İçe dönük gönül yolculuğunda, her araştırma ve sunu,
eşgüdüm ve işbirliği içinde “insanlığa yücelme” sürecini güçlendirme aracıdır.
Denilen ile denmek istenen biraz farklıdır. Konu, önce “İnsan, Kamil İnsan,
Tecelliyat”, sonra, “Misal Âlemi Dünya”, “Üstadın Ketumluğu” ve “Yeniden Doğuş,
Diriliş” alanlarında incelenip özetlenecektir. Umarım, “olgunluğun ketumiyeti”
konusundaki bu sunuş, yüksek sesle düşünüş, gösterilen sabra değer.
İnsan, Kâmil İnsan,
Tecelliyat
İnsanlığın, kâmil insan, Hiram ve tecelliyat
kavramlarına dayalı ham taşı yontma, içinden bir eser çıkarma ve kendini bilme
aşamalarında, çalışmalara bireysellik hâkimdir. İnsanı olgunlaştırma mesleğimiz
insanın kendinden kendine yaptığı bir yolculuktur. Dünyanın merkezine inip
kendini bularak, insan kendinin ne olduğunu idrak eder. Ham taşlığın anlamı
derindir. Kendisinin, rahimde ters tutunup duran damla anlamındaki
“alâk”tan, maddi doğa deryası yarılarak içinden çıkarıldığını, önce “ben”liğe
dayalı bir hayat fırsatı verildiğini ve ham taşlık ile de bu gerçeğe ilişkin
sırra eriştirildiğini idrak eder.
Yontuldukça üstadına sunulan, "işte eserin"
denilip yüzüne ayna tutulan kardeş, son aşamada, çok anlamlı, “ölüm anını
düşün”, “ölüm dünya yolculuğunun sonudur” hitaplarıyla yolunda zor bir geçitten
geçer. Maddî, dünyevî varlığını, benliğini, azim ve iradesi sayesinde, geride
bırakır. Hiram üstadın, kendi kendine dirilmeyip, diriltilmiş olduğunu
görmüştür. Anadolu kültüründe, çırak, kalfa, üstat aşamaları, fena fillâh
makamlarıdır, talebe fiil, sıfat ve vücudunun kendine ait olmadığını ilmen
idrak eder. İlmî yakınlık aynî yakınlığa gidebilir, kendini bilerek Yücelerin
Yücesine yücelebilir.
Ruhun ölümsüzlüğüne inanırız. Bu ölümsüz ruh ile diriltilen,
ilim sahibi olmuş üstat kardeş “ketum“ olur. İnsan, hem de olgun insan
olmaya söz vermiş, kutsal kitaplar üzerine el basarak, yemin etmiştir. Ketumun
sözlük anlamı “sır saklamaktır.” Sır nedir, nerede nasıl saklanacak. Saklamak,
kimseye söylememek, ortaya çıkarmamak olsaydı kolay olurdu, dipsiz kuyuya
atılır, üstüne kilit vurulurdu. İşe yaramayacak, kullanılmayacak olsaydı sır
hiç verilmeyebilirdi. Güç olan sırrı saklamak değil, gerektiğinde ortaya
çıkarmak olabilir. Bazen, doğrunun söylenmesi cesaret ister. Ayrıca, hatanın
kabulünün fazilet olduğunu bilsek de, hatayı hata olarak görebilmek
bilgeliktir. Aynı ölümsüz ruh ile dirilişten sonra her bedende aynı varlık
olduğu görülür. Latif ilmin kesif hali eşyadır.
Kendini bilme aşamasında, bir insan adayının, talep
edenin, kâmil insan olmayı, Hiram olmayı amaç edinmesi, üstat insan için bir
dönüm noktasıdır. “Kendisinde Allah’ın tecelli ettiği insan” olma amacı,
üstadı, kendinden ve dünyadan geçirebilir. Artık, para, mevki, makam, güç gibi
'ben'cil ve 'ben'likli dünyada geçerli akçeler, yeniden doğuş ile yüceltildiği
yeni yaşamında yürürlükte değildir. Yücelme sürecinde “ben” odaklı birey
ortadan kalkmıştır. Az ile yetinmeyin, hiçe kanmayın, hepi isteyin, herkes ben
dediğine göre ben deyince kendinizi kastetmeyin, ben hepi, herşeyi kapsar.
Ancak, deryanın bir damlası veya evrenin bir zerresi
olmak, denizde gelip geçici bir dalga veya karada bir gölge olmaktan daha
somuttur. Gölgenin var ya da yok oluşu, asla gölgenin iradesinde değildir.
‘Zan’ların yerini ‘gerçek’ almıştır. Yücelerek, tecelliyat ile davranış
yenilenir. “Bana uygun mu” yerine, “bir kardeşe, insana, olgun insana, Hakk’a,
hukuka, adalete uygun mu” temeline dayanan davranışlar hâkim olur.
Kısaca, ilk üç aşamada, kardeş, aynı hamurun bir lokması,
aynı topun bir elbiselik bezi, aslında bir dalga veya gölge olan ego’nun
gerçekler karşısında bir hiç, olduğunu anlamıştır. Zanlara dayalı hayatın
“gerçek” karşısında dönüşüm geçirdiğini görmüş ve gaflet uykusundan uyanmıştır.
Bu sırrın, yalnızca, kendisi gibi aynı yollardan bizzat geçenin
anlayabileceğinin idrakindedir. Benlik ve bencillik ile bunlara bağlı şeyler
ortadan kalktı diye üstat zararda değildir. Bir şeylerin kaybolması bir eksik
hiç değildir. Bunların yerine daha iyi, güzel ve doğrusu geldiği için giden
gitmiştir. Gidenler artık acı verdiği için düşünülmez bile. Dalga gitmiş derya
gelmiş akıl için bile kârlı bir iş!
Misal âlemi olan Dünyamızı biraz yakından tanımakta,
okumakta, yarar vardır. Yeryüzü güneşten kopma bir maddedir. Güneş sayesinde
görünür ve ısınır, yoksa karanlıkların içinde kara bir noktadır. Cisimlerin,
hareketleri kendilerine özgü olsa da, kendi iradelerine dayalı değil, evrensel
itim-çekim yasalarına bağlıdır.
Atomun ısı ve ışığı, onun yok oluşundan çıkar ortaya.
Milyonlarca atom bombası sayesinde güneş güneşlik yapar, dünyamıza ısı ve ışık
saçar. Bir de elektrik gerçeği vardır, ısı ve ışığı dirençten çıkar. Cam
içindeki tel, negatif ile remzedilen elektriği iletmeye karşı olan dirençten
akkor haline gelir ısı ve ışık saçar. Bakır telin direnci az olduğu için
elektriği kolayca geçirir, ne ısı ne de ışık oluşur.
Bunlar böylece hep bilinir. Felsefe ise, bilinenlere
anlam verir, satır aralarını, denilenden denilmek isteneni okur. Akıl ve inancı
sezgi ile birleştirip basiretli görüşe ulaşır. İlk kutsal mesaj “oku” emrinin
kendini, âlemi, doğayı okumak ile ilgisi, henüz ortada okunacak bir kitap
olmadığından anlaşılabilir. Böylece, kâinatı okumayı öğrenmek, basiretle, gönül
gözüyle görerek, eşyanın hakikatini bilmek önem kazanır.
Güneş sisteminde, insana kadar, doğuya doğu, batıya
batı diyen yoktu. Zaman ve harekete anlam kazandıran insandır. Cemadat, nebatat
ve hayvanatın yaşamı da insan ile mana kazandı. Böylece, her gün ve her şeyin
bir ismi, manası ve önemi oldu. Konuşma, okuma, yazma, bilme, bildirmeyi
öğrenen yalnız insandır. Evrenin var oluşunun nedeni, amacı insan olsa yeridir.
İnsan kendini bilerek Tanrıyı bildi, bildirenin O olduğunu idrak etti.
Ressamlık resim ile hayat bulur, yaşar. Eser müessire, resim ressama götürür.
Belki, Tanrı’nın yaratıcılığı da insan denen eseri, abidesi ile hayat bulmakta,
kâinat böylece anlam kazanmaktadır.
Gerçeği öğretirken, gerçek olmayanları ayıklarız.
Batıl ve yanlış olanı söküp atarız, yerine iyi, doğru ve güzeli koyarız.
İyileştirme ve güzelleştirme işinde zorlandıkça, bazen, nerden geliyor bu
kötülükler, çirkinlikler içimize, aramıza diye feryat ederiz. Neden önce
yanlışı öğrenir insan, ilk önce doğruyu öğrensek ya. Hep gündüz olsun, gece
olmasın isteriz sanki. Aydınlık güzel, karanlığa ne gerek var veya mana ve
manevi zevkler bu kadar güzelse maddeye ne gerek var diyesiniz gelir.
Ham taş niye, daha taş oluşurken, işin en başında,
eser oluşsa ya, der gibi. Oysa “ey düşünen akıl sahipleri” hitabına uygun
olarak, biraz düşünceye dalsak görürüz ki, “Ben” olmadan ‘ben’liği nasıl
kaldırırız. Yusuf kuyuya atılmadan nasıl çıkarılır. Tefekkürle idrak ederiz ki,
yaratma, “yaşam” olmazdı o zaman, nefret olmasaydı aşkı sevdayı bilemezdik.
Aklı kullanmak, fikir üretmek, alternatifleri değerlendirmek, konsantrasyonla
derin derin düşünmek, tefekküre dalmak herkese zevk verir.
Bağnazlığa, yobazlığa ve dogmalara karşı oluşumuz da
bizi kor gibi kızdıran bir çeşit dirençtir. Cehalete direniriz, böylece
aydınlanır, aydınlatırız. Pozitif düşüncelerimize ters düşen negatif düşünceler
bizi kızdırıp akkor hale getirir. Moğol istilası gibi, zor ve olumsuz koşullar
altında, Yunus Emre gibi, dâhilerin çıkması ve zaferler kazanılmasında bir
hikmet olsa gerek. Bu gerçeklerin ışığında kendimizi sorgulayabiliriz.
Kendimize pozitif yüklemeyi üstlensek bile karşı tarafı veya ortamı negatif
yüklemek elimizde, irademizde olamaz.
Pozitif ve negatif düşüncelerin gelişiminde ve bunların
sürtüşmesinden çıkan kıvılcım, ateş, ısı ve ışığın oluşumunda irademiz ne kadar
vardır ve geçerlidir. Gönlümüzde çakan şimşek ve çıkan yıldırımdaki rolümüz
nedir. Çevredeki zıtlıkların sürtüşmesinden sıcaklık, sıcak olaylar hatta
savaşlar çıkmakta. Ancak, ne gariptir ki, gönlümüzdeki haklılık ve haksızlığın
sürtüşmesinden de kıvılcım, ateş, sevgi ve aşk ile beraber, soğukluk ve nefret
duyguları çıkmakta.
Güneş de isteyerek güneş olmadı. Bir dizi zincirleme
patlamalarla güneş güneşlik yapar. Vücudumuzun karbon bazlı oluşu bizim
seçimimiz değildir. Nedenini bilmediğimiz halde, çeşitli organlarımız saat gibi
düzenli çalışır. Kendimizi bilmek adına nelere ne kadar sahip çıkıp ben
diyeceğimize dikkat etsek iyi olur. Aklımızın külli akıl, kişiliğimizin insanlık
ve ilmimizin de külli ilim ile bir ilişkisi olabilir. İnsan, O’nun ruhu ile
yaratılmıştır ve insanlığımız ilim ve amel iledir.
Güneş ve dünya gibi, bakmasını ve okumasını bilirsek,
ay dahi bize bir örnek oluşturur. Bağımlılıktan doğan pervaneliği, var oluşuna
engel değildir. Kopuşu, dönüşü ve duruşu yörüngesel sisteme tamamen bağlı ve
bağımlıdır. Ancak, ay vardır ve gerçektir, bizim gibi, bizim kadar. Üstelik
gecelerimizi aydınlatmak görevi de pek kutsaldır. Sisteme tam olarak teslim
olmuş bir haldedir. Ayna görevini eksiksiz ve başarıyla yürütür durur. Bu görev
için var edilmeyi hak eder.
Var olmayı, var olup güzel sevmeyi severiz. Her
şeyimiz bize verilmiş olsa da, önce olmadığımızı ve sonra da olmayacağımızı
bile bile biz bugün ısrarla varızdır. Üstelik büyük, güçlü, kudretli ve
başarılıyızdır. Kalbimiz, akıl aracılığıyla ilim kaynağı olan ruh-güneşinden
aldığını nefis-arzımıza başarıyla iletir. Bağnazlığın negatifliğine direncimiz
sayesinde, kanımızın son damlasına kadar, kıpkırmızı, akkor halde, cehalete
karşı koyarız.
Allaha inanır, kutsal kitaplara el basarak yemin eder,
nur kaynağı olduklarını kabulleniriz, ama bazen, dinlerin dogmalar olduğunu
söyler saçmalarız. Aramızda alegoriler ve sembollerle anlaşırken, özüne
inmeden, bir hikmeti olabilir mi demeden, mecazi anlamını düşünmeden bazı
kutsal mesajlara bağnazlık denebilir. Akıllıya, sadece akıllıya, aklı kadar
indirilmiş ve "oku", "düşün", tefekkür et",
"tezekkür et", "akla uygunsa ayettir" diye çok defa
ikazlarda bulunan "düşünce sistemi" asla "dogma" içermez.
Çamur atılacağına "anlayamadım" veya bir açıklaması vardır denilmesi
daha uygun olur belki de.
Aynı anda hem pozitif hem de negatif yüklü olduğumuz
bir gerçektir. Normal dediğimiz bir tansiyonumuz ve vücut ısımız vardır,
limitlerin dışında dengemiz bozulur, istemesek de bunlar oluşur. Yoksa bizim
bireysel yapımız da, aynı çevremiz gibi, damalı, siyah-beyaz kareli mi?
Olgun insan, Ketum Üstadın, işin kolayına kaçma lüksü
yoktur. Üstat, dinlerin özü ile saptırılmış din olgusu, adet ile ibadet
arasındaki farkı kendi özünde hissetmeli, içine sindirmeli, gönlünde
özümlemelidir. Özümlediğine inandığı bir kardeşinin çıkardığı sonuçlara
sarılamaz. Aynı sonuçlara kendisi de, aynı yolları bizzat geçerek, ulaşmalıdır.
Beğenilen, özenilen kişinin arkasından gidip izlemek yerine onun aradığını
aramalı ve kendisi de bulmalıdır.
Öndekilerin izinde olmak, onlar gibi olmak, kendimizi
bilmeden, onlar olmak demek değildir. Dediklerini demek, başkasına onları
söylemek taklittir, aynı kavramı sen de ayrıca inanarak söylemelisin.
Gösterilen kapıdan kendisinin de geçmesi şarttır. Tanrı-insan vahdetini
savunmak başka, yaşamak başkadır. Hermes, Şit peygamber olarak da bilinir,
Âdem’in torunudur, Mısır tarihinden gelen Hermetizm izlenecek bir şey değil
yaşanacak bilgidir. Akıl ve akılcılık ön planda tutulmalı, ama sezgiye de önem
verilmelidir. Ancak sezgi ve basiret, inanç ve aklı bağdaştırabilir. Benlik ve
bencillik ön plana çıkınca basiret ve sezgi arkada kalır ve akıl tutulması
yaşanır işte bu hallerde "din dogmadır" denir.
Ruh ve beden, madde ve mana, gece ve gündüz gibi
birbirlerini tamamlayan parçalardır. Sembolizmalar da bu gerçekleri açıklar.
Güneş ruhu, dünya bedeni simgeleyebilir. Aynı şekilde, ilmin kaynağı ruh,
bedeni aydınlatır. Güneşin batıdan battığı gibi, manevi nur da maddede gurup
etmiş, sır olmuş haldedir. Batıdan doğan güneş gibi, akıl, fikir ve akluhikmet
sayesinde, parçalanmış atom misali, nur da gönülden, adeta bedeni yararak
çıkar, şafak söker, fecr olur ve cehaletin üzerine doğar.
Atomu patlatmak gibi maddeyi yarmak da önemlidir.
Eşyada hakikat aranması için eşya incelenmeli, araştırma yapılmalı. Bu
araştırmalar kalpte, gönülde de yapılır. "Karanlığın yarılışından çıkan
aydınlığa sığınırım" diyen Felak suresinin ayeti böylece okunmuş
olur. Böylece, Hakk ve Hakikat güneşi içimizde doğar, bizi aydınlatır,
“tam öğle vakti” oluşarak gölgeler yok olur. Ancak böyle zamanlarda,
düşüncelerimiz yücelir ve “Allah, yaradan değil var olandır” kavramı anlam
kazanabilir. Ölümsüz ruh ile diriliş gerçekleşir.
Var olan hep vardır, evvelde ve ahirde, içte ve dışta,
bir ara var olup sonra da yok olan ise aslında hiç var olmamıştır. Bilenle
bilmeyen bir olmaz, olamaz da. Bir ile sıfırın toplamı bir etse de bu birin
kendisinden gelir, sıfırın katkısı yoktur. Bilen bilgeliğin ötesindeki
'hiç'liktir. O da "bildiğim tek şey hiç bir şey bilmediğimdir' dese de
cahilin cehaletiyle bir ilgisi yoktur, bir olmaz, aynı şey değildir.
Sevgi Mabedinin inşasında kullanılan ağaçların
özelliği vardır. Tur dağı veya gönül âlemi gibi bilinen yerlerde, özenle
yetişen, özel kişilerce, özel olarak kesilip işlenen ağaçlardır. Belki de,
içimizde aşk ateşi gibi yanan, büyük bir ziya parıldatan, egomuzu,
“ben”liğimizi yakan ağaç, aklın ruhtan taşıdığı ilim suyu ile gönülde yetişen
tefekkür ağacıdır ve fikir çakmağı ile tutuşturulan, düşünen, faal akıl
ateşinin nuru ile yanar. Bir çakış bir kibriti, bir kibrit bir tutam otu, o da
ormanı yakmaya yetebilir.
Kısaca, misal âlemi dünya ve doğal örnekler bize bir
mirasçı olduğumuzu gösterir. Kapsamlı bir kültür ve anlamlı bir bilgi
birikimini devren alır, üzerine, bize “yeniden keşfedercesine aşikâr” olanları
da ekleyerek devrederiz. İnsanlıktan borç aldığımızı, insanca, fazlasıyla
öderiz. Sevgi mabetlerinde evvelde yakılan aşk ateşini söndürmeyerek ahir, yani
bizden sonraki, zamanda da yanmasını sağlarız. Doğayı okur, ibretle inceler,
ders alırız, her şey bir delildir, ayettir, kuş uçuşu, dağ duruşu ile gerçeğin
abidesidir. Bir önemli nokta da, hiçbir şeyin ilk göründüğü gibi olmadığı,
biraz düşününce, her şeyin öneminin ve anlamının farklı olduğunu idrak ederiz.
Önce varızdır, ya sonra? “Olmak ya da olmamak” diye sormadan edemeyiz.
Kardeşlik Kurumlarında olgun, ketum üstatlar,
çalışmalarına gün ışığının karanlıkları kovduğu zaman, yani şafak sökerken,
fecr ile başlar. Kılavuzlara göre, kutsal kelime YOD, Kabala’daki manasına
göre, Allah, Vahdet anlamına gelir. ADONAY İbranca’da, dini manada, yani, belki
de Hz. İbrahim’cede, Efendi, Efendimiz yani Allah demektir. IVAH ise Jehovah’ın
kısaltılmış şeklidir. Esasen, sadece He-Hi (Arapçada Hu-Hüve) harfi “O”
anlamına gelir ve her iki dilde de Allah’ı ifade eder. Ketum Üstat kelimeyi
bulup okuduğu zaman, ZİZA kelimesi ve Z harfi ile sembolize edilen büyük bir
ziyanın içinde parıldadığını görecek ve aynı anda da en yüksek dereceye
eriştiğini, Hiram gibi yüceldiğini, tecelliyatı, anlayacaktır.
Üstat, harfler ile gizlenenin kelime ile aşikâr olduğunu,
bir ve tek olan vücudun mevcudat ile görünür olduğunu, vahdet ile batın olanın
kesret ile zahir, aşikâr olduğunu idrak edecektir. Nedense, meydanlarda yer
alan inşaatların projelerini gizler ve açıkta yapılan, naklen yayınlanan
savaşların harekât planlarını gizli tutarız.
Kılavuzdaki, kelime bulunduğunda, “büyük bir ziyanın
parıldadığını görme” kavramı düşündürücüdür. Kalbinde, hakikat güneşi doğanın
gölgesi kalmaz. Güneşin de gölgesi olamaz zaten. Azizde benlik aramak, denizde
damla, maddede zerre aramaya benzer. Bencilliğini yitirmiş, cehaletini yenmiş,
kalbini maddeden temizlemiş bir kişinin temiz kalbi tamamen gerçek ile yalnız
gerçek ile dolmuştur.
Yurtta sulh varsa cihanda da sulh vardır, yani, kişi
huzur içinde, huzurda, O’nun huzurunda ise dışı da huzurdadır. İçi gerçek
olanın dışı da gerçek, hakk-hakikattir. Bu merkezden ne kadar kaçılır, ne kadar
uzaklaşılır ki. Kaçanın kaybolacağı da kesindir, uzayda, büyük sonsuzlukta
kayıp olmak da bir diğer gerçektir. Kaçan ile kaçmayan gerçek merkezinde
buluşur. Bu nasıl akıl, bu akla çok güvenmek ne kadar akıllıca bir
iştir ki. Neyse "aşk" da var, akıldan sığınmak için güvenli bir
yer olsa gerek. Her şeyin fazlası fazla olmalı. Çok fazla gerçek peşinde koşmak,
keklik avlamak için misinaya dizilmiş mısır tanelerini yutan kekliğin
işine benziyor. Sonuç merkezde, "hakikat"te, tek ve bir olan
"gerçek"te buluşma!
İçi dışı, özü sözü, söylediği yaptığı aynı olan, her
zaman ve her yerde gerçeği ve yalnız gerçeği dile getirir. Adeta, böyle bir
insan kardeş için, gerçeğin bir abidesi denebilir. Hiçbir ses duyulmasa da her
abide, remzettiğini, hakikatini haykırır. Eser müessirinin, resim ressamının
doğal elçisidir, onun sırrını açığa vurur, haykırır da anlayana! Kişiyi veya
bir ülkeyi temsil edene elçi denir. Temsil eden ile edilen arasında bir
bütünlük vardır. Abide örneğinde olduğu gibi, aynî de olabilir. Dindeki elçiler
de ilmel, aynel ve hatta hakkel yakin olabilirler. Gerçek ibadet, O’nun abidesi
olarak O’nu remzetmek olabilir. Bazıları namazı, bazıları kıldığını
bilmeyebilir.
İçinde hakikat güneşi parlamış olan, eserleşmiş,
tecelliyatı idrak etmiş üstat gerçeği bir kenara itip, cahil iken
benimsediklerini, geri dönüş yaparak, anlatır, öğretir veya uygular mı? Artık
“ben” diyebilir, benlik yapabilir mi. Peki, gerçeği henüz anlayamayanlara
anlatabilir mi? Cevaplar olumsuzdur. Çünkü hem üstada gericilik yakışmaz hem de
gerçek anlatılamaz, yalnızca idrak edilir. Belki de ketumiyet, olunması gereken
bir hal değil, üstadın gerçek âleme geçişinden sonra, olabilecek bir sonuçtur.
Konuşmamak, dememek değil, dedikleri ile demek
istediğini karşı tarafın anlayamamasıdır. Yani, ketumiyet, anlatmamak
anlatamamaktan çok anlaşılamamaktan doğan suskunluk, sağırlık da olabilir.
“Üstat insan tabii ki ketum olacak başka ne olacaktı ya!” denebilir. Yoksa
ölümde kalır, diriltilme, diriliş, ölümsüzleşme olamazdı. Manaya geçemeyip
maddede kalanın o madde kadar ömrü olur.
Burada hemen şu sorular da akla gelebilir. Eserleşmiş,
zanlar âleminden gerçek âleme geçmiş kişi mi ölümsüzdür, yoksa ölümsüzleşmek
için bu dünyada “ben”li bir şeyler bırakan mı? En başından beri neden ham
taşını yont, kendini bil, dünyanın merkezinde kendini bul denmekte? Bir
anlamda, “zanlar üzerine kurulu dünyayı yık, gerçeği tanı, yeni bir âleme
doğmayı hak et” denmekte. Karşılık için iyilik yapılmaz, sevap için namaz
kılınmaz. Kişi önce kendisi bir eser olmalı, gerçeği yansıtmalıdır. Henüz kendi
cehaletini yenemeyenin, kendini bilmeyenin başkasına ne yararı olabilir.
Ketum Üstat, inşa edilmekte olan mabedin kendisi
olduğunu idrak ettiğinde görecektir ki tüm kardeşleri el ve iş birliği yapmış
bu mabedin inşasında çalışmakta. Kurtuluşa erdiğinde tek yapacağı iş, teşekkür
edip, şükredip, diğer bir kardeşin inşasını görev bilmektir. Artık ilmi ile
amel hakkı ve görevidir. İlimsiz amel cehalet, amelsiz ilim ise sefalettir.
Ketum üstat göreve başlamalıdır. Batıl giderse Hak gelir, fena fillahtan sonra
beka billâh haktır, belki de, üstelik verilen görevi. Daha doğrusu Hak gelirse
batıl gider, beka gelirse fani olan gider ve gitmeli. Basiretle bakın
ve sezginizle sezin etrafınızda ne varsa odur! Görünen, görenin
görüntüsüdür!
Mabet, sevgi mabedi, muhabbet, belki de İlâhî aşk
mabedi. Hazreti Süleyman, Firavunların egosunu, benliğini simgeleyen piramitler
yerine, içinde sadece Allah’ın anılacağı mabet yaptı. Bu manevi mabedin halen
inşa edilmekte olduğu da aşikârdır.
Özet olarak, ketum üstat, içinde parlayan ışık ve
eserliği ile henüz gerçeği öğrenmeye çalışan çırak kardeşine ışık tutacak yani
örnek olacaktır. Kızmadan, üstelik severek, sabırla tekrar tekrar anlatıp,
demek istediğini kardeşinin anlamasına yardımcı olacaktır. Çünkü arşa
yüceldiğinde damalı zemin arzda kalmış, kareli, siyah-beyazı temel alan dünya
hayatının ötesine geçmiş, tüm renkleriyle, revnak gerçeği görmüştür. Artık
görevi, gerçeği yaşamak ve O’nu yaşayarak yaşatmaktır. Çırak ile çıraktan çok
çırak olmak çıraklığı da yozlaştırabilir. Çırak etrafında tek çırak olarak
kendini görürse ancak yontusuna, üstat örneklerine bakarak, yön verebilir.
Ayna örneği anlamlıdır. Saydam camı ayna yapan onun
sırrıdır. Aynada, belki de, her yerde, her zaman, “Görünen, Görenin
görüntüsüdür”! Kendini bilmek, kendine çeki düzen vermek, kendisi ile ilgili
gerçekleri görmek isteyen aynaya bakar. Sırrın sırrı ne ola ki, onunla
gerçekler bütün çıplaklığı ile görünür. Cam aynasına gelen ışık yansırsa, gönül
aynasına düşen hakikat güneşinin ışığı da yansıyabilir.
Bu yansıma ve yansıtma, üstadın bir kardeşin mabedinin
inşasında alacağı ışık tutma görevi olabilir. Sırra eren, sır olan, sırrı
yaşayan ketum üstat, içinde parlayan hakikat güneşi ile diğer kardeşine ışık
tutup yol gösterebilir. Bu kutsal görevi yapmalıdır, gerektiğinde mutlaka
yapmalıdır. Ay, ay tutulması sırasında bile yansıtma görevini bir ucuyla olsun
yapmaya çalışır. Kalp aynası, ruh-güneşi ışığını nefs-arzına, nefsin kalbe
hâkim olma çabasına rağmen, yansıtmaya çalışır. Kalp-ay aynası ruh güneşine tam
dönük olduğunda, yani nefsanî güçlerin istilasından tamamen kurtulduğunda,
dolunay çıkar. Dolunay, diğer kardeşlerin benlik iddialarına mehtap ile cevap
verir, tüm sevecenliği ile güler yüzlülüğü ve alçak gönüllülüğü ile
gülümseyerek onların yeryüzlerini, izleyecekleri yolu aydınlatır. Büyükler hep
“bilmem anlatabiliyor muyum”, “olabilir”, “denebilir” der, bir şey diyerek
başka bir şey demek ister.
İnsanı Olgunlaştırma Mesleğimizdeki, yeniden doğuş,
diriltiliş kavramları çok anlamlıdır. Aya gitmeyi bilmek, gidiş-geliş
planlarına sahip olmak başka, fiilen gidiş-geliş başkadır. Mesleğe girişte
yeniden doğuş sürecini bilmek, ölümde ölümsüzlüğü ilmen keşfetmek, aynen yakınlığa
zemin oluşturur. Ama sadece zemin oluşturur. Bilmek yeterli değil uygulamak da
şart. İlmen yakin şarttır ama yeterli değildir, belki aynen yakin bile.
Dinlerin özünden bir mesaj da yardımcı olabilir.
Bakara suresi ayet 260 şöyle der : "Hz. İbrahim’in 'Ey Rab’bim bana
ölüleri nasıl dirilttiğini göster' dediğini hatırla.” Devamı kısaca şöyle
yorumlanabilir. Kendini beğenen Tavus, tavukları çok seven Horoz, kinci,
sevimsiz ve hırslı bilinen Karga ve yem yutuşuyla anımsanan, doyumsuz Kaz ele
alınır, öldürülür ve etleri, dört bir tepeye, yani, vücutları toprak, ateş, su
ve havaya dağıtılır. Bu kuşlar tekrar çağrıldığında emre itaat ederek uçarak
gelirler.
Fenadan sonra beka makamına yücelen Hz. İbrahim’in
kibir ve gururu alçak gönüllülüğe, şehveti iffete, hırs, kin ve nefreti sevgi
ve hoşgörüye, dünyaya olan muhabbeti de kanaatkârlığa dönüşür. Önceleri Hz.
İbrahim’i esir eden nefsanî düşman askerleri ona hizmet eden meleklere,
melekelere, yeteneklere dönüşmüştür. O nefsine değil nefsi ona tabidir artık. 3
Ali İmran, ayet 49: “Cahili, cehalet ölüsünü, ilim diriliği ile diri kılarım.”
Cahil, uykuda, gaflette, bakar görmez, duyar işitmez, tuttuğunu bilmez, âlim
ise uyanık ve diri. Her "din dogmadır" dendiğinde "dogma değil,
doğma, doğma hem de yeniden doğma" akla gelebilir.
Özetle, ilk üç aşamada kardeş, kendisine, “ben”liğe
dayalı bir hayat fırsatı verildiğini ve ham taşlık ile de gerçeğe ilişkin sırra
eriştirildiğini idrak etmiştir. Ego’nun, gerçekler karşısında bir hiç olduğunu
anlamıştır. Zanlara dayalı benlik ve bencillikli hayatın “gerçek” karşısında
dönüşüm geçirdiğini de görmüştür. Bu sırrın, ancak, kendisi gibi aynı yollardan
bizzat geçen tarafından anlaşılabileceğinin idrakindedir.
Misal âlemi dünya ve doğayı okuyarak mirasçı
olduğumuzu anlarız. Kapsamlı bir kültür ve anlamlı bir bilgi birikimini devren
alır, üzerine, “yeniden keşfedercesine bize aşikâr” olanları da ekleyerek
devrederiz. İnsanlıktan borç aldığımızı, insanca, fazlasıyla öderiz. Bize
tutulan hakikat ışığını, dolunay misali biz de ayna gibi yansıtırız.
Kamil insan olan ketum üstat içinde parlayan ışık
sayesinde, örnek bir eser, abide olarak, öğrenmeye çalışana poz verecektir,
abide konuşmaz, haykırır kendi gerçeğini ama anlayana. Yontusu sırasında,
yontana, “poz veren” olacaktır. Çıraktan çok çırakçılık oynamayacaktır. Çırak ortaya
konan örneği anlamak için tefekkür etmek zorunda kalacaktır. Gerçeği zor
koşullarda bile ortaya koyacak, cehalete karşı ilim silahıyla savaşacaktır.
İnsan olan, insanca işler yapmak durumundadır. Bilmek
yetmez uygulamak gerek. Verilen ilmin uygulanmasını istemek ilmi verenin
hakkıdır. Eğer insan tek başına üstat olsaydı ketum olmaya gerek
duymayabilirdi. İyiliğe iyilik ile karşılık verilmesi daha iyi, güzel ve doğru
olanıdır. Üstat, hayvanî nefsine tabi olmak yerine ona gem vurur, iradesiyle
ölür, kendini bilir ve olgun insan ahlakına sahip olursa, eserleşerek, amacına
ulaşabilir. Ancak bundan sonra kendisine “görev” verilir.
Sevgili yolcu kardeşlerim, buraya kadar çok şey
söylendi. Eminim, basiretli görüş ve idrakinizle kalbinizde duygular,
dimağınızda fikirler uçuştu. Bir an için, yerinizi bir cahile devredin.
Basiretsiz biri bu sohbetten hemen kopar, dinleyemez, ses bile duymaz, boş
gözlerle bakardı. Konuşan, istese de artık ona bir şey diyemez, sırrını ifşa
edemezdi. Arif, sırrını açıklasa bile, basiretsiz için ketumdur. Öyleyse, ketumiyetin bir anlamı da, “Basiretsizlikten doğan
idraksizliğin yarattığı suskunluktur”. Yukarıda "Güç olan sırrı saklamak değil, gerektiğinde
ortaya çıkarmak olabilir" demiştik böyle bir suskunluk ortamında "Laf
anlatmak" güçtür. Bilenle bilmeyen arasında görünmeyen, ilim ve ses
geçirmeyen bir zar mı var? Aynı şekilde Ruh ile Madde denizleri birbirine
aralarındaki bir zar sayesinde mi karışmaz? Zanlar âlemi ile gerçek âlem
arasında, ötesi-berisi diyebileceğimiz, bir perde olabilir mi? Yaşamın evveli,
ahiri bu olabilir mi?
Hakikati aramak ve bulup bilmek yetmez, Hakkın Hakikatini arayıp bulmak gerek. Hakkın hakikatini bilen Ketum Üstatlar arasındaki muhabbette bile birbirleri için ketum oldukları hususlar olabilir. Allah'ı yalnız Allah bilir. Allah'ı bilen Allah ehli kişiler de Allah'ı Allah'ın ilmi ile bilir. Önce ehlullah arasındaki muhabbette az bilen ile çok bilen ayrışır, çok bilen az bilene ketum olur. "Ketum olun" emri "Çok bilin, Allah'ı öyle bilin ki fena bulun, fani olun, siz çıkın aradan, Bilinen, Yaradan kalsın" anlamında olabilir. Böylece "Evreni bilinmek istedim veya bilinmeyi sevdim de yarattım" amacı gerçekleşmiş olsun.
Aklımızda daima ketumiyetin en basit hali olan 'söylememe' olduğu için kişiler arasındaki konuşma ve açıklama vardır. Konuşma sırasında karşıdaki için “Basiretsizlikten doğan idraksizliğin yarattığı suskunluktur” deyimi geçerlidir. Çok bilen az bilene bir noktadan itibaren ketumdur, anlatsa da anlamaz, açıklasa da açıklayamaz hali oluşur. Bu durumu biraz daha ileri götürebilirsek öyle bir hale ulaşılır ki insan kendi kendine "Anlatamam" diyebilir. Sıradan bir bir hal olarak örneğin 'orgazm' denir. İnsan kendinden geçer, sonrasını nasıl anlatsın. İşte aynı şekilde demek gerek diyerek söyleyebilriz ki "Hakkın Hakikatine ulaşırsanız kim, kime, neyi anlatsın?" haline ulaşılabilir. Alimin arif halini alma durumunda duyduğu "Haşyet" anlatılamazmış! Belki de "Hakikat yalnız anlaşılabilir, asla anlatılamaz" denilen yer burasıdır. Suskunluğunuz bol olsun!
Birisine "Gel sana kuantumdan bahsedeyim deyin. Hidrojen yanar, oksijen yakar, H2O, olarak birleşince 'söndürücü' olurlar" gibi şeyler söyleyiniz. Karşınızdaki "Gitmiştir, Bitmiştir" ve size "Bana bir şey ifade etmiyorsun" diyecektir. "Bir şey ifade etmeme" durumunda siz diğeri için ketumsunuz, bir şey ifade edemezsiniz. Misal alemindeki 'ketumiyetin' bir misali de budur.
Gelelim son noktaya. Masonluk bir bilgi değil, bilgiler topağı değil, bir ilim değil, bir sanat değil, hepsi birden, bir 'meslektir'. Hem ilim hem sanattır. Birisi sizden "Bana masonluğunuzu anlatın" dese suskunlaşır, denizin bittiğini düşünürsünüz. İlk önce ne anlatacağınızı bilemezsiniz, boğazınız düğümlenir. Adam olmaktır deseniz kesmez. Bilmektir, uygulamaktır deseniz yetmez. Marangoz marangozluğunu verebilir mi? Meslek, çırak olunarak istenir. Anlat demekle anlatılmaz, anlaşılması gerek deseniz en doğrusudur ve işte bu sizi "ketum" yapar!
Sevildik ki varız ve bugün burada bu durumdayız.
Dilerim, varoluşumuzun amaç ve hikmetini idrak etmekte, harfler ile gizleneni
kelime ile bulmakta, tecelliyat sırrına mazhar olmakta, içimizde hakikat
güneşinin doğmasında ve verilen görevlerimizi yapmakta bize yardımcı olunur.
(*) Kemaleddin Abdürrezzak Kaşaniyyüs Semerkandi,
“Te’vilat-ı Kaşaniyye”, üç cilt olarak yeni yazıya aynen aktaran, Y. Müh. M.
Vehbi Güloğlu, Kadıoğlu Matbaası, Ankara, 1987.
(Güncellenmiş Kitabı okumak için lütfen tıklayınız)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder