Bilimsel Vuslat
Hayatımız
boyunca yeni bir şeyler öğreniriz. Aklın çalışması duramaz, engellenemez.
Arama, araştırmayla keşifler, buluşlar birbirini izler. Bulma, bilme konusunda
sınır tanınmaz. Bir yandan kendini bilme, diğer yandan yeryüzünü ve gökyüzünü
bilme çabaları yürütülür. İnsanlığın gelişiminde ‘kutsallık bilinci’ için bir
tarih belirlenemedi. İnsan da kutsallığa doğuştan yatkın görünmektedir. Eski
bir tapınakta “Kendini Bil” yazması da tesadüf olamaz. Doğal ihtiyaçlar
karşılanırken doğaüstü inançların da bulunduğu düşünülebilir. Sanki halk ‘Yer
Tanrı, Gök Tanrı’ derken Doğu’da idi, kutsala ‘benliğinde’ erince Ortadoğu’da
buldu kendini. Evren bilincini geliştirmek için Batı’ya yürüyüş sürdürüldü.
Evrenin doğuşuna kanıtlarla tanıklık edilince de Doğu’dan gelindi, ilim halkın
kalbinde yerini aldı. “Allah’tan başkası yoktur, emri, dediği olur; evreni
bilinmek için yaratmıştır, ilmin amacı kendini ve Allah’ı bilmektir; görünen,
görenin görüntüsüdür” diyen inanç küçümsendi. “Ölçülüp biçilen, kesilip
tartılan madde nasıl ‘serap’ olurmuş” diyen bilim insanları sonunda Hak ve
hakikate erdi. İnanmayanlar, bilimsel kanıtlarla, inanılanları ispatladı.
Saf Anadolu kültüründe,
halkın dilinde, kalpten söylenen, öyle deyim ve deyişler vardır ki kanıtlamak
için Batı’ya gidip, eşyanın hakikatine inip, Doğu’dan gelinmeliydi. Âşık
ozanların, halk şairlerinin dizeleri halkın bilincinde yer eder. Hak ve hakikat
arayışında insanlığa öncülük eder. Halk her yerde ve her şeyde Hakk’ı görmeye
yatkındır. İlmin amacı kendini ve Hakk’ı bilmektir, Allah’a yakınlaşma ‘ilmen’,
‘aynen’ ve ‘hakken’ olmak üzere üç aşamalıdır.
İlmen ve
aynen aşamaları dinsel ve bilimsel yaklaşımları birleştirir. Akıl önemli, sezgi
de önemli. Mantıklı olmak iyi, duygusal olmak da kaçınılmaz. Akıl ve hikmet
sentez edilir. İnançlı olanlar da bilmeye zorlanır, aklını kullanmaya teşvik edilir.
Düşünmeden, tefekkür etmeden, ne yaptığını bilmeden imanlı kişi olunamaz.
Bilerek, bilinçli olarak Allah’a yaklaşılır.
Bütün bu
düşünceler bilim ve din yaklaşımlarını DNA sarmalı gibi bir senteze
götürebilir. Genel anlamda bu sarmalın iki ana hattını din ve bilim; kalp ve
akıl, ruh ve beden, mana ve madde, yazılım ve donanım diye ele alabiliriz. En
büyük olarak bilinen, fizik, kimya, astrofizik, biyokimya gibi alanlardaki,
bazı bilim insanlarının, elde ettikleri buluşları, Allah’ın olmadığını kanıtlamakta
kullanmaları manidardır. Kendilerini ve buluşlarını inkâr ettikleri bir konuya
veya alana, gereksiz, istenmeden, bir anlamda zorla, sokmaları
düşündürücüdür.
‘Akıl insana
verilen en büyük nimettir’ denirdi. Doğayı, ‘Akıllı Tasarım’ olarak ele alan
bazıları, varlığına kanıt bulamadığı için, Allah’ı inkâr etti. Kuantum âleminde miniskül parçacıkların bir
anda var olup yok olduğu bilinir. Böyle sanal bir parçacığın, ‘Şişip Genişleme’
modeline göre evreni oluşturduğu kanıtlandı.
Nasıl olur da ‘bir şey’ yoktan var olur? Sorusuna yanıt bulundu. Bu sorunun
sorulması yanlışmış. Evrendeki pozitif ve negatif enerjinin toplamı sıfır
ettiği için, Evren bugün dahi ‘bir şey değil’ bir ‘Hiç, ama ‘Düzenli Hiç’ imiş.
Düzenli, çünkü evrendeki hareketler fizik yasalarına ve matematik formüllerine
uygunmuş. Sonuç ve söylenen doğru ama anlaşılan veya yorum yanlış olabiliyor. Bilimsel
deneyler doğru söylüyor ama Profesör Doktorlar yanlış anlıyormuş. Evren bir ‘hiç’ olduğu için bir Yaratan’a da
ihtiyaç yokmuş. “O’ndan gayri bir şey yok” diyene, ‘ben yoksam o da yok’ der
gibi. Bilimsel olarak ‘var olan herhangi bir şeyin aslında olmadığı, var
görünen maddenin, aslı sanal olduğu için, var sayılamayacağı’ kanıtlanmış oldu.
Bu şekilde, böyle bir ‘Varlık’ yokluğun kanıtı olsa gerek. Varlıkta yokluk
bulundu. Aslında olmadığımızı kanıtladık, şimdi sıra bunu idrakte. Biz elimiz
tutuyor, gözümüz görüyor diye var olamıyoruz. Evren yok ki biz olalım. Mucize
olan, ‘serap’ şeklinde de olsa, var olduğumuzu ‘zan’ etmemiz. “Evvelde ‘Var
Olan’ ahirde de vardır, sonradan yok olan da hiç olmamıştır” denildiğinde
inanmalıydık. Yokluğumuz ispatlandığına göre Hak ve hakikati idrak edebiliriz
artık.
İnsanın iş
ve eylemlerinde kullandığı güç, kuvvet ve kudret Allah’a aittir. Her isim ve
sıfat da o’nundur. Bilinmek için evreni yaratmış ve insanı, kemale ermesi,
kendinin idraki, için donatmıştır. Önce bilgi edinip, bilerek yaklaşılır. Her
şeyin ondan gelip ona gittiğini idrak ederek şirkten dönülür. ‘Aynen’ biliş
aşaması da böyle başlar. Sanal parçacıktan çıkan ilk enerji de, zamanla oluşan
kütle ve madde de, ilminin aynıdır. S. Hawking’e göre her ‘obje’ veya ‘şey’
özelliklerinin, ardındaki ilminin deposudur, toplam ilminin görüntüsüdür. Evren,
sanal parçacığın var gibi görünen halidir, önemli olan, bu parçacığın yüklendiği
özellikler ve özünde taşıdığı Kur’an, ‘Düzen’, fizik ve matematik ilmidir. Bir
inşaat projesinin ismi, resmi, cismi de, ardındaki ilmin halleridir, aynıdır. “İnsan
da fıtratının, fıtratına kazınan ilminin aynıdır.”(41.53,54) Herkesin ve her
şeyin cismi ve ameli ilmine tabidir, biat eder, daim secde eder.
Bilimsel ve
dinsel yaklaşımlar, DNA’da olduğu gibi, iki temel unsuru oluşturur. Öğrendikçe,
aşamalar halinde, merdivende tırmanarak, yükselerek yücelişle, Allah’a
yakınlaşma sürdürülür. Son kimya Nobel ödülünü alan vatandaşımız Aziz Sancar,
DNA’nın inşasında basamakların oluşumunu düzenleyen ‘Ritmik Saat’ keşfetti. Ana hatlardan çıkan bir basamağın
aynı taraftaki diğer basamakla birleşmesi önleniyor. Karşı basamağa tutunması
sağlanıyor. Dinden ilme, ilimden dine geçip sentez basamağı ve sentez
oluşturmak şarttır. Yalnız bilim veya din tarafında kalmak olmaz. İnanan okumalı,
öğrenmeli, bilmeli ve idrak etmeli; bilimciler de doğanın dediğini doğru okuyup
anlamalıdır. Okuyup idrak şart!
İlmen
yakini, aynen yakin izler. Tasavvuf veya tevhidin bir ilim olduğu, belirli
yöntemler çerçevesinde, belirli bilgilerin öğrenildiği bilinir. İlmin bilinmesi
yetmez uygulanmalıdır. İlim amel içindir. İlmi olan âlim, idrak eden de
ariftir. İnsan kendisinin bir ilim olduğunu ama bu ilmin sahibinin kendisi
olmadığını idrak edebilmelidir. Her var olan, ışınım ve parçacıktan, rahman ve
rahimden, genelin kütle ile özelleşmesinden, enerjinin kütle oluşturmasından
var olur. Aynen yakin aşaması, evrenin, ilmin bir hali, görünür hali olduğunu
kanıtlar. İlim ile evren birleşerek tevhit olur, geriye idrak kalır. Testi var
ise testinin sahibi testi olamaz. Bilgi var ise sahibi bilen midir? Matematik,
matematikçinin midir?
Bilimsel
deneyler son noktayı da koydu. İkiz foton, elektron veya atomlardan birine
yüklenen bir bilginin, halin anında, galaksinin öbür ucunda dahi olsa, ikizine
geçmesini Einstein ‘ürkütücü’ bulmuştu. Son deneyler kesin sonuca vardı.
Bilgi,
birinden ötekine ışık hızından daha hızlı aktarılıyordu. Yeni deneyler sonucu
kanıtlanan duruma göre sonuç daha ‘ürkütücü’ imiş. Her şey, olmuş ve olacak,
evrenin doğuşundan itibaren, ‘Önceden Belirlenmiş’
olabilirmiş. Bilim insanları, kanıt, keşif, buluş ve bilişlerle yürüyüşe,
Dünya’dan başladı, galaksilerden, evrenin doğuşuna döndü, rücû ettiler. Öyle ki
“çok haklısınız, evren diye görünen düzenli bir serap imiş” dediler, ilme biat
edip, ilme tabi olup, secde ettiler. Böylece, ‘En Hakiki Mürşit İlimdir’ gerçek
oldu. Ama bazı bilenlerin idraklerinden, henüz, şüphe edilir. Çünkü
kendilerinin elde ettiği sonuçlar, inanamadıkları için, ‘ürkütücü’ imiş. Sanki
birisi biliyor inanamıyor, diğeri inanıyor bilemiyor. Olsun, öyle olacak ya nasıl
olacak? Çünkü her şey doğuştan, evrenin doğuşundan, önceden belirlenmiş!
Özet
olarak, Evren ile Âdem, Kur’an ile İnsan
ikizmiş gerçekten. Bilim insanlarından bazıları, ateistler, Doğu’nun inancından,
dininden Batı’ya kaçtı, hakikat güneşinin gurup ettiği batıya, eşyaya, maddeye,
o kadar kaçtı ki doğudan geldiler. İspat eden, etmeyen, idrak eden, etmeyen sağ
olsun. Amaç ‘Bilinmek’ ise gerçekleşti; Görünen, Görenin Görüntüsüdür!