25 Mart 2012 Pazar

KETUMİYET NEDİR, NASIL OLUR


(sayın okuyucu, aşağıda, 237 sayfa olarak yayınlanan  bir kitabın bir bölümünü bulacaksınız. Kitabın "pdf" halini ücretsiz veya basılı kitabı (20 TL) necdet.altinay@gmail.com
 adresinden isteyebilirsiniz, umarım bulduklarınız zamanınıza değer, sevgiler.



 


İçe dönük gönül yolculuğunda, her araştırma ve sunu, eşgüdüm ve işbirliği içinde “insanlığa yücelme” sürecini güçlendirme aracıdır. Denilen ile denmek istenen biraz farklıdır. Konu, önce “İnsan, Kamil İnsan, Tecelliyat”, sonra, “Misal Âlemi Dünya”, “Üstadın Ketumluğu” ve “Yeniden Doğuş, Diriliş” alanlarında incelenip özetlenecektir. Umarım, “olgunluğun ketumiyeti” konusundaki bu sunuş, yüksek sesle düşünüş, gösterilen sabra değer.


               İnsan, Kâmil İnsan, Tecelliyat

İnsanlığın, kâmil insan, Hiram ve tecelliyat kavramlarına dayalı ham taşı yontma, içinden bir eser çıkarma ve kendini bilme aşamalarında, çalışmalara bireysellik hâkimdir. İnsanı olgunlaştırma mesleğimiz insanın kendinden kendine yaptığı bir yolculuktur. Dünyanın merkezine inip kendini bularak, insan kendinin ne olduğunu idrak eder. Ham taşlığın anlamı derindir. Kendisinin, rahimde ters tutunup duran damla anlamındaki “alâk”tan, maddi doğa deryası yarılarak içinden çıkarıldığını, önce “ben”liğe dayalı bir hayat fırsatı verildiğini ve ham taşlık ile de bu gerçeğe ilişkin sırra eriştirildiğini idrak eder.

Yontuldukça üstadına sunulan, "işte eserin" denilip yüzüne ayna tutulan kardeş, son aşamada, çok anlamlı, “ölüm anını düşün”, “ölüm dünya yolculuğunun sonudur” hitaplarıyla yolunda zor bir geçitten geçer. Maddî, dünyevî varlığını, benliğini, azim ve iradesi sayesinde, geride bırakır. Hiram üstadın, kendi kendine dirilmeyip, diriltilmiş olduğunu görmüştür. Anadolu kültüründe, çırak, kalfa, üstat aşamaları, fena fillâh makamlarıdır, talebe fiil, sıfat ve vücudunun kendine ait olmadığını ilmen idrak eder. İlmî yakınlık aynî yakınlığa gidebilir, kendini bilerek Yücelerin Yücesine yücelebilir.

Ruhun ölümsüzlüğüne inanırız. Bu ölümsüz ruh ile diriltilen, ilim sahibi olmuş üstat kardeş “ketum“ olur. İnsan, hem de olgun insan olmaya söz vermiş, kutsal kitaplar üzerine el basarak, yemin etmiştir. Ketumun sözlük anlamı “sır saklamaktır.” Sır nedir, nerede nasıl saklanacak. Saklamak, kimseye söylememek, ortaya çıkarmamak olsaydı kolay olurdu, dipsiz kuyuya atılır, üstüne kilit vurulurdu. İşe yaramayacak, kullanılmayacak olsaydı sır hiç verilmeyebilirdi. Güç olan sırrı saklamak değil, gerektiğinde ortaya çıkarmak olabilir. Bazen, doğrunun söylenmesi cesaret ister. Ayrıca, hatanın kabulünün fazilet olduğunu bilsek de, hatayı hata olarak görebilmek bilgeliktir. Aynı ölümsüz ruh ile dirilişten sonra her bedende aynı varlık olduğu görülür. Latif ilmin kesif hali eşyadır.

 

Kendini bilme aşamasında, bir insan adayının, talep edenin, kâmil insan olmayı, Hiram olmayı amaç edinmesi, üstat insan için bir dönüm noktasıdır. “Kendisinde Allah’ın tecelli ettiği insan” olma amacı, üstadı, kendinden ve dünyadan geçirebilir. Artık, para, mevki, makam, güç gibi 'ben'cil ve 'ben'likli dünyada geçerli akçeler, yeniden doğuş ile yüceltildiği yeni yaşamında yürürlükte değildir. Yücelme sürecinde “ben” odaklı birey ortadan kalkmıştır. Az ile yetinmeyin, hiçe kanmayın, hepi isteyin, herkes ben dediğine göre ben deyince kendinizi kastetmeyin, ben hepi, herşeyi kapsar.

Ancak, deryanın bir damlası veya evrenin bir zerresi olmak, denizde gelip geçici bir dalga veya karada bir gölge olmaktan daha somuttur. Gölgenin var ya da yok oluşu, asla gölgenin iradesinde değildir. ‘Zan’ların yerini ‘gerçek’ almıştır. Yücelerek, tecelliyat ile davranış yenilenir. “Bana uygun mu” yerine, “bir kardeşe, insana, olgun insana, Hakk’a, hukuka, adalete uygun mu” temeline dayanan davranışlar hâkim olur.

Kısaca, ilk üç aşamada, kardeş, aynı hamurun bir lokması, aynı topun bir elbiselik bezi, aslında bir dalga veya gölge olan ego’nun gerçekler karşısında bir hiç, olduğunu anlamıştır. Zanlara dayalı hayatın “gerçek” karşısında dönüşüm geçirdiğini görmüş ve gaflet uykusundan uyanmıştır. Bu sırrın, yalnızca, kendisi gibi aynı yollardan bizzat geçenin anlayabileceğinin idrakindedir. Benlik ve bencillik ile bunlara bağlı şeyler ortadan kalktı diye üstat zararda değildir. Bir şeylerin kaybolması bir eksik hiç değildir. Bunların yerine daha iyi, güzel ve doğrusu geldiği için giden gitmiştir. Gidenler artık acı verdiği için düşünülmez bile. Dalga gitmiş derya gelmiş akıl için bile kârlı bir iş!


 

Misal âlemi olan Dünyamızı biraz yakından tanımakta, okumakta, yarar vardır. Yeryüzü güneşten kopma bir maddedir. Güneş sayesinde görünür ve ısınır, yoksa karanlıkların içinde kara bir noktadır. Cisimlerin, hareketleri kendilerine özgü olsa da, kendi iradelerine dayalı değil, evrensel itim-çekim yasalarına bağlıdır.

Atomun ısı ve ışığı, onun yok oluşundan çıkar ortaya. Milyonlarca atom bombası sayesinde güneş güneşlik yapar, dünyamıza ısı ve ışık saçar. Bir de elektrik gerçeği vardır, ısı ve ışığı dirençten çıkar. Cam içindeki tel, negatif ile remzedilen elektriği iletmeye karşı olan dirençten akkor haline gelir ısı ve ışık saçar. Bakır telin direnci az olduğu için elektriği kolayca geçirir, ne ısı ne de ışık oluşur.

Bunlar böylece hep bilinir. Felsefe ise, bilinenlere anlam verir, satır aralarını, denilenden denilmek isteneni okur. Akıl ve inancı sezgi ile birleştirip basiretli görüşe ulaşır. İlk kutsal mesaj “oku” emrinin kendini, âlemi, doğayı okumak ile ilgisi, henüz ortada okunacak bir kitap olmadığından anlaşılabilir. Böylece, kâinatı okumayı öğrenmek, basiretle, gönül gözüyle görerek, eşyanın hakikatini bilmek önem kazanır.

Güneş sisteminde, insana kadar, doğuya doğu, batıya batı diyen yoktu. Zaman ve harekete anlam kazandıran insandır. Cemadat, nebatat ve hayvanatın yaşamı da insan ile mana kazandı. Böylece, her gün ve her şeyin bir ismi, manası ve önemi oldu. Konuşma, okuma, yazma, bilme, bildirmeyi öğrenen yalnız insandır. Evrenin var oluşunun nedeni, amacı insan olsa yeridir. İnsan kendini bilerek Tanrıyı bildi, bildirenin O olduğunu idrak etti. Ressamlık resim ile hayat bulur, yaşar. Eser müessire, resim ressama götürür. Belki, Tanrı’nın yaratıcılığı da insan denen eseri, abidesi ile hayat bulmakta, kâinat böylece anlam kazanmaktadır.

Gerçeği öğretirken, gerçek olmayanları ayıklarız. Batıl ve yanlış olanı söküp atarız, yerine iyi, doğru ve güzeli koyarız. İyileştirme ve güzelleştirme işinde zorlandıkça, bazen, nerden geliyor bu kötülükler, çirkinlikler içimize, aramıza diye feryat ederiz. Neden önce yanlışı öğrenir insan, ilk önce doğruyu öğrensek ya. Hep gündüz olsun, gece olmasın isteriz sanki. Aydınlık güzel, karanlığa ne gerek var veya mana ve manevi zevkler bu kadar güzelse maddeye ne gerek var diyesiniz gelir.

Ham taş niye, daha taş oluşurken, işin en başında, eser oluşsa ya, der gibi. Oysa “ey düşünen akıl sahipleri” hitabına uygun olarak, biraz düşünceye dalsak görürüz ki, “Ben” olmadan ‘ben’liği nasıl kaldırırız. Yusuf kuyuya atılmadan nasıl çıkarılır. Tefekkürle idrak ederiz ki, yaratma, “yaşam” olmazdı o zaman, nefret olmasaydı aşkı sevdayı bilemezdik. Aklı kullanmak, fikir üretmek, alternatifleri değerlendirmek, konsantrasyonla derin derin düşünmek, tefekküre dalmak herkese zevk verir.

Bağnazlığa, yobazlığa ve dogmalara karşı oluşumuz da bizi kor gibi kızdıran bir çeşit dirençtir. Cehalete direniriz, böylece aydınlanır, aydınlatırız. Pozitif düşüncelerimize ters düşen negatif düşünceler bizi kızdırıp akkor hale getirir. Moğol istilası gibi, zor ve olumsuz koşullar altında, Yunus Emre gibi, dâhilerin çıkması ve zaferler kazanılmasında bir hikmet olsa gerek. Bu gerçeklerin ışığında kendimizi sorgulayabiliriz. Kendimize pozitif yüklemeyi üstlensek bile karşı tarafı veya ortamı negatif yüklemek elimizde, irademizde olamaz.

Pozitif ve negatif düşüncelerin gelişiminde ve bunların sürtüşmesinden çıkan kıvılcım, ateş, ısı ve ışığın oluşumunda irademiz ne kadar vardır ve geçerlidir. Gönlümüzde çakan şimşek ve çıkan yıldırımdaki rolümüz nedir. Çevredeki zıtlıkların sürtüşmesinden sıcaklık, sıcak olaylar hatta savaşlar çıkmakta. Ancak, ne gariptir ki, gönlümüzdeki haklılık ve haksızlığın sürtüşmesinden de kıvılcım, ateş, sevgi ve aşk ile beraber, soğukluk ve nefret duyguları çıkmakta.

Güneş de isteyerek güneş olmadı. Bir dizi zincirleme patlamalarla güneş güneşlik yapar. Vücudumuzun karbon bazlı oluşu bizim seçimimiz değildir. Nedenini bilmediğimiz halde, çeşitli organlarımız saat gibi düzenli çalışır. Kendimizi bilmek adına nelere ne kadar sahip çıkıp ben diyeceğimize dikkat etsek iyi olur. Aklımızın külli akıl, kişiliğimizin insanlık ve ilmimizin de külli ilim ile bir ilişkisi olabilir. İnsan, O’nun ruhu ile yaratılmıştır ve insanlığımız ilim ve amel iledir.

Güneş ve dünya gibi, bakmasını ve okumasını bilirsek, ay dahi bize bir örnek oluşturur. Bağımlılıktan doğan pervaneliği, var oluşuna engel değildir. Kopuşu, dönüşü ve duruşu yörüngesel sisteme tamamen bağlı ve bağımlıdır. Ancak, ay vardır ve gerçektir, bizim gibi, bizim kadar. Üstelik gecelerimizi aydınlatmak görevi de pek kutsaldır. Sisteme tam olarak teslim olmuş bir haldedir. Ayna görevini eksiksiz ve başarıyla yürütür durur. Bu görev için var edilmeyi hak eder.

Var olmayı, var olup güzel sevmeyi severiz. Her şeyimiz bize verilmiş olsa da, önce olmadığımızı ve sonra da olmayacağımızı bile bile biz bugün ısrarla varızdır. Üstelik büyük, güçlü, kudretli ve başarılıyızdır. Kalbimiz, akıl aracılığıyla ilim kaynağı olan ruh-güneşinden aldığını nefis-arzımıza başarıyla iletir. Bağnazlığın negatifliğine direncimiz sayesinde, kanımızın son damlasına kadar, kıpkırmızı, akkor halde, cehalete karşı koyarız.

Allaha inanır, kutsal kitaplara el basarak yemin eder, nur kaynağı olduklarını kabulleniriz, ama bazen, dinlerin dogmalar olduğunu söyler saçmalarız. Aramızda alegoriler ve sembollerle anlaşırken, özüne inmeden, bir hikmeti olabilir mi demeden, mecazi anlamını düşünmeden bazı kutsal mesajlara bağnazlık denebilir. Akıllıya, sadece akıllıya, aklı kadar indirilmiş ve "oku", "düşün", tefekkür et", "tezekkür et", "akla uygunsa ayettir" diye çok defa ikazlarda bulunan "düşünce sistemi" asla "dogma" içermez. Çamur atılacağına "anlayamadım" veya bir açıklaması vardır denilmesi daha uygun olur belki de.

Aynı anda hem pozitif hem de negatif yüklü olduğumuz bir gerçektir. Normal dediğimiz bir tansiyonumuz ve vücut ısımız vardır, limitlerin dışında dengemiz bozulur, istemesek de bunlar oluşur. Yoksa bizim bireysel yapımız da, aynı çevremiz gibi, damalı, siyah-beyaz kareli mi?

Olgun insan, Ketum Üstadın, işin kolayına kaçma lüksü yoktur. Üstat, dinlerin özü ile saptırılmış din olgusu, adet ile ibadet arasındaki farkı kendi özünde hissetmeli, içine sindirmeli, gönlünde özümlemelidir. Özümlediğine inandığı bir kardeşinin çıkardığı sonuçlara sarılamaz. Aynı sonuçlara kendisi de, aynı yolları bizzat geçerek, ulaşmalıdır. Beğenilen, özenilen kişinin arkasından gidip izlemek yerine onun aradığını aramalı ve kendisi de bulmalıdır.

Öndekilerin izinde olmak, onlar gibi olmak, kendimizi bilmeden, onlar olmak demek değildir. Dediklerini demek, başkasına onları söylemek taklittir, aynı kavramı sen de ayrıca inanarak söylemelisin. Gösterilen kapıdan kendisinin de geçmesi şarttır. Tanrı-insan vahdetini savunmak başka, yaşamak başkadır. Hermes, Şit peygamber olarak da bilinir, Âdem’in torunudur, Mısır tarihinden gelen Hermetizm izlenecek bir şey değil yaşanacak bilgidir. Akıl ve akılcılık ön planda tutulmalı, ama sezgiye de önem verilmelidir. Ancak sezgi ve basiret, inanç ve aklı bağdaştırabilir. Benlik ve bencillik ön plana çıkınca basiret ve sezgi arkada kalır ve akıl tutulması yaşanır işte bu hallerde "din dogmadır" denir.

Ruh ve beden, madde ve mana, gece ve gündüz gibi birbirlerini tamamlayan parçalardır. Sembolizmalar da bu gerçekleri açıklar. Güneş ruhu, dünya bedeni simgeleyebilir. Aynı şekilde, ilmin kaynağı ruh, bedeni aydınlatır. Güneşin batıdan battığı gibi, manevi nur da maddede gurup etmiş, sır olmuş haldedir. Batıdan doğan güneş gibi, akıl, fikir ve akluhikmet sayesinde, parçalanmış atom misali, nur da gönülden, adeta bedeni yararak çıkar, şafak söker, fecr olur ve cehaletin üzerine doğar.

Atomu patlatmak gibi maddeyi yarmak da önemlidir. Eşyada hakikat aranması için eşya incelenmeli, araştırma yapılmalı. Bu araştırmalar kalpte, gönülde de yapılır. "Karanlığın yarılışından çıkan aydınlığa sığınırım" diyen Felak suresinin ayeti böylece okunmuş olur. Böylece, Hakk ve Hakikat güneşi içimizde doğar, bizi aydınlatır, “tam öğle vakti” oluşarak gölgeler yok olur. Ancak böyle zamanlarda, düşüncelerimiz yücelir ve “Allah, yaradan değil var olandır” kavramı anlam kazanabilir. Ölümsüz ruh ile diriliş gerçekleşir.

Var olan hep vardır, evvelde ve ahirde, içte ve dışta, bir ara var olup sonra da yok olan ise aslında hiç var olmamıştır. Bilenle bilmeyen bir olmaz, olamaz da. Bir ile sıfırın toplamı bir etse de bu birin kendisinden gelir, sıfırın katkısı yoktur. Bilen bilgeliğin ötesindeki 'hiç'liktir. O da "bildiğim tek şey hiç bir şey bilmediğimdir' dese de cahilin cehaletiyle bir ilgisi yoktur, bir olmaz, aynı şey değildir.

Sevgi Mabedinin inşasında kullanılan ağaçların özelliği vardır. Tur dağı veya gönül âlemi gibi bilinen yerlerde, özenle yetişen, özel kişilerce, özel olarak kesilip işlenen ağaçlardır. Belki de, içimizde aşk ateşi gibi yanan, büyük bir ziya parıldatan, egomuzu, “ben”liğimizi yakan ağaç, aklın ruhtan taşıdığı ilim suyu ile gönülde yetişen tefekkür ağacıdır ve fikir çakmağı ile tutuşturulan, düşünen, faal akıl ateşinin nuru ile yanar. Bir çakış bir kibriti, bir kibrit bir tutam otu, o da ormanı yakmaya yetebilir.

 

Kısaca, misal âlemi dünya ve doğal örnekler bize bir mirasçı olduğumuzu gösterir. Kapsamlı bir kültür ve anlamlı bir bilgi birikimini devren alır, üzerine, bize “yeniden keşfedercesine aşikâr” olanları da ekleyerek devrederiz. İnsanlıktan borç aldığımızı, insanca, fazlasıyla öderiz. Sevgi mabetlerinde evvelde yakılan aşk ateşini söndürmeyerek ahir, yani bizden sonraki, zamanda da yanmasını sağlarız. Doğayı okur, ibretle inceler, ders alırız, her şey bir delildir, ayettir, kuş uçuşu, dağ duruşu ile gerçeğin abidesidir. Bir önemli nokta da, hiçbir şeyin ilk göründüğü gibi olmadığı, biraz düşününce, her şeyin öneminin ve anlamının farklı olduğunu idrak ederiz. Önce varızdır, ya sonra? “Olmak ya da olmamak” diye sormadan edemeyiz.


 

Kardeşlik Kurumlarında olgun, ketum üstatlar, çalışmalarına gün ışığının karanlıkları kovduğu zaman, yani şafak sökerken, fecr ile başlar. Kılavuzlara göre, kutsal kelime YOD, Kabala’daki manasına göre, Allah, Vahdet anlamına gelir. ADONAY İbranca’da, dini manada, yani, belki de Hz. İbrahim’cede, Efendi, Efendimiz yani Allah demektir. IVAH ise Jehovah’ın kısaltılmış şeklidir. Esasen, sadece He-Hi (Arapçada Hu-Hüve) harfi “O” anlamına gelir ve her iki dilde de Allah’ı ifade eder. Ketum Üstat kelimeyi bulup okuduğu zaman, ZİZA kelimesi ve Z harfi ile sembolize edilen büyük bir ziyanın içinde parıldadığını görecek ve aynı anda da en yüksek dereceye eriştiğini, Hiram gibi yüceldiğini, tecelliyatı, anlayacaktır.

Üstat, harfler ile gizlenenin kelime ile aşikâr olduğunu, bir ve tek olan vücudun mevcudat ile görünür olduğunu, vahdet ile batın olanın kesret ile zahir, aşikâr olduğunu idrak edecektir. Nedense, meydanlarda yer alan inşaatların projelerini gizler ve açıkta yapılan, naklen yayınlanan savaşların harekât planlarını gizli tutarız.

Kılavuzdaki, kelime bulunduğunda, “büyük bir ziyanın parıldadığını görme” kavramı düşündürücüdür. Kalbinde, hakikat güneşi doğanın gölgesi kalmaz. Güneşin de gölgesi olamaz zaten. Azizde benlik aramak, denizde damla, maddede zerre aramaya benzer. Bencilliğini yitirmiş, cehaletini yenmiş, kalbini maddeden temizlemiş bir kişinin temiz kalbi tamamen gerçek ile yalnız gerçek ile dolmuştur.

Yurtta sulh varsa cihanda da sulh vardır, yani, kişi huzur içinde, huzurda, O’nun huzurunda ise dışı da huzurdadır. İçi gerçek olanın dışı da gerçek, hakk-hakikattir. Bu merkezden ne kadar kaçılır, ne kadar uzaklaşılır ki. Kaçanın kaybolacağı da kesindir, uzayda, büyük sonsuzlukta kayıp olmak da bir diğer gerçektir. Kaçan ile kaçmayan gerçek merkezinde buluşur. Bu nasıl akıl, bu akla çok güvenmek ne kadar akıllıca bir iştir ki. Neyse "aşk" da var, akıldan sığınmak için güvenli bir yer olsa gerek. Her şeyin fazlası fazla olmalı. Çok fazla gerçek peşinde koşmak, keklik avlamak için misinaya dizilmiş mısır tanelerini yutan kekliğin işine benziyor. Sonuç merkezde, "hakikat"te, tek ve bir olan "gerçek"te buluşma!

İçi dışı, özü sözü, söylediği yaptığı aynı olan, her zaman ve her yerde gerçeği ve yalnız gerçeği dile getirir. Adeta, böyle bir insan kardeş için, gerçeğin bir abidesi denebilir. Hiçbir ses duyulmasa da her abide, remzettiğini, hakikatini haykırır. Eser müessirinin, resim ressamının doğal elçisidir, onun sırrını açığa vurur, haykırır da anlayana! Kişiyi veya bir ülkeyi temsil edene elçi denir. Temsil eden ile edilen arasında bir bütünlük vardır. Abide örneğinde olduğu gibi, aynî de olabilir. Dindeki elçiler de ilmel, aynel ve hatta hakkel yakin olabilirler. Gerçek ibadet, O’nun abidesi olarak O’nu remzetmek olabilir. Bazıları namazı, bazıları kıldığını bilmeyebilir.

İçinde hakikat güneşi parlamış olan, eserleşmiş, tecelliyatı idrak etmiş üstat gerçeği bir kenara itip, cahil iken benimsediklerini, geri dönüş yaparak, anlatır, öğretir veya uygular mı? Artık “ben” diyebilir, benlik yapabilir mi. Peki, gerçeği henüz anlayamayanlara anlatabilir mi? Cevaplar olumsuzdur. Çünkü hem üstada gericilik yakışmaz hem de gerçek anlatılamaz, yalnızca idrak edilir. Belki de ketumiyet, olunması gereken bir hal değil, üstadın gerçek âleme geçişinden sonra, olabilecek bir sonuçtur.

Konuşmamak, dememek değil, dedikleri ile demek istediğini karşı tarafın anlayamamasıdır. Yani, ketumiyet, anlatmamak anlatamamaktan çok anlaşılamamaktan doğan suskunluk, sağırlık da olabilir. “Üstat insan tabii ki ketum olacak başka ne olacaktı ya!” denebilir. Yoksa ölümde kalır, diriltilme, diriliş, ölümsüzleşme olamazdı. Manaya geçemeyip maddede kalanın o madde kadar ömrü olur.

Burada hemen şu sorular da akla gelebilir. Eserleşmiş, zanlar âleminden gerçek âleme geçmiş kişi mi ölümsüzdür, yoksa ölümsüzleşmek için bu dünyada “ben”li bir şeyler bırakan mı? En başından beri neden ham taşını yont, kendini bil, dünyanın merkezinde kendini bul denmekte? Bir anlamda, “zanlar üzerine kurulu dünyayı yık, gerçeği tanı, yeni bir âleme doğmayı hak et” denmekte. Karşılık için iyilik yapılmaz, sevap için namaz kılınmaz. Kişi önce kendisi bir eser olmalı, gerçeği yansıtmalıdır. Henüz kendi cehaletini yenemeyenin, kendini bilmeyenin başkasına ne yararı olabilir.

Ketum Üstat, inşa edilmekte olan mabedin kendisi olduğunu idrak ettiğinde görecektir ki tüm kardeşleri el ve iş birliği yapmış bu mabedin inşasında çalışmakta. Kurtuluşa erdiğinde tek yapacağı iş, teşekkür edip, şükredip, diğer bir kardeşin inşasını görev bilmektir. Artık ilmi ile amel hakkı ve görevidir. İlimsiz amel cehalet, amelsiz ilim ise sefalettir. Ketum üstat göreve başlamalıdır. Batıl giderse Hak gelir, fena fillahtan sonra beka billâh haktır, belki de, üstelik verilen görevi. Daha doğrusu Hak gelirse batıl gider, beka gelirse fani olan gider ve gitmeli. Basiretle bakın ve sezginizle sezin etrafınızda ne varsa odur! Görünen, görenin görüntüsüdür!

Mabet, sevgi mabedi, muhabbet, belki de İlâhî aşk mabedi. Hazreti Süleyman, Firavunların egosunu, benliğini simgeleyen piramitler yerine, içinde sadece Allah’ın anılacağı mabet yaptı. Bu manevi mabedin halen inşa edilmekte olduğu da aşikârdır.

Özet olarak, ketum üstat, içinde parlayan ışık ve eserliği ile henüz gerçeği öğrenmeye çalışan çırak kardeşine ışık tutacak yani örnek olacaktır. Kızmadan, üstelik severek, sabırla tekrar tekrar anlatıp, demek istediğini kardeşinin anlamasına yardımcı olacaktır. Çünkü arşa yüceldiğinde damalı zemin arzda kalmış, kareli, siyah-beyazı temel alan dünya hayatının ötesine geçmiş, tüm renkleriyle, revnak gerçeği görmüştür. Artık görevi, gerçeği yaşamak ve O’nu yaşayarak yaşatmaktır. Çırak ile çıraktan çok çırak olmak çıraklığı da yozlaştırabilir. Çırak etrafında tek çırak olarak kendini görürse ancak yontusuna, üstat örneklerine bakarak, yön verebilir.


 

Ayna örneği anlamlıdır. Saydam camı ayna yapan onun sırrıdır. Aynada, belki de, her yerde, her zaman, “Görünen, Görenin görüntüsüdür”! Kendini bilmek, kendine çeki düzen vermek, kendisi ile ilgili gerçekleri görmek isteyen aynaya bakar. Sırrın sırrı ne ola ki, onunla gerçekler bütün çıplaklığı ile görünür. Cam aynasına gelen ışık yansırsa, gönül aynasına düşen hakikat güneşinin ışığı da yansıyabilir.

Bu yansıma ve yansıtma, üstadın bir kardeşin mabedinin inşasında alacağı ışık tutma görevi olabilir. Sırra eren, sır olan, sırrı yaşayan ketum üstat, içinde parlayan hakikat güneşi ile diğer kardeşine ışık tutup yol gösterebilir. Bu kutsal görevi yapmalıdır, gerektiğinde mutlaka yapmalıdır. Ay, ay tutulması sırasında bile yansıtma görevini bir ucuyla olsun yapmaya çalışır. Kalp aynası, ruh-güneşi ışığını nefs-arzına, nefsin kalbe hâkim olma çabasına rağmen, yansıtmaya çalışır. Kalp-ay aynası ruh güneşine tam dönük olduğunda, yani nefsanî güçlerin istilasından tamamen kurtulduğunda, dolunay çıkar. Dolunay, diğer kardeşlerin benlik iddialarına mehtap ile cevap verir, tüm sevecenliği ile güler yüzlülüğü ve alçak gönüllülüğü ile gülümseyerek onların yeryüzlerini, izleyecekleri yolu aydınlatır. Büyükler hep “bilmem anlatabiliyor muyum”, “olabilir”, “denebilir” der, bir şey diyerek başka bir şey demek ister.

               Yeniden Doğuş, Diriltiliş

 

İnsanı Olgunlaştırma Mesleğimizdeki, yeniden doğuş, diriltiliş kavramları çok anlamlıdır. Aya gitmeyi bilmek, gidiş-geliş planlarına sahip olmak başka, fiilen gidiş-geliş başkadır. Mesleğe girişte yeniden doğuş sürecini bilmek, ölümde ölümsüzlüğü ilmen keşfetmek, aynen yakınlığa zemin oluşturur. Ama sadece zemin oluşturur. Bilmek yeterli değil uygulamak da şart. İlmen yakin şarttır ama yeterli değildir, belki aynen yakin bile.

Dinlerin özünden bir mesaj da yardımcı olabilir. Bakara suresi ayet 260 şöyle der : "Hz. İbrahim’in 'Ey Rab’bim bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster' dediğini hatırla.” Devamı kısaca şöyle yorumlanabilir. Kendini beğenen Tavus, tavukları çok seven Horoz, kinci, sevimsiz ve hırslı bilinen Karga ve yem yutuşuyla anımsanan, doyumsuz Kaz ele alınır, öldürülür ve etleri, dört bir tepeye, yani, vücutları toprak, ateş, su ve havaya dağıtılır. Bu kuşlar tekrar çağrıldığında emre itaat ederek uçarak gelirler.

Fenadan sonra beka makamına yücelen Hz. İbrahim’in kibir ve gururu alçak gönüllülüğe, şehveti iffete, hırs, kin ve nefreti sevgi ve hoşgörüye, dünyaya olan muhabbeti de kanaatkârlığa dönüşür. Önceleri Hz. İbrahim’i esir eden nefsanî düşman askerleri ona hizmet eden meleklere, melekelere, yeteneklere dönüşmüştür. O nefsine değil nefsi ona tabidir artık. 3 Ali İmran, ayet 49: “Cahili, cehalet ölüsünü, ilim diriliği ile diri kılarım.” Cahil, uykuda, gaflette, bakar görmez, duyar işitmez, tuttuğunu bilmez, âlim ise uyanık ve diri. Her "din dogmadır" dendiğinde "dogma değil, doğma, doğma hem de yeniden doğma" akla gelebilir.

               Özet Olarak

 

Özetle, ilk üç aşamada kardeş, kendisine, “ben”liğe dayalı bir hayat fırsatı verildiğini ve ham taşlık ile de gerçeğe ilişkin sırra eriştirildiğini idrak etmiştir. Ego’nun, gerçekler karşısında bir hiç olduğunu anlamıştır. Zanlara dayalı benlik ve bencillikli hayatın “gerçek” karşısında dönüşüm geçirdiğini de görmüştür. Bu sırrın, ancak, kendisi gibi aynı yollardan bizzat geçen tarafından anlaşılabileceğinin idrakindedir.

Misal âlemi dünya ve doğayı okuyarak mirasçı olduğumuzu anlarız. Kapsamlı bir kültür ve anlamlı bir bilgi birikimini devren alır, üzerine, “yeniden keşfedercesine bize aşikâr” olanları da ekleyerek devrederiz. İnsanlıktan borç aldığımızı, insanca, fazlasıyla öderiz. Bize tutulan hakikat ışığını, dolunay misali biz de ayna gibi yansıtırız.

Kamil insan olan ketum üstat içinde parlayan ışık sayesinde, örnek bir eser, abide olarak, öğrenmeye çalışana poz verecektir, abide konuşmaz, haykırır kendi gerçeğini ama anlayana. Yontusu sırasında, yontana, “poz veren” olacaktır. Çıraktan çok çırakçılık oynamayacaktır. Çırak ortaya konan örneği anlamak için tefekkür etmek zorunda kalacaktır. Gerçeği zor koşullarda bile ortaya koyacak, cehalete karşı ilim silahıyla savaşacaktır.

İnsan olan, insanca işler yapmak durumundadır. Bilmek yetmez uygulamak gerek. Verilen ilmin uygulanmasını istemek ilmi verenin hakkıdır. Eğer insan tek başına üstat olsaydı ketum olmaya gerek duymayabilirdi. İyiliğe iyilik ile karşılık verilmesi daha iyi, güzel ve doğru olanıdır. Üstat, hayvanî nefsine tabi olmak yerine ona gem vurur, iradesiyle ölür, kendini bilir ve olgun insan ahlakına sahip olursa, eserleşerek, amacına ulaşabilir. Ancak bundan sonra kendisine “görev” verilir.

Sevgili yolcu kardeşlerim, buraya kadar çok şey söylendi. Eminim, basiretli görüş ve idrakinizle kalbinizde duygular, dimağınızda fikirler uçuştu. Bir an için, yerinizi bir cahile devredin. Basiretsiz biri bu sohbetten hemen kopar, dinleyemez, ses bile duymaz, boş gözlerle bakardı. Konuşan, istese de artık ona bir şey diyemez, sırrını ifşa edemezdi. Arif, sırrını açıklasa bile, basiretsiz için ketumdur. Öyleyse, ketumiyetin bir anlamı da, “Basiretsizlikten doğan idraksizliğin yarattığı suskunluktur”. Yukarıda "Güç olan sırrı saklamak değil, gerektiğinde ortaya çıkarmak olabilir" demiştik böyle bir suskunluk ortamında "Laf anlatmak" güçtür. Bilenle bilmeyen arasında görünmeyen, ilim ve ses geçirmeyen bir zar mı var? Aynı şekilde Ruh ile Madde denizleri birbirine aralarındaki bir zar sayesinde mi karışmaz? Zanlar âlemi ile gerçek âlem arasında, ötesi-berisi diyebileceğimiz, bir perde olabilir mi? Yaşamın evveli, ahiri bu olabilir mi?

   Hakikati aramak ve bulup bilmek yetmez, Hakkın Hakikatini arayıp bulmak gerek. Hakkın hakikatini bilen Ketum Üstatlar arasındaki muhabbette bile birbirleri için ketum oldukları hususlar olabilir. Allah'ı yalnız Allah bilir. Allah'ı  bilen Allah ehli kişiler de Allah'ı Allah'ın ilmi ile bilir. Önce ehlullah arasındaki muhabbette az bilen ile çok bilen ayrışır, çok bilen az bilene ketum olur. "Ketum olun" emri "Çok bilin, Allah'ı öyle bilin ki fena bulun, fani olun, siz çıkın aradan, Bilinen, Yaradan kalsın" anlamında olabilir. Böylece "Evreni bilinmek istedim veya bilinmeyi sevdim de yarattım" amacı gerçekleşmiş olsun.

Aklımızda daima ketumiyetin en basit hali olan 'söylememe' olduğu için kişiler arasındaki konuşma ve açıklama vardır. Konuşma sırasında karşıdaki için “Basiretsizlikten doğan idraksizliğin yarattığı suskunluktur” deyimi geçerlidir. Çok bilen az bilene bir noktadan itibaren ketumdur, anlatsa da anlamaz, açıklasa da açıklayamaz hali oluşur. Bu durumu biraz daha ileri götürebilirsek öyle bir hale ulaşılır ki insan kendi kendine "Anlatamam" diyebilir. Sıradan bir bir hal olarak örneğin 'orgazm' denir. İnsan kendinden geçer, sonrasını nasıl anlatsın. İşte aynı şekilde demek gerek diyerek söyleyebilriz ki "Hakkın Hakikatine ulaşırsanız kim, kime, neyi anlatsın?" haline ulaşılabilir. Alimin arif halini alma durumunda duyduğu "Haşyet" anlatılamazmış! Belki de "Hakikat yalnız anlaşılabilir, asla anlatılamaz" denilen yer burasıdır. Suskunluğunuz bol olsun!
 
Birisine "Gel sana kuantumdan bahsedeyim deyin. Hidrojen yanar, oksijen yakar, H2O, olarak birleşince 'söndürücü' olurlar" gibi şeyler söyleyiniz. Karşınızdaki "Gitmiştir, Bitmiştir" ve size "Bana bir şey ifade etmiyorsun" diyecektir. "Bir şey ifade etmeme" durumunda siz diğeri için ketumsunuz, bir şey ifade edemezsiniz. Misal alemindeki 'ketumiyetin' bir misali de budur.
Gelelim son noktaya. Masonluk bir bilgi değil, bilgiler topağı değil, bir ilim değil, bir sanat değil, hepsi birden, bir 'meslektir'. Hem ilim hem sanattır. Birisi sizden "Bana masonluğunuzu anlatın" dese suskunlaşır, denizin bittiğini düşünürsünüz. İlk önce ne anlatacağınızı bilemezsiniz, boğazınız düğümlenir. Adam olmaktır deseniz kesmez. Bilmektir, uygulamaktır deseniz yetmez. Marangoz marangozluğunu verebilir mi? Meslek, çırak olunarak istenir. Anlat demekle anlatılmaz, anlaşılması gerek deseniz en doğrusudur ve işte bu sizi "ketum" yapar!
Sevildik ki varız ve bugün burada bu durumdayız. Dilerim, varoluşumuzun amaç ve hikmetini idrak etmekte, harfler ile gizleneni kelime ile bulmakta, tecelliyat sırrına mazhar olmakta, içimizde hakikat güneşinin doğmasında ve verilen görevlerimizi yapmakta bize yardımcı olunur. 

(*) Kemaleddin Abdürrezzak Kaşaniyyüs Semerkandi, “Te’vilat-ı Kaşaniyye”, üç cilt olarak yeni yazıya aynen aktaran, Y. Müh. M. Vehbi Güloğlu, Kadıoğlu Matbaası, Ankara, 1987.
(Güncellenmiş Kitabı okumak için lütfen tıklayınız)
 


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder