi. Adı Murat Birsel’di. Neden bu odaya bu şekilde geldiğini dairede herkes sordu ama gizemli bir şekilde kendisinin gayet alçak gönüllü birisi olduğunu söyledi.

Sanki ‘yakında çıkar kokusu’ veya zamanla gizem kalkar gibi sormayı soruşturmayı bıraktık. Bizim daire ve şubeyi anlattık, ‘burada herkes kendi işini kendisi yaratır’ dedik. ‘Kimse kimseye sen şunları yap demez’ dedik. Bu durum hoşuna gitti, mecbur kaldığı şeyleri yapmanın hoş olmadığını söyledi.

Murat ara sıra İzmir’deki annesiyle konuşuyordu. Arabası vardı, Çankaya tarafından geliyordu. Hatta bir gün, Akay kavşağında sola dönmek üzere durduğunda, direksiyonunda davul çalar gibi hareket yapıp müziğine eşlik ederken “Gnkur Başkanımız Necip Torumtay’ın kendisini yandaki arabadan izler olduğunu görmüş ve “Ne mutlu asteğmenlerimiz var diye düşünmüş olabileceğini” bize anlattı. Korkmuş veya üzülmüş bir durumu yoktu. Tam bizim kafadan bir çocuktu. Projelerimizi gözden geçirdi, dolaptaki dokümanlarımızı inceledi. Kendince “Stratejik Analiz” yapacağını bir rapor sunacağını söyledi. GnPP tarafından diğer bir bölümde “Milli Askeri Stratejik Konsept” geliştirildiğini anlattık. İlgililerle görüşmeye gönderdik. Başkalarına açılır da biz de gizemini çözeriz gibi şeyler düşündük. Oralarda da ketum idi, masumiyetini koruyordu.

Bana o dönemde, Mayıs 1988’de, Amerika’dan gelen, James Brown adında, yetkili bir sivilin, Harp Okulları ve Askeri Liselere yapacağı ziyaretlerde ‘Tercümanlık’ görevi verilmişti. En son Cumhurbaşkanımız Sayın Kenan Evren paşaya da gitmiştik, ben içeri alınmamıştım tercüman olarak.

Deniz Harp Okulu için Heybeliada ziyaretimizde, bir binadan bir binaya geçerken, bizim mihmandar komutan bana “Aman komutanım Mr. Brown’un birkaç adım gittiği yönden gitmeyelim” dediğini duymuştu ve yürüyüşünü hızlandırmıştı. Köşeyi dönünce futbol oynayan gençleri görüp James bana “Bunlar kimmiş?” diye sordu. Mihmandar komutan da bunu görmemesi gerekiyordu deyip “Bunların Deniz Harp Okulunda okuyan yabancı öğrenciler olduğunu” söyledi. Türkçesinin olduğunu orada anlamıştım. Birçok tercüme işinde işimi kolaylaştırıp anladım diyordu zaten. Bir hafta on günlük bir geziden sonra en son değerlendirmeleri yapmak üzere odama davet etmiştim James’i. Murat doğrudan ve direkt olarak “CIA’de senden yukarda kaç kişi var?” dedi. James’in cevabı “İki” oldu. CIA Başkanının yardımcısına rapor veriyormuş yani üst düzey bir CIA yetkilisi imiş, ben ne sormuştum, ne de o söylemişti! Bize kısaca düşüncelerini açıkladı: “Çok asker milletsiniz, millet askeri çok seviyor, tek adam olarak Atatürk’ü çok seviyorsunuz, size hala liderlik yapıyor, gelecekte Bölgesel Güç olacaksınız, gelişmeniz o yönde ilerliyor” dedi. Hatta, “Askerler ilerde sevilmeyecek, millet Atatürk’ten uzaklaşacak” deyince ürperdik. Şimdi daha iyi görünüyor. İyi ki CIA-FETÖ-BATI, başarılı olamadı ülkemizde! Raporunun taslağını bana ayrıca göndermiş, özel hayatımı da merak ettiği için evimizde de misafir etmiştik. Subayların genellikle subay çocukları ve  fakir çocuklardan seçilmesi dikkatini çekti. Askeri Liseleri ziyaret ederken seçimin nasıl yapıldığını soruyordu.

Murat ile iş arkadaşlığımız ve dostluğumuz zamanla artıyordu. Bize ülke çapında uygulanacak fikirlerimizin olup olmadığını sorardı. Bir gün “Arabalarımızdaki radyolar, araba alınırken veriliyor ve radyolar genellikle FM, oysa bizim haberlerimiz FM radyolarda verilmiyor” demiştim. Ertesi günden itibaren TRT 3 gibi her radyomuzda, FM bantlarında, kısa ve uzun haberler verilmeye başlandı. Murat söylemeden, ben ona “Nasıl yaptın?” diye sordum, kısaca “Çok güzel fikirdi, hemen benimsenip uygulandı” dedi. Hafta sonlarında İstanbul’a gideceğini birisine söyleyip uçağın tipini de tarif edip bilet aldırıyordu.

Hafta sonları, Mayıs ve Haziran aylarında, biz genellikle dört arkadaş, ailece, yüzme havuzlarına giderdik. ODTÜ’nün Mogan gölüne, diplomamın fotokopilerini vermiştim, arabanın önüne sererler hepsi Necdet olarak göle girerdi: Bülent Üstünel, hesap uzmanı, eşi Selma; Ergün Bayraktar, MTA da müfettiş, eşi Fatma-Fatoş; Özden Sezer TRT’de Denetimde, eşi Handan, eşlerin hepsi Kız Teknikten eşimin sınıf arkadaşları. Murat’a teklif ettik o da katıldı bize. O da bizi evine davet ediyordu, gitmiştik bir kere. Babası çok zengin olmalıydı. Önümüze bir kiraz sepeti dolusu çam fıstığı içi getirmişti. Hepimiz ailece avuçlayıp yemiştik. Önceleri komutanım diyordu bana sonra abi demeye başladı. Kızım Beste 9 yaşındaydı bir gün “Ben Turgut Özal amcamın omzunda, boynunda büyüdüm, bak sen de ‘Murat amcamın boynunda büyüdüm’ demen için” deyip Beste’yi omzuna almıştı. Nihayet öğrendik, Sayın Adnan Kahveci’nin başdanışmanıydı.

Murat’ın çok muhterem babası vardı, yabancı firmaların avukatlığını yapıyordu. Sizin Ordu Eviniz varsa Murat’ın da “Meşhur bir Restoran” adını verdi orası var istediğiniz zaman yiyin için ben öderim demişti. Ayıp olmasın diye birkaç defa gitmiştik. Sülalesinde tasavvuf alanında bilge kişiler olmalıydı, güzel dokümanlar göstermişti bana. Atatürk’ün bakanlarında biriydi dedesi, Salah Birsel. Kısaca ağzında altın kaşıkla doğmuş bir çocuktu Murat. Hiçbir çiçek yetiştirme zahmetine katlanmadan bütün çiçeklerin zevkine varıyor, keyfini sürüyordu. Genelkurmay’a gelmeden sabah erken saatlerde Sheraton Otelde yüzdüğünü söylerdi. Zararsız, çok iyi niyetli, çok faydalı olmaya çalışan, zeki, sevecen biriydi. Komutanım, abi, komutan abi demesi içten ve samimiydi.

Bir gün Kuvvet Plandan bir albay dostum beni ziyarete gelmişti. “Senin adamlarını yukarda sekreterlik katında, yazıcıların peşinde, hiç görmüyorum, seninkiler pek çalışmıyor galiba” demişti albayım. Ben de “Aman albayım bizimkileri, oralarda, postanın yapacağı işleri yaparken görürseniz esas o zaman çalışmıyorlardır, ben onlara ‘kapıdan gireni görmeyecek kadar işinize odaklanın, eğer omzunuza dokunan olursa ne oluyor diye’ şaşırın” derim, demiştim. Bu durum Murat’ın da dikkatini çekmiş bunu öğrendiğine sevinmişti. Genelkurmay içinde birçok paşanın benimle şakalaştığını, çok sayıda kurmay subayın benimle görüş alışverişinde bulunmak için ziyaret ettiğini, hemen her Ana Silah ve Mühimmat Projesinin, Konsept aşamasında, Plana girmesinde görüşmeye gelinirdi.

Projelerin ‘Gerçekleştirilmesinde’ MSB’den Kuvvetlere çok kişiyle koordine ettiğimi görünce Murat çok etkilenirdi. İlgili Direktifleri çıkarttığım, PPBS, PAPS, NATO Yöntemlerine hâkim olduğum için takılan soruyordu. 1988 yılında Yarbay olmam büyük ve önemli kişilerle görüşmelerimde yararlı oldu sanıyorum. Her çalışmada daha etkili olduğumu düşünüyordum.

Murat bir gün, sabahları Murat Dural ile yüzdüğünü, iyi arkadaş olduklarını anlattı. Nezihi Dural’ı, ambargo döneminde bir filo uçak getirmeyi başaran kişi olarak tanıdığımı ama haksız yere mahkemeye verildiğini söyledim. Böyle düşündüğüme sevinmişti. Sanırım bu düşüncelerimi Murat Dural’a hemen aktarmıştı. Birkaç gün sonra Dural’ın Altay firmasında benim gibi bir “Ağabey” figürüne ihtiyacı olduğunu söyledi. Ben hiç oralı olmadım, paşa olmaya gayret ettiğimi söyledim hatta. Kurmayların bunu itiraf edemediğini oysa her kızın gönlünde gelin olmak yatar, kimse sokak kızı olmak istemez derdim. Aylar geçtikçe bana Altay’da ihtiyaç olduğunu açık etmeye başladı. Emekli olan, Gnkur’da bazı projelerde beraber çalıştığımız, Em. Muh. Yrb. Tuncel Günenç de Altay’dan telefon edip çalışma ortamını anlatmıştı. Murat rapor bekler, işini sorar ama işine karışmaz demişti.

Murat Dural, Ekim 1988’de, bizim evimize misafirliğe geldi. Nazik ve kibar bir beyefendi idi. Murat Birsel üzerinden haberleşmeye devam ettik. Emekli olmamakta direniyordum, geleceğimi parlak görüyordum. Orduya hayatımı borçluydum!

Kasım ayında beş yıldızlı bir otelde yemeğe götürdü beni Murat Dural. Gelirsem, emekli olursam, ne yapabileceğimi, işimin ne olmasını istediğini konuşuyorduk artık. Ne yapacağıma kendimin karar vereceğini söyledi. Aralık ayında Çankaya’da, canlı müzikli bir restoranı ikimiz için kapatmış, yemeğe gittik. Savunma alanında yatırım yapmak istediğini, hangi alanda nasıl bir yatırım olacağına incelemelerim sonucunda karar verileceğini anlattı. 1984’te Tuğgeneral olan Güner Omay paşam, 1988’de Ağustos ayında, terfi edemeyince, Plan Ş. Md. Öğ. Alb. Hüseyin Ağca ile beni rakip görmeye başladığını konuştuğumuzu hatırlıyorum. Genelkurmayda dikkatleri üstümde topladıkça, Omay paşanın üzerime geldiği intibaına kapılıyordum ben de. Kendileri 1992’de, tümgeneral olamadan, tuğgeneral olarak emekli olmuştur.

Omay paşaya sorarsam vereceği cevaptan emindim. Çok zor oldu ayrılma, emekli olma kararı almak. Ordudan ayrılmamak için kendime söz vermiştim hem de ilk gün. Ayrılmak ihanet gibi bir şey geliyordu. Şimdi “Keşke babama da sorsaydım diye düşündüm.” Kendine rakip gören birisinin yüzünden ayrılmak gibi geliyordu. Teklifler de çok cazipti. Savunma sanayiinde yatırımlar yapacaktık. Murat beyin bana ve görüşlerime değer verdiğini sanıyordum. Bu işin geri dönüşü yoktu. Bu gidiş, bu yol, tek yönlü idi. NATO’nun uzmanlara ödediği paradan, benim bir yüzbaşım için ödenmesini sağlayıp onu bir projede çalışmak üzere bir haftalığına Brüksel’e göndermiştim.

 İşte o “Hiçbir kimse, hiçbir şekilde, hiçbir projeye, gitmeyecek deyip ağır küfür ettiği konu bu idi Omay’ın.” Aynı düşünceleri tekrar düşünmemek için bu anıları yazmak bile günler aldı. Anımsamak bile istemiyorum. “Ne eylerse Mevla’m eyler, ne eylerse güzel eyler. Her şeyde vardır bir hayır deyip, emeklilik konusunda daha fazla düşünmemek için, Omay ile daha fazla çalışamayacağımı düşünerek, karar verdim.” “Çok sevdiğim sevgili eşimin doğum gününü, 17 Ocak 1989’u, karar vermenin, fazla düşünmemenin mutluluğu içinde kutladık. Daha fazla görev yapmak eziyet idi.” İki Murat da karımdan bile daha çok mutlu oldu. Pazartesi günü saat 10.00 gibi, Omay paşanın odasına gidip “Komutanım, benim Ordu ile kendime verdiğim bir söz var, ‘Ordunun bana ihtiyacı olduğu sürece, ayrılmayacağım’ demiştim, sizce bu Ordunun bana ihtiyacı var mı?” diye sordum. O da “Kesinlikle yoktur, bundan emin olabilirsin!” demesi üzerine hazırladığım emeklilik dilekçesini kendisine sundum. “Son olarak, o zaman izinlisin, ben sana sonuçtan haber veririm” demişti ve beni eve gönderdi. Sonradan, nasıl bu kadar hızlı oldu bu iş diye araştırdığımda, emir astsubayı, emri üzerine, ‘dilekçeyi doğrudan ve elden K.K.K.lığına benimle elden gönderdi ve acele edilmesi için de kendisinin arkadan telefon ettiğini’ söyledi. “Vardır her şeyde bir hikmet!” Allah’a ısmarladık deyip vedalaşmaya gittiğim GnPP Başkanı Koramiral Güven Erkaya ve Genelkurmay Başkanımız Orgeneral Necip Torumtay, ‘bizden habersiz nasıl olur, bunu bize nasıl yapar’ deyip Omay’a kızgındılar diyebilirim!

Torumtay paşam “Seni yetiştirmiştik, sana güveniyorduk” demeyi de ihmal etmedi. Sevildiğimi anlayarak çıkmıştım makam odalarından. Bunun da bir hikmeti vardır! Gerçekten de varmış sonradan çıktı!

Eski Teknoloji Ş. Müdürümüz Müh. Albay Yalçın Önyürü beni, emekli olduğumu duyunca, aradı ve “Sen niye emekli oldun, sen sivilde yapamazsın, ‘Senin Ahlaksızlığının bir sınırı vardır! Sivilde bu konuda ‘Sınırsız’ olman gerekir” demişti. Çok uzun zaman düşündüm ne diyor ne demek istiyor diye. Orduda her şey ‘Gizli’dir. En düşük gizlilik derecesi ‘Hizmete Özel’dir, bu bile dışarıya sızdırılacak bir şey değildir, ama özellikle her şey dışarıdan, iğneden ipliğe veya mermiden uçağa, ithal edildiği için her alan ve konunun bir temsilcisi vardır. ‘Askeri Camianın’ çevresi sayıları binleri bulan bu ‘Firma Temsilcileriyle’ doludur. Ordunun ihtiyaç duyduğu şeylerin listesini mümkün olduğu kadar önceden bilmek isterler bu kişiler ve dolasıyla ‘Dost’ bilinen her ülkenin binlerce firması. Açılacak ihalelere önceden hazırlıklı olur. Hatta ilgili alanlarda ‘İhtiyaç Listesine’ kendi kriterlerine uygun malzeme ve teçhizatın girmesini sağlamaya çalışırlar, brifing vermeye uğraşırlar. ‘Bizde Bunlar Var’, bunlar sizin ‘Harekat İhtiyacınızdır’ demek isterler. Görev başındayken ziyaretler, kalemden başlayan hediyeler!

Gittikçe büyüyen yakınlaşma ve dostluklar, yemek yemeler hep ‘Bilgi’ almak ve bilgi vermek içindir. Bunları reddetmek ayrı sanattır! ‘Teyit edilemeyen duyumlara göre’ demek lazım.

En yetkili kişilerden, ‘En Gizli’ ‘İhtiyaç Listesini’ almanın belirli bir piyasa değeri vardır! Bu işler uyku kaçırır! Huzur bozar, bu eşik bir kere atlanınca, geriye dönüş olmaz, hiçbir şey eskisi gibi olmaz!

Madalyonun öbür yüzü de vardır. Batıda ‘Sanayinin Raflarında Ne Olacağını Saptayan Konseptler’ vardır ve biz de ‘Konsept’ geliştirmeye başlamıştık. “Peki bu Yerli ve Milli sanayiden bile bu kadar gizlilik ne oluyor, neden?” denebilir. Akredite edilen ileri gelen sanayicilere yatırım için brifingler verilerek önceden ihtiyaç duydukları bilgiler verilebilir!

Mart 1989 başında, Akay yokuşunda, Dedeman otelinin karşı köşesinde, bulunan Altay’ın 2-3 katlı binasına, Askeri Görevleri geride bırakıp, işe başlamaya gittim. Herkesle tanıştırıldım, tüm bina gezdirildi, caddeye bakan güzel köşe oda bana ayrılmıştı. Kartvizit basımı için önerilerim alındı. Bir güzel sekreter bana tahsisli olmak üzere sekreterlerle tanıştırıldım. “Savunma Yatırımları Daire Başkanı” yazıyordu kartımda, arkası İngilizce olarak. Mesai saatleri belli ama bizim istediğimiz zaman istediğimiz yere ve kişiye gitme iznimiz vardı, Baş Sekretere, haber vermek nezaket icabıydı. Maaşım, o zamanki Paşa Daire Başkanları kadardı, ayrıca yılsonunda prim de vardı.

Anılarımı okuyan Cemal Alagöz arkadaş der ki “MSB’de STINGER durdurulmak istendi, J-5’te, ‘Kuvvet Planda’, Kur. Alb, Ayhan Özbek’e gittim “Aman çok önemli” dediği için devam edebildim!” Teyit edici bilgi!

NIAG Mucizesi

            Murat bey, ‘sen şimdiden paşalığa terfi etmiş durumdasın’ demeye getiriyordu. Buraya kadar her şey çok güzeldi. Arabama da bina girişinde park yeri buluyorduk. Altay’daki diğer mesai arkadaşlarım, Em.Yb. Tuncel Günenç başka ihaleleri, sonradan bize katılan İs. Alb, Nurettin Atamtürk başka ihaleleri takip ediyor ve her Pazartesi sabah saat 10.00’da Murat beye rapor sunulurdu. Benim henüz rutin bir işim yoktu. İhale izlenmesi durumunda çok pişman olurdum emekli olduğuma, yapabileceğim veya bildiğim bir iş değildi. Bana özel bir iş de verilmiyordu, kendi işimi kendimin bulması, yaratması gerekiyordu. Hangi alanda, nasıl bir yatırım yapılabileceğini araştırıyordum. Bir gün Murat beye, “CNAD veya NIAG toplantılarına katılabilir miyim” diye sordum. Kendileri bana “Necdet bey, hangi toplantıya katılacağınızı ben size söyleyemem, siz karar verin, ne zaman nereye gideceğinizi sekreterlere söyleyin, en yakın Hilton veya Sheraton otellerinden yer ayırsınlar, biletinizi alsınlar, muhasebeciye de kaç günlük gideceğinizi söyleyin ki harcırahınızı hazır etsin” deyip topu bana pas etti. Bu hiç beklemediğim bir cevaptı, ne güzel bir işti bu! Allah’ın bir Hikmeti daha! Önce, CNAD-Conference of National Armaments Directors-Milli Silah Direktörleri Konferansı’na bağlı, Kara, Deiz ve Hava Silahlanma Gruplarına eş olan, NIAG-NATO Industrial Advisory Grup-NATO Sanayi Danışma Grubu toplantısına katıldım. Bu toplantılar genellikle Brüksel’de yapılırdı. İlgililere bildirdim, nihayet Paşalar, beyler gibi bir toplantıya katıldım.

Bir türlü Genelkurmayda çok kişiye öğretemediğim gibi ‘faaliyetlerine katılmadan toplantıya katılmamak için, alt grupların toplantılarına da katılmaya karar verdim. Yeni bir alt grup kuruluyordu son gittiğim NIAG’ta, hemen gereken notu aldım o alt gruba da katılacağımı bildirdim. Benimle birlikte SSM-Savunma Sanayii Müsteşarlığından bir üst düzey yetkili Sayın Birol Altan da NIAG toplantısına katılmıştı. Hatta bir iki birlikte katıldığımızda, “Siz sürekli katılacaksanız, ben resmi görevli olarak bu grubun yapısına uygun değilim, sizin katılmanız ve Masada Türk Savunma Sanayiini Temsil etmeniz daha uygun olur” demişti. Ben de sürekli katılacağımı söyleyince gerçekten kendisi katılmaktan vazgeçti. Beni Genelkurmay’dan tanıyordu, gidip gelirken birlikte çok vakit geçirdiğimiz oluyordu. Bir gün, Altay’ı çok küçümseyerek bana “Siz de para kazanmak için mahalle bakkalında iş bulmuşsunuz” demez mi? “Oradan öyle mi görünüyor” diyebilmiştim. (Birol’cuğum bu büyük lafının altında kaldı, birkaç sene sonra, TUSAŞ’ta, Murat beyin temsilciliğini yaptığı Lockheed firması ile Martin Firması birleşti ve Lockheed Martin firmasının etkinliği artmıştı. SSM’de işi biten Birol, TUSAŞ’ta iş bulabilmek için ‘Bakkalın’ peşinde koştu, Altay’ı ziyaret etti, etkisinden yararlandı, TUSAŞ’a girdi. Allah büyük!)

            NIAG toplantısının gündemindeki konuları ele alarak, ülkelerin tartışma ve görüşlerini de kapsayan kalın bir rapor hazırladım, sekreterler rapora sipiral de taktırınca kitap haline geldi. Bu kitapları MSB Müsteşarı Sayın Tümg. Seyhan Canova paşaya takdime gittik.

MSB’nin ön kapısından ‘Murat beyler geliyorlar’ dedirterek girişimiz, sunumumuz, karşılanmamız ve uğurlanmamız Murat beyin de benim de çok hoşuma gidiyordu. İhaleler nedeniyle bilgi verilmemeye çalışılan olurken kapıların açılması ve paşaların görüşür oluşu çok önemliydi tabii. Aynı raporların birer kopyasını, gündem maddelerinde ilgili konular var diye, Murat beyin imzasıyla, bir yazı ekinde, Gnkur Başkanlığına ve Kuvvet Komutanlıklarına gönderilmesi gerçekten bugüne kadar olmayan bir sükse idi. Böyle sonuçlanan birkaç toplantı sonrasında ‘neden Altay mensubu katılıyor da MKEK katılmıyor’ diyen üst düzey paşalar çok olmaya başlayınca, beşinci senede MKE’den sayın Yavuz bey de katılır olmuştu. Sadece Toplantıya!

            NIAG’ta kurulmasına karar verilen Alt Grubun toplantısına katılınca orada öğrendiğim bir gerçek beni de ‘Şok’ etti, çok şaşırttı. Ben ki 20 yıllık görev sırasında NATO’nun her düzeyindeki, Konseyden Uzman Gruplarına kadar, toplantılarına katılmıştım. Ama NIAG’ın Alt Gruplarında uzmanlara para ödendiğini hiç duymamıştım. MND sonrası, Prefizibilite Çalışmaları finanse ediliyordu. NATO Konseptlerini gerçekleştirmek üzere, MND-Mission Need Document-Görev İhtiyaçları Dokümanları, Genelkurmay Başkanlarının toplantılarında onaylanmakta, bu İhtiyaçlar, bugünkü deyimle ‘İsterler’, Ön Yapılabilirlik ve Yapılabilirlik aşamalarından sonra ‘İşbirliği Projeleri’ olarak, ‘Katılan Ülkeler’ arasında müştereken yürütülmekte. Bir süre için katılacak ülkelere açık olarak yürütülmekte, daha sonra ‘Kapanarak’ yeni katılımlara kapanmaktaydı.

Bugün girmeye çalıştığımız ama alınmadığımız SAM-T ve Tyhoon, projelerine önce girebilirdik, sonra olmaz. Müşterek projelerde hiçbir ülkenin parası, hiçbir ülkeye verilmez, kaç uçak veya sistem alınacak ise toplamın yüzdesine göre ‘İş Payı’ alınır. Her ülke, iş payına düşen parçaları üreten, kendi firmalarına öder. Asker etkinlik kazanır, sanayici teknoloji öğrenir!

            Altay için benim yapacağım iş ortaya çıkmıştı. Toplantılara katılarak yılda yüz binlerce Dolar kazandıracaktım. Benim için de yeni olan bu ‘Para Ödenmesi’ hususunu kimseye söylemedim. Murat bey de “Kimse bilmiyor bu durumu, öğrenilirse bizim katılmamıza izin verilmez” demişti o kadar. Muhasebeci ile kısa bir konuşma yapmıştım, “Nasıl oluyor istediğim toplantıya katılabiliyorum” demiştim o da “Siz Daire Başkanı olduğunuz için Bankalardan bir haftalık görev için 5.000 ABD Doları alırız ve hepsini masraf olarak yazıp vergiden düşeriz, yasal, oysa size verilen günde 100 Dolar harcırah ve otel masrafları azdır.” Böylece gizli anlaşma yapmıştık. Ben toplantılara katılacağım, harcırahlarımı biriktireceğim, geri kalan da Altay’a kâr kalacaktı. Çok kişi ve çok paşa “Nasıl oluyor da bu kadar toplantıya katılmana izin veriliyor” sorusunu sordu. Hepsine de bu hikâyeyi anlattım: “Bir gün adamın biri bardan sarhoş çıkar ve Papazı görür ‘Muhterem Peder AL şu parayı benim rahmetli babama oku’ der. Papaz durumdan vazife çıkarır barın önünde sıkça karşılaşır adamla, uzun bir süre sonra belki de az sarhoş olduğu bir akşam ‘Peder, uzun zamandır biz bir iş yapıyoruz, babama yararı oluyor mudur?’ diye sorar.”

            “Papaz, ‘evladım benim çok işime yarıyor ama babandan emin değilim’ der.” Yani, benim işime yarıyor ama Murat beyden emin değilim der geçerim. Toplantı dönüşü raporlar bastırıp paşalara takdimler ve yazıyla raporları ilgili ve yetkililere göndermek büyük keyif veriyordu. Yine ve yeniden Allah’ın Hikmeti! Başka ne iş yapardım tahmin bile edemiyorum, düşünemiyorum!

            Ülkelerin savunma sanayilerini temsil eden kişiler o ülkelerde önemli sanayilerin önemli kişileriydi. Murat bey bunları avlamakta da uzmanlaştı. Türkiye Savunma Sanayisini temsilen, tam “7” sene NIAG Toplantılarına katıldım. Ankara Sheraton Otel’de NIAG Toplantısı düzenledik, çok paşa ve üst düzey yetkiliye yemekler verip hediyeler sunduk, özel kitaplar bastırdık, dağıttık. O tarihlerde Sivil, Sanayici, Firma yetkilisinin resmi kişilerle görüşmesi hoş karşılanmazdı. Biz ise ziyaretler yapıyor, takdimler sunuyor, görüş ve önerilerimizi anlatıyorduk hem de en üst yetkililere. Bu iş böyle ne kadar gidecek merak ediyordum, bu düzen bozulacak ve ben herkesten, ‘Bilgi Saklamış’ olarak düşünülecektim, kredim düşecekti. Eziklik hissetmeye de başladım. MKE’den katılan Sayın Yavuz Bey kimseye bir şey anlatamıyor, kimseyi alt gruplara katılmaya ikna edemiyordu. Bir kere katılsalar para alacaklardı, Birol Altan da katılmamış, kimseyi göndermemiş, sırrımız ifşa olacak, öğrenilecek, her şey ortaya çıkacaktı ve ben de işimi kaybedecek ama rahatlayacaktım. Bu işin böyle sonuçlanması kaçınılmazdı, ne kadar geç olursa o kadar iyiydi benim için, yapacak ve söyleyecek bir şey yoktu, Allah’ın Hikmeti! Ne diyebilirim ki 7 sene sürüdü!

NIAG – Necdet Için Ayarlanmış Görev

 

            Savunma sanayi konusunda birçok seminer ve sempozyum oluyor, hepsinde ben takdimler yapıyor, tartışmalara katılıyordum. Her zaman NATO konusunda başrollerdeydim hangi arkadaşım dedi önce bilmiyorum ama bana “Hep NIAG’dan bahsediyorsun ne olduğunu bilmiyorsun, NIAG-Necdet İçin Ayarlanmış Görevdir” dendi, benim de çok hoşuma gitmişti. SASAD-Savunma Sanayi Derneği kurulmuş, Altay da bir üyesi olmuştu. 1996 yılında, MSB’de bir birim oluşturuldu ve CNAD ve NIAG Faaliyetlerini Koordine edecekti. Komuta Katına takdimlerimiz Projeleri ön plana çıkarıyordu ama Altay’ı rakiplerinden öne çıkarması çok ses getirir olmuştu. SASAD bu konuda etkin olmaya çalıştı ve MSB’nin kendilerine Görev vermesini bekledi ve istedi. MSB’de oluşturulan ‘Koordinatör Ofis’ kendilerinden izin alınmadan NATO faaliyetlerine firmaların katılımını yasakladı. Son olarak katılmak istediğim NIAG Grubuna bizim katılmamız uygun bulunmadı. Altay’da, Murat da sinameki bir Finans Müdürü almıştıı, bizim harcırahları kontrol ve azaltma herifin zevkiydi. Yedi sene sonra işin eski zevki ve keyfi kalmadı. Tüm ortamımda ‘Gözde’ kişi olmam bitmişti, yerime başkaları, eski NIAG’cı olarak, Birol bile, göz dikiyor, bazı emekli olmak isteyen albaylar da, Murat’a, ‘Ben daha iyi yaparım’ diyorlardı sanırım. Yeter idi bu kadar, NATO’nun para alınan kısmını da keşfetmiş, iyi de yararlanmıştık. Bu para alış hayatımı kurtarmıştı, ne yapacağımı bilemediğim durumda ‘Hızır’ gibi yetişmişti. Gerisi rutindi, yapılırdı!

Saydam ve Almedahl Mucizeleri

 

15 Ağustos 1997’de, çok sevdiğim eşime ‘Sana gene sade bir emekli yarbay olarak dönüyorum’ demiştim. Altay’ın bitişini de Cin-Tonik ile kutladık. 16 Ağustos sabahı saat 10.00 gibi “Seninle çalışmak istiyoruz” denmesi yine büyük sürpriz olmuştu. Hikmet!

Tasavvufun Bilge Kişisi Ahmet Hançer, namı diğer Hacı Abi veya Hacı Bey, 1983 yılında Çankaya’daki lojmanımıza geldiler ailece. Uzun bir süre, Eylül ayında, kaldılar. Bana “Senden hiçbir bilgi saklamadım, bütün bildiklerimi öğrettim” dedi Bilge kişi! “Benden sonra Osman amcana gidersin” demişti. Ekim ayı başında ben Brüksel’e toplantıya gittim. Toplantıda vefat ettiği haberi geldi, sanki veda ediyordu, son sohbetlerimizde bunu anlamalıydım. Gerçekten de kısa bir müddet sonra Bursa’da, Osman amcaya talebe oldum. Böylece o da talebe almaya başlamış oldu, kısa zamanda birçok talebesi olmuştu. Bir tanesi de Serdar Saydam idi. Saydam Tekstilin genç veliahdı.

16 Ağustos, 1997, Sabahı saat 10.00 gibi, Serdar Saydam “Abi seninle çalışmak istiyoruz, Osman amcan da (kendisi Efendi Baba-EB-derdi) yanımda” demişti. Hemen Bursa’ya gittim. EB ve birçok talebesi Saydam Tekstilin fabrikasında çeşitli görevlere başlamışlardı. İşinin ehli kişiler sayılamazlardı ama öğrenmeye, ellerinden geldiğini yapmaya çalışıyordu herkes. Belirli bir düzen kurulmuş çalışmalar başlamıştı.

“Bana hangi konuda ihtiyaç duydunuz?” dediğimde, Serdar, “Sen yurt dışına çok gitmiş gelmiş bir kişisin, kendi işini kendin yaratırsın” dedi. İyi düşünmüştü. Babası, tüm işleri, bütün fabrikayı tek oğluna bırakmıştı, tek yetkili kendisiydi. Babası Selahattin bey çok muhterem birisiydi, işinin ehli, vizyon sahibi birisiydi. Ben Serdar’a “Ben 20 yıl ARGE uzmanı olarak çalıştım. ARGE en üst yöneticiye bağlı olur, sana rapor vereyim, Bir ARGE’cinin ilk işi de hangi konuda araştırma yapacağını araştırmaktır.” Dedim. Kabul etti, maaşım da 1.500 ABD Doları olacaktı. Her şey çok güzeldi hemen işe başladım. Fabrikanın tüm ilgili ve yetkili kişileriyle görüştüm, faaliyetlerle ilgili raporlar aldım, herkes her soruma cevap veriyordu, talimat öyleydi Patrondan. Gördüm ki ihracatı artırmak en öncelikli konu idi.

Çok ülkeye ve çok firma ve fabrikaya, biz bunları üretiyoruz, yatırım dâhil her türlü işbirliğine açığız diye faks ve e-mailler attım. Çok yerden cevaplar geldi. İhracatı artırma fırsatları yaratıldı. İsveç’ten gelen mesaj ve numune örnekleri diğerlerinden çok farklıydı. Bana, ‘biz bunları Türkiye’de dokutmak istiyoruz’ diyorlar ve pamuklu dokuma örnekleri göndermişlerdi. Serdar “Biz ‘asetat’ ipliği dokuruz, pamuk uçuntu yapar, fabrikaya pamuk sokamayız, bunları Özdilek gibi firmalar yapar abi” demişti. Numunelerimi aldım mesai sonrası bir çok firmaya götürdüm. “Olur, dokuyabiliriz” cevapları almıştım. İsveç’in Almedahl firmasına şahsımın “One man show-Tek kişilik firmam var Saydam firması bu tür dokumaları yapmıyor” dedim.

Gelen cevap “Biz de seninki gibi bir firma arıyoruz, temsilcilik yapacak, istediğimiz kaliteleri, istediğimiz fiyattan üretecek firmalar bulacak, birine ihtiyacımız var” dediler. Bu haberler üzerine, girişten üç ay sonra Serdar ile tekrar anlaşma yapıp işten çıktım, üç ay için iyi maaş ve ikramiye almıştım. Sağ olsun Serdar! Yine ve yeniden, kalben, Allah’ın Hikmeti ve İhsanı ile karşılaştım, ben öyle olmasını isteyemezdim bile!

1997 Kasım ayından itibaren, tam 20 yıl sürecek, çok zengin olacağım, hiç beklemediğim kadar verimli geçen, Almedahl dönemi başladı. Stor perde üretiyorlardı, pamuklu dokumaya son vermişler yurtdışından almaya başlıyorlardı. Bursa, İnegöl ve Denizli’de tekstil firmalarını ziyaret ettim. Çok farklı deneyimler yaşadım, çok farklı bir alanda çalıştım, patronlarla doğrudan muhatap oldum.

Genel Müdürlerle konuştum, ilgili kişiler çok yetkiliydi. Bursa’da adını şimdi hatırlamadığım bir firmanın genel müdürünü akşam saat 20.00 gibi ziyaret ettim. Tam kapıdan çıkıyordum ki bana “Siz memur hatta asker emeklisisiniz değil mi?” dedi. Evet deyince, emekli yarbay olduğumu duyunca buyurun dedi ve yer gösterdi. Oturduk sohbet ettik. Bana “Siz sipariş vereceğinizi söylüyorsunuz, oysa bana sipariş verecek kişiyi ben İstanbul hava alanında karşılarım, otelde kızlarla ağırlarım, sonra alır gelir fabrikaya iş yaparım” demezmi. “Anladım çok güzel ve doğru tespit” dedim. Müdür bey çok haklıydı, bu iş böyle yapılmazdı. Ne zaman, kime, ne diyeceğimi bilmem gerkirdi.

Bu da güzel bir Hikmetti! Ertesi gün numune kataloglarını alıp gittiğim, Bursa, Demirtaş’taki bir firmaya girdim ve önce “Ben emekli Yarbayım” deyince “Komutanım arkadaşım şimdi gidiyor, bir dakika oturun” dedi. Arkadaşı gidince, “Ben bu işlerden hiç anlamam, yeni iş olarak Almedahl’in temsilciliğini yapıyorum, bana numuneler gönderdiler, bunları yapabilir, dokuyabilirseniz, yetkililer gelecek, fiyatta anlaşırsanız, sipariş verecek, ben de üretim ve kalite kontrolü yapmaya, sevkiyatın yapılmasına, çalışacağım” dedim. Önce bana yardım etmesi için ricada bulundum. Adamın çok hoşuna gitti, pamuklu dokuma örneklerini görünce arkadaşının geri dönmesini söyledi ve birlikte hangilerini yapabileceklerini belirlemeye çalıştılar.

Bir gün Bursa’dan Ankara’ya giderken, İnegöl’de de olabileceğini söyledikleri için, sanıyorum ‘İSKO’ firmasıydı, uğradık. Akşam gene 20.00 gibiydi. ‘Almanlarla görüşüyor, biraz bekleyin müdür bey sizinle de görüşecek’ dendi, başladık beklemeye. Genellikle on-on beş dakika sonra gelen giden olmazsa giderdim.

 Çok sevdiğim sevgili eşim Hüsniş’imle bu sefer oturduk, onun önerisiyle, belki de gelince özür dileyecek ne biliyorsun demişti. Haldun Ekincioğlu, Teknik Müdür, bizi kabul etti, yarım saat kırk beş dakika sonra. Özür dilemedi diye hatırlıyorum ama önce “Almanlar bizim en iyi müşterimiz” deyince ben de “Bir gün inşallah biz de sizin en iyi öüşteriniz oluruz” dedim. Öyle de odul Haldun Bey kataloglarımı inceledi “Bir çoğunu yaparız, hem de iyi kalitede yaparız.

Yalnız buradaki tezgâhlarda değil, Bursa Otobüs Terminali’nin, Jandarma’nın, karşısındaki, kendi, Ekincioğlu Firmasının tezgâhlarında, yaparız” dedi. “Yapın da nerde olursa olsun hatta orası benim, Ankara’dan geliş gidişim için daha uygun, kalite kontrol ve sevkiyat raporları için fabrikaya gece gündüz olmadık, beklenmedik saatlerde otobüslerle, gelebilirim” demiştim.

“Kasım ve Aralık aylarında çok firmaya ziyarete gittim, sizin numuneleri götürdüm, sizin için çalışıyorum, masraflarım için, bir ödeme yapar mısınız?” diye Almedahl’e sormuştum. Beklediğim masrafların karşılanması idi. Ulf Stensby, Almedahl’in Siparişlerini veren yetkilisi, firmanın kalite kontrol müdürü ise Bertil Andren idi. “Bir altın madeni buldun, kazıp altın çıkarmadan, altın sahibi olamazsın!” diye cevap vermişti Ulf. Masraflarımın hiçbiri karşılanmadan koşturuyordum yine. Olumlu ve ümitli bir firma buldum “Deneme siparişi verecek misiniz?” deyince sanırım 100 veya 500 metre deneme üretildi. Tarif ettikleri şekilde numune firmaya gönderildi ve sonuç çok olumlu idi. Gelip görmeyi, tanışmayı istediler.

İstanbul’a gelecekleri günü bildirdiler. Benim de ertesi gün Ankara’dan Bursa’ya gideceğimi, Otobüs Terminalinde buluşabileceğimizi yazdım. Beşiktaş’ta Hilton otelinde kalıyorlardı, Esenler Otogarına taksi ile gitmelerini ve oradan şu otobüslere binmelerini yazdım. Terminalde geleceklerini düşündüğüm saatte, yabancı olabilecek kişilerin karşısında durdum.

Telefonunu çaldırdım, karşımdaki Ulf idi. Adamlar bu dediklerimi yaptılar ama ilerde “Adamın teki bize terminale gidip otobüs peşinde koşmamızı söyledi, sabahın köründe neler çektik” deyip çok anlattılar bu olayı. Benim arabamla İstanbul’a gelip, onları otelden alıp, Bursa’ya götürmemin en uygun olduğunu, sonra, zengin olunca, anladım. Ekincioğlu ile işler çok iyi gitti, “İyi ki eşimin önerisiyle ilk gece terk edip gitmemişim” dedim hep. Yine Hikmet! Çok kısa zamanda çok para kazanmaya başladım. NIAG mucizesinden sonra Almedahl mucizesi için sürekli “Çok şükür, bin şükür!” demişimdir, hala da diyorum. Hemen 1992 model arabamı değiştirdim 2.000 motor aldım 2004’te. 2006, 3 Ekim’de ise, eşimin bana, 60.cı yaşımda, doğum günü hediyesi olarak, sıfır kilometre, “E 200 Mercedes” alması, ikimizin de hoşuna gitmişti. 1968’de tayin olmadan aradan çıksın diye ehliyet için ders almaya başlayınca kulağımıza “Kayınpederinin Mercedes’ine göz dikti galiba” denmesi bizi çok üzünce eşim, “Bizim de olur” dediğinde “Oooho 60 yaşında belki” demiştim. İşte bu kehanet gerçekleşmişti! Her zaman belli başlı olaylarda, Allah’ın Hikmeti hoşuma gidiyor, İyi ki geldik dünyaya yaşamak çok güzel!

Ekincioğlu Tekstil, küçük bir fabrikaydı, 2.000 ekonomik krizinde, Almedahl sayesinde o kadar zengin oldu ki, fabrikasını üçe dörde katladı. İki ayda bir, üç büyük konteynır gönderiyorduk İsveç’e. Yılda iki defa Ulf ile Bertil geliyor, Bursa’da yiyip içip geziyorduk. İş için gelinmiş olsa da doğruca Bursa’ya gidilmiyor, Müdürün dediği gibi ‘Siparişler için İstanbul’daydık’.

 Ekincioğlu’nun yatıyla, Boğaz turu atıyor şampanya içiyorduk, akşamları boğazda yemekler, evlerde barbeküler. Birkaç defa da biz İsveç’te ağırlandık uğurlandık, gemilerle fiyort turları, yemeler içmeler en lüksünden, benim otel masraflarım da ödeniyordu. Bana her yerde her şey ücretsizdi. Sevgili eşimle çok güzel yıllar geçirdik Almedahl sayesinde!

Bir keresinde bizi dağ evinde ağırladı Ulf. Yolda giderken hemen her evin önünde uzun bir direkte bayrak asılıydı dikkatimizi çekti ve ‘Biz çok Milliyetçiyiz’ dedi. Ama biraz ilerde tepede bir bayrak gördük. Türk bayrağı idi, durduk incedik doğruydu, bizimkiydi. Hayretler içinde yola devam ettik. Gittiğimiz ev orasıydı, kendisi bizim bayrağı çekmiş bizi götürüyordu. Her ziyaretlerinde biz de Ekincioğlu ve Küçükçalık firma direklerine İsveç bayrağı çekiyorduk. Jest yapmıştı Ulf.

Yirmi sene sonra 2017 yılında işler tersine dönmeye başladı. Türkiye’de, Almedahl’e rakip firmalar çoğalmaya başladı, aynı tip ve desende stor perde üretebilen firmalarımız sayesinde, Almedahl dünya çapında hızla Pazar kaybetti. Yerli ve milli firmalar bilgisayar desenlerinde de başarılı idiler. Fiyatları daha düşük tutabiliyorlardı. Frankfurt gibi yurtdışı ve yurtiçi, HomeTex-Ev Tekstili fuarlarında rakip tanımıyorlardı. Bana gene eve dönüş görünüyordu. “Olsun, her şeyde bir hayır vardır, her şeyin bir hikmeti vardır” deyişim doğruydu. Hayal edemeyeceğim kadar para geçti elimden, çok vergi ödedim, çok şükür. Hatta muhasebecim, vergi diye verdiklerimi yatırmamış.

Vergi borcum nedeniyle, Tur ile ailece geziye giderken hava alanından geziden geri gönderilmiştim polis tarafından. Beş vakit abdest-namazında olan muhasebecim hala bana olan borcunu ödemeye çalışıyor. Abi senden helallik alıcam demişti, inşallah!

            Yıl 2004 civarı, Almedahl’in Çarşaf Takımları üreten Bölümünden bayan Anette bana “Bize de yardım edermisin?” mesajı attı. Ben de “Ben Almedahl adamıyım, tabiî ki yardım ederim” demiştim. Bu konuda Ulf’ün de onayını almıştım. Yeni bir işim oldu hiç yoktan, ben istemeden! Hikmet!

            Bir çok firmayı buldum istedikleri kalitede çarşaflık dokumaları yapan. İsveç’te desen geliştirip basıp pazarlıyorlardı. Numuneler gönderiyorlardı onlar da. Ben numuneleri çeşitli firmalara götürüp dokutuyordum. Anette’ler de geldiler, gezdirdim, yedik içtik her şeyi ödediler. Ayrı bir güzel gelir kapısı çıkmıştı. Aynı şekilde “Yaşamak çok güzel, iyi ki geldik dünyaya, bu işlerin 10 katı olsa benim onda birimi doldurmaz, çok şükür, bin şükür” deme de dur!

            Anette kendi işinin yanında, kısa bir süre sonra, babasına da yardım edip edemeyeceğimi sordu. Ben de hemen tabiî ki kabul ettim. Babası Bjorn Hedendahl’in işi ‘Parti Malı’, depolarda kalan ‘İkinci Kalite Mallar’ idi. Bir süre sonra Bjorn’u, İnegöl ve Bursa’ya, “Küçükçalık ve İpekere” götürmek yeterli oldu. Buralardaki depoları çok sevdi. Depoda kendini kaybediyor, “Sen git iki saat sonra gel, beni kumaşlarla yalnız bırak” diyordu.

            Aldıklarını ‘Proforma Fatura’ kesip önce ödüyor sonra sevkiyat yapıyorduk. Firmalar için peşin para çok cazip idi bana, ben istemeden komisyonumu veriyorlardı. Bjorn da komisyon veriyordu. Şükür, bin şükür! Bu iş, bu 2023 yılının başına kadar sürdü, Bjorn büyük bir kalp krizi ve ameliyatı geçirdi, hala hasta ve hastanedeymiş. Arkadaşım umarım en kısa sürede iyileşir! Kızı Anette, bu işe devam etmek istiyor!

            Yıl 2012 gibi idi, bizim yazlık ev ikiz villa tipidir. Bitişik komşu Hakan’ın Antalya’dan, Hakan adında arkadaşı geldi. Bir iki gün kaldı. Bir akşamüzeri “Abi seninle bir şey konuşmak istiyoruz” deyip bizim bahçeye geçtiler. Dökülen atık yağları denizden ve karadan, hatta kirli arazileri, temizleyen ‘Toz’ üretip satıyorlardı. “Bize yardım eder misin” demezler mi? Nasıl kırılır komşularım? Bu iş hala devam ediyor. Antalya’dan Hakan şimdi telefon etti. “MSB’ye telefon ettim, işte bu telefondan konuş, brifing verin anlatın tüm Silahlı Kuvvetlere satın” dedim bugün. Hakan da biraz önce telefon etti “Abi iş senin sen brifing verilmesini sağla, biz brifing verelim, kiminle görüşeceğimizi sağla biz gidip görüşelim, kim alacaksa alsın biz sana komisyonunu verelim, lütfen kabul et” dedi. “Tilkiye kızarmış tavuk sever misin demişler, gülmekten uzun bir süre konuşamamış, ‘Tebessümden Ağzımı Toplayabilsem’ cevaplıycam demiş! Ben de artık bu ‘Anılar’ Kitabından başımı kaldırabilsem, iş yapmaya başlasam iyi olacak. Annem “Akarken doldurmalı, sonra ararsın, işten artmaz dişten artar” derdi hep. Büyükler, “Özel sektörde emeklilik yoktur” demişler!

            Anette, zaten toz işini İsveç’te babasının yerine yapmaya çalışıyor. Umarım oradaki müşterileri de toparlar ve işe devam eder benimle birlikte. İnşallah!

            Sayın okurum, buraya kadar okudunuz da sevdinizse ben de sizi sevdim. Bizim ‘Devre’ deidiğimiz Harp Okulu mezuniyet ve terfi yılı esas alınarak, kaçlı olduğumuz, önemlidir. Aynı devre mezunları birbirlerini okuldan tanırlar. Ben de ‘65’li oluyorum. Devremizde beni Genelkurmaydan tanıyan Paşalarımız da vardır. Devre Gruplarında yazdığı için, hatta ‘paşam’ ne oluyor biz arkadaşız, diyen Emekli Tümgeneral Yaşar Karagöz unutulur mu hiç. Grupta yazmıştı, “Ben seni biliyorum, seni hiç tayin etmediler, ben geldim gittim sen hep oradaydın, sen ‘En Büyük Genelkurmaylısın’ demişti de, anılarımızı konuşunca, sen otur yaz bunları demişti bana Yaşar! Yazdım işte Yaşar Paşam! Aile boyu sağlıklı mutluluklar, sevgiler hepinize ey 65’liler!

            Yeni okurlar için söylemem gereken bir husus var sanırım. 1960 Askeri müdahalesinden sonra Genelkurmay Başkanlığının özel Kanunu çıkarıldı. Bugünkü gibi MSB lığına bağlı değildi. Normali bu ama o zaman anormal koşullar vardı. ‘ABD etkili’ bir durum denebilir. Hatta İç Hizmet Kanununa bir özel madde bile eklettiler, tabii tavsiye ile. Ordu, uygun gördüğü durumlarda müdahale edebilir denildi. Bu nedenlerle Genelkurmay Başkanlığının çok özel bir durumu vardı. Doğrudan Başbakana bağlı, Kuvvetlerin tam hakimiydi, Direktif, Onay Makamıydı. Karargâhı bilirdim. Özel durumdan yararlandık, ‘Ben de vardım’ diyebilirim!

SONSÖZ

 

            Umarım yazdıklarım vaktinize değmiştir. Tasavvuf konusunda dört kitabım çıktı, hepsini bir kitapta toplamayı düşünüyorum ama Google’a Necdet Altınay yazarsanız Blogum çıkar hepsi oradadır. Anadolu Halkı, Anadolu Erenlerinden, her şeyi öğrenmiştir. Halk aynen Hakk’tır, Gökten iğne düşse ‘Gayriye’ değmez, ‘Allah ü Ekber’ demek sadece ‘Allah Büyüktür’ demek değildir, o kadar büyüktür ki O’nun olduğu yerde gayrisi bir ‘Zerreye’, zerrenin sevgisi gibi bir manaya bile yer yoktur!

      Tasavvufta ‘Vuslat’ kavramı vardır, Hakkı bilmek, Hakka ermek, Hak ile buluşmak anlamlarını taşır. Tevhit ilmi, insanın kendini vermesini, kendinden vazgeçmesini ister. Anadolu erenlerinin ocaklarında Kuran ilmi öğretilir. Dervişlere alması gereken dersler verildikten sonra özümlemeleri beklenir ve uygulamaya geçilmesi önerilir. Bu amaçla ‘Halvete Giriş’ kavramı anlatılır. Halvetin kırk gün gibi uzun bir süreyi kapsadığı bilinir. Küçük bir hücrede, minimum ihtiyaçları karşılanarak, Dünya’dan elini eteğini çekerek, tefekkür etmesi beklenir. Atamızın tercüme ettirdiği Tevilatı Kaşaniye kitabında anlatıldığı gibi her insana ‘Benlik’ kazandıran ‘Efal-Sıfat-Zat’ kavramlarının aslında Allah’a ait olduğu ilmi öğretilir. Bu makamlar Fenafillâh makamlarıdır. Bunların yerine Hakkın efali, sıfatları ve zatıyla yeniden dirilmesi beklenir. Kuranın bu makamları, ayetlerde ayrıntılı bir şekilde anlatılmıştır.

Yeniden dirilişin Hakkın efal, sıfat ve zatıyla olabileceği öğretilir. Halvete giren kişinin tefekkürle oluşturduğu vakum ortamında Hakkın verdikleriyle, Hakka kavuşur. “Yokluktan, enerji, ‘Boşluk’ ortamına, çıkıp var, sonra da hemen yok, olabilir!”

Kuran, insana kendisinin var olduğunu zannettiren en önemli üç hususun ‘Efal’, ‘Sıfat’ ve ‘Zat’ olduğunu söyler. Şöyle ki, ‘varım, çünkü istediğim gibi hareket ediyorum, yiyor, içiyor, tutuyor, geziyorum’ der. İkinci olarak, ‘çok çeşitli sıfatlara sahibim, ana, baba, evlat, eş, meslek sahibi, iyi, kötü davranışlarım var, güzel, çirkin, sıfatlarım var’ diyebilir. Son olarak da, ‘bir vücudum var, maddi ve manevi benliğim ve kişiliğim, kimliğim, zatım vardır’ der. “İnsan, Allah’ın hayatıyla hay yani diri, ilmiyle âlim, nefsiyle kaim, fiiliyle fail, sıfatıyla mevsuf, vücuduyla mevcuttur.” (2 Bakara, 255) Kişinin, ayrı bir varlıkmışçasına var olduğunu iddia etmesi bir ‘zan’dır. İnsanın, ‘zan’larından kurtulması tam bir imandır!

            O vardır, Gayrisi yoktur ise “Biz” kimiz, neyiz, nerden gelir, nereye gideriz. Kul Allah’ta kul ise, Allah kuluyla, kul kiminle? Ezberleyince ananemden 2.5 TL kazandığım Ayet el Kürsi’ye, Bakara 255’e göre “Kul, Allah’ın ilmi ile alim, nefsi ile kaim yani ayakta, hayatı ile hay yani diri, efali ile fail, sıfatı ile mevsuf, sıfatlanmış, vücudu ile mevcuttur.” Olsun! Biz yine de “Ben!” demeye bayılırız, hatta demezsek çatlarız. Hep biz yaparız, yalnız biz varız. ‘Özgür İrademiz’ yoktur sadece buna inanma özgürlüğümüz vardır!

            Hayatımda, hayatıma yön veren hiçbir şeyi ben yapamadım, hepsi istediğimin dışında ve üstünde bana verildi, hem de en uygun zamanda ve en uygun şekilde. Verilince, Hikmetini anladım, hepsini yaşadım, Bin Şükür dedim. Her şeyin Hayırlısı olsun! demek marifet sanırım! Kâmil abinin dediği gibi, “Hep O’nun dediği oluyor, hiç benimki olmuyor!

            Teyze kızı Reyhan “Kişi, kendine eder işi!” der. Onun tavsiyesi ile tanışıp yeni evlendiğim, yeni eşim Cahide Sultan da aynı fikir ve kafada. Etme bulma dünyasıdır bu! Eden bulur, inleyen ölür! Kendimize eziyet etmeyelim, ‘Varlık’ iddiasında bulunmayalım, ‘Ne gelirse Haktandır, ne eylerse Mevla’m eyler ve ne eylerse güzel eyler!’ diyelim. Sevgi, Saygı ve Selamlarımla, hoşça kalın!

(Dip Not: Sayın, Sevgili, Muhterem okurum, şimdi farkına vardım, sanki bana hep çok iyi ve güzel şeyler olmuş, verilmiş gibi şeyleri yazmışım. Çok önceleri ‘Bu ikinci hayatım’, bu ‘artık üçüncü hayatım’ demeye başlamıştım. Çok büyük belalar da atlattım. Daha sonra kaçıncı hayatım olduğunu saymaz oldum. Çünkü hayat benim değil ‘Ben Hayattayım’ demeye başladım. O belalardan kurtulan ben olamazdım, ben düşünemez, uygulayamazdım. Neler atlattım, neler!)

                        (Gerçekten insan hiç ölmeyecekmiş gibi bu Dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahret için ‘Düşünüyor’, ‘Çalışıyor’, ‘Kalbimizin, 2.5 m uzayan, Elektromanyetik Dalgaları İçinde Yaşıyoruz’!)

            Gnkur’da kendimi vererek, adayarak, seve seve, doyamadan çalıştım, kimse için değil Herkes için, Kamu için, Babam için, çalıştım. Çok şey yeni yapıldı, düzenlendi, geliştirildi, bugün, sağlam Savunma temeli üstüne Sanayi de sağlıklı oldu, ‘Ben de Vardım’!