9 Kasım 2012 Cuma

Kurbanı Sende Ara Sende Bul


Kitabı okumak için tıklayınız:
Click here to view Kendimizi Bilmenin Neresindeyiz.

Kurbanı Sende Ara Sende Bul

            Hz. İbrahim tevhit babası, Allah tarafından kendisine tevhit ilmi indirilen ilk insan, ilk İslam, teslim olan ilk kişidir. Bağışlanan bu ilim sayesinde, Tanrının bir ve tek olduğunu bulan, iddia eden, ispat eden insan. Hayatını incelersek bir hikmet de biz yakalayabiliriz. Kendimizi onun yerine koyalım, bakalım ona anlayış gösterebilecek, düşüncelerini idrak edebilecek miyiz? Bir efsane bir de hikâye kısmı vardır gerçeğin. Hikâye, geçmişten gelen madde dünyasında her kişinin anlaması düşünülen kişiler ve olaylar. Efsane kısmı ise er kişinin kendi içinde, mana âleminde, idrakinde yaşaması beklenen dereceler veya makamlar diyebileceğimiz, insan, olgun insan, kâmil insan aşamalarıdır. Her efsanenin bir dediği bir de  demek istediği felsefî bir mesajı vardır. İnsanın iç âleminin mertebelerinde dış âlemin hadiselerini yaşamak mümkündür. İnsanın içi ve dışı bir olmalıdır, belki de zaten birdir idrak edebilene.
 

            Felsefenin ataları mı desek, dinin ileri gelenleri mi desek, belki de en doğrusu sünnetullah veya adetullah, denebilir ki tarihî kişilerce tarihî eylemler yaşanmıştır. Hz. İbrahim mana âleminde yaşadıklarını hayata geçirmiş. İlahî aşka düşmüş, aşk ateşini anlatmış. Bu dünyada ahreti yaşamış gibi anlatmış, böylece, tek Tanrılı dini açıklamış. Tanrı ile konuşmuş gibi nida almış, su ve toprağı kutsallaştırmış. Mana âleminde makam atlarken, beden, kalp, ruh aşamalarını geçerken, bunlara paralel ve bunların gereği olarak dünyada da yer değiştirmiş. Kendisini ateşe atanlar ile artık yaşayamazdı, oradan ayrılıp göç etmiş. Beytullah’ı imar etme görevi aldı, Kâbe’yi yerinde inşa etti ve kalp Kâbe’sini yaşadı. Kutsal topraklardan, Kudüs şehri yöresinden, Mısır ülkesine gitti ve döndü. Dediklerinden demek istediklerini anlamaya çalışmak gerek, umarım yapabiliriz. Bizi günümüze getiren kültürümüz de gerçeği idrak etmemize yardım eder.
 

            Harran ovasında ateşe atılmış sonra da ailesiyle birlikte göç etmiş kutsal topraklara. Aramış, ilmini hale çevirmiş ve Tanrıya kavuşmuş biri mutlaka aşka, aşk ateşine düşmüştür. İlâhi aşka düşenin kendisi yanmaz, bedeni yanmaz, ama benliği, ikilik yaratan bencilliği yanar. Böylece, ‘ham imiş, pişmiş, yanmış’ veya ‘kendisi çıkmış aradan kalmış yaradan’. Artık topraklar kutsaldır, her şey Allah’ındır, Allah’tandır, ne eylerse Mevlâ eyler. Orası kutsaldır, kudstür, Kudüs’tür. Bundan sonrası, tekrar nefis dünyasına dönüp, kalbinin ve ruhunun ileri makamlarından tekrar bedensel ve nefsanî ihtiyaçlarına inme, böylece, hayata devam etme zamanıdır. İnsanı beşerî âlemden ilâhî âleme yücelten tevhit ilminin hayata geçirilmesi sürecinde sonradan velilerce halka kabul ettirilen ‘ilâhî aşk’ ilk defa yaşanmıştır. Daha sonra halkın aşina olduğu ‘yanmışlık’ ve ‘aradan çıkış’ ilk önce “Allah’a kurban oluş” ile yaşama geçmiş.
 

            Son peygamberimize, “doğal ölümden önce iradeniz ile iradî mevt ile ölünüz” ayeti inmeden evvel, Hz. İbrahim’in kendisine bahşedilen tevhit ilmi sayesinde, beşerî âlemden ilâhî âleme geçişi, her zamanki gibi, ancak, tarihte ilk defa olarak “aşka düşme” halleriyle olmuştur. Tanrı’nın hidayeti ile verilen ilmi, ilmen yakın, aynel yakın ve hakkel yakın aşamalarını bireysel olarak makamlar halinde yaşamıştır. Hz. Mevlana ve Yunus sayesinde bugün kültürel olarak bu aşamaları daha kolay anlayabiliriz. Allah yolunda olma veya doğru yola girme gibi süreçlere aşina kimselere rahatça fenafillâh ve beka billâh makamlarından söz edilebilir. Ancak, bu halleri ilk defa kendinde yaşayan kimseye özel bir anlayış göstermek gerekebilir. Bireysel düzeyde yaşaması ve diğerlerine öğreterek yaşantıya geçirmesinin önemi büyüktür. Kişiliğinde mertebe atlamak kolay, insan kendi nefsine ve kalbine hâkim olabilir ama öğretme sürecinde, örneğin, eşini ikna etmesi ve eğitmesi güç olabilir. İlim ve hal, ilmin ve uygulanmasının Âdem ve âlem boyutlarında olduğu söylenebilir. Bireysel düzeyde Âdem olarak insanın nefsi zevcesidir, eşidir öğretmeye gelince, âlem boyutunda, bir başkasına bu hali anlatırken eşi deyince karısını anlayacaktır. Mana âleminde doğru olan madde âleminde de doğrudur. Nefsine hâkim olan karısına da hâkimdir denebilir, bugün bile anlatırken de anlayacak bir kişinin iki düzeyde de anlaması beklenir. Hikâye olarak karısının başına gelenler, efsane olarak nefsinin halleri anlaşılmalıdır. Her insanın kendisi beden ya da vücut olarak bir Mısır ülkesidir. Herkes nefsiyle kendi ülkesinin tam hâkimidir.
 

            Kutsal topraklarda yaşarken nefsanî işler, bedensel ve dünyevî çalışmalar pek zevk vermez artık İbrahim’e. Bedensel faaliyetleri azalmış, ilahî, kalbî, ruhanî faaliyetleri çoğalmış. Ama bu durum böyle gidememiş, sürdürülebilir olmamış, zayıflık ve açlık benzeri haller görünmüş ve Mısır’a göç kaçınılmaz olmuş. Aşağıya inmişler Mısır’a varmışlar. Mana âleminde aşağısı nefs-i emmare yukarısı nefs-i levvame ve mutmaindir.  Ancak,  beden Mısır’ının firavun nefsi, Nefs-i Emmare İbrahim’in karısı Sara’yı pek beğenmiş. Bedenin tek hâkimi olan firavunun beğendiği eşlerle birlikte olma hakkı yasalmış. Bu Mısır’da bilinir, kabul edilirmiş, bunu kabul eden Mısır’a girermiş. İbrahim’le birlikte levvame ve mutmain mertebelerini yaşayan karısı, zevcesi nefsi, Sara’yı, adeta serap olanı, alıkoymak, onunla olmak istemiş. Sara ‘sen benimle olamazsın, aşık atamazsın, bana akıl erdiremezsin’ dese de inandıramamış, ikna edememiş Firavunu. Daha ilk oturumda Firavun taş kesilmiş, donup kalmış, gerçekten mutmain nefsin dediklerini hiç anlayamamış, taş kafa hissetmiş kendini. Gelsin eşin beni bu durumdan kurtarsın ben de onun Tanrısına inanayım demiş.  Sabah olunca Sara’yı ülkeye, firavunun eline düşmekten kurtulma amacıyla, eşi değil de kardeşi olarak kayda geçirten İbrahim davet edilmiş saraya ve Sara’ya. Öğretme ve eğitme kabiliyeti olan kişiden hak ve hakikat bilgilerini alan firavun çok memnun olmuş, kurtulmuş taş kesilmekten. Kalbi yumuşamış, ‘madem aç kaldığınız için geldiniz buyurun size bol nimet, nimetleri servis edecek alın size bir de cariye Hacer’ deyip göndermiş misafirlerini yine kutsal topraklara. Böylece, hem dünyası hem ahreti olmuş İbrahim’in. Cenneti dünyada yaşar olmuş adeta.
 

            Her insanın kendine özgü bir iç âlemi bir de dış âlemi vardır. Herkes dış âlemi kendi içinde değerlendirir. İnsanın içi dışı bir olmalıdır derken söz konusu âlemler kastedilir. Tevhit ilminin uygulamaları sonucunda, geçilen makamlardan sonra bir de arifler “bir ben var benden içeri” demişlerdir. Aynı deyimi “insanlıktan nasip almamış” denebilecek bir kişinin de kullandığı düşünülürse önemi daha iyi anlaşılabilir. Hz. İbrahim iç âleminde ahreti ve cenneti dış âleminde dünyayı yaşar olmuş, O’nun huzurunda ve huzur içinde yaşarken.
 

             Uzunca bir süre sonra, İbrahim kendisinden sonra ne olacağını, İslamiyet ve teslimiyetin nasıl sürdürüleceğini düşünmeye başlamış. Belinden değil yolundan gelecek bir oğla, erkek evlada, yani tevhit ilmini öğretecek birine gerek var demiş. Tanrı’ya kurban vaat etmiş. Eşine, soyun devamı için, oğul veremeyeceğini idrak eden Sara ise, teslimiyetini tekrar gösterip, daha genç olan Hacer ile evlenmesine rıza göstermiş. Bedensel ve dünyevî zevkleri canlı olan, dünyevî nimetleri sunmakla görevli olan, cariye nefis Hacer’in bir oğlu olur. Böylece, İbrahim’e bir veledi kalp bağışlanır. İç âleminde bir İbrahim daha olur İbrahim’den içeri. Oğul İsmail ile annesi Hacer, soylarının devamı için, eğitim ve öğrenimlerini tamamlamak üzere, dünyada Allah adına İbrahim’in inşa ettiği beytullaha, Kâbe’ye, kalp Kâbe’sine, yani İbrahim’in geride bıraktığı makamların ilkine dönerler, Sara tarafından gönderilirler. Kalp veledi, babasının oğlu, babasının indiği kadar çıkmış, urûc etmiş, iki yay mesafesindeki döngüyü tamamlamıştır. Hakka ulaşmış, hakka ait bilgilere hâkim olmuştur. Sıra tevhit ilmini dünyada hayata geçirmeye ve öğretmeye gelmiştir. İsmail’in Kâbe çevresinde içtikçe içilen, içilmeye doyulmayan, kana kana içilemeyen, suya kandırmayan tevhit ilmi suyunun kaynağını, zemzemi bulması bilinen hikâye ve efsanedir.
 

            Efsanenin burasında İbrahim’in “bir ben var benden içeri” dediğini düşünebiliriz. İçteki “ben” onun veledi kalbidir. Bu kalp veledi önce doğacak sonra büyüyecek, eğitim ve öğrenimden sonra kurbanlık İsmail olacaktır. Ayağının altında tevhit ilmi suyunu bulması bu durumda gayet “doğal” olacaktır.

 
            İsmail’in öğrenim ve eğitimi bir seviyeye, kendisi bir makama gelince babası bir rüya görür. Vaat ettiği kurban hatırlatılır ve “en sevdiği” şey olarak ikaz edilir. Bunun üzerine, oğlunu çok sevdiği için, durumu İsmail’e anlatır. Allah’a kurban fikri ilmine uygun düştüğünden, oğul derhal kabul eder. Taşı kesen bıçağın oğlunu kesmemesi, insana, ateşe atıldığı halde yanmayan babasını hatırlatır. İbrahim’in kurbanı kabul edilir, bencil benliğinden geçen İsmail yaşamına Allah tarafından bağışlanmış hayatı ile devam eder, diğer bir deyişle, fenafillâh mertebesinden geçer beka billâh mertebesi verilir, baki olan ruh verilir ve fani olan nefis alınır. Allah yolunda verilen kurban kabul edilmiş, baki olan bağışlanmış, fani olan alınmıştır. Bağışlanmış hayatta Hakk’ın ilmi Hak’ça uygulanır, Hak görünür, Hak bilinir, fail, işleyen Hak, mevsuf, sıfat giyinen Hak’tır. Bağışlanma, bağışlama ve yeniden hayata başlama sanki bir yeniden doğuştur. Efsanenin burasında yer alan hayvansal bir tanımlama hayvanî veya dünyevî tarafı ağır basan nefis olabilir. İsmail’in bağışlanmış hayatı ancak Hz. İbrahim’in hayvansal nefisten arınmış haliyle devam edebilirdi. Zaten Hacer de oğlunun su bulması üzerine Allah’a şükrederek teslim olmuştu. Peygamberimizin soyunun Hz. İsmail’e dayandığı bilinir.
 

            Hiçbir kişinin içindeki ben harici bir bıçakla dıştan kesilemez, öylece kurban edilemez. Herkes bindiği dalı kesebilir, kişiyi kişi yapan, ona ben dedirten her ne ise onu kesmelidir de belki ama bu beşeri âlemde söz konusu olabilir ancak. Hz. İbrahim’in beşerî, fani olan nefsi alınmış, İsmail kurbanı sayesinde, ölümsüz, baki ruh verilmiştir. İslam ve İslamiyet kavramı, öz ve yoğun olarak, birçok husus ‘giz’li kalarak, Hz. İbrahim ve İsmail ile yaşanmış oldu. Tevhit ilminin “sudan geliş” bölümünü teşbih ve yeniden doğuş kapsamında Hz. Musa, öğretişe dayalı “kulaktan giriş” bölümünü yüceliş ve tenzih kapsamında Hz. İsa tekraren açıklama niteliğinde yaşayacaktır. Tevhit ilminin tamamı, ölümsüz ruh ile diriliş ise, hem teşbih hem tenzih kapsamında, gizlenmeksizin, alenen yaşanması son peygamber ile hayata geçirilmiştir. Batıl gitmiş Hakk gelmiş, zahir olmuştur.
 

            Bir kere daha görülebilir ki bugün ezelden beri anlatılan efsaneler ve anlatılmak istenen her şey insanın kendisinden kendisine boyutunda gerçekleşmektedir. İç âlem aynı dış âlem, damla ile derya ilişkisine kesret ile vahdet denmiş. Umarım bizim de hikâyemiz gerçek olur.

          

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder