11 Aralık 2015 Cuma

İnanmaktan Bilinmeye


               İnanmaktan Bilinmeye,

               İnsan ve insanlığın gelişimi paraleldir ve uzun soluklu bir süreçtir. İnsanın düşünmesi ve inanması birlikte gelişmiştir. Bilimsel yasalarla Evrenin Doğuşuna tanıklık edilmektedir.  Evren, kendini merak eden yaratıktır. İnsan olmak için de ilk tapınaklarda “Kendini Bil” yazılmış. “Yağmurun Allah’tan olduğuna” inananlar “Evet ama nasıl?” diyerek gerçeğe ulaştıkça bilir olmuş. Bilinçli düşünme ve bilinçli iman müştereken ilimde yükselme, imanda yücelme sağlamış. Aksi halde, örneğin, bilmeden iman “Hayali” kalırdı, “Hakikate” ermek olamazdı. İlimden kaynaklanan iman, bilimi doğurur ama bilim elindekini bırakamaz, evrenin dışına çıkamaz. Kuantumla “Evrenin yoktan var olan parçacıkların şişmesiyle oluşan düzenli bir hiçliktir” olduğu kanıtlandı. İnanç temeline dayanarak  “Yokluktan yaratılan evrende insanın varlığı aklının izafi oluşundandır, insan aslında yoktur” denirse bu, bilimsel açıdan bağnazlık olabilir. Çünkü annenin sevgisi, çocuğun anne sevgisinden de büyüktür.

               Genel görelilik kuramı üç boyutlu olarak düşünülen uzay ile zamanı, uzay-zaman veya “uzam” olarak birleştirir. Madde, uzayı büker ve ona nasıl ve ne kadar büküleceğini öğretir, uzay-zaman da maddeye nasıl hareket edeceğini gösterir. Einstein, izafiyet teorisi, genel görelilik kuramı ile gravitasyonun, yer çekiminin bir güç olmadığını kanıtladı. Örneğin Dünya, Ay’ı çekmez, her gök cismi gibi, onlar da kendi kütlelerinin büktüğü yollarında hareket eder. Gökyüzünde kütlelerin uzay zamanı bükmeleri nedeniyle ışık bile bükülmüş görünür. Işığın kaynağı, eğer arada Güneş gibi uzay-zamanı büken bir kütle var ise, gözümüzün gördüğü yerde değil, ışığın geldiği yerdedir. Görelilik, evrenin Büyük Patlama anından itibaren, genişlemekte oluşunu, kara deliklerin, gökadaların ve yıldızların konumunu bildirir. Zamanda yolculuk yapar gibi her “şeyin” geçmişte ve gelecekte nerede ve nasıl olacağı kesin olarak bilinebilir. E=MC2 formülü ile ışık hızında hareket zamanı durdurur.

               Kuantum kuramına göre, uzayın en küçük ölçeğine bakıldığında, daima görülecek şaşırtıcı, değişmez bir gerçek vardır, o da bir “parçacık çiftinin” yoktan var olup tekrar yok olduğudur. Sürekli bir şekilde var olup yok olan bir çift parçacık için Dr. Hawking bir fikir ileri sürer. Buna göre, parçacık çiftlerinin var ve yok oluşları, kara deliklerin “olay ufkunda”, geri dönülmez noktasında, gerçekleşiyorsa parçacıkların bir kısmı yutulur bir kısmı da kara deliğin ekseni etrafında ışıyarak kaçar. Kaçan parçacıklar “Hawking Radyasyonu” adı verilen ışınıma yol açar. Böylece kütle enerjiye dönüşür ve kaybolan enerji en sonunda kara deliğin kendisinden gelmiş olur. Görünüşe göre, kara delik zamanla buharlaşıp yok olarak “hiçliğe” dönüşür.

               Kuantum mekaniğinin kara delikler alanında kullanımı, genel görelilik yasalarıyla birlikte, her alan ve parçacık için, her iki kuramı bütünleştirerek, tüm evrende her şeyi açıklayıcı bir kuram elde etmeye yöneltti. Ancak iki kuramın “gerçeği” çok farklı gördüğü anlaşıldı. Kuantum için her “şey”, belirli bir ölçekte, “parçacık” temelinde ve “yerel değil” konumundadır. Parçalar birbirinden bağımsız ve bağlantısız görünümünde ancak davranışlarında “ikizlik” ve “olasılık” hâkim. Bir parçacığın bir yerdeki davranışı kilometreler veya ışık-yılları uzaktaki ikizinin davranışına bağlıdır. Olasılık, bilgi eksikliğinden değil gerçek dünyanın öyle oluşundandır. Parçacığın var ve yok oluşu “ya var, ya da yok” oluşundan değil “hem var, hem de yok” oluşundandır. Görelilik denklemlerinde ise temelde belirlilik, kesintisizlik ve düzgünlük hâkimdir. Uzay-zamanda boşluk yoktur, doğrular bükülebilir ama sürekli ve kesintisizdir. Kuantum kuramı, “elektromanyetik”, “güçlü nükleer” ve “zayıf nükleer” olmak üzere üç güç tipini tanımlar, belirler ve birbiriyle ilişkilendirir. Bu güçler parçacıklardan kütle oluşturur. Böylece kütlenin oluşumu veya var oluşu, kütlelerin hareket edişinden farklı ele alınır. Bir şey önce var olmalı ki hareket etsin. E=mc2 kütlesi olmayan parçacıkların ışık hızındaki hareketini de açıklar.

               Söz konusu iki bilimsel âlemi yani kuantum âlemini ve üzerine inşa edilen evreni, inanç âleminde ele alabiliriz. İlk akla gelen “Büyülttüm âlem ettim, küçülttüm Âdem ettim” deyimidir. “Bu dünya ve öbür dünya” veya “cennet ve cehennem” kavramları da düşünülebilir. Hatta bu Dünya’nın “altı ateş, üstü su” oluşu gerçeği de vardır. “Allah her şeyi yoktan var etmiştir” denildiğinde “ne yoktan bir şey var olur, ne de var olan bir şey yok olur” denilmişti. Bu termodinamik yasasına “Evren hem vardır, hem de yoktur” diyerek karşı koyanlar da “Vardır ama hiçliktir” diyenler de bilim insanıdır. “Var gibi görünüyor ama aslında yok” inancı kanıtlanmış olur. Sorulara cevap ve sorunlara çözüm ile “Gerçeği” arayan bilim, her devirde inançlara yer ayırmıştır. İnanç sisteminin özünün kanıtlandığına bazı bilim insanları inanamaz.

                Bu gerçekler ışığında “Din ile bilimi birbirine karıştırma” denemez. Hiçbir şey göründüğü gibi ve göründüğü yerde değildir. “Olduğun gibi görün veya göründüğün gibi ol” deyimi daha iyi anlaşılabilir. Bilimsel olarak kanıtlanıp inanılanların hepsinin bilinmesi durumunda “İnanç sistemi” ortadan kalkmaz. Belki sadece, “Bilinmeyi sevdim, evreni ve insanı yarattım” deyimi ile ortaya konan “amaç”, ilmen yakın olarak, gerçekleşmiş olur.

12 Kasım 2015 Perşembe

Kader, Hikmet

Kitabı okumak için lütfen Tıklayınız
            
 Kader, Hikmet

            Genellikle bir şey düşünülür, değerlendirilir, karar verilir, uygulamaya geçilir. Düşünülmeden akla gelen bir düşünceyle hareket düşüncesizliktir. Düşünme, değerlendirme, karar alma ve uygulama birer fiildir. Her fiilin öncesinde bir akıl ve aklın değerlendirmeler yaptığı bir ilim, bilinen bilgilerin toplamından oluşan bireysel ilim vardır. Herkesin bireysel ilim topağı kendine özgüdür, hareketleri özgündür. Kişi genetiğinden gelen ve çevresinden aldığı ilmi ile birey olur, o ilme birey denir, ‘her kişinin bir ilmi var’ değil ‘her ilim topağı bir bireydir’ aslında. ‘Her birey ağırlığınca atom yığını’ değil, ‘kilolarca atomun belirli bir ilimle birleşerek oluşturduğuna’ birey denir. Atomların belirli bir şekilde birleşmesi de ilimle olur. Atomlar bir genetik ilimle birleşirse fındık, diğer bir şekilde fıstık olur. Genetik ve çevreden alınan ilmin üzerine, doğada olmayan, bireyin ürettiği yeni bir ilim pek olmasa gerek.

            Saygın bilgin S. Hawking ‘her obje özelliklerini içeren bilgilerinin deposudurder. “Üstelik bir ‘şey’e ait bilgi, özellik, enformasyon asla kaybolmaz, bir kütle veya bir yıldız gibi bir ‘şey’ kara deliğe düşse bile bilgisi kara deliğin ekseninden fırlayıp fışkırır böylece asla kaybolmaz” diyor. Bu yeni buluş insanı da rahatlatır, ölünce, şekil ve beden kaybolsa bile insanı insan yapan ilim var olmaya devam eder. Bilim insanları ‘özel görelilik’ ve ‘genel görelilik’ dese de ‘altyapı’ ve üstyapı’ diye iki âlem vardır. Kuantum âlemi de denen atom altı parçacıkların dünyasında fizik yasaları farklıdır. ‘Altyapı sağlam olmalı ki üstyapı sağlam olsun’ denir. Ancak altyapıda hemen her şey ‘belirsizlik ilkesi’ ile belirlenir, parçanın ya yeri ya da hızı bilinebilir. Enerji veya kütle bir anda yoktan var olur, bir anda yine yok olabilir. Geçmiş ve gelecek aynı anda mevcuttur ama bunu akıl ile idrak mümkün değildir. Bu ve benzeri düşünceler altyapı âleminde gayet makul ve mantıklı. Bilginler de bu durumlarda ‘inanmak zor ama gerçek budur’ diyor olmalı. Önce ilim vardı, enerjiye dönüştü, kütle oluştu. Atom ve atom altı parçacıklar ilminin aynı ise evren de ilminin aynıdır.

            Otuz yılı aşkın bir süre önce, bir bilge kişi, Bursa’da, Ahmet Hançer, “mana âleminde ispat edildi, şimdi madde âleminde ispata gidiliyor” demişti. İnanç âleminde söylenenlerin doğruluğu bilimsel olarak ispat edilecek diye düşünmüştüm. Kitabımız Kur’an’da, Fussilet 53, 54, ‘her şey ilminin aynıdır’ denilmekteydi, Hawking’in, yukarıda, dediğini okuyunca ispatlandığını anladım.(*) Kütlesi olmayan bir parçacık bile özelliklerinin, ilminin deposudur, aynısıdır.(**) Hepimizin gen yapısı aynı, genetiğimiz farklıdır. Altyapımız nötron, proton gibi aynı parçalardan ama üstyapımız, kişiliğimiz farklı, ilmimiz aynı, sentez, uygulama farklı.

            Diğer saygın bilgin Einstein ‘elektronlar etkileşim içindedir’ der. Türk Einstein olarak bilinen Oktay Sinanoğlu ise ‘moleküller etkileşim içinde hareket eder’ der. Kişilerin birbirlerinden etkilenmesi de bu kapsamda değerlendirilebilir. Her bireyin beden, bilim ve zihinselden oluşan ‘kişilik ağırlığı’ vardır. Her birey bir ‘İlim Topağı’dır. Dünya ve ay birbirlerini kütlelerinin uzay zamanı eğdikleri kadar çeker. Kişiler de ilimlerinin ağırlığı kadar birbirlerini çeker. Kısaca ağırlığımızla çeker, karşımızdakinin kişiliğinin ağırlığı kadar çekiliriz. Her şeye ve sonuca kişiliksel ilim topaklarının ağırlığı neden oluyor olabilir. Düşünce, değerlendirme, karar ve uygulamalarımız buna göre oluyorsa ne kadarı için ‘ben yaptım’ denebilir ki?  

            Yeni sonuçlanan deneyler ve sonuçlara uygun geliştirilen kuramlara göre 16 Ekim 2015’te yayınlanan bir bilimsel makale, evrenin oluşumuna son noktayı koydu. Söz konusu bulgulara göre ‘Evrenin Yoktan Var Olan Düzenli Bir Hiç’ olduğu kanıtlandı. Makaleye göre, “daha küçüğü olamayacak kadar küçük, sanal bir parçacık; daha kısası olamayacak kadar zaman süresi içinde var olup ‘şişip genişleyerek’ bu evreni oluşturdu. Bu durumda ‘yoktan bir şey oldu’ denemez çünkü evren, içindeki negatif enerji ile pozitif enerjinin toplamı sıfır ettiği için, halen de bir şey değildir. Evrenin Hiç olduğu kesin ama evrendeki fizik yasaları ve matematik formüllerinin varlığı gerçektir. Bu nedenle evren ‘düzenli bir hiç’tir.” Bilginlerin bulguları birleştirildiğinde, sanal da olsa parçacık, ilminin aynı olacağı için, ‘evren, ilminin aynıdır’ ve varlıkta yokluk ispat edilmiştir. İnanç sistemi de zaten “Evren, Allah, bilinmeyi sevdiği için sevgisinden yaratılmıştır, bilen onun ilmiyle bilir, seven de onun sevgisiyle sever” der. İlim bilinmek ister, akıl da bilmek. Her şeye anlam veren, özelliklerini bulan, ilmini bilen akıldır, insan akıllı ise insandır, insan da kendini bilendir. Kendini bilen de Rabbini bilir!

            Yukarıda arz edilen iki bilimsel bulgu yeterli görülebilir ama Ekim 2015’in sonunda yayınlanan bir makale de bu ikisini teyit etti. İkiz atom, elektron ve fotonların haberleşmesine ilişkin araştırmada sonuca ulaşıldı. Konu “İkizlerin birisindeki ‘durum değişikliği’ diğerine, ışık hızından daha hızlı nasıl aktarılıyor, gizli bir değişken mi var?” idi. Sonuçta durum değişikliğini aktaran gizli bir değişkenin olmadığı anlaşıldı. Çok defa tekrarlanan deneyler sonunda karar verildi. Kararda “Her Şey Evrenin Doğuşunda, Önceden Kararlaştırılmış Durumdadır” denilmekte. Hatta “Kimin bundan sonra hangi makaleyi okuyacağı da önceden belirlenmiştir, böyle haller metafizik konusudur, fizikçilerin konusu değil” deniyor. “Her şey evrenin doğuşundan itibaren önceden belirlenmiş” demek için bilim insanları zorlanmış olmalı. Aynı durum inanç sistemlerinde “kader” konusu olarak işlenir. Kadere inanmak da kader olabilir. Doğunun inanç âleminden inkâr edip uzaklaşıp, batıya, maddenin hakikatine gidenlerin doğudan gelmeleri ilginçtir.  İnanan ile inkâr eden birbirine ‘doğru söylersin ama yanlış anlarsın’ der. Bilen âlim, aynı ilmi idrak eden ariftir. Hak ve hakikat birdir ama anlayana!

            Cehaletten kurtulma çabasıyla girilen eğitim ve öğrenim sürecinde şartlanma ve sahiplenme yaşanır. ‘Ben’lik ve bencillik geliştirilir, sonra da bu zanlardan kurtulmak zor olur. Fıtrata kazınmış olan ilim, önce inanmaya sonra da inanılanı ispata götürür. Fiil, sıfat ve kişilikler ilmin birer tezahürü ise, gözlem ve deneylerle doğadan elde edilen ilmi sahiplenmekten vazgeçmeli. Hayatta olan hayata sahip olamaz, içinde olmakla evrene sahip olunamaz. Mükemmel çalışan ve saat gibi işleyen bir ‘düzen’ varsa, amelin ilme secde ettiğini izlemekten keyif ve tatlarından lezzet alarak, zevk içinde şükretmekten başka yapacak bir şey olmayabilir. İnsan, kadere inanmanın hikmetine kurbandır!

(*) Kemaleddin Abdürrezzak Kaşaniyyüs Semerkandi, “Te’vilatı Kaşaniyye”, yeni yazıya aktaran, Y. Müh. M. Vehbi Güloğlu, Kadıoğlu Matbaası, Ankara, 1987. Aşağılardaki “adı geçen kitap-a.g.k.” budur.

(**)Stephen Hawking, “A Briefer History of Time”,

27 Ekim 2015 Salı

Bilimsel Vuslat

Kitabı okumak için lütfen Tıklayınız

Bilimsel Vuslat


            Hayatımız boyunca yeni bir şeyler öğreniriz. Aklın çalışması duramaz, engellenemez. Arama, araştırmayla keşifler, buluşlar birbirini izler. Bulma, bilme konusunda sınır tanınmaz. Bir yandan kendini bilme, diğer yandan yeryüzünü ve gökyüzünü bilme çabaları yürütülür. İnsanlığın gelişiminde ‘kutsallık bilinci’ için bir tarih belirlenemedi. İnsan da kutsallığa doğuştan yatkın görünmektedir. Eski bir tapınakta “Kendini Bil” yazması da tesadüf olamaz. Doğal ihtiyaçlar karşılanırken doğaüstü inançların da bulunduğu düşünülebilir. Sanki halk ‘Yer Tanrı, Gök Tanrı’ derken Doğu’da idi, kutsala ‘benliğinde’ erince Ortadoğu’da buldu kendini. Evren bilincini geliştirmek için Batı’ya yürüyüş sürdürüldü. Evrenin doğuşuna kanıtlarla tanıklık edilince de Doğu’dan gelindi, ilim halkın kalbinde yerini aldı. “Allah’tan başkası yoktur, emri, dediği olur; evreni bilinmek için yaratmıştır, ilmin amacı kendini ve Allah’ı bilmektir; görünen, görenin görüntüsüdür” diyen inanç küçümsendi. “Ölçülüp biçilen, kesilip tartılan madde nasıl ‘serap’ olurmuş” diyen bilim insanları sonunda Hak ve hakikate erdi. İnanmayanlar, bilimsel kanıtlarla, inanılanları ispatladı.

            Saf Anadolu kültüründe, halkın dilinde, kalpten söylenen, öyle deyim ve deyişler vardır ki kanıtlamak için Batı’ya gidip, eşyanın hakikatine inip, Doğu’dan gelinmeliydi. Âşık ozanların, halk şairlerinin dizeleri halkın bilincinde yer eder. Hak ve hakikat arayışında insanlığa öncülük eder. Halk her yerde ve her şeyde Hakk’ı görmeye yatkındır. İlmin amacı kendini ve Hakk’ı bilmektir, Allah’a yakınlaşma ‘ilmen’, ‘aynen’ ve ‘hakken’ olmak üzere üç aşamalıdır.

            İlmen ve aynen aşamaları dinsel ve bilimsel yaklaşımları birleştirir. Akıl önemli, sezgi de önemli. Mantıklı olmak iyi, duygusal olmak da kaçınılmaz. Akıl ve hikmet sentez edilir. İnançlı olanlar da bilmeye zorlanır, aklını kullanmaya teşvik edilir. Düşünmeden, tefekkür etmeden, ne yaptığını bilmeden imanlı kişi olunamaz. Bilerek, bilinçli olarak Allah’a yaklaşılır.

            Bütün bu düşünceler bilim ve din yaklaşımlarını DNA sarmalı gibi bir senteze götürebilir. Genel anlamda bu sarmalın iki ana hattını din ve bilim; kalp ve akıl, ruh ve beden, mana ve madde, yazılım ve donanım diye ele alabiliriz. En büyük olarak bilinen, fizik, kimya, astrofizik, biyokimya gibi alanlardaki, bazı bilim insanlarının, elde ettikleri buluşları, Allah’ın olmadığını kanıtlamakta kullanmaları manidardır. Kendilerini ve buluşlarını inkâr ettikleri bir konuya veya alana, gereksiz, istenmeden, bir anlamda zorla, sokmaları düşündürücüdür. 

            ‘Akıl insana verilen en büyük nimettir’ denirdi. Doğayı, ‘Akıllı Tasarım’ olarak ele alan bazıları, varlığına kanıt bulamadığı için, Allah’ı inkâr etti.  Kuantum âleminde miniskül parçacıkların bir anda var olup yok olduğu bilinir. Böyle sanal bir parçacığın, ‘Şişip Genişleme’ modeline göre evreni oluşturduğu kanıtlandı. Nasıl olur da ‘bir şey’ yoktan var olur? Sorusuna yanıt bulundu. Bu sorunun sorulması yanlışmış. Evrendeki pozitif ve negatif enerjinin toplamı sıfır ettiği için, Evren bugün dahi ‘bir şey değil’ bir ‘Hiç, ama ‘Düzenli Hiç’ imiş. Düzenli, çünkü evrendeki hareketler fizik yasalarına ve matematik formüllerine uygunmuş. Sonuç ve söylenen doğru ama anlaşılan veya yorum yanlış olabiliyor. Bilimsel deneyler doğru söylüyor ama Profesör Doktorlar yanlış anlıyormuş.    Evren bir ‘hiç’ olduğu için bir Yaratan’a da ihtiyaç yokmuş. “O’ndan gayri bir şey yok” diyene, ‘ben yoksam o da yok’ der gibi. Bilimsel olarak ‘var olan herhangi bir şeyin aslında olmadığı, var görünen maddenin, aslı sanal olduğu için, var sayılamayacağı’ kanıtlanmış oldu. Bu şekilde, böyle bir ‘Varlık’ yokluğun kanıtı olsa gerek. Varlıkta yokluk bulundu. Aslında olmadığımızı kanıtladık, şimdi sıra bunu idrakte. Biz elimiz tutuyor, gözümüz görüyor diye var olamıyoruz. Evren yok ki biz olalım. Mucize olan, ‘serap’ şeklinde de olsa, var olduğumuzu ‘zan’ etmemiz. “Evvelde ‘Var Olan’ ahirde de vardır, sonradan yok olan da hiç olmamıştır” denildiğinde inanmalıydık. Yokluğumuz ispatlandığına göre Hak ve hakikati idrak edebiliriz artık.

            İnsanın iş ve eylemlerinde kullandığı güç, kuvvet ve kudret Allah’a aittir. Her isim ve sıfat da o’nundur. Bilinmek için evreni yaratmış ve insanı, kemale ermesi, kendinin idraki, için donatmıştır. Önce bilgi edinip, bilerek yaklaşılır. Her şeyin ondan gelip ona gittiğini idrak ederek şirkten dönülür. ‘Aynen’ biliş aşaması da böyle başlar. Sanal parçacıktan çıkan ilk enerji de, zamanla oluşan kütle ve madde de, ilminin aynıdır. S. Hawking’e göre her ‘obje’ veya ‘şey’ özelliklerinin, ardındaki ilminin deposudur, toplam ilminin görüntüsüdür. Evren, sanal parçacığın var gibi görünen halidir, önemli olan, bu parçacığın yüklendiği özellikler ve özünde taşıdığı Kur’an, ‘Düzen’, fizik ve matematik ilmidir. Bir inşaat projesinin ismi, resmi, cismi de, ardındaki ilmin halleridir, aynıdır. “İnsan da fıtratının, fıtratına kazınan ilminin aynıdır.”(41.53,54) Herkesin ve her şeyin cismi ve ameli ilmine tabidir, biat eder, daim secde eder.

            Bilimsel ve dinsel yaklaşımlar, DNA’da olduğu gibi, iki temel unsuru oluşturur. Öğrendikçe, aşamalar halinde, merdivende tırmanarak, yükselerek yücelişle, Allah’a yakınlaşma sürdürülür. Son kimya Nobel ödülünü alan vatandaşımız Aziz Sancar, DNA’nın inşasında basamakların oluşumunu düzenleyen ‘Ritmik Saat’ keşfetti. Ana hatlardan çıkan bir basamağın aynı taraftaki diğer basamakla birleşmesi önleniyor. Karşı basamağa tutunması sağlanıyor. Dinden ilme, ilimden dine geçip sentez basamağı ve sentez oluşturmak şarttır. Yalnız bilim veya din tarafında kalmak olmaz. İnanan okumalı, öğrenmeli, bilmeli ve idrak etmeli; bilimciler de doğanın dediğini doğru okuyup anlamalıdır. Okuyup idrak şart!

            İlmen yakini, aynen yakin izler. Tasavvuf veya tevhidin bir ilim olduğu, belirli yöntemler çerçevesinde, belirli bilgilerin öğrenildiği bilinir. İlmin bilinmesi yetmez uygulanmalıdır. İlim amel içindir. İlmi olan âlim, idrak eden de ariftir. İnsan kendisinin bir ilim olduğunu ama bu ilmin sahibinin kendisi olmadığını idrak edebilmelidir. Her var olan, ışınım ve parçacıktan, rahman ve rahimden, genelin kütle ile özelleşmesinden, enerjinin kütle oluşturmasından var olur. Aynen yakin aşaması, evrenin, ilmin bir hali, görünür hali olduğunu kanıtlar. İlim ile evren birleşerek tevhit olur, geriye idrak kalır. Testi var ise testinin sahibi testi olamaz. Bilgi var ise sahibi bilen midir? Matematik, matematikçinin midir?

            Bilimsel deneyler son noktayı da koydu. İkiz foton, elektron veya atomlardan birine yüklenen bir bilginin, halin anında, galaksinin öbür ucunda dahi olsa, ikizine geçmesini Einstein ‘ürkütücü’ bulmuştu. Son deneyler kesin sonuca vardı.

            Bilgi, birinden ötekine ışık hızından daha hızlı aktarılıyordu. Yeni deneyler sonucu kanıtlanan duruma göre sonuç daha ‘ürkütücü’ imiş. Her şey, olmuş ve olacak, evrenin doğuşundan itibaren, ‘Önceden Belirlenmiş’ olabilirmiş. Bilim insanları, kanıt, keşif, buluş ve bilişlerle yürüyüşe, Dünya’dan başladı, galaksilerden, evrenin doğuşuna döndü, rücû ettiler. Öyle ki “çok haklısınız, evren diye görünen düzenli bir serap imiş” dediler, ilme biat edip, ilme tabi olup, secde ettiler. Böylece, ‘En Hakiki Mürşit İlimdir’ gerçek oldu. Ama bazı bilenlerin idraklerinden, henüz, şüphe edilir. Çünkü kendilerinin elde ettiği sonuçlar, inanamadıkları için, ‘ürkütücü’ imiş. Sanki birisi biliyor inanamıyor, diğeri inanıyor bilemiyor. Olsun, öyle olacak ya nasıl olacak? Çünkü her şey doğuştan, evrenin doğuşundan, önceden belirlenmiş!

            Özet olarak,  Evren ile Âdem, Kur’an ile İnsan ikizmiş gerçekten. Bilim insanlarından bazıları, ateistler, Doğu’nun inancından, dininden Batı’ya kaçtı, hakikat güneşinin gurup ettiği batıya, eşyaya, maddeye, o kadar kaçtı ki doğudan geldiler. İspat eden, etmeyen, idrak eden, etmeyen sağ olsun. Amaç ‘Bilinmek’ ise gerçekleşti; Görünen, Görenin Görüntüsüdür!

17 Ekim 2015 Cumartesi

Evren Düzenli Hiçliktir

Kitabı okumak için lütfen Tıklayınız

               Evren Düzenli Hiçliktir


             Bilim adamları evrenin sırrını sonunda çözdü. Kanada’lı bilimciler yaratılan olmadığı için Yaratan’a da gerek olmadığını ispatladı. Yeni kuramsal öneriye göre tüm evrende negatif enerjinin toplamı pozitif enerjinin toplamına eşit. Bu nedenle, Evrendeki her iki tip enerjinin toplamı da sıfır eder. Böylece, evren bir ‘Hiç’, yani ‘Nothing’ ama ‘Ordered Nothing’, ‘Düzenli Hiç’ imiş. Kurama göre küçük veya sanal parçacıklar çok küçük bir miktar enerjiye sahip olabilir ve çok küçük bir zaman için var olabilir, şişme gösterebilir, bu evreni oluşturabilir ve sonsuz küçük zaman içinde veya bir anda yok olabilir. Hiçten bir şey olmuş değil evren hala bir hiçmiş. Küçük bir sorun varmış, bu evren bir ‘Hiç’ ama ‘Düzenli Hiç’ imiş çünkü matematik ve fizik yasalarının varlığı da ayrı bir gerçekmiş. Bu küçük sorun da Kitap ile çözülmüştür zaten “Kur’an düzen, ilim demektir ve Furkan, uygulama olarak görünür.”

            Bu son bilimsel makaleyi okuyunca “inanılacak gibi değil”, “inanmak” veya “inanmamak” kavramlarını düşünmemek elde değil. Kendilerine “Siz bu dediklerinize inanıyor musunuz?” diye sorsak, bilim adamları ya “Biz inanmayız, deneme yapar, biliriz” diyeceklerdir. “Devasa hadronlarda koşturup çarpıştırdığınız küçük parçacıklardan daha küçük parçacıklar elde ediyorsunuz. Arayıp da bulmakta güçlük çektiğiniz “Tanrı Parçacığı” bulundu, varlığından emin olundu. Kuramsal parçacıkların çok çeşitlerinin varlığı ve elektrik yüklerinin (-) veya (+) olduğu belirlendi. Bir evren de siz yapın öyle ise veya evren içinde bir evren daha oluşsa” desek cevap ne olabilir? Matematik ve fizik var ama evren bir hiç!

            Görünen, görenin görüntüsüdür. “Hakk, Muhammed suretinde zahir olur görünür.  Genel rahmeti bütün eşyaya vücut vererek ve özüne olgunluğu yerleştirerek eşyanın tümünü kapsar. Özel rahmeti, zatının tevhidi ve gerçek olgunluğun idrakine sahip Muhammed evliyasına özgü sıfatların, tekliğin zatından bütün hakikati içeren hepliğin kitabının inişidir.” (Fussilet 41.1,2) “Bu Kitap önce bütünün, tüm var olanın, var olan her şeyin tamamının; kısaca eşyanın özüne kısaltılarak, öz halinde konduktan sonra ayetler indirilerek ayrıntılı bir şekilde açıklanmış Furkan, uygulama aklı kitabıdır.” (41.3,4) “Kur’an, Furkan olarak görünür, ilim suret halinde görünür. Surette kalanlar ilmi göremez. İlim bir düzen içinde surete bürünerek açılım halindedir. İlmin görünür hale bürünüşünü, bürünüyor oluşunu, görebilmek için ilmi bilmek, surette kalmamak gereklidir.” (41.5)

            Yukarıdaki ayetleri bilimsel açıdan ele alabiliriz. Elektro manyetik radyasyon (EMR) bilinmeden önce Kitap, Büyük Patlamadan hemen sonra oluşan, mikrodalga gibi ışınıma Rahman adını vermiş. Buna ‘genel rahmet’ denir. Soğuma ve genişleme sonucunda oluşan yıldızlar ve bizlere ise ‘özel rahmet’, ‘rahimî rahmet’ denir. Bu nedenle rahmanda ne varsa rahim olan özel ‘şey’de de o vardır. Rahmanî ışınımdan oluşan her şeyde aynı ilim vardır. Her şey, bilim insanlarının da dediği gibi, ilminin deposudur.

            “Ortada, açıkta, görünür, hadis, zahir, zuhura gelmiş olanın anlatmaya çalıştığı hafa, gizli olanı, görünür olmaya çalışanı görmeden, hatta inkâr ederek, surette kalmayınız.” (41.9) “Aşikâr olarak görünen ‘arz’, görünmeyen, henüz bilinmeyen ilimden rızkını alır. Arzın toprak, ateş, hava, su olmak üzere dört temel anasırdan alacakları takdir edilmiştir. Yeryüzü ve gökyüzü veya arz ve sema olarak bilinen oluşumlardan biri olarak arz rızkını aldıkça oluşur.” (41.10)    Sonra ‘sema’nın icadı kast edildi. ‘Sonra’ kavramı zamanı içermez, çünkü oluşumda zaman yoktur, yön ve oluşturanların farklılığına işaret eder. Sema çeşitli yönlerden arzdan farklıdır, örneğin, sema latif, arz kesiftir.” (41.11) “Sema manadan, yazılım veya tasarım gibi latif bir cevherden oluşur. Arz ise donanımdır, kesif bir maddeden oluşur. Her ikisi birden, zaman farkı olmaksızın, fiilen mevcut olur.” (41.11)

            Kitap açısından Âlemde ne varsa Âdem’de de o vardır. Evren oluşurken nasıl ki önce öz bir arz vardı; sonra genişleme ve soğuma ile kümeler halinde galaksiler oluştukça gökyüzü de oluşmaya başladı. İnsan da ana karnında kırk gün sonra bir santimetre boyunda bir küçük et parçası cenin iken kol ve bacaklar açılım gösterir. İnsan olmaya, insanlığı oluşmaya başlar.

            “Kemal, ilmî ve amelî olmasa davet sahih olamaz. Sahih olsa da Allah'a, yani cemi' sıfat ile mevsuf Zatına olamaz. Zira amel etmeyen bir âlim davet ederse daveti, Allah ismine olur. Âlim olmayan bir amel sahibi davet ederse daveti Gafur ve Rahim is­mine olur. Âlim amil ve arif kâmilin ise Allah'a daveti sahih olur. Ruh nuru gündüzü ve ruh güneşi ve kalp ayı, Allah'ın âyatındandır, delillerindendir. Siz O’nda fena ve O'nunla vukuf ve O’nunla Hak'tan perdelenerek güneşe secde etmeyiniz, aya da secde etmeyiniz. Ve zatta fena ile onları halk eden Allah'a secde ediniz.” (41.33)

            Kitabın anlatmaya çalıştığı gerçekler de bilimsel bulgular da içinde yaşanan evren ile ilgilidir. Bir önceki makalede üzerinde durulduğu gibi “dalga yayılımları veya ışınımları parçacık özelliği taşımaktadır” Kitap bu kavramları “rahman ve rahim” sıfatları ile ele alır. Sonsuz sıcaklığın soğumasıyla ışınımlar yıldızları oluşturur yani rahman rahim olarak görünür. İnsan özünde ilmin tümünü bulabilir.

            “Kur'an'ı Biz inzal eyledik, indirdik ve elbet onu Biz hıfzederiz, koruruz. (Hicr 15.9) “Kur’an, gayba iman edenlere hidayettir, onları basiret sahibi yapar, şifa verir, kalplerini temizler. Görüş ve uygulamalarla basiretlerini, kalp gözüyle görmelerini geliştirir. İnanmayanlar işitemez ve anlayamaz, gaflet içinde olduklarından Kur’an onlara nüfuz edemez. Hakk’ın görülüp idrak olunduğu nurun kaynağından uzak oldukları için gafletten uyanamazlar.” (41.44)

            “Evren Düzenli Hiçtir” diyen bunu birçok deneyleriyle ispatlayan bilim insanları ‘görmedikleri ve bilmedikleri’ bir şeye inanıyor ve iman ediyorlar. “Siz de gayba iman ediyorsunuz” dense itiraz ederler ama deneyleri tam değil kuramsal düzeyde. Matematik ve fizik ilminin var ve gerçek olduğunu söylüyorlar ama uygulama yok ‘inanmadıkları için tam anlayamıyorlar’ denebilir.

            “Biz inananların, içerde ve dışarıda, görünür ve görünmezde, müşahede etmelerine yardımcı oluruz. Hatta muhakemelerine, deliller ile anlamalarına yardımcı oluruz. Böylece, Hakk’ın görerek, apaçık aşikâr olduğunu idrak ederler. Yardım ettiklerimizden Hakk’ı eşyada müşahede edenler için Rab yeterlidir, efali delilleriyle, sıfatı tecellileriyle, görünüşleriyle anlaşılır, her şey bilgisi kapsamındadır. Her şeyin hakikati Hakk’ın ilminin aynısıdır, vücudu ilmi ile oluşur, ilmi zatının aynıdır ve zatı aynı vücududur. Gayrın vücudu, aynı ve zatı da yoktur, batıldır, zandır. Her şey haliktır, yaratılandır, yalnız Hak Halık’tır, Yaratandır, Hakk’ın yüzü, Hakk’ın zatı bakidir. Nefiste ve çevrede görünen ve beliren vasıflar, sıfatlar Hakk’ın varlığının ortaya çıkışı iledir.” (41.53,54)(*)

            Mikrodalga ışınımı, X-ray ışınımı gibi çeşitli EMR ışınımı dalgalar halinde küresel biçimde yayılır. Her yerden her yere, her zaman sonsuz ışınım vardır. Bir göze ulaştığında ‘görülebilir ışık’ olarak görünür. Görünen ışık fotondur, kuantalar halinde yayılır, ışık hızında yayılır. Bir kuanta belirli bir miktar enerji taşır. Böylece fotonun enerjisi ölçülür. Işınım dalga halinde olsa da partikül, parçacık veya foton olarak görünür. Bir ışık kaynağından sonsuz ışın, ışık çıkar. Işık camdan geçerken kırılır ve dalga boylarına göre renkler de görünür. Kuantum mekaniğine girince de dalga özelliği gösteren parçacık ve parçacık özelliği gösteren dalgalar söz konusu olur. “Belirsizlik İlkesi” ile çeşitli gerçeklikler anlatılır. Sanırım en iyi sonuç şu olabilir “Görünen bilinmedikçe, Bilinen görünmez!”

            Kitap “İlim, maluma tabidir” der. “İnsanlar kendilerini var zanneder, şirk içindedirler. Dünya bir hayal ve yalandır aldanmayın. Allah vardır gayrisi de yoktur, Hak vardır gerisi batıldır.” Bu ve benzeri kavramlar bilimsel alanda da yer almaya başladı. “Sonsuz küçük, sonsuz sıcak, sanal parçacık, şişerek oluşan evren, sonsuz küçük bir zaman için var olabilir. Evrendeki toplam enerji sıfır olduğu için evren aslında bir hiçtir, ama düzenli bir hiçtir çünkü matematik ve fizik yasaları vardır ve gerçektir, yürürlüktedir.” Dostumuza sorarız “Nasılsın?” o da cevap verir “Gördüğün, bildiğin gibi” din de bilim de aynı kavramları içermektedir. Neyse ki bilmek, bilmemek ve inanmak, inanmamakta özgürüz, her şey nasıl görüyorsak öyle!

(*) Kemaleddin Abdürrezzak Kaşaniyyüs Semerkandi, “Te’vilatı Kaşaniyye”, yeni yazıya aktaran, Y. Müh. M. Vehbi Güloğlu, Kadıoğlu Matbaası, Ankara, 1987. Aşağılardaki “adı geçen kitap-a.g.k.” budur.

9 Ekim 2015 Cuma

Rahmanî Işınım


            Rahmanî Işınım  
Kitabı okumak için lütfen Tıklayınız
            

            Rahman ve Rahim besmelede yer alan iki isim ve sıfat. Sonuçta her isim ve sıfatın Allah’a ait olduğundan şüphe yok. Ancak, ‘bilinmek’ amacına ulaşmak için yaratılan insan öğrenmeye başlarken her şeye baştan başlar. İlk günden, hatta ilk andan itibaren, çocukça sormaya başlar ne oldu, nasıl oldu, aslı nedir, ne denir? Cevap bulundukça geriye yani en başa doğru ilerlenir. Nereden geliyoruz, nereye gidiyoruz? İnsanlık ve akıllı insan hali!

            Rahman, ortaya çıkma açısından ilk var olan ve maddeleşme şeklindeki olgunlaşmanın hammaddesi olmak gibi, nimetlerin tümünün asıllarını, ‘taşıp yayılarak’ oluşturandır, oluşturanın ismidir.  Her ismin bir cismi de olabilir, bilimsel adı ‘ışınım’ veya radyasyondur. Daha önce üzerinde durulduğu gibi (50.1; 38.1)(*) ilk anda var olanın tümünün ilim haline Kaf, bunun cisim veya madde haline de Sad ismi verilmiştir. İlme de cisme de verilmiş nimetler gözü ile bakılabilir ve bu iki kavram da sentez edilebilir. Kitapta bu sentez yapılmış, sonra oluşanların aslını oluşturana yer verilmiş. “Rahman, nimetlerin tümünün asıllarını ifaza eden, yani ‘taşıp yayılarak’ oluşturandır. Rahman ismi daha sonra gelen her isim ve sıfatın kaynağını oluşturur.” (55.1)(*)

            Bilimsel açıdan da bakıldığında, Büyük Patlama ile ilk oluşanın yayılımı, taşarak yayılması veya ışınımı söz konusu edilir. İlk oluşum anlarına gidişte, ışığın oluşmasından da önce, bir mikro dalga yayılımı veya radyasyonu, ışınımı gerçeği ile karşılaşılır. (**). Boyutları sıfır ama kütlesi sonsuz olan ‘yokluğun’ patlaması ile ortaya çıkan sonsuz sıcaklığın soğuması ile evren oluşur. Söz konusu “Sıcak Büyük Patlama Modeline” göre Evren’in boyutu ikiye katlanırsa sıcaklık yarıya, bir saniye sonra da on milyar dereceye düşer. Patlamada yalnız foton, elektron ve nötrinolar var, tam bir ışınım hali. Sıcaklık aslında parçacıkların ortalama enerjisinin (veya hızının, çünkü henüz kütle yok) ölçütüdür. Bilimsel açıdan kuarklar bilinirken ve var olanlar bir bütün olarak henüz bir isim almamışken; Kitap, “var olanların tümünün asıllarını ‘taşıp yayılarak’ oluşturan rahmandır” der. Patlamadan itibaren soğuyarak yayılmakta olan radyasyon, birinci saniyede, proton ve nötronlardan Hidrojen ve Helyum gibi elementlerin çekirdeklerini oluşturur. Üçüncü dakika içinde ise atomlar oluşur. Yıldızların oluşumu için ise bir milyar yıl geçmelidir.

            Rahman ve rahim, koruyan ve kollayan, bağışlayan ve esirgeyen, koruyup merhamet eden gibi çeşitli isim ve sıfatlar diğer tümünün kaynağını oluşturur. Bilimsel açıdan enerji yüklü ışınım kütleye veya maddeye dönüşür. Aynı şekilde dinsel alanda ‘taşarak yayılan’ da eşyaya, hayata ve insana, tüm nimetlere dönüşür. Evrenden taşan kısım anti-madde olabilir. Doğanın doğurganlığı kapsamında bir rahimde hayat buluş bilincimizde kolayca anlam kazanır. Hayat veya yaşayan canlıların bireyselliği, rahmanın genelliği yanında, rahmin özel oluşunu anımsatır. Genel ortamda bir yıldız, ardalanda görülebilen bir madde olarak, ışınım halinde yayılan enerji kütle oluşturarak, özellik kazanmıştır. Genel eğitimden özel veya bireysel eğitime geçiş de rahman ve rahim kavramları kapsamındadır. Toplum genel, birey özeldir. Evren ve enerji genel madde ve eşyanın her biri özeldir. Her ‘şey’ onun özelliklerini kapsayan bilgisinin ve ilminin deposudur, aynıdır.

            Eşyanın tümünü, hakikatini, vasıflarını ve diğer vücudu olan ve olmayan şeyleri kapsayan, Kur’an aklı olarak bilinen kâmil insan istidadını insanın fıtratında yaratıp kazıyarak Kur’an’ı öğretti. Kâmil insan fıtratında toplanmış olan şey ayrıntısıyla fiilen zahir olmuş görünmüştür. Bu zahir oluş rahmanî rahmet değil rahimî rahmettir.” (55.2) Konuşma yeteneği ile birlikte yaradılışına kazınan akıl, insana özgü, verilmiş, özel bir nimettir.

            İnsan, ilk insan Âdem’den önce de sonra da hayatta kalabilmesi için aklını kullanmak zorunda olmuştur. Canlılığın oluşumu çevre ile alış verişi zorlar. Hayatın kıymeti mevt ile bilinir. Aslında mevt yoktur hayatın olması ve olmaması halleri vardır. Olmak ya da olmamak kavramı çevreden alınması gerekeni aldırır. Çevrenin algılanması ise bilgi edinme ve öğrenmeyi, aklın kullanımını zorlar. Kendisine bağışlanan akıl ve öğrenme yeteneğinin kullanımının son aşamasında insan çevresinin ve kendisinin idrakine varır. Rahimî nimet ile rahman idrak edilir, görünürden görünene ulaşılabilir. Ayrıntısıyla fiilen zahir olup görünenin insanın fıtratına konmuş olan olduğu anlaşılır. Aydınlanmış bir kişi ışınımdan gelen, ışıldayandır. Kur’an düzen demektir, evrenin ilk oluşum anından itibaren de bir düzen içinde geliştiği bilimsel bir gerçektir. Ayrıntılar halinde fiilen ortaya çıkan, ilmin görünür haline de Furkan denir. Kur’an Furkan halinde gerçekleşmektedir. Paranın iki tarafından birisi, yazı kısmı yazılmış, diğeri tuğra kısmı ise kazınmıştır. Anlaşıldığı kadarıyla denebilir ki “Beden-i Muhammet ve ruh-u Muhammet olarak görünen Allah’tır!”
Bilimsel alandaki kuantum mekaniğinde ‘dalga ve parça’ ikilisi isim ve sıfat kapsamında ‘rahman ve rahim’ kavramlarını anımsatır.  Evren dalga özelliklerine sahip sonsuz küçüklükteki bir parçacığın şişmesiyle oluşur. Sanki her şey bir akıl oyunudur. (Bu konu bir sonraki makalede daha geniş kapsamlı incelenecektir)
(*) Kemaleddin Abdürrezzak Kaşaniyyüs Semerkandi, “Te’vilatı Kaşaniyye”, yeni yazıya aktaran, Y. Müh. M. Vehbi Güloğlu, Kadıoğlu Matbaası, Ankara, 1987. Aşağılardaki “adı geçen kitap-a.g.k.” budur.
(**) Stephen Hawking, “A Briefer History of Time”, s.27.


 

2 Ekim 2015 Cuma

Gece ve Gündüz Yoktu


            Gece ve Gündüz Yoktu

            Kutsal mesajların deyimleri önemlidir, zamana göre anlam kazanır. Örneğin bir ayetin tevilinde yer alan “Sad, gece ve gündüzün olmadığı vakitte, Rahmanın arşının üzerinde olan dağdır” düşüncesi birçok açıdan ele alınmaya değer. ‘Gece ve gündüzün olmaması’ bugün, zamanın henüz başlamadığını, ışığın henüz oluşmadığını düşündürüp bizi evrenin ilk oluşum anına götürebilir. Aynı şekilde sabah veya akşam saatlerini de ele alabiliriz. Dünyanın veya evrenin ayrıntılı görülemediği anları düşünebiliriz. Bu anlarda tüm madde bir bütün, dağ biçiminde algılanabilir ve bu dağın arşın üstünde durduğu ise ayrı bir gerçektir.

            İnsanın insan olarak tanınması öncelikle aklı ile ilgilidir. Aklı başında ise, iyi ile kötüyü ayırt ediyorsa, reşit sayılır. Akıllı davranışlar iyiden daha iyiye giderken duygusal davranışlar önem kazanır. Akıl, ilmin daha fazlasını talep ettikçe ilmin kaynağına doğru ilerler ve elde ettiği bilgileri kalbe taşır. Kalp bilgileri ve duyguları değerlendirerek evrene anlam verir. Kalp böylece, bireysel ve çevresel, bilinen mevcudatın tümünü kapsar. İnsanın kalbi bedenin içinde ve onun bir parçası olduğu için kendisinin bedensel ve maddesel yönünü iyi bilir. Nefsanî ve hayvanî nefsin kalbi istila etmesi aşamasında maddenin yararlı ve zararlı olan her yönünü anlar. Bedensel her iş ve eylemin ardında bir düşüncenin olduğu açıktır.  Enerji düşünceye dönüşür ve düşünce de enerjidir. Böylece, mana maddeye dönüşür. Bir hayalin, projenin, kavramın, tasarımın fiile, maddeye, ürüne, uygulamaya dönüşmesi mana ile madde ilişkisini açığa çıkarır. İlim, fikir, bilgi ve tasarım enerjisinden bir inşa veya inşaata geçilmesi ilimden maddeye geçilmesine örnektir. Kısaca, bilinen her şey, evren ve içindeki maddi ve manevi var olanlar, akıl sayesinde kalpte yer alıp önem ve anlam kazanır. Böylece gece ve gündüzün olmadığı zamana anlam verilebilir.

            Bilgisayarın yazılımı onun ruhu ve donanımı da maddesidir. Yazılım ve tasarım önce gelir. Önce donanım yapılamaz. Donanım yazılım kadardır, ona göredir, onun içindir. Donanımı yazılım belirler, özellikleri ve yetenekleri saptayan yazılımdır. Maddeye dönüşen ilimdir. Büyük Patlama ile enerji açığa çıkmış ve enerjiden de kütle oluşmuş ise bu ‘ ilk enerjinin’ evvelinde enerjinin ilmi, özellikleri olmalıdır. Bilimsel özelliklere sahip olmayan, ‘düzensiz’ enerjiden evren oluşamazdı. Fizik (physics) ilmine göre enerji iş yapma yeteneğidir. Kuantum âleminin bilgilerinden ve evrenin ilk anlardaki durumundan anlıyoruz ki önce plazma oluştu. Plazmanın soğumasından elektrik yüklü parçacıklar oluştu. Elektriksel alanın oluşumu ve elektromanyetik radyasyon (electromagnetic radiation-EMR) soğumanın ve basıncın düşmesinin sonucudur. Henüz elektron oluşmadan ve henüz elektronun enerji kaybetmesiyle ışık (light) olarak bilinen ve kütlesi bile olmayan foton (photon) açığa çıkmadan; özelliklere ve iş yapma yeteneğine sahip enerji vardı. Diğer bir deyişle henüz aydınlık ve karanlık, gece ve gündüz oluşmadan; kütle ve maddenin oluşacağı enerji vardı. Sad veya suret diyebileceğimiz bu enerji dağının ardında Kaf olarak adlandırılabilecek ilim, mana, düzen vardı. Bilim adamlarına göre evrende var olan her ‘şey’ kendi bilgisinin taşıyıcısıdır (1). Her ‘şey’ ilgili bilgi ve özelliklerinin deposudur.

            Kalp bedendedir ama ilmi bedeni de kapsar.  Henüz gündüz olmayan sabah veya henüz gece olmayan akşam vaktinde ayrıntılarıyla görülemeyen maddenin tümü bir bütün halinde algılanır. Bu madde dağına Sad ve üzerine oturup deposu olduğu ilim dağına Kaf denebilir. İlmin tümünü idrak eden kalp Rahmanın arşıdır ve bu kalp de Sad dağını kapsar, içine alır. Yeryüzü gökyüzünde ise arz da arştadır. Sad dağı, Kaf dağının içinde ve üzeridedir. Kaf dağının ardında Anka vardır. Bu durum ise yerlere ve göklere sığmayan Rahmanın mümin kulunun kalbine sığdığını da gösterir. Kalbi bilmeyen Rabbi bilemez. (50.1; 38.1)(2)

            “Rahman ismi daha sonra gelen her isim ve sıfatın kaynağını oluşturur. Eşyanın tümünü, hakikatini, vasıflarını ve diğer vücudu olan ve olmayan şeyleri kapsayan, Kur’an aklı olarak bilinen, kâmil insan istidadını insanın fıtratında yaratıp kazıyarak Kur’an’ı öğretti. Kâmil insan fıtratında toplanmış olan şey, ayrıntısıyla, fiilen zahir olmuş görünmüştür. Bu zahir oluş rahmanî, genel rahmet değil rahimî, özel rahmettir. İnsanlığın fıtratını yaratıp Furkan aklını, uygulamaları ona yönlendirerek insanı halk etti. İnsana, böylece, ardına bakıp, Furkan’dan, fiil ve uygulamalardan Kur’an aklına, ilme, ilmin hakikatine ulaşıp haber verebilmesi için, diğer mahlûklardan farklı olarak, konuşma yeteneği bahşedildi. Ruh güneşi ve kalp ayı insanda kendi menzil ve mertebelerinde seyreder. Her birinin kendine özgü olgunluğu vardır. Cisim gecesinde duygusal şuur ile nurlanan hayvani nefis yıldızı vardır. Cisim ve nefs, ceset arzına secde eder, beden, madde ve toprağa bağlı ve bağımlıdır. Böylece eşya maddeye secde eder çünkü ona bağlı ve bağımlıdır, mecburdur, ancak, dolayısı ile eşyanın ilmine secde etmiş olur ama eşya bunu bilemez, yalnız insan bilebilir.” (55.1-6)(2)

            İnsan, bedenini, bildiklerinden oluşan ilmi ile hareket ettirir. Oturup kalkması, yemesi içmesi, her türlü duygusal ve fiziksel davranışı ruhuna, ilmine uygundur. İnsanlık insan bedenine, insan bedeni de insanlığa secde eder. Evrenin de oluşumu ve gelişimi, evvelindeki düzen içeren ilk enerjidendir. İlk enerjide bir iş yapma yeteneği vardır, bu enerjinin bütünü rahmanî rahmettir, geneldir. Kütleye, maddeye ve eşyaya dönüşümü rahimî rahmettir, özele inmiş ayrıntıdır. Bu ilk mükemmel yetenekli enerji, bilimsel ‘entropi’ kavramına göre, gittikçe bir çeşit bozulma içindedir. İlim bilinmek ister. İlim dağının evren dağı halinde görünmesi, zahir olması ve en sonunda insan eli ile kâmil insanın yaratılmasıyla amaca ulaşılmış ve ilim insanca bilinmiş olur. Gece ve gündüz kavramlarını, karanlık ve aydınlık ortamı bilemeyen, yalnız halk edilmişleri bilerek, hakikati idrak edemez. Var olan şeyleri özellikleriyle bilmek yetmez. Doğuştan gelen özelliklerin doğuş olmadan da var olduğu idrak edilmelidir. İdrak ile insanın fıtratına, ayrıntılar öğretilerek, kazınan düzen, Kur’an aklı Furkan olarak görünür. Konuşma yeteneği bahşedilmemiş olsaydı muhabbetle letafet kazanılamazdı.

(1)   Stephen Hawking, “A Briefer History of Time”, s.27.

(2) 
(*) Kemaleddin Abdürrezzak Kaşaniyyüs Semerkandi, “Te’vilatı Kaşaniyye”, yeni yazıya aktaran, Y. Müh. M. Vehbi Güloğlu, Kadıoğlu Matbaası, Ankara, 1987. Aşağılardaki “adı geçen kitap-a.g.k.” budur.
    

2 Eylül 2015 Çarşamba

Kendine Yardım Ediş


               Kendine Yardım Ediş

Kitabı okumak için lütfen tıklayınız

               İnsan ve insanlığın gelişimi paraleldir. Her ikisi de benzer hatta aynı aşamalardan geçer. Kutsal mesajlar da evrensel anlamda insanlık için ve bireysel anlamda bir insan için geçerlidir. Âdem âlemin küçük halidir veya makro kozmos âlem ise mikro kozmos da âdemdir. Küçük ve büyük her iki âlemde de mana ve madde vardır. Her kişinin bedeni kendisinin arzıdır. Manevi açıdan bir kişinin kalbi onun Mekke’sidir. Bu kapsamda Mekke’nin Müslüman olmayanlarca istilası ve inananların şehirden sürülmesinden sonra fethedilmesi bireysel bünyede de yaşanabilir. Nefsanî kuvvetler önce ruhani kuvvetleri yenilgiye uğratabilir ve kalbi istila edebilir. Sonuçta nurani ve ruhani güçler kalbi fetheder.

               Kişinin ergen oluşu ile bireysel yaşam başlar. Kendi başına kaldığında büyüme çağında büyüklerinden eğitimle aldığı güzel ahlak dersleri önem ve önceliğini yitirebilir. Hayata atıldığında, yaşam kavgası kargaşasında, bazı erdemlerin başkaları tarafından göz ardı edilmesinin etkisi altında kalabilir. Diğer bireylerle girdiği yarış ve yarışmalarda vehim ve hayal gücü gibi nefsanî duygularına yenik düşebilir. Kalbindeki güzel ahlaka ilişkin erdemler, ruhani ve nurani değerler, geri plana itilebilir veya tamamen unutulabilir. İçki, şehvet, şiddet ve kumar gibi kötü sıfatlar birbirini destekler. Bu durum kalpte yeşermesi beklenen değerlerin kalpten tamamen sürülmesi ve kalbin nefis mücadelesinde yenik düşmesidir. İyi değerlerini kaybedip kötü değerlere teslim olmasıdır. Bazen nefsanî güçlerden gazaba ilişkin bazen de şehvete ilişkin güçlerin üstün geldiği görülür. Şer güçler, iyilerin aksine, birbirleriyle de savaşır, kalpten söküp atar. Şiddete eğimli kişilerin hak etmedikleri halde, zorla, diğerlerinin hakkını ellerinden aldığı görülebilir. Bazılarının da iffetlerini kaybettikleri gözlenir. Bu durumlar her yerde ve her zaman öncelikle inanç sistemlerine aykırıdır.

               Nefsanî sıfatlar tarafından istila edilmiş bir kalp ilk bakışta Hz. Musa’nın 10 Emri’ni hatırlatır. “Öldürmeyin” ve “Zina yapmayın” emirleri gazap ve şehvet güçlerine karşıdır. Kalbin nefse, bedene, maddeye dönük kapısına “Sadır” kapısı denir. Bu açıdan ilk akla gelen “Havra” ibadethanesidir. Kalbin istila güçlerinden arındırılmış hali, yani nefsanî sıfatlardan, güçlerden temizlenmiş kalp ise kutsal mesajlara adanmış “Manastır” gibidir. Kalbin “Fuat” kapısından ruha yüceliş gerçekleşmesi durumunda kalp, namazı miraç olan mümin için “Mescit” olur. Böylece fena bulan mümin için kalp müşahede makamıdır. Kötü sıfatların kalbe hâkim olması havra, manastır ve mescit gibi ibadet yerlerinin kapanmasıdır. Kötü sıfatların kalbi istilası kalıcı olsaydı Allah bireyde ve evrende anılmaz olurdu. Bu durum yaratılışın fıtratına aykırıdır. Bireysel düzeyde kalbini temizlemeye çalışana, bu konuda Allah’tan yardım isteyene, dua edene yardım eli uzanır.

               Her ayetin bir hadise üzerine indiği düşünülürse, ayetle denilen ve denmek istenen daha iyi anlaşılabilir. Tüm ayetler de bütünleşmiş bir şekilde birbirini destekler ve tamamlar. Her işe Allah’ın adını anarak başlamak yetmez, izin vermesi de beklenir. Her olan ve olacak O’nun güç, kuvvet ve kudretiyle olacağından kalbin fethedilmesi için yapılacak savaşa Allah’ın izin vermesi beklenmelidir. Kalbin istilası öncesi, sırası ve sonrasında gelişen hadiselerin bu açıdan değerlendirilmesi önemlidir. Kötü nefsanî güçlerin çarpışıp kalpten söküp attığı güçler, sırf iyi oldukları için atılan, ruhani ve nurani değerlerdir. Birisini döverek elindekini alan kişi önce yaptığından utanır. Zamanla kendisinin de bir çeşit çaba ve uğraşı sonunda kazandığını düşünerek utanmayı kalbinden söküp atar. Bunu yapan utanma duygusunun iyi olduğunu bildiği halde kalbinde sürekli bir çatışma ile yaşayamadığı için yapar. Utanma olmayınca şiddet şehvetle desteklenir. Birlikte daha büyük kötülük gücü oluşur ve daha çok sayıda iyi sıfatı kalpten atar. Böylece şer güçlerin işbirliği kalbi ruhtan uzaklaştırıp nefsin kucağına atar. Başta yapılan bir küçük tercih sonunda karakter ve kader haline gelir.

               Nefis mücadelesi büyük cihat olarak tanımlanır. Savaşların en uzun soluklusu, çatışmaların en kanlı geçenleri kalpte yürütülen iyilik ile kötülüğün çarpışmalarıdır. Bireysel çapta ve bir kalbin içinde yürütülen çarpışmalarda iyi sıfatlara karşı birleşen kötüler üstünlük sağlanırsa birbirlerine düşer. Kalbe hâkimiyet için bir kötü sıfat diğer biri tarafından yenilgiye uğratılabilir. Çok küçük ve basit görülen bir kötülük bile büyüme ve gelişme eğilimi gösterir. Böylece mücadele de büyür. Çevreye yayılan çatışmalar çevredekilerin de ilgisine girer ve onları da içine çeker. Bireyi aşan toplumsal savaşlar durumda “halk aynen Hak’tır”, hatta “halkın dediği Hakk’ın dediğidir” denilir. Haklı olan iyiler ile hak’sız olan kötüler savaşır. Çevreye yayılmadan kalbin içinde yürütülen mücadelede ise kalbe ruhtan akıl aracılığı ile alınan inançsal, nurani ve manevi değerlerin kaynağı da Hak’tır. Hakça yürütülen çatışmalarda Hak’lı olan taraf kazanır, iyilik, doğruluk ve güzellik kalbi yeniden fetheder. Hayat da hayattaki mücadeleler de bundan ibarettir zaten. Konuya ilişkin kutsal mesajlar, ayetler de her iki âlem için böylece geçerli olur.

               İnsanın, fıtratına kazınmış olan güzel ahlak değerlerinin kalpten sökülüp atılmasına karşı koyması mücadele etme isteğini gösterir. Kişinin niyazı, arzu, istek ve duasının karşılık bulması halinde Allah savaşmasına izin vermiş demektir. Birey istemese olmazdı, izin verilmez, karşı koymaz, kötülüğe boyun eğerdi. Kişi içinde bulunduğu bir durumda yardım istemiş olmalı ki Allah da duasını kabul edip yardım etsin, halkı onun yardımına göndersin. Kötü sıfatların kök salmasına karşı koyan kişi, aynı zamanda, Allah’ın iradesine yardım ediyor demektir. Kalp önce havra sonra manastır ve mescit aşamalarından geçerek Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlanmış olur. Belki de bir anlamda, “Kendine yardım eden, Rabbine yardım eder.” “Sana savaş açanlara ve sana zulüm yapanlara karşı savaşmana izin verildi. Allah, kendine yardım edene yardım eder!” (22.39,40)

(*) Kemaleddin Abdürrezzak Kaşaniyyüs Semerkandi, “Te’vilatı Kaşaniyye”, yeni yazıya aktaran, Y. Müh. M. Vehbi Güloğlu, Kadıoğlu Matbaası, Ankara, 1987. Aşağılardaki “adı geçen kitap-a.g.k.” budur.

 

 

 

13 Ağustos 2015 Perşembe

Sonrasını Biliriz


          Sonrasını Biliriz

Kitabı okumak için lütfen tıklayınız

            Büyük insanların büyük düşünceleri mi oluyor yoksa biz büyük düşünceli olanlara mı büyük insan diyoruz? Hele bu insanlar bilim insanları ise bilgileri, bulguları, bilimleri ve düşünceleri de çok bilimsel oluyor, bu nedenle dedikleri doğrudur diyoruz. Ancak, bazen söylenenleri anlamakta, kabul etmekte veya inanmakta zorlanırız. Bu da nasıl olur der kalırız. Sanırım buna benzer en zor alan ve anlarda bilimsel alan ile inanç alanını birbirleri için kullanabiliriz. Birinin dediğini diğeri de teyit ediyorsa gönül rahatlığı ile “doğru” diyebiliriz. Örneğin, Termodinamik ilminin temel “Enerjinin Sakınımı Yasası” der ki “enerji dönüşür, işe veya kütleye, maddeye dönüşür ama yok olamaz, yoktan da var olamaz.” Aynı şekilde inanırız ki “Var olan Bir ve Tektir, yok olmaz, sonradan yok olan da hiç var olmamıştır ki zaten.”

            Evren bilimi “kozmoloji”, “astrofizik” her şeyin ilk anına noktayı koydu. “Büyük Patlama için bir sebep ve enerji gerekli değildir” dendi. (Bakınız Hawking) “Üstelik evren veya proton fark etmez, her an her yerde büyük ya da küçük bir ‘şey’ oluşması mümkündür, yoktan var olabilir ve tekrar yok olabilir ve bu iş için bir enerji gerekmez.” Bizim köyde olsam, duymuş olduğum, “o yalan bu yalan, fili yuttu koca yılan” deyimini anımsardım. Diğer bilim insanlarının da itiraz etmediği bu fikir bilimsel bir sonuç olarak öne sürülüyorsa “aksi ispat edilinceye kadar” diyerek kabul edebiliriz. Bari teyit etme şansımız elimizden alınmasaydı, inanç âleminde doğrulama yapabilirdik. Keşke bu büyük insanlar bilimsel buluşlarının sonunda “basitçe, gerek olmadığı, ihtiyaç duyulmadığı için, Allah yoktur” demeseydi. Biz de kendilerine “mübarek insan bu bilimsel bir sonuç mudur, bir formüle uygun mudur, enerjiden ötesine nasıl hüküm veriyorsun?” desek yerinde olabilir. Oysa “söylendiği gibi hayali bir Allah yok” dense “Haklısınız” denirdi. “Pozitif Bilim” denip negatif sonuç çıkmazdı. Madem işiniz pozitif bilim hadi biraz da negatif bilim yapın desek ne yaparlar acaba.

            Kitabımız “Allah vardır, var olandır, gayrisi de yoktur, O’ndan başka bir varlık veya İlah yoktur” der. “Evren yoktan var edilmiştir, eşya bütün özellikleriyle, bir düzen içinde ve bir amaç için halk edilmiştir.” Evren “hiç bir şeyi bir var olsun bir yok olsun diye var etmedik, bir düzen içinde ve bir amaca uygun şekilde halk ettik” ayetine (3.117) göre düzenlenmiştir. Ku’ran’ın anlamı düzen demektir, eşyanın hakikati bilindiğinde, “var oluşun içinde ‘düzen’ ilk andan itibaren inmiş haldedir, eşyanın özünde bu hakikat gizlidir, ayetlerin Resul tarafından, ayrıntılı uygulamalar halinde açıklanması 23 yıl sürmüştür” idrakine varılabilir.

            Daima önce bir boşluk veya yokluk vardır. Sonra her şeye sahip olunur. Biz de yoktuk önce, bir plan program veya bir düş, düşünce sonucunda var olduk. Bilim insanları iş ve işlemlerinde tesadüf yoktur. Doğaya gelince aynı bilim insanları “rastgele, tesadüfen kendini kopyalayabilen enzimler sayesinde canlılık oluştu” der. Evren çok sayıda katsayının var oluşu ve halen de öyle oluşu sayesinde dengede durmaktadır. Elektron küçücük yörüngesinin bir turunu bile tamamlamadan yok olur başka yörüngede ortaya çıkar. Bu elektronun elektrik yükünün değeri az farklı olsaydı madde olamazdı (Bakınız). Evrenin genişleme katsayısı az farklı olsaydı ya çökecek veya dağılıp gidecekti. Sanırım “tüm oluşumda tesadüf olsaydı evren on dört milyar yıl yaşında olamazdı, yeniden oluşmaya çalışırdı” demek mantıklı olurdu.

            Tüm fiil, olay ve eylemler ya doğaldır ya da yapay. Doğal olaylar doğadan yapay olanlar insandandır. Yaptıklarımızı bir amaç gözeterek yaparız. İş ve işlemlerimiz bir sıfat altında yapılır. Amir veya memur, oğul veya baba, öğretmen veya öğrenci olarak yaparız. Sıfatlar belirler işin sonunu. Genelde kötünün yaptığı kötü, iyinin yaptığı iyi olur. Ancak biz işin sonunda görür veya öğreniriz, işinden anlarız yapanın ne olduğunu. Hatta işin sonunu yapanın kişiliğine, zatına bağlayabiliriz olayı. Kişilik bakmakla, görmekle anlaşılamaz ancak en sonunda kişiliği nedeniyle ne veya nasıl olduğu bilinir. Bilmemizin, bilebilmemizin, aklımızın bir sınırı vardır, sonrasını görerek öncesini biliriz. Fiillerden sıfata ve sıfatlardan zata ereriz. Ermemiz için ‘akıl’ verilmiştir, durmaksızın ‘arama’ kişiliğimize kazınmıştır. Elimizde hazır bulduğumuz özellikleri kullanarak bilinç sahibi oluruz. Amaç insan olmaktır.

            Her sonuç bir sebebe dayanır. Aklımızın düşünme sistemi böyledir. Bugün bir şey varsa, böyle isek geçmişte bir sebep olmalıdır. Bu nedenle kendimize “nereden gelip nereye gidiyoruz?” diye sorarız. Geri dönüş için zamanı yaratırız. Zaman akıl içindir, itibaridir, izafidir. Proton ile nötronun birleşmesi için zamana gerek yoktur. Elektronların karşılıklı etkileşimi için zaman gerekmez. Foton dediğimiz ışık düzeyine inince değil zaman mekân da hükümsüz olur. İkiz foton deneylerinden bilinir ki bir fotona yapılan etkiden aynı anda çok uzaktaki ikizi de aynı şekilde etkilenmektedir. Kısaca, her şeyin sonrası öncesine bağlı ve bağımlıdır. Her idrak ettiğimiz “son” için “böyle olacaktı ya ne olacaktı, çünkü öncesi öyle olanın sonu böyledir” denebilir. Her şeyi an be an yaşarız, biz hep son andaki son durumda varızdır. Bu hal bir mucizedir, varlığımız, yaşamımız, yaşadığımız bir mucizedir. İyi ki böyledir, böyle olduğuna ne kadar şükretsek, teşekkür etsek azdır. Bu halimizin her dakikasını atmış saniye yaşamalı, zevkini çıkarmalı, keyfini bilinçli olarak sürmeliyiz. Fotonu biliriz kendimizi bilemeyiz, bilince “önce var olan ancak sonra da vardır” dememiz gerekir.

            Amaç insan olmak, yolu da kendimizi bilmek ise Doğu ve Batı kültürleri burada ayrışır diyebiliriz. Sanki birisinde “insan haklarını” bilirler “insanı” bilemezler, diğerinde “insanı” bilirler “insan haklarını” bilemezler. Kralın kendilerine tanıdığı hakları başkasına tanımazlar. Karşısındakini kendisi gibi bilemeyen, Hakk’ını tanımayan insan mıdır? Hayvan gibi güçlü ise çok mu önemlidir? Güç Hak’tandır, hak güçten gelmez. Önünde veya sonunda sentez yapmayı umarım öğrenebiliriz. Doğru, doğudan batıya gidiyoruz, umarım batıdan da doğuya geçip gelebiliriz.

22 Temmuz 2015 Çarşamba

İnsan Atom Yığını Değildir


            İnsan Atom Yığını Değildir                                                   NAEÖ 21072015

            İnsan rastgele atom yığını değildir. Atomlar birleşerek insanları oluşturur. Birleşmeleri ise rastgele değildir. Atomlar kendi kendilerine sebepsiz, koşulsuz birleşmez. İçinde bulundukları ortam atomları birleşmeye zorlar. Ortamda atom gibi fiziksel şeyler varsa fizik kuralları da vardır. Fizik kurallarına göre var olan şeyler birbirlerini iter, çeker. Atomların kurallara uymama lüksü yoktur. İtim ve çekim yasaları hayatın oluşumu için gerekli ama yeterli olamaz. Var olan şeyler arasında “düzen” de olmalıdır ki atomlar buna göre birleşerek hayat oluşsun. İlk adım bile en sondaki amaç için uygun olmalıdır. Hatta her şeyin yokluktan var olduğu biliniyorsa yoktan var olanların biri de düzen olsa gerek. Her şey var olurken, en başından itibaren, bir düzen içinde var olmalı. Düzen, amaç için kurgulanmıştır. Amacın “bilmek” oluşu ise insan ve insanlığa en yakışan şeydir. Bilen bilinmek istemiş olabilir.

            Her şey, bilimsel özellikleriyle birlikte yoktan var olan atom altı parçacıklardan oluşur. Su artık iki hidrojen bir oksijen atomu değildir. Suyun özellikleri atomlarının özelliklerinden çok farklıdır. Hele canlılar artık cansız değil extra bir düzene sahiptir. Özellikle, “insanlığın”, doğanın doğal uzantısı olduğunu düşünmek insanlığı hafife almak olabilir. Cehaletten kurtulmak için bilmeye çalışırız. Beş duyumuz ile algılar akıl ile değerlendiririz. Bildikçe bilmek ister bilgi peşinde koşarız. Bilgi bizi çeker mi iter mi anlaşılmaz. Önce inisiyatifin bizde olduğunu düşünürüz ama sonra bilgi peşinden koşar, bilgisiz yapamayız. Akıl teslim oluncaya kadar durmak bilmez. İnsan da kendini bilmeye çalışır, bilinceye kadar rahat edemez.

            Kur’an düzen demektir. Hitap olarak, ayetler halinde, indirilen Kitap, bir düzenin olduğunu, her şeyin bu düzen içinde halk edildiğini anlatır. Üstelik her halk edilenin bir amacı gerçekleştirmek üzere var edildiğini bildirir. Bilimin “Belirsizlik İlkesi” ile bazı gerçekleri belirlemesine karşılık, Kitap belirsizlik yoktur deyip düzeni vurgular. Bilimsel Heisenberg “Belirsizlik İlkesi” enerjinin yoktan var olabileceğini sonra da tekrar yok olabileceğini belirterek bir gerçeği “belirlemiş” olur. Enerjiden de kütle ve maddenin, formülüne göre, kendiliğinden oluştuğu apaçıktır. Bilimin dışından ve üstünden bakabilen Kitapta ise “Var Olanın” oluşumunun bir amacının olduğu yazılıdır. Tesadüfün ve abes bir şeyin olmadığını açıklar. Kısaca, Büyük Patlamada patlayan şeyin bir “düzen” içinde ve bir amacı gerçekleştirmek üzere patladığı bildirilir. Bu evrenin hiçlikten kendiliğinden patlayarak var olduğu ve hayatın da tesadüfen oluştuğu akla ve mantığa uygun olamaz. Hayatın oluşumu ve gelişimi için kritik katsayıların varlığı ve çok sayıda oluşu zaman temelini de ortadan kaldırabilir. “Milyarlarca yıl içinde maddeden canlı oluşabilir” demek “tas, çeşme başında elbet dolar” demeye benzer.

            Kitabın önemli deyimlerinden biri de “tebayün etmek” olabilir. Anlamı “yeniden keşfedercesine aşikâr oluş” olabilir. Yeni buluşlarında “sezgisel” kavramları kullanan bilim insanları genellikle yeni bir şey keşfeder. Bazı bilim insanları bilimsel kavramları özellikle dinsel kavramlardan uzak tutmaya özen gösterir. “Var Olanın, bilinenlerin artırılarak, bilinmesi için” bu özene gerek olmayabilir.            Kitap zaten insanları arama, bilmeye yönlendirir. İnsanların fıtratlarına kazınan bilme ve olma yetenekleri sayesinde aynı şeyleri yapar.

            Var olan herhangi bir şeyin var olması için zaman ihtiyaç duyulan bir şey değildir. Atomun veya suyun var olabilmesi için belirli bir zamanın geçmesi gerekmez. Var olan, zamana gerek olmaksızın var olur. Proton nötron birleşmesi zaman değil ama “güç” ister. Kuvvet ve kudret yok ise ortamda, kuantum fiziğinin elemanları gibi, “şeyler” birbirini çekemez ve birleşemez, atom bile oluşamaz. Hidrojen atomu için proton, nötron ve elektrondan birer tane gerek, ama ayrıca bir birim zaman gerekmez. Zaman insan aklı içindir ve itibarî, izafîdir. Kitap, zamanın, insan aklının “bilmek” amacıyla saptadığı bir kavram olduğunu yazar. İnsanın kendini bilmesiyle “gerçek” bilinmiş olur. Hak ve hakikatin bilinmesi durumunda ikinci bir varlık şeklinde insanın varlığı söz konusu olamaz. Bu durumda ne insan, ne akıl ne de zaman kalır ortamda. Bilim de bu gerçeğin aksine bir şey söylemez. Kuramsal olarak da her şey bir adet ‘yok’tan var olur.

            İnsan bildiği için ve bilip uyguladığı kadar insandır. İnsan bildiği için meslek sahibidir, bilgisini uyguladığı kadar da örneğin marangozdur ve usta marangozdur. Kendini bilebilen insana da olgun insan denir. Kendisinin, kum yığını gibi atom yığını olmadığını idrak edebilene kâmil insan denebilir. İnsan, aklı sayesinde bilir. Akıl da doğada bulunmaz, doğal bir “şey” değildir. Eski bilgilerden yeni bilgi üretme yeteneği üstelik sezgi gerektirir. Akıl ve sezgi evrende var olan düzeni keşfetmeye çalışır. Düzen ve düzensizliği ayırt etmeye uğraşır. Hani bir hikâyeye göre kurbağa kaynar suya atılırsa fırlayıp kaçar ama soğuk su yavaş yavaş ısıtılırsa haşlanıp kalır. Bilim insanları da önce “akıl verilmiş en büyük nimettir” dese de sonra “doğada ve evrende bir kanıt yoktur, bu nedenle Allah yoktur” deyip kendisinin varlığını kanıtlar. Neyse ki Dünya, Doğa, Evren dendiğinde ‘bir ve tek’ anlamı çıkar. Çoklu evren denildiğinde bile yoktan var olanın başlangıçta iki adet olduğu anlaşılmaz.

            Halk edilmiş doğa, aklî on dört milyar yıl içinde, değişimlerle, evrim geçirerek insana ulaştı. Değişimler her an bir şe’nde olacak şekilde süreklidir. Yoktan halk edilen şeyler, insan haline gelinceye kadar, evrim geçirme özelliğine sahip idiler bu nedenle de evirildiler. İnsan, bilgi ile nereden geldiğini, zaman kavramı sayesinde ne zaman geldiğini, buldu. Bilerek ne olduğunu anladı, insanlığı keşfetti. İnsancıl bir olgunlaşma süreci sonunda ise insan kemale erdi ve Allah’ın ruhunu kabule hazır hale geldi. Ruh ile dirilen kâmil insan ölümsüzlüğü de Hak etti. Böylece, onun hiçbir şeye ihtiyacı kalmadı, her şeyin ona ihtiyacı oldu. Yokluktan halk edilenler, bilinmek isteyenin bilinmesi için, kâmil insan amacına ulaşmakta araç olmuştur. Eşyanın bir düzen içinde var olduğunu bilebilmek eşyanın değer ve kıymetini bilmektir. Eşya, hakikat güneşinin gurup ettiği şey olduğu için karanlıktır, gecedir. Gecenin kadrini böylece idrak ettiğinde hakikat güneşi doğan kâmil insanın kalbine “düzen”, anda inmiş olur. Özünde oluşumun ilk anındaki düzeni idrak edebilenin anlatımı ve açıklaması 23 yıl da alabilir 33 yıl da alabilir. Hakikat anlatılamaz, ancak, idrak edilebilir!