28 Mart 2012 Çarşamba

YEMİN, Ahdetmek !


Kitabı okumak için tıklayınız:
Click here to view Kendimizi Bilmenin Neresindeyiz.

Sevgili kardeşlerim, yine muhasebe yapalım. Sır nedir, hangi sıfatla, ne için
yemin ediyoruz? Derece ve yeminin düşündürdüklerini, şeriat ve hakikat, kardeşliğin
temelleri, kardeşlikte tefekkür, bilimsel ve dinsel gerçek, bilgiden bilgeliğe,
azizlerden erenlere, gerçek kıyamet, esaretten hürriyete, Tanrı ve gerçek
birdir yolu dindir, başlıkları altında arzedeceğim.

Şeriat ve Hakikat,

Mesleğimizin duvarcılar ile doğduğu iddiası kesin değil. Hiç bir dönemde işçiler dönemin
kültürünün üstünde fikirlere sahip olamaz. İnsan ve insanlığın gelişimi her
dönemde aynıdır. Felsefe ve bilimle uğraşan kişi ve kuruluşlar eski zamanlarda
da vardı. Felsefe ve bilime dayalı fikirler, önceleri, din adamlarından çıkmıştır.

Çeşitli zamanlarda mâbedlerimizde düşündürücü,
anlamlı sembolik seyahatler yaparız. Toplumsal seferler de bunlar gibidir.
Felsefe ve bilim kuruluşları Haçlı seferlerinden sonra Avrupa’nın her tarafına
yayıldı. Avrupa’lıların doğudaki felsefe mezhepleriyle ilişki kurmaları, sırra
ermeleri sonucunda çok kişide geniş fikirler doğdu ve bu düşünceler gizli örgütler içinde, çok sayıda üyeler arasında dile getirildi.

Birinci seyahatte, batıya dinlerin şeriatleri gitti. İkinci seyahatte, batıdan
gelenler, doğudan, dinlerinin özlerini alıp gitti. Batı önce karanlıkta
idi çünkü dinsel düşüncelerin özü yoktu henüz. Önce, çocuklar vaftiz
ediliyordu, kutsallık veriliyordu, dinlerin özünün de alınmasından sonra
yetişkinler ölümsüz ruhtan kaynaklanan ilim suyu ile yıkandı, temizlendi,
aşılandı, bağnazlıktan arındı. Şeriatten hakikate geçildi, marifete erildi.
Bunları kardeşliğin temellerinde açıkca görebiliriz.

Kardeşliğin Temelleri,

Doğu şövalyeleri, doğudaki Hürmüz Derneği adlı felsefe mezhebini tanımakla işe başlar. Papaz Aziz Mark, 96 yılında, Mısır rahiplerini hıristiyanlığa kabul ederek, Mısır ve hıristiyan
doktrinlerini birleştirdi. Böylece, Nur ve Ziya bilgeleri adını alanlar,
ardından, kaynağı Eseniyenlere dayanan Süleyman Bilimi okulu ile birleşti. Bu
okulun üyeleri daha sonra Avrupa’da Doğu Kardeşliği ve Doğu Şövalyeliğini,
1188’de, kurdu. Bunlar yüksek bilimleri öğrenenler idi. Köşe taşlarından biri
de 1641’de Aziz Marie kilisesinde Skoçya Kardeşliğinin toplanmasıdır. İzleyen
yıllarda, Olgunlaşma Locaları, Doğu ve Batı Şövalyeleri, Rose-Croix Yüksek
Konseyleri ve Tampliyeler bilinir. Hepsinde dikkatimizi çeken gerçek şudur ki,
mesleğimizin geçmişini, dönemin ileri gelen din adamlarına ve azizlerine
borçluyuz. Anayasamızın birinci maddesi de “kendi dinlerinin mükellefiyetlerine
tâbi olmayan inisye edilmeyecek” der. Hatta, her derecede, dinleri, tarihlerini
ve gelişimlerini, sessizlik ve olgunluk içinde inceleme görevi verilir. Din ile aradığımız gerçek arasında önemli bir ilişki olmalı.

Yolculuk karanlıktan aydınlığadır. Ancak, başlangıçta aydınlık henüz hiç yoktur. Böyle durumlarda, “ya bir yol bulunacak, ya bir yol açılacak” denir. İnsan ve insanlığın gelişimi
aynı olduğuna göre, bugün, kendimizi, bir an için, böyle bir karanlık cehalet
içinde düşünelim. İnsanlığın bile neden, denizi geçene kadar, yılana sarıldığı
anlaşılır. Hangisi daha yararlı sorusuna, hocanın, “tabii ki ay, geceleri
aydınlatmak daha önemlidir”, deyişi akla gelir. Işığını güneşten alan, güneşi
görüp yerini ve yönünü bilen birisinin oluşu, kara cehaletin merkezinde,
aydınlanmayı isteyen birisi için çok önemlidir. Böyle birisi, yolculuk için, ya
bulunur ya da yetiştirilir. Yolumuzu bulmaktan aciz iken gerçeği idrak edişte
kılavuz çok önemlidir. Daha önce düşünmüş, tefekkür etmiş, bilge kişilerin
yetişmiş olması insanlığın gelişimini hızlandırmıştır. Bilgelerin,
“yetiştirildi hissi verecek şekilde” yaratıldığı da düşünülür.

Halk da gerekeni yapmış. Aman sen bilirsin demiş, içlerinden birini Kral yapmış. Az gitmiş uz
gitmiş, olmadı değiştirmiş. Henüz bir yol olmadığına göre yol açmak zorunda
kalınca, birisine açtırmış. Bir kral aydınlığa, hakka ve hukuka götüremeyince,
“han hakkı tanımazsa halk da hanı tanımaz” deyip değiştirmiş. Kral olmadan halk
kendini de anlayamamış. Kraliyeti görünce demokrasinin kıymetini bilmiş. Gücün
kaynağının kendisi olduğunu anlayınca, halk da haklılığını anlamış. Haklı
olduğunun bilinci iyice yerleşince “halk aynel Hakdır”, “halka hizmet Hakka
hizmettir” denmiş. Kılavuz, “insanlık tarihi ancak bu büyük yolları tanımakla
öğrenilmiş olur” der ve ekler, “bu yollar oldukça dardır ve insanlığın çocukluk
çağı ve karanlık dönemi bu dar yollardan geçmiştir”. Önderimiz Atatürk bu
bağlamda der ki: “ilâhi uygulamalar incelendiğinde görülür ki, insan ve
insanlığın gelişimi iki aşamalıdır. Tanrı, birinci aşamada, çocukluk ve
gençlikte, kulları ile dolaylı yani elçiler vasıtası ile temas kurmuştur.
İkinci aşamada, yetişkin ve olgunlukta, artık, ilâhi ilhamlarla, doğrudan temas
kurmayı takdir etmiş olmalı ki, peygamberliği sona erdirmiştir.” Bu görüşü,
kılavuz, “sizin sırlarınız aklını kullanan herkese Tanrı tarafından ilham
olunur” diyerek teyid eder. Hak gelmiş bâtıl zanlar ortadan kalkmış. Hafa,
yani, gizlilik dönemi sona ermiş, hakk, halk olarak zâhir olmuş. Gerçek bu ise,
biz neresindeyiz, olgunlaşınca Tanrı ile aradığımız gerçek arasındaki ilişkiyi
anlarız.

Fikirlerin doğuş ve yayılışı sessizlik içinde
oluşur. Gerçek düşünür, araştırıcı ve büyüklerin kimlikleri pek bilinmez.
Mevlâna’yı bilenlerin pek azı onun güneşi olan Şems’i bilir. Yüce ruhlar şan ve
şöhret peşinde koşmazlar. Krallara krallığı, halka halkın gücünü, gerçek
kimliğini öğreten, nice önemli devlet, kurum ve kuruluşları oluşturan Kardeşler
başlıca rolü oynamış ama kuruluşlarını işin içine karıştırmamıştır. Kılavuza
göre de, Kardeşlik Dinler Biliminin doğmasına sebep olmuştur. Bu bilim dalı
Anadolu’da Ledün İlmi olarak bilinir. İnsanın yetişmesi ve gelişmesinde,
gerçeğin veya cehaletin dibi ile doruğu arasında gidiş gelişin sağlıklı
sağlanması önem kazanır. Dipten doruğa yanılmadan seyredilmeli, rehber
olunmalı. Cahil hemen her şeyi bildiğini iddia ederken, arifin tek bildiği
hiçbirşey bilmediğidir.

Şövalyelik, Zerdüşt öğretilerini, bunların Yahudi öğretileri üzerindeki etkilerini inceleyip
sonuçları Hıristiyanlık ile birleştirdi, yeni ve eskisinden daha yüce bir
senteze ulaştırdı. Önceki derecelerde, bize, kendisinde Allah’ın tecelli ettiği
insan olarak bildiğimiz, üstad Hiram’ın, yani, insan zekâsının cahillik
yüzünden öldürülebileceği anlatıldı. Hak ve adaleti öğrendik. Bu gayretleri
bilimsel çalışmalar ile desteklemeyi öğrendik. Böylece, insan zekâsı ölmedi,
yaşadı, bilimsel çalışma ve tefekkür ile sonsuzluğa yüceldi. Bilimsel
bulguların dinsel duygularla beslenen sezgiyle değerlendirilmesi kardeşliğin
temelidir, bu süreç ise tefekkürü gerektirir.

Kardeşlikte Tefekkür,

Olgunlaşmanın başlangıcında, dördüncü derece ritüeline göre, kutsal kelime YOD, Kabala’daki
manasına göre, Allah, Vahdet anlamına gelir. ADONAY İbranicede, yani, Hz.
İbrahim’cede, Allah demektir. Ketum Üstad kelimeyi bulup okuduğu zaman, aziz
veya ZİZA kelimesi ve Z harfi ile sembolize edilen büyük bir ziyanın içinde
parıldadığını görür ve aynı anda da en yüksek dereceye eriştiğini, Hiram gibi
yüceldiğini, tecelliyatı, anlar. Üstad, harfler ile gizlenenin kelime ile
aşikar olduğunu, bir ve tek olan vücudun mevcudat ile görünür olduğunu, vahdet
ile bâtın olanın kesret ile zâhir, aşikâr olduğunu idrâk edecektir. Yokluktan
varlığa ve varlıktan yokluğa giden iki kavis idrak edilince, devreden
devretmeye devam edecektir.

Pozitif bilim ile çalışan bir işçi olarak büyük mimar olduk. Kelimeyi hamtaş üzerinde aradık,
harflerini mikâp taş üzerinde bulduk. Hamtaş tabiattan bir parça idi, mikâp
taş, dikkatle araştırılan ve gözlenen doğayı temsil etti. Bilimsel araştırma ve
gözlemler bizi her şeyde bir sonsuzluğa götürdü. Uzay-zamanı inceledik önümüze
uçsuz bucaksız bir gece çıktı. Kendimizi büyüklüğün sonsuzluğunda kaybettik.
Böylece, insan zekâsı sonsuzluğu idrak etti, ancak, sonsuzlukta kayboldu.
Milyarlarca parlak yıldızın bulunduğu uzayın aslında bir gece olduğunu anladık.
Maddeye, kendisinde hakikat güneşi gurub ettiği için gece denmiş olabilir.
Atomda sır olan ısı ve ışık gibi, maddenin hakikatini idrak edince, içimizde,
hakikat güneşi doğabilir, büyük bir ziya da bu şekilde parlayabilir. Bize
doğuşta, hakikatin ay ışığı görevini yüklenen, güneşi doğmuş, ziyası parlamış
kâmillerin önemi büyüktür. Biz kaybolup, aradan çıkınca, ortada,
evvelde ve ahirde, içte ve dışta zaten var olan kalabilir. Tefekkür, üzerinde
derin düşünülecek bilimsel ve dinsel gerçeğe dayanır.

Bilimsel ve Dinsel Gerçek,

Hayatın kaynağını araştırdık, organik olmayan maddelerin canlılar haline dönüştüğünü bulduk.
Organizmaların birbirine dönüştüğünü gördük. Hiçbir ölçü ile ölçülemeyecek
derecede küçük parçalar haline gelinceye kadar canlı ve cansız maddeyi izledik,
kendimizi küçüklüğün sonsuzluğunda kaybettik. Gerek teleskop ile gerekse
mikroskop ile yaptığımız incelemelerde, yolculuklarda, böylece, sonsuzluk
içinde hep kendimizi kaybettik. Diğer bir deyişle, çocukta olmayan, insanlarda
olgunlaştıkça güçlenen zekâ sonsuzluk içinde kaybolur. Evren büyük sonsuzlukta,
hücreler küçük sonsuzlukta kaybolur! Bu bilgiler bizim mikâp taş üzerinde
okuduğumuz harflerdir. Bu harfleri kâmil insan olduğumuz zaman okuyunca EUM’nın
adı meydana gelecek! Büyükler bu zevkte mi der : “önce esması, sonra
müsemması”, yani önce ismi, sonra cismi.

Yine kılavuzda, kelimeyi kimsenin okuyamadığı, Tanrı’nın var olduğu, sonsuzlukta olduğu, Tanrı
ile aklımız arasına kimsenin giremeyeceği ve O’nu istediğimiz gibi
adlandırabileceğimiz yer alır. Araya kimsenin girememesi arada boşluk olmadığı
için olabilir. Tüm isim, sıfat ve fiiller onun olduğu için ne dersek O’nun
olabilir. Biraz sessizlikten sonra, “işte insan akıl ve hikmetinin son kelimesi
budur” denerek kardeşliğin öğrettiklerini burada tamamladığı bildirilir, hem de
en yüce makamdan. Kelimeyi okuyamamanın hikmeti vardır. Hz. Musa da görmek
istedi, bir sen var bir de ben var gibi ikilik, şirk düşünüyorsan, “sen beni
göremezsin” nidasını işitti. Görme isteğinde ısrar edince, Tanrı göründü, ama,
gören olmadı! Okunmayacak kelimeyi aramakta, düşünen akıl sahipleri için, büyük
hikmet vardır.

Bilgiden Bilgeliğe,

Kardeşlerim, anladıklarımı anlatmanın sâde bir yolu olarak düşüncelerimi paylaşmak
istiyorum. Mesleğimiz, Yahudiliğin azizleri tarafından kurulmuş,
Hıristiyanlığın azizlerince geliştirilmiş, Hz. İbrahim’in dini olan islâmiyetin
son erenlerince de olgunlaştırılmıştır. Demek ki, bizim de şövalyelerin yaptığı
gibi, bireysel düzeydeki çalışmalarımızı kendi dinimiz ile bağdaştırmamız,
bağlamamız şart. Bu durum, teşbihte hata olmaz, her on katı bir semavi dine ait
30 katlı bir binanın inşaatı sırasındaki vinç ve sonrasındaki asansör ile
açıklanabilir. Mesleğimiz her üç dinin de özünü kapsar, bizi bir ve tek gerçeğe
hızla götürür. İnşa sırasında vinç temelde kurulur, onuncu ve yirminci katlarda
binaya sağlamca raptedilir, rampa edilir. İlk azizler, Hz. Süleyman mâbedinin
temellerinde mesleğimizin, vincin, temelini atmış. Şövalyeler, mesleği, vinci,
Hıristiyanlığa sağlamca raptetmiş. Toplum ve kardeşler kaynaşmıştır. Anadolu
erenleri de mesleğin son bölümünü manen tamamlamış. Kardeşlik, toplumumuz
içinde tam olarak yerini almadı ise asansörün fizikî montesi henüz tam
değildir. Bu nedenle, dinleri inceleme görevi verilmektedir.

Hasan Âli Yücel kardeşimiz bir gerçeği, Allah’a, “özü budur dört kitâbın / senden sanadır
hitâbın” diyerek açıklamış ve Allah derken coşmuştur. Vinç ve asansör dinler
yapısında temelden çatıya doğruca ve rahatça çıkarır, her aşamaya hizmet verir,
destekler, yaşatır, korur ve kollar. Her şeriate tarafsız hizmet veren
mesleğimiz, bizi dipten doruğa hızla ve kolayca hareket ettirir, gerçeğin, özün
anlaşılmasını sağlar, adetlerin ibadetleşmesini ve bağnazlığın yerleşmesini
önler. Rehberliği geliştirir. Gerçeği aramak, bizi, dine, azizlere ve Tanrı’ya
götürüyorsa, dinleri iyi anlayamayan, Allah derken coşamayan, gerçeği aramaya
devam eder.

Azizlerden Erenlere,

Anadolu erenleri, ilk azizlerin yaptıklarını tamamlamış, ilim ve hâli mükemmele erdirmiştir. Halk ile bütünleşmiş, hakka tercüman olmuş, halk ile hakk ilişkisini kurmuştur. Türk Kardeşliği,
Kardeşliğe büyük katkı sağlayabilir. Din kitaplarının mesajları ve mâbedlerdeki
hitaplarımız, özlü anlam itibariyle, tamamen aynıdır. Kardeşler olarak halk ile
bütünleşmemizde kilit rolü bu ilişki oynayabilir. Batının dinsel özün
alınmasından sonra yetiştirdiği azizler gibi erenlerimize sahip çıkmak, kâmil
insan yetiştiren mesleğimizin gereğidir. Yolumuz hep bilimselden dine,
dinselden bilimsele gider. Bir anlamda, kardeşlik, dinsel deyimleri bilimsel
bir şekilde anlatma, gerçeği, ilim yolundan, bilimsel olarak ispat etme sanatıdır.
Kutsal mesajların gerçeğe götürecek şekilde yorumlanması, düşünen akıl,
tefekkür, sezgi ve idrak etme yeteneği, basiret gerektirir. Denileni anlar
denmek isteneni idrak ederiz.

Din islâmiyettir, islâmiyet teslimiyettir
denir. Kılavuzda bunu hatırlatan deyimler vardır, örneğin, “bütün insanlar ve
bütün varlıklar bilmedikleri ezelî yasalara bağlıdır, gidiniz, Tanrı’nın
yazdığı yerine gelsin”. Bir ve tek olan gerçeği anlatan ve bir bütün olan bu
kutsal mesajların hitap ve kitabının son bölümleri ile sentez tamamlanır.
Örneğin, Kur’anın çok ayetinde şu gerçeğe yer verilir : Bütün mevcudat, O'nun vücûdu
ile mevcud, O'nun kuvvet, kudret ve fiili ile faildir. Hakkiyle kıyam da bundan
ibarettir. O halde, vücud-i mutlakın gayri mevcûd olamaz. (2.116). Bizim ve benliğimizin
sonsuzlukta kaybolma nedeni de bu gerçekte saklı olabilir. Atatürk de “tüm
varlık bir vücuttur, uzaklarda olanlara bile kayıtsız kalamayız” der. Anadolu
kültüründeki “vahdet” ve “kesret” kavramlarının açıkladığı da bu gerçektir.

İlk kutsal mesaj “oku” emrinin doğayı okumak
olduğu, henüz ortada okunacak bir kitap olmadığından anlaşılabilir. Böylece,
kâinatı okumayı öğrenmek, basiretle, gönül gözüyle görerek, eşyanın hakikatini
bilmek önem kazanır. Evren, küllî ilmin inişi ile, her oluşum ardında bilimsel
bir gerçek ile, oluştuğundan, ilim maddede sır olmuştur denir. Biz yer çekimini
icat değil keşfederiz. Yeryüzü bir gerçek ile oluşmuştur. Bilimsel
araştırmalarla, doğa incelenerek, bizi geceden gündüze, eşyanın hakikatine
ulaştırarak, hakikat güneşinin doğması sağlanmalıdır. Bu ince ve uzun yolda,
söz konusu güneşin ışıklarını, ay misali, sessizce yansıtan, rehber kâmillerin
hitaplarına kulak vermeli, onları örnek almalıyız. Görevleri, görevimiz
olmalıdır.

Gerçek, Kıyamet,

Eğer, kıyametiniz koparcasına kıyama durur, üstünde
kendinizin de olduğu bilinciyle, “Allahü ekber” deyip, dünyayı gerinize atıp,
ellerinizi bağlarsanız, O'nun kelâmı diye bilinen bir duayı kim kime okur? Siz
değil, dünyanın üstünde kendinizi arkaya attınız, kıyamete erdiniz, “sen çık
aradan” misali. Böylece, namaz müminin miracı olabilir. Gerçeği idrak etmek,
düşünen aklı ile tefekkür eden ariflerin işidir.

Umarım ne olup ne olmadığımızı, nereden gelip
nereye gittiğimizi, nasıl ölüp ne ile diriltildiğimizi, kısaca mesleğimizi
uygun bir şekilde gözden geçiriyoruz. Baba, dede, eş, amir, memur gibi
sıfatları birlikte taşıdığımızın idraki içinde, hangi sıfatla yemin ettiğimizin
de idrakinde olmamız gerek. Kılavuzumuz da, bir paragraflık bir yemin için
geniş kapsamlı ve derin anlamlı uzun açıklamalarda bulunmaktadır.

Açıklamaların tümü bir şey ile diğerinin arasındaki
farkı fark etmemiz içindir. Gençlik, olgunluk, birinci seyahat ikinci seyahat,
birinci mâbed, ikinci mâbed, her ulusun seçkinliği, hürriyetten öncesi ve
sonrası, fenâ ve bekâ halleri gibi. Şövalyelik de öyle, önce Doğu sonra, Doğu
ve Batı Şövalyesi, Doğu ve Kılıç Şövalyesi. Harfte sır olan kelimelerle
açıklanır. Adem mikro alemdir. Âlem sonsuz, sınırsız hürriyet!

Esaretten Hürriyete,

Birinci Mabed, Hz. Süleyman mabedi idi. Mısır’ın,
“Tanrı benim” diyen Firavun piramidinden biraz öte, O’nu zikreden de olsa,
“ben” diyen Süleyman’ın Mâbedi yıkılır. Yusuf hikayesi gibi. Yusuf da kuyuya
atılır, çıkarılır, sultan olur. Yusuf’un düşüşte ve çıkışta iradesi yoktur.
Gençler de reşittir, mamur birer abidedir, ama, olgunlaşacaktır. Ben ile
kurulan benlik yıkılmadıkça insanlık mâbedi kurulamaz. Hakikat Mâbedi ikinci
defa inşa edilirken ulusların kendilerine has görüşlerinden uzak ve bağımsız
bir temel üzerine kurulur. Bu temel kimsenin değil, ama, tüm kesretin üzerine
kurulur. Harf ile gizlenen kelimelerle açığa, hürriyete çıkar.

Herkes bir alem ve herkes kendi dünyasının kralıdır
deriz. Kurtarılacak ülke benlikci “ben” kralından kurtarılması gereken kendi
ülkemiz, olabilir. Kendi kendimize, kendimizle sınırladığımız, sınırlarını
belirleyerek rahat ettiğimiz krallığımızın yıkılması yakın olabilir. Kılıç
ülkeyi yakında kurtarabilir. Kılıçtan geçirilen ruhsuz korkaklık cesarete,
kılıçtan geçirilen ruhsuz şehvet iffete; servet, riya, korkaklık, kıskançlık ve
şehvete, bunların takımına, kavmine, topluluğuna olan esirlik hürriyete
dönüşebilir, öylece, yeniden dirilebiliriz. Bireysel düzeyde, herkesin içindeki
nefsî mücadelede, önce ruhsuz tayfa, sonra, ruhtan alınan ilim ile güçlenen
diğer tayfa galip gelebilir. Bu çatışmanın toplumsal boyutunda ise,
İsrailoğulları’ndan söz ederken, Ademoğullarından inananlar tayfası
kastedilebilir. Biz de, Hak ve hakikat kılıcını bir elimize alarak diğer
elimizle hoşgörü mâbedini, herkes için, bireysel ve toplumsal düzeyde, kurmaya
başlayabiliriz.

İşte bu durum ve ortamda, bu ruh hali içinde, yalnız kendimizi eğitme ve yetiştirmeyi amaç edinmeye ve yabancı, “gayri” tanımamaya, onlara açıklama yapmamaya yemin edebiliriz. Sabun köpüğü baloncuğunun patlaması sonrası gibi, kutsal mâbedin kubbelerinin ölümsüz
hakikatin üstüne inşa edilmesini isteyebiliriz. Belki de kutsal mâbed zaten
orada kurulu, o nedenle, Kutsal Mâbedi gizleyen örtünün yırtılmasını
isteyebiliriz. Tam da kılavuzun dediği gibi, “Ey hürriyet, o uluslar ki,
zincirlerini kırarak senin egemenliğini görmek için ayağa kalkıyorlar!” Dünyevî
yer çekimine esaretten kurtulup, sınırsızlıkta, hürriyet içinde yücelerek ayağa
kalkabiliriz.
Zaman ve zemine tabi değildir O, kâmil insanın içindedir zaman da zemin de.

Tanrı ve Gerçek Birdir, Yolu Dindir,

Kardeşlik, insanlık tarihinin, dinler tarihinin çevresinde toplandığı sonucuna varır.
Böylece, çeşitli dinlerin ortak temelini kavramak mümkün olur. Sonsuzluk hakkında sadece araştırmalar yapmakla yetinen kişi, ancak bilim yapmış olur; eğer hayâl gücü alevlenir, ruhu coşar ve ahlâk kuralları bu araştırmalara bağlanırsa, işte o zaman gerçek bir dine sahip olabilir. Bu bakımdan, Kardeşlik, bu anlamda gerçek bir dindir; daha doğrusu, din duygusunun
en yüksek bir ifadesidir! Önceki derecelerin konusu olan ikinci Mâbed kişilerin
dinî toleransının kaynağıdır. Mâbedin iç hayatındaki yükümlülükler de çok
önemlidir. Burada iki temel ilke uygulanır; tüzüğe tam bağlı­lık, kuralların
sınırlamadığı her konuda mutlak hürriyet. Yani, şeriate uy hakikatte özgür ol,
O’nun huzurunda olduğunu idrak et, huzurda, huzur içinde, huzurlu ol. Atölye kardeşin
vicdanı ve fikir hürriyeti için sağlam ve kutsal bir barınaktır. Kardeşler
insanlığı işte böyle anlar ve bu sebeple de tolerans­sızlığın karşısındadırlar.
Kardeşlerimizin hürriyetini bu yoldan koruyacağız. Biz huzurda isek herkes
huzurdadır! Ata da bu anlamda söyler : Yurtta sulh cihanda sulh!

Bazı kişiler, kendi çıkarlarını hiç düşünmeden, yalnız kamu yararlarıyla
uğraşmanın gerektiğini ileri sürerler. Bunlar halkın haklarından, başkalarının
iyilik ve mutluluğun­dan söz ederler; güya kendi refah ve mutluluklarını hiçe
sayar­lar. Bu davranış Kardeşlikle bağdaşamaz. Kardeşlik bunun ter­sini
savunur: kendimizi düşünelim; vermeden önce kazanma gaye­sini güdelim;
başkalarını aydınlatmadan önce kendimizi aydınla­talım. Yerimiz ve derecemiz ne
olursa olsun iyi bir nefer olalım. Kendi­mizi hazırlamadan, özellikle
kardeşlerimize karşı, kırıcı sözlerle, yürekler dolusu kinle, yerli yersiz
tartışmalara girişmek, kendini beğenmekten, yani cahillikten ileri gelir;
cahillikle taassubun arası ise kısa bir adımdır.

Herkesi biraz kendi haline bırakmalıyız ki öylece mutlu olsunlar; bizi de
bu halimizden memnun sansınlar. Böyle olmazsa, halk bizi yalancı ya da budala
yerine koyar. Bu görüş ve duruş, halka karşı hakca bir tutumdur, “bana seni
gerek seni” deyişin bir anlamı da “bırak herkes kendisi olsun”dur. Bu derecenin
kılavuzunda din ve din adamlarından çok söz edilir. “Kardeşlik gerçek bir
dindir” deyimini düşünmek gerek. “Tanrı ve Gerçek birdir, yolu dindir”
denebilir. Başka yolu olsaydı ilk ve tek bulan Kardeşlik olurdu. Tefekkürle,
bilgilerden gerçeği idrake önce biz çıkmalıyız.

Halkla görüşürken ifadenin halkcasını kullanmalıyız. Cehaletten kurtarmak
için onları her konuda önce haklı görür, sonra, daha iyiye ve doğruya
gidebilmeleri için hoşgörü içinde yardımcı olabiliriz. Aydınlığa, esaretten
hürriyete çıkış yolunu, ay ışığı gibi, asansörde rehber olarak, kendileri
keşfetmiş hissi vererek göstermeliyiz. Ay konuşmaz, güneşi konuşturur, ben
demez ‘O’ dedirtir. Kelimeyi okumaz, okutur. Kardeşlerimizin yolunu, ay ışığı
gibi, sessizlik içinde aydınlatmalı, gerçek, onlara “yeniden keşfedercesine
aşikâr” olmalı, tebeyyün etmeli. İçimizde parlayan ziyayı böylece
yansıtmalıyız. Bunlar da bizim yeminimize sadakatimizin gereğidir.

Tanrı yeminimize, ahdimize sadık kalmada yardımcımız olsun.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder