19 Mart 2012 Pazartesi

Ahdettik, Sözümüzü Tutalım

(sayın okuyucu, aşağıda, 240 sayfa olarak yayınlanan  bir kitabın bir bölümünü bulacaksınız. Kitabın "pdf" halini ücretsiz veya basılı kitabı (20 TL) necdet.altinay@gmail.com adresinden isteyebilirsiniz, umarım bulduklarınız zamanınıza değer, sevgiler.)

Kitabı okumak için tıklayınız:
Click here to view Kendimizi Bilmenin Neresindeyiz.
 
Sevgili kardeşlerim, her ilerlemede olduğu gibi burada da bir muhasebe yapalım. Nereden gelip nereye gitmek istedik, doğru yolda ve yöndemiyiz, ilerliyormuyuz, gelişiyormuyuz? Amaca yaklaşıyor muyuz? Söz veriyor, yemin ediyoruz, sözümüzde duruyor, yeminimizi tutuyormuyuz? Saklayacağımız sır nedir, bilgili ve bilinçli miyiz?
Artık gerçekleri bir başka açıdan görme ve kabullenme zamanı. Mesleğimizin bina yapıcıları ile doğmuş olduğu iddiası kesin değildir. Hiç bir dönemde işçiler dönemin kültürünün üstünde fikirlere sahip olamazlar. Insanlar ve insanlığın gelişimi her dönemde aynıdır. Felsefe ve bilimle uğraşan kişi ve kuruluşlar eski zamanlarda da vardı. Bugün de var. Tek fark, önceleri, felsefe ve bilime dayalı fikirler, genellikle, din adamlarından çıkmıştır. Din Bilimi nasıl doğmuştur?
Biz çeşitli zamanlarda mabedlerimizde sembolik seyahatler yaparız. Biri ötekini izler. Her seyahat bizi bir noktadan ötekine taşır. Toplumsal seferler de bunun gibidir. Felsefe ve bilim kuruluşları Haçlı seferlerinden sonra Avrupa’nın her tarafına yayıldı. Avrupa’lıların doğudaki felsefe mezhepleriyle ilişki kurmaları sonucunda çok kişide geniş fikirler doğdu ve bu düşüncelerini gizlice dile getirdi. Ayrıca, söz konusu geniş fikirlere dayalı düşünceler gizli örgütler içinde dile getirildi. Gizliliğe neden gerek duyulmuştur?
Bir durum değerlendirmesi yapalım. Birinci seyahatte, doğuda doğan dinler batıya gitti. Ilk gidişde dinlerin şeriatları gitti diyebiliriz. Ikinci seyahatte, batıdan gelenler doğudan dinlerinin özlerini alıp gittiler. Batı önce karanlıkta idi çünkü dinsel düşüncelerin özü yoktu henüz. Önceleri çocuklar vaftiz ediliyordu, özün alınmasından sonra yetişkinler ölümsüz ruhtan kaynaklanan ilim suyu ile yıkandı, temizlendi, bağnazlıktan arındı. Şeriatten hakikate geçildi, marifete erildi. Bu aşamaları insanlığın öz geçmişinde açıkca görebiliriz. Biz vaftiz edildik mi?
Çalışma klavuzumuzda yer verilen bilgilere göre, doğu şövalyeleri, doğudaki Hürmüz Derneği adlı felsefe mezhebini tanımakla işe başlar. Papaz Aziz Mark, 96 yılında, Mısır rahiplerini hıristiyanlığa kabul ederek, Mısır ve hıristiyan doktrinlerini birleştirdi. Böylece, Nur ve Ziya bilgeleri adını alanlar, ardından, kaynağı Eseniyenlere dayanan Süleyman Bilimi okulu ile birleşti. Bu okulun üyeleri daha sonra Avrupa’da Doğu Şövalyeliğini, 1188’de, kurdu. Bunlar yüksek bilimleri öğrenenler idi. Köşe taşlarından biri de 1641’de Aziz Marie kilisesinde Skoçya İnsanlarının toplanmasıdır. Izleyen yıllarda, Olgunlaşma Locaları, Doğu ve Batı Şövalyeleri, Rose-Croix Yüksek Konseyleri ve Tampliyeler bilinir. Hepsinde dikkatimizi çeken gerçek şudur ki, mesleğimizin geçmişini dönemin ileri gelen din adamlarına ve azizlerine borçluyuz. Anayasamızın birinci maddesi de “kendi dinlerinin mükellefiyetlerine tâbi olmayan inisye edilmeyecek” der. Her derecede bize de dinleri, tarihlerini ve gelişimlerini, sessizlik ve olgunluk içinde, inceleyin emri ve görevi vardır. Doğu ve Batı Şövalyesi hem maddi hem de manevi sırlara mı sahiptir?
Yolculuk karanlıktan aydınlığadır. Ancak, başlangıçta aydınlık henüz yoktur. Böyle durumlarda, “ya bir yol bulunacak ya bir yol yapılacak” denir. Insan ve insanlığın gelişimi aynı olduğuna göre, bugün, kendimizi, bir an için, böyle bir karanlık cehalet içinde düşünelim. Insanlık bile neden dereyi geçene kadar yılana sarılmış anlaşılır. Hangisi daha yararlı sorusuna, hocanın, “tabii ki ay, geceleri aydınlatmak daha önemlidir”, deyişi akla gelir. Işığını güneşten alan, güneşi görüp yerini ve yönünü bilen birisinin oluşu, cehaletin merkezinde, aydınlanmayı isteyen birisi için ne kadar önemlidir. Böyle birisini, yolculuğunuz için, ya bulursunuz ya da yaratırsınız. Yolumuzu bulmaktan aciz iken gerçeği nasıl idrak edebiliyoruz?
Halk da aynen böyle yapmış. Aman sen bilirsin demiş, içlerinden birini Kral yapmış. Az gitmiş uz gitmiş, olmadı değiştirmiş. Henüz bir yol olmadığına göre yol açmak zorunda kalınca, birisine açtırmış. Bir kral aydınlığa, hakka ve hukuka götüremeyince, “han hakkı tanımazsa halk da hanı tanımaz” deyip değiştirmiş. Kral olmadan halk kendini de anlayamamış. Kraliyeti görünce demokrasinin kıymetini bilmiş. Gücün kaynağının kendisi olduğunu anlayınca halk da haklılığını anlamış. Haklı olduğunun bilinci iyice yerleşince “halk aynel Hakdır”, “halka hizmet Hakka hizmettir” denmiş. Klavuzumuz, “insanlık tarihi ancak bu büyük yolları tanımakla öğrenilmiş olur” der ve ekler, “bu yollar oldukça dardır ve insanlığın çocukluk çağı ve karanlık dönemi bu dar yollardan geçmiştir”. Önderimiz Atatürk de bu bağlamda, “ilâhi uygulamalar incelendiğinde görülür ki insan ve insanlığın gelişimi iki aşamalıdır. Tanrı, birinci aşamada, çocukluk ve gençlikte, kulları ile dolaylı yani elçiler vasıtası ile temas kurmuştur. Ikinci aşamada, yetişkin ve olgunlukta, artık, ilâhi ilhamlarla, doğrudan temas kurmayı takdir etmiş olmalı ki, peygamberliği sona erdirmiştir.” Hak gelmiş bâtıl zanlar ortadan kalkmış. Hafa, yani, gizlilik dönemi sona ermiş, hakk, halk olarak zahir olmuş. Gerçek bu ise, biz gerçeğin neresindeyiz?
Buraya kadar durum değerlendirmesi yaptık. Şimdi, tarihi gerçekler ışığında, değerlendirmelerimizi de hesaba katabiliriz. Fikirlerin doğuş ve yayılışı sessizlik içinde oluşur. Gerçek düşünür, araştırıcı ve büyüklerin kimlikleri pek bilinmez. Mevlâna’yı bilenlerin pek azı onun güneşi olan Şems’i bilir. Yüce ruhlar şan ve şöhret peşinde koşmazlar. Krallara krallığı, halka halkın gücünü, gerçek kimliğini öğreten, nice önemli devlet, kurum ve kuruluşlar oluşturan İnsanlar başlıca rolü oynamış ama kendilerini ve kuruluşlarını işin içine karıştırmamıştır. İnsanlık Dinler Biliminin doğmasına sebep olmuştur. Bu bilim dalı Anadolu’da Ledün İlmi olarak bilinir. Doğumdan sonra terk mi edilmiş? Yetişmesi, gelişmesi, dip ile doruk arasında seyrü seferin sağlıklı sağlanması işi yarım mı kalmış?
Şövalyelik, Zerdüşt öğretilerini, bunların Yahudi öğretileri üzerindeki etkilerini inceleyip sonuçları Hıristiyanlık ile birleştirdi, yeni ve eskisinden daha yüce bir senteze ulaştırdı. Önceki derecelerde, bize, kendisinde Allah’ın tecelli ettiği insan olarak bildiğimiz, üstad Hiram’ın, yani, insan zekâsının cahillik yüzünden öldürülebileceği anlatıldı. Hak ve adaleti öğrendik. Bu gayretleri bilimsel çalışmalar ile desteklemeyi öğrendik. Böylece, insan zekâsı ölmedi, yaşadı, bilimsel çalışmaları ile kimbilir nerelere vardı?
Bir ritüelimize göre, kutsal kelime YOD, Kabala’daki manasına göre, Allah, Vahdet anlamına gelir. ADONAY İbrancada, dini manada, yani, belkide Hz. İbrahim’cede, Efendi, Efendimiz yani Allah demektir. IVAH ise Jehovah’ın kısaltılmış şeklidir. Esasen, sadece He-Hi (Arapçada Hu-Hüve) harfi “O” anlamına gelir ve her iki dilde de Allah’ı ifade eder. Ketum Üstad kelimeyi bulup okuduğu zaman, ZİZA kelimesi ve Z harfi ile sembolize edilen büyük bir ziyanın içinde parıldadığını görecek ve aynı anda da en yüksek dereceye eriştiğini, Hiram gibi yüceldiğini, tecelliyatı, anlayacaktır. Üstad, harfler ile gizlenenin kelime ile aşikar olduğunu, bir ve tek olan vücudun mevcudat ile görünür olduğunu, vahdet ile batın olanın kesret ile zahir, aşikar olduğunu idrak edecektir.
Pozitif bilim ile çalışan bir işçi olarak büyük mimar olduk. Kelimeyi hamtaş üzerinde aradık, harflerini mikâp taş üzerinde bulduk. Hamtaş tabiattan bir parça idi, mikâp taş dikkatle araştırılan ve gözlenen doğayı temsil etti. Bilimsel araştırma ve gözlemler bizi her şeyde bir sonsuzluğa götürdü. Uzay-zamanı inceledik önümüze uçsuz bucaksız bir gece çıktı. Kendimizi büyüklüğün sonsuzluğunda kaybettik. Böylece, insan zekâsı ölmedi, yaşadı, sonsuzluğu idrak etti, ancak, sonsuzlukta kayboldu öyle mi? Milyarlarca parlak yıldızın bulunduğu uzayın aslında bir gece olduğu çıktı ortaya. Maddeye, kendisinde hakikat güneşi gurub ettiği için gece denmesin?
Hayatın kaynağını araştırdık, organik olmayan maddelerin canlılar haline dönüştüğünü bulduk. Organizmaların birbirine dönüştüğünü gördük. Hiçbir ölçü ile ölçülemeyecek derecede küçük parçalar haline gelinceye kadar canlı ve cansız maddeyi izledik, kendimizi küçüklüğün sonsuzluğunda kaybettik. Gerek teleskop ile gerekse mikroskop ile yaptığımız incelemelerde, böylece, sonsuzluk içinde hep kendimizi kaybettik. Diğer bir deyişle, çocukta hiç bir izi olmayan, insanlarda olgunlaştıkça güçlenen zekâ sonsuzluk içinde kaybolur. Evren büyük sonsuzlukta, hücreler küçük sonsuzlukta kaybolur! Bu bilgiler bizim mikâp taş üzerinde okuduğumuz harflerdir. Bu harfleri insan olduğumuz zaman okuyunca EUM’nın adı meydana gelecek! Atomda sır olan o müthiş ısı ve ışık gibi, maddenin hakikatini idrak edince gerçek güneşimiz olanca parlaklığıyla doğmasın sakın? Biz kaybolunca, evvelde ve ahirde, içte ve dışta var olan kalmasın ortada?
Yine klavuzumuzda, kelimeyi kimsenin okuyamadığı, Tanrı’nın var olduğu, sonsuzlukta olduğu, Tanrı ile aklımız arasına kimsenin giremeyeceği ve O’nu istediğimiz gibi adlandırabileceğimiz yer alır. Biraz sessizlikten sonra, “işte insan akıl ve hikmetinin son kelimesi budur” denerek insanlığın öğrettiklerini burada tamamladığı bildirilir, hem de en yüce makamdan. Okuyamamanın hikmeti ne ola ki? Ümmilik!?
Kardeşlerim, anladıklarımı anlatmanın sade bir yolu olarak düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. Mesleğimizin temelleri, Yahudiliğin azizleri tarafından kurulmuş, Hıristiyanlığın azizlerince geliştirilmiş, Hz. İbrahimin dini olan islâmiyetin azizlerince olgunlaştırılmıştır. Bu durum, her on katı bir semavi dine ait 30 katlı bir binanın inşaatı sırasındaki vinç ve sonrasındaki asansör ile açıklanabilir. Mesleğimiz her üç dinin de özünü kapsar, bizi bir ve tek gerçeğe götürür. Inşa sırasında vinç temelde kurulur, onuncu ve yirminci katlarda binaya sağlamca raptadilir. Ilk azizler, Hz. Süleyman mabedinin temellerinde mesleğimizin, vincin, temelini atmış. Şövalyeler mesleği, vinci, Hıristiyanlığa sağlamca raptetmiş. Anadolu erenleri de mesleğin son bölümünü tamamlamış. Vinç, otuzuncu kata da sağlamca raptedilmeli. Her dinin şeriatı farklı olsa da özü birdir. Hasan Âli Yücel kardeşimiz bu gerçeği “özü budur dört kitâbın / senden sanadır hitâbın” diyerek açıklamıştır. Vinç ve asansör dipten doruğa kolayca ve rahatça çıkar, her aşamaya hizmet verir, besler, yaşatır, korur ve kollar. Her şeriate tarafsız bir şekilde hizmet veren mesleğimiz, bizi dipten doruğa hızla ve kolayca hareket ettirerek, gerçeğin, özün, iyi, güzel ve doğru anlaşılmasını sağlayarak adetlerin ibadetleşmesini ve bağnazlığın yerleşmesini önler.
Tevhid dini olan islâmiyet Hz. İbrahim’in dinidir. Bir ve tek olan gerçeği anlatan ve bir bütün olan bu kutsal mesajların hitap ve kitabının son bölümleri ile sentez tamamlanır. Örneğin, Kur’anın çok ayetinde şu gerçeğe yer verilir : Bütün mevcudat, O'nun vücûdu ile mevcud, O'nun kuvvet, kudret ve fiili ile faildir. Hakkiyle kıyam da bundan ibarettir. O halde vücud-i mutlakın gayri mevcûd olamaz.(*2.116) Bizim ve benliğimizin sonsuzlukta kaybolma nedeni de bu gerçekte saklı olabilir. Atatürk de “tüm varlık bir vücuttur, uzaklarda olanlara bile kayıtsız kalamayız” der. Anadolu kültüründeki “vahdet” ve “kesret” kavramlarının açıkladığı da bu gerçektir.
Söz konusu mesajlardan birkaçı şöyledir: «Ruh» Rab'binden «Akıl» meleği vasıtası ile «Kalb» Nebi'sine inmiş olan kitabını oku. Ruh cesed için ne ise, Hakk da halka göre odur. Halkın dinleyebilmesi, görüp, tutup inanabilmesi için, ruhun aynı cisim ile cisimlenmesi gerekmiştir, “İşte nübüvvet budur”. Hak'kı işitmeğe, Hak'kı görmeğe, Hak'la söylemekliğe sebeb olan akıl nurudur. Kalp akıl nurundan yoksun kalınca sağır-kör-dilsiz olunur.
İlk kutsal mesaj “oku” emrinin doğayı ve/veya kendini okumak ile ilgisi, henüz ortada okunacak bir kitap olmadığından anlaşılabilir. Böylece, kâinatı okumayı öğrenmek, basiretle, gönül gözüyle görerek, eşyanın hakikatini bilmek önem kazanır.
“Cahili, cehalet ölüsünü, ilim diriliği ile diri kılarım”(*3.49). Cahil, uykuda, gaflette, bakar görmez, duyar işitmez, tuttuğunu bilmez, alim ise uyanık ve diridir. Arifi tarife gerek yoktur.
Eğer, kıyametiniz koparcasına kıyama durur, üstünde kendinizin de olduğu bilinciyle, “Allahü ekber” deyip, dünyayı ellerinizle gerinize atıp, ellerinizi bağlarsanız, O'nun kelâmı diye bilinen bir duayı kim kime okur? Siz orada yoksunuz, dünyanın üstünde arkaya düştünüz, siz çıkın aradan kalsın yaradan misali. Ancak böylece, namaz müminin miracı olabilir belkide.
Umarım ne olup ne olmadığımızı, nereden gelip nereye gittiğimizi, nasıl ölüp ne ile diriltildiğimizi, kısaca mesleğimizi yeterince gözden geçirdik. Baba, dede, eş, amir, memur gibi bir çok sıfatları birlikte taşıdığımızın idraki içinde, hangi sıfatla yemin ettiğimizin de idrakinde olmamız gerek. Klavuzumuz da, bir paragraflık bir yemin için geniş kapsamlı ve derin anlamlı uzun açıklamalarda bulunmuştur.
-----------------------------------------------------------------------------
(*) Kemaleddin Abdürrezzak Kaşaniyyüs Semerkandi, “Te’vilat-ı Kaşaniyye”, üç cilt olarak yeni yazıya aynen aktaran, Y. Müh. M. Vehbi Güloğlu, Kadıoğlu Matbaası, Ankara, 1987.
Kitabın tümü için : (necdet.altinay@isbank.net.tr).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder