26 Mart 2012 Pazartesi

İNSAN ZEKÂSININ ESARETE DİRENCİ


Kitabı okumak için tıklayınız:
Click here to view Kendimizi Bilmenin Neresindeyiz.

Muhterem Üstadlarım, sevgili kardeşlerim. Konunun takdim ortamı ve dinleyici kitlesi araştırma yöntemini ve derinliğini etkiler. Hitap edilen üstadlar dikkate alındığında, şu
an sanırım hiçbir sınır tanımamanın ve doyasıya felsefe yapmanın tam yeri ve
zamanıdır.


Yontularak olgunlaşma, Zeka, sözlük anlamıyla, mantıki ilişkileri idrak etme, bilgiyi problem
çözmek için kullanma ve yeni durumlara uyum gösterme yeteneğidir. Kısaca, konu,
insan aklının etkin ve verimli kullanımıdır. Akıl ve hikmet, düşünce ve
sezgiler mesleğimizde, yontularak olgunlaşmada, en çok güvenilen araçlardır.
İnsanlık terbiyesi ise bize ben “insanım”, “kamil, olgun insanım”,
denilemeyeceğini ve olgunlaşmanın sınırsızlığını öğretir. Çünkü, Tanrının en
büyük armağanı olan insan aklı ve zekasını kullanarak hamtaşlıktan Tanrı’ya
yücelişte insan sınırlıdır, ya Tanrı? İnsanlığın kendine özgü bir nuru yoktur,
kutsal nurun kaynağı kutsal kitaplardır. Kutsal kitaplardan alınan nurun ateşi
sönerse sevgi mabedinin ısı ve ışığı kaybolur. Alegori ve sembollerin temelinde
kutsal mesajların olduğunu görmek de ayrıca zevk verir.


Söz konusu mesajlardan birkaçı şöyledir: «Ruh» Rab'binden «Akıl» meleği vasıtası ile «Kalb» Nebi'sine inmiş olan makûlat kitabını oku. Ruh cesed için ne ise, Hakk da
halka göre odur. Halkın dinleyebilmesi, görüp, tutup inanabilmesi için, ruhun
aynı cisim ile cisimlenmesi gerekmiştir, “İşte nübüvvet budur”, nübüvvet
hakkdır. (*) Hak'kı işitmeğe, Hak'kı görmeğe, Hak'la söylemekliğe sebeb
olan akıl nurudur. Kalp akıl nurundan yoksun kalınca
sağır-kör-dilsiz olunur. Nefsde kalanların kalp gözleri görmez, çünkü
nefsin kendine özgü aydınlığı yoktur, nefsde ruhun ateşi sönünce ısı ve ışık kaybolur.(**)


Kutsal mesajların, konuyla ilgili olan, en önemli üçü “Evrenin”,
“İnsanın” ve “Adem’in” yaradılışı ile ilgili olanlarıdır. İnsanlık açısından da
bu üç aşama “harici alem”, “ölümsüz ruhun nuru ile yeniden doğuş” ve
“yontularak olgunlaşma” süreçleridir. Üç aşama, Canlanış-Ruhlanış-Diriliş
olarak özetlenebilir. Mesleğimizde bir seçim süreci vardır. İnsan, önce insan olmalıdır ki seçim sürecine girsin. Mesleğimize çağrı genel ve herkese değildir. Seçim işi vardır ve şarttır. Amaç
olgunlaşma olduğu için, olgunlaşabilecek olanın seçimi gerekir. Seçim sadece
bize özel midir? Olamaz. Seçilen kişi, yeniden doğup olgunlaşarak yücelecektir. Ruh aynı ölümsüz ruh, nur aynı ruhun nuru olduğu sürece, bizim idrakimizde çelişki olmadıkça, kutsal mesajların özü ile mesleğimiz arasında hiçbir çelişkinin olmayacağı kesin ve aşikardır.


Kutsal mesajlarda ve insancıl süreçte örtüşen üç aşama, kolay
anlaşılabilmesi için, İnsan-Olgun İnsan olarak, ikiye de indirgenebilir. Harici
alem, yeniden doğuştan sonra, ikinci planda bırakılıp dikkatler yontu işine
çevrilir, verilen nur veya ruhun nuru ile diriliş önem kazanır. Artık
yontularak yüceliş, ölümsüz ruh ile diriliş önemlidir. Aynı anlayışla, herşeyin bir “öncesi” ve bir
de “sonrası”, aynı şekilde, insanın da bir “evveli” bir de “ahiri” vardır.
İnsanın nereden gelip nereye gittiğini bilmesi gerek ise, bu evvel ve ahirden
başlanabilir. Evvelimiz, insan olmaya çalışma, insan olup seçilen hamtaş olma
çabası sonucunda gerçekleşen, “hamtaşlık”tır, ahirimizi öğrenmeye çalışırız.
Hamtaş olarak yeniden doğduk insanlık alemine. Bu alemde taşımızı akıl ve
hikmet ile yontup sevgi mabedi inşa etmemiz istenir, biz de bunu amaç ediniriz.


Bilinir ki, bu dünya alemi ilk ve son değil, başka alemler de var. Yeri
gelir onsekizbin alemden bahsederiz. Şimdilik bu “Dünya”, “Görünür Alem”,
“Misal Alemi” ve diğeri, yani, gelinen ve gidilen alemi incelesek yeter. Belki
de, bu ikisine, “Madde” ve “Manâ” alemleri diyebiliriz. Eşya, önce, mana aleminde oluşur. Önce yapmış sonra isim vermiş olabiliriz, ancak, önce düşünce aleminde var ederiz birşeyi.
Her cismin bir ismi vardır. İsmi bir, cismi sonsuz olabilir. Masa ismi birdir
ama masa çeşitleri sonsuzdur. Ressamın resmi önce hayalinde, mimarın eseri de
önce projesinde, kafasında oluşur. Küçük Dünyamızda herşey düşünülerek olur da,
kainat düşünülmeden mi oluşmuştur? Hayal, düşünce ve mana aleminin hepsine
birden bazıları “Gayb” alemi der. Bu kainatta ne varsa önce “kozmik bilinçte”
var olmuştur. Büyük Patlamadan önce var olduğunu bildiğimiz “boyutu sıfır
kütlesi sonsuz” olan ve “Hidrojen” olarak bilinenin, bize ve herşeyimize,
Güneşimize, Dünyamıza gebe olduğu kesin. O patlama olacaktı ki bugün var olan,
yarın var olacak olan var olsun. Varlığın ve var olmanın sonsuzluğuna işaret
etmek için, bu kaçıncı patlama diye de sorabiliriz. İlk andan itibaren, evrenin
açılımının tek bir “ilim”e uygun olduğu görülür. Varoluşun, mana alemindeki
bilimsel projesine uygun olması akla yatkındır.


Öğretileri bilimsel ve uygulamaları sanatsal olan ve kadim köklerinin
insanlık tarihine dayandığını bildiğimiz mesleğimiz, aklımızı kullanmamıza
öncelik verir. Madde aleminden alınan hamtaşlarla mana aleminde sevgi mabedi
inşa etmek ancak düşünen akıl sahiplerine özgü bir çaba olabilir. Yeryüzü
mermeriyle gökyüzünde; nefsi aklına hükmeden Firavunun egosunu simgeleyen
piramid inşa edilemez. Olsa olsa, insanlarla, aklı nefsine hükmeden Sultan
Süleyman’ın gönül mabedi yücelir. Görünür alemden Gayb alemine, madde aleminden
mana alemine geçişi, ölümde ölümsüzlüğü, yoklukta varlığı ararız. Kaba güç ve
kuvvetin, makam ve mevkinin geçersiz olduğu sevgi ve hoşgörü alemine Hz.
Süleyman makamından nur verilerek doğarız. Bağnazlık ve bâtılı bırakır, akıl,
fikir, sezgi ve zekaya dayalı basiretli görüşü benimser, hakk ve hakikate
ulaşmaya çalışırız. Hamtaşımızı yontarak dünyanın merkezinde kendimizi bulmaya
ve bilmeye gayret ederiz. Kendisinde Allah’ın tecelli ettiği insan olarak
tanıdığımız Hiram üstad olmayı amaç ediniriz.


Çırak kardeşe “bu yolculuk senden sanadır” denir. “kardeşin ile arana
sakın mesleğini koyma” öğüdünde bulunulur. Çünkü, insanlık, bireyin dışında
değil içindedir, meslekteki yolculuk da kendisinden kendisinedir, yani, akıl
aracı ile, kalbinde yücelip, ruhundan aldığı ilhamı nefsine ulaştırır, onu
terbiye eder. İnsan, gönlüne sığan Gayb aleminde, aklı ve zekasıyla dolaşıp,
önce kalbinde isimler arası ilişkiyi, sonra harici alemde cisimler arası
ilişkiyi idrak eder. Kalbin iki kapılı bir han olduğu, birinin ilim, ilham ve
hikmet için ruha, diğerinin, uygulama için nefse, bedene açıldığı bilinir.
Ademoğlu, düşüncelere dalıp tefekkür ederek, beden arzından akıl semasına
yücelir, ilmin kaynağı olan ruha ulaşıp aldığı ilhamı fikirler halinde nefs
toprağına yağdırır. Nefs arzında, akıl semasından yağan ilim yağmurları
sayesinde, güzel ahlak meyve ve gül bahçeleri yetişir. Sevgi ateşi ve aşk
güneşi ile olgunlaşan meyveler, önlüklü ve önlüksüz tüm insanlara sunulur.
Olgun insan, kâmil insan olan kardeşin tüm insanlara faydası dokunur. Rahmet
yağmuru, iyi kötü ayırmadan, herkesin arzına, tarlasına yağar. Kökü kadim
olanın meyvesi de tatlı, lezzetli, kamil olur. Oysa, bazen, köküyle ve kökünün
kadimliği ile uğraşmaktan kardeşliğin meyvelerine zaman kalmaz.


Kısaca, kardeşlik, harici alemden aldığı hamtaşı işleyip sevgi mabedi
inşa ederken, girdi alıp çıktı üreten bir sisteme benzer. Her açık sistem bir
üst sistemin alt sistemidir ve kendi içinde bir çok alt sisteme sahiptir.
Çırakları eğitme, kalfaları öğretme ve ustaları yüceltme işlemlerinin her biri
bir alt sistemdir. Hamtaş tamamen maddi olan alemin bir parçası ve ürünüdür.
Sevgi mabedi ise tamamen manevi olan alemde inşa edilir. Sanki madde ile mana
inşa etmeye çalışırız, üstelik bunu aklımızı kullanarak yaparız. İlk bakışta
bizi anlayamayanları eleştirmemiz insafsızlık olur.

Harici alem, canlanış,

Harici alem, evren, canlanış, büyük patlama ile oluşmuş.
Çevremizdeki herşey nasıl belirli bir düşünce, bir proje ile gerçekleşmiş ise,
aynı şekilde, evren de kozmik bilinç ile şekillenmiş, oluşmuştur. Doğa ve doğal
güçlerin fonksiyonları fiziksel, kimyasal ve matematiksel gibi bilimsel
kurallara uygundur. Her maddenin belirli bir yanma, donma, erime, sıvılaşma ve
buharlaşma noktası vardır. Herşey, toprak, hava, ateş ve sudan oluşan dört
anasırdan, elemandan meydana gelir. Yeryüzü ve gökyüzü ile içinde ve aralarında
olan her çeşit canlı aynı, ilahi, doğal kurallara tabidir. Bitkilerin arzdan,
topraktan çıkışı ile canlıların, insan dahil, bir bedenden çıkışı, meydana
gelişi, arasında fark yoktur.


Kutsal mesajlarda insan önce “ins” olarak, hatta “insi vel cinni”
tabiriyle geçer. Evren altı günde yaratılmıştır. Bir anlamıyla, yani, ön, arka,
sağ, soldan oluşan dört yön ve alt, üst olmak üzere iki yüz, altı yüzeyden
oluşmuştur. Diğer bir yoruma göre, ilk peygamberden son peygambere kadar
altıbin yıl geçmiştir. Bir hikmeti de, otuzüç gibi, üç artı üç olmak üzere,
altı makam olabilir. Sonra hayat tekrar başlar. Yaşam döngüsel, bu döngü ise
yaşamsaldır, kısır değildir. Herşey aslına döner. Herşeyi haketmek gerek,
haksızlık olmaz, mümkün de değildir. Haksızlık Allah’sızlıktır.


Evrenin oluşumu kutsal kitaplarda halk ediş (halak-halakel) olarak geçer.
Halk ediş, bireysel veya nesnel bir bilgi birikiminin, ilmin bireysel
uygulanması, ortaya, meydana çıkışıdır, görünür hale gelişidir. Buna, kesret ,
çokluk aleminde, bireysel zuhura geliş, izhar ediliş, zahir oluş da denir. Bir
ve tek olan, vahdet denen, vücud ile mevcud oluşdur bu hal, vücud mevcudata dönüşür.
Mevcut oluş nasıl bir ilme dayalı ise mevcudatın hayatı da aynı ilmin devamı
ile yaşanır. Yerçekimi yerin çekimidir ve buna karşı, yörüngesel hareket ile,
merkezkaç kuvveti oluşur. Hikmetini bilmesek de en ağır suyun dört derecedeki
su olduğunu, suyun donma ve kaynama derecelerini biliriz. Evrenin
genişlediğini, galaksilerin yerlerini ve hangi hızda birbirinden uzaklaştığını
ölçeriz. “Mevcudat” ve “Yaşam” altyapısı bize verilmişdir, biz onu sadece
kullanır, onunla bir amaca ulaşmak için oynarız.


Kısaca, harici alem, tek tek canlılar alemi, bizim için sanki bir taş
ocağı, verilmiş, biz taş ocağı ile ilgilenmez ve onu kurup işletmeyiz. Bizim
büyük patlamada rolümüz yok, ama, patlamanın bizim oluşmamızdaki rolü çok.
Seçmece bir hamtaş alır onu işleriz. Sanki, tüm doğa kendi kendine olmuştur,
bir patlamayla. Sonra, taş elde etmek için doğayı biz de patlatırız. Batın olan
ilim zahir olmuş. Biz zahirden batını keşfe çalışırız. Olgunlaştıkça, bize
herşey “yeniden keşfedercesine aşikar olur”.

Yeniden doğuş, ruhlanış,

Oluşumunda rolümüz olmayan canlılık altyapısının bir
parçasına biz “hamtaş” deriz. İşte bu andan itibaren bir bardak suda fırtınalar
koparma sırası bizdedir. Ne nedir ne değildir, aslında ne olmalıdır, nasıl
olmalıdır, nasıl olmamalıdır bizden sorulur. Bir küçük ego ve egoizm
edebiyatını felsefeye dönüştürürüz. Adem çamurdan yaratıldığı için, çamuru atıp
tutma, kıvamını tutturma oyunuyla mangalda kül bırakmayız. En büyük akıl başka
büyük yok! Doğrudur da, ta ki hakk’a ve hakikate erene kadar. Erenlerin,
ermişlerin, ruh ile dirilen kamillerin, insan-ı kamil, olgun insanların
tartışdığını hiç duyan olmuş mudur? Onların dövene elsiz, sövene dilsiz
olduğunu biliriz. Tam burada “bilmek ve bilmemek”, “bilenle bilmeyen bir olur
mu”, “olmak ya da olmamak” başlar. Atma-tutma biter. Yalnız, kapı ve yol
gösterilir, açıp girmek, girip gitmek ve gidip varmak yolcuya kalmıştır.


Tanrı’nın, halifesi olarak, Adem’i kendi suretinde ve kendi ruhundan
nefhederek, aynı ölümsüz ruhun nurundan, yarattığına dair kutsal mesajlar
vardır. Adem’in çamurunun, kırk gün yoğrulduğu, istenen kıvamda tutmak için,
gerektiğinde toprağa hava, su ve ateş takviyesi yapıldığı anlatılır. Tanrı’nın
halifesi olarak yaratıldığı hikaye edilirken Adem için “ca’ilün”(*) kelimesi
kullanılır. Cailün, sözlükte, “örneği olmadan yeni, güzel ve faydalı bir şeyin
icad edilmesi” anlamındadır. Hakikaten, harici alemde o güne kadar var olanlara
kıyasla, Adem yepyeni bir şeydir, güzeldir ve diğerlerine de faydalıdır. Bu
amaç için var edilmiştir zaten. Yaradılış amacına ulaşmalıdır Adem. Acı üzüm
kütüğü, kalem aşısı ile, tatlı üzüm vermeli, ahlat, armut olmalıdır. Canlılık,
hamtaşlık yetmez. Can, ölümsüz ruh ile dirilmelidir.


Adem’e kadar, mevcudat, canlılık, canlılar, her şey vardı, aynı bugünkü
gibi. Yeni olan sadece Adem. Bizim “yeniden doğuş” felsefesine çok uygun, hem
bir doğuş hem de bir yenilik var ortada. Senaryonun sahnelenmesi böylece
başlar, Adem ve oğulları rollerini başarıyla oynarlar her dem. İnsan ve
oğulları boş durur mu hiç? Hayatın bir oyun olduğunu, hatta oyunun çamurculuk
olduğunu iddia eder. Oynaşma amacıyla, ben bilirim oyununu oynamak için, sözde
çelişkiler, farklı düşünüşler bu aşamada başlar ve kırk gün sürer. Zaferin
büyük olması için yenilginin de büyük olması şart. Örneğin, “Seçilmiş insan,
ilk peygamber, olan Hz. Adem’den son peygambere kadar altı bin yıl geçmiştir,
Evrenin altı günde yaratılmış olması buna işarettir”, hayır, “olmaz, olamaz
öyle şey bunlar dogmadır, bağnazlıktır”...gibi. Herkes kendi alanında
alegoriler, rumuzlar kullanır, ama, diğerini düz mantıkla eleştirir. Yeryüzü
mermeri ile gökyüzünde mabed kurmak da bazılarına akıl dışı gelebilir.


Esvel-i safilin denen “doğanın çukuru”ndan, yani, cehaletin dibinden, ilim ile başımızı kaldırabiliriz. Adem de, O’nun ruhu, yani, ruhunun nuru olan ilim sayesinde çamurluktan kurtulup dirildi. İlim elde ettikce de çukurda olduğumuzu anlayarak, yükselmek, çukurdan
dağlara, tepelere çıkmak, hatta göklerde uçmak, bildikçe bilmek isteriz. İlimle
yücelmeden önce, ilim suyu ile yükselmek için Tufan ve Nuh’un Gemisini
efsaneleştiririz. Nadiren de olsa “akıl ve zeka Tanrı’nın bize en büyük
armağanıdır” deriz ama hem pek kullanmayız hem de armağan olması üzerinde pek
durmayız. Kimin aklı daha büyük yarışı daha zevklidir. Nurlu armağanın kimden
kime ne amaçla verilmiş olduğu, düşüne düşüne ulaşılacak “tefekkür” gerektirir.


Akıl, yanına, mantık, fikir, teorik akıl, pratik akıl, zeka, hafıza, vicdan, adalet, basiret gibi birçok arkadaş bulur. Akıl semasında herşeye yer vardır ama kuruntuya, vehime, yer yoktur. Akıl kuruntuyu, şeytan diye reddeder. Oysa, şeytan, merkezkaç kuvvetinin karşıtı olan
yerçekimini simgeleyip, şakül gibi, hep aynı yönü, O’na giden yolun tersini
göstererek pusula görevi yapar. Akıllı hayat başlar başlamaz akılsızlıklarla
savaş da başlar. Ak ile karayı, sap ile samanı ayırım gücü sayesinde, iyi ile
kötü, güzel ile çirkin gibi temel faktörler yaşama geçer. Kırk gün kırk gece
sürecek düğün-dernek başlar, neyse ki sonu, Mevlana misali, gerdektir.


Akıl için toprağın derinliğine inmek tarihin derinliğine inmek kadar kolay, ama, gökyüzüne çıkmak, Tanrı’ya yücelmek gibi, zordur. Çünkü, yükselmek için temel fizikî güçlerden
birine, çekim gücüne karşı koymak gerekir. İlahî çekim! Bıraksa uçarız.
Dünyanın zevk ve lezzetlerinden, kısaca, dünyadan, onun çekiminden kurtulmak
için arzu ve azim şarttır. Bu karşı koyuş ve sürtüşmeden ısı ve ışık açığa
çıkar. Hakkiyet ile şahsiyet sürtüşür. Biz maddenin içinde saklanmış olan
sıcaklığı açığa çıkararak, yakıtları yakarak, füzelerle yerçekimine karşı
koymayı biliriz. Yükselme işini böylece hallederiz. Henüz, “yücelmek için de
bizim içimizde büyük bir ışığın parlaması gereklidir” demek için erkendir.
Ritüellerde yer alan “Üstad kelimeyi bulup okuduğu zaman, ZİZA kelimesi ve Z
harfi ile sembolize edilen büyük bir ziyanın içinde parıldadığını görecek ve
aynı anda da en yüksek dereceye eriştiğini, Hiram gibi yüceldiğini,
tecelliyatı, anlayacaktır” ifadesini idrak kırk gün gibi bir zaman alır. Canın
ruhlanarak dirilişi veya kişinin yücelerek olgunlaşması için, yeryüzünün şeytanî
çekimine, bedensel zevk ve maddî lezzetlere karşı koymak gerek.


İnsan zekasının esarete direncinin yeri de burasıdır. Maddeye bağlı ve
bağımlı olmak, sadece bireysel bir canlı olmak ve öylece kalmak insanı sıkar,
cendereye sokar, insanlığa uymaz. İnsan aşağıda, insanlık ise yukarıdadır.
Madde bağımlılığı insan gerçeğine terstir. Ya insan insanlıktan çıkacak ya da
insan bağlı ve bağımlı olmaktan kurtulacaktır. Maddenin içinden bir eser olarak
çıkınca ancak “ins” “insan” olur. Bir küçük “an” eki çok şeye malolur. Onun
için belkide, an bu an, dem bu dem, an’lamak, ‘zam’an deriz. Bu hale ulaşmak
bir an meselesidir, ama, kim hangi anda ulaşacak. Esaret, insanın insana köleliğinden
çok daha geniş kapsamlıdır. Beyinsel düşüncelerden birine, maddi zevklerden
birine tutsak olmak da esarettir. İnsan, ilmin tümünü zevk etmelidir. Batın,
rücu, dönüş amacıyla zahir olmuştur. Ancak, zuhura gelen görülür. İnmeden
çıkılmaz. Hubut, maddeye itiş, kovuluş, olmayaydı hidayet, manaya çıkış,
kavuşma olmazdı.


Esaretin çözümü için de ilmin kaynağına inmekte yarar vardır. Daha kolay
anlayabilmek için dallara veya kollara ayırsak da ilim birdir. Pozitifi
negatifi, doğa ilmi doğaüstü ilmi yoktur. Tanrı vardır, ya gayrısı? Tek vücudun
sahibi mevcudatın ilminin de sahibidir, ilmin uygulamasından doğan hayatın da.
“Kendini bil” uyarısı, “Kendini bilen Tanrı’yı bilir” müjdesi ile tamamlanır.
Einstein dahil, her ilim adamı bildiğinin sınırlarında “İlahi” kuralların geçerli
olduğunu düşünür desek abartmış olmayız.


İnsanın bedeni vardır ama insan sadece beden değildir. İnsanlık ise,
donanım değil tamamen yazılımdır. Her insanın insanlığı, bildiklerini
uygulamasına bağlıdır. İnsan, akıllı ise, aklını kullanabiliyorsa, bildiği
için, bildiği kadar, bildiği şekilde insandır. Nur verilen, ruh verilen, o ilim
ile alim olur, bilgili, bilgin olur ve uygularsa eğer, yalnız kendisi değil,
herkes ona “insan” der. İlim yeterli değil amel, uygulama şarttır. Ruh ve beden
birbirini tamamlar. Ancak, biz, ruh için ölümsüzdür deriz, ceset ise toprak
olur, ruh gibi, aslına döner.


Kısaca, doğum ile yaşam başlar. Hayatta herşey olur, çünkü, oluşuma biz
hayat deriz, bir şey varsa, hareket oluyorsa, küçük bir kalp atışı, hafif bir
nefes alışı, canlılık vardır, hayat vardır demeye yeter. Peki yeniden doğum ile
ne başlar? Ölümde ölümsüzlük ne ola ki. İnlikten ve cinlikten nefsini yenerek
kurtulan insan, verilen nur ile dirilip, hayat bulup, yeni bir yaşama gözünü
açmalı. Herşey var, “ben” demece, yok. Bu göz basiretli, kalp gözü, gönül
gözüdür. Cehaletten kurtulup aydınlığa çıkmalı. Aradaki farkı fark edince nurun
kaynağına yücelmek yaradılışın gereğidir.

Olgunlaşma, Diriliş,

Üçüncü aşama olgunlaşma, verilen ruhun nuru ile diriliş aşamasıdır. Kendini
feda eden çekirdek, bitki olup meyvanın içinden tekrar çıkıncaya kadar, kelebek gibi,
olgunlaşma sürecini yaşar. İlk yeşerdiği andan itibaren yeni bir hayata yeniden
doğmuş, fide, fidan, ağaç derken, meyve vererek yaradılışının gereğini yerine
getirmiş, aslını ispat etmiştir. Ancak, bir çekirdek “ben o ilk çekirdeğim”
diyemez. Çünkü, aynı ağacın tüm meyvelerinin içindeki tüm çekirdeklerin “ben o
çekirdeğim” deme hakkı vardır. Mümkün vücuduyla mevcudatın elçiliğini,
sözcülüğünü yapmış, ne olup ne olmadığını, görene, bilene, sessizce
haykırmıştır. Dağ duruşu, kuş uçuşu ve çiçek kokusuyla O’nun varlığının,
birliğinin, sözcülüğünü, abideliğini yapar. Atatürk’ün abideleri Atatürk diye
haykırmaz mı? Meyve, tadı ve gıdasıyla cana can katar, yeni bir hayata, diğer
bir canlıya dönüşür. Kamil insan, değil insanlara, insanlığa katkı sağlar.
Kamiller elinde yeniden doğar yüceliriz. Can ruhla dirilir, ölümsüzleşir.


Koruyucu ortamda, rahimde, ters olarak tutunan damla anlamındaki
“alâk”tan, oluşup “ins”likten kurtulan insan da hamtaş olarak seçilip alınır,
kendi kendini yontarak olgunlaşır. Başkalarını taklit ederek yaşarken, tahkik
etmeyi, örnekleri araştırıp incelemeyi, öğretileni, öğrenmeyi öğrenir.
Maymunluktan insanlığa geçer. Taşını yontup olgunlaştıkca, içinden bir eser
çıkar, eser taştan, insan da madde ve cehalete bağımlılıktan kurtulur, maddeye esaretten kurtulur, alim olur kendini bilir. Artık taş ocağını değil insanlığı temsil eder. Anlar ki, kendi
de, başka olarak bildikleri de başkası değildir. Her bedende aynı varlık.
Herkes aynı topun bezi, bir elbiselik ona, bir elbiselik buna verilmiş, zamana
göre sadece moda, elbiselik kumaştan dikilen elbisenin modası değişmiş. Her
lokma aynı hamurun bir kaşığı. O’nu bilen, O’nunla, O’nu görür, O’nu söyler,
O’nu işitir. Seve seve sevmeyi öğrenmiş, seve seve sevilmiştir. Mahbub, seven,
iken habib, sevilen, olmuştur. Artık, Hamtaşı da sever, henüz olgunlaşmaya
çalışan çırağı da. Sevgi mabedinde başkasının sesini başkası duyamaz. Hakk,
ancak, hakk ile görülür, duyulur, bilinir. “Ben”lik kalkarsa aradan, kalır Yaradan.


Her açık sistem, girdi-işlem-çıktı diye özetlenebilir. Üretim sistemleri
ham maddeyi ürüne dönüştürür. Bir sistemin çıktısı başka bir sistemin girdisi
olabilir. Kardeşlik de bir üretim sürecidir ve hamtaş girdidir. Peki kardeşlik
bir kısır döngü olabilir mi? Asla. İlerde teknoloji okadar ilerleyecekmiş ki,
insan aklı ve zekası bilgisayar çiplerine, yani, insanlık insana, yazılım
donanıma, mana maddeye yüklenebilecekmiş. Etrafımıza bir bakalım, eğer o gün
bugünden farklı olacaksa bizden onlara selam olsun! Çünkü, telefonda bile,
birini arayana “Peki siz kimsiniz?” diye sorulur.

Dilerim E.U.M.ı bize bir daha esaret göstermez.

(*) Kemaleddin Abdürrezzak Kaşaniyyüs Semerkandi, “Te’vilat-ı Kaşaniyye”, üç cilt olarak yeni yazıya aynen aktaran, Y. Müh. M. Vehbi Güloğlu, Kadıoğlu Matbaası, Ankara, 1987, Bakara 50.
(**) Bakara 17-18.
Kitabın tümü için : (necdet.altinay@gmail.com).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder