18 Nisan 2013 Perşembe

Karanlığın Yarılışından Çıkan Aydınlığa Sığınış

(sayın okuyucu, aşağıda, 237 sayfa olarak yayınlanan  bir kitabın bir bölümünü bulacaksınız. Kitabın "pdf" halini ücretsiz veya basılı kitabı (15 TL) necdet.altinay@gmail.com adresinden isteyebilirsiniz, umarım bulduklarınız zamanınıza değer, sevgiler.)
 

Revize edilmiş makale ve Kitabı okumak için lütfen:  Tıklayınız
 


           

          Sanırım buraya kadar üzerinde durulan konuları şöyle özetleyebiliriz. Doğada hareket olur, insan iş yapar. Doğal hareketler üzerine önce bir “beşer”, ins, insan öncesi bir “şey”, sonra da bir “insan” sıfatını oturtmuşuz. Yani, Ef’al, fiiller kaidesi üzerine bir isim ve sıfat dikilmiş. Bir şey olunca sorulur ne olmuş, kim yapmış, hangi sıfatla yapmış? İkinci aşamada ise, “insanlık” gibi bir de “kişilik” geliştirmişiz. Olan olmuş da iyi mi olmuş, insanlığa uygun mu olmuş? Bir kişiye “sen insan bile değilsin” deyip onun henüz insan olmadığını düşünürüz. Bir başkasına da “sen insanlıktan nasibini tam alamamışsın” deyip henüz olgun olmadığını belirtiriz. Bu durumda elimizdekilere bakarsak “beden, suret, ruh” olduğunu görürüz. Olan bir şey varsa mevcuttur, vücudu, bedeni vardır, yapan insan ise bir sureti vardır, ruhu da varsa insanca bir şey yapmıştır.
 

            İnsan, özel olarak ele alınıp incelemeye değer. Doğanın doğal hareketlerinin akıl ile yönlendirilip yaşama bilinç katma katkısı insandan. Tek hücreliler de yoktu evvelinde. Doğa, inorganik ortamdan organik ortama geçmeyi becerdi evrim yaşadı. İnsan da taklit etmekten tahkike geçmeyi, beşer olarak yücelmeyi başardı. Doğanın ve üzerindeki yaşamın evvelinden bugününe kadarını kapsayan bir bilince ulaştı. İnsanı insan yapan her şeyin söz konusu bilince katkısı var. Karnı doyunca sırtüstü yatıp gökyüzündeki bu ışıklar da nedir demesinden başlar insanın insanca düşünmesi. Hayvanlar hala hep aynı şeyi yapar yer, içer, yatar, kalkar, savaşır, çiftleşir nerden gelip nereye gittiğini düşünmez. Gözümüz açılınca tavandaki ışıkla düşünmeye başlarız. Bilgiyi bir nesilden bir nesle aktarması, bunu okullar sistemiyle kurumsallaştırması, en sonunda “biz de beşer olarak maymundan geliyoruz” demesi gayet doğal, makul ve mantıklıdır. Akıllı da olsa insan, beş duyusu ile algıladığı için “beşer”dir ve şaşardır. Altıncı his “sezgi” “evvel”de henüz yerini almamış, ama “ahir” onun üzerine inşa edilir. Çünkü insandan insan-ı kâmile devrimsel bir süreç daha yaşanmalı ki “yaratılış” tamam olsun. Akluhikmet deyince sanki akıl hikmetin tutulacak yeri, belki de sapı. Hikmet belki de aklın “ışın kılıcı”!

 Akıl ve İnsanlık,

 
            İnsan olarak aklımızdan memnunuz. Akıl, verilmiş en büyük nimet! Onun sayesinde, şefkat, merhamet, sevgi, saygı, iyilik, doğruluk ve güzellik nedir biliriz. Akıl için sınır koymak zor. Benden âleme, yerden göğe, bedenden ruha çıkması için, gidip gelmesi için zamana da ihtiyacı yok. Aklımızla övünür, gurur duyarız, satmakla bitiremeyiz. ‘Ben’imizi aklımızın üstüne oturtur, ben büyüğüm, hem de herkesten büyük, deriz. Para etmese de satmaya bakarız, istemeden de olsa alsınlar isteriz. “Aklın yolu bir, bak, dediğim senin de aklına uygun” deyip zorla akıl veririz. Aynısından onda da olduğunu bilen bir insan bunu niye yapar ki?
 

            Bazen aklımız bizden gider, akılsız kalırız. Durur ve çalışmaz. Gider uzun zaman gelmez. “Aklım başıma geldi, ne yaptığımı o zaman anladım” dediğimiz olur, araç kullanırken bile olur. Aklımıza güvenmek akıl kârı mıdır belli değil. Bir kenara yazmak en iyisi de, yazdığını da akıl etmek gerek. Akıl gidince üstündeki ‘ben’ evlere şenlik! Neşe kaynağı. Gülen gülene. Akıllı insan akılsıza, aklı gitmiş veya durmuşa güler mi hiç? Akıllısı ne ki akılsızı ne olsun işte? Aklın gidip gelişi sınırsız, zamansız, mekânsızdır. Anladım, akla akıl sır ermiyor. Peki, üstüne üstlük demek gerek, akla geliş nereden ve nasıl? Sınırsıza sınırsızlığın ötesinden mi gelir bir mesaj? “Aklıma geldi, bak ne diyeceğim” dediğimizde akılsız bir lâf mı etmiş oluruz? Tutup getirdiğini, doğadan söküp çıkardığını, birleştirip yeni oluşturduğu bilgileri depo ettiği, hafıza gibi, bir yer mi var yoksa? Aklın işleyişine katkı sağlayan, kolaylık sağlayan, hayal etme gücü, vicdan, şefkat, merhamet gibi yazılım esaslı, mana âlemi kökenli, şuur ve şuuraltı denilen dizi duygusal katmanlar, baloncuklar veya kesitler vardır. Neyse kısa keselim bu yalnız akıl işini.


Sevgi ve Aşk,


            En belirgin veya en yoğun yaşanan duygular belki sevgi ve aşktadır. Hatta aşk aklın bir ötesi de olabilir, aklın durduğu yerde aşkın başladığı düşünülebilir. Daha biraz önce aklın sınırsız olduğunu söylemiştik. Şimdi sınırsız aklın ötesindeki bir şeyden bahsedebiliyoruz. Elinde, kontrolünde olan ile olmayanı ayırt etme gücü, akla, karşılık verme gücü sağlar. Kendine verilen bir şeyin karşılığını vermek istemesi akla en uygun gelen özelliktir. Ya kendisi elde etmek ister ya da karşılığını ödemek, teşekkür etmekle de olsa.

 
            En büyük nimet de olsa aklın “verilmiş” olmasında bir sır olmasın? Veren niçin vermiş, nasıl, ne yönde kullanılmak üzere vermiş diye düşünmek mi gerek acaba? İşi temelinden, kökünden değiştirmeli, akıl verilmiş değil azmiyle cezmiyle geliştirilmiş. Günlerden bir gün derin derin düşünürken aklı biz bulduk belki de. Doğadan kurtardık, yıkadık temizledik, arındırdık, besledik büyüttük beynimize yerleştirdik. Ya da doğada bulduk erittik akıttık. Nasıl fikir, akıl ne ki fikri ne olsun?

 
            Akıl akıl olsun da önce kendini bilsin, aşk ile sınırını çizsin. Anadan doğma mı, çekirdekten yetişme mi, yumurtadan çıkma mı? “Valla ben onu bunu bilmem, ne idüğü belirsiz, kendini bilmeyen şeyi kafama sokmam” denebilir mi? Benden habersiz gidip gelen, nereye gittiği, ne getirdiği bilinmeyen için nasıl olur da “ben yetiştirdim, hiç de mucize falan değil, çalıştım çabaladım aklım oldu, geliştirdim ve ben de akıllı oldum” denir? “Şişeden çıkarmış bulundum artık üzerinde kontrolüm kalmadı” desek akıl için de olur mu? Cini nasıl çıkaran çıkarmışsa, akıl da böyle mi oldu? Nasıl olmuşsa olmuş, iyi olmuş. Şimdi aklı kullanma zamanı.
 

            Düşünelim bakalım aklımızla “din” insanın ilkelliğinden mi, mükemmelliğinden midir? İnsanın ilkel, ilk el, ilk elde bulunuşundan, evvelin başında da oluşundan belki de. İlkellik ile mükemmellik, delilik ile dâhilik, yazı ve tura, madde ve mana, beden ve ruh gibi midir? İki kavsin bir noktada birleştiği, halk ile Hakkın vuslatı gibi mi? Batıl yani hak olmayanın gidişi ve hak olanın zahiri mi? Güneş gidince mi, dikilince mi gölgeler yok olur? İki halde de yoktur ama güneş varken güneşe arkasını dönen gölgesini görür. Hakkın nuruna arkasını dönen rüya da görür kâbus da. Din, zaten, kız çocuklarını gömenlere ve/veya “kız çocukları gömüldüğü için indi”  diyenlere değildir! Aynı şekilde, bilimsel analizler yaparken maddenin içinden başını kaldırıp “maddenin içinde hiç bir kanıt bulamadım, büyük ihtimalle Allah yok” diyen olursa, birinin de ona “popüler bilimci” deme hakkı doğar.
 

            Din insan içindir, üstelik akıllısı için, hem de ne kadar akıllı ise o kadar. Din, doğal oluşumlardan sonra, insanlığın üçüncü ve son aşamasının bir yaşantısıdır. Doğal olan doğum ve gelişim insanlığın birinci, çocukluk aşamasıdır. Çocuk taklit eder. İkinci aşamada öğrenme başlayınca, düşünme, inceleme, tahkik başlar.  Çevresini ve kendisini bilmeye başlama evresi gençlik dönemidir. Hareketi işe çevirme basamağıdır. İnsan beşer, ins, yalnız “insan” ismi ve şekliyle insan olmuştur, sınama yanılma devresindedir veya insan adayıdır. Olgunluk çağında oldukça yeni ve önemli yetenekler kazanır, erdem sahibi olur. Bu çağda yapılan işlerin de insanlığa, sıfatına uygun, insanca, severek yapılması önem kazanır, bu üçüncü basamaktır.

 
            Akıl ile sevginin işbirliği yaptığı en önemli alan “inanç” olmalı. Aşk aklı başından alır, gözü kör eder, gurur bırakmaz, teslim alır insanı her şeyiyle. Din de zaten teslimiyettir. Aklın tevhidi teslimiyetle aşka dönüşmüşse “vuslat” olur. Üç adımda tüm yol kat edilmiş, sonunda olgunlaşıp teslim olunmuştur. Önce küçük bir adım efal, sonra biraz daha büyük bir adım sıfat ve son olarak büyük ve uzunca bir adım, zatımızı, kişiliğimizi teslim belki de!


Hayat ve Ölüm,

 
            Gelirken, gelince nereden geldim demeyen olabilir. Ama giderken nereye gidiyorum demeyen olabilir mi? Olgunlaşmış bir kişinin, örneğin, ölüm gerçeğini görüp idrak edince, nereye gidilir, nereden gelinir, neden böyle gibi sorular sorup cevaplamaya çalışmaması olur mu? İnsan ve insanlığın gelişimi paraleldir diyor Atamız. Hatta ilave ediyor: “insanlığın çocukluk ve gençlik çağlarında kulları ile dolaylı, yani, bir elçi vasıtasıyla temasa geçen Tanrı, insanlığın olgunluk çağında doğrudan temasa geçebileceği, hatta geçtiği için peygamberlik dönemine son vermiştir”. Bireysel düzeyde kendimize sorabiliriz: “Eğer bugüne kadar bana dinsel mesajlar gelmemiş olsaydı bugün ben arar bulur muydum, gidip alır mıydım, doğrudan teması arayacak kadar olgunlaştım mı?
 

            Sevgi ve aşk ile teslim olunsa yetmez, kime teslim olunacağı belli olmaz. Doğaya teslim olunmaz. Dünya ve üzerindeki yaşam doğası yetersiz kalır. Evrene teslimiyet de komik kaçar. Ölüm ile son nokta konur. Ölüm ile ölümsüzlük de anlaşılmış olur. Ölüm hayata hayat katar, canlılık getirir. Hayatı kaybetme fikri yaşamı mükemmelleştirir. Bilenin de bilmeyenin de Allaha teslim olduğu anlaşılır. Zaten böyle bir anlayış düzeyine gelen kişiye mesaj da yetişir. Aklı olmayana din de yoktur ayet de. Aklı olana da vardır hem de çevresinde aranması yeterlidir.

 Mesaj ve Çağrı,

 
             Mesajlar insanı insana anlatır, insanın kullanma kılavuzudur. Balıkların suda olduğunu bilmediğini bilen insan diğeriyle karşılaşmadan kendi derisinin rengini bilmezdi. Kendini bilmeden başkasını bilir insan. Akıl dışa dönüktür. Sezgi olmasaydı kendi içini göremezdi.

            “Akıllının aklına ” kaydı ile olmalı ilk mesaj, OKU!

            Bu mesajın indiği ortamda bir kitap olmadığı da biliniyor. Akıl, oku emrini aldığından beri çok değişti. Her şeyi yerli yerine oturttu. Yukarıda cevapsız bırakılan sorulara cevap buldu, kendini bildi! Kendini hediye olarak kabul edene de kendini bildirdi. İnsan, daha önce yükselmişti. Yükseklere çıkmış, kuş gibi uçmuş, evrenin sırrını ve sınırını keşfetmiş olabilir. Ancak, kendini bilerek, yükseklikten öte, yüceldi! Madde evreninde yükselmesinin yanında mana âleminde yücelmeyi başardı. İnsan, Âdem oldu! Bir dem idi, belirli bir kesafet, yoğunluk, demlilikte idi, yücelerek ademiyete, demsizliğe, yokluğa, letafete erdi! Bu durum insan için ikinci doğuş, yeniden diriliş gibidir. İkincisi kalpten ve kalbî doğuştur. İlk doğuştan ölmeden, tam teslimiyetle, iradî ölümden sonra ikinci doğuşu doğal karşılayan aynı akıl değil belki.

            İşin sırrı tam da buradadır. Akıl dâhil her şey var, ama bir sürü de cevapsız soru var. Nereden gelip nereye gidiyoruz, yaşam nedir, amacı nedir, her şey insan için insan ne için, gelişim sonucu bitkiden hayvan, hayvandan insan olur, peki insandan ne olur? Ben buldum, kendimi buldum, bildim, oldum desek, herkes ve her şeyin ben deme hakkı vardır desek, var olan yalnız ve sadece kocaman bir BEN’dir desek! Ben deyince küçük benliğimizi kastetmeden, ikilik yaratacak bir benlik düşünmesek olur mu?

             Olmaz diyenleri duyar gibiyim. Benim bir ismim var, bir işim var, bir kişiliğim var. Hareketlerim bana özgü, adım ve soyadımla ben bir taneyim. Kişiliğim desen herkesten farklı ve üstün. Tavuğun bir “derisi” vardır bir de “gerisi”. Derisinden geri kalan ile derisi tavuğun bütünü eder. Biz öyle değil, bir ben var bir de âlem eder iki! Ama sen bir âlemsin desek, “evet ben ayrı bir âlemim, ben âlem ederim âlemden de büyük ve o âlemi toplasan ben etmez” diyebilir. Bu nasıl akıl, nasıl fikir, bu nasıl hesap, akıl sır ermez! Tavukta hepsi bir ediyor bize gelince iki. Sen kopuk musun (doğadan)? Desek kızar. (Dünyanın) ayı mısın? Ayrı mısın? Gayrı mısın? Doğayı bir sayarsak sen nasıl ikinci oluşturursun? “Oluşur oluşur, benim efalim sıfatım zatım, yani fiillerim, işlerim, sıfatlarım ve kişiliğim vardır, ben başlı başına bir âlemim” der. Bunları diyen akla mektup var!

            Bazı düşünürler “şeriat, tarikat, marifet ve hakikat” veya “şartlar, yol, bilgi ve gerçek” demiş, kelimeleri ortaya koymuş, biz bu kelimelerden bir cümle yapabiliriz, “koşullar ne olursa olsun (doğru) yolda ol, bilgi edin, hakikate er” denebilir. Isınınca genleşmesi maddenin doğasında var. Hatta maddenin soğukluğunun ve karanlığının, maddeye gece ve batı denmesinin nedeni, ısının ve ışığın maddenin içine gurup etmiş olmasından, onun içinde ‘giz’li, batın olmasından. Bunları açığa çıkarmak için ‘Atom’u patlattık. Sıra artık ‘eşya’dan hakikat güneşini çıkarmakta, onun doğmasını sağlamakta, eşyanın hakikatini idrak etmekte, eşyada fecri yaşamakta!

Şahit Olma ve Sığınış,

 
            İmanın şartı şahadettir, “şahit” olmaktır, sadece lafta kalmamalı. Hem hal ile hem de kal, söz ile ikrar, kabul edilmeli. Diğer bir deyişle hem söyleyip hem de yaşanacak bir bilgidir bu. “Dinde zorlama yoktur!”, sabah güneş doğunca insan nasıl görürse dinî mesajlar da akıl için o kadar kolayca anlaşılabilir düzeydedir. Bu nedenle düşünen akıl sahibi bir insanın uyanışı güneşin doğuşuna benzer. Hareket, iş ve işlemlerinin bir kaynağının olduğunu, her hareketin bir nedeninin olduğunu anlar. Fiillerin idraki bir sıfattan kaynaklandığını anlamayla başlar. Çıkışın kaynağı bir yarılıştır, örneğin, karanlığı yaran aydınlık, cehaleti yaran bilgelik veya karanlığın yarılışından aydınlık, cehaletin yarılışından bilgelik çıkar. Bunları düşünen biri ayet okuyor demektir. (KUL E’UZÜ BİRABBİL FELAKI) (113,1) “De ki, yarılan karanlıktan çıkan sabahın, aydınlığın Rabbine / yarılışlardan fışkıran oluşun, oluşumun Rabbine sığınırım!

 
            İnsanın hayatta bir seyri vardır. Belli başlı deneylerden ve aşamalardan geçer. İnsan, cahilden, cehaletten kaçar, bilmek, öğrenmek, bilenler ile beraber olmak, onlarla konuşmak ister. Bilme isteği, bilgisizlikten bilgeliğe sığınmaktır, Allah’ın âlim ismine sığınmaktır. Bir şeyden kurtulmak için önce bunu istemek ve gereğini yapmak şarttır. Bir şeyin daha iyisini isterken, daha iyi olmayanın da idrakinde olmak gerek. Yani bir şeyin daha güzeli veya çoğu mümkün olmadıkça eldeki ile yetinilir. Mevcut ile yetinmek, kanaat etmek daha iyisini aramayı durdurmamalıdır. İyiden daha iyiye geçilir, bu da bir sığınıştır.


Çocuklar kendi aralarında oynarlarken hiçbiri diğerinden sıkılmaz veya halinden şikâyetçi olmaz. Çocuklarla beraber olmayı isteyip de aralarına girmiş olan bir büyük, zamanı gelince ayrılmayı da bilir. Çocukluğun, çocukluk olduğunun idraki içindedir ve esas yerinin başka olduğunu, kendisinin bir büyük olduğunun bilinci içindedir. Sürekli çocuklarla birlikte kalması ve çocukluk etmesi canını sıkabilir, sıkılabilir, kendisine ve büyüklüğüne zarar verir. Büyük, zamanı gelince büyüklüğüne sığınır. Büyük, çocukluğu yarar içinden büyüklüğü çıkarır.


Samimiyetle talebelerinin arasına girmiş olan bir öğretmen, fazla kaldığında, lâubalilikle karşılaşabilir. Buna sebep olmamak için her an diğerlerinde olmayan “öğretmenlik” sıfatına sığınabilir. Cahil ile arkadaşlık edip ona yardım etmeye çalışan bilge kişi bir süre sonra cehalet karanlığından bilgeliğin aydınlığına çıkmak isteyecektir. Öğretmen, talebeliği yarar, öğretmenliği çıkarır ve ona sığınır.


Bedensel zevklere meyli olan bir kalbin bunlara dalıp gitmesi, sonuçta zararlı olacak beden gecesinde kalmasını doğurabilir. Ancak, aklî, ulvî, uhrevî ve manevî zevklerin derinliğine ve güzelliğine dalmış, bunları zevk etmiş bir kişi, uzadıkça acı vermeye de başlayan bedensel ve dünyevî zevklerin karanlığından kurtulmaya, ilâhî nurların aydınlığına çıkmaya, sığınmaya bakar. Bakmaz ise, bu zevklerini kaybeder, artık ne çıkmak ister ne de çıkabilir, orada kalır. Manevî zevkleri beden gecesini yarıp çıkarmalı ulvî değerlere sığınmalı.

Daha iyi olmaya azmetmiş bir kişi o yönde iradesini kullanmaya kasteder, azmeder, ancak, daha kolay elde edilebilen zevklere dalarsa, nefsine uyarsa, azim ve iradesini gevşetir, hayal ve vehimlere kapılır. Nefsin şerrinden mananın yüceliğine sığınmasını, kaçmasını bilmeli, bunun kendisi için iyi olmayacağının idrakine varmalı.

Halkın arasına girmek, halk ile halk olmak, onlardan biri gibi davranmak, sıradan bir insan gibi olmak, yetişmiş, olgun bir insan için de mümkündür, ama yerinde, dozunda ve zamanında. Halk mıyım, hak mıyım düşüncelerinin çatışmasından çıkan kıvılcım kalpte nurun parlamasına yol açar, anlayış ve idraki geliştirir. Halkiyattan Hak’kiyeti çıkarıp sığınılmalıdır.

Dünyada daha çok şeye sahip olma, yeme içme, şehvet gibi nefsanî zevklerin verdiği geçici, fani huzur ve mutluluk eğer kalpte yerleşirse kalp artık ilmin aydınlığından, “ilâhî nurun doğuşu” zevklerinden mahrum kalır. Böyle, yukarıda açıklandığı hususlarda anlatıldığı şekillerde düşünenlere Felak suresi iner, inmiştir ve okuyordur haberi olmadan, farkında olmadan ayetleri hem okuyor hem de yaşıyor demektir.
 

113 Felâk suresinin özeti:

a.       Zat güneşinin doğuşundan önce oluşan, sıfat tecelliyatı nurunun, aydınlığının gerçekleşmesi için madde,  beden, vücut gecesinin şerrinden, (Hakikat güneşi maddenin içine gurup ettiği için madde kara, karanlıktır, gecedir !)

b.       Manaya, manevi zevklere yücelmeye, daha iyi-doğru-güzele gitmek için gösterilen azim ve iradeye bedensel zevklerin vereceği hayal ve kuruntuların şerrinden,

c.       Kalbî ve bedensel yaşamın sağlıklı yürütülmesine zarar veren nefsin şerrinden,

korunmalıdır. 

            Aslında karanlık kendi başına var değildir, ışığın, aydınlığın olmaması halidir. Bilgi, nur insanın kaybıdır bulup almalı. Gece insan nefsine uyar, karanlık ve uyku insanın gaflete düşme halidir. Gaflete düşmezse eğer uyanıktır, aydınlıktır. Bilgili ve uyanık olması yeterlidir!

 Gözlem ve İdrak,

             İnsanın insanca yaptığı her şey belirli sure ve ayetlere uygundur veya ayetlerde yer alır. Geçimini kazanmak veya bilgisini artırmak için hareket etmesi, çaba göstermesi, yeteneklerini artırması gerekir. Her iş ve eylemde çevreyi gözlemlemek, ortama uymak ve koşulları dikkate almak şarttır. Her şey efal tevhidiyle başlar. [3 Âli İmran].

3,127: İnancı güçlendirmek, inkârı zayıflatmak veya bilmeyi artırmak, cahilliği azaltmak için yapılması gerekenler her insanın kendi gayretine, çalışmasına bağlıdır.

3,128: Öğrenmek için çalışanlara yardım eden melekler vardır, yani, öğrenmek isteyenin öğrenme yeteneği artar. İlmi öğrenmek istemeyen kişi için başkasının yapacağı bir şey yoktur. Gayret göstermek bireyseldir, kişinin kendisine kalmıştır. Peygamberin görevi sadece bildirmektir öğrenip uygulamak kişinin çabasıyla olur. Çalışırsa öğrenme yeteneği, uygularsa uygulama yetenekleri gelişir, melekeleri artar, melekler yardımcı olur.

3,130: Rızkınızın Allah’tan olduğunu bilin ve miktarına razı olun, O’na sığınmak, O’nu vekil tayin etmek yeterli ve gereklidir.

            Mallarınızı Allah’a, daha fazlasını talep etmek üzere vermeyiniz, O’nu sevdiğiniz için, rızasını almak için, yakınlık için veriniz, karşılık beklemeden, herhangi bir şart koşmadan veriniz. (Faiz bu durumda ve bunun için haramdır !)

            İlahi rahmetin size ulaşmasına ve kapsamasına karşı gelmekten vazgeçin. Her şeyi O’ndan bilmenize engel olan ikilik yaratan benlikten oluşan perdeyi kaldırın. Yaptıklarınız, ettikleriniz yani fiillerinizin tümünün O’nun fiilleri olduğunu görünüz. Her hareketin kaynağında aynı güç ve enerji vardır. Hakk’ın ef’alini müşahede ediniz, kendi fiillerinizin diğer hareket ve fiillerden farklı olduğunu iddia etmeyiniz.

            Kendi ef’alinizi görmek suretiyle, bir kısmını benimseyerek, kendinize ait olduğunu iddia ederseniz, mülk âleminin yani bu dünyanın ef’al tecellisi olduğunu göremezsiniz, tevekkül edemezsiniz, perdelenmiş olursunuz. Tüm kesret âleminde işleyenin bir ve tek olduğunu, hepsinin Hakk’ın fiilleri olduğunu görün, idrak edin, müşahede edin, gözlemleyin, şahit olun.

3,133:  Cennetin genişliği yer ile göğün genişliği kadardır!

            Çünkü efal âleminin tevhidi mülk âleminin tevhididir, ama eni ve boyu arz âleminde sınırlı olsa da üçüncü boyutuyla sınırsızdır. Fiil, sıfatın göründüğü yer; sıfat da zatın göründüğü yerdir. Her yapılan iş bir sıfat altında yapılır, örneğin, her işin bir amacı vardır ve anne baba olarak, öğretmen olarak, bir sıfatın gereği olarak yapılır. Ama yaptığımız işlere kendi kişiliğimiz damgasını vurur.

            Sadece fiilleri görenler, sıfat ve kişiliklerden habersiz olanlar cennetin arzını görür. Sıfat ve zat ile O’na vasıl olanlar, erenler cennetin sınırsızlığını, sonsuzluğunu takdir edebilir. İşte bu cennet, perdelerinden sıyrılmış, efali Hakkın gayrisine nispet şirkinden sakınanlar içindir.

3,134: Bu kişiler bollukta ve darlıkta infak edenler, Allah için verenlerdir, fakirdirler, bütün işleri Hak’tan bilirler, öyle görürler, Allah’a tevekkülleri nedeniyle, bolluk ve darlık gibi zıt hal ve durumlarda bile sadaka vermekten (ben’i !) çekinmezler. Böylece, kendilerine karşı yapılan cinayeti dahi “fiil-i ilâhî” görür, kin ve gazaplarını yutup itiraz etmeyerek, sıfat cennetinde ve rıza makamında olurlar. İşleri Hak’tan gördükleri ve Allah’ın cezasından affına sığındıkları için, insanların zulüm ve kabahatini affederler. Allah, bu şekilde, efal-i ilahiye tecelliyatını müşahede edenleri, yani, “ne gelirse Hak’tandır” veya “neylerse Mevla’m eyler, neylerse güzel eyler” diyenleri sever. Bunlar aklınıza yatkınsa Kalp–Beden–Nefs üçlüsünün uyumu için “114 Nas” suresini okuyorsunuz demektir, o halde ayetlerin inişi bir ihtiyaçtır! 


Şahit, müşahit, şehit,

 
            Fiillerin kaynağı sıfatın idraki bizi sıfatların kaynağına götürür. 114 Nas, 21; (KUL E’UZÜ BİRABBİN NASİ...) (Sıfattan Zat’a sığınış), “De ki, ben insanların Rabbine sığınırım. İnsanın Rabbi tüm sıfatları kapsayan zattır. İnsan, cemadat, nebatat ve hayvanat gibi, vücut mertebelerinin hepsini, yani, oluşumun tümünü içerdiği için; ona olgunluğunu, kemalini kazandıran Rab da “eşya”nın tümünü kapsayan ve “Allah” tabir edilen zattır.

Bu nedenle, şeytana “lütuf, kahır, cemal, celal gibi tüm sıfatlarımı içeren sıfat ile izhar ettiğim Âdem’e seni secde ettirmeyen, secdene mani olan nedir” diye soruldu. İnsanın her işinin, her yaptığının, her ef’alinin bir sıfattan kaynaklandığı açıkça görülür. Bunların en önemlisi de bilip bilmemekle ilgilidir. Âlim olarak mı cahil olarak mı iş yaptığı çok önemlidir. Bu nedenle, öğreten, bilgilendiren, öğretici sıfatı içeren Rab sıfatına sığınılır. Öğrenmek isteyenin öğretmenine teslim olması örnek bir davranıştır.

Yani nâsın, insanın Rabbi, nasın meliki ve sahibidir. Melik, kendisinde hal-i fenaları itibarıyla, geçici, fena bulucu, yok olucu halleri itibariyle, nasın vücutlarına ve işle­rine, insanın beden ve hareketlerine, malik ve sahip olan demektir. Hakikatte melik ancak zuhuru ile her şeyi kahır eyleyen Vahid'il Kahhar'dır. Zahir olduğu zaman gayrisinin var olamayacağı niteliktedir. Diğer bir deyişle, cahilin cehaleti yok olursa, yeni bir sıfat ile âlim olarak bir iş yapılırsa, bu yapılan iş bir kişilik koyar ortaya. Âlim insan cahilliğin kişiliksizliğinden bilgeliğin kişiliğine sığınıp fani olduğunun idrakine varınca “mabudu mutlak”a (ibadet edilene) sığınmış ve onda yok olmuş olur. Mabudun Melik olarak zahir olduğu ve böylece, gayrisinin kahrolduğu, anlaşılır.

Yücelişin bu aşamasında fani olan yerini baki olana bırakmış, kişi aradan çıkmış Yaradan kalmıştır. Kulluk makamının, yani, yaratılmışların yeniden oluşturulması gerekir. Fani olan “fani”ye, evvelkinden farklı olan, ikilik yaratmayacak olan, Hakkın vücudu verilerek tekrar vücut âlemine döndürülür. Mabud da mabudu daim olmakla abdın mabudu daime sığınması da tamam oldu. Efal tevhidi ile başlayan yolculuk önce sıfata oradan da zata, yani, her şeyin kaynağı kişilikte son buldu. Böylece, insanın besmeleyle Allah’a sığınması tamamlanmış olur.

Kendi vücudunun olmadığının ve hakkın vücudu ile tekrar kulluk makamına gönderildiğinin idrakinde olan kul yeniden kuruntu, vesvese eden şeytanın şerrinden sığınmak zorunda kalır. Çünkü vücut mahallinde Hakkın vücudu ile yaşadıklarının idrakinde olmayanlar da vardır. Yani, o vesvese edici insan­ların göğüslerinde vesvese eder, buyurdu. Hâlbuki fena halinde vücut yoktur, binaenaleyh sâdırlarda vesvese de yoktur. Belki fena halinde eneiyet, benlik vücudu ile bir nevi telvin, renk verme zuhur eylerse, senden sana sığınırım, demek lâzımdır. Kendisine ait Efal, Sıfat, Zat gibi bir şeyin olmadığının bilincinde iken, açık şuur halinde, vesvese, kuruntu olmaz, ama bu bilinçten düşme olduğunda, şuur kapandığında, gaflet ve dalâlete düşüldüğünde, hemen geriye dönüş başlar. İmdi fenadan evvel abdın vücudu ile şey­tanın da mevcut olduğu gibi fenadan sonra da Hak Teâlâ Hazretleri mabud, ibadet edilen olunca abdın zuhuruyla şeytan da zahir oldu. Vesvasi, ves­vese verenin ismidir.

Evvelki surede de olduğu gibi burada şeytandan diğer bazı esmaya sığınmayarak Allah'a sığınılması, şeytanın, Rahman'a mukabil ve cemiyeti insaniye suretine müstevli olan ve Allah isminden gayri cemi esma suretinde zahir olan bir şey olduğu içindir. Şeytan, insanın kendisi dâhil her kılığa girer, Allah’tan gayri. Bu beyandan Nebi Aleyhisselâm'ın «Beni gören, gerçekten beni görmüştür, çünkü şeytan benim suretimle temessül edemez» sözü­nün manası anlaşılır. Hannas, çok rücû eden demektir. Şeytan ancak gaflet zamanın­da vesvese eder. Kul, gafletinden uyanıp Allah'ı zikir edince şeytan rücû eder, geri döner, yok olur. Anıldığında, Allah var olur ve O’nunla birlikte hiçbir varlığa yer yoktur!

Şeytanlardan vesvese edenler iki cinstir. Birisi cinnî, meselâ vehim-kuruntu gibi beş duyumuz ile görülmeyen, algılanmayan, diğeri insana benzeyen veya eşiti olan kimseler gibi insî ve his, beş duyu ile görülenlerdir. Binaenaleyh bunlardan sığınma ancak Allah'a sığınmakla tamam olabilir. Hıfz edici Allah'tır. Nas suresi tamamdır.

Sonuç:

            Her iki surenin genel ve ayetlerinin tek tek özel anlam ve te’vilinden bir ve tek sonuç çıkabilir, tevhit ilmi ile bize denmek istenen, yaşarken zaten tabi olunan mesaj şudur:

Kendi kendinize adam olduğunuzu düşünerek, “hareketler benim, fail ben; isim ve sıfatlar benim, mevsuf ben ve zat benim, kişiliğim ve vücut benim, mevcut olan ben” demeyin. Siz bir abide, benim abidem, Abd-i Hu, olduğunuzu düşünüp Âdem olunuz, teslim olunuz, yokluğunuzu kabul edip varlığımla var, vücudumla mevcut, ilmimle âlim, nefsimle kaim, ayakta, hayatımla hayatta, hay, diri, benimle bende, benimle birlikte, benim ef’al, sıfat ve zatımın zahiri olduğunuzu idrak ederek yüceliniz!

Kısaca, fıtratınızı gerçekleştirin, siz ne olabilecekseniz olun, ama Abdi’m olarak yapın ne yapıyorsanız, zaten öyle, idrak edin! Peki-Evet diyenler, sözle, kavlen derse “beli” demiş olur. Bu da bize Ahd-ü Misakı hatırlatır!

 Buraya kadar, Bakara 256, “dinde zorlama yoktur” ayetinin te’vilinde geçen şu deyiminin bir açıklamasıdır: “sabah güneş doğduğunda göz nasıl görürse din de öyledir”.

“Anlayana, sivrisinek saz” misali, her toplumda mesajı alabilecek ve anlayabilecek aklın ve akıllı insanın yetiştirilmesi amacıyla çok çaba sarf edilir, gayret gösterilir. Bu amaçla dernekler de kurulmuştur dergâhlar da, burada olduğu gibi uzun süredir toplanan gruplar da oluşturulmuştur. Bu mesaj size gelmiştir, size bu mesaj böylece de gelmiştir. Sevilmiş de olmuşsunuz, önem verilmişsiniz ki mesaj gönderilmiş, anılmışsınız. Ayet der ki : “anıldığınız gibi anın! Zikir olunduğunuz gibi zikredin!”

 
İyi ki varsınız, buradasınız. Sevgi içinde, seven kalınız çünkü zaten seviliyorsunuz idrak edin.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder