Kendini
Bilme Sanatı
Kendini bilme
gayreti iç ve dış ortamları anlamayı gerektirir. Dış âlemdeki her şeyin iç
âlemde de bir karşılığı vardır. İçyapı da hiyerarşiktir. En tepede mana,
yazılım, ilim veya ruh en altta madde, donanım veya beden denebilir. Eşyanın
ardındaki ilme ulaşmak kolaydır. Kalp ve
nefsin maceraları uzay serüvenini aratmaz. Kendimizi bilmemiz için içimizde
oluşan, gelişen fırtına, coşku, tepkilere, gazap ve şehvet duygularına tüm
sonuçlarıyla anlam verebilmemiz gerek. İç ve dış âlemi bilme, hakikate erme ve
ilmin kaynağını idrak amacına ulaşılmalıdır. Nelere sahip olunduğu bulunurken,
bunların nereden geldiği merak edilir. Kaynağına indikçe sahiplik kaybolur.
Kayıp kazanç muhasebesi sonumuzu belirleyebilir.
Dik dururuz,
duramayıncaya kadar. Güvenlik nedeniyle, uyanık kalmaya çalışırız,
uykusuzluktan ölünceye kadar. Yakın çevremizi oluştururuz, koruyup kollayarak,
sonra korunup kollanmak ihtiyacında olur ve sığınırız. Sığınıncaya kadar, çevremize
sığınak oluruz. Bu özelliklerimizi bilinçli olarak keşfetmeden önce bu
özelliklere sahibizdir. Nereden geldiğini bilmeden önce bu özellik, bu sıfat
bizde vardır. Örneğin, koruyucu ve kollayıcı sıfatı bizde vardır ve bu sıfatın
bizde var olduğunu bilince “Yaradılışımızdan gelen bir özelliktir bu”
diyebiliriz. Benliğimiz oluşmadan önce var olan özelliğe sahip çıkmak bencillik
olur. Böyle bir bilinç ise kendimizi bilmek veya kendimizi keşfetmek anlamına
gelebilir. Hiç bilinmeseydi önce biz bilirdik. Çok sonra öğreniriz veya hiç konduramayız
“Rahman ve rahim” deyimi bu demekmiş. Böyle var olduğumuz için bu kadar bilir,
bilinir, bilinçliyizdir. Kendini bilen insandır, bilmeyen henüz bilmekte,
olgunlaşmakta, insan maymunluktan hala gelmektedir!
Dış görünüşümüz
bir beden ve bir kişidir. Analiz etmeye başlayınca, baş, beden, kol ve bacaklar
gibi binlerce ayrı isim altında organ sayılabilir. İç âlemimizde de kalp,
vicdan, utanma, arlanma, gazap, şehvet, korku, cesaret, merhamet gibi birbirini
bütünleyen veya yerine göre birbirinin karşıtı çok sayıda duygu ve algıyı
sayabiliriz. Özetlersek, insan ruhanî sezgiler, kalbî duygular, nefsanî algılar
altında toplanabilir. Çocuk, genç, olgun insan deyince de belirli bir düzeyde
insanca düşünce ve davranış kalitesi beklenir. Bu kaliteye akıl ile
ulaşılabilir. Akıl bilgiye, bilgi kalbe, kalp ruha erer. Sonrasında “Ben mi
bilmek istedim, bilinen mi bilinmek istedi?” sorusunun cevabı düşünülmelidir.
Damla deryayı mı bildi, yoksa derya mı damladan bilindi? Damla içinde deryayı
mı buldu? Derya, damladan mı bilindi?
İnsan suresi insanı ve amacını anlatır. Hitap, aklı olan, aklını kullanan,
bilen, bildiğini uygulayan, olgunlaşmaya çalışan insanadır. Mesaj bireysel
olarak insana, bireyedir. Olgun insanın yücelişini gerçekleştirmesi beklenir.
Ayetler akılsızca ele alındığında yücelme merdiveninin basamakları elde kalır,
çıkılamaz. Taşocağından alınan ham taşlarla sevgi mabedi inşa edilemez. Ebu
cehil deyince, akılsızca, tarihteki adamın teki akla geliyorsa bireysel cehalet
kuyusu doldurulamaz. Nefsin emrinde olan akıl ile elde edilen ilahi bilgiler,
kalpte yer etmesi ve yeşermesi yerine, doğrudan nefse iletilirse, bedensel
bahçenin sulanmasında kullanılırsa, yalnız gururu güçlendirir. Nefis “Ne de
güzel bilgilere sahibim ben” diye gururlanır. Oysa bilginin sahibi nefs olamaz.
Kalbe bilgilerin akıl aracılığı ile ilimden, ruhtan geldiği düşünülebilir. Tüm
iş ve eylemlerimizin insan kişiliğimizde veya insanlıkta gizli kişilikten
kaynaklandığı idrak edilebilir. Fiillerimiz, koruyucu ve kollayıcı gibi,
sıfatlarımızı ortaya çıkarır, ancak fiil ve sıfatlarımız kişiliğimizden
kaynaklanır. Bilip uyguladıkça filler sıfata, sıfatlar ortaya çıktıkça da
kişiliğimize ulaştırır. Öğrenme sürecinde iken fiil, sıfat, kişilik ve fıtrat
sırasıyla bilinir. Kişi, kendinden öteye, herkesi ve her şeyi değiştirmeye kalkar.
Bilgi bulanın değildir. Bilginin bilinmesi gereken bir kaynağı vardır. Bu
kaynak var olan, tüm varlık âlemidir ve bilginin bilinçsizce kullanımı insanın
kendine zarar verebilir. “Emme basma tulumbasının
kaçan suyunu tamamlayalım” denilerek verilen bilgileri özümlemeden kullanmaya
çalışmak da gururu besleyebilir. Tulumbanın özündeki kapakçık açılmadan, dökme
su tulumbanın özüne ulaşmadan, yararlı olamaz. Dökülen su ile bahçe sulanmaya
çalışılırsa yetersiz kalır. Birisinden alınan bilgi özümlenmezse ne akılda
kalır ne de yararlı olur. “Bu bilgiler güzel bilgiler, ben bu bilgileri yeri
gelir başkalarına satarım ve puan kazanırım” denirse olmaz. Yeri gelince tam
olarak hatırlanmaz, eksik ve yanlış hatırlanması veya yanlış kullanımı kişiye
zarar verebilir. Dökme su ile değirmen dönmez. Ayetler bilgiye, bilgi ilme,
ilim kaynağa götürmelidir. Bilgileri özüne indiremeyen, kendi özüne inemeyen,
bilgileri özümleyemez, sindiremez, güç ve kudrete çeviremez. Derinden kendi
tatlı suyunu çıkaramaz. Su çıkaramayan tulumba ses çıkarır. Ezbere konuşmak
başkalarının borazanı olmaktır.
İnsanın hayatında,
henüz insanlar arasında yer almadığı, çocukluk ve gençlik gibi devirler,
dönemler vardır. İnsanın nefsine uyduğu, maddi çıkarları peşinde koştuğu, henüz
manevi ve ruhani değerlere önem vermediği bir gençlik çağı olur. Gayb âleminde
olan veya şahadet âleminde bulunanlar henüz yetişme ve gelişme döneminde olan
gençlere, olgun insan olarak görmedikleri için, aralarında yer vermeyebilirler.
Nefsanî beslenme için kullanılan akıl ile ancak niceliksel doyuma ulaşılır. Bu
gidişin sonu yoktur. Gururun alçak gönle, aç gözlülüğün kanaate dönüşmesi aklın
elde ettiği bilgilerin kalpte sıfatlanmasına bağlıdır. Ruhani bilgiler kalpte
mayalanmalı ve kalp deryası maya tutmalıdır. Derya bilgisi, mayalanmadan, muhabbetsiz
kullanılırsa, nefis gölünde maya ziyan olur.
Kalp kapakçığının
zamanında açılıp kapanmasıyla, muhabbetle kalp beslenir. Güçlü kalp nefsanî
duyguların da hem niteliksel hem de niceliksel doyumunu sağlar. Ruhtan akıl
yolu ile alınan bilgiler hemen nefsin kullanımına sunulmamalı, derin düşünme ve
tefekküre götürmeli. Bilgi ile daha çok ve daha güzel bilgiler elde edilmeli.
Tulumba dipten tatlı su çıkarmalı. İnsan, küpünün suyunu kullanıma sunmak
yerine kendi küpünün dibini delip deryaya oturtmalı. Küpün suyu, eldeki bilgi;
suyun, bilginin kaynağına varmak için kullanılmalı. Böylece, insan düşünmez, düşünce
ona gelir, düşünce dipten kaynar!
Kutsal mesajlar,
üzerinde tefekkür edilirse yararlı olur. Mesajın gelişi ve kişiye erişi
efaldir, fiildir, “Güzel” bulunur da sıfat kazanırsa, üzerinde tefekkür
edilirse, zata erdirir. “Biz o insanı deliller ile hak yoluna hidayet ettik,
yönelttik. İnsani duygular ile donatıp uygun koşullarda en uygun davranışlarda
bulunması için gereken bilgi, beceri ve nimetleri verdik. İnsanlardan bir kısmı,
nimetler sayesinde, nimetleri verene kavuşmak isteyip, şükretti ve
yönelttiğimiz yönde ilerledi. Diğerleri sadece nimetleri gördü, aldı ama
nimetleri vereni aramadı, kavuşmak istemedi. Biz hepsini görsel ve akılcı
delillerle doğru yola yönelttik. Kimseyi kayırmadık, kimseye ayrımcılık
yapmadık, hepsine eşit mesafede kalıp eşit davrandık. Biz nimetlerle
hicaplaşan, perdelenen mahcuplara, nimetleri görünce alan ama vereni
düşünmeyenlere, düşünüp unutanlara, istediklerini ve hak ettiklerini verdik.”
Yalnız daha çok
nimet isteyen fıtratının amacından uzaklaşıp “Mahrumiyet ateşine” düşer. Nimetler arasından sevdiklerine daha da
bağlanmaları “Cisimlere eğilim ve muhabbet zincirini” oluşturur. Nimetlere
bağlanışla zincirler güçlenir, kırmak güçleşir. Bu istekler, hakikate erme
muratlarını talep etmekte, “Hareketlerini kısıtlayıcı bukağılara” dönüşür. Boyun
bukağıları geriye bakmayı, nimetleri verene dönmeyi güçleştirir, amaçtan
uzaklaştırır.
Yalnız nimetlere
dalmak ve nimetlerde kalmak, Hak ve hakikate ulaşmaya çalışmamak, “Fıtratlarında
yer alan hakikate erme doğal haklarını men edici ateşlere” dönüşür. Ateş,
ardında kalan hakikate ulaşmaya engel olur. “Biz isteyene istediklerini hak
ettikleri kadar verdik” deniyor. Yalnız nimet isteyene yalnız nimet verdik ama
bu nimetler zamanla onlara “Ateş”, “Bukağı” ve “Zincir” olmakta. Çünkü nimet
isteme onların karakterleri olur ve kaderlerini oluşturur. “Zaman içinde artık
nimetin nereden geldiğini bile hiç düşünmez olurlar” deniyor. Hakikat
güneşinden uzaklıkta donar, ateş içinde yanar, bağlı ve bağımlıdır. Bu durum
üşütenin hastalanıp ateşlenmesine veya soğuk soğuk terlemesine benzer. Kişi
anormalliğinin veya hastalığının farkında olamaz. Sevdiği şeylerin peşini
bırakamaz.
“Her şeyin O’ndan
gelip O’na gittiğini anlayıp, her fiilin failinin Hak olduğunu idrak edip, efal
hicabından kurtulanlar doğru yoldadır. Bu kişilere ‘ebrar’ denir. Fiillerinin
aslında kendilerine fıtratlarında verilen sıfatların ortaya çıkışı olduğunu
idrak ederler. Özü sözü doğru, hamiyetli, sadık ve iyi niyetli, Allah’ı seven kişilerdir.
Mevsuf olanın Hak olduğunu henüz idrak edemeseler de ayn-i zata yönelmeleri
nedeniyle arada, ancak doğru yoldadırlar. Sıfat kâsesinden şarap içenlerin
muhabbetinin lezzeti kâfur ile karışıktır. Zat muhabbeti, yakın serinliği,
nuriyet beyazlığı ve şevk hararetiyle yanmış kalbe ferahlık veren ve kalbi
güçlendiren kâfurun kaynağıdır. Kâfur kalbi serinletir, ferahlık verir ve
aklama, temizleme ve arıtma özelliği vardır.”
İnsan odur ki her
şey kendisine yeniden keşfedercesine aşikâr olur. Kendine verilen sıfatlar,
melek ve yeteneklerle bireysel insanlığını keşfeder. Kendisi benlik ve
bencilliğinden arınır, teslim olup sığınır. Kendisinin, genel insanlığın bir
uygulaması olduğunu idrak eder. Örneğin, koruma kollama sıfatının kendisine
verilmiş olduğunun idrakindedir. Nefsin tatmininde bilginin önemini anlar.
Bilgi sayesinde akıl ve kalbin keşfine ulaşır. Sezgi ve basiret ile de ilmin
kaynağı ve sahibine ulaşır. Uykusuzluk nedeniyle, uyanıklığı sayesinde gaflet
uykusundan uyanıp, güvenle çevreye sığınıp uyur. İç ve dış âleminin bir ve tek
olduğunu anlar. Her şeyin ilim olduğunu, ilmin bir değişik uygulaması olduğunu
bilir. Eşya hakikat güneşinin gurup ettiği yerdir. Bu güneşin karanlığı yararak
doğması durumunda benlik ve bencillik gölgeleri yok olur. Latif, kesif olarak
görünür halden tekrar letafete döner. Diğer bir anlatımla, henüz Tanrı
bilinmeseydi kendisi bilir ve sığınırdı, sonra idrak ederdi ki kendisi rahmanî rahimden
doğmuş veya oluşmuştur. O, zaten Bir ve Tek var olandır!
“Kâfur,
muhabbetleri sıfata olmayıp aynı zata mahsus olan vahdeti zatiye ehlinden,
Allah’ın sevdiği kullarının sade ve saf olarak içtikleri kaynaktır. Bir şeyi
güzel bulmasının, beğenmesinin kaynağını keşfeder. Keşifleri sayesinde kaynağa
yücelir. Sevilen kullar kahır, lütuf, arkadaş, sertlik, kabalık, bela, şiddet,
bolluk, darlık arasını fark etmezler. Onların muhabbetleri zıtlar ve
benzerlerin lezzetlerinde, nimetleri anış ve övüşlerinde, rahmet ve zahmette
uzayıp sürer gider. Amma ebrar, failinin Hak olduğunu bilen rahimi,
rahmet edeni, mün'imi, nimet vereni, yedirip içireni, lâtifi sevdikleri için
kahhar, müntakım, ceza veren mübelli, tebliğ eden, isimlerinin tecellisi zamanında
muhabbet ve lezzetleri, hali üzere baki kalmaz. Yedirip içereni sevenler sevdiklerinin
kahhar, kahredici de olabileceğini yadırgayabilirler. Kahrı lütuf görebilmek,
kahra boyun eğebilmek ve rıza göstermek, yokluk, yoksulluk ile övünebilmek zor
olabilir. Belki tecelliyi kerih, fena, çirkin, bile görürler.”
Benliklerden bencilliklerin kahrı, kalkışı zordur. Anneye anneliği verilmiştir.
Anne çocuğuna, kendisine sonra bakması gibi, bir menfaat için bakmaz. Koruma
kollama sıfatının kaynağı zatıdır, annelik kişiliğidir. Bu kişiliğini sever ve
onu, bu kişiliğini, muhabbetle karşılar.
Muhabbeti nedeniyle
sever ve sevilir. Sevilen kul olarak kahır ve lütuf, bolluk ve darlık, rahmet
ve zahmet onun için fark etmez. Çocuğu için varlığını ortaya koymaktan
kaçınmaz. Anne, annelik sıfatının, annelik kişiliğinden kaynaklandığını idrak
ettiği için, çocuğuna duyduğu muhabbet sayesinde kâfur içmiş gibidir. Kâfur
gibi, annelik, annenin kalbini arındırır, benlik ve bencillik bırakmaz. Anne,
anneliği öğrenerek, yalnız ilmen bilseydi, ebrar olsaydı, annelik kişiliği
içinde kendini feda etme tecellisini kerih görebilirdi.
İnsan ne
olabilecekse olmalıdır. Potansiyelini ortaya çıkarmalı, kendini
gerçekleştirmelidir. Yeterince olgunlaşanlar, su terazisindeki kabarcık misali,
eşyanın doruğunda yer alıp, yıldırımın düşmesi, aslında çıkması gibi yücelmeyi
bekler. Beklerken gösterdikleri azim “Evet”, “Beli” demeleri ve “Söz verme”
niteliğindedir. Ayetlere verdikleri kulak delinir. Delikten içeri, gökten yere
ilmin kristalleşerek salınıp yere düşen hali olan, kar suyu kaçar. Giren
bilgiler gönülde mayalanır. Y.N. Öztürk, (76.7): “Onlar verdikleri sözü tam bir
biçimde yerine getirirler”. O’nu sevenler, kendilerinde yeterince sebep,
donanım ve kudret bulursa, yaradılışlarında gizli olan hakikat, bilgi, ilim ve
erdemler sayesinde, temizlenme ve arınmayla fiili ihraç etmeye ilişkin
verdikleri sözü yerine getirirler. İnsan olarak insanlıktan yaratılmış, akılla
donatılmış oldukları için önce âlim, sonra kâmil insan, arif olurlar.
O’nu seven mali
menfaatlerden sıyrılır ve nefislerini özellikle kıskançlık rezaletinden
arındırır. Çünkü mal sevgisi perdelerin en kalınıdır. Bu nedenle esirgemez
verirler, miskin, yetim ve esirler gibi başkalarını kendi nefislerine tercih
etme sıfatıyla sıfatlanırlar. Yani, nefislerini cehaletten arındırıp
temizleyerek, ruhani hüküm ve şeriat yemeğini, Allah muhabbetiyle birlikte,
beden toprağında yaşamaya mahkûm yoksul miskine, nefse yedirir.
Hakiki babası olan
kutsal ruhun terbiyesinden kesilmiş durumda olan yetimi doyurur. Doğanın esiri
ve nefsanî sıfatların kabrinde hapis olan esire verir. Kısaca kalplerine,
veledi kalplerine yedirir, doyurur ve verir. Yeni doğan kalplerini beslerler.
Yok bilinen, kıymeti bilinmeyen kalp beslenir. Nefis, veledi olan kalbi
sıfatlarla besler. Kalp sıfat kazandıkça nefsin eylemleri değişir. Kalbin
doğuşu ile nefis anne olur. Kalbin ruhtan alınan ilim sütüyle ve irfan balıyla
beslenmesi anneyi kendini feda etmeye kadar götürebilir.
Dışarıdan verilen
bilgiler sayesinde kalpten öğrenmeyi öğrenen olgun insan kalbini besler. Kalp
kapakçığı yerinde ve zamanında açılıp kapanır, bilginin kaynağının ruhu
olduğunu keşfeder. Yem ile balık tutar gibi bilgiler üzerinde tefekkür ederek
yeni bilgiler elde eder. Kalbin ruha açılan kapakçığından elde edilen ilk
bilgiler, aynı kaynaktan yeni bilgi elde etme amacıyla kullanılması, yeni
keşiflere yol açar. Keşfetmeyi zevk ederek yeni bilgiler elde edilmesi konuya
duyulan muhabbeti artırır. Muhabbetin verdiği sıcaklık mayanın tutmasında
yardımcı olur. Kalbe dolan bilgiler ruha açılan kapının açık kalmasına kadar
sürdürülebilir. Her kalp kişinin yeni doğan bebeğidir, veledi kalbidir. Annesi
kendisinden razı olunan nefstir. Muhabbeti nedeniyle kalbini beslemekten zevk
alır.
“Beslerken karşılık beklemez, Allah rızası için doyururlar. Ebrar, efal
hicabından kurtulup sıfata geçmek üzere oldukları için, yaptıkları ile hayır ve
sevap değil Allah rızasını isterler. Zira vecih, sıfatla beraber zattan
ibarettir. Ebrar, Allah’ın gazap ve kahır tecellisinden korktuğu için, Allah’ın
rıza ve lütuf tecellisi ile nimetleşir. Onlar, sıfat nurları içinde, efal
cennetlerinde nefsanî lezzetlere ve şeytanî ziynetlere karşı sabretmeleri
nedeniyle, zat cenneti ve ilahi sıfatları idrak ile ödüllendirilirler.”
“İlahi
sıfatlarla sıfatlanmış oldukları için, bağış olunan ve ihsan edilen zat ve
sıfat tevhidi yemişlerinin salkımları onlar için aşağı sarkıtılmıştır, ne zaman
isterlerse o yemişleri toplar, zevk ederler. Keşfetmeyi zevk edenler yeni
keşiflerin tadına varmak için tefekkür etmek istediklerinde daha az bir
gayretle yeni keşifte bulunur, salkımlar aşağı sarkıtılmıştır.”
Gözlem ve analizlerle doğadan elde edilen bilgilerden yeni bilgiler elde etmek
sezgiyle olabilir. Yeni bir buluş mevcut bilgilerin değerlendirilmesini
gerektirir. Akıl sayesinde ulaşılan bilgiler sezgi ile değerlendirilir. Akıl
ile akluhikmete, sezgi ile de hakikate ulaşılabilir. Bilgiler sayesinde
bilginin kaynağı ilme ulaşmak sezgiseldir. Kalbin sezgi ile ilmin kaynağına
ulaşması ve yeni bilgiler elde etmesi kalbi besler. Beslenen kalp için yemiş
salkımları aşağı sarkıtılmış olur, yeni bilgilere daha kolay ulaşabilir. Doğal
bilgiler aklı kalbe, kalbi de ilmin kaynağına, ruha götürür. Kişi kalbi için
kişiliğini feda edebilir, kendini ilme adayabilir, kalp ruha yücelir.
Kalbin ilahi
sıfatlarla sıfatlanmış olması ve sıfatların en güzel suretler halinde ortaya
çıkması, çeşitli kaplarda görünmesi şeklinde olur. Kalpte kaplar içinde ortaya
çıkan bu sıfatların gümüş kaplar, küpler ve sırça görünmesi arka plandaki zat
nurunun parlamasındandır. Kalbe sırça teşbihi de buradan gelir. Kalbin sırça
şeffaflığında, gümüş beyazlığında ve berraklığında oluşu ardındaki zat
nurundandır. Onlar istedikleri içkileri istidatlarının gerektirdiği ve
susadıkları kadar o kaplardan içebilirler. İlim sütü ve idrak balı ile beslenen
kalp şarap yapabilir. İlim sütü emen idrak balı yapar. Salkımlardan elde edilen
bilgi daneleri üzüm gibi yenir, suyu çıkarılıp özümlenir, kalpte mayalanan
ilimden şarap oluşur. O’nu sevenlerin muhabbeti, kâfur gibi arındırıp
bencillikten geçirir, sarhoş eder.
“Onlara o cennette
iştah açıcı lezzet veren zencefil karışımlı bir kadehten içirilir. Ulaştıkları
yer geldikleri yerden daha iyi olduğu için daha ileri gitme arzuları
olmayabilir. Sıfatları seyretme arzuları olduğundan, sıfatları tek tek
seyretmeyi yeterli bulabilir. Sıfatların tümüne kavuşmalarını imkânsız
görebilirler. Vuslat yolundaki âşık yolcular, aşklarının hararetinden hiç bir
zevk ile kıyaslanamayacak zevk içindedirler. Onlara sıfat iyiliğinden saf ve
benlik zuhuru pisliğinden pak hakiki bir aşk şarabı olan zat muhabbetinin
lezzetli şarabı içirilir. Sözü edilen cennet, kaplar, huriler ve şarap sizin
sıfat tecelliyatının hakkı ile kıyamınızdan dolayı size mükâfat olmuştur.”
“Gayrımız değil biz zatımızla sana Kur’an’ı tenzil eyledik. Benlik ve bakiyenin
zuhuru belası ile beraber fena makamında ehadiyet zatının tecellisine sabret.
Hukuku ile kıyam ve olgunluğunu göstererek Rab’bini, ilahi nurun doğuşu ve
gurubu zamanlarında, zikret. İstemeseydim isteyemezlerdi, Ben onları dilerim ki
onlar beni dilerler! Perdelenmeleri nedeniyle rahmetimden haz ve
nasiplerini eksiltenlere elem verir.” (*)
Genellikle güzel sanatlar alanındaki eserler karşısında, yeteneklerin Allah
vergisi olduğu söylenir. Kendini bilme de bu açıdan sanat olsa gerek. Örneğin,
“Koruma kollama” sıfatının benlik oluşmadan önce var olduğunu sezmek, fıtrattan
geldiğini bilmek, Allah’tan olduğunu idrak etmek, Allah vergisi olsa gerek.
Ancak bu durumda akıl verilmiş en büyük nimettir denebilir. Bu sıfata
kendisinin zaten sahip olduğunu düşünebilen, bencillik ettiğinin de farkında
olabilir ve vazgeçebilir. Rahmetten haz almayı eksilten perdeyi böylece
kaldırabilir. Alt yapı, fıtrat, her kişide var olsa da üst yapı, sıfatın
fıtrattan geldiğinin idraki, nadir görülen bir eserdir ve Allah dedirtir!
(*) (" " Tırnak içindeki paragraf ve
cümle alıntıları, adı geçen Kaşani te’vilinin, 76 İnsan Suresi’indendir).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder